4ê Gulane Roca Xoviriardena Tertelê ‘38i
4 Mayıs Dersim ’38 Soykırımı Anması
İsyan Yalanı ve Mitsel Yaklaşım
Devletin 1937-38 yıllarında Dersim ve Dersimlilere uyguladığı zulüm, yapılan o kadar çalışmalara, ortaya konan tüm belgelere rağmen hala kimi Kürt ve sol çevreler tarafından isyan olarak adlandırılıp yansıtılmakta. Oysa bu çevereler de biliyor ki Dersimliler bu zulmü “Tertele/Soykırım” olarak ifade etmişler.
Ne amaçla olduğu bir yana T.C. devletinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dahi katliam olarak ifade etttiği bu zulüm, Wikipedia’nın “https://de.wikipedia.org/wiki/Dersim-Aufstand” linkinde olduğu gibi “Türkiye’deki son Kürt İsyanı (der letzte große Kurdenaufstand)” olarak işlenmiş.
Sayfayı hazırlayanlar, aşağıda görüleceği gibi her şeye rağmen bunu yapmışlar. Çünkü kendilerinin faydalandığı yazıların (linlklerin) çoğunda katliam (Massacare), soykırım (jenosid) denmesine rağmen „Dersim İsyanı“ olarak başlık atmışlar.
Hans-Lukas Kieser: „Dersim Massacre, 1937-1938“, Online Encyclopedia of Mass Violence
Mustafa Akyol: „How Turkey massacred the Kurds of Dersim“, Hürriyet, 17. November 2009
İsmail Beşikçi: Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi. Istanbul 1990
http://dersim-tertele.com/index.php/de/ Website der Dersimer Gemeinden in Deutschland welche ein 1937-1938 Dersim Oral History Project unterstützten.
Yazılanlar eskiden kalmadır da denemez. Çünkü sayfa 21.03.2019 tarihinde yenilenmiş (Diese Seite wurde zuletzt am 21. März 2019 um 19:49 Uhr bearbeitet).
Bu söylemlerde bulunanlar, bu türden bilgi kirliliği yaratanlar devletin “isyan ettiler, devlet de isyanı bastırdı” yalanına hizmet ettiklerini bilmiyorlar mı?
Silahlarının önemli bir bölümünü devlete teslim eden bir toplum nasıl isyan edebilir?
Sanırım bu bilgi kirliliğinin iki nedeni var.
Biri TKP’nin önemli isimlerinden İsmail Bilen 1937 Temmuz’unda Komintern’e yazdığı Dersim Raporu, ötekisi ise ideolojilerine zemin hazırlamak için kullandıkları mitsel yaklaşım.
Sey Rıza’nın dediği gibi, “ayıptır, günahtır…”.
01.05.2019
2019 Yerel Seçimleri
Türkiye bir yerel seçim sürecini daha geride bıraktı. Öyle görünüyor ki, ortaya çıkan sonuçlar yerel idari politika sınırlarını aşan boyutlara sahip. Neticede Türkiye genelinde ortaya çıkan tablo AKP açısından sonun başlangıcı dedirtecek boyuttadır. Yapılan ittifakların, ‘bağrınıza taş basın, yaşadıklarınızı unutmayın, ama birazcık hatırım varsa faşizme karşı oy verin’, diyen HDP eski Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın takındığı ve seçmenleri tarafından kabul gören yaklaşımının da varılan sonuca etkisi olduğunun altı çizilmelidir.
Karanlığa ışık tutmak ittifakların nasıl şekilleneceğine bağlı olarak gelişecektir.
Dersim’de ise kazananın da, kaybedenin de dersler çıkaracakları bir seçim geride bırakıldı. Dersim Kongresi olarak Merkez Belediyesi seçimini kazanan sayın Mehmet Fatih Maçoğlu’na ve ilçelerde seçilen belediye başkanlarına başarılar diliyoruz.
Dersim halkının tercihleri saygıyla karşılanmalı, Dersim kültüründe ve inancında var olan hoşgörü çerçevesinde seçimlerin değerlendirilip kutuplaştırıcı ve ötekileştirici söylem ve tutumlardan uzak durulmalıdır.
Dersimlilerin özgür bir yerel yönetime çok daha fazla ihtiyacı var. Yerelin sorunlarına sahip çıkmak, buradaki halkın kültürel değerlerine karşı hassasiyet göstermek, örgüt ve partilerin dar menfaatlerinden uzak durarak şeffaf, saydam ve halka karşı sorumlu bir belediyecilik anlayışıyla hareket etmek elzemdir.
Yerel halkın dil, kültür, inanç, coğrafya ve tarihine karşı sorumluluk ve hassasiyet gösterilmeli; bu yönde çalışan sivil kurum ve kuruluşlara destek ve katkı sunulmalıdır.
Dersim’in tekrardan yaşanılır kılınması için yapılması gereken çalışmalarda hep beraber hareket etmek umuduyla başarılar dileriz.
01.04.2019
Dersim Kongresi Meclisi – Yürütme Kurulu
Murat Kahraman’ın „Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ kitaplarını belirli alalıklarla okudum. Murat’ın kalemini, edebi yeteneğini ebetteki konunun uzmanları değerlendirecektir. Bir okuyucu olarak sadece şunu söyleyebilirim: Haydar Karataş’ın „Perperika Soe“sinden sonra,“Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ ruhumu, yüreğimi, aklımı ikinci defa esir alan ilk eserler oldu.
“Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ ile çocukluğumun toprağına, dağına taşına, börtü-böceğine dokundum. Nergisin, piltanın kokusunu aldım. Kengerin, helugenin, singa hardın tadı aşina oldu bana. Yokluğun pençesinde çırpınan asalete şahit oldum, umutlandım. Kuzenim Sey Bartal’ın (Mustafa Tekin) ruhuna dokundum, ağladım. Veli amcayla birlikte Meral’e ve Zeynep’e kol kanat germeye çalıştım, yirmi dört yerimden kurşunlandım. Meral’le masum-u-pak oldum öldüm. Zeynep’le ölüler dünyasının ruhu Çino’ya ağız dolusu küfür ettim, yüzüne tükürdüm. Çino’yla, Qoçero’yla, Ekrem’le insanlıktan çıkma halinin dipsiz kuyusunda buldum kendimi, kahroldum. Kötülükler dünyasının bu yaratıklarıyla aynı evrende nefes almaktan utandım, ölmek istedim. Bağin’de, Başbağlar’da çoluk-çocuk yaşlı demeden suçsuz insanların yaşam hakkının elinden alınmasını seyredince işkencenin, ıstırabın katmerlisini yaşadım, nefes alamadım, kaçmak istedim, insanlığa küstüm. Bu zulme sebep veren zihniyet sahiplerine karşı yıllarca sessiz kalmanın suçluluğunu yaşadım.
„İnsanlığın özgürleştirilmesi “, „toplumsal kurtuluş“ için hayatını ortaya koyarak yola çıkan insanlardan, insanlığa ve özgürleştirmek istediği topluma düşman birer canavar yaratan zihniyet, ağusunu nasıl oldu da „ziyaret, niyaz ve rızalık yurdu Jar-u-Diyar“ın (Dersim) damarlarına akıttı? Konu komşusuyla her daim ekmeğini paylaşmış, acısına ortak olmuş, hasatında muhtaç komşusunun hakkını hep gözetmiş bir kadim kültüre/inanca sahip insandan nasıl oldu da, akrabası, kapı komşusu, dert ortağı Veli Kahraman’ın hanesini ateşe veren „ork“ ordularının hizmetinde odun taşıyabilen yaratıklar türedi? Henüz on iki yaşına değmiş Meral’in üzerine kapanıp, onun günahsız vücuduna saplanan kurşunlara kendisini hedef yapacak kimse neden çıkmadı?
Bağin’de, Başbağlar’da çocuğa kurşun yağdıran zihniyet sahipleri, yaptığınız zulümle Kürt insanının da ruhunu kirlettiğinizin hiç mi farkında olmadınız? Diyarbakır’da, Şırnak’da yaşayan hangi Kürt anne çocuğu emsali Meral‘ e kendi kurtuluşu adına kurşun sıkılmasına rıza gösterebilir? Sivas’ta bedenleri ateşe verilen hangi Alevi aydını, insanı, Raa Haq’ın beşiği Dersim’i, onların adına Başbağlar’da ateşe verdiğiniz evin içinde yanarak can veren masum-u-pakın kanıyla kirletmenize müsaade ederdi? Kabesi insan olan bu canların, bir çocuğun ölümüne göz yummaktansa, bedenlerini saran alevlerin daha da harlanmasını yeğleyeceklerini hiç mi düşünmediniz? “Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“’yı okudukça, Yüzüklerin Efendisi’ndeki Sauron’un „ork orduları“ canlandı gözümde. Çino’nun, Qoçero’nun, Ekrem’in ayak bastığı Dersim‘in her karış toprağı kanla sulanıyor, ruhunu yitiriyor, can çekişiyor, insanlıktan arınıyor. Siz bütün bu yaptıklarınızı nasıl „Kürt halkının kurtuluş davası“yla özdeşleştirebiliyorsunuz? Suçsuz, günahsız insanların canı pahasına elde edilmiş bir „kurtuluş“u hangi vicdan kabul edebilir? Hangi dava, hangi ordu, hangi ideolojik önerme çaresizliğin pençesinde çırpınan bir halkın çıkarından, Masum-u-pak Meral’in gözündeki ferden, mutluluğundan, hayatından daha değerli olabilir? Yaşlı babasının arkasına sığınmış bir çocuğu kurşun yağmuruna tutmayı hangi „özgürlük davası“nın çıkarıyla meşrulaştırabilirsiniz? Bugün halen bu gibi bahanelerle katliamlarınızı aklamakta ısrar ediyorsanız, o davanız batsın, kara vicdanınızla baş başa kalın. Bir dirhem vicdan sahibiyseniz, çıkıp günahlarınızı açıklayın. Geçin Meral’in mezarının başına diz çökün, af dileyin. Kurşun yağmuruna tuttuğunuz duvarın dibine anıtını dikin. Bağin’de, Başbağlar’daki marifetinizi kuşaklar boyu hafızalara kazımak için utanç müzeleri kurun.
Hiçbir gerçek özgürlük yanlısı insan bu karanlık ruhlara kol kanat germemelidir. Bağin’deki, Başbağlar’daki katliamlara sebep olanlar, Doğan’da kızlarını korumak için „bahtınıza düşmüşüm çocuklar, sadece beni öldürün!“ diye yalvaran yaşlı Veli Kahraman’a 24 kurşunla cevap verenler en geç o an „devrimci“ olma, „ulusal kurtuluşcu“ olma vasıflarını yitirmişlerdir. 12 Yaşındaki Meral’e, ablası Zeynep’e reva görülen zulüm, bu zihniyet sahiplerinin insanlığa vadettiği geleceğin resmidir, teminatıdır.
Murat Kahraman, Kırmanciye damarına sıkı sıkıya sarılıyor, vicdanını ve ruhunu bu hümanist damara teslim etmekten kaçınmıyor. Onu, temsil ettiği sol-devrimci kimlikle, „altın çağ“ ütopyası damarıyla karşıtlık içinde değil, birbirini güçlendirici ve tamamlayıcı ögeler olarak görüyor. Dersim’in bağrında sol örgütlerin açtıkları yaralar ancak ve ancak Murat’ın “Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“yla örneğini sunduğu vicdan muhasebesiyle onarılabilir. Murat, bunun yolunu açmıştır ve sadece bir başlangıç yapmıştır. Belki Murat, belki de başka biri örneğin, “Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ ‘da yerilen karanlık zihniyetin dahil oldukları saflara da nasıl sirayet ettiğini, örnekleriyle muhakkak anlatmalılar, yazmalılar. İç hesaplaşmalarda (Kardelen Hareketi gibi) hasımlarına işkence yapmanın, çocuğunu „halk ordusu“ saflarına teslim etmek istemeyen köylünün tokatlanması, suçlu olup olması bir yana, bir babanın çocuklarının gözü önünde kurşunlanması, Dersim’de onlarca insanın sorgusuz sualsiz infaz edilmesi, benzeri yaptırımların ve suçların „devrimci adalet“ adı altında meşrulaştırılmasının bu karanlık zihniyetin izdüşümünden başka bir şey olmadığını kabul etmeliler. Suça bulaşan kim olursa olsun, açık yüreklilikle bunun hesabını vermelidir.
Evet, „Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ aynı zamanda bir toplumun çaresizliğinin, her taraftan kuşatılmışlığının, içten içe tüketilmişliğinin de resmidir. Dersim’in insanı, dağları, vadileri, dereleri, ziyaretleri çığlık çığlığa, Munzur ah çekerek akıyor. Bu diyara veda edenler bu çığlığa, ah çekişe kulak vermeli. Zeynep’in, Meral’in anısı için Dersim diyarına yüzünü çevirmeliler. Kederlerini, sevinçlerini bu topraklarda paylaşmalı, hatta birbiriyle kavgalarını burada sürdürmeliler.
25 Mart 2019
[ss_social_share align=”left” shape=”rounded” size=”small” labels=”label” spacing=”1″ hide_on_mobile=”0″ total=”1″ all_networks=”1″]DERSİM’İN RESTORASYON SÜRECİ VE YEREL YÖNETIM POLITIKALARI
Selman Çiman
“Eğer yenilmişsek, yapmamız gereken tek şey, baştan başlamaktır” Engels
Sosyal bilim dünyası insanlarının en güzel yanı, bir konu hakkında, çeşitli teorik çıkarsamalar yaptıklarında, analiz sonuçlarına vardıklarında, hala bilgi eksikliğine, verilerin kognitif olup olmadıklarına duyulan şüpheye sahip olduklarını, itiraf etmek zorunda olmalarıdır. Bu nedenle geçen sürede yazdığım bir makalede(Risk Toplumu ve Geçmişten Geleceğe Dersim) Dersim’deki bu kaotik süreçten çıkmanın genel tanımını “yeniden inşa süreci” olarak tanımlamıştım. Bu tanımlamanın kavramsal olarak yanlış olduğunu düşünüyorum şimdi. Oysa önümüzdeki süreci kavramsal olarak “restorasyon süreci” olarak tanımlamanın daha doğru ve objektif olacağı kanısındayım. Kavramsal olarak doğru tanımlanmayan her sosyal-siyasal olgunun hipotezleri de doğru olamaz ve oluşturulamaz.
Bilim, doğruları araştırıyor ise, Sosyal bilimciler de, kurdukları teorilerinin mükemmel olmadığını ve yeniden düşünsel-kuramsal önermeler yapabilen ve endoktoryal olmak durumundadırlar. Bir diğer boyut da üretilen fikirler bilimsel olsa bile asıl sorulması gereken soru, temel kriter insanlığın etik değerlerine uygun olup olmadığıdır sorusuna verilen cevaplarla çok ilişkilidir. Bilimin temel amacı geleceğe dair öngörülerde bulunmak, spesifik düzlemde teoremler kurgulamak, hipotezler önermektir bu da ancak günümüzü anlamak-anlamlandırmak ile mümkündür. Genel olarak toplumsal davranışları değiştirmeyen bilginin hiçbir fonksiyonel değeri de yoktur. Ufkumuzu ve vizyonumuzu genişleterek, yeni ve bilinmeyen gelecek hayallerini kurmak, yeni bilinmeyen gelecekler yaratmaktır. Edgar. A. Poe’yi hatırlamak yerinde olacaktır, “Dünyanın gördüğü her büyük başarı, önce bir hayaldi”
Bizim toplumun en temel sorunu Siyaset Felsefesindeki deformasyon, çürüme ve yozlaşmadır. Bizde siyaset, felsefik olarak toplumdan uzaklaşarak bir tarikata dönüşmüştür.
