Düzgün Baba Mekanı ve dikilen/sökülen(!) Hasret Gültekin anıtı tartışmaları üzerine
Dersim kültür coğrafyasında yaşanan Raa Haq/ Alevi-Kızılbaş İnancı, ocak sistemi üzerine kurulu talip-pir-mürşid, mısayıp, kirva kurumsallıkları üzerinden yürüyen bir sosyal sistem olarak bugüne kadar gelmiştir. Kemerê Duzgıni (Duzgı Bava) gibi kutsal mekanlarda yürütülen inanç ve ibadet, tarih boyunca bu sosyal dokunun hukuk sistemine göre yürütülmüş, düğünü, cenazesi, kavgası, barışı aklınıza gelebilecek her sosyal eylemi böylesi bir hukuk sistemi çerçevesinde yaşanmıştır.
İslamcılığın ve Türkçülüğün saldırıları altında, katliamlar, savaşlar arasında ayakta kalmaya çalışan Dersim, son yüzyılda büyük tahribatlara uğramış,´38 öncesi başlayan çözülme ´80 sonrası ivmelenerek sürmüştür. Günümüz de ise artık bu sistemin, yani Kırmanciye sosyal isteminin ekseni önemli ölçüde çözülmüş, Ocakların ve diğer yol taşıyıcılarının yaptırım gücü önemli ölçüde yitirilmiştir. İnanç mekanları zamanla Raa Haq mana dünyasının dışındaki politik güçlerin toplum üzerinde etki sağlama mücadelesinin ve şahsi çıkar peşinde koşan çevrelerin rant ve prestij elde etme alanları haline getirilmiştir. Raa Haq inanç sistemine dayalı hukukun en güçlü ayağı olan rızalık mercii de el değiştimiş, ocakların yerini ideolojik-politik yapılanmalar, siyasi partiler ve bunların etki çemberi içindeki dernekler, iş adamları vb. almıştır. “Rızalık” artık bu çevrelerden sorulur ve alınır hale gelmiştir.
Sivas Katliamı şehitlerini temsilen Duzgı Bava Mekanı´ında dikilmek istenen Hasret Gültekin anıtı olayının da bu bağlamda ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Son günlerdeki talihsiz gelişmeler ve bunları takip eden tartışmalar, inanç mekanlarını idaere ettiğini iddia edenlerin Raa Haq İanç bütünselliğinin manasıyla aralarındaki mesafenin ne ölçüde açıldığını da su yüzüne çıkarmıştır. Karar vericiler (Cem Evi yönetimi ve anıt projesinin sahipleri) Kemerê Duzgı gibi mekanların Dersimlilerin ve diğer Alevilerin manevi dünyasındaki önemini idrak edememiş, bu kutsal mekanın inanç bütünselliğı içindeki doğallığına aykırı atılan her adımın er ya da geç geri tepeceğini, insanların yüreğinde nasıl bir yara açabileceğini idrak edmemiştir. Projeye onay vermesiyle Düzgün Baba Cem Evi Dernek Yönetimi yanlış bir karar almıştır. Projenin hayata geçirilmesi sürecindeki tutumu verdiği kararla uyumluluk arzetmektedir. “Haberimiz yoktu, bizden önceki yönetim tasarrufuydu” gibi açıklamalar gelişmelerin seyri takip edildiğinde inandırıcı gelmiyor. Kaldi ki, yeni yönetim aynı kurumun yönetimini devralıyor ve kurumsal devamlılığın sağlanmasından da sorumludur.
