• Site Yönetimi
  • İletişim
  • Kütüphane / Shop
  • Video Galeri
  • Kırmancki/Zazaki
  • Kırdaski/Kurmanci
  • Deutsch
  • Français
  • Englisch
  • Üyelik Formu
  • Site Yönetimi
  • İletişim
  • Kütüphane / Shop
  • Video Galeri
  • Kırmancki/Zazaki
  • Kırdaski/Kurmanci
  • Deutsch
  • Français
  • Englisch
  • Üyelik Formu
TR TR
  • Anasayfa
  • Gündem
  • Dersim Meclisi
    • Program Tartışmaları
  • Dersim
    • Basında Dersim
      • Dış basında Dersim
      • İç basında Dersim
    • Dersim Tarihi
    • Dil/Kültür
    • Inanç
  • Röportaj
  • Bildirge
  • Yayın İlkelerimiz
  • Bağış
  • Zazaca Dil Dersleri
Menü
  • Anasayfa
  • Gündem
  • Dersim Meclisi
    • Program Tartışmaları
  • Dersim
    • Basında Dersim
      • Dış basında Dersim
      • İç basında Dersim
    • Dersim Tarihi
    • Dil/Kültür
    • Inanç
  • Röportaj
  • Bildirge
  • Yayın İlkelerimiz
  • Bağış
  • Zazaca Dil Dersleri
loading...
SON HABERLER
  • Sürü Psikolojisi ve İnsanın Yaşam Hakkı’na dair
  • Kamuoyuna
  • Zaman Tünelinde Hayat Tüketmek
  • DERSİMLİ GENÇ YAZARLARA VASİYETİM – Celal Yıldız
  • MAZLUM DÊSİM HALKININ VİCDANI VE ADALET DUYGUSUNA!
  • Dersim Halkına ve Dünya Kamuoyuna
  • Peki Biz Ne Yaptık? – Nurcan Duman
  • AABF’nun NRW Eyaletinde „Kamu Tüzel Kişiliğe Sahip Kurum“ Olarak Kabul Edilmesini Selamlıyoruz!
  • Kızılbaş-Alevilerde ‘Rıza Şehri’ ve Hakikatçılar – İlyas Yer
  • 15 KASIM 1937 – SIMA MA VİRİ DERÊ!
Sürü Psikolojisi ve İnsanın Yaşam Hakkı’na dair

Sürü Psikolojisi ve İnsanın Yaşam Hakkı’na dair

Sürü Psikolojisi ve İnsanın Yaşam Hakkı’na dair Hüseyin Sevinç “Kötüler, kendilerine tahammül edildikçe daha ç...

Kamuoyuna

Kamuoyuna

KAMUOYUNA ÇAĞRIMIZDIR. Saygı Değer Yazarlara, Aydınlara, Sanatçılara ve Siyasetçilere!  Sosyalist Sol Partiler...

Zaman Tünelinde Hayat Tüketmek

Zaman Tünelinde Hayat Tüketmek

DERSİMLİ GENÇ YAZARLARA VASİYETİM – Celal Yıldız

DERSİMLİ GENÇ YAZARLARA VASİYETİM – Celal Yıldız

Dersim 1937 olayları ile 1938 olayları arasındaki farkları ve bu konudaki düşüncelerimi Dersimlilerin tertip e...

MAZLUM DÊSİM HALKININ VİCDANI VE ADALET DUYGUSUNA!

MAZLUM DÊSİM HALKININ VİCDANI VE ADALET DUYGUSUNA!

MAZLUM DÊSİM HALKININ VİCDANI VE ADALET DUYGUSUNA! Dersim Belediyesi 12 Ağustos 2021 günü “Veyvê Kıtavu” başlı...

Dersim Halkına ve Dünya Kamuoyuna

Dersim Halkına ve Dünya Kamuoyuna

Ormanlarımızın kasten yakıldığını ve kimin yaktığını biliyoruz. İmdadına koşup söndürmemize dahi izin vermeyen...

Peki Biz Ne Yaptık? - Nurcan Duman

Peki Biz Ne Yaptık? – Nurcan Duman

Muhtesem Yüzyıl dizisinde Alevilerin katli, malı, namusu helaldir diye fetva veren Ebussuud’u büyük alim...

Sürü Psikolojisi ve İnsanın Yaşam Hakkı’na dair

Yazar: Hüseyin SevinçTarih: Kasım 14, 2022Kategori: Gündem, YazarlarYorum YokOkunma: 86 Views
Sürü Psikolojisi ve İnsanın Yaşam Hakkı’na dair

Sürü Psikolojisi ve İnsanın Yaşam Hakkı’na dair

Hüseyin Sevinç

“Kötüler, kendilerine tahammül edildikçe daha çok azarlar.”  (Tolstoy))

Yaşam hakkı tüm hakların en ilki, en temel ve evrensel olanıdır. Kişinin bu haktan yoksun kılınması, bu hakkın elinden alınması, diğer tüm haklardan da mahrum bırakılması demektir. Bu nedenler kişinin yaşam hakkının elinden alınması diğer temel insan haklarını anlamsız kılar. “Geri alınamaz” nitelikte olması yaşam hakkını kutsal/dokunamaz kılar. Kişi hayatta ise veya yaşamı güvence altında ise ancak diğer tüm haklardan yararlanabilmesi olanaklıdır. (Devamını oku…)

Paylaş
Tweetle
Paylaş
Paylaş

Kamuoyuna

Yazar: adminTarih: Haziran 22, 2022Kategori: GündemYorum YokOkunma: 965 Views
Kamuoyuna

KAMUOYUNA ÇAĞRIMIZDIR.

Saygı Değer Yazarlara, Aydınlara, Sanatçılara ve Siyasetçilere!  Sosyalist Sol Partilere, İnsan Hakları Derneklerine ve Tunceli Barosuna Sesleniyoruz.

Türkiye’de uzun bir süredir, özellikle sol muhalif kesimin dile getirdiği ve yapmak istediği, Türkiye’nin yakın siyasi tarihiyle yüzleşme talebi gittikçe daha geniş bir kesim tarafından sahiplenip, dile getirilmeye çalışılıyor. Yaşanan anti demokratik ve gayri insani süreçten çıkma ve normalleşme isteği, her kesimin arzuladığı ve ihtiyaç duyduğu zorunlu bir hale gelmiş bulunmaktadır.

Geçmişle hesaplaşmak, moda deyimle «Helalleşme», «Yüzleşme», adaletli, demokratik, halkçı, eşitlikçi, özgürlükçü bir gelecek inşası ve arzusu; herkesi ilgilendirdiği gibi Dersim halkını ve toplumunu çok daha yakından ilgilendirmektedir. Çünkü Dersim Halkı’nın yaşadığı toplumsal yıkım ve siyasi trajedinin tarihi çok daha da eskilere, 500 yıllık bir geçmişe gittiği gibi, son 100 yılda özellikle 37-38 kıyımı 70’li yılların politik atmosferi ve 90-95 trajedisi, toplumun var olan tarihsel, inançsal, kültürel ve kimliksel dokusunu tamamen darmadağan etti ve demografik yapısını altüst etti.

Yaşanan bu tarihsel süreçleri konuşmak, muhasebesini yapmak, yanlışlarla ve hatalarla yüzleşmek için uzun süredir aleni olarak yazılıyor, çiziliyor. Bu yönlü uğraşların, tartışmaların ve çalışmaların seyri inişli-çıkışlı da olsa, kayda değer bir yol aldığını da söyleyebiliriz.

Son dönem ağırlığı Dersim kökenli sol siyasi şahsiyetlerden oluşan, geçmiş devrimci, sosyalist ve sol bir hareketin içinde yer almış, gelinen süreçte bazılarının hareketle aralarına mesafe koyduğu, bazıların ise hala içinde veya çeperinde yer aldığı bu insanlar, siyasi geçmişleriyle bir yüzleşme başlatmış bulunmaktalar. Yapılan sadece geçmişi tartışmak, hayatta olan muhataplarına sordukları bazı sorulara cevap istemektir.

Bu istek ve girişime, soruların muhatabı şahıs ve kişiler normal cevap verip tartışmak ve gerçeklerin ortaya çıkmasına yardımcı olma yerine, insanları ölümle tehdit ediyorlar. Bu soruları ve tartışmaları dile getirenleri «devletle iş birliği yapmakla, örgütü dağıtmakla, devrimci düşmanlığı yapmakla» vb. biçiminde suçluyorlar.  Kamuoyuna açık bildiriler yazıp, sosyal medya ve basın alanında isimleri yazıp, bu sivil ve savunmasız insanlara karşı açık açık SAVAŞ açtıklarını ilan etmiş durumdalar. Kendi dışında farklı bir sese, dışardan gelecek herhangi farklı bir soruya, farklı bir fikre, düşünceye, eleştiriye tahammül etmeyen bu arkadaşlar tam bir gaflet içindeler…

Bu arkadaşları şunu diyoruz.

Elimizdeki bir tablodan sadece kara renklerle yapılan müdahalelerle ciddi bir eser çıkmaz. Bunun için her renk cümbüşünden yararlanmak gerekir.

Herkesin fikrini beyan etme hakkı vardır ve o hakka saygılı olmamız şarttır. Hiçbir gerekçe ile kimsenin bir diğerini fikrinden dolayı suçlamadığı, demokratik ve özgür bir ortama acilen ihtiyaç var. Bunun için sükunetin sağlanması; kimin ne dediğinin anlaşılması becerisine ve kulaklara sahip olmak gerekir. Havaya sinen yoğun bir sis sonrasında, kurtların ava çıkmasına müsait bir ortam oluşturulmak isteniyor. Bunu fikirlerden korkanların en sık başvurdukları bir yöntem olduğunu biliyoruz, biliyorsunuz.

Halkın Günlüğü ve ADHK sitelerindeki yazılarda oldukça dar, tekçi ve hayali düşman yaratma üzerinden fayda sağlayacak bir kurgu kendini dışa vuruyor. “Zereweşiye” (hoşgörü) kültürünün zerresi yok burada.

