DERSİM’DEN İÇ TOROSLARA
Kızılbaş-Alevilerde ‘Rıza Şehri’ ve Hakikatçılar
Komünar TV programında;Tele-Konferans Program yapımcısı İlyas Yer`in moderatörlüğünde araştırmacı yazar Abbas Tan ve aşık-ı sadık Tacım Baba (Yıldız) ile Kızılbaş-Alevilerde Rıza-şehri ve Hakikatçıları Konuştuk.
Bugün burada binlerce yıllık bir tarihe sahip Alevi-Kızılbaş toplumunda Rıza- Şehri ve hakikatçılığı ele alacağız.
Anadolu’nun kadim Alevi-Kızılbaş toplumun yaşantısını, kültürünü, sosyal ve siyasal yönünü özellikle de Rıza Şehri ve Hakikatçılar geleneğini bir nebze de olsa bilgilerinize sunmaya çalışacağız.
Araştırmacı-yazar Abbas Tan ile bu söyleşiyi gerçekleştireceğiz. Yine Alevi- Kızılbaş öğretisinde önemli bir yerde bulunan, Alevi -Kızılbaş öğretisini günümüze kadar taşıyan Aşık-ı sadıklarımız dan Tacım Baba’nın (Yıldız) deyişileri ile bu muhabbetimiz sürdürecegiz.
Araştırmacı-yazar Abbas Tan, uzun yıllara dayanan, Alevi-Kızılbaş öğretisini konu alan, çalışmaları ve kitapları bulunmaktadır. Uzun zamandır Alevi örgütlenmesi içerisinde bulunan, Alevi-Kızılbaş öğretisini çeşitli konferans ve paneller ile kamuoyunun dikkatine sunmuş ve bu yönde ciddi çalışmaları olan bir araştırmacı yazar.
Tacım Baba da Alevi -Kızılbaş öğretisinin bugünlere taşınmasında önemli bir hizmet gören ve Alevi-Kızılbaş öğretisini günümüze taşıyan sözlü gelenek temsilcilerinden bir aşı-kı sadıktır.
Tacim Baba (yıldız)bu alana 800 civarinda deyişi ile önemli katkıda bulunmuş bir Aşık-ı sadıktır.
Aşık-ı sadıklar Alevi-Kızılbaş toplumunun bir nevi hafızası durumundadırlar. Yazılı kaynakların ötesinde aşık-ı sadıklar, bin yıllık tarihsel tecrübeyi ve birikimi, kültürel mirası kendi deyişleri ile nefesleriyle bu güne taşımış yolun sürdürücüleridirler.
Aşık-ı sadıklar, Alevi-Kızılbaş toplumu içerisinde önemli bir yerde bulunurlar. Alevi toplumu açısından aşık-ı sadıklar, bir nevi Kızılbaş-Alevi toplumunun sözlü geleneginde, Alevi-Kızılbaşların ayaklı kütüphanesidir de denebilir.
Aşık-ı sadık Tacım Baba büyük Dersim coğrafyasında doğmuş, büyümüş ve yaşamakta olan bir aşık-ı sadıkımız. Bizler Dersim deyince bugünkü Tunceli İl sınırlarını kastetmiyoruz.
Tarihi büyük Dersim coğrafyasından bahsediyoruz. Bu coğrafyada diğer kadim toplulıkların yanısıra nufusununun genel çoğunluğunun Aevi-Kızılbaş oduğu ve bu Alevi-kızılbaş toplumun ana yurdu durumundaki büyük Dersim coğrafyasını anlamaktayız ve anlatmaktayız.
Aşık-ı sadık Tacım Baba’nın da ataları iç Dersim’den Malatya Kürecik,Adiyaman ve Oradan da bugünkü Elbistan`a yerleşmişlerdir. Aşık-ı sadık Tacım Baba’nın kısa biyografisini verdikten sonra onun bir nefesi ile muhabbetimizi sürdürelim:
Hakikat şehrine girip gezmenin
İnceden inceye yolları vardır
Üstadın dilinde lafı süzmenin
inceden inceye halleri vardır
Küre girmeyen demir hal almaz
Menzili bilmeyen yolcu yol bulmaz
Kokuyu almayan arı bal yapmaz
İnceden inceye halleri vardır
Tacım hakikata vermiş özünü
Marifet halinde söyler sözünü
Erenler yolunda bulmuş izini
inceden inceye yolları vardır
Şimdi muhabbetimizin bu bölümünü araştırmacı-yazar Abbas Tan ile sürdüreceğiz.
izleyicilerimiz ve okuyucularımız açısından Abbas Tan kimdir? Kısa bir biyografinizi aktarabilir misiniz?
Abbas Tan: Dersimliyim, ama Kayseri’nin Sarız ilçesine bağlı İncemağara diye bir köyünde doğdum büyüdüm. Aile yaklaşık 100-110 yıl eveli Dersim’den ayrılarak gelip Kayseri’ye yerleşmiş. Ve Kayseri de yaşamaktayım. 30 yıldır da Alevi Hareketi’nin içerisinde bu yolu öğrenmeye ve öğrendiklerimi de paylaşmaya çalışıyorum. Bu alan benim için gerçekten her geçen gün sevgiyle, saygıyla öğrenmeye çalıştığım bir yoldur. Bu yola hizmet etmeye çalışıyorum.
Kısaca böyle diyebilirim.
İlyas yer:
Şöyle tamamlaya bilirmiyiz? Abbas Tan Hozat`ın Ağzonik Köyü’nden Karabalı aşireti mensubu, Devriş Cemal Ocağı’na bağlı bir araştırmacı-yazar dostumuz. Hozatın Ağzonik Köyü 1938’de Dersim soykırımı döneminde orada yaşayanlar bir eve konularak gaz dökülerek yakılmış olan bir köydür. Yine o dönemde Sorpiyan ve Ergen köyleri de 1938’de yakılmış olan köylerimizdir. Ağzonik ve Sorpiyan köyleri üzerine yakılmış ağıtlarda mevcuttur.
Abbas Tan:
Konu Alevi- Kızılbaşlarda Rıza Şehri ve Hakikatçılar olunca, tabii ki uzun bir konu, çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor.
Bunu birkaç cümleye ile bir kaç programa sığdırmak mümkün değildir. Öncelikli olarak Rıza Şehri nedir? Alevilikteki Rıza Şehri ne demektir? Bunu anlatmak gerekmektedir.
Ne yazık ki ülkemizde, Türkiye’de hala Alevilik devlet tarafından bir inanç olarak kabul görmüyor. Hal böyle olunca Alevilik Türkiye’de yokmuş gibi görülüyor. Bu durum da biz Alevileri sıkıntıya sokmaktadır. Ama buna rağmen Devlet Aleviliği kabul etmese de, bizi yok saymış olsa da, biz Aleviyiz ve bu yolda yürümeye ve bu öğreti içerisinde yaşamaya devam edeceğiz. Buna da hiç kimse engel olamaz, ancak ne yazık ki devletin, özellikle de cumhuriyetin kuruluşundan sonra çıkan bazı yasalarla, ki bunların başında 677 sayılı tekke ve zaviyelerin sedine dair yasadır.
Bu yasa ile Alevilik yasaklanmış. Hal böyle olunca Aleviler kendilerini ifade etmekten zorlanmışlar. Kendi değerlerini ön plana çıkarmakta zorlanmışlardır. Sıkıntılar yaşamışlardır. Ekranda görüyoruz. Tacım Baba’nın arkasındaki sazlardan, bağlamalardan ve aslında alevilikte olmazsa olmaz o muhteşem bağlamalarda, solda en küçük cura var. Bu curanın gelişine baktığınızda yasaklı Alevilerin, pirlerin, aşıkların sadıkların, rayberlerin, kullandığı o cura bile bir çok şeyi anlatıyor.
Gittiğimiz toplantılarda, panellerde, Konferanslarda insanlar bize sormaktadırlar:
Alevilik nedir?
Kamil insan nedir?
Rıza Şehri nedir?
Bunlara birkaç kelime ile cevap vermekte insan zorlanıyor, hakikaten zorlanıyoruz. Niye zorlanıyoruz? Genelde insanlar en son duymaları gerekeni ilk önce duymak istemektedirler.
O cevabı hemen almak istiyorlar. Böyle olunca da yeterli derecede anlatmak imkanı ortadan kalkıyor. İnsanlar sizin anlatıklarınızdan da tatmin olmuyorlar. Şimdi Rıza Şehri nedir? sorusunu şöyle cevaplayabiliriz:
Rıza Şehri bir yaşam biçimidir, birbirinden farklı yaşam biçimleri vardır. Rıza Şehri yaşam biçimini anlatmadan önce Aleviliği açıklamak gerekmektedir.
Alevilik inançsal, ekonomik , sosyalojik, siyasal, kültürel , bilimsel bir bütünsellik arz eden, günün şartlarına göre de kendisini yenileyebilen bir doğa inancıdır. Doğayı ve canlıyı incitmeden onlarla birlikte yaşamaya biz Alevilik diyoruz. Aleviliği günümüzde bir yol olarak değerlendiriyoruz. Yani Alevilik bir yoldur. Aleviler bu yolun yolcuları, yolun sonu Rıza Şehridir. Böyle tarif edersek biraz daha anlaşılır kılmış oluruz diye düşünüyorum.
Farklı bir örnek verecek olursak:
Her inançta bir hedef vardır, bu hedefe ulaşabilmek için çeşitli ritüeller vardır. Bütün inançlarda bu böyledir. O ritüelleri yerine getirerek insanlar bu hedefe ulaşabilirler.
Türkiye’de genelde çok sık sorulur ve örnekler verilir. Biz örnekler verirken genelde Müslümanlarla iç içe yaşadığımız için İslamiyetten örnekler veririz.
Bunu bir ayrıcalık, inancımızın ilerisinde veya gerisinde gördüğümüzden dolayı ifade etmiyoruz. İçiçe yaşadığımızdan hep mukayese edilmesi istenir.
Hatta ve hatta bir çok yerde Aleviliği islamiyet’in bir alt kolu olarak gördükleri için, ya da öyle görmek istedikleri için farklı tarifler yapıyorlar.
Bizde o yüzden ısrarla Rıza Şehrini anlatırken şunu söylüyoruz:
İslamiyet’de bir hedef vardır. Nedir bu hedef?
Öldükten sonra cennete gitmektir. Bir Müslümanın cennete gidebilmesi için Allah’ın emirlerini yerine getirmesi gerekiyor. Yani Allah’ın emirleri dediğinizde İslam’ın kutsal kitabı olarak kabul edilen Kur’an-ı Kerim’de yazılı olanları Müslümanların harfiyen yerine getirmeleri gerekmektedir. Muhammed peygamberin söylediklerini uygulamak durumundadırlar. Bunları yerine getirirlerse öldükten sonra cennete gideceklerine inanırlar.
Biz buna inanmasak da saygı duyarız. Bu örneği vermem de ki neden inançta bir hedef var olmasındandır.
Alevilikte de hedef doğayı ve canlıyı incitmeden onlarla birlikte yaşayarak Kamil insan olup Rıza Şehrine gitmektir. Yani Rıza Şehri dediğimiz bir yaşam biçimidir. Rıza Şehrine gidebilmek için Aleviler, binlerce yıldır yaşadıklarından örnekler alarak kendilerine göre ritüeller oluşturmuşlardır. Bir gelenek oluşturmuşlardır, bir kültür oluşturmuşlardır. Ve onları yaşamayı hedeflemişlerdir. Günümüzde de Rıza Şehri’ne ulaşabilmek için dört kapı da geçmek gerekir denilmiş.
Bu dört kapı dendiğinde günümüzdeki anlamıyla söylersek, biz bu biçimiyle söylediğimizde zaman zaman tepkide alıyoruz, ama günümüzdeki anlamıyla söylersek bunlar şöyledir:
Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat diye dört kapı söylenmiş.
Şeriat bir hukuk kapısıdır. Bir yola giriştir. Şeriat kapısı dediğimiz, Alevilik’te yola girişte bir yaşantı şekli vardır. Biz bunu ikrar vermekle ve görgüden geçmekle başlatıyoruz.
Tarikat , Marifet ve Hakikata geçtiğimizde biraz daha bunu açacağız.
Hakikat anlayışı insanların yaşantısının son noktasıdır, ki biz buna Rıza Şehri yaşantısı diyoruz.
Kısaca bunu böyle belirteyim. Siz sorduğunuz da yeniden cevaplandırayım.
İlyas Yer: Tabii ki Rıza Şehri’nin günümüze aktarımında mitolojik bir aktarım da mevcuttur. Bunu çeşitli mitolojik söylencelerle günümüze aktarmışlardır. Bu aktarımları benim buradan uzun uzadıya aktarmam bir zorunluluk değildir. Fakat siz isterseniz bunu aktarabilirsiniz.
Ben Rıza Şehri’nin şifrelerini şair kutubi`nin bir şiiriyle aktarmaya çalışacağım.
Şair Kutubi bu şiirinde Rıza Şehri’ni şöyle aktarmaktadır:
Rıza Şehri
Ve bir tabak dolusu nar sundu
Rıza Şehri yabancısı sofu
İstedi ki Gönül Sarayı’nın Sultanı da ondan hoşnut olsundu
lakin, nerden bilsindi ki, burası Şehr-i Rıza iydi.
Ver rıza, al rızalık işler idi.
Bu gönül şehrinin yarenleri
Aşkın narina tutuşup yanar idiler
Değil idi gözlerinde sofunun tabağındakiler
Onlardan var idi ağaçlar dolusu nar
Yoktu önünde bekçisi
Bilirlerdi yangın yeri bahçesi yürekleri
Bilirlerdi, aşkın narında harareti
Daldaki narın kızıllığında değil
Rıza idi tohumu bu narın sebilen
Rızalık idi dem-i mekanda serpilen
Sevgi idi meyvesi bu narın-ortakça sunulan
Rıza ile ateşine yanıp kül olunan
Çün burası Şehri- Rıza idi
Gönül işleri böyle idi
Şair Ktubi`nin bu şiiri bizlere Rıza Şehri’nin şifrelerini vermektedir. Rıza Şehri’nin yaşam biçimine ilişkin ve Alevi-Kızılbaş öğretisinde Rıza Şehri’nin nasıl bir yaşam modeli ortaya koyduğuna dair yeterince veri sunmaktadır.
Size şu soruları yöneltmek isterim:
Rıza Şehri tarihsel bir gerçeklik mi, ütopya mı? Tarihin herhangi bir evresinde yaşandı mı? Kızılbaş-Alevilerde Rıza Şehri bir hakikat mıdır? Rıza Şehri’nin ekonomik temeli nedir, hukuk nasıl işler?
Bunu sormamın nedeni Anadolu’da veya bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde bu hukuk sistemi bir referans olabilir mi? Bir örnek teşkil edebilir mi?
Abbas Tan: Önce şunu söyleyeyim: Rıza Şehri mitolojik bir bilgi, bir ütopya değildir. Geçmişte binlerce yıl verilen mücadelelerle bu Rıza Şehri anlayışı Aleviler tarafından yaşatılmıştır. Ama günümüz ekonomik şartlarında bunun yaşatılması gerçekten çok zor.
Bu konuda Bir çalışma yapmıştım. Biritanya’da Alevi Federasyonu adına bir çocuk kitabı hazırlamıştık, birkaç arkadaşla birlikte. Bir çocuk kitabı, Türkçe ve İngilizce hazırlanan resimlerle beslenen bir çocuk kitabı idi. Belki de Alevilik adına hazırlanan ilk çocuk kitabıydı. Burada Aleviliği değil, Rıza Şehri’ni çocuklara anlatmayı hedeflemiştik. İngilizceden sonra Fransızca’ya da çevrildi. Bu çalışmayı daha daha genişleteceğiz.
Rıza Şehri anlayışı gerçekten de dünyada eşi benzeri olmayan bir inanç biçimidir. Şimdi Rıza Şehri derken biz Rıza Şehri’ndeki yaşantıyı anlatmaya çalışıyoruz. Bunun için az önce ifade etmeye çalıştım bu dört kapı anlayışını insanların bilmesi gerekiyor.