Biz Dersimlilerin tarih bilinci, geçmişi tekrarlama üzerine kurulmuş, bilinç yanılgısından kaynaklı olarak, geleceğe dair perspektif konusunda bakar körlük yaşamaktayız. Oysa tarih bilinci, geçmişi tekrarlamak üzerine kurmak değil, aksine geçmişten kendimizi kurtarmak için bir bilinçtir.
Her toplumun olduğu gibi Dersim toplumunun da, bir kolektif hafızası, bilinci, davranışsal kalıpları ve travmaları vardır. Gelecek kurgusu da bu patoloji üzerinden şekillenir. Kendi siyasal tarihimizi, sorgulamadan ve gerçek anlamda bir hesaplaşma yaşanmadıkça, gelecekte bu sakat patolojinin bir “politik psişesi” ve kendisini sürekli üreterek devam edecektir. Politikadaki argümanlarımız da bu sakat patolojinin tekrarı ve “ideoloji” nin inşası seklinde boynumuzu sıkan bir kement gibi, entelektüel gelişimin, fikir üretiminin önündeki engeller olarak duracaktır. Gerçek durumu, klasik olarak tanımlanmış politik ve sosyal terminoloji ile şematize ederek, bugünki durumu paralize ederek “anlama”yı kesinlikle zorlaştırmaktadır. “Şimdinin anlaşılmaması kaçınılmaz bir şekilde geçmiş hakkındaki cehalleten kaynaklanmaktadır” diyor Marc Blach.
Şavaş sonuçları son derece ağır ve muaazzam bir bataklık, ayrıca telafisi belki de mümkün olmayan, insan, adalet, bilinç, ahlak, kültür kaybı demektir. Ayrıca ekonomik ve sosyal kalıcı tahribatlar yaratacağını bilmekte yarar vardır. Bu durumun sosyopsikolojik nedenselliğinin nosyografik bakımdan analizi yapılmadan, sosyal bilimler açısından da semptomolojik dengeleri kurmak için kritisizme ihtiyaç duyacağımız, bir sosyal komplikasyon ile karşı karşıyayız.
Fizikçi Max Planck’ ın dediği gibi “bilim cenazeden cenazeye ilerler.” toplumsal değişimde de bu kural geçerlidir. Yeni teoriler gelişmeden de toplumun köhnemiş düşünce mekanizmaları da değişmeyecektir.
Bizim toplumun en temel sorunu Siyaset Felsefesindeki deformasyon, çürüme ve yozlaşmadır. Bizde siyaset, felsefik olarak toplumdan uzaklaşarak bir tarikata dönüşmüştür. İngiliz düşünür ve filozof, Jeremy Bentham’a göre insanın siyasetin eyleminin nedenini ve en yüce değerin “çoğunluğun mutluluğu” olduğunu söylemektedir, Benthamın halefi John Stuart Mill ise bir adım daha ileri giderek mutluluğu “acının yokluğu” olarak anlaşılması gerektiğine vurgu yaparak tanımlar. Michel Foucault`a göre de siyaset felsefesi “Gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği sığınabileceği tek ev, çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir” Coğrafyamızda bir dogmaya dönüşen siyaset felsefesi, aklın üretim(sizliğini) paradigmik dogma halinden kurtarma, toplumcu düşünce felsefesi ile yeniden bağını kurmak, toplumsal ve siyasal sorunlara “eleştirel teori” ile şekillendirmek, yeni bir yol bulmamız için yegane yöntemdir. Marcuse’ nin işaret ettiği hali ile “siyasal kültür endüstrisi”nin ürettiği tek tip düşünmeden kurtulup, postmodernizmin yapısal sorunlarına belki de kafa yormaya başlayacağız. Bütün bu durumda alternatifler yaratmak mümkündür. Ancak geleneksel temel düşünsel dayanakların ve sistemin genel eleştirisi üzerinde şekillenecek yeni perspektifler ve kavramlara ihtiyaç vardır. Halen dünyanın “düşüncenin ilk ortaya çıkış formu”(Adorno)şeklinde döndüğüne inanan çok sayıda insanın olması şaşırtıcı değil midir?
Bir fikrin, teorinin doğruluğu veya yeni olması toplumda hemen karşılık bulacağı, rahat kabulleneceği anlamına gelmez, aynı zamanda doğru bir yöntemle anlatılması da teorinin kendisi kadar önemli bir konudur. Tarihsel süreç içerisinde oluşan katı fikirsel kalıplar her zaman, entelektüel gelişime, toplumsal bilinç sıçramalarına karşı birer bariyer görevi görmüşlerdir. Savundukları, inandıkları fikrin sonuçları nedeni ile hayal kırıklıkları toplumu enkaz altında kalmış gibi bir duygusal anafora sokmuşsa durum daha da kaotik ve karmaşıktır. Bu durum bazen büyük bedellere karşılık düşebilir.
Dersim toplumun bugünki durumunu açıklamak o kadar zor ki hangi olguları hangi olgularla bağlayacağımızı, kesişim noktalarını nasıl kuracağımızı bilmiyor olmaktan dolayı, gerçekten zorlanacağımız bir durumdur. Toplum analizinde de sosyal bilimlerin bütün alanları arasındaki ilişki ve geçişgenliği kullanmak, rasyonel bir denklem kurmak zorundayız,
İnsanlar bilinmeyenden korktukları için değişime açık değildirler. Yeni fikirlerin topluma taşınacağı da bir yöntem sorunu olarak, sosyal bir dönüşüm süreci olarak kurgulanan bir şey olduğunu, kitle kültür endüstrisinin manipülasyonuna açık hale geldiği gerçeğinden hareketle doğruların her zaman kabul göremeyeceğini bilmek gerekir. Spinoza bu durum için şunu söyler, “Bir fikrin doğru ve geçerli olması yetmez, fikrin gücü doğru bir yöntemle anlatılmasıdır”
Bizim cehpemizden de sorunlar yok mu? Yeni bir fikri savunanlar, aynı zamanda yeni bir davranış formu, yeni bir tarza ihtiyaç olduğu bilincinin evrimsel dönüşümünü tamamlamış mı? Oysa yeni bir fikir her boyutu ile değişimdir. Zihinsel, normatif ve entelektüel değişimin yapısal doğal sonuçları olarak fikir yeni tarz ve jargon eski olamaz. ”Yeni hedefler, yeni yöntemler gerektirir” Pyotr Kropotkin’in işaret ettiği gibi.
Ayrıca yeni bir fikirteori yeni bir dil kurmanıza niteliksel strüktürel yapısalsöküm değişimine de ihtiyaç duyar. Bu durum düşünsel evrimin başlangıç parametresidir. Ama günümüzün kronik problemi, entelektüel ve zihinsel kirliliğin yarattığı deformasyondan kaynaklı olarak, siyasetin dili, “sokağın dil”i kavramları ile doludur ve popilisttir. Entelektüel üretim ve tartışma çıtasının düştüğü bir coğrafyada, bilgi ve analizle yoğrulmuş teoriler üretmek hem riskli hem de anlaşılması uzun bir süreç alabilir ve entelektüel olarak, kavramların yarattığı kaosun enkazı altında kalmış gibiyiz.
İnsanlık, büyük emek ve mücadele ile ürettiği bütün iyi değerler her geçen gün daha da dejenere edilmektedir. Adeta kuralsızlık herkesin kanıksadığı bir çürüme sürecine hızla ilerliyoruz veya “R-Kompleks“ini yaşıyoruz gibiyiz. (R-Kompleks, sosyalpiskoloji de “sürüngen beyin bölgesi“ olarak da tanımlanan, kitlelerin ilkel içgüdüleri aktive ederek mantıklı düşünmesini baskılamak olarak tanımlanır. Alman Faşizmi üzerine Frankfurt Okulunun yaptığı çalışmalardan sonra düşünsel manipülasyonun sistematik olarak medya aygıtları ile yapılmasından sonra toplumların mantıklı davranış göstermeyeceği tezini oluşturdular. Max Horkheimer bunu “kitlesel akıl tutulması” olarak tanımlar.)
Yeniden şekillenen bu düzensizlik, ahlaksal çöküşüne, retoriksizliğine karşı düzenin ezberlerini bozacak ne entelektüel bir direnç ne de siyasal bir hareket henüz yoktur. Bütün dünyayı derin bir çürümeye doğru sürükleyen, yanılgılar-yalanlar zincirini içselleştirerek-kanıksayarak toplumsal moral değerleri “organik yalancılık”(Max Scheler) ile inşa edilmektedir. Bugün dünyanın üçte ikis, bu yalanı üreten otoriter, kültürsüz, maço ve saldırgan liderler yönetmektedir ve insanlığın tarih boyunca büyük emek ve mücadele ile ürettiği değerler büyük bir tehdit altındadır.
Dersimi bugünkü hali ile çok boyutlu, geometrik olarak “şekilsiz” bir cisime benzetebiliriz. Nasıl ki şekilsiz cisimlerle ilgili hesaplarda yüksek matematiğin birçok teoremi ve alanlarını (integral, tregrometri) kapsayan kompleks bir yöntemle doğru sonuçlar almak mümkündür. Descartes in deyimi ile “Hatalı şekiller üzerinde , doğru akıl yürütmek esastır” Bu teorem, geometride simetrik olamayan durumların temel mantığını oluşturan çözüm metodolojisini oluşturur. Pozitif bilimleri, Sosyal bilimlere uyarlayarak bazı sonuçların alınması, ya da “işin matematigi“ diye de söylenen, toplum mühendisliği kavramını vulgarize etmeden, dengeli ilişki-denklemparalizasiyonu kurmak gerklidir. (Dünyanın en ünlü matematik kuramcısı John Nash, Bilgi Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada şu ünlü cümleyi kurmuştur. “İyi matematik bilmeyen toplumlarda adelet yoktur” Dersim toplumun bugünki durumunu açıklamak o kadar zor ki hangi olguları hangi olgularla bağlayacağımızı, kesişim noktalarını nasıl kuracağımızı bilmiyor olmaktan dolayı, gerçekten zorlanacağımız bir durumdur. Toplum analizinde de sosyal bilimlerin bütün alanları arasındaki ilişki ve geçişgenliği kullanmak, rasyonel bir denklem kurmak zorundayız, teorik önermelerimizi ve toplumsal sorunları eleştirel teorinin verilerine dayandırmalıyız ancak bu yöntemle şekillendirebiliriz. “Eger gerçek diye bir kavram varsa, son derece komplekstir ve bir bütün oluşturacak şekilde kavranması imkansızdır” Bu konudaJacques Lacan`nin ünlü teorik çıkarsaması bizi düşündürmelidir.
Bütün dünyayı etkisi altına alan, çağın en hızlı kitleselleşen büyük hastalığı, çekilmez meşurluk arzusu, “histeriye” dönüşmüş popilizm, insanlığın bu pop-kültür haline “Meşhuriyet Çağı” da denilebilinir. Andy Warhol’a babanın ceddine rahmet dedirtecek şekilde, görsel kitle kültürünün anaforuna, illüzyonuna, narkotik etkisine kaptırmışız ki, hepimiz, kızgın yağın olduğu tavaya düşmek için can atan damlalar haline geliyoruz. İngiltere’ de 2002 de milen-yumun en parlak zekasına sahip çocuk diye açıklanan on yaşındaki Laura Hibbert, büyüdüğünde ne olmak istiyorsun sorusuna verdiği cevabı “meşhur” olmak istiyorum. Dünyanın içine girdiği bu yeni girdapdan bizim Çemişgezek li TEOG Türkiye birincisi olan ve astro-fizik uzmanı olmak isteyen Berdan Teloğlu’ nun henüz sanırsam haberi yok.
Modernitenin yarattığı bütün bu gerginlik ve karmaşa, günlük yaşamımızda her tür riski göze almamızı, bizim daha fazlasını istememizi her koşulda özendiren ve binlerce yıldır oluşan değerler-normlar deforme olmaktadır. “Sebepleri” ve “sonuçları” açıklamak için karmaşık ve sınırları zor çizilen bir fenomen olarak “Küreselleşme” kavramı günümüzde meydana gelen bütün siyasal, sosyal iktisadi kültürel ve uluslararası düzeydeki gelişmeleri açıklamak-tanımlamak için temel referans olarak kullanılmaktadır. Bu süreç şekilsiz, renksiz, biçimsiz geri dönüşü imkansız gibi görünen yerküresini tehdit eden karanlık bir tünele doğru yol alıyoruz.
Dersim, yerkürenin “Dezavantajlı Guruplar“ toplumsal kümelerinden birini oluşturmaktadır ve yerel iktidarın her türlü saldırıları dışında, küreseleşmenin yarattığı yıkımın kurbanı olabilecek bir toplumdur. Yeraltı zenginliklerin talanını yapan, baraj yapımındaki finansal fonlar, doğal zenginliklerini gasp eden de küresel sermayenin tekeller oligarşisidir.
Dersim’ de dünyaya soldan bakan politizasyon Latin Amerika deneyimlerinden çok şey öğrenmesi gerekli olduğu bilinci ile “yerellleşme” ve evrensel değerler ile denklemini her boyutu ile kurarak “yeni toplumsal hareketler” teorik-fiziki dinamikleri üzerine ancak şekillenebilir. Sosyal, siyasal hareketleri de tarihsel evrimini açıklayan bir sosyopiskolojik teorem olarak “gittiğin noktadan daha ileriye gidemiyorsan en iyi yöntem başlangıç noktasınına tekrardan dönerek yeniden başlamaktır”
Siyaset ham aklın bilgi-bileşim faktörü ile efektif kullanılmasıdır. Her toplumsal değişimin, bir de karşı dirençleri olduğunu unutmamak gerekir. Sosyal dinamiklerin doğru analizi, çatışma kırılma noktaları, duyarlılıkları, uygulanılan politikalar yerel kültürel doku ve özgünlükleri normatif bir paralelelik göstermelidir. Solljenitsin Ruslar için “Tanrı Ruslar’a sadece akıl verdi, ama başka da bir şey vermedi” Durum onu gösteriyor ki biz Dersimlilere de sadece akıl verdi, ama “kullanmama” ve “biraraya gelmemek” şartı ile verdiği kesindir. 21.yy da bireyin rolü toplumsal gelişimde gittikçe azalmaktadır, kişinin girişimleri, yetenekleri değil, onun kolektif eylemi olarak hayatın seyrini değiştirecektir.
Tarih de bir araya gelen ve sonrasında dağılan deneyim olarak bilince çıkarılması gereken bir süreçtir, tekerrürden ibaret olması da tekrar eden “aptallığın sürekliliği”dir. (Burda aslında 1937 nin baharındaki Halvori aşiretler cemaatini anlatmak gerekiyor, konu çok uzun olduğundan yazmak mümkün değil) bugün içinde bulunduğumuz çalışmayı anlamayanlar (Dersim Kongresi). Y. Noah Harari‘nin dedigi gibi “Tarihin sadece teknoloji, siyaset ve toplumla degil, aynı zamanda düşüncelerimizi, korkularımızı ve rüyalarımızı şekilendirdiğini unuturuz” 1776 da iç savaşta on binlerce insanın öldüğü bir yerde, Thomas Jefferson ve arkadaşlarının Amerikan Bağımsızlık Bildirgesini yayınlamaları ile dünyanın kaderini son iki yüzeli yıldır nasıl değiştirdiklerini hiç bir zaman anlamayacaklardır.
Son on yılda asgari anlamda adalet duygusu olarak tanımlanan demokrasinin yerel yönetim boyutu ile Dersim’de hiç bir pratik uygulaması ve eylemi olmadı. Bizim toplumda yerel yönetim politikası tartışılmıyor, yapılan aslında bir tartışma da degil, “siyasal aptallaşma”nın bütün verilerini ve politik diskurun bütün absürtlüğünü bulmak mümkündür.