Cem Evi yönetimi daha sonra kararının arkasında duramamış, hangi sebepten olursa olsun, anıtı kaldırmıştır. Anıtın apar topar kaldırılması hem Hasret Gültekin’in yakınlarını ve Hasret Gültekin de dahil Sivas’ta devletin örgütleyip harekete geçirdiği yobazlığın ateşinde yanan diğer canlarımızın acısını yüreğinde hisseden her Aleviyi rencide etmiştir, üzmüştür. Bu üzüntüyü heykel projesini onaylayan ve onaylamayan her Alevi yüreğinde hissetmiştir. Düzgün Baba Cem Evi Derneği yönetiminin, Alevilere ve dostlarına bu üzüntüyü ve acıyı reva görme hakkı yoktur. Onları, hepimizin ortak değeri ve yürek yarası olan Hasret Gültekin canın heykelinin diklimesi mi, sökülmesi mi doğru gibi absürd bir tartışmayla yüz yüze getirmiş olmasının vebalini taşıdığını unutmamalıdır. İnanç mekanları olması gereken cem evlerinin sıradan bir dernek gibi yönetilmesini ve bunun da “toplumun iradesi” olarak yansıtılmasını kabullenmek mümkün değildir.Hatalarını örtbas etme telaşı içinde Cem Evi Derneği yöneticilerinin, kamuoyuna açıklamasından dolayı Yeter Gültekin’i, Dersim’li iş insanı Sinan Samat’ı ve eşini, tutumlarındaki çelişkiyi dile getiren başkalarını suçlamaları doğru değildir.
Gelişmelerin seyri içinde bir çok Alevi kurumunun ve kurum yöneticisinin yaptıği açıklamalar sorunun çözümüne değil, çözümsüzlüğüne katkı sunmuştur. Yaptıkları hatanın ağırlığına rağmen Düzgün Baba Cem Evi’nin yöneticilerini ve aynı doğrultuda hareket eden herkesi Madımak yangını canileriyle ve Zini Gediğı Anıtı’nı tahrip edenlerle eş anlamlı tutmanın anlaşılır bir tarafı yoktur. Böylesi tutumlar, Alevileri ve demokrasi güçlerini biribirine düşürmek için fırsat kollayan, provokasyon peşinde olan malum güçlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir fonksiyon göremez.
Alevileri temsil ettiğini söyleyen kişiler ve kurum temsilcileri ve diğer Yol ileri gelenleri inanç mekanları meselelerini, modernist ve pozitivist bakış açısından uzak, Yol’un bütünsellik manası içinde ele alıp çözüm arayışına girmeliler. Politik partiler ve örgütler, Raa Haq Alevi inanç meseleleriyle ilgili olmayan sivil toplum kurumları ve şahsiyetler Kemerê Duzgıni/Düzgün Bava gibi ziyaret mekanalarını dizayn etmeye calışmaktan vazgeçmeliler. Alevi İnancı`nı ilgilendiren konular, bu inancı kendi içinde nacizane yaşayan yol ehillerine bırakılmalıdır.
Dersim Meclisi Kongresi | 22 Temmuz 2020
Uzun bir aradan sonra BirGün okurlarıyla yeniden buluşmaktan duyduğum memnuniyetle başlamak isterim. Daha çok güncel ve tarihsel sosyoloji alanında düşüncelerimi paylaşacağım, bu buluşmaya aracılık ettikleri için BirGün gazetesi emekçilerine teşekkür ederim.
Bu ilk paylaşımın konusu biraz kişisel sayılabilir ama gerçekte toplumsaldır. Annemden ve dolayısıyla Dersim’im kayıp kızlarından söz ediyorum. Gazeteye bu ilk yazımın yayını annemin ölüm yıldönümüne denk gelince kendisinin de zaman zaman okuduğu BirGün’de onu anmak daha da anlamlı oldu. Annem, 23 Haziran 2019’da akşam, Sayın Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini kazandığının belli olduğu saatlerde son nefesini vermişti. Bu hüzün, o günkü sevinci de bütün diğer hüzünleri de unutturacak kadar güçlüydü.
Annem (Huriye Aslan), kamuoyunun Nezahat ve Kazım Gündoğan’ın İki Tutam Saç belgeseli ile hatırlayacağı Dersimli kayıp kız çocuklarından biriydi. Tertele (katliam) zamanlarında annesiz, babasız, kardeşsiz büyümek zorunda bırakılan neslin bir üyesiydi. Son nefesine kadar bu öykünün izlerini anlattı. Şimdi, kendi topraklarında Dersimli kız çocuklarının öyküsünü dünyaya hatırlatıyor.