Ne yapıyorsunuz nasıl bir şey istiyorsun ona göre söyleyeyim. Şeriat, tarikat. marifet ve hakikat diye adlandırılan bu kapılar Alevilik’de daha değişik biçimlerde de anlatılıyor.
Rıza Şehrine gitmek için bir eğitim gerekiyor. Ondan dolayıdır ki, biz dört kapıyı tarif ederken diyoruz:
Şeriat ilkokul, tarikat ortaokul, marifet lise, hakikat da üniversitedir. Bu eğitimi aldıktan sonra bir insan ancak ihtisas sahibi olabilir. Olgunlaşır. Biz olgunlaşmaya kamil insan diyoruz. Kamil insanın yaşantısı da işte Rıza Şehri’dir.
Şeriat aşaması dediğimiz ilk aşamayı Alevilik’de şöyle bir örnekle ifade edebiliriz:
Herkes çalışacak, aldığını hak edecek, hak ettiğini de alacak. Buna razı olacak, şeriat aşamasında. Böyle bir yaşam biçimi vardır şeriatta.
Şeriat Alevilik’te şeri at, kötülükleri at anlamında kullanılmıştır.
Tarikat: Tarık eski anlamda yol demektir. Kendi yolunu seç demektir. Kendi yolunu belirlemektir.
Marifet eski dilde Maarif; eğitim demektir. Çok yakın zamana kadar Milli Eğitim Bakanlığı’na Maarif Bakanlığı deniyordu. Milli Eğitim Müdürlüğü Maarif Müdürlüğü deniyordu bizim zamanımızda. Maarif kendini eğitmektir.
Hakikat ise Hakk’la hak olmaktır.,
Biraz önce de belirttiğim gibi şeriat dediğimizde gerici, bağnaz anlamda görülmemesi gerekir. Şeriat aşamasında herkes kendisi çalışacak, kazancını kendisi yiyecek ve başkasının malından mülkünden gözü olmayacak. Böyle bir anlayıştır.
Tarikata geldiğinizde, Aleviliğin İkinci aşamasıdır, bu aşamada musahiplik, yol kardeşliği gerekiyor. Bizim pirlerimiz, mürşitlerimiz bize böyle öğretmişlerdi. Herkes çalışacak iki müsaip iki kardeş çalışacak birbirlerinin eksiklerini tamamlayacaklardır. Birbirlerinin yanlışlıklarını düzelteceklerdir. Birinin hatasında aynı zamanda diğeri de sorumlu olacaktır. Anlayışın bu kadar doruk noktasına çıktığı bir durum.
Üçüncü aşama, marifet aşamasında ise herkes çalışacak kazanacak. Kazancını getirip ortaya koyacak ve eşit pay edecek. Yani ortak üretip eşit pay etme anlayışı vardır. Bu anlayış sadece Alevilerde değil dünyada bir çok siyasi düşünce de vardır, ki özellikle sosyalizmin temel ilkesine baktığınızda hedef ortak üretim, eşit paylaşımdır.
Alevilik bununla da yetinmemektedir. Alevilik ortak üretim eşit paylaşımı dahi adil görmemektedir.
Dördüncü aşama dediğimiz sırrı hakikata erişildiğinde herkes yapabileceği işi yapacak, elde ettiği ürünü ortaya koyacak ve ihtiyacı olan ihtiyacı kadar alacak.
Şimdi Rıza Şehri’nin, sizin de biraz önce nar örneğinde değindiğiniz gibi, özü bu. Bu yaşam geçmişte Alevilerin kırsalda yaşantılarında net bir örnektir. Öyle insanlar bir arada yaşarlar. Biribirlerinin dertlerini, sorunlarını bilirler. Birbirlerinin yanlışlarını görürler. Birbirlerinin eksikliklerini tamamlamak yönünde.
Alevilerin bağlı oldukları Ocak anlayışı, ki o da ayrı bir tartışma konusu, tartışma dediğimiz de muhabbeti zaman zaman o yöne de götürmek gerekiyor, Alevilerin eğitmeni durumunda olan rehberler, pirler, mürşitler bu yolu anlatırlarken bu örnekleri çok net bir şekilde veriyorlardı. Köydeki insanlar ürettiklerini getirip ortaya koyduklarında ve ihtiyaçları kadar olanı aldıklarında depolamaya gerek kalmıyordu.
O zaman paraya pula gerek kalmıyor. Niye? Çünkü herkes üretip ortaya koyuyor, insan ihtiyacını alırsa ondan fazlasına gerek var mı? Yok deniyordu. Böyle bir anlayıştır, işte bu anlayışın adı Rıza Şehridir.
Çok daha değişik şekillerde örneklerle anlatilabilinir Ama daha fazla sıkmadan anlatabilmek için öyle bir örnek gösterdim. Bu anlayış, sınırsız bir dünya oluşturuyor kendiliğinden. İnsanlar köyde çalışırlarken tarla takım derdi olmayacak, sınırlar ortadan kalkmış olacak. Bunları ortada kaldırdığınız vakit, sermayenin inanca da, yaşama da bir etkisi olmayacak.
Ama günümüz şartlarında her şey değişti. Sermayenin dünyada ekonomik politikası bizim işimizi zora soktu, eğer bizim hedefimiz Rıza Şehri ise, Kamil insan olmak ise, hak hukuk adalet anlayışını biz burada hayata geçirebilirsek dünyada ender görülebilecek bir hukuk sistemi, Alevi hukuk sistemi kendiliğinden ortaya çıkmış olacak.
Böylece yasama, yürütme, yargıyı kendi içinde barındıran, siyasetini de, ekonomisine de kültürünü de, sosyolojik yapısını da, darı – didarı kendi içerisinde barındıran bir hukuk sistemi oluşacak.
Dünyadaki bütün ülkelerin kendilerine göre bir hukuk sistemleri vardır. Bu hukuk sistemleri içersinde yaşarlar. Ama Aleviler günümüzde dünyanın her tarafına dağılmışlar, tüm ülkelerde Aleviler vardır. Aleviler dünyanın dört bir yanında kendi aralarında, kendi Alevi hukuk sistemini devletin hukuk sistemi ile karıştırmadan yaşatabilirler.
İlyas Yer: Siz burda bir kısacık soluklanın. Aşık Fuzuli der ki,
Mende Mecnûn’dan fuzûn âşıklık işti’dâdi var
Aşık-ı sâdik menem Mecnûn’un ancak adı var
Aşık-ı sadık Tacım Baba da şöyle der:
Her can çekemez cefayı
Bu bir haldır be güzel dost
Harabat sürmez sefayı
Bu bir haldır be güzel dost
Haram almaz eliyle
Gıyabet edemez diliyle
Yanlış yapmaz beliyle
Bu bir haldır be güzel dost
Her can bu hala gelmez
Hakikat yolun sürmez
İnsani kamil olamaz
Bu bir haldır be güzel dost
Tacımam özüm yanıyor
Kamıl insanı anıyor
Toprak anaya dönüyor
Bu bir haldır be güzel dost
Mesele Rıza Şehri olunca işleyiş açısından hukuk akla geliyor. Hukuk sistemi önemli bir toplumsal mutabakattır. Bu hukuk sistemi Alevi-Kızılbaş toplumda nasıl işliyordu?
Alevi hukuk sistemini acaba bugün yaşamış olduğumuz Türkiye’ye bir referans olarak sunabilir miyiz?
Modern toplumlar, Avrupa toplumları kendi anayasalarında ölüm kavramını, yani idamı daha yeni kaldırdılar. Burada şiddet demeyelim de, bir insanın yaşamının sonlandırılması daha yeni bu modern toplumlarda, bahsetmiş olduğumuz Avrupa ülkelerinin anayasalarında kaldırıldı. Oysa ki Alevi-Kızılbaş topluluğu bundan binlerce yıl evvel bir cana kıymayı kendi hukuk sistemlerinde kaldırıp atmışlardı. Alevi-Kızılbaş toplumunun hukuk sistemine bakıldığında en ağır cezai müeyyide yol düşkünlüğü biçimindeki cezayı uygulamadır.
Alevi-Kızılbaş Toplumu bir cana kıymayı yasaklamıştır. En ağır cezayı müeyyide olan yol düşkünlüğü herhangi bir kimse ağır suç işlemişse, kendisine bu ceza veriliyordu. Tabii ki bu cezaya uğramış herhangi bir kimse yine de gözetleniyordu. Bu kişi kendi toplumu içerisinde tecrite tabi tutulmasına karşın, gözetlenir, onun yeniden topluma kazandırılması ve yol düşkünlüğünden kaldırılma biçiminde uygulanıyordu.
Uyguladıkları cezalarda şiddeti, bir canı ortadan kaldırmayı içermiyordu.
Alevi-Kızılbaş toplumundaki bu hukuk sistemi hangi ekonomik sistem üzerinden kurulmuştu ve bu nasıl sürdürüldü? Lütfen bunu açar mısınız?
Abbas Tan: Birincisi Aleviler binlerce yıldır kırsalda yaşamışlardır. Ve o yaşamış oldukları coğrafyada coğrafi şartlar bunları bir arada yaşamasını zorunlu kılmış. Ve diğer topluluklarda olduğu gibi Aleviler de bir arada yaşarken kendilerine göre yaşamın içerisinde koşullar oluşturmuşlar. Ki bunlara günümüzde biz gelenek diyoruz, ritüel diyoruz, töreler vb. değişik ifadelerle anlatmaya çalışıyoruz. Aleviler kendi içlerinde yaşarlarken bir yandan da ne şekilde yaşamaları gerektiğini ve bunu nasıl hayata geçirebilirler, bunun örneklerini de yaşamın içinde bulmuşlardır.
Az önce saydığım gibi o dört kapı dediğim eğitim aşaması çok uzun yıllar ve deneyimlerden sonra oluşmuş. Kırsalda küçük topluluklar halinde yaşadıkları için Aleviler biribirlerini tanıyor. Bu yaşamları içerisinde kendi içlerinde eğitmenler seçmişler. Bu Yolu anlatabilecek izah edebilecek İnsanlara kendi içlerinde görev vermişler. Biz bunlara günümüzde rehber, pir, mürşit diyoruz. Bunlar Günümüzde çok farklı anlatılıyor ama özünde budur.
Rehberlerimiz, pirlerimiz, mürşitlerimize bir başka ifade ile ocakzade diyoruz. Ocak bilginin kaynağı demektir. Ateşin, duman’ın tuttuğu yer, ateşin yandığı yer, ısıtılan yer demektir.
Ocak anlayışı Alevilerde son derece önemlidir. Ocak anlayışında ocakzadeler, bulundukları yerlerde, kasabada, köyde ya da mezrada, bir arada yaşayan insanları kendi yöntemleri ile eğitiyorlar.
Bu eğitim içerisinde de nelerin yapılması, nelerin yapılmaması gerektiğini az evvel söylemiş olduğumuz hukuk çerçevesi içerisinde belirlemiş oluyorlar. Ki her yapılan yanlışın karşılığına bir yaptırım koyuyorlar.
Günümüzde buna ceza diyorlar, ama Aleviler ceza sözcüğünün kullanmazlar. Bu yaptırımların o günkü şartlarda yerine getirilmesi gerekir. Ancak yapılan hatanın, yapılan yanlışın tekrarlanmaması için de cemlerde (yapılan toplu ibadetlere cem deniyor) önce o yola girerken birbirine ikrar vermesi gerekiyor. Yani söz vermesi gerekiyordu. Bu yolun kurallarına göre yaşamayı kabul ediyorum demekti. Toplumun huzurunda bu sözü veriyordu.
Her Alevi bulunmuş olduğu toplumun huzurunda görgüden geçiriliyordu. Geçmiş bir yılın hesabını veriyordu. Hiçbir başka toplumda görünmeyen uygulanmayan, bir uygulamadır. Bir insan bir yıllık zaman dilimi içerisinde gelip kendisini topluma sunuyor. kendisini topluluğun huzurunda hesap vermeye hazırlıyor. Orada yapılan yanlışlardan dolayı yaptırımların karşılığında iki tane affı olmayan, bugünkü ifade ile ceza uygulanıyordu. Bunlardan biri cana kıymak, diğeri ise zina yapmaktır.
Alevilik’te çok eşlilik de zina sayılıyordu. Nasıl ki bir kadın birden çok eşle bir arada olamayacağı gibi, bir erkeğin de birden çok kadınla birlikte yaşamasının Alevi öğretisinde yeri yoktur. Ki buna günümüz ifadesi ile zina deniyordu.
Alevi öğretisinde yeri olmayan ikincisi bir durum ise belirttiğim gibi cana kıymaktır. Aleviliğin en ağır yaptırımı zina ve cana kıymaya yöneliktir. Böyle bir anlayış hala günümüz öğretisinde devam ettirilmeye çalışılıyor.
Ama az önce ifade ettiğimiz gibi Aleviler dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Kendi inançlarını kendi kültürlerini köydeki gibi, kırsaldaki gibi, kentteki gibi yaşayamadıkları için değişik güçler bunu da dejenere etmeye çalışıyorlar. Aslında asimilasyon politikasının örneklerinden birisi de budur. Ama biz Aleviler bunun aşmaya çalışıyoruz.
Yine kendi yolumuzun kurallarını yürütebilmek için de mücadele veriyoruz. Günümüzde de inancımız gereği cana kıyılmaz. Bu anlayış özellikle devlet dini olan inançların kendi kuralları içerisinde yaptırımlar ile karşı karşıya getiriyor Aleviliği.
Ama Alevilikte kesinlikle ve kesinlikle cana kıyma yoktur. O yüzden de diğer ülkelerdeki idamlara karşı Aleviler her zaman karşı olmuşlardır. Bu doğanın kanunlarına bile aykırıdır. İdam veya cana kıymak doğanın kanunlarına bir defa aykırıdır. Devletlerin yasalarına değil, doğanın yasalarına aykırıdır. Alevilik bir doğa inancı olduğu için de doğaya karşı yapılan her şeyi suç kabul eder. Kısaca böyle ifade edebilirim.
İlyas Yer: Tabii ki Kızılbaş-Alevi toplumunun Binlerce yıl yaşamış olduğunu yaşattığı bu yaşantıyı hukuk sistemini kısa bir zaman dilimi içerisinde burada aktarmak mümkün değildir. Amacımız bu mevzuyu yeniden gündeme getirerek toplumun gündemine sunmak, bu meseleyi gözler önüne sermektedir.
Alevi-Kızılbaş toplumunun bu hukuk sisteminin nasıl uygulandığı, uygulandığını uygulamalarını yeniden güncelleyerek topluma bir referans yolu gösteriyoruz. Kaynak gösteriyoruz. Bu meselelerle ilgilenmek isteyenler ilgilenebilirler. Yaşamış olduğumuz Avrupa toplum aydınları açısndan, aslında burada konuştuklarımız her bir mevzu birer tezdir, üzerinde düşünülmesi ve tez konusu yapılması gerekmektedir. Avrupalılar kendi dışındaki toplulukları ilgiyle izler ve gelirler onların yaşantıları, hukuk sistemleri ve geçmişleri üzerine tez hazırlarlar.
Maalesef bizim coğrafyada bu yok. Buna ilgi duymazlar. Hatta bu toplumu tanımak istemezler. Bu denli kör bir toplum. Kapı komşusunu tanımıyor. Bu toplum nasıl yaşıyor? Onun uygulamaları nedir? Kültürü nedir? Bu toplumun doğrudan tanımayı bir tarafa bırakalım, hatta bu toplum için farklı algılar içerisindedirler.
Bizim, tabii ki bu kısacık zaman dilimi içerisinde, binlerce yıl kendi kültürel varlığı ve hukuk sistemi ile yaşamış bir toplumu anlatmamız mümkün değildir. Bu kısacık zaman dilimi içerisinde bir öğrettiyi dinlendirilmiş oluyoruz. Burada bu topluma bir ışık olabilir mi? Bu Kızılbaş-Alevi toplumunun Riya Heq dedikleri, yolun, gerçeğin peşindekiler. Türkçe’ye tam olarak çevirirsek Aydınlık Yol, Gerçeğin Peşindekileri anlamak isteyenler bu mevzu ile İlgilenebilirler, biz ilgilenmek isteyenlerin dikkatine bir nebze de olsa sunmaya çalıştık.