Devletin “sosyal-siyasal dışlanma”yı (Rene Lenoir) her alanda uyguladığı Dersim toplumu genel olarak da Aleviler sivil, siyasi, ekonomik, ve sosyal olarak ayrımcılığa uğrayan, vatandaşlık-yurttaşlık haklarından önemli oranda mahrum bırakılan, bir tür kolektif cezalandırma “açık ayrımcılık”uygulamasının dinamik süreçleri ile dezavantajlı toplumun bireyleri olarak hayata başlıyoruz.
Savaş baltalarının toprağa gömülmediği bir toplumda normal şeyler olmasını beklenemez. Doğru bir yön bulmak zaten mümkün de değil. Günümüzün sorunlarını, farklılıklarımızı çatışma ve ayrışmanın potansiyeli olarak kullanmaktan artık vazgeçmenin yakıcı bir döneminden geçtiğimiz bilinci ve birlikte çalışmanın zeminini oluşturmanın,
politik vizyonu, geleceğimizi şekillendirebilir. Bu toplumsal dinamiği göremeyen ya da anlamayan bir sürü “rant siyasetçisi” var ve bu çatışmadan rant devşirmeye çalışmaktadır. Otoriter dikta rejimlerinin kullandıkları en önemli kitle manipülasyon propaganda araçlarından biri “mağduriyet teorisi”dir. Bugün de Dersim’ de yapılan bu olmak ile birlikte, erk oluşturmak sürecinde kitleyi en kolay aldatmak için kullanılan enstrümanlardandır. Dersim ile ilgili bütün bu itirazın temel dinamiği son beş yüz yıllık hegemonya kurmak isteyenlere karşı gelişen siyasal-sosyolojik bilincin tarihsel aktarımın genetik kodlarında saklıdır. Otorite kurmak isteyenlerin anlaması gereken, itirazın toplumsal enerjisinin dinamiği “otonom olma refleksi“ bu bilinçtir ve kolektif adalet duygusunun harekete geçmesi halidir. Tarihleri bu suçun ceremesi ile dolu olan Dersimliler bugün “itaatsizlik” gibi ağır bir suçu bir daha işlemektedirler. Dersim toplumu aydınlanma ve “akıl çağı”na dogru bir evrim geçiriyor, bu durum bireysel planda da “servis dışı” kalmış mantığın tekrardan aktive edilmesi şeklinde işlemektedir. Dersimli Kürt milliyetçilerinin ortak refleksleri ve düşünsel davranışlarından “protez aklın” bütün semptomlarını hemen hemen görmek mümkündür ve fikir üretiminin “fabrikasyon” olduğu hemen görülebilir. Bu evrim hiç kuşkusuz “vesayet sistemi”ne karşı itiraz ile başlamaktadır. İmmanuel Kant bu aydınlanmayı şöyle tanımlamaktadır, “İnsanlığın kendi girdiği vesayetten kurtulması” yani anlamayanlar için Türkçesi ne şah ne de sultan takarım kültürü ve idam esnasında kendi sehpasını kendisi tekmeleyenlerin bir toplumu olan Dersim‘i hala tanımamış olmanın cehaletidir. Bu tartışmaların anlamsızlığını “iktidar zehirlemesi“nin yaratığı “suçun transferi”(Jung) olarak okumak gerekir.
Son on yılda asgari anlamda adalet duygusu olarak tanımlanan demokrasinin yerel yönetim boyutu ile Dersim’de hiç bir pratik uygulaması ve eylemi olmadı. Bizim toplumda yerel yönetim politikası tartışılmıyor, yapılan aslında bir tartışma da degil, “siyasal aptallaşma”nın bütün verilerini ve politik diskurun bütün absürtlüğünü bulmak mümkündür. Bu duruma, Dersimlilerin bu haline en çok da Frantz Fanon gülmektedir, bir daha haklı çıkmanın aragantlığı ile piskopapatolojideki bu kültürel çürümenin boyutunu bir kez daha görecek ve bu cümleleri bir daha tekrarlayacaktır mutlaka. “Kimsenin elleri temiz değil, hepimiz ellerimizi toprağımızın bataklıklarında ve beyinlerimizin korkunç boşluğunda kirletme sürecindeyiz…” Burdan çıkarılması gereken ders, anlaşılması gereken konu, şidddet görenlerin şiddet uygulamaya da eğilimli oldukları gerçeğidir. Karşıya benzediği, aynı yöntemleri kullandıkları bilinen bir olgudur. Zalim ile mazlum konumlarının geçişli ve birbirinin simetriği olduğu, bunu engelleyecek tek faktörün de öznel bilinçlenme ve demokrasi kültürünü içselleştirmektir. Bu yeni toplumsal hareketin dinamikleri, siyasal dip dalgası doğru okunmaz ise heba edilmiş bir son şans olarak tarihe geçecektir ve Dersim’de gelişen bu hareket bütün alevi hareketini kapsayan ve cendereden çıkmasını sağlayan bir dalgaya dönüşebilme imkanlarını kendisinde barındırmaktadır. Eğer Dersim’ deki bu bodrumkatın`da toplananlar “işçi sınıfı öncülüğü” ham hayali ile kendini kandırmazlar ise veya Mao`nun “kültür devrimi” deli gömleğini bir daha, zavallı Dersim’in başına bela etmezler ise…..
BİR SOSYAL POLİTİKA OLARAK YEREL YÖNETİM
Yerel yönetim politikasının en genel anlamı sosyalpolitika olarak tanımlanır. Latince socius ve poli kavramların birleştirilmesi ile bir disiplin haline gelen genel politikaların tümüdür ve yerel yönetimi de kapsamaktadır. Yerel yönetim, genel anlamı ile insanların refahına yönelik olarak aldığı kararlar ve sürdürdüğü uygulamaların bütünüdür. En genel anlamda insanın sağlığı eğitimi, ulaşımı, güvenliği, beslenmesi, korunması, barınması ve istihdamının sağlanması yerel yönetimin makro düzeyindeki vizyonu sosyal politika alanıdır. İç barış ve sosyal adalet dengesini de gözeten bir çerçeve oluşturmak toplumsal refahı sosyal sorunların kapsamı ile paralellik gösteren ekonomik politikaları da dengeleyen ve sosyal boyutunu her zaman gözeten etik ve toplumsal adalet değerlerin korunması, güçlenmesi için azami bir rol oynar.
Bir sosyal ve kültürel risk toplumsal gurubu olarak sorunlu ve yetersiz yaşam koşulları içinde negatif bir süreklilik ile demografik değişim yaşayan Dersim toplumu fizyolojik, pskolojik, sosyal, sağlık, ekonomik, siyasal ve kültürel açılardan çağdaş normlara yakın bir kamusal politikanın geliştirilmesi, yerel yönetimin temel bir görevidir. Bu politikalar ve uygulamalar bölgenin ve şehrin kimlik kültür dokusuna uygun olması gerekir. Bugün Dersim’de ihtiyaç olan bu politikaların oluşması için yerel yönetimlere bilimsel ve akademik düzeyde bilgi üreten bir “Sosyal Bilimler Akademisi”ne ihtiyaç vardır. Restorasyon da ancak bu regenaratif(onarıcı) politikalar ve uygulamaları geliştirmek ile ancak sağlanabilinir.. Bu regenaratif politikalar, ekonomik gelişim ile sosyal gelişim arasında paralellik sağlayan, bütünleştiren ve bölgesel düzeyde çevrenin korunması perspektifini esas alan, bölgenin ekonomik ve sosyal dinamiklerin sürdürebilir bir gelişim projeksiyonu ile mümkündür.. Bu politikalar fırsat eşitliği sağlayan, partizanca yönetim anlayışından arınmış, etkin ve adil bir yönetim anlayışı ile sivil toplumcu, diyaloğa açık mekanizmaları oluşturan bir model olmalıdır.
Yerel Yönetimin temel perspektifi, toplumda bireylerin karşılaşabileceği tüm sosyal olumsuzluklara-sorunlara karşı korunmalarını, öngören kamusal karar ve uygulamalara konu olan sosyal-toplumsal politikaları geliştirmektir. Toplumun yaşadığı sorunlar ile bu sorunları çözmek için uygulanan politikalar arasında doğru bir korelasyon sağlanmak durumundadır. Hebermas`ın konu ettigi, “Kamusallığın Yapısal Dönüşümü“ eserindeki hali ile, “Vatandaşlar arasında şeffaf, açık, ve akılcı tartışmaya dayalı olarak oluşturulan” diye tanımladığı, kamu yararı ve kamusal sorunların çözümüne ilişkin politikalar oluşturmak “ideolojik nosyonlar” ile değil, ancak özgürlükçü, eşitlikçi, eleştirel akılcı bilgiyi esas alan, çoğulcu katılımcı demokratik bir yerel yönetim için vazgeçilmez tek yöntemdir.
Sosyal politika oluşturulurken, toplumsal refahı artırmak için, ekonomik, sosyal ve siyasal tehlikelere karşı politikaların oluşumunda sivil toplum kurumları, üniversiteler, meslek örgütleri, sendikalar, çok önemli bir rol oynayabilirler.
Dersim de insan türüne tapmanın ideolojisini, yani “Hümanizm“i coğrafyamızda egemen kılabiliriz ve yeryüzünde bu “din”e inanan tek toplum olma şansımıza sıkıca sarılarak, biz de insanlık değerleri vadisi olabiliriz.
Yerel yönetimin kurumsal işlevi ve pratikleri konusunda bilgi birikimine sahip olmayan yöneticilerin iktidar eleştirisini tutarlı bir zemine oturtamazlar ve karşı direniş-direnç mekanizmaları da oluşturmazlar. Bu nedenle yerel yönetim sürecinde olan kişilerin, entelektüel ve yenilikçi politikalara açık olması ve demokratik katılımcı süreçlerini işleten kapasiteleri taşıması gereklidir. Dersim toplumunun tarihi hafızası, toplumsal karakteri, siyasal kimliği ve kültürel dokusunu hiç bilmeyen yerel yöneticilerin toplumsal sorunları çözmesi mümkün mü? Kentlerin de birer kimliklerinin olduğunu, bu kimlik oluşumun etnik yapı, kültürel ve tarihsel etmenlerden oluştuğunun bilinmesi, entelektüel olarak anlaşılması gereklidir. Kentin kültürünü sadece dikey yapılaşma(beton ve asfalt olarak anlayan bir sosyoloji) estetik ve otantik dokunun kaybolduğu rant eksenli bir yıkım ve çürüme egemen olmuştur Siyasetde sorunları çözerken, siyaseten bir algoritma kurmak durumundayız. Algoritma kurmadan sorunları çözmek bir sonuca varmak imkansızdır. Amaca varmak için kullanılan bir dizi sosyal-kültürel ve politik parametreleri görmek ve metodolejik adımlar atmak ve hesap yöntemleri geliştirmek durumundayız. Alışılmış uygulama ve politikalar dışında sorunlara kalıcı çözümler üreten bir yöntem ile toplumsal sorunlara yaklaşan bir politik anlayışda olmalıyız. Örneğin yoksul bireylere yardımı esas alan bir yaklaşımla değil, yoksulluğu ortadan kaldıracak kalıcı üretim model ve uygulamaları esas alan politikalar geliştirmek olmalıdır.
SONUÇ OLARAK
Dersim`i eşsiz olma, benzersiz olma(singularity) durumundaki bir yeryüzü fenomeni haline dönüştürebiliz. Silikon vadisi, nasıl bilimin, teknolojik gelişmenin ismi ise, Dersim de insan türüne tapmanın ideolojisini, yani “Hümanizm“i coğrafyamızda egemen kılabiliriz ve yeryüzünde bu “din”e inanan tek toplum olma şansımıza sıkıca sarılarak, biz de insanlık değerleri vadisi olabiliriz. İnsanlığın ortak değerleri kendisinde toplayan bir ada olmayı düşlemek bilim, sanat, politika ve felsefe alanlarında katkı sunmuş bütün insanların heykellerinin olduğu ve eserlerinin sergilendiği dünyanın en muhteşem açık hava müzesine dönüştürebiliriz. Ayrıca yeryüzünün baskı gören bütün ilerici insanların sığınacakları bir insanlık cenneti, sürgün edilen zorla göçertilen Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin ve Ezidilerin geriye döneceği huzurun ve kardeşliğin toprağı, tarihi kültürel renkliliğimizi yeniden kazanan bir Dersim yaratabiliriz. İnsanlığın ilerici değerlerinin yaşatıldığı evrensel bir “marka” olabiliriz.
Andaki zamanda ve yerinde kullanılmayan bir “doğru” şüphesiz ki daha sonraki bütün süreçlerde “yanlış” olarak kayıtlı kalacaktır. Dersim toplumunun içinde bulunduğu durum, bize kesinlikle doğruyu yapmayı zorunlu kılmaktadır, yoksa bütün gelecek tarihimizi belirleyecek bir yanlışın sonuçlarının yaratacağı felaketle uğraşmak zorunda kalabiliriz.
Bugün tam da eleştirel düşüncenin öncülerinden yapısökücü (dekonstrüksion), Jacques Derrida nın durduğu noktadayız, “Sistemi çözdüğünüzde ya teslim olursun, ya da direnir kendin olursun“ Bizden bir daha direnmemizi istiyorlar… Bizim tercihimiz direnmek olmalıdır ki, direnenlerin kazanmaları için bir şansı var ki direnmeyenlerin zaten hiç bir şansı yoktur. Ama bu sefer; “stratejik düşünme yöntemi” çerçevesinde “akılın-bilim yolu” ve “diplomasi” ile mümkündür. Antik Yunan düşünür Epikür der ki “Tanrılara inanmak zaman kaybıdır” ki biz Dersimlilerin doğru dürüst bir tanrımız da zaten yok. Bugün artık ”Komünist bir cennet” de şimdilik mümkün gibi görünmüyor ise…
Engels ile başladık, tabi ki son söz de onundur… Bizim de azalan yanımızı söylediği için…
“Her şeyin başı dürüstlüktür.” Engels
Okuyucuya Not: Geçen dönem yazdığım (Risk Toplumu ve Geçmişten Geleceğe Dersim) adlı makalede, Risk Toplumu kavramının kime ait olduğunu belirtmeyi bir ihmal olarak değerlendirmenizi… risk toplumu kavramını birçok sosyal bilimci (gramsci, giddens, pierson, beck) kullanmıştır. Ama bu kavramı sosyoloji alanına sokan Ulrich Beck dir…
Alevilik İslam içi mi, dışı mı tartışmaları, Alevi Hareketi’ni tehdit edici bir boyutta, son hızla devam ediyor. Ocakzadeler ve kurum yöneticileri de dahil, Alevi Toplumu neredeyse ortadan ikiye bölünmüş durumda. Bir delinin kuyuya attığı taşı çıkaracaklar diye kırk akıllının birbirine ettiğini kimse azılı düşmanına bile reva görmez.
Tarafların edep-erkan edebiyatı bir yana, tartışmaların andaki haliyle devam etmesi, bin bir süreğiyle kadim Alevi İnancı’na indirilmek istenen nihai darbeye hizmet sunmaktan başka pek bir işe yaramıyor.
Tartışmaya “sol”dan iştirak edenlerin tutumuna ilişkin bir kaç noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Tartışmada konunun bilimsellik boyutu ve teolojik boyutu kesinlikle birbirinden ayrıştırılmalıdır. “Yol”da ve süreklerde bir reform, ya da İslam öncesi “Raa Haq” inanışına bir rücu gerekiyorsa, bunu sağlamak yol/inanç önderlerinin ve Alevi/Raa Haq İnancı’na bağlı entelektüellerin işidir. İnançlar ve dinler tarihine diyalektik tarihi materyalist dünya görüşü ekseninde baktıklarını iddia edenler, Alevi İnancı’na karşı başlatılan kötü niyetli kampanyalara “bilimsellik” adına alet olmamalıdırlar.