Dersim 38, ara ara ‘gündeme’ getirilen ama umumiyetle geçmişe ait bir mazi olarak bırakılması tercih edilen; yine de ayırt edici nitelikleriyle unutulması imkânsız kitlesel kırım deneyimidir. Resmi verilerden çıkarılabilen sonuçlara göre bu kırımda 20 bin dolayında insan öldürülmüş, 20 bin dolayında insan da sürgüne gönderilmiştir.
Dersim’in kayıp kız çocuklarının öyküsü bu modern vahşetin bir parçasıdır. Samsun’da, daimi olarak iki askerin görev yaptığı ve Türkan, Ayhan ve Nurhan adlarında üç çocuğu olan bir üst düzey kamu görevlisinin evine, Ovacık’ın bir dağ köyünden bir kız çocuğunun getirilme öyküsü ne tekildir ne de tesadüf. Bugün artık yüzlerce örneği bilinen bir politik edimdir.
Ben, uzun zamandır bu en çaresiz kuşağın öykülerini dinledim. Sadece bir politik tahayyülün cereyan etme biçimini değil, aynı zamanda Dersimli kız çocukların ömürlerine yüklenen o ağırlığı nasıl taşıyabildiklerini anlamaya çalıştım. Açıkça söylemeliyim ki binlerce sayfalık kitapların bile anlatmakta kifayetsiz kalacağı ağır yükler yüklenmiştir bu ömürlere. Huriye’nin, Altun’un, Sekine’nin, Fatma’nın ve daha yüzlercesinin.
Onlardan bir detayı paylaşmak isterim. Bir arkadaşım Dersim’in el konulmuş çocuklarından biri ile aynı binada ikamet ettiklerini söylemişti. Adı Müfide olan annenin hikâyesinden çok etkilenmiş ve bizi görüştürmek için girişimde bulunmuştu. Bir gün sabah saatlerinde heyecanla arkadaşımın İstanbul’da ikamet ettiği binaya girdiğimde olağandışı bir durumla karşılaşmıştım. Müfide Anne’nin yurtdışında yaşayan ‘milliyetçi’ çocukları bu buluşmayı engellemek için gerekli tüm tedbirleri almışlardı. O anları tarif edecek sözcüğüm yok. Bir süre bekledim orada, hiç değilse telefonla sesini duymak istedim Müfide Anne’nin. Mümkün olamadı.
Bu görüşme girişiminden yaklaşık bir yıl sonra Dersim’in bu kayıp çocuğu, ikamet mekanı bina yıkılacağı için çocukları tarafından oradan götürüldü. Bu apar topar gidişin ardından boşaltılmış ve kısmen sökülmüş binanın atık malzemeleri içinde, komşuları tarafından Müfide Anne’ye ait dört kıymetli şey bulundu: Eski çerçeveli bir fotoğrafı, ayakkabıları, çantası ve pasaportu. Bu öykünün anlamını bilenler için kıymetli dört hatıra…
Bunları, kendisi ve diğer Dersim’in kayıp kız çocuklarının öyküleriyle birlikte Dersim’de müze-kışlaya koymayı hayal etmiştim. Bu milliyetçi tarihin öteki yüzünü gösterebilelim diye. Ama ne mümkün! Bu vesileyle Dersim Müzesi’nde bu coğrafyanın yüzyıllık toplumsal tarihi yoksa diğer nesnelerin ve söylemlerin hiçbirinin anlamlı bir karşılığı olamayacağını da söylemek isterim.
Dersim’in kayıp kız çocuklarının öyküsü bu yüzyıllık tarihin anahtarı gibidir. Bu tarihi anlamak için önce bu kapı açılmalıdır.
Annemin şahsında Dersim’in tüm kayıp kızlarını sevgiyle, saygıyla, minnetle anıyorum.
2020.06.24
Dersim Kongresi’nin hazırladığı, Munzur Bava Gözeleri Peyzaj Projesi, Ovacık´taki arazi satış ihalesi ve Dersim’e yönelik diğer yıkım projeleri hakkında bilgilendirme toplantısı 10.06.2020 tarihinde gerçekleştirildi. Çevre davaları takipçisi Dersim Baro Başkanı Av. Kenan Çetin ve Av. Barış Yıldırım, Dersim sözlü kültür ve tarih çalışmaları yapan müzisyen Kemal Kahraman toplantıya konuşmacı olarak katıldılar.