Tekrardan bizim aşık-ı Sadık Tacım Baba’ya dönelim. Bakalım kendi bağlamasın da ve deyişlerinde bize ne okuyacak?
Hak yolu bir nurdur sönmez
Kimler ne der ise desin
Hakikati varan dönmez
Kimler ne der ise desin
Dört nesneye inananın
Hakikata güvenenin
insanlıkla sevinenin
Kimler ne der ise desin
Bu dogada vardır yerim
İnsani kamiller pirim
Der Tacımem doğa kerim
kimler ne der ise desin
Bu coğrafyada yaşayan bu kadim toplumun özelliklerini anlattıktan sonra Hakikatçılar mevzusuna girelim. Tabii ki Hakikatçılar konusu da başlı başına bir konu, bu meseleyi de kısacık zaman dilimi içerisinde aktarmak, konuşmak mümkün değildir. Biz dilimiz döndükçe ana başlıklar halinde Kızılbaş-Alevi toplumunda Hakikatçıları anlatmaya çalışalım. Yakın tarihimizde yaşanan, öyle çok da uzak bir tarih değil, Alevi-Kızılbaş topluluğu içerisinde Hakikatçılar grubu oluşmuş ve bu yolu sürdürmüşlerdir. Program konuğumuz aşık-ı Sadık Tacım Baba’da Hakikatçılar yolunun sürdürücülerindendir. Bu yolu takip eden aşık-ı sadıklarımızdandır. 1800’lerin ortalarından 1800’lerin sonlarına doğru yine büyük Dersim coğrafyasında ortaya çıkmış ve iç toroslara doğru yayılan, yaşayan tanıklarıyla bu yolu sürdüren bir yaşam biçimi. Buna akılcı bir yaşam da diyebiliriz. Alevi-Kızılbaş inancı içerisinde en yüksek mertebeye varmış bir yaşam da diyebiliriz. Buradan size şöyle bir soru yöneltmek isterim.
Hakikatçılar ne demek?
Hakikatçılar nereden doğdu?
Tam olarak yaşayan kişileri, yaşatan kişileri isimleri ile bize aktarabilir misiniz?
Abbas Tan: Biraz evvel yaptığım açıklama bu soruya cevap niteliğindeydi. Çünkü Hakikatçıların yaşantısına biz Rıza Şehri diyoruz.
Rıza Şehri’ne sizin de başta söylediğiniz gibi bir gezginin gidip orada ‘nar alması’ mitolojik bir bilgiyle küçük bir mesajdır. Bu olgunluğa ulaşılmadan, kamil insan olunmadan Rıza Şehrine gidilemiyor. Hakikatçı olunamıyor. O yüzden bize de zaman zaman soruyorlar. Hakikatçı nasıl olunur? Rıza Şehri’ne nasıl gidilir?
Ben de bu soruya cevap ararken kendimce şöyle bir cevap buldum:
Rıza Şehri denen kente
Yol bilmeyen gidemezmiş
Edep erkan yol bilmeyen
Kamil insan olamazmış
Elin, dilin, belin olsun
İnsanlıkta gözün olsun
Meclislerde yüzün olsun
Kalmak için girmek gerek
Para yoktur, pul gerekmez
Muhabbette usanılmaz
Büyük ve küçük aranmaz
Girmesini bilmek gerek.
Üretenler paylaşırlar
Mutluluktan uçuşurlar
Üzüldükçe gülüşürler
Gülmesini bilmek gerek
Çarşı pazar gezilirken
Güzellikler sergilenir
Var olanla yetinilir
Yetinmeyi bilmek gerek
Kazancımız hepimizin
Sergilenmiş gönlümüzün
Çiçek açmış bahçemizin
Güllerini bilmek gerek
Abbas Tan kamil olsaydı
O mekanı bir görseydi
İnsan kıymeti bilseydi
Kıymet ile gitmek gerek
Rıza Şehri’ni her Alevi kendisine göre İfade eder, tarif etmeye çalışır. Tabii ki Hakikatçı anlayış, kamil olma anlayışı Alevilikte doruk noktasına ulaşmaktır.
Az önce söylemeye çalıştığımızı yeniden tekrarlamak gerekirse Hakikatçılıktan mal mülk ortadan kalkmış oluyor. Ki biz bunu geçmişte Alevilerin, Alevi İnanç önderlerinin, kanaat önderlerinin, aşıkların, aşık-ı sadıkların sözlerinden de anlıyoruz.
Yakın tarih dediğimiz günümüzde, sizin de belirttiğiniz 150-200 sene evveline baktığımızda Börklüce’nin, Şeyh Bedreddin’in, Torlak Kemal’in verdikleri mücadeleye baktığımızda görüyoruz ki, orada da yapılan bir haksızlığın ortadan kaldırılmasım mücadelesidir. Yani birlikteliğin, eşitliğin olması için bunlar canlarıyla bedel ödemişler.
O dönemde bir mücadele verilmiştir. Ondan evvel Hallacı Mansur’un verdiği mücadeleye baktığınızda inançsal bir mücadeleden ziyade ekonomik ve sosyolojik, kültürel bir mücadeledir. Yani Hakikatçılar mücadelesi binlerce yıl evveline dayanmaktadır. Ama özellikle son dönemlerde 1850’lerden sonra sizin de ifade ettiğiniz gibi, Dersim’den bir Baba Mansur ocağı mensubu Süleyman Araboğlu bu bölgede (Sivas, Kayseri, Malatya, Maraş) bir mücadele verir.
O günkü Dersim’de ocakların kendi içindeki sorun ve sıkıntılardan kaynaklı olmalı ki orada barınamaz. Ve bu düşünceyi hayata geçirmekte zorlanınca Sivas’a gelir. Sivas’ın Kangal İlçesi’nde Mescid diye bir köye yerleşir. Ve o bölgede bu çalışmayı başlatır. Yeni, yeni insanlar bir takım mal mülk sahibi olmaya başlamışken, yani mesele mal mülk, üretim takımlarının ortadan kaldırılması olunca Süleyman Araboğlu’nun Hakikatçı anlayışı tepki alır. Ve yeni, yeni zengin olmaya başlayan (o günün şartları itibariyle söylersek) Aleviler tepki gösterirler, Arapoğlu Kangal’ın Mescit Köyü’nü terk etmek zorunda kalır. Kardeşi ile birlikte Sivas’ın Gürün ilçesine gelir. Gürün İlçesi’nde çok yakın olduğundan dolayı Kayseri’nin Sarız İlçesi’ne bağlı olan Kırkısrak Köyü’ne gelir, yerleşir.
Bu anlayış bir taraftan Sarız’ın Kırkısrak, Dallıkavak, Örtülü, Söbeçimen köylerinden yavaş, yavaş gelişirken, diğer taraftan yine Gürün’den daha doğuya doğru gittiğimizde Malatya-Akçadağ bölgesine doğru da bu öğreti yayılmaya başlar. Ve Ali Dumke denilen, ki o gün o bölgenin sayılı kişilerinden biri, bu anlayışı kamuoyuyla paylaşmaya çalışır. Akçadağ’ın Dumuklu Köyü var. O köyde başlar çalışmaya. O bölgede de bir taraftan bu yaşam biçimi geliştirimeye çalışılır. Tabii ki Sarız’ın Kırkısrak Köyü’nde ekonomik gücü de yerinde olan Şıxhmamo, diğer bir adıyla Memkê Kose kendi akrabalarıyla aralarındaki tarla takımı kaldırmakla başlar bu işe. Hayvanlarını biribirine karıştırırlar, artık senin benim değil, herkesindir. Kendi aralarında iş bölümüne giderler, imkanı olan tarımla uğraşır, imkanı olan hayvancılıkla uğraşır, becerebilen koyunları otlatırken, diğeri kuzuları otlatır. Ev yapılacaksa ustalar gelir evi yapar, diğerleri işçiliğini yaparlar ve o ev ortaklaşa yapılır. Ve bu anlayış giderek gelişmeye başlar.
Hemen yakınlarında Dallıkavak Köyü var. O köylüler bu işe girer, yine Sarız’ın Örtülü ve Söbençimen köylerindeki insanlar bu işe girerler. O dönemde Sakallı Haydar Bayrak Dallı Kavak’tan bu işin son dönemlerdeki öncülerinden olur. Söbecimen’de Ap Seydo vardı, Kırkısrak’ta Kino, Kiso gibi insanlar var. Bunlar geliştirmeye çalışırlar bu hayatı, bu yaşam tarzını.
Diğer taraftan da o bölgede mal mülk sahibi olanlar, yeni, yeni zenginleşenler bu anlayışa karşı gelmeye baslarlar. Hakikatçıların bu anlayışının gelişmemesi için önlerini kesmeye çalışırlar. Fakat bu öğreti Sarızla sınırlı kalmaz. Ve daha güneye doğru Kahramanmaraş’ın Göksun, Afşin ilçelerine ve oradan Elbistan, Nurhak`tan Maraş Pazarcık`a kadar uzanır.
Ve Pazarcık’tan Türkoğlu’na , Hatay’ın Kırıkhan İlçesi’ne kadar oldukça geniş bir yelpazede bu mücadele verilir. Bu belli bir süre gider. Özellikle Pazarcıklı Ali, ki Kahramanmaraş’ın Pazarcık İlçesi’nin Çigli Köyü’nde büyük bir mücadele verilir. Değişik köylerde mücadele yürütülür. Mücadelelerle hayat bulmaya çalışırlar. Daha sonraki dönemlerde Elbistan bölgesinde Ali Hakiki çıkar, sonra Melülü çıkar (O bölgede Karaca Amca). Yine Sarız’da son dönemde ismini çok bildiğimiz, duyduğumuz Aşık İIbreti vardır. İbrahim Erdem bu yolun devaminda söz sahibi olanlardandır, Sakallı İbiş, ki ben bunların tamamına yakınını (Ali Haki Baba’yı) bilmiyorum, ama onun dışında Melüli, İbreti, ibrahim Erdem, Sakkali İbis, Mücrimi bunların hepsi evimize mihman olduar, hizmet ettim. Küçük Haydar Bayrak, Hacı Bayrak iyi bir ağabeyimiz dostumuzdu, bunlarla bir arada olduk.
Bu anlayış ne yazık ki günümüzde yürütülemedi. Niye yürütülemedi?
Az önce ifade etmeye çalıştık. Bir yandan mal mülk sahibi olunur iken, öte taraftan şehirlere doğru, şehirlerden başka ülkelere yayılma başlayınca sermaye, ekonomik güç bu yaşantının engelleyicisi oldu. O yüzden de hayat bulmadı, devam ettirilemedi. Günümüzde birçok insan Alevi Hakikatçılığını benimsemiş, ama büyük bir kısmı için (beni bağışlasınlar) sözde Hakikatçılardır.
Çünkü Hakikatçılık ben Hakikatçılığı seçtim demekle olmuyor. Biraz önce de ifade etmeye çalıştım, o temel eğitimi almadan, Alevi hukukunu yeterince bilmeden Hakikatçı olunmaz. Daha ileriye gittiğinizde Aleviliği bilmeden olmaz. Şimdi zaman zaman bizim aşıklarımız, sadıklarımızın okudukları nefeslere baktığımızda Alevilikten o kadar çok uzaklaştılar ki, Aleviler Alevilikten uzaklaştırıldı. Bu sistemin bir dayatmasıydı. Bizler de Aleviliği yeterince anlayamadık. Alevi-Kızılbaş toplumunun ritüelleri değiştirildi. Yani hakka yürüme erkanları, cenaze namazlarına dönüştürülünce, Hakk anlayışı, Tanrı anlayışına, oradan da Allah anlayışına dönüştürüldü. Bunların hepsi konuşulması gereken konular olduğuna inanıyorum.
Nefeslerimiz de bakıyorum zaman zaman en yakın dostlarımız dahi “halla halla” ile “Allah Allah”ı biri birbirinden ayırt edemiyorlar. Beni bağışlasınlar, ben Hakikatçıyım demelerine üzülüyorum. Aleviliğin bu kadar önemli saydığı bir konuyu, Hakikatçılığı bu kadar basite indirgememek gerekiyor.
İlyas Yer: Tabiki Alevi-Kızılbaş toplumunun yığınla sorunu vardır. Geçmişten günümüze uzanan sorunları. En az Yavuz’dan bu yana süren ciddi sorunları vardır. Bu topraklarda ciddi soykırımlar yaşamış bir Alevi-Kızılbaş topluluk. Dağlara sürülmüş, nefes aldırılamamış bir toplumdan bahsediyoruz. Aslında bugün de hala bu sürdürülmektedir.
Sistem tarafından paramparça edilmiş onun değerleri ile oynanmış, asimilasyona tabi tutulmuş, bu nedenle de yığınla sorunları olan bir toplum. Alevi-Kızılbaş toplumunu bugüne taşıyan ocak sistemi kendisini zor koşullarda var edebilmiş ve bu nedenle de sorunlar yaşamaktadır. Bu nedenle de Alevi-Kızılbaş toplumunun kültürel yapısı ciddi bir revizyona uğramıştır. Alevi-Kızılbaş toplumunun ritüellerinden tutalım da kullanmış olduğu kavramlara kadar değişime uğramıştır.
Büyük Dersim coğrafyasından bahsediyoruz. Kızılbaş-Alevi toplumunun ana yurdundan.
Gelişmiş Avrupa ülkelerinde henüz iltica yasası çıkmadan Alevi-Kızılbaş toplumunun ana yurdunda iltica yasası uygulanmış. Kendisine sığınan başka toplulukları, başka insanları korumuş ve onları iade etmemiştir. Bext dediğimiz kavram Kızılbaş-Alevi toplumunun iltica kavramıdır. Görülüyor ki Kızılbaş-Alevi toplumunun kendi hukuk sistemi içerisine ta o dönemde Bext/iltica yasasını koymuş görünüyor ve bunu uygulamış da. Tarihte sayısız örnekleri mevcuttur. Kızılbaş-Alevi toplumunun bext’e gireni, sığınanı bu toplum vermemiş, iade etmemiştir.
Bunu uygulayan bir toplumdan bahsediyoruz. Tabii ki bu toplumun son derece ciddi problemleri ve sıkıntıları bulunmaktadır. Elbette ki bu sorunları aşmak bir yönüyle mümkündür. Alevi-Kızılbaş toplumunun ileri gelenleri ocak sahipliği, kanaat önderliği, entellektüelleri, akademisyenleri bir araya gelerek bir konsensüs yoluyla bu sorunlarını aşabilirler. Kızılbaş-Alevi toplumunun aydınları, yol hizmetçileri, düşünürleri sanırım bu sorunlarına kafa yoruyorlardır. Bizim ve bizim gibi kimselerin yıllarca birikmiş sorunları ekranlarda masaya yatırabilmemizin olanakları bulunmamaktadır.
Belkide ilerki dönemlerde Alevi-Kızılbaş toplumunun akademisyen dünyasındaki ileri gelenlerini bu ekranlara konuk edeceğiz. Özellikle Alevi-Kızılbaş toplumunun ocak sistemine ilişkin Turabı Saltık dostumuzun ciddi çalışmaları söz konusudur. Bir nebze katkı olması açısından Turabı Saltık canımızla da Kızılbaş-Alevilerde ocak sistemine ilişkin bir program yapmayı düşünmekteyiz. Kendisi de Sarı Saltuk ocağına bağlı önemli bir aydın yazar dostumuzdur.
Önümüzdeki dönemde yeniden sizi Komünar-TV ekranlarına konuk ederek Alevi-Kızılbaş toplumunda ocak sistemi üzerine bir söyleşi düzenleyebiliriz.
Çünkü bakıldığında büyük Alevi-Kızılbaş toplumunun tüm ocakları Dersim coğrafyasında bulunmaktadır. Ve bu mesele önem arz etmektedir. O açıdan Alevi-Kızılbaş toplumunu bin yıllardan bu yana Alevi-Kızılbaş toplumunu bugünlere taşıyan bu ocak sistemini konuşmadan olmaz.