Asırlar boyu toplumsal altüst oluşlardan etkilenerek bugünkü şeklini almış Alevi İnancı’na yeni format vermek bilim dünyasının işi değildir. Alevi/Raa Haq inanç dünyasının bu “yeni bilimsel” önermeleri kabul etmelerinin sosyal ve kültürel şartları da mevcut değildir. Aleviler, yaşadıkları her coğrafyada tarihte insanlığın aydınlık yüzü olmuşlardır ve bunun için soykırımlara varan bedeller ödemişlerdir. Bunu, başkalarının dışarıdan kendilerine empoze etmeye çalıştığı kimlikle değil, “KENDİ” Alevi/ Raa Haq inanç kimliğiyle yapmışlardır. Alevi/Raa Haq İnancı’nın değişik tarihi dönemlerdeki her ritüeli, sembolü ve kutsal saydığı kişisi bu o andaki “KENDİ” olma halinin bileşenidir. Bilimsellik adına bunları “özüne uygun” ve “özüne aykırı” zıtlıklar diye tasniflemek ve bundan dolayı Alevi/Raa Haq yol/inanç önderlerini gericilikle suçlamanın mazur görülecek tarafı olamaz.
Bilimde “tartışılamaz” diye bir konu yoktur. Her inanç, her dogma, her bilimsel bulgu tartışılabilir ve edilen tecrübeler ışığında tashih edilebilir. Ne var ki, bilimsel bulgular ve tarihi gerçekler bugün artık yeni bir din ya da inanç yaratmak için kullanılamaz, inanç ritüellerinin yerine ikame edilemez. Alevilerden/Raa Haq inanç sahiplerinden, yüzyıllardır uyguladıkları inanış pratiklerini ve ritüellerini terk edip, İslam öncesi inanç dünyasına rücu etmelerini beklemenin hiçbir bilimselliği yoktur. Sosyal bilimciler, diyalektik ve tarihi materyalist araştırmacılar, ateist solcu yazar ve aydınlar “Aleviliği/Raa Haq İnancı’nı takkiyeden arındırma” ve Alevileri/Raa Haq inanç sahiplerini asırlardır uyguladıkları, içselleştirdikleri inanış ritüellerinden vazgeçirme çabalarından uzak durmalılar. Böyle davranmakla hem kendilerine hem de Alevi inanç dünyasına zarar vermektedirler.
Aleviliğin tarihten gelen, zulme ve haksızlığa karşı direniş geleneği damarına atıf yaparak Aleviliğe/Raa Haq İnancı’na toplumsal kurtuluş felsefesi misyonunu yüklemek de günümüz şartlarında doğru değildir. Örneğin, toplumsal ve siyasal kurtuluş vaat eden Türkiye sol hareketinin çıkmazı, Aleviliğin/Raa Haq İnancı’nın “takkiyeden arındırılarak özüne kavuşturulması”ıyla da tazmin edilemez. Türkiye’de Aleviliğe karşı ciddi oyunların sahnelendiği ve Alevi kitlelerin büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğu bir gerçektir. Ne var ki, bu tehlikeleri savmak için, Aleviler dışındaki toplumsal güçleri de kapsayan ciddi politik örgütlenmeler gerekiyor. Sadece Alevi/Raa Haq inanç sistemi içinde bu devası saldırılara karşı çözüm bulmaya çalışmak beyhude bir çabadır.
Alevi inanç dünyası, kendi iç sorunlarını tartışırken, düşmanlarının Alevilere ve diğer mazlumlara karşı kullandıkları metotları ve dili birbirine karşı kullanmaktan imtina etmelidir. Alevilerin ve dostlarının birbirine karşı kışkırtılmalarına karşı her kes uyanık olmak zorundadır. Devletin böl-parçala-yönet politikası hepimizin malumu. Bunu böl-parçala-yok et olarak da okuyabiliriz.
Kimse aklından çıkarmasın: Aleviler, solcular, ateistler de dahil, mazlumlar cephesinin her rengi bu yok etme eyleminin hedefidir.
30.12.2018
Risk Toplumu ve Geçmişten Geleceğe Dersim
Selman Çiman
“Evrende en büyük ziyan, sorgulama yetenegini yitirmiş bir beyindir” (Einstein)
Konu başlığına bakıldığında, birçok sosyal-siyasal bilimleri ve disiplini kapsayan, karmaşık-kompilike bir durum olarak anlaşılabilinir. Oysa çok iddalı olmamak koşulu ile bugünün Dersimini anlamak, bütün bu konuları üstten bir bakış ile analiz etmek, geçişkenlik içeren, birçok konuyu birbiri ile ilişkilendirmek toplu bir fotoğrafı çıkarmak açısından gerekli gibi gürülmektedir.
Dersimliler, 1970’li yıllarda arkaplanda 37-38’de uğradıkları büyük vahşetin psikolojik motivasyonu ile çok hızlı bir şekilde politize oldular. Bir şekilde öç almak refleksi olarak da tanımlanacak bu süreç büyük bir yıkım ile sonuçlandı.
Meydanların kültürel-politik ve tarihsel hafızanın oluşmasında ciddi birer imge oluşturabilirler. Hatta bazen toplumların tarihin birim aşamasının da başlangıç noktaları olabilecekleri gibi, değişimin sembolleri; bazen de bir bütün olarak retoriksel söyleme anlamlar yükleyebileceğini görüyoruz. Yetmişli yıllarda Palavra Meydanı ile başlayan politik dinamizm kendine özgü bir tarz ve semboller yarattı. Erkeklerin bıyıklarını Marx’ın “M” si faullerini de Lenin’in “L” şeklinde kestiği, Amerikan parkasının politik olmanın kesin bir kanıtı olduğu; kadınların kot pantolon üzerine uzun çiçekli elbiseler giyindiği, yüksek sesle konuşmaların yapıldığı, herkesin koltuk altında tuğla kalınlığında düz renklerden kitaplar taşıdığı, “süreç-mekan sembolik hafızasını” ve “kültür kodlarını” oluşturmaktaydı.
Dersimliler, 1970’li yıllarda arkaplanda 37-38’de uğradıkları büyük vahşetin psikolojik motivasyonu ile çok hızlı bir şekilde politize oldular. Bir şekilde öç almak refleksi olarak da tanımlanacak bu süreç büyük bir yıkım ile sonuçlandı. Tarihsel kültürün bir mirası olan iç çatışmalar, cinayetler ve büyük trajedilerin de tekrarı oldu. Sonrasında, onbinlerce insanın büyük acılar çektiği büyük bir enkaz ve yıkım.
Bugün Dersim toplumunun kalbi başka bir meydanda, Seyit Rıza Meydanında atıyor. (meydanda bulunan Seyit Rıza heykeli kültürel-kimlik bilinci oluşmasında bir ortak sembolik anlam bile yaratamıyor, her birey farklı anlamlar yüklemektedir. Kimisi onun bir isyanın önderi, kimisi bir aşiretin lideri, kimisi bir direniş önderi, hatta bir devrimci önder olarak da görenler bile var) Bu meydanda bulunan erkelerin hipp-star tarzı sakalları, kadınların geleneksel şalvar giyindiği, yüz topografyasından kimlik tespiti yapan dört kamera tarafından izlenen ve herkesin sessiz konuştuğu, tedirgin, umutsuz, korkan ve kötü şeylerin her an olabileceği bir toplum haline gelmiş bulunmaktayız. (Öyle ki, erkeklerin, arpanın veya buğdayın hangi mevsim de ekildiğini; kadınların ise yoğurt mayalamayı bilmediği bir kuşak).
Sistemin yeni rantçıları, dışında herkesin göç etmek üzerine kaldığı; etno-coğrafik kimlik dinamikleri dağılmış, kültürel değerleri silikleşmiş, hiç kimsenin kalıcı bir şeyler yapmadığı bir coğrafya. Diasporadan gidenlerin onları anlamadığı ya da anlatamadığı, onların da diasporadan gelenleri anlamadığı; bir kaç hafta yaşadıktan sonra, insana boğulma hissi veren ve hızla insansızlaşan ve her yerinden acı akan bir coğrafıya. (Göç, gidenlerin kurtulduğu, rahat bir hayat sürdükleri, hiçbir sorun yaşamadıkları mitosu üzerine kurulan bir fenomen. Bu düşünsel yanılgı ve yanılsama göçün hızlanmasını tetiklemektedir ve süreklileşmesini sağlamaktadır.)
Bu değişim sadece mekansal bir değişim ve taşınma değil, aynı zamanda kültürel, sosyolojik bir değişimi de beraberinde getirmiştir. Değişmeyen tek bir şey varki o da “şiddet”in sürekliliği ve bunun yaratığı toplumsal çöküntü-çürüme. Bu durumu “anlamak” ve “anlamdırmak” bugünün en temel sorunu ya da sorusudur. Kimsenin kimseyi anlamadığı, ortak bir hafızası olmayan, epistomolojik olarak aynı dili konuşmadığı, en genel kavramlara bile aynı anlamlar yüklemediğimiz, düşünsel olarak parçalanmış, mantık bütünlüğü dağılmış, idealleri konusunda bütünsellikleri olmayan, değer-norm çatışması yaşayan kaotik bir toplum haline gelmiş bulunmaktayız. Adeta Dostoyevski‘nin Budala’sı döneminin bütün kişilik karakteristik özellikerini taşıyan insan tipi ve devrine dönmüş bir durumadayız. Onun deyimiyle “Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı, duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak istiyen bir kuşağın devridir.”
Babaların gençliğinde savunduğu ve bugün çocuklarının gittigi yolun yanlış ve tehlikeli olduğunu, büyük bir çaresizlikle anlatmaya çalıştığı dehşet acılara tanıklık etmiş, yeryüzünün bu “özel” coğrafıyası elimizden kayıp gidiyor. Politik aktörlerin dağlarda onar-onbeşer halinde cesetleri insansız hava araçlarından atılan füzelerle paramparça edilmiş her biri “zeka küpü” (dünyada doğan her yüz çocuktan altısı süper zeki olarak doğmaktadır, bu oran Türkiyede yüzde üç, Dersim’de ciddi bir araştırma ile yüzde ona yakın bir rakamdır) bu genç-çocukların cenazelerinde, boyun damarları çatlarcasına Hamas şefleri gibi bağıran, “şehit-şaahadet“ (bu iki kavram da Dersim kültür geleneği kolleksiyonunda olmayan kavramlar. İslamik-faşizmin katilleri motive etmek için cennet motivasiyon kavramlarıdır) kavramlarının bolca dağıtıldığı, dağ yerine neden üniversitelere gitmediklerini sorgulamayan bu ortamda bu “katran” sürekli kaynamaktadır-kaynatılmaktadır. Bu “katranı sürekli kaynatarak sonuçta şeker elde edeceğini” düşünenlerin akıl tutulması yaşıyor olmalarıyla karşı karşıyayız. Oysa dünyanın gittiği yönü anlamak hiç de zor bir durum değil, endüstüride 5-0 tasarlanırken, iletişimde inovasiyon teknolojisinin vardığı boyut, siyaset ve felsefede post-modernizmi tartışırken, demokraside yerel-direk yönetimi öngörürken, biz ise nohut-fasulye ekmenin ne kadar önemli bir şey olduğunu birbirimize anlatıyoruz.
Dünyada yaklaşık ikiyüz yıllık siyasi yönetim biçimi olan “özerklik” kavramının başına “demokratik” geçirilmiş hali ile ne kadar önemli bir teori olduğunu söyler dururuz. Ama dünya kültür mirası, insanlığın ortak malı, yeryüzünde az kalan temiz su kaynağı, ruhsal dünyamızda da manevi değeri olan, Munzur Nehri’nin kaynağının hemen yanında olan Ovacık’ın kanalizasiyonu neden akmaktadır, sorusunu soramıyoruz kendimize.
Bütün bunlarla birlikte, etki yaratmak ve toplumsal dönüşümün kesinlikle birincil yolu düşünsel paradiğma eleştirisi, kalıp ezberlerden kurtulmak en önemlisi de aklın özgürleşmesinin dinamiğini oluşturmak ve buradan çıkacak aydınlanmadır. Bakınız aydınlanma konusunda, Alman felsefesinin kurucularından, Immanuel Kant’ın iki asır önce söylediğine tekrardan gitmek gerekiyor: “Aydınlanma, kişinin kendi aklını kullanmaya cesaret etmesidir.”
Ortaya çıkan küresel çatışmanın yaratığı risk haritasının ve hayatımızın her alanını etkisi altına almış çatışma dinamiklerinin tam ortasında olmamız nedeniyle, doğru sorular soran ve nedensel hipotezlerini düşüncenin spekulatif gücünün ancak bir ampirizm dahilinde, nesnel durumla “gerçeklikle” ilişkilendiren bir bakış açısına ihtiyaç olduğu bir dönemden geçiyoruz.
Günümüz dünyasında “bilgi” yeni bir siyasi anlam yaratıyor. Bununla bağlantılı olarak risk toplumunun siyasi potansiyelini ve gücünü, toplumun karşı karşıya olduğu riskler hakkındaki bilginin kökeni ile çok ilişkilidir. Yani yaşanan toplumsal felaketin siyasi potansiyelini görerek, doğru bir makro eylem planı, “yerelleşme” (local politics), “yenilenme” (policy renaissance) ve siyasetin rasyonalleşmesi gerekmektedir. Yerelleşme siyasetinin global boyutunu, önemini anlamayanlar “mikro miliyetçilik” gibi negatif bir kavramın arkasına saklanmaktadırlar. Oysa bugünün dünyasında, evrensel değerlere ve projeksiyona sahip olmayanlar, yerel değerleri de üretemez ve yerel değerleri koruyamazlar.
Ortaya çıkan küresel çatışmanın yaratığı risk haritasının ve hayatımızın her alanını etkisi altına almış çatışma dinamiklerinin tam ortasında olmamız nedeniyle, doğru sorular soran ve nedensel hipotezlerini düşüncenin spekulatif gücünün ancak bir ampirizm dahilinde, nesnel durumla “gerçeklikle” ilişkilendiren bir bakış açısına ihtiyaç olduğu bir dönemden geçiyoruz.
Siyaset, demagoji ve anlamsız hayallerin savunusu veya eylemi kesinlikle değildir. Aksine hayatı analitik çerçevede kıyaslamak aklını esas alır ve dürüstlük gerektirir. Siyaset toplumsal sorunların çözümü ve hayat kalitesini her açıdan arttırmak için yapılan bilinçli “nesnel karşılığı” olan bir eylemdir.
Dersim toplumu olarak son elli yıldır, “travmatik süreklilik” gibi psikopatolojik bir toplumsal fenomenle karşı karşıyadır. Buna Dersim 37-38 Soykırımı’nın genetik mutasyon yolu ile aktarılmış soykırım travmasının etkilerini de eklersek durumun ne kadar komplike ve karmaşık olduğunu anlamış oluruz. (New York’daki Mount Sinai hastahanesinden Prof. Rachel Yehuda başkanlığında ki ekibi, Nazi döneminde soykırıma tanıklık etmiş Yahudiler üzerinde yaptığı çalışmada tarvmanın genetik aktarımla yapıldığını tespit ettiler.-bbc news)
Bu ağır kaotik şartlar Dersim’i, çoğunlukla ütopyaları nesnel olarak değişmiş, birçok negatif imgelerle şekilenmiş gelecek perspektifsizliği, sosyal hayatın rasyonaliziminden uzaklaşarak “kriz toplumu” haline gelmiştir.
