Sürü Psikolojisi ve İnsanın Yaşam Hakkı’na dair
Hüseyin Sevinç
“Kötüler, kendilerine tahammül edildikçe daha çok azarlar.” (Tolstoy))
Yaşam hakkı tüm hakların en ilki, en temel ve evrensel olanıdır. Kişinin bu haktan yoksun kılınması, bu hakkın elinden alınması, diğer tüm haklardan da mahrum bırakılması demektir. Bu nedenler kişinin yaşam hakkının elinden alınması diğer temel insan haklarını anlamsız kılar. “Geri alınamaz” nitelikte olması yaşam hakkını kutsal/dokunamaz kılar. Kişi hayatta ise veya yaşamı güvence altında ise ancak diğer tüm haklardan yararlanabilmesi olanaklıdır. (Devamını oku…)
Kimlik-Ortak Kimlik
Faruk Eren´in anısına
Türkiye´de kimlik tartışması her zaman güncelliĝini korudu. AKP Hükümeti ilk yıllarda Avrupa Birliĝine yakınlaştı. AKP, Türkiye´nin Birliĝ´e kabulünü, tam üye olmasını istiyordu. Avrupa Birliĝi´nin içeriĝi ve çerçevesini tam olarak bilmediĝimiz „çok kültürlü toplum“ modeli bazı demokratik açılım ve tartışmalara vesile oldu. Ne varki, genel olarak „eski devlet partisi“ diyebileceĝimiz kesimler bu sürece şiddetle karşı çıktılar. Söyledikleri şuydu: Kişinin ya da bir grubun alt kimliĝi olabilir, ama herkesin ortak üst kimliĝi Türklüktür. Kısa bir süre sonra bu alandaki „iç çatlak“ giderildi. AKP´de „Her kes Türk´tür“ anlayışının savunucusu oldu.
Önce alt-üst kimlik belirlemesinin kendisi yanlıştır. Alt kimlik olarak görülenler açısından dışlayıcı ve inkarcıdır. Her hangi bir kimlik, öteki bir kimlikten aşaĝı ya da üstün olamaz. Her kimliĝin kişinin ya da toplumun yaşamında kendine has bir yeri ve anlamı vardır. Kişinin ya da toplumun deĝişik özelliklerinin ifadesidir. Birisi, ötekinin yerine ya da karşısına çıkartılamaz. Kişi etnik, dini, siyasi, ve başka özelliklerine göre kimi grublara katılırken, ötekilerden ayrılır.
Ama eĝer söylenmek istenen deĝişik etnik ve dini toplulukların ortak bir kimliĝe sahip olması ise, bu mümkündür. Bunun bilinen bazı örnekleri eski Sovyet modeli, Yugoslavya´da uygulanan sistemde kendini gösterdi. Sovyetler Birliĝi, Çekoslovakya ve Yugoslavya´da farklı ulusal topluluklar, kendi etnik kimliklerini koruyarak ortak bir kimlikte buluşabildiler. Bu bir nevi „sistem-devlet“ kimliĝiydi. Bu kimliklerin ömrü, sistemin açmazları ve başka bazı nedenlerden dolayı fazla uzun sürmedi.
Bunun yanında ortak kimliĝi uzun süre koruyan örnekler de vardır. Belçika, sonradan İngiltere, İspanya, vb. Bu ülkelerde deĝişik etnisiteler bir devlet içinde birleşmişlerdir. Birden fazla ulusal topluluĝun bir devlet içinde birleşmesine en iyi örnek İsviçre modelidir. Dört farklı etnik grub demokratik temelde siyasal birlik oluşturmuşlardır. İsviçre modelinin özü şudur: Bir ulusal topluluk, ötekinden üstün, ayrıcalıklı deĝildir. İsviçre denildiĝinde diliyle, kültürüyle, tarihiyle birlikte Almanlar, Fransızlar, İtalyanlar, Retoromanlar birlikte anlaşılır. Aynı dili konuşan bazı ulusal topluluklar dahi bölünme eĝilimi gösterirken, İsviçre´de dört ayrı etnik grub birlikte ısrar ediyorlar. Bilinen her hangi bir ayrılıkçı eĝilim yoktur.
Amacım çeşitli modelleri tartışmak deĝil. Türkiye´de ulusal ve demokratik özgürlükler hep bölünme korkusu ile perdelenirken, bunun tersinin doĝru olduĝunu belirtmek istiyorum. Demokrasi, ulusal-kültürel temsiliyet birliĝi güçlendirirken, baskı, ayrıcalık ve asimilasyon ayrılıkçı eĝilimlere zemin olmaktadır.
Aslında en büyük ayrılıkçı, bölücü hareket Türk milliyetçiliĝidir. Türk kimligi, devlet eliyle, zorla öteki grublara dayatıldıkça birliĝin temeli de yıkılmaktadır. Bölücülüĝü yanlış yerde aramaya gerek yok. Bu siyaset T.C.´nin kuruluşundan beri uygulanıyor. Sonuç ortadadır. Birlikte yaşamak, ortak bir kimlikte birleşmek yerine, güvensizlikler, şiddet hareketleri, ayrılmak isteyen eĝilimler güçlenmiştir. Denenmiş ve yanlışlıkları görülmüş bir siyaseti zorla sürdürmek her kesime zarar vermektedir.
Birlikte yaşamak mümkün ve gereklidir. Bunu elde etmek için yeni bir birlik sözleşmesine ihtiyaç vardır. Bu yeni sözleşme temelinde şekillenecek siyasal yapı dinler karşısında tarafsız, ulusal topluluklar açısından ayrıcalıksız, siyasal olarak demokratik olmalıdır. Bunun siyasal olarak nasıl şekilleneceĝi, hangi biçimi alacaĝı peşin olarak söylenemez. Federal ya da otonom bölgeler temelinde olobilir. Ne üniter devlet ve ne de federal-otonom model kutsal, dokunulmaz deĝildirler. Hep söylenildiĝi gibi siyaset insan içindir. İnsanın ihtiyaçlarının, insan ilişkilerinin örgütlenmesi, koordine edilmesidir. Siyaset eĝer toplumun ihtiyaçlarının gerisinde kalmış ve toplumun gelişmesini engelliyorsa, deĝişmelidir.