Hatta şöyle diyebilirim: Büyük Dersim coğrafyası öyle bir alan ki, Alevi-Kızılbaş toplumuna ilişkin bir şey aranmak istenirse, o coğrafyada bulmak mümkündür. Alevi-Kızılbaş toplumunda Kırklar Semahı, Kırklar Cemi önemli bir Semahtır. Bazı kimseler Kırklar Semahı’nın döndüğü yeri başka coğrafyalarda aramaktadırlar. Halbu ki, Dersim coğrafyasında Kırklar Dağı vardır. Bu dağa bu ismin verilmesi sebepsiz değildir. Bunu söylememin sebebi, Anadolu’ya dağılmış, serpilmiş, aslında bugün dünyaya yayılmış Alevi-Kızılbaş topluluğun ana köklerine, ana yurduna yoğunlaşması ve kendi köklerini arayabilecekleri bir alan olması açısından dikkat çekiyoruz.
Bu coğrafyada bulunan Kırklar Dağı’nı anlatığımız vakit Kırklar Semahı’nın belki de bu coğrafyada vukku bulduğunu göreceğiz.
Demek istiyorum ki, özünü arayanların, hakikatin peşindekilerin yoğunlaşması gereken bir büyük Dersim coğrafyası orta yerde duruyor. Bu alan üzerinden yoğunlaşabilirler. Ana başlıklar üzerinden topluluğa bir mesaj vermeye çalışıyoruz. Toplumun dikkatine sunuyoruz.
Buradan tekrar aşık-ı Sadık Tacım Baba’ya dönelim, onun nefesinden bağlanmasından bir Alevi-Kızılbaş nefesi dinleyelim:
Gelin Doğayı yormayın
Hesabını sorar bir gün
Börtü böceği öldürmeyin
Hesabını sorar bir gün
Börtü böceği kırmayın
hesabını sorar bir gün
Yaşam bir Doğa kuralı
Derdi dermanı sıralı
Orman kuşları Yaralı
Hesabını sorar bir gün
Tacım Baba böyle inanır
Doğan her güne güvenir
Doğru olanı savunur
hesabını sorar bir gün
Doğa hesabını sorar bir gün
Kızılbaş-Alevi toplumunun aşıkları konuştuğu zaman önemli mesajlar verirler. Bugün dünyamız ekolojik sorunlarla cebelleşmek de. Bugün dünyada doğa meselesi, ekoloji meselesi gündemin birinci sırasını işgal etmektedir. Burada da görüldüğü gibi Alevi-Kızılbaş toplumu kendi inanç sistemi içerisinde doğaya karşı hoşgörülü, börtü böceğe dokunmayan bir anlayış içerisindedir. Doğasına ve börtü böceğine kutsallık ad etmiştir.
Burada bir anekdotu anlatmama müsaade edin lütfen.
“Büyüklerimiz biz çocukken bize derlerdi ki, perşembe akşamı balıklara dokunmayın onlar Munzur’da Sema dönüyorlar.”
Burada da görüleceği üzere Alevi-Kızılbaş inancında yeni doğmuş bir çocuğa bu eğitim verilmektedir ve o çocuk bu eğitimi alarak büyür. Burada da görüleceği üzere Alevi-Kızılbaş topluluğu canlıya bir kutsallık atf ederek aslında onu korumaya alıyor, onu koruyor.
Kendi inanç sistemi içerisinde doğaya, börtü böceğe karşı saygılı olmayı getirmiştir. Bir doğa inancı olmasının temeli de burada yatmaktadır.
Aşık-ı sadık Tacım Baba da okumuş olduğu bu güzel nefeste bu inancın doğaya karşı korumacı yaklaşımını bir şekilde ifade etmiştir.
Bugün dünyamız ciddi ekolojik sorunlarla karşı karşıyadır. Doğayı çok ciddi tahrip ettiler. Halbuki bu meseleye binlerce yıl evvel dikkat çekmiş o coğrafyanın çok kadim bir topluluğu olan Alevi-Kızılbaş topluluğu. Aslında devletler, toplumlar öğrenmek istemiş olsalar uzak değil, yanıbaşındaki Alevi-Kızılbaş toplumunun binlerce yıl evvel bu meselelere işaret ettiğini görebilir. Aslında Alevi-Kızılbaş toplumunun yaşantısında, anlatımında, felsefesinde kültüründe birçok şey gizlidir, yani başındaki topluluklar bu alana, bu topluluğun kültürel yapısına başvurmak istedikleri zaman, bu alanda, bu toplulukta çok şey öğrenmiş olacaklardır.
Bulunmuş olduğumuz Avrupa ülkelerinde 68 kuşağının aydınlarının, düşün insanlarının 1973 senesinden bu yana Avrupa’nın birçok ülkesinde komün köyleri oluşturmuşlar, kurmuşlar. Ben de bu kurulan köylerden birkaçını gezdim. Kendi gözlerimle gördüm, yaşantılarına tanıklık ettim. Tabii ki müthiş bir şey. Orada uygulamada ortak üretim, ortak paylaşım söz konusudur. Bir de kendilerinin oluşturmuş oldukları hukuk sistemi içerisinde alacakları veya uygulayacakları kararları bir konsensüs ile alırlar.
Konsensüs sağlanmadan hiç bir karar almamaktadırlar. Çoğunluğun kararına baş vurmazlar ve çoğunluğun kararını uygulamaya koymazlar. Konsensüsün sağlanması için uzun süreli ikna metoduna başvururlar. Alacakları herhangi bir karara itiraz eden üyenin de mutlaka onayını almaya çalışırlar, onun onayını almadan uygulamaya koymazlar. Böyle bir uygulama bu komün köylerinde sürdürülmektedir. Bu da tabii ki günümüz koşullarında uygulanıyor olması dikkate deger bir durumdur. Başlı başına konuşulması gereken bir konudur.
Şunu sormak isterim:
O tarımsal dönemde (henüz ortada gelişmiş modern tarım araç ve gereçlerin olmadığı bir ortamda) Alevi-Kızılbaş toplumu ve hakikatçıların mücadelesi bugünkü modern komün toplumuna tekabül ediyor. Anlatımlarınızdan bu anlaşılmaktadır.
Şuraya gelmek istiyorum. Yine aynı topraklarda, aynı coğrafyada yakın zamanda Ovacık deneyi olarak kamuoyunun da ilgisini intikal eden deneyi siz nereye koyuyorsunuz?
Bunun geçmiş ilişkilerle bir bağlantısı var mıdır?
Çünkü yine aynı coğrafyada, aynı topraklar üzerinden kurulduğu ve etkisi bu alanlar üzerinden dışa yansıdı. Ovacık deneyinde de ortakça üretim, ortakça paylaşım, sağlıklı gıda gibi temel meseleler işlendi ve bunu önemsiyorlar. İmece usulü bir çıkış gerçekleştirdiler. Yine aslında kökleri bakımından aynı toprakların insanları, ama bu sefer emek üzerinden böyle bir girişimde buluna bildiler. Buradaki bu uygulamaya baktığınızda Alevi-Kızılbaş toplumunda süregelen bu anlayışın etkileri sizce de olmuş mudur?
Buradan topluma nasıl bir mesaj verebiliriz, vermek istersiniz?
Abbas Tan:
Tabii ki her şeyden önce Ovacık’ta yapılan örnek alınacak bir davranış, bir uygulamadır. Tabii ki bu uygulama geçmişte bu anlayışa sahip olanlar tarafından da sempati ile karşılandı. Kooperatifçiliğe baktığınızda dayanışmaya, köylerde ki imeceye baktığımızda , Aleviliğin olmazsa olmazlarından bakılarak hayata geçirilmiştir. Doğrudur. özellikle Dersim’de, Ovacık’ta tarımsal alanda bu birlikteliğin başlatılmış olması öğreticidir. İyi bir karardır bunun sadece Dersim’de, Ovacık’la sınırlı kalmaması lazım. Ben hasbelkader bir çalışma yaptım. Türkiye Alevi Köyleri diye bir çalışmam var. Türkiye’de 73 vilayette 4708 tane Alevi köyü tespit etmiştim, o kitabımı da yayınladım. Ve bu köylerin büyük bir kısmını da gezdim. Gezip gördüğüm köylerde Alevilerin yaşantılarını gördüm. O yaşantıda nelerden alınarak bu hale geldiklerini de gördüm. Demek ki Alevi öğretisi az evvel söylediğimiz çerçeve içerisinde yasama-yürütme-yargıyı kendi içerisinde barındırırken hem sevgiyi hem muhabbeti, doğayı hepsini birden bir potada eritmiş, teke indirmiştir .
O yüzden Aleviliğin bir doğa inancı olduğunu söyledim. Alevilik’te az önce söylediğim üzere ritüeller değiştirildi derken oraya da değinmek istemiştim, Alevilik’te bir defa devriye anlayışı vardır. o yüzden börtü böcek, doğa canlı Aleviler için birdir.
Aleviler varlığını birliğini temel esas almışlardır. O yüzden yaşam hakkı açısından hayvanla insan arasında bir fark yoktur. Büyükle küçük arasında bir fark yoktur. Bunu aşıklar, sadıklar kendi deyişlerinde, nefeslerinde hep dinlendirmişlerdir. Ama zaman çok fazla olmadığından bunu şu an dillendiremiyoruz. Zamanı çok iyi kullanmak gerekiyor. Ama bizim aşıklarımız, sadıklarımız söyledikleri nefeslerin içerisinde her şeyi anlatıyorlar. Biraz evvel Tacım Baba’nın anlattığı gibi. Çünkü bizde devriye vardır, o devriyde de Devri daim, Devrin asan olma düşüncesinin sadece Alevilere değil, bütün insanlığa anlatılması gerekiyor. Eğer bir devri dayım anlayışını, varlığın birliğini, ya da vardan varoluşçuluğu çok iyi kavrarsak, o zaman insanlar arasındaki bu ayrımı da kaldırmış oluruz. Ve o Hakikatçıların sınırsız bir dünyada sınırsız bir toplum mücadelesi anlayışını siyasiler elimizden aldı, kullanıyorlar. Dünyanın her tarafına dağılmış Aleviler Aleviliği hukuk sistemini gittikleri her yerde yaşatmaya çalışıyorlarsa bizim dememiz gereken bir şey vardır. Dünya benim ülkem, tüm insanlar kardeşimdir sloganımız daha iyi yerini bulur. Bunu bizim dervişlerimiz gezdikleri yerlerden öğrendiklerini bir başkalarına anlattılar. Ben de dedim ki, keşke ben de derviş olsam:
Derviş olsan bir gün yollara düşsem
Dertli olanların derdini deşsem
Derde derman olan ilacı bilsem
Dervişlik hırkamı alır yürürüm
Mutlu olup gökyüzünde dolaşsam
Yağmur olup yeryüzünü ıslatsam
Bitki olup insanları beslesem
Dervişlik hırkamı alır yürürüm
Güneş olup her tarafı parlatsam
Ateş olup üşüyeni ısıtsam
Hastalara deva şifa dağıtsam
Dervişlik hırka mı alır yürürüm
Temiz hava alıp akıl dağıtsam
Beyinle yüreği harman eylesem
Rıza Şehri diye yolu gözetsem
Dervişlik Hırkamı alır yürürüm
Sevgiyi satacak dükkan eylesem
Bilgiyi alana kelam söylesem
Abbas Tan bu yolu hedef eylesem
Dervişlik hırkamı alır yürürüm
Bu yürüyüşüm benim yaşamım boyunca devam edecektir. Umarım Tacım Baba’nın sözleri ile bütünleşir. Ve ben de bizi izleyen tüm canlara, tüm dostlara Alevice bir yaşam diliyorum.
Aşk olsun bizi dinleyenlere.
Aşk olsun size.
Aşk olsun hepimize.
Tacım Baba
Hava ile toprak anam
Çözün canlar manasını
Su ile güneştir babam
Çözün canlar manasını
Zaten vardan var olmuşuz
Nice evrimler görmüşüz
Sıfatı insan bulmuşuz
Çözün canlar manasını
Der Tacımam amman amman
Cehaletle halim yaman
Doğadır sahibi zaman
Çözün bunun manasını
Aşk ile.
20 Ekim 2020
İlyas Yer
Düzgün Baba Mekanı ve dikilen/sökülen(!) Hasret Gültekin anıtı tartışmaları üzerine
Dersim kültür coğrafyasında yaşanan Raa Haq/ Alevi-Kızılbaş İnancı, ocak sistemi üzerine kurulu talip-pir-mürşid, mısayıp, kirva kurumsallıkları üzerinden yürüyen bir sosyal sistem olarak bugüne kadar gelmiştir. Kemerê Duzgıni (Duzgı Bava) gibi kutsal mekanlarda yürütülen inanç ve ibadet, tarih boyunca bu sosyal dokunun hukuk sistemine göre yürütülmüş, düğünü, cenazesi, kavgası, barışı aklınıza gelebilecek her sosyal eylemi böylesi bir hukuk sistemi çerçevesinde yaşanmıştır.
İslamcılığın ve Türkçülüğün saldırıları altında, katliamlar, savaşlar arasında ayakta kalmaya çalışan Dersim, son yüzyılda büyük tahribatlara uğramış,´38 öncesi başlayan çözülme ´80 sonrası ivmelenerek sürmüştür. Günümüz de ise artık bu sistemin, yani Kırmanciye sosyal isteminin ekseni önemli ölçüde çözülmüş, Ocakların ve diğer yol taşıyıcılarının yaptırım gücü önemli ölçüde yitirilmiştir. İnanç mekanları zamanla Raa Haq mana dünyasının dışındaki politik güçlerin toplum üzerinde etki sağlama mücadelesinin ve şahsi çıkar peşinde koşan çevrelerin rant ve prestij elde etme alanları haline getirilmiştir. Raa Haq inanç sistemine dayalı hukukun en güçlü ayağı olan rızalık mercii de el değiştimiş, ocakların yerini ideolojik-politik yapılanmalar, siyasi partiler ve bunların etki çemberi içindeki dernekler, iş adamları vb. almıştır. “Rızalık” artık bu çevrelerden sorulur ve alınır hale gelmiştir.
Sivas Katliamı şehitlerini temsilen Duzgı Bava Mekanı´ında dikilmek istenen Hasret Gültekin anıtı olayının da bu bağlamda ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Son günlerdeki talihsiz gelişmeler ve bunları takip eden tartışmalar, inanç mekanlarını idaere ettiğini iddia edenlerin Raa Haq İanç bütünselliğinin manasıyla aralarındaki mesafenin ne ölçüde açıldığını da su yüzüne çıkarmıştır. Karar vericiler (Cem Evi yönetimi ve anıt projesinin sahipleri) Kemerê Duzgı gibi mekanların Dersimlilerin ve diğer Alevilerin manevi dünyasındaki önemini idrak edememiş, bu kutsal mekanın inanç bütünselliğı içindeki doğallığına aykırı atılan her adımın er ya da geç geri tepeceğini, insanların yüreğinde nasıl bir yara açabileceğini idrak edmemiştir. Projeye onay vermesiyle Düzgün Baba Cem Evi Dernek Yönetimi yanlış bir karar almıştır. Projenin hayata geçirilmesi sürecindeki tutumu verdiği kararla uyumluluk arzetmektedir. “Haberimiz yoktu, bizden önceki yönetim tasarrufuydu” gibi açıklamalar gelişmelerin seyri takip edildiğinde inandırıcı gelmiyor. Kaldi ki, yeni yönetim aynı kurumun yönetimini devralıyor ve kurumsal devamlılığın sağlanmasından da sorumludur.