Halkın Günlüğü ve ADHK tarafından bilinçli ya da bilinçsizce yaratılmaya çalışılan ortam kimin işine yarar acaba? 28 Mayıs ve 14 Haziran 2022 bildirilerinden bahsediyoruz. Anlaşılmayan bir şey yok aslında. İkinci yazıda (14 Haziran 2022) tam 82 kez tekrarladıkları “düşman”ın işine yarar. Her iki yazıda aleni olarak savaş ilan ediliyor, cinayetlere davetiye çıkarılıyor veya en azından buna uygun puslu bir ortam yaratılmak isteniyor.

“Ben merkezli” davranış ve Ego’lardan uzak kalmalıyız. Herkesin bir diğerinden öğreneceği incelik ve zarafet vuku bulmalı. Burun büktüğümüz her görüşten mutlaka öğreneceğimiz yanlar olacağını bilecek bir kemalet sahibi olmalıyız. Doğru bildiğimiz ve cidden inandığımız düşüncelerin göreli ve yanlış olabileceği gerçeğini unutmamak gerekir.  Çiçero’nun dediği gibi: “Kuşkucu olmak bizi gerçeğe ulaştırır”.

Kamuoyuna sesleniyoruz. Sorumluluk alın.

Herkesin sorumlu davranması ve sorumluluklarının bilincinde olması önem arz ediyor. Halkın Günlüğü ve ADHK yazılarında gösterilen sopanın gün gelir herkese, her itiraz edene karşı kullanılan bir diktatörlüğe ortam hazırlayacağının bilincinde olmalıyız. Bu tavırla ADHK’nın kurtların özlediği sisli havaya ortam hazırladıklarını ve sonuçlardan sorumlu olacaklarının umarız en kısa sürede farkına varacaklardır.

Kişi hak ve özgürlüklerine herkesin saygılı olması insan olmanın bir gereğidir. Hiçbir dava adına, hiçbir parti, örgüt ve bayrak adına, kişinin yaşam hakkı ve ifade özgürlüğü, kişinin elinden alınamaz, yok sayılamaz. Bugünden suskun kalınan bu ihlaller gün gelir bir kartopu gibi büyür, büyür ve bizi, sizi ve herkesi altında ezecek bir çığ konumuna gelir.

Kamuoyunu, İnsan Hakları Dernekleri’ni, Hukukçuları, Baroları (özellikle Tunceli Barosu’nu) sessiz kalmamaya; ses vermeye davet ediyoruz…

İhlal edilen her hak ve özgürlüğü, kişilere yönelik şiddet ve onları düşman görme sorumsuzluğuna izin verilmemelidir. Her hak ihlallerini, bu yöndeki beyanları, kendimize karşı yapılmış bir saldırı ile eş değer olduğunu kabul etmek durumundayız. Buna yönelik gösterilecek empatik tavır ve davranış, kişiliğimizin bir yansıması olacağını ve sorumluluk gereği bunun yapılması gerektiğini hatırlatmamıza gerek yok.

Sonu gelmez çatışmaları ve ihlalleri beraberinde getirecek söylemlerden bir an evvel uzak durup, bunların farkına vararak sürecin demokratik ve hoşgörü ortamına evirileceği umuduyla.

Dersim Kongresi, 22 Hazıran 2022

Paylaş
Tweetle
Paylaş
Paylaş

Zaman Tünelinde Hayat Tüketmek

Yazar: Hüseyin SevinçTarih: Mart 30, 2022Kategori: GündemYorum YokOkunma: 163 Views
Zaman Tünelinde Hayat Tüketmek

Zaman Tünelinde Hayat Tüketmek

Bırakın kusalım derdimizi karanlığa . Kalabalık için yaratılmamıştır geceler! (Rainer Maria Rilke)

Hayatımızın uzun bir bölümü düşüncelerimizin ve sahiplendiğimiz ideolojimizin etkisinde kalarak ya da peşinden koşarak bir mücadele içinde geçip duruyor. Hayatla adeta kavga ederek kendimizi var etmeye çalışıyoruz. Kavga ettiğimiz neyse ona tutunma paradoksu içindeyiz. Kavga ettikçe daha bir asabileşiyor, kaygı, nefret öfke vb. duyguların derinden esiri olup çıkıyoruz.

Hayatın anlamı veya amacı hakikaten bu mu olmalı? Yoksa yaşam enerjimizi son derece düşük tutmaya neden olan bu tür negatif ve düşük frekanslı duygulardan kurtulmanın daha rasyonel olabileceği midir hayat? Ya da her an yeniye odaklı bir paradigma ve zihinsel dönüşüm sağlamaya yönelik soru soran, sorgulayan bir hayat felsefesi benimsemek midir?

Adına yaşam denen varlığımız, bu duygu cenderesinden çıkmak zorundadır. Bahsedilen o duygu yoğunluğu bırakalım hayatı yaşamayı, tersine onu heder eder. Yaşamı çekilmez kılar; berbat eder. Öyleyse stres, hastalık ve travmalara sonuna kadar kapı araladığımızın bilinçli farkındalığına varmakla bunların etkisinden kurtulmayı neden denemiyoruz?

Bahsi geçen bu duyguların hayatımızın en azından bir bölümünde olması doğaldır. Fakat hayat bu debdebe içinde kalmamalı. Hayatı mahfeden bu duyguların öncelikle farkında olunmalı, bilinçli seçimlerle bunların hakimiyetinden kurtarmalıdır kişi kendisini. Yani bu de facto var olma halimizle yüzleşerek kurtulmak; hayatı yeniden yaşanır kılmak, hem sağlıklı bir kişi olmamız hem de hayata yeni bir anlam katmak için ön adımlardır. Bir başka söylemle Zihinsel kontrolü ele geçirip ve otomatik pilot modundan çıkıp yeni bir varoluş haline gelmek için özgürleşmek zorundayız. Bu da kontrolü ele almamız ve farkındalık direksiyonunu yaşanan An’a çevirmenin zorunluluğunu gerektirir. 

Hayatımız, çoğu kez bize aittir denilse de, pratikte pek de öyle değil. Hatta bu ciddi bir yanılgı ve yanılsamadan ibarettir de denebilir. Duygularımız, düşüncelerimiz, eylem ve hareketlerimiz doğumumuzdan itibaren başkalarının (ilk yıllarda Ebeveynlerin-sonra çevrenin ve yakın arkadaşların-daha sonra örgüt ve ideolojilerin vb.) inanç ve düşüncelerinin etkisindedir. Yani başkalarına bağımlı olarak yaşıyoruz aslında. Dahası bu durum bizim için bir “konfor alanı” olduğu için kendimizi rahat ve kaygısız hissetmemizi de sağlıyor. Ailemiz, çevremiz ve okul eğitimimizden aldıklarımız, katman katman bizi var eder. Yani “eklenti bir kişilik” sahibi oluveririz farkında olmadan. Çoğu insan bu zaman tünelinde kalarak hayat tüketiyor. Tünelin dışına çıkmaktan korkuyor. Neden mi? Çünkü “konfor alanı”dan memnundurlar da ondan. Bulundukları bu hapishanenin farkında olmadıkları, dahası burayı kendilerine güvenli bir alan olarak gördükleri için emin bir hayat sürdürdüklerini düşünüyor. Şüphe ve sorgulama kaygısından uzak bu “cehaletin mutluluğu” yaşamlarına yeterli geliyor. Bu yanılsamanın verdiği “rahatlık ve güven” duygusu, tünelin dışında kalan yeni dünya ile zihinsel ve fiziksel bir alış-veriş içinde olmamaları, hayatları için güvence oluşturduğuna inanan bu kişilerin yeni buluşlara imza atması, yeni keşiflere yelken açması, kısacası bu alışkanlıklarını kırması beklenemez haliyle!

Kısacası bize biçilmiş bir hayatı yaşıyoruz. Kendimiz olma alışkanlığımız haline gelen bu kişilik yapısı ile bireyin kendisi olması beklenemez. Sahip olduğu tüm bağımlılıklardan kurtulması için kişinin kendisi ile ruhsal ve düşünsel bir yüzleşme gerçekleştirmesi gerekir. Sahte benlik duygusunu aşması ile veya farkındalıkla ancak yeni bir yaşam gerçekleşebilir.

Bağımlılıklarımızı (öfke, kin, nefret, öc, kaygı, endişe, korku, düşünce, inanç vs…) fark ettikçe ve onlardan kurtulmaya çalıştıkça; kendimiz olmaya yani özgürleşmeye doğru önemli bir adım atmış oluruz. Bunun sonrası önemlidir kuşkusuz. Herkes kendi beceri, istek ve eylemleri ile bu sonucu farklı yollardan yürüyerek belirler.

Zihinsel düşünce yapımızı kendimize özgü dönüşümlerle yeniden programlayabiliriz. Beyin sistemimizi yeni programlara yer açmak için belki de yeni baştan formatlamak gerekir. Mesela resim yapmak, şiir yazmak, roman, hikaye, masal yazmak; marangozluk yapmak, heykeltıraşlık, kendine ait bir bahçe düzenlemek, evin daracık yollarını çiçek tarhına dönüştürerek süslemek; bolca kitap okumak, gezmek, seyahat etmek; ormanın derinliklerine korkusuzca dalmak, felsefe ile hemhal olmak (ve daha söylenemeyen yüzlerce hatta binlerce yol-yöntem ve olanakları saymak mümkündür) yeni bir hayat, keşif ve yönelimlerimiz için çözüm olabilecek programlar olabilir. Bütün bunlar zaman tünelinin dışına çıkmadan olabilecek şeyler değildir.

Hayatın kontrolünü kişinin kendi eline almasıyla başlar her şey. Sahip olunan ezberlerden, başkalarından alınmış ödünç bilgi ve inançlardan kendisini arındırmaya götürecek yüzleşme ve sorgulama sürecinden geçerek tekamül sürecini gerçekleştirebilir ancak. Tünelin ucundaki ışıktan korkarak, içerde anlatılan in-cin masallarına inanmış bireyin ya da kitlenin resmi anlayışı aşması veya “konfor alanından” dışarı çıkması zordur elbette. Ama önemli olan da zoru başarmak değil midir hayatı anlamlı kılan? “Milyoner Aklın Sırları” kitabının yazarı T. Harv Eker’in dediği gibi: “Kalıcı bir değişiklik yapmak istiyorsanız, sorunlarınızın boyutuna odaklanmayı bırakın ve kendi kapasitenize odaklanın ki başarılı olabilesiniz.”