“Savaş bunalımı” bütün toplumu adeta çürümenin eşiğine getirmiş, savaştan kaynaklı nevrotik durum üniter bir sendrom olarak sürekli tetiklenmekte, bir bütün olarak doğal gelişim rezonanslarını felç etmiş, realitesini ve kültürel normlarını kaybetmiş, adeta “Posttravmatik stres bozukluğu” sendromunun ciddi septomlarını taşıyan bir toplum haline gelmiş bulunmaktayız. (Posttravmatik stres bozukluğu-savaş, kaza, tecavüz, katliam ve feci şekilde ölüme tanıklık gibi durumlar sonrası travma yaratan bir olayın yaşanmasında, kişilerde bu gibi olaydan uzun zaman geçtikten sonra kalıcı bir travmatik sendromlar yaşaması durumudur. 1970’lerde ABD’de Viyetnam Savaşı’ndan dönen askerlerde savaşta karşılaştıkları sinir bozucu olayların tekrar yaşandığı, olayları hatırlatan durumlardan şiddetle kaçınma, uyumakta zorlanma, arkadaş ve aile ilişkilerinde sorunlar yaşama, dikkat dağınıklığı ve öfkelenme egilimi gösterdikleri, olayı hatırlatan durumdan kaçınmaya yol açan aşırı uyarlanmışlık, kaygı ve kolayca irkilmeyi içermektedir. Psikiyatri disiplini, mental bir anksiyete bozukluğu olarak tanımlamaktadır.)
Bu patolojik durumun daha önemli bir noktası da, sadece “savaş-şok”larının toplumdaki çok boyutlu etkilerinin ürettiği ve savaş yükü ile bağlantılı etiyolojik faktörlerin görüldüğünden çok daha karmaşık olmasıdır. Uzun süreli şavaşın ürettiği dehşet, kaygı ve öfke, ayrıca fiili olaylara tekabül eden temsiller, toplumun bütün bireylerinde analitik algının dağılmasına, toplumsal olarak ruhsal çöküntüye yol açmıştır. Bu durum bireylerde utanma ve mahçubiyet duygusunun yıpranmasına, hiç farkında olmadan, sosyal-adalet duygusunun da yitirmesine neden olmaktadır.
Bu ağır kaotik şartlar Dersim’i, çoğunlukla ütopyaları nesnel olarak değişmiş, birçok negatif imgelerle şekilenmiş gelecek perspektifsizliği, sosyal hayatın rasyonaliziminden uzaklaşarak “kriz toplumu” haline gelmiştir. Bir toplum rasyonalitesini nasıl kaybeder ve bu durum nasıl sonuçlar doğurur? Bu durum intikam duygusunu sürekli doğuran bir toplum olarak kini ve şiddetti politize ederek, şiddetin günlük hayata girmesinin normalleşmesi algısının yerleşmesine ve kalıcılaşmasını sağlar. Ayrıca bur durum, farklı formlarda, sürekli yeni araçlarla kendisini ürettirerek pratik “şiddet kültürü”nün yaygınlaşmasına bir sosyo-patolojiye dönüşmesine yol açmaktadır.
Şiddet ve şiddetten sakınmak da toplumsal olarak öğrenilen bir şeydir. Bu kadar şiddetle yoğrulmuş bir ortamada, kişi hiç farkında olmadan sosyal problemlerini şiddetle çözebileceğini öğreniyor. Bu “öğrenmeyi” kırmak ve normaleşmesini sağlamak için çok zor ve uzun eğitim-rehabilite süreçleri gereklidir. Hatta bu durumlar için insan üstü bir çaba da gerekebilir. Yetersizlik, başarısızlık, değersizlik duygusu toplumda inanılmaz boyutlarda yer etmiş ve bununla başa çıkmak için çoğunlukla bireysel planda “tükenmişlik sendromu”nun etkisiyle tam tersini yapmaya çalışıyoruz.
Moderleşme, şiddetin ve savaşın yaratığı zorunlu göçün ve savaşın bütün toplumu çürüttüğü gibi, kültürel normları dejenere ettiği; kişilikli insan yetişmesinin bütün zeminini de yok etmektedir. Özgür bireylerde kişilik gelişir, baskı altındaki bireyler, doğru bildiği gibi değil, kendisinden istendiği gibi davranmak zorurda kalır. Uzun süreli savaşlarda, yeni yetişen jenerasyonda bu davranış ve kültürel kalıplar itrazsız ve normalmiş gibi kabul edilir. Savaşan güçlerin fiili, fiziki baskısı ve uyguladıkları “duygusal şiddetin” etkisi ile nasıl kişilikli davranabilir ki insan. Çok doğaldır ki, bireyler kişilik parçalanması yaşayacaktır. Esasında bu durum toplumun bir bütün olarak realite kaybı yaşamasına ve “sosyal şizofreni”ye sürüklenmesine yol açmıştır.
Dersim, kendisine benzeyen, kendi kültürel kodları ile dünyada hetrodoksi denilebilenecek ve “Dünya Kültür Mirası“nın her boyutu ile korumaya alacağı uluslarası ve insanlığın ortak kültürel mirası olarak kabul edileceği bir topluluktur. Dersim, bu koruma kriterlerini fazlası ile taşımaktadır. Dersim toplumunun içinde bulunduğu objektif durumu, herşeyi ile tehdit altında olan bir “Risk Toplumu” olarak tanımlamak gerekir.
Kanıksanan ve içselleştirilen bu durum, genel anlamda sosyolojik ve psikolojik düzlemde davranışsal bozukluk, norm dejenarasyonu, ahlaki çöküntü ve süreç içerisinde kültürel kodları yaratan referans çerçevesinin kırılmasına, silikleşmesine yol açar. Patolojik bir eylemsellik olarak şiddet ve şiddetin üretimi, çoğunlukla uygulayan ve mağdurlar arasında bir süre sonra asimetrik bir güç ve otorite ilişkisi oluşmaya başlar. Örgütlü Bir şiddet aygıtı olarak devletin, potansiyel olarak yok edilmesi gereken bir toplum olarak gördüğü Dersim toplumu, giderek devlete tersten benzeyen siyasal örgütlerin şiddeti de eklenince bu noktaya geldi.
Şayet normalizasyon koşulları tekrardan sağlanamazsa, toplum ya çökecek veya anormalleşmeyi büyütecek ölümcül bir tercih ile karşı karşıya kalacaktır. Eğer yeniden rasyonalite kazanma seçenekleri dışarda bırakılırsa toplum, geçmişte yaşadıklarından dolayı geleceği düşünme enerjisini tüketmiş, sürekli krizler yaşayan bir topluma dönüşmüş, sürekli tekrarlanan döngüsel bir anafora sürüklenecektir.
Dersim, kendisine benzeyen, kendi kültürel kodları ile dünyada hetrodoksi denilebilenecek ve “Dünya Kültür Mirası“nın her boyutu ile korumaya alacağı uluslarası ve insanlığın ortak kültürel mirası olarak kabul edileceği bir topluluktur. Dersim, bu koruma kriterlerini fazlası ile taşımaktadır. Dersim toplumunun içinde bulunduğu objektif durumu, herşeyi ile tehdit altında olan bir “Risk Toplumu” olarak tanımlamak gerekir.
Risk Toplumu aynı zamanda bir normatif özeleştiri toplumu olmalıdır ki riskleri ve toplumu tehdit eden potansiyelleri anlama konusunda nesnel sonuçları algılanabilsin ve karşı koymanın fiziksel dinamiklerini oluşturmanın nesnel zemini yaratabilsin.
Risk toplumunun kurtuluşu için politik epistomolojinin parametreleri olarak gerçek bir siyasi hareket ve aydınların yaratacağı güven hareketidir. Bütün bu riskleri toplumsal bakımdan tanıma, önleyici konseptlerin bilimsel bilgi ve siyasi eylemi ile arasındaki diyalektik bir denklem kurulursa, toplum sosyal-politik önleyici eylemi ile risk süreçlerinden çıkarılabilinir.
Dersim toplumun bir bütün olarak etno-kültürel, etno-politik, etno-demoğrafik ve etno-coğrafik yapısını tehdit eden birçok veri tabiki sunulabilinir.
Konu uzayacağından ben sadece bunun bir boyutu olan etno-coğrafik risklerin büyüklügünü görmek açısından coğrafyamızda yaşam alanlarının nasıl ortadan kaldırıldığının ve etnik yoğunluğumuzun tahrip edildiğinin; kültürel dokunun ortadan kaldırıldığının kanıtı niteliğindeki barajlar örneğini belirtmekle yetineyim.
“Munzur havzasına 4 baraj ve 5 HES projesi planlanmış, 1985’de yapılan Mercan HES kaçak olarak yapılmış. Peri suyu üzerinde 3 baraj kaçak ve hukuksuz yapılmış. Çemizgezek Tağar suyu üzerine HES projesi, 1967’de planlanan Gökçek Köyü İnderesi HES projesi. Pertek-Singeç 2 HES projesi-Çobanyünak-. Dinar deresi HES, Uzunçayır barajı, Pülümür vadisi1-2 Regülatörü ve HES projeleri, Hakis deresi HES projesi. Haskar deresi HES projesi. Kutuderesi HES projesi ve Derman HES projesi, Karasu üzerinde Sansa ve Armağan HES projeleri, ayrıca 3 baraj, Pülümür-Abdalan HES projesi, Kiği-Yedisu 6 HES pojesi (3’ü yapılmış durumda), Tercan’da 2 HES projesi, Elbistan’da 1 HES projesi. 145 maden çıkarma projesi bulunmaktadır ve bu projelerin taahhütname ve sözleşmeleri yapılmıştır. Bu projelerin en büyük ve yıkıcı olan ilk 3’ünü sıralarsak;
- 43 bin hektarlık alanı kapsayan Merkez-Geyiksu dan başlayıp Munzur vadisine paralel ve güneyde Yılan dağı olmak üzere Munzur gözelerine kadar ki bölge Altın Madeni çıkarılmak için Çalık Holding lisans ve sözleşmeler yapılmıştır. Bu projenin ölümcül etki alanı yaklaşık 250 kilemetrekaredir.
- Mercan dağlarında krom çıkarılması-işletilmesi.
- Pertek-Vaskürt (Çakırözü) Mermer çıkarma alanı.”
(Kaynak: Dersim Barosu ve Sanayi ve Ticaret Odası)
Risk toplumunun kurtuluşu için politik epistomolojinin parametreleri olarak gerçek bir siyasi hareket ve aydınların yaratacağı güven hareketidir. Bütün bu riskleri toplumsal bakımdan tanıma, önleyici konseptlerin bilimsel bilgi ve siyasi eylemi ile arasındaki diyalektik bir denklem kurulursa, toplum sosyal-politik önleyici eylemi ile risk süreçlerinden çıkarılabilinir. Rasyonal bir siyasetin, öngörüleri ve sonuçları analitik bir mantık çerçevesinde açıklayamayan her politik hareket, çözümler de üretemez. Ayrıca bizim coğrafyamızda bu hareketler fiilen miadını doldurmuş, sorunun birer parçaları haline gelmişlerdir.
Soruların nasıl sorulduğu, nedensel hipotezlerin nasıl oluştuğu, bizi doğru bir çözüme götürecek tek yol olarak duruyor. Suriye’deki şavaşla birlikte devlet ve iktidar erki sürekli ve sistemetik olarak “alevi fobisi” propagandası ile Alevileri bir bütün olarak kamusal alanın dışına çıkardı. Alevilere karşı yapılacak bir “soykırım”ın fiziki-piskolojik arkaplanını ve motivasiyonunu oluşturmuş durumdadır. (1915 öncesinde, Ermeni aydınları büyük bir yanılgı yaşadılar. Bu yanılgı ve öngörüsüzlük büyük bir felaketle sonuçlanıdı. Oysa önleyici mekanizmalar geliştirebilirlerdi.)
Türk Devletindeki niteliksel-yapısal değişiklikten sonra, Alevi toplumu potansiyel ve içdüşman kateğorisine alındı ve İran’nın nüfus alanı olarak tanımlandı; bölgesel çatışmanın temel ekseni olarak da böyle şekillendi.
Soğuk savaşın kilit ülkesi Türkiye’de dört ana sorunlu alan olarak tanımlanan, Karadenizdeki Laz etnik yapısı, Hatay’daki Arap-Alevi stoku, Kürt etnik nüfusu ve coğrafyası ve Alevilerin yoğun yaşadığı coğrafya (Hatay’dan başlayıp Varto’da son bulan Alevi yayı).
Devlet açısından bu asimetrik savaş stratejinin birçok parametresi ve boyutları kesinlikle vardır ve normal durumda yapamayacağı birçok politik hedefi, bu savaşı gerekçe göstererek, devlet terörünü meşrulaştırarak, yerel ve uluslararası tepkileri-itrazları tolere etmektedir.
Karadeniz de 1980lerde başlayan ve derin-devletin planlı milliyetçi hareketi güçlendirme, Hatay da sistematik şekilde sürdürülen ve demografik yapıyı bozmak için nüfus transferleri, yabancı ülkelerden gelenlerin zorunlu iskanı ile etnik yapısı değiştirildi. Asıl sorun ise Kürt sorunu ve Alevi sorunudur. Hem iç içe geçen hem de ayrı yanları olan, fizikte ki birleşik kaplardaki ilişki gibi tanımlanacak bir durum gibi. Devletin en büyük korkusu, bu iki güçlü muhalefetin potansiyelinin birlikteliğidir.
Bir Pentagon stratejisi olarak bilinen ve Türkiye’nin de Osmanlı’dan devir aldığı politika ile sentezlenen etnik temelli düşük yoğunluklu savaş politikasının labutuvarı hiç kuşku yok ki son kırk yıldır Dersimdir.
Devlet açısından bu asimetrik savaş stratejinin birçok parametresi ve boyutları kesinlikle vardır ve normal durumda yapamayacağı birçok politik hedefi, bu savaşı gerekçe göstererek, devlet terörünü meşrulaştırarak, yerel ve uluslararası tepkileri-itrazları tolere etmektedir. Bu gerekçe ile köyleri yakmakta, göç hareketini hızlandırmaktadır. Devlet, özel güvenlik alanları oluşturarak bölgeyi insandan arındırma, toplu katliamlar yaparak, demokratik-hukuksal işleyişin bir bütün olarak ortada kaldırıldığı kendisi için ideal bir ortam yaratmış olmaktadır.
Bölgede bulunan silahlı hareketler ya direk ya da dolaylı olarak bu politik stratejinin sürmesinde temel rol oynadıkları bir varsayım değil. Her yıl dalları budanan ve bir sonraki yıla tekrar filiz verecek şekilde bırakılan, Dersimlilerin “bizim çocuklar” dedikleri kesimin bu durumu anlamaları zaten mümkün değil. Çünkü “konuyu” bilmiyorlar.
Ama Kürt hareketinin son yirmi yıllık pratiği “hizmete hazırım” ile başlayan süreç bu denklem üzerine oturmaktadır. Bu denklemi doğru çözenler, bu kirli siyasetin labirentlerinden çıkmak için okun yönünü doğru takip edenler, tarihin en büyük trajedisini görebilirler. En azında kısa dönemi anlamak için Selahattin Demirtaş’ın neden cezaevinde olduğunu, Roboski davasının neden AHİM’e taşınmadığını, ya da Kürt şehirlerinin nasıl yerle bir edildiğini ve binlerce gencin bodrumlarda napalm bombaları ile kül edildiğini anlayabilmek için aşağıda verdiğim alıntı bu perspektifle okunursa anlaşılır:
“Bakın, bunlar ben olmasam orda çoktan ABD-İsrail ittifakına yem olmuşlardı. Siyaset bilmiyorlar, Dersimden çekilme kararı aldılar. Dersim bırakılır mı, böyle şey yapılır mı? Bana hemen bildirdiler, Sayın Ecevit’e de bu konuda mektup yazdım. Dedim burdan çekilme olmaz, bir iki birlik sayıları 200-300 geçmeyecek bir gücü orda tutmak lazım. Burda (Dersim) ortaya çıkacak bir boşluk başkaları tarafından doldurulur. Biliyorlar, Sayın Atasagun (MİT Müşteşarı) bildirmiş, demiş biz de istemiyoruz o bölgeden tamamen çekilmesine” (Öcalan’ın Avukat Görüşme Notları. Yeni Özgür Politka)
Tarihsel olarak siyaset bilinci ve eylemi, kendisi ile ve iktidar arasındaki muhalefet üzerine kurulmuş toplumun en temel sorunları siyasetin konusu olamamıştır. Bir siyaset projesi olarak “Dersim Meclisi” ne karşı yapılan itirazların veya engellemelerin Dersimlilerden gelmesi kronik bir durumun göstergeleridir.