İngiltere Alevi Federasyonu Başkanı İsrafil Erbil, Hollanda Kader yönetim kurulu üyesi Hasan Kaplan, Avrupa Alevi Kadınlar Birliği Başkanı Zeynep Can Ayaz, Londra Dersim Derneği yönetim kurulundan Ali Yıldırım, Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu Yönetim Kurulundan 2. Başkanı Kemal Karabulut, Hasan Yavuz ve Celal Taş, Dersim Munzur Akademi yönetiminden Dilek Kızıldağ, Hollanda’dan araştırmacı Kıvılcım Özmen, Londra BBC’den Güney Yıldız, Yeşil Sol Parti temsilcisi Rauf Uluç, Dersim Akademik Değişim Vakfı Başkanı Dr. Hıdır Eren Çelik, Akademisyen-Hukukçu Derya Bayır, Norveç Helsinki Komitesi’nden Mine Yıldırım, Londra Greenwich Üniversitesi’nden Prof. Mehmet Uğur, Open Üniversitesi’nden Dr. Cengiz Güneş, Londra Queen Mary Üniversitesi’nden Dr. Prakash Shah ve Zürih Üniversitesi’inden hukukçu Dr. Hüseyin Çelik, Dersim Akademik Değişim Vakfı kurucu üyesi Dicle Akar, İsviçre’den Etnolog Kemal Sönmez, Dersim Kongresi Meclisi’nden Nurcan Duman, Celal Yıldız, Ali Haydar Umut (Hollanda Alevi Federasyonu İnanç Kurulu), İlyas Yer (Komünar Bellek), Nuri Akyüz (Kureyşan Köyü Derneği Başkanı) Rozana Çiçek, Mercan Çiçek, Hüseyin Sevinç, Hasan Dursun, Ayhan Sarıgöl, Tahsin Tekin, müzisyen Maviş Güneşer’in moderatörlüğünde ve Zoom üzerinden yaptığımız bu bilgilendirme toplantısına katıldılar, soru ve önerileriyle katkı sundular.
Konuşmacılar, Munzur Baba’da yapılmak istenen peyzaj projesinin ekolojik, hukuksal, sosyo-kültürel, demografik ve inançsal açılardan değerlendirilmesi gereken çok boyutlu bir sorun olduğunu dile getirdiler.
Av. Barış Yıldırım, konuşmasında : “Munzur Gözeleri’nin Munzur Vadisi Milli Parkı’nın temel kaynağı olduğunu, burada her türlü projenin Munzur Nehri´ni dolayısıyla bütünüyle vadiyi temelden etkileyeceğini” söyledi. Buna bağlı olarak gözelerin Munzur Vadisi Milli Parkı dışında olmasının durumu değiştirmeyeceğini özellikle vurguladı.
Av. Barış Yıldırım, “Bulunduğumuz bu saha 2863 sayılı kültür ve tabiat varlıklarını koruma kanunları hükümlerine göre 2003 yılında Erzurum Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından birinci derecede doğal SİT alanı ilan edilmiştir.
Şimdi Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun ilke kararlarına göre birinci derecede doğal SİT alanları bilimsel amaçlı çalışmalar dışında aynen muhafaza edilmesi gereken alanlardır. Bu bölgede herhangi bir şekilde insan etkileşimine dönük faaliyetler yürütülmesi, piknik yapılması, suya girilmesi, doğal peyzajına etki edilmesi, jeolojisine, topografyasına etki edilmesi hukuğa aykırıdır.
Buna karşı burası birinci derece doğal SİT alanı olduktan sonra SİT alanı girişine herhangi bir uyarıcı tabela bugüne kadar konulmadı. 17 yıldır burası korunaksız halde. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun ilke kararına göre uyarıcı levhanın konulması, alan kılavuzu konulması, alana ilişkin bilgilendirme içeren yaklaşımların gerçekleştirilmesi ve buranın insan etkileşimine ibadet dışında kapatılması gerektiği halde bunların yapılmadığını” dile getirdi.