Alman Lirik şiirinin en önemli temsilcilerinden biri olan şair-yazar Rainer Maria Rilke içinde bulunduğu hassas ve duygusal karakteri nedeniyle bir dönem bir bunalım yaşar. Bir dönem sevgilisi olan ve daha sonra yakın ilişkide olan arkadaşı (sanırım dünyanın ilk kadın psikanalist) Bayan Lou Andreas-Salome’ye yazdığı bir mektubunda şunları ifade eder: “Lou, içimde biriken duyguları taşımakta zorlanıyorum onlarla ne yapacağımı bilmiyorum bunu öğrenmem lazım”

 Lou Andreas-Salome yazdığı cevapta sana güveniyorum, üstelik sen cevabını da biliyorsun der. Sahip olduğun yeteneğinden şüphe duymayı bırak. Yeteneklerini kullanarak bu duygularını bir tohum gibi çiçeğe, ağaca dönüştür. Kelimelere, şiire ve edebiyata dönüştür. İçinde biriken olumsuz düşüncelerinden kurtulmanın tek yolu budur mealinde bir cevap yazar. Rilke, bu cevap üzerine kendisiyle yeniden yüzleşir, düşen enerjisinin tekrar yükseltilmesi gerektiğinin farkındalığına varır. Bu durum yeni bir sürecin kapısını açar. Yazdığı kitaplarla ve şiirleriyle ün kazanır. Sanat ve edebiyatla yaşamına yeni bir anlam katar.

Keza aynı bunalımı yaşayan bir başka ünlü yazar ve filozof daha var. Yukarda bahsedilen Lou Andreas-Salome’ye o da aşık olur. Salome’nin yapılan evlilik teklifini red etmesi üzerine depresyona girer. Psikolojik sorunlar yaşar. Rilke’ye benzer süreci yaşayan bu kişi Friedrich Nietzsche’dir. Yaşadığı bu olaydan sonra bunalıma giren Nietzsche, İsviçre’nin Sils-Maria köyüne yerleşerek ünlü kitabı Also Sprach Zarathustra (Böyle Buyurdu Zerdüşt) eserini yazar.

Yani Nietzsche de yaşadığı histerik ve dönemsel duygularından kurtulmanın yolunun edebiyattan geçtiğini, onları edebiyatla yenerek hayat enerjisini yeniden yükseltebileceğinin bilincindeydi. Ve öyle yaparak bugün başucu kitabımız olan o önemli ve harika eserini bize armağan etti.

Hatalarımızın, bize kazandırdığı tecrübe ve deneyimler ışığında daha iyi ve anlamlı yaşamaya olanak sağladığını biliyoruz. Buna benzer bir süreci bir anda tarlada bitiveren yabancı ve ayrık otlarının iyi bir hasat elde etmek için mutlaka temizlenmesi gerektiği metaforunda da görüyoruz. Önemli olan duygularımızı tohuma dönüştürebilme becerisini gösterebilmek. Onların ağırlığı altında ezilip çaresiz kalmak yerine emek vermek, farkındalık içinde olmak; An’a odaklanmak, üretmek ve üretken olmak sağlıklı kalmamızı sağlayan yegane tedavi yöntemidir. Rilke’nin dediği gibi “İnsana yakın olan yalnızca kendi iç dünyasıdır; başka her şey uzağındadır onun.”

Hayatta enerjini düşüren tüm olumsuz duygulardan kurtulmayı başarabilirsin! Hayatınızı, yüksek bir enerji frekansı ile anlamlı kılmak bedavadır üstelik.

Hüseyin Sevinç

Resim: https://assets.bharian.com.my/images/articles/hoosac.transformed.jpg

 

Paylaş
Tweetle
Paylaş
Paylaş

DERSİMLİ GENÇ YAZARLARA VASİYETİM – Celal Yıldız

Yazar: celxerTarih: Kasım 22, 2021Kategori: Gündem1 YorumOkunma: 555 Views
DERSİMLİ GENÇ YAZARLARA VASİYETİM – Celal Yıldız

Dersim 1937 olayları ile 1938 olayları arasındaki farkları ve bu konudaki düşüncelerimi Dersimlilerin tertip ettiği toplantılarda konuşmacı olarak anlattım. Dostlar arası sohbetlerimizde birçok kez açıkladım. Dersim kırımı 1938 olayları üzerinden anlatılmazsa dünya halkları Dersim’in acısını kavrayamaz diye sosyal medyada çok açık ve net yazılar yazdım. Ama ideolojilerin en keskin olduğu dönemlerde yaşamış ve kültürel gıdasını bu süreçlerde almış olan benim kuşaktan Dersimli aydınlar bu konuda yazdıklarımı anlamadı veya anlamak istemediler. Bizim kuşaklar 1970’lerde çok keskin olan sol veya sağ ideolojilerden beslendi. 1980’lerden sonra ise Türk solu veya Kürt solundan etkilendi. Dersim olaylarını ve Dersim tarihini kendi atalarının kodları, kültürel mirası üzerinden okuyamadılar. Atalarımızın katliam üzerine söyledikleri kültürel vasiyetlerine sahip çıkamadılar. Bu hatalar hala devam ediyor.

Dersim davasında duyarlı olan Dersimliler ilk zamanlar “Dersim İsyanı” diyen Türkçülerin, sonraları “Dersim İsyanıyla” övünen ve slogan atan Kürt milliyetçilerinin etkisinde kalmıştı. Somut gerçeklerle hiç ilgisi olmayan “Dersim İsyanı” gibi yanlış, uydurma bir sloganı uzun yıllar bizim Dersimliler gençler de hiç irdelemeden savundular.

İki binlere yaklaşırken farkına varılan bu büyük yanlışlık birçok Dersimli aydının başlattığı eleştirilerle kısmen de olsa engellendi. Ama maalesef birçok konuda atalarımızın düşüncelerine ters düşen bazı büyük hatalar hala devam ediyor. Peşin hükümle keskin ideolojilere takıntılı olan bizim kuşak yapılan açıklamaları dinlemiyor, irdelemiyor ve kavramıyor. Bu nedenle meramımı veya sitemimi genç yazarlara, Dersimli genç aydınlara anlatmaya; atalarımızın kültürel vasiyetini genç Dersimlilere aktarmaya karar kıldım.

Her vasiyet içinde aynı zamanda ölümden izler taşıdığından olsa gerek etkili olabiliyor diye düşünenlerdenim.

Bu girişten sonra hemen esas konuya geçeyim. Dersim’de 1937’de neler oldu? 1938’de neler oldu? Ve Dersimli aydınlar bu olayları ne kadar irdeledi, ne kadar kavradı, nasıl açıklıyor ve savunuyorlar?

Sorunları anlamamız için önce Dersim 1937 ve 1938 dönemindeki olayları bu iki yıla göre ayrı ayrı belirtip ve bu olaylardan hangi yetkililerin sorumlu olduklarını da kısaca özetlememiz gereklidir.

1937 Yılında Dersim’e yapılan “Askeri Hareket” döneminde İsmet Paşa Başbakan olarak sorumluydu. Atatürk ise tek parti sürecinde baştan ölümüne kadar değişmeyen Reisicumhur ve lider olarak sorumluydu.

Dersim faciası, kırımı 4 Mayıs 1937’de Bakanlar kurulunun aldığı karara dayanıyor. Bu kararda da belirtildiği gibi ilk başlarda para dağıtmaktan çekinmediler. Parayla Dersim’in içinde ajanlar bulundu. Sahan Ağa ile Alişer gibi liderler Dersimli ajanlar kanalıyla öldürüldü. Aynı yıl 70 kişiye yakın Dersimli lider ya çok saflığından teslim oldu veya kandırılıp Elazığ’a götürüldü. 1937 yılındaki tüm bu olanlardan İsmet Paşa Başbakan olarak sorumludur.

1937 Hareketi bittikten sonra 19 Eylül 1937 tarihinde Ankara’da Meclise bilgi veren İsmet İnönü “Dersim’de ordumuzun girmediği dere ve tepe kalmamıştır. Dersim’de asayiş sorunu halledilmiştir,” gibi sözler söyledi.

Bu sözlerin anlamı çok açık ve nettir. Dersim’de asayiş sorunu vardı. Ordumuz halletti, diyor. Yani Dersim’de “isyan vardı” demiyor. Açıkça asayiş sorunu diyor İnönü. Bu sorun da çözüldü diyor. Yani ikinci bir harekete ihtiyaç yoktur diyor İnönü.

Oysa Atatürk Dersim’de askeri hareketin devam etmesini istiyordu. İlk Mecliste Mebus olan Mustafa Zeki Beyin (Saltuk) anıları da Dersim ikinci bir askeri hareket konusunda Atatürk ile İnönü arasında ayrışma başlamıştı. O yıllarda Atatürk ile İnönü’nün arasında ekonomi konusunda da ayrılıklar oluşmuştu. Atatürk ile Celal Bayar özel sermayeye ağırlık verilmesini istiyordu. İnönü ise devlet kapitalizmi kanalıyla kalkınmadan yanaydı. Atatürk ile İnönü arasında oluşan ekonomik sistem konusundaki ayrılıklara Dersim konusundaki ayrılık da eklenince İsmet İnönü Eylül 1937’de görevden ayrıldı. (Alındı diyebiliriz.) Yerine Atatürk tarafından Celal Bayar atandı.

Elazığ’daki idamlar 1937’nin Kasım ayındaydı. Yani İnönü görevden ayrıldıktan sonra bu idamlar yapıldı.

1938’de ise “ Dersim’deki Askeri Harekete” Başbakan Celal Bayar ile devam edildi.

Dersim’de onlarca yerde çocuklar, bebekler, hamile kadınlar, yaşlılar yani eli silah tutmayan masum sivil insanlar yaz ve güz ayları boyunca topluca kıyıldı. Dersim’in dağları kana bulunda, nehirleri kanlı aktı.