Siyasetde Devlet Partisi´nin, ulusallıkda Türk milliyetçiliĝinin, dinde Türk-İslam sentezi olarak adlandırılan devlet müslümanlıĝının ayrıcalıkları, eĝemenliĝi kaldırılırsa demokratik güçlü bir birlik kurulabilir. Bu birlik bugünkinden daha saĝlam olacaktır.
Anadolu, Mezopotamya ve Trakya diller ve kültürler bakımından renkli bir bahçedir. Zazalar, Türkler, Kürtler, Lazlar, Asur-Suryaniler, Araplar, Çerkezler, Rumlar, Ermeniler ve öteki etnik guruplar, Sunniler, Aleviler, Yezidiler, Hıristiyanlar, Yahudiler, Dinsizler bu topraklara renk ve can vermektedirler. Ve bütün bu topluluklar dilleri, kültürleri ile temsil edilirlerse, ekonomik ve sosyal refahtan kendilerine düşen payı alırlarsa, ortak kimlikler kendiliĝinden oluşacaktır.
Ama bu amaca ulaşmak zor ve uzun görünüyor. Yine de şimdiden bazı deĝişiklikler yapılabilinir. Türkiye´nin taraf olduĝu uluslararası sözleşme ve kararlar var. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi´nin ilk maddesi şöyle der. „Madde 1- Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar.“
İnsan´ın ana dili, kültürü varlıĝının en güçlü temelidir. Bir kişinin veya bir toplumun dilini, kültürünü elinden alır, yasaklar ve giderek yok ederseniz, O´nun insanlıĝını da yok etmiş olursunuz.
Hep söyleniyor. Söylemek de gerekir. UNESCO da tespit etti. Zazaca´nın kaybolma tehlikesi var. Milyonlarca insanın konuştuĝu bir dilin, kültürün kaybolması kabul edilemez. Zazaca ölürse, insanlıĝın ortak mirasından bir parça kaybolacaktır. Bugün dünyada bir tek hayvan veya bitki türünün dahi kaybolmaması için mücadele eden büyük bir kesim var. Kamuoyu son derece duyarlı. Türkiye´de ise bir dilin, kültürün kaybolması pek önemsenmiyor. Yalnızca devlet erki deĝil, muhalefet de bu konuda sessiz. Zazaca konuşanlarda da yeterli bir duyarlılık yok. Zaten bu duyarlılık, dil bilinci olmadıĝı için Türkler ve Kürtlerden sonra üçüncü etnik grub olan Zazaların dili tehlike altındadır. Zazaların kendisi ister ve bu yönde mücadele ederlerse, Zaza dili dünya diller bahçesindeki yerini koruyabilir ve gelecek kuşaklara aktarılabilinir. Dünyada bunun örnekleri vardır. İspanya´da Katalan dili Franko´nun uzun süren faşist rejiminde bitme noktasına gelmişti. 1960´lı yıllara gelindiĝinde Katalan dilinde yaklaşık olarak 300 kişi okuyup yazabiliyordu.(Maria Barbal, Wie ein Stein im Gröll, s.121) Katalan aydınlarının öncü çalışmaları ve rejimin deĝişmesinin de sonucu olarak bugün Katalan dili milyonlarca insan tarafından konuşuluyor, iletişimin her alanında özgürce kullanılıyor.
Geç olmadan her kes bir şey yapabilir.
Mesela Zazaca yayın yapan TV-Radyo kanalı talebini sürekli güncel tutmalıyız.
Anadilde eĝitim-öĝretim talebini mümkün olan en geniş kesimlerle birlikte yürütmeliyiz.
Ne dilimizi, kültürümüzü başka halklara eklemeli, onları kendimize vasi tayin etmeli ve ne de dar siyasi tartışmalara kurban etmeliyiz.
14.07.2019
Sait Çiya
Osmanlılardan bu yana Dersim’de yürütülen ötekileştirme politikalarının sonucunda belgelerde “uyumsuz, itaatsiz halk” olarak kayda geçmiş Dersim ve Dersimliler sürekli asimile edilmekle karşı karşıyadırlar. Osmanlıların İslamlaştırma (Sünnileştrme) politikalarının üzerine “Türkleştirme” politikası eklenerek Cumhuriyet döneminde de bu durum kesintisiz devam etti. Bu konuda yıllardır çok şey söylendi ve yazıldı. Haklı olarak bu asimilasyon politikaları genel demokratik ve insani tahammüllerle bağdaşmadığı için eleştirildi, kınandı. Sonuçta Osmanlıların ve Cumhuriyet hükümetinin yürüttüğü Dersim politikası deşifre oldu ve ciddi bir farkındalık yaratıldı.
Bu eleştiriler doğruydu ve kuşkusuz yapılmalıydı. Fakat eleştiri yapmak başka, haklı gözüken bu eleştirilerle, acılar üzerinden ve sinir uçlarına dokunarak mantıki akıl yürütmeye engel olacak öfke sendromlarına toplumu sokmak başkadır. Yaratılan travmalar üzerinden pragmatik davranarak kazanç elde etmek başka bir şey olmalı. Aslında farkında olmadığımız, sorgulayamadığımız esas alan da burasıdır. Acıların kor ateşine odun atmak gibi bir şeydir bu. Yapılan eleştiriler veya gösterilen çabalar haklı gözükse de sonu felaketle biten toplumsal sonuçlara da sebep olabilirler. Bu durumu görmek, bunun farkında olmak; asıl önemli olan bu olmalı.
Nitekim, böylesi politika ve iki yüzlülüğün farkında olamamaktan kaynaklanan sorunlar deryasının içinde kulaç atıyoruz. Söylenen masum görünümlü sözlerle bizi nerelere çekmek istediklerini düşünmeden, masumane saflığımızın kurbanı olmayı sürdürür bir haldeyiz. Bu körleşmemizin sonucunda söyleyenlerin niyet ve davranışlarını sorgulamadan, gölgelerinde kendimizi var etmenin halet-i ruhiye’sinde veya sendromundayız.