Munzur Gözeleri’nin ibadet alanı olmasına dikkat çeken Yıldırım, “Buranın jeolojisi, dogal peyzajına etki edilmeden insanlar geçmişten beri büyük bir saygıyla, sükunetle giriş bölgede büyük asırlık meşe ağacının olduğu yerde ibadetlerini yapıyordu, mum yakıyorlardı, dua edip lokmalarını dağıtıyorlardı. Gelinen aşama itibariyle burada maalesef Fırat Kalkınma Ajansı’nın bir projesi söz konusudur. Peyzaj deniliyor ama maalesef SİT alanı sınırları içerisinde yapılar öngörülüyor, bu hukuken yasaktır; bölgenin inanç ve kültürel geleneklerine de aykırıdır.
Fırat Kalkınma Ajansı güya revize edilmiş peyzaj projesi içerisinde bulunan tuvalet, yürüyüş parkuru, kesimhane, lavabolar, kadın, erkek ayrı ayrı yüzme havuzları, seyirlik teraslar, kamp alanı, bungalov evler, alışveriş yerleri vs. turistik amaçlı yapılacak her işin fay hattı üzerinde olan gözelerde yaratacağı jeolojik tahribata ve suyun tamamen çekilmesine kadar varabilecek tehlikelere dikkat çekti.
Bölgede biyolojik atık su tesisinin gerekliliğine değinen Yıldırım, şunları söyledi:
Ziyaret Köyü ve diğer köylerin buradaki beşeri faaliyetleri sonucu oluşan atıklarının bile her hangi bir arıtmaya tabi tutulmadan Munzur’a karıştığını biliyoruz. Burada peyzaj düzenlemesi yapılacağına Ovacık´ta biyolojik atık su tesisi yapılmalıdır.
Aksi taktirde Munzur Nehri’nin temel eko sistemi bozulur. Bu akarsu içerisinde yaşayan endemik bir alabalık türü var. Yine bölgede su samurları var. Suyun ekosistemi bozulursa doğadaki tüm canlılar zarar görür.”
Munzur Vadisi Milli Parkı’nın, Gözelerden itibaren Dünya Kültür Mirası listesine alınması gerektiğini söyleyen Av. Barış Yıldırım, “Bizler bu konuda geçmişte bir dava da açtık. Dava hala devam ediyor. Buranın korunarak gelecek kuşaklara aktarılması yerine, burada çok sayıda tesis öngörülmesi, proje yapılması hem hukuka aykırı, hem de insanlık vicdanına aykırıdır. Dünya Kültürel ve Doğal Mirası korunması sözleşmesinin de ihlalidir”
Burası Akdeniz, İran, Kafkasya iklim kavşaklarının kesiştiği yerdir aynı zamanda. Bu bölgenin habitatlarının, görsel peyzajının, topografyasının, su kaynaklarının çok güçlü olması tabi dışarıdan bir cazibe merkezi haline gelmesine sebebiyet verecektir. Bu çok açık ve nettir. Tam da bizim bu noktada bu turizim haydutluğuna karşı durmamız gerekir ki ekoturizm diye bir kavram yeryüzünde yoktur. Ekoturizm demek doğal kaynakların yağmalanması, yok edilmesi demektir. Canlıların habitat ortamlarına girilmesi demektir. Kartalın yuvasının, balığın yüzdüğü suyun kirletilmesi, bozulması demektir. Ekoturizim budur.’’ diyerek sözlerini tamamladı.
Dersim Baro Baskanı Av. Kenan Çetin ise konuşmasında, ‘’Burada tartıştığımız genel anlamda Munzur Baba’ya yapılmak istenen peyzaj projesinin ihalesidir; ana gündemimiz budur. Bunun yanında Halvori Gözeleri, yine Ovacık arazileri ile ilgili daha önce 4 kere ihaleye çıkartılan, 5. ihalede Koç Mercan’ın aldığı arazi ihalesi de Dersim’in şu anda çevre mücadelesinin gündeminde olan gelişmelerdendir. Tabi ki birçok gündem var ama burada sizin de söylediğiniz gibi Munzur Gözeleri’ne ilişkin ne oluyor, buradaki yapılaşma süreci ne olacak, buna Dersim’deki demokratik kurumların tepkisi nedir? Özellikle 2017 de bizden önce Baro Başkanı olan Barış Yıldırım arkadaşımızın yönetim kurulunda bizler de vardık, çokca kurumun katıldığı bir Munzur Özgür Aksın Meclisi’nin ve Dersim halkının da gündeminde olan bir mevzudur.