Cem Evi yönetimi daha sonra kararının arkasında duramamış, hangi sebepten olursa olsun, anıtı kaldırmıştır. Anıtın apar topar kaldırılması hem Hasret Gültekin’in yakınlarını ve Hasret Gültekin de dahil Sivas’ta devletin örgütleyip harekete geçirdiği yobazlığın ateşinde yanan diğer canlarımızın acısını yüreğinde hisseden her Aleviyi rencide etmiştir, üzmüştür. Bu üzüntüyü heykel projesini onaylayan ve onaylamayan her Alevi yüreğinde hissetmiştir. Düzgün Baba Cem Evi Derneği yönetiminin, Alevilere ve dostlarına bu üzüntüyü ve acıyı reva görme hakkı yoktur. Onları, hepimizin ortak değeri ve yürek yarası olan Hasret Gültekin canın heykelinin diklimesi mi, sökülmesi mi doğru gibi absürd bir tartışmayla yüz yüze getirmiş olmasının vebalini taşıdığını unutmamalıdır. İnanç mekanları olması gereken cem evlerinin sıradan bir dernek gibi yönetilmesini ve bunun da “toplumun iradesi” olarak yansıtılmasını kabullenmek mümkün değildir.Hatalarını örtbas etme telaşı içinde Cem Evi Derneği yöneticilerinin, kamuoyuna açıklamasından dolayı Yeter Gültekin’i, Dersim’li iş insanı Sinan Samat’ı ve eşini, tutumlarındaki çelişkiyi dile getiren başkalarını suçlamaları doğru değildir.
Gelişmelerin seyri içinde bir çok Alevi kurumunun ve kurum yöneticisinin yaptıği açıklamalar sorunun çözümüne değil, çözümsüzlüğüne katkı sunmuştur. Yaptıkları hatanın ağırlığına rağmen Düzgün Baba Cem Evi’nin yöneticilerini ve aynı doğrultuda hareket eden herkesi Madımak yangını canileriyle ve Zini Gediğı Anıtı’nı tahrip edenlerle eş anlamlı tutmanın anlaşılır bir tarafı yoktur. Böylesi tutumlar, Alevileri ve demokrasi güçlerini biribirine düşürmek için fırsat kollayan, provokasyon peşinde olan malum güçlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir fonksiyon göremez.
Alevileri temsil ettiğini söyleyen kişiler ve kurum temsilcileri ve diğer Yol ileri gelenleri inanç mekanları meselelerini, modernist ve pozitivist bakış açısından uzak, Yol’un bütünsellik manası içinde ele alıp çözüm arayışına girmeliler. Politik partiler ve örgütler, Raa Haq Alevi inanç meseleleriyle ilgili olmayan sivil toplum kurumları ve şahsiyetler Kemerê Duzgıni/Düzgün Bava gibi ziyaret mekanalarını dizayn etmeye calışmaktan vazgeçmeliler. Alevi İnancı`nı ilgilendiren konular, bu inancı kendi içinde nacizane yaşayan yol ehillerine bırakılmalıdır.
Dersim Meclisi Kongresi | 22 Temmuz 2020
Çağımızda Dersim adına yazı yazan tarihçiler, sosyologlar, enteller son asırlara bakarak Dersim’in eskilerden beri her zaman aşiretçi sistemle yönetildiğini sanıyorlar ve öyle anlatıyorlar. Oysa Dersim aşiretler döneminden önce asırlarca kendi kendini emirlik ve beylik sistemiyle yönetmişti. Çağımızın entelleri Dersim’in kendini yönetme istemi ve kabiliyetinin tarihi köklerinden habersizdirler.
Devletlerin adının beylik olduğu dönemlerde doğu bölgesindeki, Dersim’den Erzurum’a kadar, geniş bölgede Kızılbaşlar emirlikler, beylikler kurmuşlardı. Bu dönemlerde bu gün Zaza denilen halkın inancı da Kızılbaşlıktı. Bölgede ezici çoğunluğu olan Kızılbaşlar 1072 yılından 1514 yılına kadar dönemin kurallarına göre kendi kendilerini örgütlü bir şekilde yönetmişlerdi…
Osmanlı’dan Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar devam eden kendi kendini yönetmede ısrarlı arzuları ve tavırları Dersim’in on birinci asırdan itibaren örgütlü ve özgür yaşama iradesine dayanır. Tarihimizdeki bu Kızılbaş özgür yaşamı bu gün hala halkımızın genlerinde saklıdır.
Örneğin Kızılbaşlar 1072’de Saltukluların önderliğinde Dersim’den Erzurum’a kadar olan geniş bölgede Saltuklu Beyliği’ni kurmuşlar. Yani Kızılbaşlar Osmanlı’dan 228 yıl önce devlet sahibi olmuş ve özgürce yaşamışlardır. Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş tarihi 1300 yıllarıdır. Yani daha sonradır.
Saltuklu Beyliği dönemimde Dersim’in merkezi Çemişgezek’ti ve Dersim emirlik (Özerk Bölge/CY) olarak Saltuklu Beyliği’ne bağlıydı. Dersim ve Erzurum bölgesindeki Kızılbaşların kurduğu Saltuklu Beyliği (Devleti/CY) 1202 yılına kadar yani 130 sene özgürce kendi kendini yönetti.
Türk tarihçileri bu Kızılbaş beylik ve emirliklerini ya Türkçü tezlerine malzeme yaparlar ya da tümden görmezden gelirler. Kendilerine tarihçi diyen Dersimlilerin görevi bu tarihi gerçekleri araştırıp topluma sunmak olmalıdır.
Bazı tarihçiler Saltukluların 1000 yıllarında Horasan’dan gelen Kızılbaş Türkmenlerden olduğunu yazmışlar, ama tarihçi M. Fahrettin Kinziroğluna göre “Saltuklular Canestan’ın (eski Dersim’in) kavimlerindendir. Ayrıca biliyoruz ki onuncu asırda Ege’den İran’a kadar olan bölgedeki örgütlenmeler ve savaşlar etnisiteye-ırka değil, inançlara dayanıyordu. Bu bölgelerde MA Halkı’nın (Işık insanlarının) devamı olan Kızılbaşlık-Alevilik ezici çoğunluktaydı.
Horasan ile Dersim komşu bölgelerdir. Motorlu taşıtların olmadığı eski dönemlerde ordular hızlı hareket edemezdi. Büyük savaşlarda batıdan saldırılar gelince Dersim aşiretleri davar sürüleriyle birlikte doğuya Horasan bölgesine kaçar, doğudan büyük saldırı başlayınca batıya Dağlık Dersim’e sığınırlardı. Yani Saltuklular da diğer Dersim aşiretleri gibi büyük savaşlar döneminde Dersim ile Horasan arasında gel gitleri yaşadılar.
Doğu bölgesinde 1072 yılında kurulan ve Kızılbaş-Alevi olan Saltuklu Beyliği 1202 yılında Selçuklu Sultanı Rüknettin Bey tarafından yıkıldı.
1202-1514 Çemişgezek Beyliği
Merkezi Erzurum’da bulunan Saltuklu Beyliği 1202 yılında Selçuklular tarafından yıkılınca Saltuklu Beyliğine bağlı olan Çemişgezek Emirliği Dersim bölgesini kendi başına savunmaya devam etti. Selçuklular Dersim bölgesini işgal edemedi.
Saltuklu Beyliği döneminde Merkezi Çemişgezek’te bulunan Dersim bölgesinin emirliği bu yıllarda beyliğe dönüştü ve özgürce yaşamaya devam etti.
1300 yıllarında kurulmuş olan Osmanlılar ile Karakoyunlu Beyliği arasında 1473’te Erzincan-Otlukbeli savaşı oldu.
Osmanlı ilk defa bu savaşta Dersim’in sınırlarına dayanmıştı. Kuvvetlerini Kemah Kalesi’ne toplayan Çemişgezek emiri Şah Rüstem Otlukbeli Savaşı’nda Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’ı destekledi. Uzun Hasan’ın kuvvetleri bu savaşta yenildi ve kendisi öldürüldü, ama Dersim’in lideri Şah Rüstem Dersim’in Kemah Kalesine çekilerek Dersim’i savundu. Osmanlı kuvvetleri Dersim’i işgal edemedi.
Otlukbeli Savaşı’nda Osmanlı ordusunun başında Fatih Sultan Mehmet’in iki oğlu vardı. Fatih Dersim lideri Şah Rüstem’e haberciler göndererek Kemah Kalesi’ni Osmanlıya teslim etmesini istedi.
Şah Rüstem bu isteği ret etti. Osmanlı kuvvetleri Kemah Kalesi’ni geçemedi. Dersim Özgür kaldı. Şah Rüstem Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’nın ölüsünü Otlukbeli’den Çemişgezek’e getirdi. Tekke denilen yerde defnetti[1].
Çaldıran Savaşı Döneminde Dersim
Yavuz Sultan 1512 yılında babasına karşı yaptığı bir darbe ile Edirne’de bulunan Osmanlının tahtına oturdu. Osmanlının ilk yıllarında Anadolu’da çoğunlukta olan ve Osmanlının kuruluşunda çok önemli rol alan Kızılbaşlar Fatih döneminde dışlanmaya başlanmıştı.
İran tarafında Kızılbaş devletinin lideri olan Şah İsmail ile Osmanlının arası Fatih Sultan döneminde açılmıştı. Osmanlı tahtına oturan Yavuz Sultan Selim doğu bölgesinde aşiretler şeklinde yaşayan Sünni Kürtleri yanına alıp güçlenerek Safevi Kızılbaş Devleti’ne saldırmak istiyordu.
Bu süreçte Kürt İdris-i Bitlisi’yi aracı olarak kullandı Yavuz. İdris-i’nin yardımıyla Kürt beylerini çağırtarak değerli hediyeler verdi. Aşiret düzeyindeki Sünni Kürtleri kandırıp yanına alması kolay oldu. Bektaşileri de yanında tutmayı başardı Osmanlı.
Kızılbaşlar ta Fatih döneminden beri Anadolu’da devlet dışına atılmaya başlanmıştı.
1514’teki Çaldıran Savaşı’ndan önceki süreçte Anadolu’da birçok Kızılbaş aşireti halifeler yoluyla Şah İsmail’e bağlılığını bildirdiler ve Şah İsmail’in saflarına geçmeye yöneldiler.
Osmanlı Kızılbaşlara karşı bu dönemde İdris-i kanalıyla insanlık dışı iftira dolu fetvalar dağıtarak gözden düşürmek istedi ve Çaldıran Savaşı başlamadan önce 40 bin Kızılbaş kılıçtan geçirildi.
Çaldıran Savaşı sürecinde özerk Dersim’in merkezi olan Çemişgezek’de, beyliğinin lideri olan Şah Rüstem de bu savaşta Şah İsmal’in yanında yer almıştı.
Şah İsmail tam emin olmak için çok güvendiği adamlarından halife Nur Ali’yi Dersim’e gönderdi. Şah Rüstem’i ise Bağdat valiliğine tayin etti.
Çaldıran Savaşı sürerken halife Nur Ali’den memnun olmayan Dersim halkı Şah Rüstem’i geri çağırdı. Şah Rüstem Bağdat’tan geri gelip Dersim’de tekrar halkın başına geçti.
Şah Rüstem bu yıllarda Çemişgezek’ten Mazgirt’e kadar Çarşancak denilen Dersim bölgesine hükmediyordu.
Şah İsmail Çaldıran’da yenilince Dersim lideri Şah Rüstem’in Osmanlıya karşı kendi bölgesini savunacak gücü zayıfladı. Topraklarını kaybetmek istemeyen Şah Rüstem 40 yiğit akrabası ve adamıyla Yavuz Sultan’ın yanına gitti. Ona biat edip affını diledi.
Tarihçilerin yazdıklarına göre Yavuz iki sebepten dolayı Dersim Beyi Şah Rüstem’e kızıyordu.
Birincisi, Şah Rüstem Otlukbeli Savaşı’nda Kemah Kalesi’ni babası Fatih Sultan’a teslim etmemişti. İkincisi, Çaldıran Savaşı’nda Osmanlıya karşı olan Şah İsmail’in yanında yer almıştı.
Bu iki sebepten dolayı Yavuz kendisine biat eden Dersim lideri Şah Rüstem ve yanındaki 40 yiğidi katletti.
Şah Rüstem’in soyundan Dersim dağlarında tek oğlu Pir Hüseyin Kalmıştı.
Osmanlı Doğu bölgesine hâkim olmuştu. “Babası ve 40 akrabasının katledilmesine rağmen Pir Hüseyin babasının tahtını yaşatmak için ve Dersim’i yönetmek için gitti Yavuz’dan affını diledi”[2].
Ölümü göze alıp baba katilinin yanına giden Pir Hüseyin’in bu tavrı Yavuz Selim’i hayretler içinde bıraktı. Çarsancak denilen Dersim bölgesini Pir Hüseyin’e geri verdi.
Çarsancak Beyi olan Pir Hüseyin’in 12 oğlu oldu. Sonradan oğulları bu toprakları paylaştılar ve Çarsancak Beyliği zayıfladı.
Pir Hüseyin gidip Sultan Yavuz’a biat etmişti, ama Dersimli Kızılbaşlar dağlık ve ormanlık Dersim’e çekilip Dersim’i savunmaya devam ettiler. Yavuz Selim dağlık Dersim’i işgal edemedi.
Yazının üst başlığından da belli olduğu gibi bu yazının amacı Dersim’deki örgütlü ve özgür yaşamın tarihi köklerini araştırmak, kendi kendini yönetme istem ve iradesini açıklığa kavuşturmaktır. Bu nedenle tarihi ayrıntılara girip esas konudan uzaklaşmak istemiyorum. Sadece aşiretler döneminden önceki örgütlü ve özgür yaşanan Dersim’i ve liderlerini kısaca hatırlatmak istedim. Zaten tarihten biraz haberi olanlar Çaldıran Savaşının öncesi ve sonrasını ayrıntılarıyla biliyorlar.
Çaldıran yenilgisinden sonra Yavuz’a biat eden Pir Hüseyin ve yandaşları Sünni mezhebine geçmeye başladılar. Bu dönemde Çemişgezek ve Pertek’te camiler yapıldı ve bu bölgeler Çaldıran Savaşı’ndan sonra Sünnileşmeye başladı. Doğu bölgesinde Alevi Zazalar da bu devirde katliamdan kurtulmak için Sünnileşti[3].
Pir Hüseyin’in Yavuz’a biat etmesinden dolayı Çemişgezek Dersim’in temsilcisi ve merkezi olmaktan çıktı. Dersim’in merkezi direnen bölgede bulunan Hozat oldu. Dağlık bölgelerdeki Kızılbaşlar bu tarihten sonra Dersim’de özgür yaşamaya aşiretler şeklinde devam ettiler. 1936’larda ise ittihatçı ırkçılar kuvvet zoruyla Tunc-elini Dersim’in merkez olarak ilan ettiler.
Dersim lideri Şah Rüstem’in Yavuz tarafından katledilmesinden sonra Dersimliler birleşerek bir daha emirlik veya beylik kuramadı. Bu nedenle Osmanlı’nın son beş asırlık döneminde bütünlüklü hareket eden bir Dersim’den bahsedilemez. Bu dönemde Dağlık bölgelerdeki aşiretler özgür yaşamaya devam ediyordu. Ovalık Dersim bölgesindeki aşiretler ise Osmanlı’ya da, sonraki Cumhuriyet hükümetine de vergi veriyordu, asker de gidiyordu. Ayrıca İstanbul’da Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda da Ankara’daki birinci Mecliste de Dersim’in Mebusları (temsilcileri) vardı.
Dağlık Dersim’de Dersimlilerin kendi kendini yönetme istemi ve iradesi 1940’lardaki yenilgiye kadar defakto bir durumda bir nevi aşiretler federasyonu şeklinde devam etti. Dersim’de Emirlik ve Beylik dönemlerinden beri asırlarca süren özgürce yaşama alışkanlıklarından dolayı Dersim halkının içinde kendini yönetme istemi ve kabiliyeti hala çok yaygındır.
Bir daha vurgu yapalım: Osmanlı’dan daha erken dönemde Dersimlilerin emirlik ve beylik olarak örgütlenip kurumlaştığını bilmeyenler, Dersim’in eski tarihten beri hep aşiret sistemiyle yönetildiğini sanırlar.
Dersim tarihindeki bütün halkaların tamamlanması için Dersim’in emirlik ve beylik dönemi genişçe araştırılması ve tartışılması Dersimlilerin önünde bir acil görev olarak duruyor…
Ünlü Alman yazarı Göthe, “Tarih bir halkın hafızasıdır, tarihini bilmeyen bir halk hafızasını kaybeder… 3000 yıllık tarihini bilmeyen bir halkın bu günü karanlık içinde olur”, demiş.