Osmanlı oyunlarının ve Cumhuriyet zorbalığının farkında olan Dersimliler ne yazık ki, Kürt hegemonya çabalarının Dersim’deki olumsuz yansımalarının farkında değildirler. Hatta bu hegemonya ve Kürt vesayetinin gölgesinde var olmanın yanılsamasını yaşayıp oraya sığınma çabası içindedirler.
Kürt siyaseti konusunda Dersimlilerin ciddi problemleri var. Eleştiri ve sorgulama yetimizi tamamen kaybetmiş, kendimize karşı ciddi bir yabancılaşma içindeyiz. Türk siyasetçilerinin yıllardır takındığı ezberlere benzer söylemleri bugün Kürt vesayetçileri ödünç almış bulunuyor. Öyle ki, en masum eleştiri bile “Kürt düşmanlığı” ile özdeşleştirerek korkutuluyoruz. Bu korkunun üzerimizde bıraktığı yakıcı etkiden olacak ki, buna karşı koymaya cüret edemiyor ve susuyoruz. Dahası biz bu korkunun içine hapsolduğumuzun veya edildiğimizin farkında bile değiliz. Dersimi ve Dersimlileri çepe-çevre kuşatan ideolojik saldırıların sonuçlarını yeterince bilince çıkaracak bir sorgulamanın henüz uzağındayız.
Dersim konusuna ilişkin Kürt Tarihi yazımı, yazılı Türk tarihi gibi tahribatlarla doludur. Türki paradigma adeta kopya edilerek Kürdi bir bakış açısına evrilmiştir. Cumhuriyet Hükümetlerinin başından beri sürdürdükleri “Türkleştirme” politikalarına paralel olarak Dersimlileri” Kürtleştirme” politikaları son hız devam ediyor. Bütün Kürt “tarih yazıcıları” bu amaç temelinde kurgulanmış iddialarla karşımıza çıkıyor ve bizim bu sahte tarihe inanmamızı bekliyorlar.
Özellikle 1970 sonrasında solun Dersim konusundaki faydacı yaklaşımı ile Dersim ve Dersimlilerde bir kırılma ve yabancılaşma sürecine yönelik yeni bir evre başladı. Farkında olalım ya da olmayalım bu süreç ile birlikte Kürt siyasetinin hegemonya ve vesayet kurma süreci başlamış ve nerede ise tüm sol örgüt, bu siyasetin odun taşıyıcıları olmuştur. Suriye’ye mülteci olarak sığınan Nuri Dersimi (Baytar Nuri) orada faaliyet yürüten Kürt Hoybun örgütü tarafından adeta esir alınmış ve onun söylemleri üzerinden Dersimlileri “Türkleştirme” politikalarına karşı yeni bir proje yani“Kürtleştirme” projeleri başlatılmıştır.
Nuri Dersimi’i savunmak için demiyorum ama, Hatıratlarından anlıyoruz ki, Baytar Nuri orada esir bir konumdadır. Hoybuncuların bir kelamı bile hayatını tehlikeye atabiliyordu onu. Oturum izni Hoybun örgütünün elindeydi ve her an oturumu elinden alınabilirdi. Bu delirtici ortamda olmanın yarattığı psikolojik baskı onun fikirlerini özgürce yazması önünde doğal olarak bir bariyer oluşturmaya müsait idi.
Burada söylemek istediğim şudur. Nuri Dersimi üzerinden başlatılan ve Dersimlilere dayatılan Dersim Tarihi, esir olmanın ruh hali ile yazılmış sahici olmayan bir tarihtir. Bu iddianın doğruluğunu bilmek istiyorsak Baytar Nuri’nin Suriye’deki yaşamını araştırmak ve öğrenmek gerekir.
Bizler, Dersimlilerin sözlü hafızasını referans almak zorundayız. 1970 sonrası yaşanan kırılmayı aşmanın tek yolu, bu sözlü bellek ile tekrar bağ kurmak ve onu güncelleştirmekten geçiyor.
Dersim Sözlü belleğinde Dersimlilerin kendilerini Kürtlerden ayrı bir aidiyet olarak tanımladıklarını son derece net olarak bulabiliyoruz. Dersimliler, Türk, Kürt aidiyetlerinden kendini özel olarak ayırmış ve farklı bir aidiyet ile tanımlamışlardır kendilerini. Bütün o net tanımlara rağmen Dersimlilerin Kürt aidiyetine sığınmaları ne derece kabul görebilir? Sığınmacılık sendromu yaşayan arkadaşların durumu sahiden acı ve üzüntü vericidir. Sığınanlar açısından bir rahatlık taşısa da Kürt gölgesinde var olmaya çalışmak tarihi olarak bir sorumsuzluk ve kendimize karşı ciddi bir yabancılaşmadır. Ayıptır, günahtır!
Şu soruya cevap vermek durumundayız: Referans kaynaklarımız ne olmalı; neye inanmalı neye güvenmeliyiz? Dersimlilerin sözlü belleğine mi, yoksa dışardan müdahalelerle yazılan dejenere bir tarihi mi referans olarak alacağız kendimize? Bir başka ifade ile Dersimliler olarak kendi ayaklarımız üzerinde durmanın verdiği özgüven ile mi yoksa Kürt gölgesinde olmanın verdiği veya-vereceği “güven” paradigması üzerinden mi geleceğe yolculuk yapacağız? Dersimlilerin bu seçeneklerin farkındalığında kalarak kendi seçeneklerini yaratmaları özel bir önem taşıyor. Önümüze servis edilen veya dayatılan seçeneklerle avuna biliriz ama bu bizi özgür kılmayacaktır. Yıllardır omuzlarımızda taşıdığımız, kullanım süresi geçmiş ödünç bilgilerle örgülü Kürdi paradigmayı aşmak zorundayız. Özgür olmanın yolu bu Kürt kamburundan kurtulmaktan geçiyor. Seçim bizimdir…
16 Haziran 2019
Hüseyin Sevinç
Meclis´e (TBMM) Sunulan Dersim´e Özerklik Teklifi
1920´de Ankara´da oluşturulan Meclis´e Dersim adına beş milletvekili katılmıştı.
Osmanlı´nın yerine yeni bir devlet kuruluyordu.
Devleti kuranlar bu kuruluşa Dersimlileri de katmak istiyorlardı. Bu temelde bazı Dersim ileri gelenlerine (Aĝlerê Dêsımi) milletvekilliĝi önerilmişti.