Munzur’a peyzaj projesinin süreci önceki yıllara dayanıyor. Yani Barış beyin de dediği gibi daha önce buraya çocuk oyun alanı, amfitiyatrodan kadın erkek ayrı ayrı havuzlarına kadar inançsal boyutunun hemen hemen gözardı edildiği bir proje gündemdeydi.
Baro yönetimimiz, demokratik kurumlar gerçekten Dersimde Munzur Özgür Aksın Meclisinin bileşenlerinin de topyekün bir karşı duruşu oldu ve bu karşı duruş noktasında çok net üç farklı tavır gördük. Orada hiçbir yapılaşmanın olmaması, doğalın bozulmaması ayrıca ticarileştirilmemesiyle ilgili Baro başkanlığı, EMEP gibi birkaç kurumun kesinlikle bir karşı çıkışı oldu. Bunun yanında ‘ama olsun şöyle olsun’ diyenler oldu. ‘Olabilir, bir ödenek ayrılacak buraya gelen bu ödenek geri gitmesin.’ diyenler oldu. Şimdi bir kez şunun altını çizelim yani Avrupa’da, dünyada bu işler olurken inanç boyutunu da düşünerek Dersim gibi bir yerde Alevi-Kızılbaş inancının çok yoğun oldugu, hemen hemen her köyde, her mezrada ziyaretlerin olduğu bu bölgede ’80 sonrası anlayışın çok değişmediğini, yerelin rızasının alınmadığını gördük.
Yani altı çizilmesi gereken hem halkın rızası hem yerelde inanç ve kanaat önderlerinin rızasının alınmaması ama aynı zamanda yerel kurumlardan görüş alınmaması durumudur. Barış bey bunu çok net söyledi. Bu bir yasal zorunluluk aslında ama biz buralarda kurum görüşünün alınmadığını son yaptığımız dünkü toplantıda da gördük.
Fırat Kalkınma Ajansı, Bingöl, Dersim, Elazığ, Malatya valiliklerinin yönetim kurulunda olduğu ve Dersim Belediyesi’nin, Dersim Sanayi Odası’nın, Dersim İl Genel Meclis Başkanı’nın yönetim kurulunda olduğu bir resmi devlet kurumudur. Bu kurum ödeneğini yine bu kurumların toplam gelirinin 1000 de 2 sinden ve devletten de aldıkları ödeneklerle sosyal, kültürel, dinsel, ekonomik, turizm ve istihdam alanlarında projelere destek veriyor. Lokal görünse de aslında merkezden gelen ödenekler Fırat Kalkınma Ajansı tarafından ihalelere dönüştürülüyor. Fırat Kalkınma Ajansı’nın bileşenleri dört vali de olsa merkez belediyeler, Malatya Belediyesi, Elazığ Belediye Başkanı, Bingöl Belediye Başkanı da olsa çok rahat proje alanlarına gelip inançsal boyutu nedir, peyzaj boyutu nedir, neyi getirmeliyiz, neyi buraya yapabiliriz diye çok yakından görebilirler. Ama burada anladığımız kadarıyla bu olmuyor.
Bu şu demek aslında, yönetim tarzı nasıl tek adamla Türkiye genelinde oluyorsa burda da birileri söylüyor şuraya bir proje gerekiyor diye, tamamen Ankara’dan mühendisi, mimarı oralardan gelerek yerele müdahale ediyor. Ankara’dan gelenlerin bilmeden bir proje yapmaları akıl karı bir iş değildir. Mesela Düzgün Bava gibi Dersim’de birçok inanç merkezi var. Bu inanç merkezlerinde günlük olarak yüzlerce kurban kesiliyor. Kurbanların yapıldığı yerde kesimevi var ama orada o kanın, o iç organların taşınmasıyla ilgili hiçbir alt yapı düşünülmemiş bu projede. Yani şunu söylemek istiyoruz yereli kavramayan, yerele danışmayan, yerelin rızasını almayan proje bürolarından oluşturulmuş, bir ödenek gelmiş bu ödeneği hangi firmaya vereceğiz, hangi mütahite vereceğiz şeklinde yapılıyor.