Dersimliler, tarih boyunca ve gerekse yakın tarihte kendileri için “Dersim Siyaseti” ile bağlantılı siyaset yapmanın herhangi bir parametresini oluşturacak hiçbir eylem yaratamadılar. Ne kendilerinin farkındalığının farkında oldular ne de toplumsal sorunları konusunda kollektif bir ortak hafıza ve stratejik bir eylem planına dönüşecek ortak aklı yaratabildiler.
Bunun bir çok nedeni var elbette. Başlıca iki temel faktör, kendi olma bilinci, kendi kendini yönetme kapasitesinden yoksun görme ve iktidar kurma kültürü konusundaki tarihsel mirastan yoksunluk ya da iktidar olma bilincinin olmaması.
Tarihsel olarak siyaset bilinci ve eylemi, kendisi ile ve iktidar arasındaki muhalefet üzerine kurulmuş toplumun en temel sorunları siyasetin konusu olamamıştır. Bir siyaset projesi olarak “Dersim Meclisi” ne karşı yapılan itirazların veya engellemelerin Dersimlilerden gelmesi kronik bir durumun göstergeleridir. Oysa “öteki”lerin itirazları olması gerekirken, Dersimlilerin itirazı paradoksal bir durumdur.
Bizim kuşak (50-70 arası) abartısız söylemek gerekirse tarihsel bir görev ve ağır bir sorumlulukla ile karşı karşıyadır. Bu durumun oluşmasında kısmen payı olan bizler, toplumun içine girdigi bu ölümcül girdaptan çıkması için bir çığır açmamız olanaklı görülüyor. Daha doğrusu bunu yapmak zorundayız.
Bunun için düşünsel alışkanlıklarımızı ve siyaset yapma tarzımızdan köklü bir kopuşla ve paradigma değiştirerek, ezberlerimizi bozduğumuz ve sorunların kollektif aklın oluşması ile aşılabileceğini veya bu yönde bir bilincin oluşması ile mümkün olacağını anlamak ilk aşamadır.
Bu siyasi akıl, Dersimi kendisine eksen alan; toplumun karşı karşıya bulunduğu bu ağır duruma ve sorunlara akılcı-analitik ve nesnel öneriler de bulunan bir “Dersim Siyaseti” olmalıdır. Biz Dersimliler bu son şansı kullanmak durumu ile yüz yüze olmanın ciddiyetini ve sorumluluğu ile hareket etmeliyiz.
Modern örgütlenmelerin parametrelerini oluşturmak, bugün olanaklı değilse bile bu konuda miras bırakmak, bizden sonraki kuşaklara fundament tarih ve bilinci oluşturmak açısından önem arzetmektedir. Bu depolitizasyonu fırsat bilen bazı çıkar grupları, Avrupa’nın ortasında dini ve siyasi güç devşirmek isteyenler, aşiret toplantıları organize etmektedirler. Viktor Hugo dediği tam da bu durumu anlatır, “Din, hırsızlar ve kalpazanlar için mükkemel bir araçtır”
Biz modern toplumun siyasal mekanizmalarını, dünyadaki insanlığın ileri değerleri, evrimsel dönüşümleri, çağın gelişmelerini iyi okuyan bir “siyaset vizyonu” ile “toplumsal konsensüs hareketi” yaratarak oluşturabiliriz. Makro düzeyde oluşturulacak bir siyasetle, toplumun bütün sorunlarına çözümler ve yol haritası oluşturan ve yeniden inşaasını şekillendiren “yerel yönetim politikası” ile ancak bir kalkınma yaratılabilinir, risk toplumu olmaktan çıkarılabilinir.
Bir Fransız atasözüdür, “Kurt postu içinde ölür”. Durum gösteriyor ki Dersim’de bir süre sonra hiçbir kurt postunda ölmeyecek. Tarih bir kez daha Bertholt Brechht ’i haklı çıkardı, “Her savaşta geriye üç ordu kalır, ölüler ordusu, yas tutanlar ordusu, hırsızlar ordusu”. Dersimdeki durum ne yazık ki, bugün budur…
Toplumun Theodor Herzl gibi idealistlere, Che Guevara gibi romantiklere, Jean Paul Sartre gibi kişilikli aydınlara, isim listesi çok uzun olan, herbiri ile büyük onur duyduğumuz, Dersimin yiğit insanlarına, bugün daha cok ihtiyaç var kesinlikle…
“Düşünmeyi ögrenmiş hiç kimse, bir şeye körü körüne inanmaz.” (Tolstoy)
YAZARIN DİP NOTU: Bu yazının asıl konusu Dersim’de yapılan ve bir alan çalısmasını kapsayan travma ve savaş şartlarında doğmuş, büyümüş 18-25 yaş kuşağının “psiko-sosyal durumu” ve “risk toplumu analizi”ni anlamak için kognitif veriler elde etmek amacıyla yapılandırmış bir kontex içindeki sorulara cevaplar aramak ve nesnel bulgular elde etmek konulu araştırmadan oluşmaktadır. Bazı sorularda kontex dışında, görüşme esnasında sorulma tekniğinden yararlanılanarak yapılandırılmıştır. Bu çalışma 2017 yılının Aralık ayın da “ülkeye süresiz giriş yasağı” konulduğu için tamamlanamadı. Ama bu yarım kalmış çalışmada, “Munzur suyunun ışıltılarını” görür gibi olanlar kesinlikle yanılmıyorlar.
Dersim Bir Tretoryal (Bölgesel) Kimlik Olabilir mi? Kimlik Tartışması Üzerine – Selman Çiman
“Özgürlük, onu savunma cesaretini taşıyanların hakkıdır.” Pericles
Kimlik ile ilgili tartışmalar yaklaşık ikiyüz yıldır sosyal bilimler dünyasında sürmektedir. Peki kimlik konusu nasıl oluyorda bu kadar karmaşık bir sorun ki sosyal bilim ve siyaset alanının büyük bir problemi haline gelebiliyor. Georg Simmel ‘indedigi gibi “sosyal bilimciler, herhangi bir teorik bakış açısını benimsemeden, riskler almalılar”; sosyal bilimciler doğru sorular soran birer problem kurucu rolü olmalı ki gelişimin ve bilimin dinamigini burdan yakalayabilsinler.
Kimlik tanımında, gelinen aşama ve genel kabul gören temel kriter ve yöntem, bir toplumun kendisini nasıl tanımladığının temel referans olarak kabul edilmesi ve objektif veri olarak alnımasıdır . Bu tanımlama “biz” şeklinde ifade edilen bir aidiyet ve kimlik bilinci, tanımlanmayan bir tarihsel süreç içinde, kültürel, sosyal, ortak ruhi durum, değerler ve normların doğal bir gelişim sürecinde kodlanması ve şekilenmesidir. Masum ve küçük bir sözcük olan “biz”, seçilen sembollere, soyutlamalara, fikirlere, sözcüklere ve hareketlere anlamsal bir birliktelik kazandırır. Bu birlikteliğin büyük kısmını anlamsal uzlaşmaya, hata yalnış anlaşılmalara da dayandırılabilinir. Kimliğe bağlı davranışlar, “biz” dedigimiz noktadaki hali ile kimlik bir özdeşleşme opsiyonu içeriyor ve kimliğin toplumsal boyutunu işaret ediyor.
Toplumsal kimlik bize ait bir şey değil, biz tam tersine o kimliğe aittiz ve bu durum gönülü bir sahiplenmedir. Her toplumsal formasyonda özgül, başka şekilenen bir tarihsel arkaplan olduğunu, bunun da toplumda genel bir bilinç oluşturduğunu görmek gerekir. Bazen bu saydığımız faktörler artabilir ya da eksilebilir de; anlaşılması gereken temel nokta, sosyal fenomenlerin belli tanımsal kalıplara konulamayacağı gerceğidir. Aidiyet, ait olma dediğimiz ilişki bizimle bir anlamlar evreninde kuruluyor ve kültürel zeminde kendini üreterek şekilleniyor. Aidiyet insanın vazgeçilmez unsurlarındandır ve dış etkilerden kaynaklı oluşmaz. Claude Levi-Strauss’un dediği gibi “kimlikte inşa süreci bir karşılıklar ilkesi üzerinde kurulur ve kendi içinde bir değerler, normlar sistemi oluşturur”. “Öteki” kavramı da bu karşıtlık üzerine şekilenen bir tanımdır.
Dersim, limitleri alevi toplumunun demografisinin yaşam alanı olarak tanımlanan bir coğrafya olarak genel bir önkabul görmektedir. Kendisini çevreleyen etno gruplarla bazı benzerlikleri olsa da, kendisine özgü bir toplum ve en çok da “kendisine” benzeyen bir toplumdur.
Sosyal teoride en sorunlu yaklaşım ise, genelemeler yapmak, tanımlar ve kalıplar oluşturmaktır; sosyal olguları ve toplumsal süreçleri bu tanımlar üzerinden açıklamaya çalışmak veya önkabulu yapılan teoriye zorlamak determinizmdir. Oysa sosyal teori spesifik ve kognitif verilere dayanan çeşitli kantitatif bilimsel araştırma metodolojik yöntemleri kullanılarak, degişkenlerin bir çok açıdan birbiri ile ilşkisini anlamak, farklı koşullarda farklı sonuçların çıkabıleceğinin analitik sonuçlarına varmaktır. Kimlik çalışmaları çok daha karmaşık ve içiçe geçen girift sosyal, kültürel, politik ve tarihsel süreçlerin objekif analizlerinin yapılması ve bu bilim disiplinlerinin birbiri ile ilişkisinin analitik bir sentezi yapılmasıyla ancak mümkündür. Bugüne kadar Dersim toplumunun ”eylemindeki nedenselik” davranışsal kalıplar üzerine Max Weber’in deyimile “anlama” temelinde, sosyolojik analizler yapma ekseninde bilimsel çalışmalar ve yaklaşımlar görmek nerde ise yok denecek kadar azdır. Karl Popper’in işaret ettigi gibi; “kendi doğrularımızı kanıtlamaya uğraşmak kadar, yalnışlayacak kanıtlarda aramak gerekli”. Yoksa ampirik dünyayı kendi dünyamıza uydurma çabası olarak, toplumsal dünyayı kendi siyasi teorilerimizi destekleyecek bulgular arayarak yorumlarız.
Ayrıca bir toplumun kimlik yapısı hakkında yargıda bulunmak, politik fikir angajmanlarından dolayı bazı önyargılı tanımlar yapmak bir çok açıdan sorunlu ve etiğe uygun degildir. Nedir bu etiğe uygun olmayan? Aydınlar, politikacılar bir topluma kimlik tayin edemezler, bu yönlü bir sorumlulukları ve görevleri de yoktur; ayrıca bu ahlaki bir durumun ikinci bir boyutu da kimlik atfedilen topluma karşı büyük bir saygısızlıktır ve dayatma içermektedir. Her dayatmanın bir şiddet ve zor içerdiğini, bu dayatmacı yaklaşımın faşizime varabileceğinin sayısız örnekleri tarihte vardır. Ayrıca, kimlik konusu politikanın direkt bir alanı değildir, fakat politikacılar kimliklerin kültürel ve siyasi haklararı üzerine siyaset yapabilirler.
Neden böylesine uzun bir giriş yazısı yazmak zorunda kaldım? Çünkü Dersim kimliği üzerine yapılan tartışmalar yukarda söylediğimiz temel kriterlerden uzak, real durumu anlamak konusunda tutucu ve resmi tarihin getirdiği ezberlerin tekrarı şeklınde yapıldığı için toplumu kamplara bölen içbütülüğünü tehdit eden noktadadır. Bazen de bu tartışmalar ve Kürt kimliğine yapılan itrazlar, Kürt Hareketi tarafından bir tehdit olarak algılanıyordu ve bu tartışmaları yapan aydınlara karşı şiddetin dahi kullanıldığı dönemler de oldu. Umarız ki bundan sonra daha olgun ve demokratik bir zemin oluşur, sağlıklı bir tartışma için.
Dersim, limitleri alevi toplumunun demografisinin yaşam alanı olarak tanımlanan bir coğrafya olarak genel bir önkabul görmektedir. Kendisini çevreleyen etno gruplarla bazı benzerlikleri olsa da, kendisine özgü bir toplum ve en çok da “kendisine” benzeyen bir toplumdur. Aslında her Dersimli bireyde bu kimlik bilinci ve davranışları doğal olarak varolmasına rağmen, ilşkide olduğu politik yapıların manipulasyonu sonucu ya da düşünsel kalıpların yaratığı tahribattan kaynaklı bazen dejenere olmuş bir insan tipi ortaya çıkmaktadır. Örnegin Dersim kültüründe anti oteriter bir karekter vardır. “Herkes ağaye xuyo” felsefesi ve söylemi, yüzlerce yılların kültürel bir birikimi ve şekilenmesinin sonucu olmalı. Ama bügün otoriteleri, baskıcı aygıtları kutsayan, Dersimlileri görmek bir kimlik deformasyonuna iyi bir örnektir. Gerek sosyalist gerk Kürt politik hareketlerinde aktif olarak yer alan Dersimliler, Dersim siyaseti konusunda ikili bir durum yaşamaktadırlar.
Ezilenler bir dönem ikdidara yakın aygıtlara sahip olduklarında, demokratik değerleri içseleştirmemişse ezen kimlikler olabiliyorlar. Bundan bir kaç yıl önce Dersim kimliğinden söz etmenin büyük bir suç olduğu bir dönemi yaşadık.
Bu konuda bir resmi bir de gayri resmi fikileri vardır. Gayri resmi fikirleri bize çok yakın olmasına rağmen, içinde bulundukları siyasal yapılardaki statü, sosyal bağlar ve politik ezber cesur davranmalarını engelleyen temel faktörlerdir. Bu Kimlik deformasyonu toplumlarda ciddi kırılmalar ve travmalar yaratmaktadır. Kürt Hareketi’nin bütün negatif kavramları yükleyerek, hatta öldürülmesine gerekçe olarak teorikleştirdigi “Dersim Kişiliği” tam da, Dersim’in kendine özgü kültürel, sosyal, tarihsel, normlar ve değerlerin yaratığı insan tipidir. Bu teoriyi güçlendirmek için Dersim’den çıkmış bazı anormal kişilere yapılan atıflar bilinçli seçilen bir kitle propağandası yöntemi ve metodudur. (Oysa Kürt politik hareketlerinin kurucu kadrolarının büyük kısmı Dersimli olmasına rağmen bunlardan söz edilmez.) Dersimlilere karşı bu yaklaşımın arkaplanını genel olarak Aleviler’e karşı duyulan kinin, tarihsel önyargının ve nefretinin başka bir şekilde ifade edilmesi olarak anlaşılmalıdır. Ezilenler bir dönem ikdidara yakın aygıtlara sahip olduklarında, demokratik değerleri içseleştirmemişse ezen kimlikler olabiliyorlar. Bundan bir kaç yıl önce Dersim kimliğinden söz etmenin büyük bir suç olduğu bir dönemi yaşadık. Özgürce tartışmanın olanaklarının olmadığı, baskı ve düşünsel şiddetin eğemen olduğu bir otuz yıl yaşadık.