Dersim´de iki eĝilim oluştu.
Seyit Rıza ve İdare İbrahim´in de içinde olduĝu bir kesim bu öneriye güvenmedi. Kuşkuyla yaklaştı.
Diyap Aĝa´nın da içinde olduĝu ikinci gurup Ankara ile anlaşarak bir çözüme ulaşmak istediler. İkinci guruptakiler zaten Osmanlı´nın son döneminden beri bir şekilde yönetimle ilişki içindeydiler. Ya yerel yönetici, nahiye müdürü, mutasarrıf veya askeri görevliydiler.
İkinci gurubun en aktif üyesi Hasan Hayri´ydi. 1925´de Elazıĝ´da idam edildi.
Meclis´e giden temsilciler o günkü koşullar içinde Dersim´in sounlarına çözüm aradılar.
29 Kasım 1920´de Meclis´e sunulan önerge bir nevi Dersim´e Özerklik talebiydi.
Zaten Meclis tutanaklarını yayınlıyan Cengiz Çetintaş da buna, „Dersim milletvekilleri Dersim için özel bir statü teklif ettiler.“ diyor.
Önerge, Dersim Mebusu Diyap Ağa ve 3 arkadaşı adına verilmiş.
İsmi yazılmayan üç kişi muhtemelen Hasan Hayri Kango, Mustafa Aĝa, Ahmet Ramiz Tan´dır.
Önerge, „Teşkilatı Esasiye için Hükümet bu esasları da dikkate alsın yolunda bir temenni mahiyetinde kabul“ edilmiş ve Hükümet´e gönderilmişti.
Yani bu bir Anayasa Teklifi idi.
Sonrası biliniyor.
Dersim´e özerklik talebinin tarihi belgelerinden birisi de budur.
„TBMM Başkanlığına
Altı asırlık Osmanlı İmparatorluğunun idaresinde meydana gelen iç meselelerin ekserisi Dersim ile alakalı olmuştur. Aslında ehemmiyetsiz olan bu meseleler, bir kısım zorbaların Hükümetle Dersimliler arasına girmesi yüzünden adeta halledilmesi imkansız bir bulmaca hükmüne sokulmuştur. Meşrutiye-tin ilanıyla umacı gibi tanıttırılan Dersim yüzünden yine zorbalara birtakım külahlar kaptırmaktan başka,devlet ve günahsız milletçe bir fayda temin edilememiştir. Şimdi ise gerek Dersim ve gerekse Osmanlı memleketlerinin ve İslamiyetin kötü idare edilmesi yüzünden iyice karmakarışık olan vaziyet, bütün heybet ve açıklığıyla meydana çıktığından bu muhakkak ölümden vatanı ve İslamiyeti kurtarmak azmi ile meydana atılan bir kaç Müslüman vatanseverin gayretleriyle Büyük Millet Meclisi teşekkül etti. Hamdolsun peyderpey büyük ve kati muvaffakiyetlerle İslam alemi kavuşacaktır. Şimdiye kadar hiçbir usul ve idarede kabul görmeyen ve adeta vahşi hayvanlar olarak düşünülen Dersim halkı, Yüce Meclisin meşruiyetini her şeyden evvel takdir ederek vatana ve dine hizmet etmek için bizi Yüce Meclise mebus olarak gönderdiler. Bu ana kadar sözlü ve yazılı Dersim’e ait çeşitli izahatlarda bulunduk ve arzu edildiği takdirde daha fazda izahat verilecektir. Anlattıklarımızdan anlaşıldığı ve anlaşılacağı gibi Dersim’in bugünkü vaziyeti şu dört kelime ile hülasa edilebilir, kötü idare, açlık, mektepsizlik, bu fırsatlardan istifade eden zorbaların meşru olmayan teşviki ve aynı zamanda resmi makamlara yalan yanlış ihbarlarda bulunmalarıdır. İşte Yüce Meclis tarafından bu dört meseleye zaman itibariyle imkan derecesinde bir çare bulunduğu takdirde Dersim bulmacasının yüzde doksanı halledilmiş olacağına şüphe olmamalıdır. Bunun içinde biz Dersim mebusları, Dersim’in kabul edeceği şekil ve idare usulüne dair kanaatlerimizi aşağıda arz ediyoruz.
- Dersim,vElazığ’dan ayrılarak müstakil idare edilmelidir. Dersim ile Elazığ arasındaki Murat Suyu üzerinde öteden beri yapılması düşünülen bir köprünün ve Hozat’a kadar bir yolun imkan olduğu kadar süratle inşa edilmelidir.
- Dersim’deki aşiret mıntıkaları bire rnahiye sayılmalı ve aşiretin reisi o nahiyenin müdürü olarak aşiretinden mesul olmalıdır. Liva Merkezinden başka diğer beş kaza kaymakamlıkları şimdilik reislerden ve beylerden seçilmeli veya Dersim mebuslarının teklifiyle Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından tayin edilmelidir. Her kazanın büyüklüğüne göre mutasarrıflıktan umumi meclis vazifesini yapacak bir veya iki üye seçilmelidir. Dersim’de tatbik edilecek her bir iş bu meclis kararıyla mutasarrıflık tarafından yapılmalıdır. Mutasarrıflığa vatanın nezaket ve ehemmiyetini takdir etmiş, Dersim halkının ruhi vaziyeti ve milli ananelerini bilen kişiler seçilmelidir.
- Mutasarrıflık emrinde olmak üzere Dersim iki müfettişlik mıntıkasına ayrılmalı ve her mıntıkaya mali ve idari işleri teftiş etmek üzere birer müfettiş tayin edilmelidir.
- Dersim Sancağı dahilinde şimdiye kadar meydana gelen suçların cezaları tecil edilmelidir.
- Dersim’deki hazine arazileri ücretsiz olarak ahaliye dağıtılmalı ve oralarda iskan ettirilerek kefalet ve rehin karşılığında Ziraat Bankası tarafından kendilerine imkân derecede yardım edilmelidir. Bu arazilerin taksimi için Dersim Mutasarrıfı reisliğinde Müslüman ahaliden bir komisyon teşkil edilmelidir. Bu komisyonun vereceği ve yapacağı taksime hiç bir kimsenin itiraz hakkı olmamalıdır
.6. Tedricen mekteplerin inşasına başlanmalıdır.