Kanımca Dersimliler tarihi derinliğini bilmediği için bu gün birliğini sağlayamıyorlar.
NOT:
“Dersim Tarihi” isimli kitabımın Nika yayınlarında yayınlanan genişletilmiş ikinci basımında Dersim’de emirlik ve beylik dönemlerini daha uzun ve teferruatlı yazmıştım. Ama çağımızda görsel basındaki kısa yazılar kitapların önüne geçti. İnsanlar artık kalın kitapları çok okumuyor. Bu yazıyı Facebook için kısa bir özet olarak yazdım.
[1] Uzun Hasan’nın mezarının üstünde küçük bir türbe vardır. Hala Çemişgezek-Tekke mahallesinde sapasağlam duruyor.
[2] “JUK Raporu, Dersim, Kaynak yayınları,)
[3] Bence Dersim’n nisbeten düzlük bölgelerinde fazla toprak sahibi olan Sünni Türk Beyleri aslen Kızılbaş Pir Hüseyin Beyin soyundandırlar. 1970’lerde Çemişgezek’te, sonraki yıllarda Elazığ’da doktur olarak çalışan Çemsit Bey vardı. Halk buna Çarşancak Beylerindendir derdi. Ayrıca 1938 tertelesini anlatan Kazım (Güder) Ağa bana Sünni Çarsancak Beyleri ile Dersimliler arasındaki çatışmalardan bahsettimişti.
Aşağıdaki yazı Gazete Kritik’ten alındı.
Önergenin gerekçesinde, “Munzur Vadisi 1971 yılında milli park olarak koruma altına alınmıştır. Bu sahanın milli park ilan edilmesindeki etken; doğal yapı, zengin bitki örtüsü, akarsuya kaynak teşkil eden gözeler, kuzeyinde yer alan buzul gölleri ve yöreye özgü hayvan türleridir. Tunceli ili, endemik bitki türleri, hayvan popülasyonu, fauna ve flora zenginliği ve coğrafi yapısı ile her dönem yerli, yabancı turistler ile doğaseverler tarafından sıklıkla ziyaret edilmektedir” denildi.
Geri dönüşü olmayanlar sonuçlar doğuracak
Gerekçede, şunlar kaydedildi: “İlimizin Munzur dağlarını, krater göllerini, höyüklerini, yaylalarını ve arı konak yerlerini kapsayan 43 bin hektarlık bir alanda maden sahalarına ruhsat verilme ve olası bir maden arama çalışmaları, doğal yaşam alanlarının talan edilmesine sebep olacaktır. Ayrıca söz konusu durum, doğal yaşam alanları ve ekolojik denge üzerinde geri dönüşü olmayan sonuçlar doğuracağı gibi, temel geçim kaynağı hayvancılık, arıcılık ve yaylacılık olan bölge halkı açısından da hayati öneme sahiptir.”
CHP Tunceli Milletvekili Polat Şaroğlu’nun konuyla ilgili sunduğu önerge şöyle:
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA
Tunceli ilinde, fiziki coğrafya özellikleri, iklim farklılıkları ve çok zengin su kaynaklarına bağlı olarak ortaya çıkan biyoçeşitlilik, bitki örtüsü ve doğal peyzaj bakımından zengin görüntülerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Tunceli, yaban hayatı bakımından oldukça zengin bir bölgedir. Özellikle Munzur Vadisi ve çevresi yaban hayvanları için elverişli bir ortam sunmaktadır. Dünyada ve Türkiye’de soyu tükenmek üzere olan ve birinci derecede koruma altında bulunan yabani hayvanlar da yine bu bölgede görülmektedir.
Munzur Vadisi 1971 yılında milli park olarak koruma altına alınmıştır. Bu sahanın milli park ilan edilmesindeki etken; doğal yapı, zengin bitki örtüsü, akarsuya kaynak teşkil eden gözeler, kuzeyinde yer alan buzul gölleri ve yöreye özgü hayvan türleridir. Tunceli ili, endemik bitki türleri, hayvan popülasyonu, fauna ve flora zenginliği ve coğrafi yapısı ile her dönem yerli, yabancı turistler ile doğaseverler tarafından sıklıkla ziyaret edilmektedir.
Aynı zamanda, Dünya Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, Dünya Kültürel ve Doğal Mirası’nın Korunmasına Dair Sözleşme ve Bern Sözleşmesi gibi ülkemizin taraf olduğu uluslar arası sözleşmelerle de koruma altına alınan Munzur Vadisinde bulunan doğal yaşam alanları, son dönemde gündeme gelen çeşitli projeler ile tehdit altındadır. Munzur dağlarının tamamını kapsayan alanın maden sahası olarak ilan edildiğine dair haberler bir süredir kamuoyunun gündemindedir. Buna göreTunceli genelinde 145 maden arama ruhsatı verilmekte ve bu ruhsatlardan bir kısmının Munzur Gözeleri, Munzur Suyu, Mercan Vadisi, Kırk Merdiven Şelaleleri, Tülin Tepe, Tepecik ve Pulur höyüklerini içine alan 43 bin hektarlık alanda ilan edilen Munzur Milli Parkı’nın bir bölümünü kapsadığı öne sürülmektedir.
İlimizin Munzur dağlarını, krater göllerini, höyüklerini, yaylalarını ve arı konak yerlerini kapsayan 43 bin hektarlık bir alanda maden sahalarına ruhsat verilme ve olası bir maden arama çalışmaları, doğal yaşam alanlarının talan edilmesine sebep olacaktır. Ayrıca söz konusu durum, doğal yaşam alanları ve ekolojik denge üzerinde geri dönüşü olmayan sonuçlar doğuracağı gibi, temel geçim kaynağı hayvancılık, arıcılık ve yaylacılık olan bölge halkı açısından da hayati öneme sahiptir.
Bu temelde, Tunceli’de faaliyet sürdüren maden ocaklarının canlı yaşamı ve ekolojik denge üzerinde yarattığı tahribatın araştırılması ve Munzur Dağlarının maden aramalarına açılması kararının tüm boyutlarıyla incelenerek, bölge halkına ve doğal yaşam alanlarına vereceği zararın araştırılması noktasında gerekli yasal düzenlemelerin yapılabilmesi amacıyla Anayasa’nın 98’nci İç Tüzüğün 104’üncü ve 105’inci maddeleri gereğince bir Meclis Araştırması açılmasını arz ve teklif ederiz.
Polat ŞAROĞLU
Tunceli Milletvekili
8 Ağustos 2019
AVRUPA DERSİM DERNEKLERİ FEDERASYONU ( FDG ) ve
DERSİM KONGRESİ’nden
Ortak Açıklama:
Dersim semalarında kara bulutlar hiç bir zaman eksik olmadı. Yakın tarihte bahtına hep soykırım, zulüm, doğa tahribatı ve talan düşen Dersim diyarı yeni bir saldırı furyasıyla karşı karşıya. “Munzur Dağları’nın tamamı maden sahası ilan edildi!”, “Munzur Milli Parkı’nda maden armaya ruhsat verildi!”, “Dersim’de Yeniden Köy Boşaltma Kararı” alındı manşetleri yeni felaketlerin haberini veriyor.
İlgili makamlar, 75 kilometrelik uzunluğa, 25 kilometrelik genişliğe sahip, 43 bin 350 hektarlık bir sahayı kapsayan Munzur Dağları’nın tamamını maden sahası olarak ilan etti. Hemen akabinde, “Munzur Gözelerini de içine alan Munzur Milli Parkı’nın bir bölümünde bir şirkete maden arama ruhsatı verildiği ortaya çıktı.” (Artıgerçek, 29 Temmuz 2019). Elbette ki bu girişimlerin ve kararların bir amacı Alamos Gold, Newmont Gold, Chesser Resources, Sandstorm gibi uluslararası sermaye şirketlerine ve Ahmet Çalık’ın Lidya Madencilik, Alacer Gold, Doğu Biga Madencilik gibi yerli işbirlikçilerine altın ve diğer yeraltı madenlerini sömürerek en azami kâr etme imkânını sağlamaktır. Çanakkale’den Dersim’e, İvrindi’den Erzincan’ın Çöpler’ine kadar bu amaç her zaman kovalanır. Ne var ki tarihi, kültürel dokusuyla Dersim coğrafyası buna ek olarak ayrı bir saldırının odağındadır. İnanç ve etnik yapısıyla, diliyle, siyasi duruşuyla kimliksel farklılık arz eden Dersim’li kendi toprağında yaşamaktan men edilmek istenmektedir. Yeniden gündeme alınan köy boşaltma kararlarının, baraj ve siyanürle altın arma projelerinin, rutin hale getirilen orman yangınlarının, yaşam alanlarına mayın vb. patlayıcıların yerleştirilmesinin, silahlı çatışmaların teşvik edilmesinin esas amacı bölgeyi yaşanmaz hale getirmek, yerli nüfusun göçünü hızlandırmak ve diasporadaki Dersimlilerin topraklarına geri dönerek yeni bir sosyal yaşam örgütlemelerini engellemektir.
Öngörülen maden projelerinin hayata geçirilmesi, proje alanlarında her türlü canlı yaşamın deformasyona uğraması, sonlandırılması ve Munzur Dağları havzası ve Dersim’in ekosisteminin geri dönüşü olmayacak şekilde tahrip edilmesi anlamına gelecektir. Dersimlilerin kutsal addettikleri Jar-u-Diyar’a adım atmaları, köklerine dönerek yeni bir yaşam inşa etmeleri imkansızlaşacaktır. Basında ve sosyal medyada takip edildiği kadarıyla Dersimlilerin büyük çoğunluğu kapılarını döven bu büyük tehlikenin farkındadır. Ne var ki her Dersimli aynı zamanda çözümsüzlük ve güçsüzlük denen çaresizliğin pençesinde kıvranmaktadır. Durum, 37-38 Tertelesi’nin (Jenosidin) son dönemlerindeki toplumsal ruh hâlini andırıyor.
Her Dersimli birey ve kurum kendi tarihinden ders çıkarmak durumundadır. Tarihin hiçbir döneminde Dersimliler toplumsal varlıklarına ve vatanlarına yönelen büyük tehlikelere karşı birlikte hareket etmedikleri müddetçe başarılı olamamışlardır. Son gelişmelerle toplumsal varlığımıza, doğamıza, inanç mekanlarımıza karşı başlatılan meydan okumaya karşı her Dersimli bireyin ve kurumun gücünü birleştirerek harekete geçmesinden başka bir seçeneği yoktur. Yer Küre’nin neresinde bulunursa bulunsun, her Dersimli’nin yüreği, bilinci, ruhu sel olup tehlike altındaki Jar-u-Diyar’a akmalıdır. Kesilecek her ağaç, zehirlenecek her su pınarı, postal basılacak her inanç noktası, kazma vurulacak her toprak parçasını kanatlarımızın altına almalıyız, korumalıyız. Ruhunu ranta teslim etmiş hiç bir şirket yöneticisine rahat yüzü göstermemeliyiz. Tarihimizle, doğamızla, kutsal ziyaretlerimizle BİZ olup BİR olup varlığımıza kast edenlerin kâbusu olmalıyız.
Hasankeyf’te, Fatsa’da, Çanakkale’de rant uğruna, doğayı ve canlı adına ne varsa zehirlemekten imtina etmeyenlere karşı ortak mücadele platformlarında ve alanlarında ruhumuzu, bilincimizi, ellerimizi birleştirmeliyiz. Su ve Vicdan nöbetçilerinin Kaz Dağları’ndaki direnişleriyle bütünleşmeli, kendilerinden de aynı hassasiyeti Munzur Dağları’nda maden arama girişimlerine karşı göstermelerini talep etmeliyiz.
Her Dersimli bireye ve kuruma çağrımızdır: Vakit kaybetmeksizin bir araya gelip Dersim’e Sahip Çıkma Kampanyası için bir koordinasyon oluşturalım. Dersim Barosu ve diğer kurumların, bireylerin attıkları değerli adımları daha da güçlendirerek, sürekliliği sağlanmış uluslararası bir kampanyaya dönüştürelim.
Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu ( FDG )
Dersim Kongresi
7 Ağustos 2019
4ê Gulane Roca Xoviriardena Tertelê ‘38i
4 Mayıs Dersim ’38 Soykırımı Anması
İsyan Yalanı ve Mitsel Yaklaşım
Devletin 1937-38 yıllarında Dersim ve Dersimlilere uyguladığı zulüm, yapılan o kadar çalışmalara, ortaya konan tüm belgelere rağmen hala kimi Kürt ve sol çevreler tarafından isyan olarak adlandırılıp yansıtılmakta. Oysa bu çevereler de biliyor ki Dersimliler bu zulmü “Tertele/Soykırım” olarak ifade etmişler.
Ne amaçla olduğu bir yana T.C. devletinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dahi katliam olarak ifade etttiği bu zulüm, Wikipedia’nın “https://de.wikipedia.org/wiki/Dersim-Aufstand” linkinde olduğu gibi “Türkiye’deki son Kürt İsyanı (der letzte große Kurdenaufstand)” olarak işlenmiş.
Sayfayı hazırlayanlar, aşağıda görüleceği gibi her şeye rağmen bunu yapmışlar. Çünkü kendilerinin faydalandığı yazıların (linlklerin) çoğunda katliam (Massacare), soykırım (jenosid) denmesine rağmen „Dersim İsyanı“ olarak başlık atmışlar.
Hans-Lukas Kieser: „Dersim Massacre, 1937-1938“, Online Encyclopedia of Mass Violence
Mustafa Akyol: „How Turkey massacred the Kurds of Dersim“, Hürriyet, 17. November 2009
İsmail Beşikçi: Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi. Istanbul 1990
http://dersim-tertele.com/index.php/de/ Website der Dersimer Gemeinden in Deutschland welche ein 1937-1938 Dersim Oral History Project unterstützten.
Yazılanlar eskiden kalmadır da denemez. Çünkü sayfa 21.03.2019 tarihinde yenilenmiş (Diese Seite wurde zuletzt am 21. März 2019 um 19:49 Uhr bearbeitet).
Bu söylemlerde bulunanlar, bu türden bilgi kirliliği yaratanlar devletin “isyan ettiler, devlet de isyanı bastırdı” yalanına hizmet ettiklerini bilmiyorlar mı?
Silahlarının önemli bir bölümünü devlete teslim eden bir toplum nasıl isyan edebilir?
Sanırım bu bilgi kirliliğinin iki nedeni var.
Biri TKP’nin önemli isimlerinden İsmail Bilen 1937 Temmuz’unda Komintern’e yazdığı Dersim Raporu, ötekisi ise ideolojilerine zemin hazırlamak için kullandıkları mitsel yaklaşım.
Sey Rıza’nın dediği gibi, “ayıptır, günahtır…”.
01.05.2019
İki Örnekle Avrupa’da ki Dilsel Azınlıkların Konumu; Zaza Dili İçin Bir Örneklem
Artık Zazacanın bir dil mi, lehçe mi olduğu konusuna değinmeye gerek olmadığı bilimsel bulgularla kanıtlanmıştır. 20. yüzyılın başlarından bu yana başta MANN ve HADANK (MANN/HADANK 1932) olmak üzere birçok bilim
adamı tarafından ıspatlanmış ve onaylanmıştır (GİPPERT 1996; GİPPERT 2007/08; MORGENSTİERNE 1958; SELCAN 1998; SCHMİTT 2000; TODD 1985; PAUL 1998 v.d.).
Yazının devamı için tıkla: Zaza Dili İçin Bir Örneklem
[ss_social_share align=”left” shape=”rounded” size=”small” labels=”label” spacing=”1″ hide_on_mobile=”0″ total=”1″ all_networks=”1″]DERSİM’İN RESTORASYON SÜRECİ VE YEREL YÖNETIM POLITIKALARI
Selman Çiman
“Eğer yenilmişsek, yapmamız gereken tek şey, baştan başlamaktır” Engels
Sosyal bilim dünyası insanlarının en güzel yanı, bir konu hakkında, çeşitli teorik çıkarsamalar yaptıklarında, analiz sonuçlarına vardıklarında, hala bilgi eksikliğine, verilerin kognitif olup olmadıklarına duyulan şüpheye sahip olduklarını, itiraf etmek zorunda olmalarıdır. Bu nedenle geçen sürede yazdığım bir makalede(Risk Toplumu ve Geçmişten Geleceğe Dersim) Dersim’deki bu kaotik süreçten çıkmanın genel tanımını “yeniden inşa süreci” olarak tanımlamıştım. Bu tanımlamanın kavramsal olarak yanlış olduğunu düşünüyorum şimdi. Oysa önümüzdeki süreci kavramsal olarak “restorasyon süreci” olarak tanımlamanın daha doğru ve objektif olacağı kanısındayım. Kavramsal olarak doğru tanımlanmayan her sosyal-siyasal olgunun hipotezleri de doğru olamaz ve oluşturulamaz.