Dönemin Başbakanı Celal Bayar Dersim olayları üzerine yaptığı bir konuşmasında “Atatürk vurulacak dedi, biz de vurduk,” diye açıklama yapmıştı. Bu açık bir itiraftı.

Olayların tarihlerine dikkat edilirse; toplu katliamların yapıldığı 1938 yılında İnönü yetkisiz ve etkisizdi. Sahan Ağa ve Alişer’in öldürüldüğü ve Dersimli birçok liderin tutuklandığı 1937 yılının Eylül ayını kapsayan döneme kadar İnönü Başbakan olarak sorumludur. İdamların yapıldığı 1937 yılının Kasım ayında ve sonraki yıl olan 1938’de onlarca yerde yapılan ve Dersim dağlarını, nehirlerini kana bulayan toplu kırımlarda İsmet Paşa yetkisiz ve etkisizdi.

Dersim olaylarını tartışan Dersimlilerin aslında 1937 yılında neler oldu? 1938 de neler oldu? Bu acı olaylar kimin veya kimlerin döneminde oldu? Sorumlular kimlerdi? Önce iyice detaylarıyla araştırması, en azından Google Amca’dan olayların “Vikipedisini” görmesi, incelemesi, öğrenmesi ve bu tarihi kronolojiye göre konuşması lazım diye düşünüyorum. Ama olayların tarihi sıralamasından haberi olmayanlar bile çok uzun fakat içi boş yazılar yazıyorlar.

Burada amacım o dönemlerde etkili ve yetkili görevlerde bulunan herhangi birini temize çıkarmak veya aklamak değildir. Çünkü Dersim Kanunu oylanırken sadece Muğla Milletvekili “yüce Meclisin yetkileri bir komutana devredilemez,” diye küçük bir itiraz etmişti. Kanun oylanırken maalesef bu vekil de oy vermişti. Dersim kanunu Meclisten oy birliğiyle çıkmıştı.

Unutmamalıyız ki, Dersim olayları sürecinde Atatürk, İnönü, Celal Bayar, Mareşal Fevzi Çakmak, Adnan Menderes gibi politik aktörlerin hepsi adı CHP olan bu tek partinin üyesi olarak içindeydi. Yani hepsi ordaydı. Sağcıların önder kabul ettikleri siyasiler de, cumhuriyetçi solcuların önder kabul ettikleri liderler de oradaydı. CHP zihniyeti diyerek “sağ siyasi hareketi” aklamaya çalışan sağcı liderler bu günkü Dersimlilerin aklıyla dalga geçiyorlar. Demin de dediğim gibi devlette süreklilik esastır ve sorumlu bu süreklilik kabiliyetini temsil eden ise devlettir. Ülkede barış ve kardeşliğin tesisi için bu devleti temsil edenler ülke tarihindeki bu kara sayfayla yüzleşmek zorundadırlar.

Ne yazık ki benim kuşaktan Dersimliler ezberci sağ veya sol ideolojilerin etkisinde kaldıkları; 1938’de tarihi gerçeklerdeki derinlikleri, ayrıntıları gözden kaçırdıkları için halkımızın kırımını bile sağ ve sol arasındaki keskin ideolojik bölünmelere göre değerlendirdiler ve değerlendiriyorlar.

Olayları bizzat yaşayan Dersimlilerin anlatımlarına dikkat edilirse halkımız Dersim olaylarını açıklarken 38’de önce ve 38’den sonra deyimini sık sık kullanır. Yani halkımızın ortak hafızasında 1938 katliamları, kırımları travma yaratmıştır. Atalarımıza göre 1938 yılı bir milattır. Atalarımızın bu konudaki görüşleri açık ve nettir. Kafaları karışık olan bu kültürel mirasa sahip çıkmada yetersiz kalan bizim nesillerdir. Bu nesiller niçin kültüründen koptu?

1948 Birleşmiş Milletler Bildirgesine göre de suçsuz bir insanın veya bir gurubun ırk, din, inanç, cinsiyet ayrımı bahanesiyle suçsuz yere öldürmesi katliamdır, kırımdır. Sayı fazla ise toplu katliam diye anılır. 1938’de toplu katliamları, en acı olayları bizzat yaşayan halkımız; Dersim dağ ve nehirlerinin kızıl kanlara bulandığı 1938 yıllını milat kabul etmiştir. Bu doğru tespite uymamız lazım.

Ama gel görkü günümüzdeki Dersimli aydınların çoğunluğu “Dersim Kırımını” dünyaya açıklarken dağlarımızı, nehirlerimizi kızıl kana bulayan ve atalarımızın da kabul ettiği bu toplu katliamlar üzerinden değil; Buğday Meydanındaki idamlar üzerinden anlatıyorlar. Eğer inanmıyorsanız onlarca yıldır tertip edilen miting, toplantı ve konferanslar için basılan afişlere bakabilirsiniz. Değişik yıllara ait olan afişlerin hemen hemen tümünde 1937 yılında Elazığ’da yapılan idamlar ön plandadır. Kırımı bizzat yaşayan halkımızın milat kabul ettiği 1938 yılı ve binlerce suçsuz insanımızın Dersim dağlarındaki toplu katliamları; akıtılan kanları hep arka planda, gölgede kaldı ve kalıyor.  Bundan dolayıdır ki Dersim dışındaki diğer halkların veya kırım, katliam konusundaki duyarlı insanların çoğu Dersim olaylarını 1937’de Elazığ’daki idamlardan ibaret sanıyor. 1938’de onlarca yerde yapılan binlerce insanımızın toplu katliamlardan habersizdirler.

Araştırma tekniklerinden biraz haberi olan bir Dersimli olarak bunu söylüyorum. İnanmayanlar bu konuda uzman bir firmaya bir araştırma yaptırabilirler. Bu yanlış algının oluşmasında maalesef Dersimli aydınların da katkısı oldu ve hala oluyor. Tek amacım bu yanlış yoldan hemen dönülmesidir. Yoksa atalarımızın yani Dersim’in haklı davası daha çok zarar görecektir.

Dersim 1938’deki büyük acımız kamuoyuna doğru ulaşsın diye 2003 yılında yayınlanan “Dersim Dile Geldi” isimli romanımda 1938 yılında yapılan toplu kırımları; bu kırımlardan bir mucize eseri olarak kurtulan çocuk kahramanlar üzerinden anlattım. Çünkü gerçek buydu ve masum çocukların çektiği gerçek acılar insanları daha çok etkiliyor. Bu kitabımın Almancası hala www.amazon.de sitesinde de satılıyor ama maalesef geniş kamuoyuna ulaşamıyoruz.

Keskin sağ ve sol ideolojilerden etkilendiğinin farkında olmayan bizim kuşak; Dersimde kaç bin çocuk, bebek, hamile kadın, suçsuz sivil insan kurşuna dizildi? Kaç yerde toplu katliam oldu? Bu suçsuz insanların mezarları nerede diye kendisine veya kamuoyuna sorular sormadı. Afişlere bu tür sorular yazmadı. “1937’de Elazığ’da idam edilen pirlerimizin mezarları nerede?” cümlesi meşale yapıldı. Dağlarımızda kurşuna dizilen binlerce suçsuz insanın ve masum bebelerin mezarları da, isimleri unutuldu gibi. Yani bizler kaybolanların listesini bulmak için araştırmalar yapmadık, kolay yolu seçtik. Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edildiği için isimleri mahkeme tutanaklarında kayıtlı bulunan bu isimleri kolayca bulduk ve Elazığ Buğday Meydanı’nı ve bu idamları hep ön plana çıkardık. Elbette ki bu acı olay da anlatılabilirdi. Ama ön plana çıkması gereken Dersim dağlarındaki on binlerce insanın kurşuna dizildiği toplu katliamlar olmalıydı. 1938’de kızıl kanlara bulaşmış olan Dersim dağları ve nehirleri olmalıydı. İsimsiz kahramanlarımızın listeleri yapılmalıydı.

Günümüzdeki bu yanlış gidişin farkına varılıp vaz geçilmeden Dersimlilerin doğru strateji ve taktikleri yakalaması imkânsızdır.

Bir daha altını çizerek yazalım. Eğer acıları bizzat yaşamış atalarımızın sözlü anlatımlarla bize aktardıkları dikkate alınsaydı, milat 1938’di. Yani Dersim’deki toplu katliamlardı. Eğer atalarımızın anlattıklarını doğru kavramış olsaydık; kaç yerde toplu katliam oldu? Her toplu katliam yerinde, kaç yüz kişi kurşuna dizildi? Bunlar kaç yaşındaydı? Kaçı çocuk? Kaçı kadındı? Kaçı ihtiyardı? Bu gün elimizde listeleri olurdu. Her yıl kırımı anma yıldönümlerinde Dersim dağları ve nehirlerini kızıla çeviren kanlı sahneler dünyaya duyurulurdu. Her toplu katliamın bulunduğu yerde topluca kurşunlanan çocukların, bebeklerin hamile kadın ve yaşlı ihtiyarların listeleri, isimleri bu gün elimizde olurdu. Özel çabalarla bazı katliam yerleri ve kurşuna dizilenlerin isimleri tespit edildi. Ama maalesef sayısı çok az.

Her ne hikmetse bizim kuşaktan Dersimli aydınlar toplu katliamlar üzerinde yoğunlaşmadı. Güçlerini birlikte seferber etmedi. Meseleyi doğru ele alsaydık son yirmi yılda bu konuda çok mesafe almış olurduk.

Elbette ki Elazığ’da yedi Dersimlinin İstiklal Mahkemesi tarafından idam edilmesi, altmışa yakın insanımızın ağır cezalara çarptırılması da büyük bir suçtur. Ama bir Atatürkçü size İstiklal Mahkemeleri 3919* kişiye idam kararı verdi. Bunlardan sadece yedisi Dersimliydi. Bu olağan üstü mahkemelerin verdiği kararların hepsi de yanlıştı. Çağımızın modern hukukuna aykırıydı dese ne cevap verirsiniz?