Samimi ve saf vicdanla arzedilen ve her halde dikkate alınmaması uygun olmayan yukarıdaki isteklerimiz, Yüce Meclis ve Hükümet üyeleri tarafından vatanın selameti için tatbikata konulduğu takdirde Dersim’de hiçbir yolsuzluğun olmayacağını biz Dersim mebusları kefil oluruz.
Dersim Mebusu DiyapAğa ve 3 arkadaşı
TBMM Zabıt Ceridesi (18 Kasım 1920), 1.Dönem, c.5, s.428-438, http://www.tbmm.gov.tr/
TBMM Tutanaklarında KOÇGİRİ AYAKLANMASI VE MİLLİ MÜCADELEDE DERSİM(1920 -1922) http://www.cengizcetintas.com/cengizcetintas.tbmmtutanaklari.1.26.pdf
HİÇ BİR HİKAYE ÖTEKİNDEN DAHA ÇOK YADA DAHA AZ TRAJİK DEGİLDİR.
Aytekin Yılmaz‘ın „ onlar daha cocuktu“ kitabını okudum.Kitabı okumadan psikolojik dünyamda sarsıntılara yolaçacağını biliyordum.Anlatılan hikayeler hiç duymadığımız şeyler degildi şüphesiz.
Herkesin bildigi sır derler ya öylesinden öyküler.Sorunda burda başlar zaten.Herkesin bildigi „sır“,birileri tarafından dillendirildiginde ,belgelendirildiginde çeşitli mekanizmalar sözbirligi etmişçesine devreye girer,Örgütlü dayanışma,ötekileştirme başlar.
Vuku bulmuş olaylara itiraz edilemez,böyle bir şey olmadı denemez.“ şimdi bunları dile getirmenin sırası mı“, „devletin bunca zülmüne söz etmezsiniz,sol degerlere,ulusal degerlere saldırılıyor“, „ istenmeyen olaylar olmuş olabilir“,kavlinden yasanmişliklar tabiricaizse vakai adliyeden sayılır.
Kıtabı okuduğunuzda,nefes alamazsınız.Kalbiniz sıkışır.Hapishanelerde vahşice katledielen çocuklaramı,dağlarda katledilen çocuklaramı,savaşa sürülüp öldürülen cocuklaramı yanasınız bilemezsiniz ve en kötüsü sivil toplum örgütlerinin üç maymunu oynaması,riyakarlığı sizi kahreder.
Aytekin son derece duru bir dille körleştirilmiş vicdanlara sesleniyor öteden beri.Bu vicdan çığlığı duyulmamazlıktan geliniyor.Niye bunları yazıyorsun deniliyor adeta.Aytekin kitabında Sadece yaşanmişlıkları belgelemekle yetinmiyor,insanın kanını donduran bu vahşete neden olan zemini irdeliyor haklı olarak.Sorular soruyor,İdeolojilerin modern dinlere nasıl dönüştügünü,cemaat kültürü ve dilinin bireylerin dünyasını nasıl kuşattığını,ayrıntılara boğulmadan dünyadaki 1900‘ların ilk yarısında cereyan eden toplumsal devrim deneyimlerinin şiddet kutsayıcılığına nasıl kapı araladığını örnekliyerek ve bilgi,iletişim çağının yolaçtığı evrensel degerlere vurgu yaparak,daha iyi,daha yasanılır bir dünyanın , eski dünyanın dili ve paradigmasıyla kurulamıyacağını,dünyanın gidişatını,yönünü anlayan bir dilin,tutumun ve paradigmanın kurulması gerektigine de işaret ediyor.
Kitabın içerigine yönelik söz söylemeyi zul sayarım.Bu kitap herkes tarafından okunmalı,okutulmalıdır.Toplumsal ve bireysel vicdan muhasebesi sadece sistemin hanesine havele edilecek bir şey degildir çünkü.Sisstem karşıtı toplumsal odakların sicili neyazıkki öteden beri temiz degidir.Karşi oldğunuz şeye benzemeye başlamişsanız,yüzleşme yapamıyorsanız inandırıcılığınız olmaz.
Çocukların savaştırılması insanlık suçudur,hiç bir mazaret bunu haklı göstermez.Vicdan sahibi entellektüeller,aydınlar, sivil toplum kurumları,amasız tutum almalıdır.Çifte standarta sahip birey ve kurumlar teşhir edilmelidir.
Tüm hak ihlalleri kimden gelirse gelsin ikirciksiz karşi çıkılmalıdır.Bizim mahalle,karşı mahalle ikileminden kurtulunmalıdır.Bir vicdan cephesi oluşturarak,Mağdurların sesi olunmalı,siddetin tahakküm alanları kırılmalıdır.
Aytekinin kitabında alıntıladığı, „ sevgi nefrete ve savaşa bir başkaldırıdır,bu nedenle iktidarlar için tehlikelidir“ sözü işin özetidir.Egemen aklın „ düşman“paranoyasıyla yatıp kalktığı biliniyor,istisnasız tüm devletlerin adı ve biçimi ne olursa olsun sürekli güncelleştirdikleri „ düşman“,“iç tehlike,dış tehlike“ algıları yaratarak kitleleri manipule ettikleride sır degil.Düşük yogunluklu çatışma stratejileri şiddet tekelini devletlerin elinde tutmasını sağlıyor.Kontra terör,terörün varlıgını gerekli kılar.Biri olmadan öteki olmaz,
Aytekin,kitabına yine bir tanığın „ çocuklarını öldürmüş bir devrimin çocuklarıyız“ sözüyle bir başka gerçeklige projektör tutuyor.
Vicdan cephesinin büyümesi dilegiyle.
Sol Ortak
Dersim Tertelesi´nde TKP´nin ortaklıĝı Komüntern´e sunulan raporla sınırlı deĝil. Rasim Davaz imzası ile yayınlanan yazıdan da ibaret deĝil. Rasim Davaz´ın TKP´nin uzun dönem sekreterliĝini yapan İsmail Bilen olduĝu söyleniyor. Fark etmez. TKP bir bütün olarak aynı çizgideydi. Bu çizgiye H. Kıvılcımlı´nın muhalefet ettiĝi yönünde bir görüş var. O dahi sorunludur.