Bilim, doğruları araştırıyor ise, Sosyal bilimciler de, kurdukları teorilerinin mükemmel olmadığını ve yeniden düşünsel-kuramsal önermeler yapabilen ve endoktoryal olmak durumundadırlar. Bir diğer boyut da üretilen fikirler bilimsel olsa bile asıl sorulması gereken soru, temel kriter insanlığın etik değerlerine uygun olup olmadığıdır sorusuna verilen cevaplarla çok ilişkilidir. Bilimin temel amacı geleceğe dair öngörülerde bulunmak, spesifik düzlemde teoremler kurgulamak, hipotezler önermektir bu da ancak günümüzü anlamak-anlamlandırmak ile mümkündür. Genel olarak toplumsal davranışları değiştirmeyen bilginin hiçbir fonksiyonel değeri de yoktur. Ufkumuzu ve vizyonumuzu genişleterek, yeni ve bilinmeyen gelecek hayallerini kurmak, yeni bilinmeyen gelecekler yaratmaktır. Edgar. A. Poe’yi hatırlamak yerinde olacaktır, “Dünyanın gördüğü her büyük başarı, önce bir hayaldi”
Bizim toplumun en temel sorunu Siyaset Felsefesindeki deformasyon, çürüme ve yozlaşmadır. Bizde siyaset, felsefik olarak toplumdan uzaklaşarak bir tarikata dönüşmüştür.
Biz Dersimlilerin tarih bilinci, geçmişi tekrarlama üzerine kurulmuş, bilinç yanılgısından kaynaklı olarak, geleceğe dair perspektif konusunda bakar körlük yaşamaktayız. Oysa tarih bilinci, geçmişi tekrarlamak üzerine kurmak değil, aksine geçmişten kendimizi kurtarmak için bir bilinçtir.
Her toplumun olduğu gibi Dersim toplumunun da, bir kolektif hafızası, bilinci, davranışsal kalıpları ve travmaları vardır. Gelecek kurgusu da bu patoloji üzerinden şekillenir. Kendi siyasal tarihimizi, sorgulamadan ve gerçek anlamda bir hesaplaşma yaşanmadıkça, gelecekte bu sakat patolojinin bir “politik psişesi” ve kendisini sürekli üreterek devam edecektir. Politikadaki argümanlarımız da bu sakat patolojinin tekrarı ve “ideoloji” nin inşası seklinde boynumuzu sıkan bir kement gibi, entelektüel gelişimin, fikir üretiminin önündeki engeller olarak duracaktır. Gerçek durumu, klasik olarak tanımlanmış politik ve sosyal terminoloji ile şematize ederek, bugünki durumu paralize ederek “anlama”yı kesinlikle zorlaştırmaktadır. “Şimdinin anlaşılmaması kaçınılmaz bir şekilde geçmiş hakkındaki cehalleten kaynaklanmaktadır” diyor Marc Blach.
Şavaş sonuçları son derece ağır ve muaazzam bir bataklık, ayrıca telafisi belki de mümkün olmayan, insan, adalet, bilinç, ahlak, kültür kaybı demektir. Ayrıca ekonomik ve sosyal kalıcı tahribatlar yaratacağını bilmekte yarar vardır. Bu durumun sosyopsikolojik nedenselliğinin nosyografik bakımdan analizi yapılmadan, sosyal bilimler açısından da semptomolojik dengeleri kurmak için kritisizme ihtiyaç duyacağımız, bir sosyal komplikasyon ile karşı karşıyayız.
Fizikçi Max Planck’ ın dediği gibi “bilim cenazeden cenazeye ilerler.” toplumsal değişimde de bu kural geçerlidir. Yeni teoriler gelişmeden de toplumun köhnemiş düşünce mekanizmaları da değişmeyecektir.
Bizim toplumun en temel sorunu Siyaset Felsefesindeki deformasyon, çürüme ve yozlaşmadır. Bizde siyaset, felsefik olarak toplumdan uzaklaşarak bir tarikata dönüşmüştür. İngiliz düşünür ve filozof, Jeremy Bentham’a göre insanın siyasetin eyleminin nedenini ve en yüce değerin “çoğunluğun mutluluğu” olduğunu söylemektedir, Benthamın halefi John Stuart Mill ise bir adım daha ileri giderek mutluluğu “acının yokluğu” olarak anlaşılması gerektiğine vurgu yaparak tanımlar. Michel Foucault`a göre de siyaset felsefesi “Gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği sığınabileceği tek ev, çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir” Coğrafyamızda bir dogmaya dönüşen siyaset felsefesi, aklın üretim(sizliğini) paradigmik dogma halinden kurtarma, toplumcu düşünce felsefesi ile yeniden bağını kurmak, toplumsal ve siyasal sorunlara “eleştirel teori” ile şekillendirmek, yeni bir yol bulmamız için yegane yöntemdir. Marcuse’ nin işaret ettiği hali ile “siyasal kültür endüstrisi”nin ürettiği tek tip düşünmeden kurtulup, postmodernizmin yapısal sorunlarına belki de kafa yormaya başlayacağız. Bütün bu durumda alternatifler yaratmak mümkündür. Ancak geleneksel temel düşünsel dayanakların ve sistemin genel eleştirisi üzerinde şekillenecek yeni perspektifler ve kavramlara ihtiyaç vardır. Halen dünyanın “düşüncenin ilk ortaya çıkış formu”(Adorno)şeklinde döndüğüne inanan çok sayıda insanın olması şaşırtıcı değil midir?
Bir fikrin, teorinin doğruluğu veya yeni olması toplumda hemen karşılık bulacağı, rahat kabulleneceği anlamına gelmez, aynı zamanda doğru bir yöntemle anlatılması da teorinin kendisi kadar önemli bir konudur. Tarihsel süreç içerisinde oluşan katı fikirsel kalıplar her zaman, entelektüel gelişime, toplumsal bilinç sıçramalarına karşı birer bariyer görevi görmüşlerdir. Savundukları, inandıkları fikrin sonuçları nedeni ile hayal kırıklıkları toplumu enkaz altında kalmış gibi bir duygusal anafora sokmuşsa durum daha da kaotik ve karmaşıktır. Bu durum bazen büyük bedellere karşılık düşebilir.
Dersim toplumun bugünki durumunu açıklamak o kadar zor ki hangi olguları hangi olgularla bağlayacağımızı, kesişim noktalarını nasıl kuracağımızı bilmiyor olmaktan dolayı, gerçekten zorlanacağımız bir durumdur. Toplum analizinde de sosyal bilimlerin bütün alanları arasındaki ilişki ve geçişgenliği kullanmak, rasyonel bir denklem kurmak zorundayız,
İnsanlar bilinmeyenden korktukları için değişime açık değildirler. Yeni fikirlerin topluma taşınacağı da bir yöntem sorunu olarak, sosyal bir dönüşüm süreci olarak kurgulanan bir şey olduğunu, kitle kültür endüstrisinin manipülasyonuna açık hale geldiği gerçeğinden hareketle doğruların her zaman kabul göremeyeceğini bilmek gerekir. Spinoza bu durum için şunu söyler, “Bir fikrin doğru ve geçerli olması yetmez, fikrin gücü doğru bir yöntemle anlatılmasıdır”
Bizim cehpemizden de sorunlar yok mu? Yeni bir fikri savunanlar, aynı zamanda yeni bir davranış formu, yeni bir tarza ihtiyaç olduğu bilincinin evrimsel dönüşümünü tamamlamış mı? Oysa yeni bir fikir her boyutu ile değişimdir. Zihinsel, normatif ve entelektüel değişimin yapısal doğal sonuçları olarak fikir yeni tarz ve jargon eski olamaz. ”Yeni hedefler, yeni yöntemler gerektirir” Pyotr Kropotkin’in işaret ettiği gibi.
Ayrıca yeni bir fikirteori yeni bir dil kurmanıza niteliksel strüktürel yapısalsöküm değişimine de ihtiyaç duyar. Bu durum düşünsel evrimin başlangıç parametresidir. Ama günümüzün kronik problemi, entelektüel ve zihinsel kirliliğin yarattığı deformasyondan kaynaklı olarak, siyasetin dili, “sokağın dil”i kavramları ile doludur ve popilisttir. Entelektüel üretim ve tartışma çıtasının düştüğü bir coğrafyada, bilgi ve analizle yoğrulmuş teoriler üretmek hem riskli hem de anlaşılması uzun bir süreç alabilir ve entelektüel olarak, kavramların yarattığı kaosun enkazı altında kalmış gibiyiz.
İnsanlık, büyük emek ve mücadele ile ürettiği bütün iyi değerler her geçen gün daha da dejenere edilmektedir. Adeta kuralsızlık herkesin kanıksadığı bir çürüme sürecine hızla ilerliyoruz veya “R-Kompleks“ini yaşıyoruz gibiyiz. (R-Kompleks, sosyalpiskoloji de “sürüngen beyin bölgesi“ olarak da tanımlanan, kitlelerin ilkel içgüdüleri aktive ederek mantıklı düşünmesini baskılamak olarak tanımlanır. Alman Faşizmi üzerine Frankfurt Okulunun yaptığı çalışmalardan sonra düşünsel manipülasyonun sistematik olarak medya aygıtları ile yapılmasından sonra toplumların mantıklı davranış göstermeyeceği tezini oluşturdular. Max Horkheimer bunu “kitlesel akıl tutulması” olarak tanımlar.)
Yeniden şekillenen bu düzensizlik, ahlaksal çöküşüne, retoriksizliğine karşı düzenin ezberlerini bozacak ne entelektüel bir direnç ne de siyasal bir hareket henüz yoktur. Bütün dünyayı derin bir çürümeye doğru sürükleyen, yanılgılar-yalanlar zincirini içselleştirerek-kanıksayarak toplumsal moral değerleri “organik yalancılık”(Max Scheler) ile inşa edilmektedir. Bugün dünyanın üçte ikis, bu yalanı üreten otoriter, kültürsüz, maço ve saldırgan liderler yönetmektedir ve insanlığın tarih boyunca büyük emek ve mücadele ile ürettiği değerler büyük bir tehdit altındadır.
Dersimi bugünkü hali ile çok boyutlu, geometrik olarak “şekilsiz” bir cisime benzetebiliriz. Nasıl ki şekilsiz cisimlerle ilgili hesaplarda yüksek matematiğin birçok teoremi ve alanlarını (integral, tregrometri) kapsayan kompleks bir yöntemle doğru sonuçlar almak mümkündür. Descartes in deyimi ile “Hatalı şekiller üzerinde , doğru akıl yürütmek esastır” Bu teorem, geometride simetrik olamayan durumların temel mantığını oluşturan çözüm metodolojisini oluşturur. Pozitif bilimleri, Sosyal bilimlere uyarlayarak bazı sonuçların alınması, ya da “işin matematigi“ diye de söylenen, toplum mühendisliği kavramını vulgarize etmeden, dengeli ilişki-denklemparalizasiyonu kurmak gerklidir. (Dünyanın en ünlü matematik kuramcısı John Nash, Bilgi Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada şu ünlü cümleyi kurmuştur. “İyi matematik bilmeyen toplumlarda adelet yoktur” Dersim toplumun bugünki durumunu açıklamak o kadar zor ki hangi olguları hangi olgularla bağlayacağımızı, kesişim noktalarını nasıl kuracağımızı bilmiyor olmaktan dolayı, gerçekten zorlanacağımız bir durumdur. Toplum analizinde de sosyal bilimlerin bütün alanları arasındaki ilişki ve geçişgenliği kullanmak, rasyonel bir denklem kurmak zorundayız, teorik önermelerimizi ve toplumsal sorunları eleştirel teorinin verilerine dayandırmalıyız ancak bu yöntemle şekillendirebiliriz. “Eger gerçek diye bir kavram varsa, son derece komplekstir ve bir bütün oluşturacak şekilde kavranması imkansızdır” Bu konudaJacques Lacan`nin ünlü teorik çıkarsaması bizi düşündürmelidir.
Bütün dünyayı etkisi altına alan, çağın en hızlı kitleselleşen büyük hastalığı, çekilmez meşurluk arzusu, “histeriye” dönüşmüş popilizm, insanlığın bu pop-kültür haline “Meşhuriyet Çağı” da denilebilinir. Andy Warhol’a babanın ceddine rahmet dedirtecek şekilde, görsel kitle kültürünün anaforuna, illüzyonuna, narkotik etkisine kaptırmışız ki, hepimiz, kızgın yağın olduğu tavaya düşmek için can atan damlalar haline geliyoruz. İngiltere’ de 2002 de milen-yumun en parlak zekasına sahip çocuk diye açıklanan on yaşındaki Laura Hibbert, büyüdüğünde ne olmak istiyorsun sorusuna verdiği cevabı “meşhur” olmak istiyorum. Dünyanın içine girdiği bu yeni girdapdan bizim Çemişgezek li TEOG Türkiye birincisi olan ve astro-fizik uzmanı olmak isteyen Berdan Teloğlu’ nun henüz sanırsam haberi yok.
Modernitenin yarattığı bütün bu gerginlik ve karmaşa, günlük yaşamımızda her tür riski göze almamızı, bizim daha fazlasını istememizi her koşulda özendiren ve binlerce yıldır oluşan değerler-normlar deforme olmaktadır. “Sebepleri” ve “sonuçları” açıklamak için karmaşık ve sınırları zor çizilen bir fenomen olarak “Küreselleşme” kavramı günümüzde meydana gelen bütün siyasal, sosyal iktisadi kültürel ve uluslararası düzeydeki gelişmeleri açıklamak-tanımlamak için temel referans olarak kullanılmaktadır. Bu süreç şekilsiz, renksiz, biçimsiz geri dönüşü imkansız gibi görünen yerküresini tehdit eden karanlık bir tünele doğru yol alıyoruz.
Dersim, yerkürenin “Dezavantajlı Guruplar“ toplumsal kümelerinden birini oluşturmaktadır ve yerel iktidarın her türlü saldırıları dışında, küreseleşmenin yarattığı yıkımın kurbanı olabilecek bir toplumdur. Yeraltı zenginliklerin talanını yapan, baraj yapımındaki finansal fonlar, doğal zenginliklerini gasp eden de küresel sermayenin tekeller oligarşisidir.
Dersim’ de dünyaya soldan bakan politizasyon Latin Amerika deneyimlerinden çok şey öğrenmesi gerekli olduğu bilinci ile “yerellleşme” ve evrensel değerler ile denklemini her boyutu ile kurarak “yeni toplumsal hareketler” teorik-fiziki dinamikleri üzerine ancak şekillenebilir. Sosyal, siyasal hareketleri de tarihsel evrimini açıklayan bir sosyopiskolojik teorem olarak “gittiğin noktadan daha ileriye gidemiyorsan en iyi yöntem başlangıç noktasınına tekrardan dönerek yeniden başlamaktır”
Siyaset ham aklın bilgi-bileşim faktörü ile efektif kullanılmasıdır. Her toplumsal değişimin, bir de karşı dirençleri olduğunu unutmamak gerekir. Sosyal dinamiklerin doğru analizi, çatışma kırılma noktaları, duyarlılıkları, uygulanılan politikalar yerel kültürel doku ve özgünlükleri normatif bir paralelelik göstermelidir. Solljenitsin Ruslar için “Tanrı Ruslar’a sadece akıl verdi, ama başka da bir şey vermedi” Durum onu gösteriyor ki biz Dersimlilere de sadece akıl verdi, ama “kullanmama” ve “biraraya gelmemek” şartı ile verdiği kesindir. 21.yy da bireyin rolü toplumsal gelişimde gittikçe azalmaktadır, kişinin girişimleri, yetenekleri değil, onun kolektif eylemi olarak hayatın seyrini değiştirecektir.