Toplu katliamlar konusundaki görüşlerimi yıllardır değişik şehirlerde yapılan birçok toplantıda, sosyal medyada savunduğumu, anlattığımı belirtmiştim. Ama Dersim’in toplumsal gücünü bu konuda seferber edip doğru çizgiyi yakalayamadık. Bir daha açıkça vurgu yapayım. Dersim davasında esas sorun insanlık suçudur. Suçun yeri kızıl kanlara bulanan Dersim dağları ve nehirleridir. Toplu katliamlardır. Suçun tarihi 1938 yılının yaz aylarıdır. Bunları beynimize kazımalıyız. Bunları unutursak gücümüzü boşu boşuna yanlış yer ve yanlış tarihlere heba etmiş oluruz.

Bizim yaşlı kuşağa bunları anlatmakta yetersiz kalındı. Gerçekler genç kuşağa da ulaşmadı. Bu nedenle Dersimli genç yazarlara, aydınlara kültürel vasiyetimi aktarmak zorunda kaldım. Umarım bazı Dersimliler Elazığ Buğday Meydanındaki idamları küçümsüyor şeklinde önyargılı bir niyet okuma yoluna sapmaz ve sorunun özü üstüne düşünüp yazmayı tercih ederler.

  1. NOT: *İstiklal Mahkemesi’nde verilen 3919 idam kararlarının çoğu askeri kaçaklara aitti. Askeri kaçaklar haricinde 240 kişiye idam kararı verildi. Bunların yedisi Dersimliydi.
  2. NOT: Elazığ Buğday Meydanın 100 metre ilerisinde Şıra Meydanı var. 1926 yılındaki çatışmalardan sonra bu Şıra Meydanı’nda da 14 kişi idam edildi. Yani 1937’den 15 yıl gibi kısa bir zaman önce. Birçok kez sordum. Yine sorayım. Acaba bu Dersimli önderler niçin anılmıyor. Bunlar suçlu muydu? Niçin hatırlamıyoruz?

 

22.11.2021

Celal Yıldız

Paylaş
Tweetle
Paylaş
Paylaş

MAZLUM DÊSİM HALKININ VİCDANI VE ADALET DUYGUSUNA!

Yazar: adminTarih: Ağustos 25, 2021Kategori: Bildirge, Dersim, GündemYorum YokOkunma: 1.230 Views
MAZLUM DÊSİM HALKININ VİCDANI VE ADALET DUYGUSUNA!
MAZLUM DÊSİM HALKININ VİCDANI VE ADALET DUYGUSUNA!

Dersim Belediyesi 12 Ağustos 2021 günü “Veyvê Kıtavu” başlığı altında bir etkinlik düzenledi. Bu etkinlikte Dersimli birkaç yazar kendi kitaplarını tanıttılar. Bu konuşmacılardan biri de “Ve Suyu Ateşe Verdiler” kitabının yazarı Haydar Beltan idi. Haydar Beltan konuşmasını, kitabının temel argümanı etrafında sürdürüyor. Bu ana eksen, devletin ve devlet yazarlarının resmi tarih tezinin büyük bir yalan üzerine kurulduğunu anlatmak oluyor. Resmi tarih tezi, Dersim tertelesinden günümüze kadar sistemli ve aralıksız bir propagandaya dayanıyor. Propagandanın ana ekseni Dersimde bir isyan olduğu, bu isyan liderinin de Seyit Rıza olduğudur.  Kendisine ilericiyim, demokratım ve tüm tarihsel haksızlıklara amasız karşıyım diyen her insanın bu resmi tarih tezinin dayanıksız olduğunu anlatmak gibi bir görevi olmalı. Haydar Beltan’ın yapmaya çalıştığı da buydu. Beltan kendi penceresinden “Dersim’de bir isyan ve direnişin olmadığını, devletin 1932’lerden itibaren zaten soykırım planını yürürlüğe koyduğunu”, isyan ve direniş tezini de bu palana uygun uydurduğunu ileri sürdü. Devamen, Seyit Rıza’nın  hemen hemen her yıl devletle ya kendisinin, ya da elçiler vasıtasıyla görüştüğünü anlattı. Her kişinin kendini ifade etme kabiliyetine bağlı olarak, bir takım ifade ve vurguların zayıflığı ve/ya da fazlalığı çok normal bir durumdur. Ne var ki, günümüzde açığa çıkan sayısız belge ve sözlü anlatım, Dersim’de  isyan diye bir eylemin olmadığını ve Seyit Rıza’nın da bir isyan lideri olmadığını, Dersimlilerin varlıklarına yönelen soykırıma karşı nefs-i müdafaa yaptıklarını anlatmaktadır. Nitekim en hızlı “isyan tezi” savunucularının bir kısmının hızlı bir u-dönüşü yaptığını, hatta hiçbir zaman “isyan vardı” demediklerini de bu tartışma vesilesiyle öğrenmiş olduk. Tam da bu kavşakta, resmi tarih tezini savunmaya devam eden sol tandanslı bir kısım Dersimliler ve Kürt milliyetçileri, aynı merkezden yönlendirmeli olarak harekete geçtiler. Kendisine “Dersim İnşa Kongresi” adını veren bir kuruluş, 19 Ağustos 2021 günü yayımladığı bir bildiride; “Bu kirli saldırı ve yönelmelerin yeni olmadığını ve nerelerde planlandığını, bizler çok iyi biliyoruz.” diyerek resmi saldırı emrini vermiş oldu. Dersimlileri birbirlerine düşmanlığa çağıran bu fetva, manipüle ettiği Dersimlilerin daha da hırçın ve  kıyıcı olmalarını sağlamak için yıkım teorisinin çerçevesini, “Sey Rıza, Nuri Dersimi ve Alican Önlü’ye yönelik saldırı kişisel sebeplere dayanmadığını, yürürlükte olan konseptin uygulaması olduğunu” söyleyerek genişletiyor. Bir cümle sonra da konseptin ne olduğunu şu cümle ile özetliyor. “Konsept; Dersim’in Kürt ve Alevi kimliğini tahrip ederek, Dersim’i Türkleştirmeyi hedefliyor!” Bu uçsuz bucaksız yalan teorisi, bir kişinin konuşmasındaki, birkaç vurgu kaymasına karşı kurulamaz. Böyle bir oluşumun kendi başına ürettiği bir ürün de değildir. Bizler de, hayal ürünü ve bir politikanın gereği olarak başlatılan bu saldırı kampanyasının nerelerde üretildiğini çok iyi biliyoruz. Bu saldırının amacı, Dersimi bir bütün olarak Kürt görmeyen, Kürtlerden, Zaza/Kırmanc, Ermenilerden ve nispeten Türk nüfustan oluştuğunu savunan, kendilerini Kırmanc/Zaza olarak tanımlayan herkesi “yürürlükte olan konsept”e dahil ederek şeytanlaştırmak istiyorsunuz.  Dersim’de isyan kurgusunun devlet tezi olduğu, Seyit Rıza’nın İsyan önderi olduğu iddiası, resmi tarih tezi’nin bir yalanı olduğunu söylemek neden Seyit Rıza ve “değerlerimize saldırı” olsun. Yaptığınız saldırı kampanyası çağrısında on yaşındaki çocukları bile güldürecek, o “büyük tespit”e ne demeli? Diyorsunuz ki, ‘’ İç boğuşma” söyleminin amacı soykırımı haklı çıkarma, ‘’Sey Rıza devletle görüştü’’ argümanının amacı ise Sey Rızayı ‘’işbirlikçi’’ göstererek, soykırım karşıtı direnişi itibarsızlaştırmaktır.” Bir halkın tarihini ya bir bütün olarak kahramanlıklar ya da ihanetler üzerinden okuduğunuz için, aşiret sistemini yaşayan toplulukların kendilerine yaptıkları fenalıkları anlamıyor değilsiniz, kasıtlı olarak devletin isyan tezini, Dersimliyi manipüle etmek için kullanmak işinize geliyor. “Sey Rıza devletle görüştü argümanı...Sey Rıza’yı “işbirlikçi” göstererek soykırım karşıtı direnişi itibarsızlaştırmakmış. Bu rafine devlet tezidir. Bu resmi tarih tezine yandaş olarak asıl siz soykırımı meşru gösteriyorsunuz. Abdullah Öcalan bir zamanlar, nerede ise her hafta devlet heyeti ile görüşmeler yapıyordu. Ondan bir “işbirlikçi” çıkarmak aklınızdan geçmedi. Seyit Rıza (siz Sey Rıza diyorsunuz) devletle görüştü demek niye ondan “işbirlikçi çıkarmak” olsun. Mesela o dönemlerde Nuri Dersimi’nin, nam-ı diğer Baytar Nuri, görüşmediği devlet yetkilisi kalmamıştı. Hatta kendisi devlet yetkilileriyle sazlı sözlü muhabetlerinden bahseder. Devlet yetkilileriyle görüşmek işbirlikçilik oluyorsa, çubuğun ucunu neden Baytar Nuri’ye bükmüyorsunuz? Seyit Rıza ile Alican Önlü’yü yan yana getirmek, isimlerini birlikte kayda geçmek de apayrı bir garabet oluyor. Dersim Belediyesi’nin düzenlediği söz konusu etkinlikte diğer katlımcılar gibi Haydar Beltan da Dersim tarihinin bir kesiti ve bu kesite damgasını vurmuş aktörler hakkında kendi düşüncelerini dile getirmiştir. Farklı düşüncelerin fikir özgürlüğü çerçevesinde dile getirilmesini bir tehdit olarak değil de gerçek demokratlığın olmazsa olmazı olarak algılayan ve yaşayan birey ve kurumlar için bundan daha doğal bir şey olamaz. Oluşturulmak istenen Kürt Tarih Tezine uymuyor diye Beltan’ın veya başka birisinin linçine davetiye çıkarmak sadece sorumsuzluk değil, tehlikelidir. Bunun bir adım ötesi, Kürt hareketine yakın kurumlarda yöneticilik yapmış şahısların da içinde bulunduğu kendini bilmez bazı provokatörlerin “özgürlük güçleri”ne Beltan gibi “T.C. İşbirlikçisi hain düşkünlerin 2-3’ünü gebertme” çağrısıdır. Bunun vebali de “Dersim İnşa Kongresi” imzasıyla provokasyon çağrıları yapanların boynunadır. Yazdıklarınızın süsü ve ajitatif cilası bir kenara bırakılacak olursa, (yoruma gerek duyulmadan) dosdoğru Dersim’de bir Kürt isyanı gerçekleşti diyorsunuz. Günümüzde binlerce sayfalık belge, devletin bütün bir tarih boyunca Dersimi kendine benzetmek,  Emevi İslamı hakim kılmak için köklü ve kalıcı bir çözüm yoluna gittiğini anlatıyor. Siz bunu bilmiyor değilsiniz. Ama çok kasıtlı ve bilinçli olarak Dersime isyan ettiyorsunuz. Bundan kahramanlıklar devşirerek, Dersimin çocuklarını ateşe atıyorsunuz. Bu resmi tarih tezine kan taşımaktır.  Son cümle olarak, tüm Dêsimlilerin tanıklığında açık bir çağrı yapıyoruz. Sizleri Seyit Rıza’ya yönelik saldırı iddianızı ispatlamaya çağırıyoruz. Bunu ispatlayamazsanız, iftiracılar ve Dersimliyi birbirine kırdıran fitneciler olarak tarihe geçeceksiniz. 25 Ağustos 2021 Dersim Kongresi
Paylaş
Tweetle
Paylaş
Paylaş

Dersim Halkına ve Dünya Kamuoyuna

Yazar: celxerTarih: Ağustos 20, 2021Kategori: GündemYorum YokOkunma: 568 Views
Dersim Halkına ve Dünya Kamuoyuna

Ormanlarımızın kasten yakıldığını ve kimin yaktığını biliyoruz.