TKP´nin Dersim Tertelesi´ne ortak olması, Şıx Sait direnişinin bastırılması vesilesiyle yaşadıĝı sevincin saĝlam temelleri vardır.
Önce TKP´de, Kemalistler de Türk milliyetcisidirler. Osmanlının yerine kurulan devletin, Kürtleri, Zazaları, Rumları, Ermenileri ezmesi, Türklerin kurtuluşu olarak görülüyordu. Bu görüşün kabaca özeti şudur. Türkler kurtuluş savaşı veriyor. Kürtler, Zazalar, Ermeniler, Rumlar, Asur-Süryaniler emperyalistlerle birlikte bu kurtuluşu engellemek istiyorlar. Türklerin devlet kurmaları, yabancı devletlerle siyasi, ekonomik, askeri antlaşmalar, birlikler kurması normaldır. İlericiliktir. Öteki halkların böyle bir sürece girmeleri gericiliktir.
İkinci önemli neden, TKP de, Kemalistler de İttihat-Terakki´den çıkmışlardır. Ortak geçmiş, sonraki birlikteliklerinin hafızasıdır. Öyle ki Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi dahi bu ortaklıĝı bozmamıştır.
TKP yasaklı, illegal bir partiydi. Ama yasal alanda faaliyetleri vardı. Partiye yakın gazete ve dergiler vardı. Bunlardan birisi de sonradan CHP´li faşistler tarafından yakılan Tan gazetesiydi. Tan´ın sahiplerinden birisi de Zekeriya Sertel´di. Zekeriya Sertel sol görüşlüdür. Kendisi hakkında yazılanlara bakılırsa TKP´ye yakındır. TKP üyesi olduĝu da yazılıyor. Tan´da yazarlık yapan Sabiha Sertel ise TKP üyesidir. Merkez Komite üyeliĝi de var.
Tan´ın Dersim Tertelesi´nde izlediĝi çizgi ile öteki gazetelerin izlediĝi çizgi arasında bir fark yoktur. Tan, Abdullah Alpdoĝan´ın basın bürosu gibidir. 15 Haziran 1937´de yazılanları aktarmam yeterlidir.
„Mazideki hataları tekrar etmemek için yıllarca araştırmalar yapıldı ve izlenecek yol teferruatlı noktalara kadar karar verildi. Bir sene evvel de tatbikata geçildi fena hatıralarla dolu Dersim ismi atıldı. Anavatanın tabii hayatına yeniden karışacak olan bu kıtaya Tunceli ismi verildi. Islahat hareketinin başına da büyük salahiyetlerle General Alpdoğan getirildi.
Bu kıymetli generalimiz, çok geniş görüşlü ve tedbirli bir asker ve idare adamı olduğunu Tunceli’de işbaşında ispatlamıştır. Tunceli halkına cezalandırılacak bir suçlu değil şifa bekleyen bir hasta gözüyle bakmıştır… Köle sınıfının yüzü gülmüş onlar için insanca bir hayat başlamıştır.“
Ìki gün sonra ise, Abdullah Alpdoĝan´ın yönetimini „saadet devri“ olarak görmüştü.
Tan, Dersimlileri „haydut, çapulcu, eşkiya“ diye isimlendiriyordu. Tan´da çıkan haberlerde Dersimliler „ilkel“, „hırsız“ gösteriliyor, hükümetin „medeni“ siyaseti savunuluyordu.
Tan aynı çizgisini daha sonra da sürdürdü.
10 Kasım 1938 sayısında Zekeriya Setel, Atatürk´ün ölümü üzerine, „Babamızı kaybettik“ diye bir yazı yazmıştı.
Şimdi öyle deĝil. Sol da deĝişti denilebilinir. Kısmen doĝrudur da. Ama , o milliyetci temel, ittihatcı gelenek doĝru dürüst rededilmez, özeleştirisi verilmezse, zamanı geldiĝinde yeniden yeşerir.
Yeşeriyor da.
26.05.2019
Sol Darbe
Candan Badem, „Dersim’in diline ve kültürüne solcular mı zarar verdi?“ diye bir yazı yazmış. (https://gazetemanifesto.com/…/dersimin-diline-ve-kulturune…/) İnternetden biraz araştırdım. Marksistmiş. Genel olarak Sol´un dilimize-kültürümüze verdiĝi zararlar, asimilasyonda oynadıĝı olumsuz role getirilen eleştirilerden rahatsız olmuş, kendince cevap vermiş.
Bugün Zazaca egêr yokolma tehlikesi altındaysa, kritik eşigde ise, bu durumun ana sebebi mevcut sistemdir. Kısaca tek dil, tek din, tek millet sisteminin sonucudur. Bu ama, dilimizin-kültürümüzün asimilasyonunda başka etmenler yoktur anlamına gelmez. Sol da bu olumsuz etmenlerden biridir. Özellikle Dersim´de Sol´un bu olumsuz rolü belirgindir. Sol´un 1970´den itibaren Dersim´de güçlenen etkisi, dilimiz-kültürümüzde olumlu bir etki yapmamış, aksine asimilasyonun güçlenmesine, kimlik erozyonuna yol açmıştır. Sonuçlar ortadadır.
Candan Badem, bu süreci durdurmak, yeniden dili-kültürü canlandırmak isteyenlerin, „dünyada esen gerici rüzgarlar“ın sonucu olarak böyle davrandıklarını söylüyor. O´na kalırsa, „SSCB’nin yıkılmasının ardından bütün dünyada esen gerici rüzgarlar solun içinden bir kısmının da sosyalizm iddiasını bırakıp çeşitli kimliklere tutunmaya çalışmasına yol açtı. Türkiye solu içinde önemli bir yer tutan Dersimli sosyalistler içinden de Dersimli (Alevi, Kürt, Zaza/Kırmanc, Kızılbaş) kimliğine sığınmaya çalışanlar oldu.“
Alevi, Kürt, Zaza/Kırmanc, Kızıbaş kimliklerine sıĝınmak gericilik oluyor. Demek ki, ilerici(-.ne demekse?-), sosyalist olmak için kimliksiz, aslında Türk olmak gerekiyor. Halbuki eĝer bir kişi, bir grup, etnisite baskı altındaysa, dili-kültürü yasaklıysa, ulusal inkar, eşitsizlik varsa, öncelikle o kişi, o grup, o toplum inkar edilen, yok edilmek istenen kimliĝine sahip çıkması gerekiyor. Bunun nesi gericilik? Candan Badem Türk kimliĝinin zayıflamasından rahatsız olmuş.