Bu otoriter düşünme tarzının ve pratiğin beslendiği, etkilendiği ve politik kültür haline geldiği bir iklim olmalı. Birincisi İttihat Teraki Hareketi sadece geride soykırımlar ve büyük acılar bırakmadı ayrıca bir düşünsel miras bıraktı. Hayatımızın her alanına nüfuz etmeye çalışan bu pro-faşizim, bizim düşünsel dünyamızı da zehirledi ve özgürce düşmemizi engeleyen ciddi bariyerler ördü, kalıplar oluşturdu. Monolotik düşünme, otoriteye itaat etme, farklılığı bir tehdit olarak algılama, düşman yaratma, sürekli kendisine komplo kurulduğu paronoyası ve faşizimi günlük yaşama enjekte edildigi kültürel, eğitsel, politik söylem bombardımanı. Bu mental durum, aydınları, sosyal ve politik hareketlerin teorik pratik dünyasını şekillendiren, inkar etsek de farklı versiyonlara da işleyen, ideolojik olarak bizim düşünsel dünyamızı besleyen temel kaynak ve düşünme yöntemimizi zehirlemiştir. Kemalizm bu anakronik durumdan ortaya çıkmış ideolojidir.
Bir diğer tersten etmen ise, Lenin’in ulusları tanımlarken oluşturduğu, sosyal bilimlerin de determinist bir yöntem olarak gördüğü, herhangi bir sosyal olgunun anlaşılması için önceden hazırlanmış tanımlar ve kalıplar oluşturulmayacağı ilkesel disiplinine aykırı tanımıdır.
Bir diğer tersten etmen ise, Lenin’in ulusları tanımlarken oluşturduğu, sosyal bilimlerin de determinist bir yöntem olarak gördüğü, herhangi bir sosyal olgunun anlaşılması için önceden hazırlanmış tanımlar ve kalıplar oluşturulmayacağı ilkesel disiplinine aykırı tanımıdır. Sosyalist hareket tarafından bir şablon olarak, etnik gurupları anlamaya çalışırken bu tanım kullanılmiştır. Bu şablonculuk içinde yaşadığımız ve bizi çevreleyen etno guruplara ve halkalara ilişkin ciddi bir tanıma, algılama ve söylem geliştirmemize engel oluşturdu. Onların temel demokratik ve kültürel haklarını savunmamız konusunda doğru bir politika geliştirmemizi engeledi.
Bu düşünsel kalıp öylesine katı bir kalıp haline gelmişti ki, kalıp teoriyi doğal hayatın gerçekliğine zorluyordu. Örnek şöyleydi, adamın yattığı yatak kendisine kısa geliyor ve ayakları yataktan sarkıyor. Bizim yöntemimiz yatağı uzatacağımıza adamın ayaklarını kesiyorduk. Aslında Lenin yaptığı tanıma uygun bir ulus örneği hala yeryüzünde yoktur ve olamaz da. Belki bu tanıma birazcık yakın duran Almanya anılabilinir, ama bu tanıma uydurmaya çalışırsak bir çok boyutu da tartışma konusu olur. Bavyera eyaleti kendisini ayrı gördüğü ve ayrılma taleplerini bazen dillendirdikleri, kendilerine özgü partileri olduğu bir yana, Fransa’da kalan Alzas, İsviçre’deki Almanlar, Avusturya Devleti, İtalya’da kalan güney Tirol, Polanya’daki Almanlar. Mekanik bir düşünce yöntemi ve teorik kalıplarla entelektüel bilgi üretilemez ve bu durum beraberinde özgürlükçü akıl yaratılıcığını da engellemiş olur. Maalesef sosyalist hareketin Dersim konusunda yaşadığı çıkmaz ve yabancılaşma böylesine bir tarihi sürecin yaşanmasına neden oldu.
Dersimin yakın tarihini anlatan “Kürdistan Tarihinde Dersim”adlı kitap, tamamen sofistike yapılandırılmış bir kurgu ve tarih tezi nedeni ile Dersim’de devletin 1937–‘38’de yaptığı, ince detaylarına kadar planladığı büyük trajediye 80 yıl sonra soykırım diyebildik.
Bütün bunlarla birlikte, Dersim tarihi ile ilgili yapılan manipülasyon, yalan ve gerçeklikle hiç bir nesnel bağlantısı olmayan tarih yazımı. Resmi ideolojilerin oluşmasında tarih yazımı ana parametrelerden biri işlevini görür ve toplumda normalleşmeyi sağlamak için bu resmi ideolojiyi kırmak uzun yıllar alabilir. Dersimin yakın tarihini anlatan “Kürdistan Tarihinde Dersim”adlı kitap, tamamen sofistike yapılandırılmış bir kurgu ve tarih tezi nedeni ile Dersim’de devletin 1937–‘38’de yaptığı, ince detaylarına kadar planladığı büyük trajediye 80 yıl sonra soykırım diyebildik. Devlet yaptığı soykırıma meşruluk kazandırmak içın kullandığı bir propağanda ve piskolojik harp yöntemi olarak “isyan ettiler biz de kırdık” söylemini, tersinden bu resmi tarih tezi de bu söylemi güçlendirdi. Biz Dersimlilerde çift taraflı bu manipülasyonun kurbanları olarak 80 yıl boyunca ne kadar isyancı olduğumuzla övündük durduk ve isyan fikrini de sorgulamadan peşin bir kabul olarak benimsedik. Bu resmi ve yalan tarih yazımı ile geçmiş konusunda bilgi sahibi olmadan beyhude bir gelecek kurmaya çalışıyorduk. Tarihin ve insanlığın gördüğü Yahudi, Ermeni Soykırımlarından sonra fiziki olarak, üçüncü büyük soykırım olan “Dersim Soykırımı”nı görememek hangi sosyopiskolojik teori ile açıklanır? Hiç birimiz Gothe’nin ünlü sözünden bir şey anlamamıştık. “Geçmişlerini bilmeyenler, geleceğini kuramazlar”. Bir topluma yapılacak en büyük kötülük soykırım ise, diğeri de tarih bilincini yok etmektir.
Her ulus-devlet yaratma projesi fikri, doğal olmayan ve gönüllü birlikteliğe dayanmayan birer toplum mühendislik projeleridir. Zaza ulusu yaratmaya çalışan ve bunun üzerine bir Zazaistan kurmak isteyen politik eğilim, Dersim gibi kararlı bir kimliği görmezden gelerek, yeni bir travmatik sürecin adımlarını atmaya çalışmaktadır. 21. yüzyılda dünyanın çok kültürlülüğü ve yerellik toplum modellerinin tartışıldığı bir süreçte, tek dile dayanarak bir devlet kurma fikrinin realizasiyonu, insanlığa karşı cinayet işlemeyi planlamak kadar tehlikelidir. Bir fikrin pratikte yapılabilirliği nesnel temellere dayanır. Bugün Dersimlilerin, Bingöl ve Palu ya gitmeye dahi korktuğu ve kimliksel olarak kopuşu yüzyılları bulan yaşanmış bir süreç var. Ayrıca Zaza kimliğini “öteki” gören bir toplumsal realite ile karşıkarşıya olduğumuzu unutmamalıyız. Politika, real olmayan fantaziler üreterek ve torna makinası işlevi gören, dört köşeli bir toplum yaratmak için yapılan bir eylem değildir, aksine nesnel durumun ve sorunların, demokratik normlar zemininde çözümler yaratmak için insanın giriştiği iradi bir eylemdir.
Elli yıldır Kürtler’in verdiği mücadelenin real bir sonucu olarak geldiği yer dili, kültürü, politik retoriği ve söylemi, Kurmanc etnik kimliği üzerine oturuyor ve kurulacak bir siyasi yapılanmada bu dinamik üzerine şekilenecektir. Kürt hareketinin dominant kimliği Kurmanclık’tan dolayı, Kürt hareketi içinde yer alan bir çok Dersimli doğal bir asimlasiyona uğrayarak anadiline büyük bir ilgisizlikle, Kurmanci öğrenerek Kurmanci yazmaya başladı. Oysa kültürel ve siyasi haklar kazanmak için verilen bu mücadele Zazaca’nın kaybolması tehditi ile karşı karşıya gelmesinde rol oynadı. Gerçek durum ise, Dersimliler Kürt hareketi içerisinde önemli bir potansiyele sahip olsalar bile, Dersimlerin önemli bir kesimi kendini bu Kürt kimliğin içinde görmüyor ve toplumda güçlü bir itiraz var.
Kürt hareketi başından itibaren demokratik bir persfektif ve proğram ile etnik guruplara eşit bir noktada dursaydı, hangi sonuçların çıkmış olma olasılığı spesifik olarak kestirmek gerçekten zor ama en azından bu durumda olmayacağımızı söyleyebilirdik. Tamamen bir akademi alanı olan filoloji Kürt miliyetçilerinin yaklaşık yirmi yıldır yapılan bu tartışmalara bir bariyer oluşturmak için, kendi politikalarının mantıksız paradıgmasına kurban edildi. Hala da bu durum devam etmektedir.
Zazaca’nın bağımsız bir dil olduğu akademi dünyasında tartışmasız kabul edilmektedir ve bu konuda çok sayıda bilimsel tez, makale ve çalışma yapılmıştır. Zazaca üzerine Almanya’nın çeşitli üniversitelerinde yapılmış üç de doktora çalışması olduğu halde (Prof. Dr. Ludwig Paul, Dr. Zülfü Selcan, Yrd. Doç. Dr. İlyas Aslan) bu duruma karşı çıkmak cehaletin, bilgisizligin ve kör miliyetçiligin bilime kafa tutmasıdır.
Ayrıca Lehçe teorisinin ve bu paralelde yapılan dil çalışmalarının emeğin boş bir hiç uğruna verilmesinin, dile bir katkısı olmadığı gibi, aksine dilin doğal gelişimine yapılan suni bir müdahale, iyi niyetli çalışmaları da engellemektedir
Ayrıca Lehçe teorisinin ve bu paralelde yapılan dil çalışmalarının emeğin boş bir hiç uğruna verilmesinin, dile bir katkısı olmadığı gibi, aksine dilin doğal gelişimine yapılan suni bir müdahale, iyi niyetli çalışmaları da engellemektedir. Sentetik (Kurmanci, Soranca, Hewramice ve Zazca karışımı) bir dil oluştrma eylemini yaratığı dilin doğal, otantik yapısını bozduğu için bir çeşit deformasyon ve dejenerasyondur.
Ayrıca Amerikalı dilbilimci C. M. Jacobson’la birlikte, Zazaca’yı iyi bilen elli veya altmış Dersimli aydınnın on yıla yakın bir sürede yılda düzenli iki kez bir araya geldiği seminerlerde, Zazaca Doğru Yazım Kuralları ve Zazaca Alfabe oluşturdular. (Bu hafta sonu seminerlerine kendi alanlarında uzman çok sayıda akademisiyenler katıldı. Dilin yapısal konuları ve metodoloji konusunda workshoplar yapıldı). Bu bilimsel çalışma, bu gün batı üniversiteleri tarafından İran Dilleri kürsülerinde Zazaca üzerine yapılmış temel önçalışma olarak kabul edilmektedir. Orayantalist düşünce sistemsizliği ve mikro miliyetçilik mantıksızlığıyla birleşince, her şeyi politikanın bir yan enstrümanı gören yaklaşım, Kurmanci için hazırlanmış bir alfabeyi inatla dayatmaktadır. (Bedirxan Alfabesi, bu alfebenin doğruluğu ve yalnışlığı da Kurmancları ilgilendirir.)
Dersim’in kültürel öğelerini oluşturan gelenek kolleksiyonunda Newroz diye bir Dersim geleneği olmamasına rağmen, bu gün kutlanmaktadır ve bu durum Dersim’e ait bazı geleneklerin (Gağan, Hewtemal, Kormişkan) kaybolmasına neden oldu
Önemli bir nokta daha var ki, bu miliyetçi dalganın süreç içinde yarattığı etki ile kültürel bazı transformasyonların Dersim kültüründe yaşanmasına yol açtı. Dersim’in kültürel öğelerini oluşturan gelenek kolleksiyonunda Newroz diye bir Dersim geleneği olmamasına rağmen, bu gün kutlanmaktadır ve bu durum Dersim’e ait bazı geleneklerin (Gağan, Hewtemal, Kormişkan) kaybolmasına neden oldu. (Newroz, aşırı politize edilmiş tarihte de gerçekliği olmayan bir Kürt “Kimlik Efsanesi”dir. Bu destanı kendi hikayeleri olarak görmektedirler ve kimliğin oluşumunda güçlü bir rolü vardır. Dersim’de ilk Newroz kutlamaları ve dağlara ateşlerin yakılması 1978 de KAWA’cılar tarafından yapılmıştır, bu dönemin KAWA kadrolarından olan Cemil GÜNDOĞAN bu durumla ilgili Nazimiye de yaşanaları, traji- komik durumu bir makalesinde anlatmıştı.)
Yukarıda anlatmaya çalıştığım faktörler, bizim Dersim’i anlamamızı engeleyen temel süreçlerdir. Bu gün Dersim toplumu fiziki varlığı, kültürü, dili, coğrafyası, gelenekleri, toplumsal değerleri ve normları büyük bir tehdit altındadır. Adeta bir uçurumun başında duruyor gibi, ya yere çakılıp paramparça olacak, ya da kanatlanıp uçacak. Bu durum tamamen Dersimlilerin yaratacağı siyaset vizyonu ile ilgili bir süreç olacak. Dersim Meclisi bu nesnel durumun bir sonucu olarak ortaya çıkmış, geniş kapsamlı toplumsal destek bulmuş bir siyaset projesidir. Oliver Wendell Holmes, bu bilinç sıçramasını şöyle açıklar, “Yeni bir fikre doğru genişleyen insan zihni, asla ilk boyuta geri dönmez”. Dersim Meclisi, eski yöntem ve siyaset tarzının yarattığı ahlaki ve sosyal dejenarasyona karşı, yeni demokratik kültür normlarını inşaa ederek ve Dersim siyasetine gelecek persfektifini kazandırarak bir pratikle geleceği şekilendirecek. Ayrıca hiç birimizin, sürekli travmalar yaşamış Dersim toplumunu yeni bir travma yaşatmaya hakkının olmadığı bilinci ve sabrı ile hareket etmemiz gerektiği, gelecek umudunu kırmaya hakkımızın olmadığı sorumluluğuyla.
Bu günün “küresel köy”üne dönen dünyada sorunlara ve kendi sorunlarımıza doğru bir yaklaşım içinde olmamız gerekir ki, geleceğimizle ilgili doğru çözümler üretebilelim. Oysa bügün insanlığın tartıştığı “dayanışma hakları” denilebilecek üçüncu aşama kolektif hakları tartışıyor olmamız gerekiyorken, hala kimlik tartışması yapmaktayız. (Çevre hakları, kültürel haklar, ortak varlıklardan faydalanma, uluslararası barış vb.). Siyaset hem bir çatışma alanı, hem de bir uzlaşma alanıdır. Ayrıca siyaset ahlaktan bağımsız bir davranış degildir.
Dersim Kimligi tarihsel olarak oluşmuş, kararlı ve itirazı olmayan, üzerinde herkesin konsensüs sağladığı bölgesel (tretoryal) bir kimliktir. Bu bölgesel kimlikler, coğrafik bir alana tekabul etseler de bunun arka planında tarihi, kültürel, dilsel, sosyal değerler ve normların bir sentezi olarak oluşurlar.
Dersim Kimligi tarihsel olarak oluşmuş, kararlı ve itirazı olmayan, üzerinde herkesin konsensüs sağladığı bölgesel (tretoryal) bir kimliktir. Bu bölgesel kimlikler, coğrafik bir alana tekabul etseler de bunun arka planında tarihi, kültürel, dilsel, sosyal değerler ve normların bir sentezi olarak oluşurlar. Bölgesel kimliklerin temel espirisi karşılıklı hoşgörü, empati ve toleransdır. Dersim’in kültürel ana eksenini, inançlarının felsefesi, çok etnikli bir toplum oluşmasında temel ve tarihsel bir rol oynamıştır. Dersim kimliğini, altını dolduran etnik farklılıkların bir çatışma alanı olmaktan çıkarmak, modern toplumun değerleri ve demokratik kültür ve eşitlikçi bir persfektifle mümkün olacaktır.