İmdadına koşup söndürmemize dahi izin vermeyen orman yangınlarının sorumlularını tüm kamuoyu huzurunda kınıyoruz!

Ve hukukun bizler açısından hiçbir zaman işlemediği Dersim’den sesleniyoruz.

 

Sanayi devriminden bu yana yaklaşık 300 yıllık bir zaman sonunda, üzerinde yaşadığı dünyayı talan edip dengesini bozmak pahasına, insanlık bugün hayal edemeyeceği bir ‘rahata’ ve ‘konfora’ kavuşmuştur.

 

Hal böyleyken, bilim insanlarının yüzde 97’si geçtiğimiz yüzyılda iklimin ısındığını ve bu ısınmanın insan kaynaklı olduğunu artık kabul ediyor.

 

Son birkaç yılda dünyanın birçok yerinde eş zamanlı gelişen orman yangınlarını, orman mühendisleri, iklim bilimciler ve konunun uzmanları değerlendirirken aslında çok uzun zamandır ormanların yangınlara karşı çok daha kırılgan hale geldiğini anlatıyor, uyarılarda bulunuyor. Ortalama sıcaklıklardaki artışlar, havadaki nem oranının gitgide düşmesi, sıklığı ve şiddeti artan sıcak dalgaları, orman yangınları için mükemmel koşullar oluşturuyor diyor.

Bu korkunç gerçekten hareketle yapılan tüm uyarılara rağmen, ne devletler ne rant odaklı irili ufaklı girişimciler ne büyük sermayedarlar ne de ortalama bir vatandaş bu durumu ciddiye almıyor.

 

Son 300 yıldır, ilerlemeci-modernist akılın yeryüzünde yaşayan kültür toplumlarına yani etno çeşitliliğe açtığı savaşın sonucunda bugün yüzlerce dil ölüm döşeğindedir. Kendi içinde etnik temizliği başarıyla sonlandırmış olan modernist-tekçi akıl, son yüzyılda tüm yeryüzünü kendisi için tahsis edilmiş bedava kaynak, para, rant ve güç olarak görüp hunharca saldırıyor; hesapsızca yok ediyor.  

 

Ağaçları, dağları, suları, denizleri can olarak değil sermaye ve ham madde olarak gören modern akıl, bu temelsiz ve karşılığı olmayan bilgiden hareketle, biz dilediğimiz kadar kullanırız, harcarız, tahrip ederiz, tüketiriz o kaynak kendisini 100 yıl içinde tekrar onarır diyebiliyor.

 

Kültürler ve doğa dedik de peki hayvanlar?

Onları kale alan zaten yok. Sadece tüketim endeksli düşünen insan için etinden ve sütünden yararlandığı çiftlik hayvanı değilse eğer sorun yoktur, zarar yoktur. Tüketim ve kâr odaklı insanlar için endemik hayvan türlerinin hiçbir değeri, manası yoktur.

Yani etnosistem ile ekosistemin yok olmasının sebebi modernist kapitalistlere göre doğal seleksiyon iken madalyonun diğer yüzü olan Ortodoks geleneğe göre ise fıtrat meselesiydi. Bu akla göre gücü, şansı olan hayatta kalır; gücü ya da şansı olmayanın da ruhuna el fatiha.

 

Dünyanın son 300 yılında olanlar böyleyken dünyanın en görkemli mahallelerinden biri olan Dersim’de de durum pek farklı değildi. Tarihi, dili ve kültürüyle bu modern – tekçi zihniyetin karşısında direnemeyip hızla kan kaybı yaşayan Dersimli ve yurdu, insan kaynaklı olan tüm bu barbar uygulamalarından nasibini aldı ve alıyor.

 

Olağanüstü Hal’in uygulanmaya başlandığı 1987’den günümüze kadar özel uygulamalarla yönetilen Dersim’de son 30 yıldır orman yangınlarının olmadığı bir dönem neredeyse yok gibidir.

2012 yılında İnsan Hakları Derneği Tunceli Şubesi ve Tunceli Barosu tarafından, sularımız üzerine kurulan barajlara alan açmak için kasten çıkarılan orman yangınlarının yanı sıra, devletin ‘terörist’  kovalarken gerçekleştirdiği askeri operasyonlarda bombalamalar sonucunda çıkan orman yangınlarına yapılan suç duyurusuna, Devlet: “Devletin temel hak ve özgürlüklerin temini görevini yerine getirmek için terör örgütleriyle mücadelesinde orantılı güç kullanması sonucunda orman yangınlarının çıkmasının 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 24/1 maddesinde düzenlenen kanunun hükmünü yerine getirme kapsamında kaldığı ve ceza sorumluluğunu ortadan kaldıran bir neden olduğu” şeklinde cevap veriyor.

 

Aslında olan şu ki, devletlerin bekası, zenginlerin çıkarı gözetilirken doğa ve üzerinde yaşayan tüm endemik canlılar, bitkiler yok oluyor; havası, suyu kirleniyor ve bu doğanın bir parçası olan insan da doğadan koptukça haysiyetinden ve değerlerinden hızla kaybediyor.

 

2021’in Mayıs ayından beri Dersim’in Hozat- Ovacık- Çemişgezek ilçeleri arasında kalan ve çoğunlukla devlet tarafından yasak bölge ilan edilmiş mıntıkalarda çıkan orman yangınlarının sorumlularını biliyoruz. Ve bu yangınlar yine güvenlik amaçlı dağların bombalanması sonucunda çıkmıştır. Devlet çıkardığı orman yangınlarını söndürmek yerine söndürmeye gidenleri engelliyor. Daha sonra da yine sorumlusu kendisi değilmiş gibi ‘‘piknik ve mesire yerleri ile tabiat parkları dahil ormanlık alanlarda mangal, semaver ve ateş yakılmasına müsaade edilmeyeceğini’’ söyleyerek güya koruma amaçlı bir dizi yasak daha getiriyor. Bu arada kendi sorumluluğundan kaçan devlet, orman yangınlarının faturasını Dersimliye keserek aklımızla da oynamayı ihmal etmiyor.

 

Ege’de, Akdeniz’de insanlar ormanlarını kurtarmak için seferber olup gözyaşları içinde dünyayı ayağa kaldırırken biz Dersimlilerden ise yanan ormanlarımıza uzaktan bakıp gözyaşlarımızı içimize akıtmamız bekleniyor.

 

Dünyada endemik çeşitliliğiyle ve taşıdığı kültürüyle bir benzeri daha olmayan Dersim Kültür Havzası’nda yanan her ağaç, kuruyan her dere, bombalanan her dağ, ölen her hayvan, her canlı, her çiçek, yitip giden her kültürel öge, her şarkı, her masal, anadilimizdeki her kelime büyük bir aile olan insanlığın ve onun evi olan yeryüzünün bir parçasıdır. Nasıl dünyanın bir yerinde yaşanan bir ekolojik katliam dünyanın başka bir ucunda olumsuz etki yapıyorsa, aynı şey bu dünyanın bir parçası olan Dersim için de geçerlidir.

 

Kapitalistlere ve onların korumaları olan devletlere Dersim Kültür Sanat İnisiyatifi olarak sesleniyoruz; dünyadan ve onun bir parçası olan Dersim’den elinizi çekin.

Hiçbir sebep ormanların bilinçli olarak yakılmasını normal ve anlaşılır  gösteremez.

 

Dersim Kültür Sanat İnisiyatifi olarak halkımıza da sesleniyoruz; inancımız Kızılbaş-Aleviliğin en temel önermesi olan vahdet-i vücut ve Enel Hakk anlayışından uzaklaştığımız sürece, biz de kapitalistler gibi doğayı parçası olduğumuz bir canlı olarak değil, kazanç elde edebileceğimiz bir kaynak yani bir meta olarak görürüz. Ve bu bizim sonumuz olur. Tüm Dersim Kırmanclarından, eskiden de olduğu gibi Hardo Dêwres’in bir parçası olduklarını ve oradaki her ziyaretin bunun bir ispatı olduğunu unutmamalarını bekliyoruz.

 

Hakk’tan rızık dilerken, önce kurda kuşa daha sonra akrabasına, komşusuna eğer köşede kalırsa bir şey, onu da bu naçara ver diyen kadim duamız hep kulaklarımızda ve gönlümüzde olsun.