Sol örgüt ve çevrelerin Zazaca´ya ilgisizligine ilginc bahaneler bulmuş. „Hiçbir zaman devlet dili olmamış olan Zazacada doğal olarak sol siyasetin kavramları mevcut değildi. Esasen bu kavramlar dil reformundan önce Türkçede de yoktu, ancak yaratıldı. Devrim, üretim ilişkileri, artı değer sömürüsü gibi kavramları Türkçede olduğu gibi Zazacada da uydurmak veya türetmek gerekiyordu. Ancak bunu kim, hangi birikimle yapacaktı?“
Şimdi bu anlayışın neyine cevap vereyim. Sorun ekonomi-politiĝin kavramlarının Zazaca´da varlıĝı-yokluĝu deĝil ki. Sol´a getirilen eleştirinin özü şu. Sol örgütlerin dili Türkçe. Konuşma dili, yazı dili Türkçe. Gazetesi, dergisi, kitabı, bildirisi, proĝramı, varı-yoku Türkçe. Adeta gönüllü birer „öĝretmen“ gibi daĝ-tepe, köy-kasaba dolaşıp Türkçe´yi yayıyorlar. Ve hala daha bu çizgideler. Bütün eleştirilere, yarattıkları kültürel erozyona raĝmen Türkçe´de ısrarlılar. Sol örgütler gezici mektep rolünü oynuyorlar. Politik hedefleri için büyük fedakarlıklar yapan, ölüme giden, uzun direnişlere yatan bu insanlar diline-kültürüne karşı kör-saĝır ve lallar.
Kaldıki bugün Zazaca´da her şey yazılabilinir. Yazılıyor da. Candan Badem´in dediĝi gibi bu işi yapanlar da, „Her şeye rağmen ilk Zazaca yayınları yapanlar, şiir, öykü ve romanları yazanlar, kitap ve dergileri yayımlayanlar, anadilde eğitim talebini yükseltenler yine sosyalistler olmuştur.“ O´nun dedikleri deĝil. Elbet de sosyalistler de bu işin içinde varlar. Ama benim bildiĝim kadarıyla bu „sosyalistler“ eski geleneklerinden uzaklaştıkça dil-kültür mücadelesine girdiler. Zaten Candan Badem yazısının başında bunu „gerici rüzgarlar“a kapılmak olarak görüyordu.
C. Badem´in başka bir tespiti daha var. O´na kalırsa, „Çok hızlı akan siyasetin ve hayatın temposu ve faşist saldırılar da sosyalistlerin buna zaman ayırmasına izin vermiyordu.“ İşte böyle, sosyalistlerin her şeye zamanları var, ama Türkçe´nin dışındaki dillere-kültürlere zamanları yok. En iyi halde devrimi beklememiz lazım. O zamana kadar Türkçe ile idare etmemiz gerekiyor. Devrim ne zaman gelecek, nasıl bir devrim olcak, bunu kimse bilmiyor, ama bizim beklememiz gerekiyor. Sosyalistlerin zamanı yok.
Fazla söze gerek yok.
İlericilik-solculuk adına „kültür seferleri“ devam ediyor.
Mektupla Kimlik
Geçmişte yazılmış belgelerden veya yaşanmış olaylardan hareketle kesin, deĝişmez sonuçlar çıkarmak, daha da ileri giderek kendi görüşlerini o döneme, o dönemde yaşamış kişilere söylettirmek doĝru bir yöntem sayılamaz. Munzur Çem´in, „Yakın tarihimize ait iki tarihi belge: Alişêr Efendi’nin mektupları“ isimli yazısı(https://www.gazeteduvar.com.tr/…/yakin-tarihimize-ait-iki-…/) bu bakımdan sorunlu. M. Çem bu mektuplardan hareketle Kürtlüĝümüzü yeniden ispatlıyor.
Her şeyden önce her olay, görüş kendi döneminin gerçekliĝi içinde deĝerlendirilmelidir. Birinci Dünya Savaşı´ndan yenilgiyle çıkan Osmanlı yeniden şekilleniyordu. İmzaladıĝı antlaşmalar vardı(Sevr´i hatırlıyalım). Aynı dönemde Dersimlilerin Kongre dedigi Ankara Hükümeti vardı veya oluşum aşamasındaydı. Diyap Aĝa ve Hesen Xeyri´nin de içinde olduĝu başka bir grup Ankara Hükümeti ile birlikte bir çözümden yanaydılar. İki grupda son derece pragmatikti. Aşiret çelişkilerinin de bu gruplaşmalarda rolü vardı. Ayrıca bu çözüm arayışları da hain-kahraman mantıĝı ile deĝerlendirilmemelidir.
Ama o dönemdeki gruplaşmalar, görüşler, anlayışlar bu güne monte edilemezler. O günkü güç ilişkilerinin bir sonucuydular. Alişêr´in yazdıĝı söylenilen mektupları da böyle deĝerlendirmeliyiz.
Mektuplar da yazılanlara baktıĝımızda (Çem´in yazısında aktardıĝı kadarıyla) ciddi problemler var. Alişêr yazmış diye kabul etmek zorunda mıyız? Mesela Alişêr, „(Kürdistan) ırken ve dinen bir bütündür ve ayrılamaz…“ diye yazmış. Çem, buna katılıyor mu? Yakın zamanda Alevilik- İslam ilişkisine yönelik bunun tam tersi görüşleri yayınlanmıştı. Eĝer Alişer´in Kürtlük tanımı tartışmasız kabul ediliyorsa, „dinen bütündür“ görüşü de kabul edilmelidir. Dahası Alişer´in yaşadıĝı dönemde Yezidiler önemli bir nüfusa sahiplerdi. Yezidiler Kürt Beylerinin de ortak olduĝu saldırılara, katliamlara uĝruyorlardı, Alişer´in bunu görmemesi, Yezidiliĝi de „bütün“ ün içine almasını kabul mü etmeliyiz?