Her defasında “çatışma” anaforuna sürükleyen ve ayrışmayı körükleyen, güvensizlikler yaratan bir dizi sonucu, soğukkanlı analiz etmenin kesinlikle zamanı gelmiştir. Dünyada bölgesel kimlik temelinde devletler kurmuş bir çok siyasal deneyim vardır. İsviçre ve Yogoslavya, kısmen de Belçıka’yı bu kategoriye dahil edebiliriz. Bu siyasal şekilenmelerin temelinde eşitlikçi ve demokratik, herkesi bağlayan toplumsal bir sözleşme ve bağlayıcı anayasal güvenceler ciddi bir rol oynamaktadır. Bu örneklerden Yugoslavya; yedi federal devlet ve bir özerk bölgeden oluşmaktaydı.
Dersim de nüfusun büyük çoğunluğu Kırmanclar (dillerine de Kırmanciki derler) oluştursa da çok dilli ve etnik yapılı bir coğrafıyadır. Bu gerçeklik etnik gurupların tümünü kapsayan ve sayısal çoğunluğuna bakılmaksızın, eşitlikci ve demokratik bir modele ihtiyaç olduğu, bununun da Dersim “Tretoryal (Bölgesel) Kimlik”ği üzerine inşaa edebilecegimizi düşünmekteyiz.
1918 de Korfu anlaşması ile temelleri atılan ve yaklaşık seksenbeş yıl etnik guruplar arasında bir çatısma yaşamadan barış içinde yaşadılar. Batılı enperyal güçler soğuk savaşın biriken kirli enerjisini ve kinini Yugoslavya’ya akıtarak korkunç bir etnik çatışmayı körüklediler. Bu etnik çatışmaların şiddeti öylesine korkunçtu ki, politik literatüre “etnik temizlik” (kirli bir şeyden arınma, temizlenme) diye bir kavram yerleştirdi, arkasında onbinlerce ölü ve büyük bir trajedi bıraktı; bir de soykırımla (Srebrenitsa Soykırımı) sonuçlandı. İsviçre ise yaklaşık yüz yetmiş yıldır, hiç bir etnik çatışmanın yaşanmadıgı dört farklı dilin konuşulduğu, kantonal özerkligin olduğu, “direk demokrasi” ile yönetildiği, insani yaşam kalitesi endeksinin ilk sıralarda olduğu demokratik bir modeldir. Belçika dönem dönem bazı siyasi sorunlar yaşasa da çok dilli ve etnik yapılı durumunu sürdürmektedir. Dersim de nüfusun büyük çoğunluğu Kırmanclar (dillerine de Kırmanciki derler) oluştursa da çok dilli ve etnik yapılı bir coğrafıyadır. Bu gerçeklik etnik gurupların tümünü kapsayan ve sayısal çoğunluğuna bakılmaksızın, eşitlikci ve demokratik bir modele ihtiyaç olduğu, bununun da Dersim “Tretoryal (Bölgesel) Kimlik”ği üzerine inşaa edebilecegimizi düşünmekteyiz. Bu durum etnik gurupların kendi kimliklerini yaşatması ve özgünlüklerini koruması yönünde hiç bir şekilde engel oluşturmaz. Çok kültürlülük insanlığın en büyük miraslarındandır, Dersimliler bu mirasa sahip çıkarak insanlık tarihine katkı yapmış olacaklar. Michel Faucault post-kültürel ve geleceğin demokratik dünyasını tanımlarken, “Hiç bir gerçek kesin ve insanlık dışı bir yasa buyurmamalıdır. Bu ölçüde karşı çıkmak zorunda olduğumuz şey, bir yönetim tipinin ya da sosyal bir gurubun bir diğeri üzerinde sadece dar anlamıyla anlaşılmış iktidarı değil, bütün ikdidar biçimleridir.” Bu toplumsal uzlaşma Dersim siyasetinin önünü açacak güçlü bir anahtar görevi görebilir ve enerjimizi birbirimze kimlik dayatma şeklinde tüketmemiş oluruz.
Son olarak, geçenlerde HDP’de aktif siyaset yapan bir Dersimi ile Dersim Meclisi üzerine sohbet yapma olanağı bulduk. Bu sohbette aslında aynı şeyleri söylüyorduk. Bizim nasıl aynı noktada olduğumuzu, bu duruma nasıl geldiğini sorduk. “Dersim Gerçekliği”, dedi.
Dersimli aydınlar ve politikacılar, sürekli topluma karamsarlık pompalamaktadırlar. Ancak bir noktaya kadar haklı olabilirler. Bizler geleceğimizi görmezsek ve ona uygun davranmazsak sonumuz tıpkı Ezidiler gibi olabilir.
Dersimli aydınlar ve politikacılar, sürekli topluma karamsarlık pompalamaktadırlar. Ancak bir noktaya kadar haklı olabilirler. Bizler geleceğimizi görmezsek ve ona uygun davranmazsak sonumuz tıpkı Ezidiler gibi olabilir. Mezopotamya’nın bir kadim halkını daha büyük bir yıkım ve trajedi ile tarihi vatanları Şengal’den koparılıp dünyanın dört bir yanına sürüklediler. Bu gün kimse Ezidilerin nasıl tekrardan vatanlarına geri dönmelerini malesef tartışmıyor ve bu yönde bir plan ve çabaya sahip değil. Daha çok Şengal’i kimin kontrol edeceği ve hegomonyayı kimin kuracağı kavgası verilmektedir. (Ezidiler, 21 Nisan 2017’de Almanya Parlemontosu’nda, 150 Ezidi temsilci, aydın akademisiyen ve siyasetçinin katıldığı Ezidi Birligi Kongresi yaptılar. Kongre sonuç bildirisinde bir tek Kürt ve Kürdistan ibaresinin geçmediği tamamen Ezidilerin etnik, kültürel, insani ve siyasi taleplerini içeren kararlar aldılar. Dünza Ezidi Kongresi yapmak, 3 Ağustos Ezidi Soykırım Günü olarak kabul edilmesi, Ezidi Soykırımı’nı yapanların uluslararası mahkemelerde yargılanması, Ezidilerin dini ve toplumunun korunması için Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birligi’nin harekete geçmesi, Ezidilerin tarihi yaşam alanlarının yeniden inşaa edilmesi için uluslararası bir master planın hazırlanması ve Şengal üzerinde siyasi rekabetin sürdürenlerin kınanması gibi bir dizi kararlar alındı). Dersimlilerin, Ortadoğu’nun bu barut kokusunda dersler çıkarmaya ihtiyacı var olduğunu düşünüyoruz. Karamsarlık bize ölümü yakınlaştıracaktır. Gramsci bu durumu şöyle açıklamaktamtadır, “Karamsarlık bir ruh halidir, İyimserlik ise bir irade gerektirir”.
Geleceğe dair umutluyuz, zorlu ve kaotik bir süreç olsa da bu irade oluşacaktır, gidişat bu yönde…
“Her vas koka xo sero royeno, her theyr zonê xode waneno.” Sey Qaji
- 06. 2017
Selman Çiman
Editor’un notu: Bu yazıyı uzunluğu nedeni ile bölümler halinde yayınlamayı düşündük ve ilk bölümünü bugün yayınladık. Daha sonra gelen öneriler doğrultusunda yazının tümünü yayınlamak gerekti. Zira Yazının ve yazıdaki fikrin daha iyi anlaşılabilmesi için bölünmeden okunmasının daha doğru olacağı düşünüldü. Böylelikle yazının tümünü okuyucularımızdan ve yazarından özür dileyerek yukarda okuyucularımıza sunuyoruz.
Dersim Meclisi üzerine uzun bir zamandır bir makale yazmak istiyordum, ancak şimdi olanaklı oldu. Bu konuda yazan arkadaşlar önemli noktalara vurgular yaptılar. Ancak anlaşılan yazılanlar ya yeterince kamuoyu tarafından takip edilmemiş ya da dikkatli olarak incelenememiş. Dersimliler neden Meclis kuruyor sorusu hala soruluyor. Bazı konulara kendimce açıklık getirmeye çalışacağım.
Dersim Meclisini yaklaşık otuz yıldır devam eden, Dersimin etno-kültürel kimliği, tarihsel duruşu, kültürel farklılığı, özgün ve özerk yapısı üzerine yapılan tartışmaların evrimsel dönüşüm aşamasının bir sonucu veya sentezi olarak kabul etmek gerekir.
Dersim Meclisi büyük Dersim coğrafyasını kendine esas alan, Dersim’e ait kültürel renkliliği ve siyasi çeşitliliği demokrasinin bir realitesi olarak kabul eder. Dersim Meclisi bütün bu farklılıkları barış içinde yaşamasını öngören, Dersimin tarihsel kimliğini yaşatmak ve kendi kendini yönetmek projesidir. Herkesin hem fikir olduğu “Özerk Dersim” in siyasal ve yönetsel olarak reorganize etmek, siyasetini oluşturmak ve bunun altyapısını hazırlamaktır. Bu adım ile Dersim kendi kimliği, tarihsel duruşu ve özgür bayrağıyla tarihin sahnesine çıkıyor.
Her toplumun yaşadığı belli tarihsel momentler vardır. Bu tarihsel momente örgütlü ve politik hedefleri konusunda netlemiş ve buna uygun örgütler kurmuş toplumlar özgürlüklerini çoğunlukla kazanmışlardır. Bu proje, Dersimin geleceğini tayin eden bir özgürleşme hareketidir. Dersimlilerin var olan kurumları önemli kısmı yarı politik kurumlardır. Bu kurumlar da toplumun bütün eğilimlerin yansıtan ortak oluşumlar değildir. Yani Dersim’in direkt siyasi temsilcileri değildirler, aksine Dersim’in ihtiyacı olan kurumlar oluşturmak güncel ve acil politik bir görevdir. Dersim Meclisi, bu nesnel ihtiyacın bir ürünüdür.
Reel-politik durum ve bölgesel savaş Dersim için bir tehdit oluşturmaktadır. Türkiye’nin içinde bulunduğu buhran bir içsavaşa evrilme riski taşımaktadır. Bu durum karşısında Dersimlilerin diplomatik platformlarda kendilerini ifade edeceği ve caydırıcı girişimlerde bulunacağı siyasi bir oluşuma ihtiyaçları vardır.
Dersim toplumu, içinde bulunduğumuz bu jeo-politik denklemde, bölgesel alt-üst oluşta kendi geleceğini belirleme konusunda tarihsel bir dönüm noktasında olduğunu söylemeliyiz. Bu çatışmalar Dersim toplumunun bütün kaderini değiştirebilir veya ciddi bir felakete de götürebilir. Bölgesel bu çatışmanın ve içsavaş tehdidini ilk hedefleyeceği etno-toplulukladan birinin Dersim olacağını söylemek için çok derin analiz ve öngörülere gerek yoktur. Dersimliler bu yakın tehditti görerek ortak bir refleks ve eylem birliği geliştirmeleri gerekiyor. Bu duruma uygun siyasi oluşumlar ve önleyici siyasetler oluşturmak zorundayız. Dersim’in özgün ve özerk kimliğine denk düşecek siyasi bir oluşum yaratmak tarihsel bir zorunluluk olarak aydınların, siyasi hareketlerin, demokratik kurumların ertelemeyeceği acil bir görevdir.
Dersim bir çok acıdan sorunlu bir alan, üst üste koyduğumuzda dört haritaya denk gelen bir siyasi hegemonya iddiası orta yerinde durmaktadır. (Ermenistan, Kürdistan, Zazaistan, Türkiye) Bu hegemonya iddialar farklı siyasi angajmanları yaratarak, özgün bir Dersim siyasetinin yaratılmasına, rasyonel politik kimlik gelişimini ve ortak bir siyasi oluşumun şekillenmesini ciddi şekilde engellemektedir. Bu nedenle, Dersim toplumunun ortak siyasi-rasyonal akil gelişimi bir çok açıdan ciddi handikaplar barındırmaktadır. Bu ancak çoğulcu demokrasi anlayışıyla aşılabilir.
Bir handikap ise, 40 yıldır savaş koşullarında yasayan bir toplum olarak ve ’38’de yaşanan travmatik durum da buna eklenince, toplum olarak sağlıklı düşünme ve analitik sonuçlara varmamız konusunda bir hayli zor bir süreçle karşı karşıya olduğumuzu bilmeliyiz. Bu travmatik durum sadece akil parçalanması yaratmamış, realiteden kopuş ve nesnel olma duygusunu da kaybetmemize neden olmuştur. Siyasi bölünmüşlük, ortak bir siyasi hedef konusunda anlaşmamızı, ortak yönelim ve hedefler için bir araya gelmemizi güçleştiren önemli faktörlerdir. Dersimliler bu zorlu süreci yıpranmış ve dejenere olmuş normlar yerine, yeni normlar inşa ederek, kültürel değişimi sağlayarak, demokratik kültür ve fikir farklılıklarına karşı toleranslı olmayı güçlendirerek aşabilirler.
En basta belirtmek gerekir ki, Dersim Meclisi, Dersim’in geleceğini çok ilgilendiren önemli politik bir projedir. Dersimliler tarihlerinde kendi politik talepleri için ilk kez bir araya geliyor ve kendilerini uluslararası politik düzlemde temsil edecek kurum ve meşru bir temsiliyet yaratmış olacaklardır. Dersimlilerin asgari düzeyde ortak iradesini yansıtacak bir “Temsilciler Meclisi” oluşturmak istiyorlar.
Dersim Meclisi, Avrupa’da, Dersim’de ve Türkiye metropollerindeki meclis çalışmaları bir olgunluğa kavuştuktan sonra, genel bir “Dersim Kongresi”ni toplamayı nihai hedef olarak önüne koymuştur. Dersim Kongresi katılımcı ve demokratik çoğulculuk temeline dayanan bir nitelik ile birlikte “Dersim Toplumsal Sözleşmesi”ni de deklere etmeyi öngörmektedir. Bu sözleşme, herkesi kapsayan ideolojik önyargılardan arınmış, nesnel durumun analizine dayanan, ampirik ve tarihsel olguları esas alan natürel bir karakteri olacaktır.
Dersim büyük bir aydın potansiyeli olan dinamik bir toplumdur. Dünyanın evrensel ve demokratik değerleri ile barışık yaşayan, yaşadığı toplumun sempatisini kendi kültürel değerleri ile birleştiren modern bir toplumdur. Bu objektif durum, Dersimin uluslararası politik arenada tanınması için önemli bir avantajdır. Bu avantaj profesyonel politik yöntemlerle Dersim’in etno-kültürel kimliğinin tanınması için önemli bir şanstır. Dersim Meclisi, diplomasi ve siyasi çalışmalar yapacak, Dersim’in karsı karşıya olduğu bu tehlikeyi ve olası saldırılar karsısında dünya siyaset arenasında destek ve kamuoyu oluşturmak için girişimlerde bulunacak. Dersim’in büyük bir aydın diasporası ve büyük bir potansiyeli var. Bu potansiyel ve entelektüel aklın kolektif şekilde harekete geçmesi Dersim’in geleceğine, şekillenmesine büyük katkı sağlayacak.
Sonuç olarak, Dersimlilerin kendi özgürlüklerini kazanması ve kendi kaderlerini belirlemesinde, özgür iradeleriyle hareket etmelerinin objektif koşulları oluşmuştur. Bunu adı “Dersim Rönesans’ı”dır.
Dersim kendi kimligi, tarihsel duruşu ve özgür bayrağıla tarihin sahnesine çıkıyor.
06.04.2017