Zaman Tünelinde Hayat Tüketmek
Bırakın kusalım derdimizi karanlığa . Kalabalık için yaratılmamıştır geceler! (Rainer Maria Rilke)
Hayatımızın uzun bir bölümü düşüncelerimizin ve sahiplendiğimiz ideolojimizin etkisinde kalarak ya da peşinden koşarak bir mücadele içinde geçip duruyor. Hayatla adeta kavga ederek kendimizi var etmeye çalışıyoruz. Kavga ettiğimiz neyse ona tutunma paradoksu içindeyiz. Kavga ettikçe daha bir asabileşiyor, kaygı, nefret öfke vb. duyguların derinden esiri olup çıkıyoruz.
Hayatın anlamı veya amacı hakikaten bu mu olmalı? Yoksa yaşam enerjimizi son derece düşük tutmaya neden olan bu tür negatif ve düşük frekanslı duygulardan kurtulmanın daha rasyonel olabileceği midir hayat? Ya da her an yeniye odaklı bir paradigma ve zihinsel dönüşüm sağlamaya yönelik soru soran, sorgulayan bir hayat felsefesi benimsemek midir?
Adına yaşam denen varlığımız, bu duygu cenderesinden çıkmak zorundadır. Bahsedilen o duygu yoğunluğu bırakalım hayatı yaşamayı, tersine onu heder eder. Yaşamı çekilmez kılar; berbat eder. Öyleyse stres, hastalık ve travmalara sonuna kadar kapı araladığımızın bilinçli farkındalığına varmakla bunların etkisinden kurtulmayı neden denemiyoruz?
Bahsi geçen bu duyguların hayatımızın en azından bir bölümünde olması doğaldır. Fakat hayat bu debdebe içinde kalmamalı. Hayatı mahfeden bu duyguların öncelikle farkında olunmalı, bilinçli seçimlerle bunların hakimiyetinden kurtarmalıdır kişi kendisini. Yani bu de facto var olma halimizle yüzleşerek kurtulmak; hayatı yeniden yaşanır kılmak, hem sağlıklı bir kişi olmamız hem de hayata yeni bir anlam katmak için ön adımlardır. Bir başka söylemle Zihinsel kontrolü ele geçirip ve otomatik pilot modundan çıkıp yeni bir varoluş haline gelmek için özgürleşmek zorundayız. Bu da kontrolü ele almamız ve farkındalık direksiyonunu yaşanan An’a çevirmenin zorunluluğunu gerektirir.
Hayatımız, çoğu kez bize aittir denilse de, pratikte pek de öyle değil. Hatta bu ciddi bir yanılgı ve yanılsamadan ibarettir de denebilir. Duygularımız, düşüncelerimiz, eylem ve hareketlerimiz doğumumuzdan itibaren başkalarının (ilk yıllarda Ebeveynlerin-sonra çevrenin ve yakın arkadaşların-daha sonra örgüt ve ideolojilerin vb.) inanç ve düşüncelerinin etkisindedir. Yani başkalarına bağımlı olarak yaşıyoruz aslında. Dahası bu durum bizim için bir “konfor alanı” olduğu için kendimizi rahat ve kaygısız hissetmemizi de sağlıyor. Ailemiz, çevremiz ve okul eğitimimizden aldıklarımız, katman katman bizi var eder. Yani “eklenti bir kişilik” sahibi oluveririz farkında olmadan. Çoğu insan bu zaman tünelinde kalarak hayat tüketiyor. Tünelin dışına çıkmaktan korkuyor. Neden mi? Çünkü “konfor alanı”dan memnundurlar da ondan. Bulundukları bu hapishanenin farkında olmadıkları, dahası burayı kendilerine güvenli bir alan olarak gördükleri için emin bir hayat sürdürdüklerini düşünüyor. Şüphe ve sorgulama kaygısından uzak bu “cehaletin mutluluğu” yaşamlarına yeterli geliyor. Bu yanılsamanın verdiği “rahatlık ve güven” duygusu, tünelin dışında kalan yeni dünya ile zihinsel ve fiziksel bir alış-veriş içinde olmamaları, hayatları için güvence oluşturduğuna inanan bu kişilerin yeni buluşlara imza atması, yeni keşiflere yelken açması, kısacası bu alışkanlıklarını kırması beklenemez haliyle!
Kısacası bize biçilmiş bir hayatı yaşıyoruz. Kendimiz olma alışkanlığımız haline gelen bu kişilik yapısı ile bireyin kendisi olması beklenemez. Sahip olduğu tüm bağımlılıklardan kurtulması için kişinin kendisi ile ruhsal ve düşünsel bir yüzleşme gerçekleştirmesi gerekir. Sahte benlik duygusunu aşması ile veya farkındalıkla ancak yeni bir yaşam gerçekleşebilir.
Bağımlılıklarımızı (öfke, kin, nefret, öc, kaygı, endişe, korku, düşünce, inanç vs…) fark ettikçe ve onlardan kurtulmaya çalıştıkça; kendimiz olmaya yani özgürleşmeye doğru önemli bir adım atmış oluruz. Bunun sonrası önemlidir kuşkusuz. Herkes kendi beceri, istek ve eylemleri ile bu sonucu farklı yollardan yürüyerek belirler.