Dersim, Ermenistan ve Kürdistan içinde görülüyordu(Sevr´e göre) veya içinde yok sayılıyordu. Dersim´in ileri gelenleri o günkü güç ilişkileri içinde kendilerine göre bir çözüm, statüko elde etmeye çalışıyorlardı.
Mektuplar biraz da yazılan yerin, grubun görüşleri dikkate alınarak yazılmıştır. İslami vurgu da, Kürtlük vurgusu da bu ihtiyacın sonucudur. Dersimlilerin Paris´te bir Şerif Paşa´sı yoktu. Dersim, Osmanlı´nın bölgeye hakim olduĝu dönemden(1514) mektupların yazıldıĝı döneme kadar Osmanlı- Kürt ittifakı ile yönetilmişti. Osmanlı yeniden şekillenirken Alişêr ve çevresi bu ittifakda bir güç olmak, hak elde etmek istiyorlardı.
ektupların dilinden anlaşılıyor. Mesela, „300 bin silahlı“ güç ne kadar doĝru? Ayrıca, aşiretler bu mektuba ne kadar destek veriyorlar. Mesela Seyit Rıza bütün Şıx Hesenenlerin lideri mi? Ya da İdare İbrahim bütün Seydanların lideri mi? Mektup bizzat okunup imzalanmış mı, ya da „çerçevesi“ anlatılarak onay mı alınmış?
Mektupların kime yazılıyorsa, Ora´nın görüşleri dikkate alınarak yazıldıĝı Lozan´a çekilen öteki gurubun isteklerinden, dilinden de belli oluyor. Dersimliler adına başka mektuplar da var. Mesela, Seyit Rıza´nın „bizi Türkistan´a geri gönderin“ dediĝi bir mektup var. Bu da belge. Ne yani burdan da Türklüĝümüz mü ispatlanmış olacak. Mektubu(dilekçeyi) yazanlar, okuyacakların beklentisine göre bir şeyler yazmışlar. İçinde el-ayak öpme gibi sözler de var. Bunlar nihayetinde „aracılar“ın dili. Dersimlilerin de nasıl bir çaresizlik içinde olduĝunu gösteriyor.
M. Çem bu vesile ile Nuri Dersimi´yi de anmış. Ve O´nu eleştirenleri özeleştiriye çaĝırmış.
Niye, hangi eleştiri yanlış?
Nuri Dersimi´nin kendi yazdıkları var. İlişkileri var. Kabul ettiĝi eylemleri var. Bunlara yönelttigimiz hangi eleştiri yanlış?
Seyit Rıza´nin aĝzına monte ettirdiĝi „son sözleri“ ne yöneltigimiz eleştiri mi yanlış?
Seyit Rıza´yı „general“ diye gösterip, sanki Dersim´de iki ordu arasında savaş varmış gibi göstermesine yönelttigimiz eleştiri mi yanlış?
Ermeni Soykırımı´nı haklı göstermesine yönelttigimiz eleştiri mi yanlış?
…
Çêm, „Yıllardır Dersim halkı üzerine spekülatif haberler yayan, “Zazalar Kürt değil, onların Kürtlerin hakları ve Kürdistan’a özgürlük” diye bir istemleri olmadığını iddia eden, bu amaçla işi yalan ve iftiraya kadar vardıran çevreler, bunları okuyunca ne yapacaklar acaba? Utançtan yüzleri kızaracak, yol açtıkları tahribatlardan dolayı en başta halktan özür dileyecekler mi? Yine yalan ve iftira ile küçük düşürmeye çalıştıkları, sınır tanımaz ölçüde hakaret ettikleri M. Nuri Dersimi’ye dönüp “Sana haksızlık ettik, bizi affet” diyecekler mi? Söz konusu kara propagandaya karşılık gerçekleri açığa çıkartmaya çalışan ve bu nedenle de iftira, hakaret ve hatta tehditlerle yüz yüze kalan bizlere de aynı şekilde özür borçları olduğunu hatırlayacaklar mı?“ diyerek eleştirinin sınırlarını aşmış.
Yazısını son derece saldırgan, propagandiv bir dil ve hakaretle yazmış.
Yazdıklarımız, eleştirilerimiz belgeli.
Eleştirilerimizde yanlışlıklar yapmış olabiliriz. Gösterirlerse düzeltiriz. Ama utanacak, sıkılacak bir işimiz yok.
Mensubu olduĝumuz halkın dilini, kültürünü, ulusal-demokratik haklarını savunmuşuz. Savunmaya da devam edeceĝiz.
Neden Kürt karşıtı olalım ki? Kürt Hareket(ler)inin yanlışlarını eleştirmek niye Kürt karşıtlıĝı olsun ki?
Kürt deĝiliz deyince, Kürtlere hakaret mi ediyoruz?
Hayır, bu iftirayı, karalamayı red ediyoruz.
M. Çem hakaret ve tehditin ne olduĝunu öĝrenmek istiyorsa bulunduĝu şehirde Dersim Cemaatı var. Onlardan sorsun.
Dersim Gecelerini kim engelledi?
Dövülenleri, tehdit edilenleri öĝrenebilir.
Hatta internet´den kısa bir arama yapsın. Nasıl, „Zazacı“, „Dersimci“ diye görülenlerin hedef gösterildiĝini, tehtid edildiĝinin yüzlerce örneĝini okuyabilir.
Ben bildiĝim, bizzat yaşadıĝım olayları aktararak „eski yaraları“ yeniden deşmek istemem.
İnsaflı olmak, eleştiride hakkaniyetli davranmak, vicdan sahibi olmak demokratlıĝın da, aydın olmanın da geregidir diye düşünüyorum.
Tarihi belgeleri, olayları zorlayarak bu güne monte etmenin propaganda deĝeri olabilir, ama uzun vadede inadırıcılıĝı olmaz.
Şapkadan tavşan, bu mektuplardan kimlik, ulus tarifi çıkmaz.