Oysa ki Dersim’in sanatçısı, esnafı, emekçisi, sağlıkçısı, eğitimcisi, avukatı, mühendisi ile bu konuda bir anket yapıldığında bile Munzur Baba’da ve tüm kutsal mekanlarda ticarileşmeye, oradaki yapılaşmaya dair bir karşı duruş olduğunu kesin görebiliriz.
Mitingler yapıldı barajlarla ilgili, Munzur’uma dokunma denildi. Oysa ki bu dokunmaktır. Sadece dokunmak da değil yani insan bedenini düşünün rıza almadan o insan bedenine bile dokunamazsınız. Ama bugün sadece dokunulmakla kalmıyor, ben mumların yakıldığı yerde terasıyla birlikte bir ring alanı yapıp dolanacağım diyor. Bunu kim söylüyor, Fırat Kalkınma Ajansı’nın projesi söylüyor. Çevre İl Şehircilik Müdürlüğü de bunun ihalesini yapıyor.
Şunu söyleyelim tabi ki yani buradan Dersim kurumları, sanatçıları, emekçi halkı da herkes biraz kendine de vurmalıdır. Yani bu ihale gizli yapılmıştır evet son toplantıda biz yönetim kuruluna sorduğumuzda bunun cevabı bizden saklanmaya çalışılmıştır. Ama burda bizim de ciddi anlamda uğraş vermemiz, buna dikkat etmemiz gerekiyor. Şimdi Av. Barış Yıldırım beyin burada ciddi bir emeği var, küçümsenemez. Yer yer haksız tartışmaların muhatabı da oluyor kendisi. Ama herkes, her birey kendisine bu anlamda güçlü bir soru sormalı; bu proje geçmişte geliyorum dedi, itiraza uğradı, iptal oldu ama şimdi revize edilerek yani biz oradan ticaret alanını çıkarıyoruz, şunu yapıyoruz, bunu yapıyoruz diyerek halkımızın ve birçok kurumumuzun aslında görüşürken sanki rıza veriliyor gibi bir imaj yansıtılamaz. Bu yüzden projeyi incelemek lazım. Çoğu insanımız da projeyi bilmeden ya söylentilerle ya da kulağa hoş gelen şeylerle bunu yansıtmaya çalışıyor. Ama biz bu hafta içerisinde 4 köyümüzü, ilçe merkezimizi ziyaret ettik. Ovacık halkından bile, yani düne kadar ‘’ya yapılsın, niye karşı çıkıyorsunuz’ diyen köy halkı bile baro başkanlarımıza, baro yöneticilerimize, oradaki sivil toplum örgütlerine karşı duran insanlarımız bile şu anda bizden daha çok karşılar; bu da çok önemli, bu hususun altını çizmek gerekli.
Fırat Kalkınma Ajansı tarafından Munzur Baba Gözeleri Peyzaj Projesi oluşturulurken pazarlık usulüyle hızlı bir şekilde yani gazete ilanları olmadan pazarlık usulüyle Çevre Şehircilik İl Müdürlüğü eliyle yapılmış olması aslında buradaki amacın yerelin sesini dinlemek, yerelin kalbini dinlemek ve halkın rızasını almak olmadığını bizlere gösteriyor.
Munzur Bava Gözeleri Peyzaj Projesini özetle söyleyeyim: Kadın, erkek ayrı ayrı havuzlar yapılması gibi yöre inancında olmayan haremlik, selamlık yaklasimi, yine seyir terası gibi özellikle mum yakılan yerin çevresinde, Munzur Gözelerini birçok arkadaşımız görmüştür, bu alanda seyir terasları düşünülüyor. 50×50 beton kazıklar oluşturarak bu alanda ciddi bir tahribat oluşturulacağına inanıyoruz. Buranın deprem ve fay hattı bölgesi olduğunu söyledi Barış Yıldırım. Ayrıca burada özellikle 4 köyün bu projeye bağlı olacağı ve arıtma sisteminin olmaması düşündürücü bizim açımızdan.