Tarih de bir araya gelen ve sonrasında dağılan deneyim olarak bilince çıkarılması gereken bir süreçtir, tekerrürden ibaret olması da tekrar eden “aptallığın sürekliliği”dir. (Burda aslında 1937 nin baharındaki Halvori aşiretler cemaatini anlatmak gerekiyor, konu çok uzun olduğundan yazmak mümkün değil) bugün içinde bulunduğumuz çalışmayı anlamayanlar (Dersim Kongresi). Y. Noah Harari‘nin dedigi gibi “Tarihin sadece teknoloji, siyaset ve toplumla degil, aynı zamanda düşüncelerimizi, korkularımızı ve rüyalarımızı şekilendirdiğini unuturuz” 1776 da iç savaşta on binlerce insanın öldüğü bir yerde, Thomas Jefferson ve arkadaşlarının Amerikan Bağımsızlık Bildirgesini yayınlamaları ile dünyanın kaderini son iki yüzeli yıldır nasıl değiştirdiklerini hiç bir zaman anlamayacaklardır.
Son on yılda asgari anlamda adalet duygusu olarak tanımlanan demokrasinin yerel yönetim boyutu ile Dersim’de hiç bir pratik uygulaması ve eylemi olmadı. Bizim toplumda yerel yönetim politikası tartışılmıyor, yapılan aslında bir tartışma da degil, “siyasal aptallaşma”nın bütün verilerini ve politik diskurun bütün absürtlüğünü bulmak mümkündür.
Devletin “sosyal-siyasal dışlanma”yı (Rene Lenoir) her alanda uyguladığı Dersim toplumu genel olarak da Aleviler sivil, siyasi, ekonomik, ve sosyal olarak ayrımcılığa uğrayan, vatandaşlık-yurttaşlık haklarından önemli oranda mahrum bırakılan, bir tür kolektif cezalandırma “açık ayrımcılık”uygulamasının dinamik süreçleri ile dezavantajlı toplumun bireyleri olarak hayata başlıyoruz.
Savaş baltalarının toprağa gömülmediği bir toplumda normal şeyler olmasını beklenemez. Doğru bir yön bulmak zaten mümkün de değil. Günümüzün sorunlarını, farklılıklarımızı çatışma ve ayrışmanın potansiyeli olarak kullanmaktan artık vazgeçmenin yakıcı bir döneminden geçtiğimiz bilinci ve birlikte çalışmanın zeminini oluşturmanın,
politik vizyonu, geleceğimizi şekillendirebilir. Bu toplumsal dinamiği göremeyen ya da anlamayan bir sürü “rant siyasetçisi” var ve bu çatışmadan rant devşirmeye çalışmaktadır. Otoriter dikta rejimlerinin kullandıkları en önemli kitle manipülasyon propaganda araçlarından biri “mağduriyet teorisi”dir. Bugün de Dersim’ de yapılan bu olmak ile birlikte, erk oluşturmak sürecinde kitleyi en kolay aldatmak için kullanılan enstrümanlardandır. Dersim ile ilgili bütün bu itirazın temel dinamiği son beş yüz yıllık hegemonya kurmak isteyenlere karşı gelişen siyasal-sosyolojik bilincin tarihsel aktarımın genetik kodlarında saklıdır. Otorite kurmak isteyenlerin anlaması gereken, itirazın toplumsal enerjisinin dinamiği “otonom olma refleksi“ bu bilinçtir ve kolektif adalet duygusunun harekete geçmesi halidir. Tarihleri bu suçun ceremesi ile dolu olan Dersimliler bugün “itaatsizlik” gibi ağır bir suçu bir daha işlemektedirler. Dersim toplumu aydınlanma ve “akıl çağı”na dogru bir evrim geçiriyor, bu durum bireysel planda da “servis dışı” kalmış mantığın tekrardan aktive edilmesi şeklinde işlemektedir. Dersimli Kürt milliyetçilerinin ortak refleksleri ve düşünsel davranışlarından “protez aklın” bütün semptomlarını hemen hemen görmek mümkündür ve fikir üretiminin “fabrikasyon” olduğu hemen görülebilir. Bu evrim hiç kuşkusuz “vesayet sistemi”ne karşı itiraz ile başlamaktadır. İmmanuel Kant bu aydınlanmayı şöyle tanımlamaktadır, “İnsanlığın kendi girdiği vesayetten kurtulması” yani anlamayanlar için Türkçesi ne şah ne de sultan takarım kültürü ve idam esnasında kendi sehpasını kendisi tekmeleyenlerin bir toplumu olan Dersim‘i hala tanımamış olmanın cehaletidir. Bu tartışmaların anlamsızlığını “iktidar zehirlemesi“nin yaratığı “suçun transferi”(Jung) olarak okumak gerekir.
Son on yılda asgari anlamda adalet duygusu olarak tanımlanan demokrasinin yerel yönetim boyutu ile Dersim’de hiç bir pratik uygulaması ve eylemi olmadı. Bizim toplumda yerel yönetim politikası tartışılmıyor, yapılan aslında bir tartışma da degil, “siyasal aptallaşma”nın bütün verilerini ve politik diskurun bütün absürtlüğünü bulmak mümkündür. Bu duruma, Dersimlilerin bu haline en çok da Frantz Fanon gülmektedir, bir daha haklı çıkmanın aragantlığı ile piskopapatolojideki bu kültürel çürümenin boyutunu bir kez daha görecek ve bu cümleleri bir daha tekrarlayacaktır mutlaka. “Kimsenin elleri temiz değil, hepimiz ellerimizi toprağımızın bataklıklarında ve beyinlerimizin korkunç boşluğunda kirletme sürecindeyiz…” Burdan çıkarılması gereken ders, anlaşılması gereken konu, şidddet görenlerin şiddet uygulamaya da eğilimli oldukları gerçeğidir. Karşıya benzediği, aynı yöntemleri kullandıkları bilinen bir olgudur. Zalim ile mazlum konumlarının geçişli ve birbirinin simetriği olduğu, bunu engelleyecek tek faktörün de öznel bilinçlenme ve demokrasi kültürünü içselleştirmektir. Bu yeni toplumsal hareketin dinamikleri, siyasal dip dalgası doğru okunmaz ise heba edilmiş bir son şans olarak tarihe geçecektir ve Dersim’de gelişen bu hareket bütün alevi hareketini kapsayan ve cendereden çıkmasını sağlayan bir dalgaya dönüşebilme imkanlarını kendisinde barındırmaktadır. Eğer Dersim’ deki bu bodrumkatın`da toplananlar “işçi sınıfı öncülüğü” ham hayali ile kendini kandırmazlar ise veya Mao`nun “kültür devrimi” deli gömleğini bir daha, zavallı Dersim’in başına bela etmezler ise…..
BİR SOSYAL POLİTİKA OLARAK YEREL YÖNETİM
Yerel yönetim politikasının en genel anlamı sosyalpolitika olarak tanımlanır. Latince socius ve poli kavramların birleştirilmesi ile bir disiplin haline gelen genel politikaların tümüdür ve yerel yönetimi de kapsamaktadır. Yerel yönetim, genel anlamı ile insanların refahına yönelik olarak aldığı kararlar ve sürdürdüğü uygulamaların bütünüdür. En genel anlamda insanın sağlığı eğitimi, ulaşımı, güvenliği, beslenmesi, korunması, barınması ve istihdamının sağlanması yerel yönetimin makro düzeyindeki vizyonu sosyal politika alanıdır. İç barış ve sosyal adalet dengesini de gözeten bir çerçeve oluşturmak toplumsal refahı sosyal sorunların kapsamı ile paralellik gösteren ekonomik politikaları da dengeleyen ve sosyal boyutunu her zaman gözeten etik ve toplumsal adalet değerlerin korunması, güçlenmesi için azami bir rol oynar.
Bir sosyal ve kültürel risk toplumsal gurubu olarak sorunlu ve yetersiz yaşam koşulları içinde negatif bir süreklilik ile demografik değişim yaşayan Dersim toplumu fizyolojik, pskolojik, sosyal, sağlık, ekonomik, siyasal ve kültürel açılardan çağdaş normlara yakın bir kamusal politikanın geliştirilmesi, yerel yönetimin temel bir görevidir. Bu politikalar ve uygulamalar bölgenin ve şehrin kimlik kültür dokusuna uygun olması gerekir. Bugün Dersim’de ihtiyaç olan bu politikaların oluşması için yerel yönetimlere bilimsel ve akademik düzeyde bilgi üreten bir “Sosyal Bilimler Akademisi”ne ihtiyaç vardır. Restorasyon da ancak bu regenaratif(onarıcı) politikalar ve uygulamaları geliştirmek ile ancak sağlanabilinir.. Bu regenaratif politikalar, ekonomik gelişim ile sosyal gelişim arasında paralellik sağlayan, bütünleştiren ve bölgesel düzeyde çevrenin korunması perspektifini esas alan, bölgenin ekonomik ve sosyal dinamiklerin sürdürebilir bir gelişim projeksiyonu ile mümkündür.. Bu politikalar fırsat eşitliği sağlayan, partizanca yönetim anlayışından arınmış, etkin ve adil bir yönetim anlayışı ile sivil toplumcu, diyaloğa açık mekanizmaları oluşturan bir model olmalıdır.
Yerel Yönetimin temel perspektifi, toplumda bireylerin karşılaşabileceği tüm sosyal olumsuzluklara-sorunlara karşı korunmalarını, öngören kamusal karar ve uygulamalara konu olan sosyal-toplumsal politikaları geliştirmektir. Toplumun yaşadığı sorunlar ile bu sorunları çözmek için uygulanan politikalar arasında doğru bir korelasyon sağlanmak durumundadır. Hebermas`ın konu ettigi, “Kamusallığın Yapısal Dönüşümü“ eserindeki hali ile, “Vatandaşlar arasında şeffaf, açık, ve akılcı tartışmaya dayalı olarak oluşturulan” diye tanımladığı, kamu yararı ve kamusal sorunların çözümüne ilişkin politikalar oluşturmak “ideolojik nosyonlar” ile değil, ancak özgürlükçü, eşitlikçi, eleştirel akılcı bilgiyi esas alan, çoğulcu katılımcı demokratik bir yerel yönetim için vazgeçilmez tek yöntemdir.
Sosyal politika oluşturulurken, toplumsal refahı artırmak için, ekonomik, sosyal ve siyasal tehlikelere karşı politikaların oluşumunda sivil toplum kurumları, üniversiteler, meslek örgütleri, sendikalar, çok önemli bir rol oynayabilirler.
Dersim de insan türüne tapmanın ideolojisini, yani “Hümanizm“i coğrafyamızda egemen kılabiliriz ve yeryüzünde bu “din”e inanan tek toplum olma şansımıza sıkıca sarılarak, biz de insanlık değerleri vadisi olabiliriz.
Yerel yönetimin kurumsal işlevi ve pratikleri konusunda bilgi birikimine sahip olmayan yöneticilerin iktidar eleştirisini tutarlı bir zemine oturtamazlar ve karşı direniş-direnç mekanizmaları da oluşturmazlar. Bu nedenle yerel yönetim sürecinde olan kişilerin, entelektüel ve yenilikçi politikalara açık olması ve demokratik katılımcı süreçlerini işleten kapasiteleri taşıması gereklidir. Dersim toplumunun tarihi hafızası, toplumsal karakteri, siyasal kimliği ve kültürel dokusunu hiç bilmeyen yerel yöneticilerin toplumsal sorunları çözmesi mümkün mü? Kentlerin de birer kimliklerinin olduğunu, bu kimlik oluşumun etnik yapı, kültürel ve tarihsel etmenlerden oluştuğunun bilinmesi, entelektüel olarak anlaşılması gereklidir. Kentin kültürünü sadece dikey yapılaşma(beton ve asfalt olarak anlayan bir sosyoloji) estetik ve otantik dokunun kaybolduğu rant eksenli bir yıkım ve çürüme egemen olmuştur Siyasetde sorunları çözerken, siyaseten bir algoritma kurmak durumundayız. Algoritma kurmadan sorunları çözmek bir sonuca varmak imkansızdır. Amaca varmak için kullanılan bir dizi sosyal-kültürel ve politik parametreleri görmek ve metodolejik adımlar atmak ve hesap yöntemleri geliştirmek durumundayız. Alışılmış uygulama ve politikalar dışında sorunlara kalıcı çözümler üreten bir yöntem ile toplumsal sorunlara yaklaşan bir politik anlayışda olmalıyız. Örneğin yoksul bireylere yardımı esas alan bir yaklaşımla değil, yoksulluğu ortadan kaldıracak kalıcı üretim model ve uygulamaları esas alan politikalar geliştirmek olmalıdır.
SONUÇ OLARAK
Dersim`i eşsiz olma, benzersiz olma(singularity) durumundaki bir yeryüzü fenomeni haline dönüştürebiliz. Silikon vadisi, nasıl bilimin, teknolojik gelişmenin ismi ise, Dersim de insan türüne tapmanın ideolojisini, yani “Hümanizm“i coğrafyamızda egemen kılabiliriz ve yeryüzünde bu “din”e inanan tek toplum olma şansımıza sıkıca sarılarak, biz de insanlık değerleri vadisi olabiliriz. İnsanlığın ortak değerleri kendisinde toplayan bir ada olmayı düşlemek bilim, sanat, politika ve felsefe alanlarında katkı sunmuş bütün insanların heykellerinin olduğu ve eserlerinin sergilendiği dünyanın en muhteşem açık hava müzesine dönüştürebiliriz. Ayrıca yeryüzünün baskı gören bütün ilerici insanların sığınacakları bir insanlık cenneti, sürgün edilen zorla göçertilen Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin ve Ezidilerin geriye döneceği huzurun ve kardeşliğin toprağı, tarihi kültürel renkliliğimizi yeniden kazanan bir Dersim yaratabiliriz. İnsanlığın ilerici değerlerinin yaşatıldığı evrensel bir “marka” olabiliriz.
Andaki zamanda ve yerinde kullanılmayan bir “doğru” şüphesiz ki daha sonraki bütün süreçlerde “yanlış” olarak kayıtlı kalacaktır. Dersim toplumunun içinde bulunduğu durum, bize kesinlikle doğruyu yapmayı zorunlu kılmaktadır, yoksa bütün gelecek tarihimizi belirleyecek bir yanlışın sonuçlarının yaratacağı felaketle uğraşmak zorunda kalabiliriz.
Bugün tam da eleştirel düşüncenin öncülerinden yapısökücü (dekonstrüksion), Jacques Derrida nın durduğu noktadayız, “Sistemi çözdüğünüzde ya teslim olursun, ya da direnir kendin olursun“ Bizden bir daha direnmemizi istiyorlar… Bizim tercihimiz direnmek olmalıdır ki, direnenlerin kazanmaları için bir şansı var ki direnmeyenlerin zaten hiç bir şansı yoktur. Ama bu sefer; “stratejik düşünme yöntemi” çerçevesinde “akılın-bilim yolu” ve “diplomasi” ile mümkündür. Antik Yunan düşünür Epikür der ki “Tanrılara inanmak zaman kaybıdır” ki biz Dersimlilerin doğru dürüst bir tanrımız da zaten yok. Bugün artık ”Komünist bir cennet” de şimdilik mümkün gibi görünmüyor ise…
Engels ile başladık, tabi ki son söz de onundur… Bizim de azalan yanımızı söylediği için…
“Her şeyin başı dürüstlüktür.” Engels
Okuyucuya Not: Geçen dönem yazdığım (Risk Toplumu ve Geçmişten Geleceğe Dersim) adlı makalede, Risk Toplumu kavramının kime ait olduğunu belirtmeyi bir ihmal olarak değerlendirmenizi… risk toplumu kavramını birçok sosyal bilimci (gramsci, giddens, pierson, beck) kullanmıştır. Ama bu kavramı sosyoloji alanına sokan Ulrich Beck dir…