 

Dersim Kültür Sanat İnisiyatifi

20.08.2021, Dersim

Paylaş
Tweetle
Paylaş
Paylaş

Peki Biz Ne Yaptık? – Nurcan Duman

Yazar: celxerTarih: Ocak 02, 2021Kategori: GündemYorum YokOkunma: 542 Views
Peki Biz Ne Yaptık? - Nurcan Duman

Muhtesem Yüzyıl dizisinde Alevilerin katli, malı, namusu helaldir diye fetva veren Ebussuud’u büyük alim gibi gösterdiler. Tuncel Kurtiz gibi alevilerin sevdiği sol tandaslı bir ismin bu rolü canlandırmasıyla Aleviler de dahil tarih bilincinden yoksun çoğunluğun gözünde Ebussuud sempatikleştirilerek aklandı. Böylece yeni dimağlara temiz bir tarih sayfası açıldı.

Kösem Sultan dizisinde Alevileri ve düzen karşıtlarını canlı canlı veya keserek kuyulara gömen toplumsal hafızaya cellad olarak geçen Kuyucu Murat karakterini, Cihan Ünal’a oynatarak büyük siyaset adamı, vezir diye sundular.

Dirilis Ertuğrul dizisinde atalarını, Hakk adına düzen kurmakla ve bunu rededip kendi inancından caymayan halkları yok etmekle görevli, kutsal davanın savaşçıları olarak dimağlara yerleştirip kabul ettirdiler.

Bugün Uyanış Büyük Selçuklu dizisinde yine aynı algı operasyonları çerçevesinde, Hasan Sabbah üzerinden Batiniler kötü ve hain ama Selçuklular melaike, Allah’ın yeryüzünde emrettiği düzenini kurmakla görevli kulları ve devleti olarak gösterip yeni beyinlere bu biçimde işliyorlar.

“Baba” akım medya yani Türk medyası sinema-film sektörünün toplumlar üzerindeki gücünün de farkındalığıyla diziler üzerinden “şanlı Türk tarihini” bir daha yazıyor, türkçülüğün silindir gibi ezip geçtiği halklara ve açıldığı dünya pazarına biz yaptığımız her şeyde haklıydık, iyiydik, güzeldik, Hakk yolunda öldük-öldürdük sübliminal mesajını veriyor.

Tüm bunları bizim Alevi ve sol camianın gerici, aptal, bir şey bilmeyen, cahil olarak gördüğü sağın kalemşörleri ve ideologları yapıyor. Devlet ve medyası sistemin ve çağın imkanlarını kendi lehine en profesyonel biçimde kullanırken, sadece güdümünde olan büyük çoğunluğun tarih bilincini çarpıtmakla kalmayıp karşıt olarak gördüğü kesimi de kazanmak amaçlı bir çeşit psikolojik savaş da veriyor. Tarihten, hakikatten, meselelerin aslından bihaber yeni nesillerimizi ya kazanıyorlar ya da şüphe içinde bırakıyorlar. Hileli işleri sayesindedir ki zaten bu hile fitratlarında var. Sonuçta takiyye ehlinden oldukları tecrübeyle bugün de sabittir.

Peki biz Aleviler, muhalifler ve solcular ne yapıyoruz bu durumda?
Her gün yeni bir tartışma çıkarıp birbirimizin gözünü oyuyoruz. Oltaya takılan her yeme atlıyoruz.
Kabül etmediğimiz, rızalık vermediğimiz bu düzenin sahipleri, zor, zorbalık, hırsızlık, talan ile yazdığı yalan tarihini, çalıp param-parça ettiği kültürlerimiz üzerinden sunup Türkiye’de ve dünyada kendilerini sevdirmeye, tanıtmaya ugraşırken; bizler ise Hakk ve hakikat yolunda ödediğimiz bedelleri, bize reva görülen katliamları, haksızlıklarla dolu yüzlerce yıllık bir gecmişi, inanç öğretimizi, insani değerlerimizi sahiplenmekten, yaşamaktan uzak bir acz içindeyiz.

Kendimizi dünyaya anlatmak da şurda dursun. Bir yanlışlık, hata, kusur, haksızlık olduğunda önce kendimize bakmamız gerektiğini unuttuk Kızılbaşlık, Raa Haqi, Alevilik adı ne olursa olsun inancımız hakkında sosyal medya hesaplarında her gün yeni bir polemiğe daha dogrusu bir kirli sanal savaşa tanık oluyoruz. Bunu biz yapıyoruz başkaları değil.

– Semah bizim inancımızın bir ritüelidir, seyirlik değildir diyen yol sahiplerine inat, düğünden cenazeye, festivallere, barlara kadar folklor seviyesine düşüren biz değil miyiz?

– Her biri ilim, felsefe, inanç deryası olan deyişlerimizi, klamlarımızı türkü barlarda eğlence mezesi yapan, işkence ve sürgün türküleriyle düğünlerde halay çeken bizler değil miyiz?

– Büyüklerimizin uğradığı katliamları, kıyımları unutup anmadan anmaya hatırlayan, bir daha olmaması için hiçbir hazırlığı olmayan, sadece dostlar mecliste görsün diye rahatını bozan bizler değil miyiz?

– Egzotik, ezoterik, mitolojik, başka din veya felsefelerden ne bulduysak inancımıza, kültürümüze kafadan ekleyerek yeni bir Alevilik-Kızılbaşlık-Raa Haqi yaratmaya çalışan onlarca yazar-çizer, dede- çakma dede, sanatçı, tarihçi, akademisyeni kim varsa hepsine sözde yenilik ve değişim adına eyvallah diyen biz değil miyiz?

– 72’den artırılarak 73’e dahil olan buçuğu içinde ihtiva ettiğini söyleyen Raa Haqi ögretisine, tamamen zıt olan modern milliyetçilik anlayışını dayatarak Guruhu Naciye evlatlarını insanlık seviyesinden millet seviyesine düşürenlere cevaz veren biz değil miyiz?

– Bizden çok evvel yol süren büyüklerimizin yezid diye lanetlediklerini cemevlerinde pir postuna oturtan, çocuklarını onların tarikat okullarında okutan biz değil miyiz?

– Bu kadim inancın, kültürün serçeşmesi Dersim’i, hardo dewres’i baraj için satan, evliyalarının mekanlarına, jiyarlarına zarar verenleri savunup sahip çıkan, kutsal Munzur’u eğlence mekanına dönüştüren, lağım akıtan, mesire yeri yapan biz değil miyiz?

 

Liste daha cok uzar, ama gerek yok. Meramım odur ki bütün bunları yapanda, izin verendedir kabahat.
Yani bizde…
Onlar yanlarına kâr kalan kötülüklerini “şanlı tarih” diye pazarladılar. Biz ise iyiliğimizi, haklılığımızı ve suçsuzluğumuzu bile unuttuk.
Bu durumu görüp, kabullenir ve samimiyetle çözüm ararsak, kendimizi tanırsak, bilirsek bitmeyiz. Hakikatimizi devraldığımız gibi koruyup yaşayarak muhafaza edersek, dün olduğu gibi bugün de, yarın da var oluruz. Ama bu halimizle devam edersek bir müddet daha bu parçalanmışlığımızdan, kafa karışıklığımızdan sadece egemenler faydalanacak. En sonunda varlığımız sona erince de ileri bir zamanda Amerikan yerlilerine yaptıkları gibi yeniden kültürümüzü, inancımızı keşfederek (!) aa bakın bir zamanlar böyle humanist, doğa dostu bir toplum yaşıyormuş diye filmlerimizi de yine onlar çekecek, kültürümüzü de hediyelik eşya yapıp dünyaya satacaklar.

Sonuçta kaybedeceğiz.
Bizim kaybımız onların zaferi olacak. Bu zafer bin yıldır ensemizde boza pişiren ortodoks devlet geleneğinin zor, şiddet ve hile ile kazandığı bir zafer değil, aksine bizim acizliğimiz, yola olan güvensizliğimiz, yolumuzu tartışma konusu yapmamız, kendimizi birey olarak her şeyden önde görmemiz, çok bildiğimizi sanmamız ve tüm bu hastalıklar sonucunda birbirimize ve cümle aleme karşı duyduğumuz sevgisizliğimizin sebep olduğu bir mağlubiyet olacaktır.
Çünkü Alevi inancının dayandığı tek hakikat Sevgidir. Sevgi bitmişse inanç da bitmiştir.
Yoksa gerisi siyasettir.

Aşk ile…

Paylaş
Tweetle
Paylaş
Paylaş

AABF’nun NRW Eyaletinde „Kamu Tüzel Kişiliğe Sahip Kurum“ Olarak Kabul Edilmesini Selamlıyoruz!

Yazar: celxerTarih: Aralık 28, 2020Kategori: GündemYorum YokOkunma: 765 Views
AABF’nun NRW Eyaletinde „Kamu Tüzel Kişiliğe Sahip Kurum“ Olarak Kabul Edilmesini Selamlıyoruz!

AABF’nun NRW Eyaletinde „Kamu Tüzel Kişiliğe Sahip Kurum“ Olarak Kabul Edilmesini Selamlıyoruz!

Alevi Örgütlenmesini Hedef Alan Linç Kampanyasına Karşı AABF Yöneticileri ve Camiası İle Dayanışma İçinde Olduğumuzu Kamuoyuna Duyuruyoruz!

 

Almanya’nın NRW Eyalet Parlamentosu, 10 Aralık 2020 tarihinde aldığı bir kararla AABF’nu (Almanya Alvei Birlikleri Federasyonu) „Kamu Tüzel Kişiliğe Sahip Kurum“ (Körperschaft des öffentlichen Rechts) olarak kabul etti. AABF ve bileşenlerinin uzun yıllardır sürdürdüğü hak mücadelesinin bir ürünü olarak alınan bu karar, Alevi camiası ve dostları tarafından sevinç ve taktirle karşılandı.