Zihinsel düşünce yapımızı kendimize özgü dönüşümlerle yeniden programlayabiliriz. Beyin sistemimizi yeni programlara yer açmak için belki de yeni baştan formatlamak gerekir. Mesela resim yapmak, şiir yazmak, roman, hikaye, masal yazmak; marangozluk yapmak, heykeltıraşlık, kendine ait bir bahçe düzenlemek, evin daracık yollarını çiçek tarhına dönüştürerek süslemek; bolca kitap okumak, gezmek, seyahat etmek; ormanın derinliklerine korkusuzca dalmak, felsefe ile hemhal olmak (ve daha söylenemeyen yüzlerce hatta binlerce yol-yöntem ve olanakları saymak mümkündür) yeni bir hayat, keşif ve yönelimlerimiz için çözüm olabilecek programlar olabilir. Bütün bunlar zaman tünelinin dışına çıkmadan olabilecek şeyler değildir.
Hayatın kontrolünü kişinin kendi eline almasıyla başlar her şey. Sahip olunan ezberlerden, başkalarından alınmış ödünç bilgi ve inançlardan kendisini arındırmaya götürecek yüzleşme ve sorgulama sürecinden geçerek tekamül sürecini gerçekleştirebilir ancak. Tünelin ucundaki ışıktan korkarak, içerde anlatılan in-cin masallarına inanmış bireyin ya da kitlenin resmi anlayışı aşması veya “konfor alanından” dışarı çıkması zordur elbette. Ama önemli olan da zoru başarmak değil midir hayatı anlamlı kılan? “Milyoner Aklın Sırları” kitabının yazarı T. Harv Eker’in dediği gibi: “Kalıcı bir değişiklik yapmak istiyorsanız, sorunlarınızın boyutuna odaklanmayı bırakın ve kendi kapasitenize odaklanın ki başarılı olabilesiniz.”
Alman Lirik şiirinin en önemli temsilcilerinden biri olan şair-yazar Rainer Maria Rilke içinde bulunduğu hassas ve duygusal karakteri nedeniyle bir dönem bir bunalım yaşar. Bir dönem sevgilisi olan ve daha sonra yakın ilişkide olan arkadaşı (sanırım dünyanın ilk kadın psikanalist) Bayan Lou Andreas-Salome’ye yazdığı bir mektubunda şunları ifade eder: “Lou, içimde biriken duyguları taşımakta zorlanıyorum onlarla ne yapacağımı bilmiyorum bunu öğrenmem lazım”
Lou Andreas-Salome yazdığı cevapta sana güveniyorum, üstelik sen cevabını da biliyorsun der. Sahip olduğun yeteneğinden şüphe duymayı bırak. Yeteneklerini kullanarak bu duygularını bir tohum gibi çiçeğe, ağaca dönüştür. Kelimelere, şiire ve edebiyata dönüştür. İçinde biriken olumsuz düşüncelerinden kurtulmanın tek yolu budur mealinde bir cevap yazar. Rilke, bu cevap üzerine kendisiyle yeniden yüzleşir, düşen enerjisinin tekrar yükseltilmesi gerektiğinin farkındalığına varır. Bu durum yeni bir sürecin kapısını açar. Yazdığı kitaplarla ve şiirleriyle ün kazanır. Sanat ve edebiyatla yaşamına yeni bir anlam katar.
Keza aynı bunalımı yaşayan bir başka ünlü yazar ve filozof daha var. Yukarda bahsedilen Lou Andreas-Salome’ye o da aşık olur. Salome’nin yapılan evlilik teklifini red etmesi üzerine depresyona girer. Psikolojik sorunlar yaşar. Rilke’ye benzer süreci yaşayan bu kişi Friedrich Nietzsche’dir. Yaşadığı bu olaydan sonra bunalıma giren Nietzsche, İsviçre’nin Sils-Maria köyüne yerleşerek ünlü kitabı Also Sprach Zarathustra (Böyle Buyurdu Zerdüşt) eserini yazar.
Yani Nietzsche de yaşadığı histerik ve dönemsel duygularından kurtulmanın yolunun edebiyattan geçtiğini, onları edebiyatla yenerek hayat enerjisini yeniden yükseltebileceğinin bilincindeydi. Ve öyle yaparak bugün başucu kitabımız olan o önemli ve harika eserini bize armağan etti.
Hatalarımızın, bize kazandırdığı tecrübe ve deneyimler ışığında daha iyi ve anlamlı yaşamaya olanak sağladığını biliyoruz. Buna benzer bir süreci bir anda tarlada bitiveren yabancı ve ayrık otlarının iyi bir hasat elde etmek için mutlaka temizlenmesi gerektiği metaforunda da görüyoruz. Önemli olan duygularımızı tohuma dönüştürebilme becerisini gösterebilmek. Onların ağırlığı altında ezilip çaresiz kalmak yerine emek vermek, farkındalık içinde olmak; An’a odaklanmak, üretmek ve üretken olmak sağlıklı kalmamızı sağlayan yegane tedavi yöntemidir. Rilke’nin dediği gibi “İnsana yakın olan yalnızca kendi iç dünyasıdır; başka her şey uzağındadır onun.”
Hayatta enerjini düşüren tüm olumsuz duygulardan kurtulmayı başarabilirsin! Hayatınızı, yüksek bir enerji frekansı ile anlamlı kılmak bedavadır üstelik.
Hüseyin Sevinç
Resim: https://assets.bharian.com.my/images/articles/hoosac.transformed.jpg