Alevilerin ve Türkiye’de mağduriyet yaşayan diğer toplulukların her hak kazanımını devlete karşı bir komplo olarak algılama paranoyasından muzdarip hükümet yetkilileri, AABF’nun „Kamu Tüzel Kişiliğe Sahip Kurum“ olarak kabul edilmesi kararını, batılı güçlerin „Türkiye’yi bölme“, „Müslümanların birliğıni parçalama“, „Aleviliği ayrı bir din olarak tanıma rezaleti“ olarak gördüler. Maraş, Çorum ve Sivas katliamlarını devlet güçleri himayesinde gerçekleştiren ülkücü çetelerin başbuğu Devlet Bahçeli, ülküdaşlarının Maraş’ta ana rahminden çıkardıkları bebeğini kaynar suya attıkları „Alevi canları“nı hatırladı ve böyle bir adımın „Müslüman Türk milleti tarafından“ kabul edilemeyeceğini ortağı olduğu „Cumhur Başkanlığı Hükümet Sistemi“ adına duyurdu. Her dönem derin devlet güçlerinin ajan-provakatörlüğünü üstlenmeyi kendisine vazife edinen Doğu Perinçek’in Aydınlık Gazetesi, kararı „Emperyalizmin Aleviciliği Dayatması“ ve „ana hedefin“ ise „Türkiye“ olduğunu yazdı. Kararı „skandal“ olarak yorumlayan Yeni Şafak gibi hükümet yandaşı gazeteler mikrofonu „kendi“ Alevilerine uzattılar. Avrupa Ehl-i Beyt Alevi Federasyonu Genel Sekreteri Fuat Mansuroğlu, bu gazeteye verdiği röportajda, kararı alanların amacının „… müslümanları parçalayıp bölmek, Alevilerle Sünnileri karşı karşıya getirmek“ ve AABF’nun da „PKK ile de bağlantıları bulunan Türkiye karşıtı bir teşkilat“ olduğunu vurgulayarak safını belirledi.

Bu söylenenleri ve yazılıp-çizilenleri, Şünni-Şafi Ümmet Sözleşmesi projeleri çerçevesinde bugüne kadar paylarına sadece „katli vaciptir“ fermanları düşmüş, gerici güruhlara linç edilecek bir kitle olarak sunulmuş, ibadet mekanları en yetkili devlet görevlileri tarafından „cümbüş evi“ olarak ilan edilmiş Alevilere, muktedirlerin ayağınızı denk alın mesajı olarak da okunabilir. Denmek istenen şudur:

Sizin tek bir hakkınız vardır, o da „bizim Alevimiz“ olma hakkınızdır! Bu hakkınızı elinizde almaya çalışan her kimse „teröristtir, bölücüdür, dış mihraklarla bağlantılır.“

Ayağınızı denk almıyor musunuz? O zaman da Sünni-Şafi İslam ulemasının hakkınızdaki fermanı hatırlatırız size!

AABF nezdinde Alevilerin bu hak kazanımını sindiremeyenler ne yazıkki yukarıda bahsini ettiğimiz bildik güç odaklarıyla sınırlı kalmadı. Alevi kurumlarının bugüne kadar dost olarak yanında bildiği bazı „popüler“ şahıslar da, bazı AABF yöneticilerinin Alevilerin inanç özgünlüğünü vurgulamak için yaptıkları „Alevilik kendine özgün bir inançtır“ gibi açıklamaları bu yöneticilerin „cahilliği“ olarak ilan edip, Alevileri „İslam şemsiyesi altında aydınlanmaya” çağırdılar. Umut ediyoruz ki, söz konusu şahıslar, bu tutumlarıyla, Alevilerin her hak mücadelesini „Müslümanların birliğini bozmak“, ya da „İslam şemsiyesini terketmek“ olarak görenlerle aynı paralele düştüklerinin kısa süre içinde farkına varırlar. Bu çevreler şu gerçeği artık idrak etmeliler:

Sünni-Şafi İslam Ümmet Sözleşmesi, ya da Türk-İslam Sözleşmesi projelerinde Alevilere yer açmaya çalışmak beyhude bir çabadır. Eğip bükerek hakikati muktedirlere kabul ettirme çabası içinde olmayı maharet saymaktan artık vazgeçin ve Alevi camiasının ve kurumlarının hak kazanımlarını taktir edin.

Alevi camiasına ve kurumlarına tanınan haklar, bugüne kadar mağdur edilen bir inanç topluluğunun verdiği mücadelenin ürünleridir. Sadece Aleviler tarafından değil, gerçek demokrasiden yana olan herkes tarafından korunmalı ve saldırılar dayanışma içinde göğüslenmelidir.

 

28.12.2020

Avrupa Dersim Dernekleri Federasyon (FDG)

Dersim Kongresi Meclisi

Paylaş
Tweetle
Paylaş
Paylaş

15 KASIM 1937 – SIMA MA VİRİ DERÊ!

Yazar: celxerTarih: Kasım 11, 2020Kategori: GündemYorum YokOkunma: 739 Views
15 KASIM 1937 – SIMA MA VİRİ DERÊ!

Cumhuriyet hükümetinin 1937 yılında Elazığ’da kurduğu İstiklal Mahkemesi’nde İhsan Sabri Çağlayangil’in anlatımına  göre 72 Dersimli yargılandı. Bunlardan; Sey Rıza, Usenê Seydi, Fındıq Ağa (Qemer oğlu Fındık), Ali Ağa (Aliyê Mirzaliyê Sıli), Usênê Sey Rızay (Usen Resık), Hesen Ağa ve Hesenê İvraimê Qıji  Buğday Meydanı’nda kurulan Darağacı’nda 15 Kasım sabahı karanlığında öldürüldü.  

Yargılananların dördü ömür boyu, bir kısmı da otuz yıl hapis cezalarına çarptırıldılar. Bir kısmı ise beraat ediyordu. Hapis cezalarına çarptırılanlar da bir tür ölüme gönderiliyorlardı. Ömür boyu ve otuz yıl hapisle cezalandırılanların büyük çoğunluğu sürüldükleri batı illeri hapıshanelerinde hayatlarını kaybettiler. Onların da mezar yerleri meçhule kaydedildi. Bunlardan bilinen örnek; Cıvrayıl Ağayê Arekiyê’dir. İzmit hapishanesinde öldü ve mezar yeri bilinmiyor.

Gerek 15 Kasım 1937 karanlığında araba farlarıyla aydınlatılan Buğday Meydanı’nda darağacında öldürülenler, gerek batı illeri hapishanelerine ölüme göderilenlerden hiç biri devlete bir kurşun atmadığı gibi, ne Dersim ağalarıydılar, ne de her biri “isyan” diye propaganda edilen yalanın önderleriydiler.

Ancak bundan çok daha önemli bir şey vardı. O da; buğday Meydanı’nda, batı illeri hapishanelerinde, Derê Laçi’de, Bayaz Dağ’da, Saan’ın Sıncık Dağı’nda, Derê Avlosu’da, Mosımo Pak’ta, Cıvraklı Bertal Efendi’nin 53 kişilik aile kafilesinin katledildiği Remedan’da ve daha onlarca toplu katliam yerlerinde bize anlatılanlar: Dersim’in tarhi, inancı, kültürü, kendi kedini yönetme sanatı ve kısaca bütün bir kesintisiz yaşam felsefesinin ÖLDÜRÜLMESİDİR.

Dersim Tertelesi ve 15 Kasım idamları üzerinden tam 83 yıl geçti, yani bir asıra yakın bir zaman.  Bu bir asır boyunca devlet, Dersimliyi farklı kılan; tüm damarları üzerinde sistemli, planlı ve aralıksız çalıştı. Soykırım fiziki tasfiye ile sınırlı kalmadı. Prof. Fuat Köprülü gibileri ile Alevliğin özünü bozma, Sıdıka Avar projesi ile ana dili Kırmancki/Zazaki/Dımılki’yi unutturma kırımı sürdürüldü. Daha bir dizi başka alan çalışmalarıyla devam etti soykırım.

Dersim denilen tarih ve bu kara parçasının, yalın görününmü ve aktif figürllerinin Cumhuriyet’in komuta kademesinin özel olarak görevlendirdiği dönemin Malatya Emniyet Genel Müdürü İhsan Sabri  Çağlayangil’i hayretler ve hayranlık içerisine sürükleyen akıl ve hikmet; Dersim fikriyat dediğimiz şeyin ta kendisidir. Bu nedenle onları yalnızca 15 Kasım’larda değil, Dersim üzerinde düşündüğümüz her an, onların o Dersim tarihi, inancı, kültürü, gelenek ve görenekleri yüklü güzel hayatlarını hatırlamadan işe başlamayacağız.

Onları her zaman darağacına yürürken cumhuriyet kurucularını hayretler ve hayranlık içerisinde bırakan ve İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarında özetlediği o VAKUR ve SOYLU duruşlarıyla bütün tarih boyunca anmaya devam edeceğiz.

Şiarımız boyun eğmemektir:
“Ben, senin yalan ve hilelerinle baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de senin önünde diz çökmedim, bu da sana dert olsun.” 
(Seyit Rıza)

12.11.2020
Dersim Kongresi Meclisi

Paylaş
Tweetle
Paylaş
Paylaş

Zazaca Alfabe’yi öğreniyoruz

Yazar: adminTarih: Ağustos 22, 2020Kategori: GündemYorum YokOkunma: 433 Views

zazaca ögreniyoruz-alfabe

Paylaş
Tweetle
Paylaş
Paylaş
1234›»

Welat ra

Ça „mayin“i en zêde Gola Dêsımi de estê?

Son Yazılar

Sürü Psikolojisi ve İnsanın Yaşam Hakkı’na dair
Sürü Psikolojisi ve İnsanın Yaşam Hakkı’na dair

Sürü Psikolojisi ve İnsanın Yaşam Hakkı’na dair

Kasım 14, 2022
Kamuoyuna
Kamuoyuna

Kamuoyuna

Haziran 22, 2022
Zaman Tünelinde Hayat Tüketmek
Zaman Tünelinde Hayat Tüketmek

Zaman Tünelinde Hayat Tüketmek

Mart 30, 2022
DERSİMLİ GENÇ YAZARLARA VASİYETİM – Celal Yıldız
DERSİMLİ GENÇ YAZARLARA VASİYETİM – Celal Yıldız

DERSİMLİ GENÇ YAZARLARA VASİYETİM – Celal Yıldız

Kasım 22, 2021
MAZLUM DÊSİM HALKININ VİCDANI VE ADALET DUYGUSUNA!
MAZLUM DÊSİM HALKININ VİCDANI VE ADALET DUYGUSUNA!

MAZLUM DÊSİM HALKININ VİCDANI VE ADALET DUYGUSUNA!

Ağustos 25, 2021

Yazarlar

Arşiv