Dersim’de ciddi bir altyapı sorunu var. Gazetelere manşet oldu. Irmakların aktığı, barajların olduğu Dersim’de büyük bir oran yani %50’nin üzerinde içme ve kullanma suyunun sağlıklı olmadığı biliniyor. Ovacık ilçe merkezinde, köylerinde, çeşmelerinde içilebilir su, kullanılabilir su noktasında bir sorun zaten var.
Şimdi belediyecilikte şu çok önemli: Üstte yatırım yapmak harikadır, çünkü görünürdür. Ne deniyor altyapı yatırımları, yani kanalizasyon, içme suyu gibi yatırımlar ise tabiri caizse ‘keriz’ yatırımları olarak anılıyor. Bizim keriz yatırımlara ihtiyacımız var. Yani orada Munzur’un kıyısındaki o dört köyde, ilçe merkezinde, takip edilen diğer köylerde, Ana Hita’dan başlayıp diğer ticari alan ve mekanlarda bütün atık direkt Munzur’a akıyor. Sadece Munzur Gözeleri’nde değil, aşağıda kamping alanları da bugün özellikle koruma altında olması gereken Kırmızı Benekli Alabalıklarımızın yumurtlama alanıdır. Şimdi bu durum hiç düşünülmemiş.
Bizim karşı çıktığımız durum şu: Birincisi bu ödeneklerle öncelikle arıtma sistemi yapılmalıdır. Yine arıtma tesisi düşünüldüğünde bunların havuzları ve diranajın en az 2000 metre yukarıda olması gerekiyor ki biz Munzur’u kurtaralım. Başka neler olması gerekiyor, siz günlük olarak çıkan o atıkları Malatya Büyük Şehir Belediyesi’ne nasıl götüreceksiniz, nasıl nakil edeceksiniz, bunun yapılması gerekiyor. Yine bu projelerle ilgili mühendislerle konuştuğumuzda bu projenin fay hattı üzerinde olduğu söyleniyor. Bakın projeyi yapan, revize eden mühendisin kendisiyle görüşüldüğünde şunu söylüyor: Burası, bu yatırım 4 yıl sonra çöpe gidecek. Bu çok önemli bir şey, bunu bir bilim insanı söylüyor.
Bu konuda bizim karşı çıktığımız şeyler çok net:
1- Munzur Gözelerinde inançsal boyuttaki ibadetin, ritüellerin dışında bir şey olmaması gerekiyor.
2- Oraya beton yürüyüş yolları, ahşap yürüyüş yolları, köprüler, beton havuzlar yapılmaması gerekiyor. Oradan uzak durmaları gerekiyor.
3- Ne kadar az insan giderse o kadar iyi olur. Gidenlerin %10’u inançsal bakıyorsa % 90 gideni de piknik amaçlı gidiyor. Yani şunu köylüler kendisi söylüyor, çok önemlidir: Geçen yıl (2019 yazı) küçük ve büyük baş hayvanımızı dışarı çıkaramadık, kapı önündeki odunlarımıza sahip çıkamadık, mangal dumanından dolayı nefes alamadık, diye şikayet ediyor köylüler. Bakın bu çok önemli. Bu projeyleri yapanlar piknik zihniyetiyle mekanlarımıza yaklaşmamalıdırlar.
Müzisyen Kemal Kahraman da konuşmasında şunlara değindi: “Dersim geçen yüzyıla kadar Aleviliğin bir sosyal sistem olarak yaşandığı ve sığındığı son kale olmuştur. Bu durum sosyo-kültürel, etnik ve inanç boyutuyla da Dersim bölgesini, Türkiye sınırları içerisinde hatta Dünya’da özel bir yer kılar. Yani Avukat arkadaşlarımızın anlattığı üzere Dersim biyolojik çeşitliliği ve faunasıyla olduğu kadar, sosyo-kültürel, etnik ve inançsal nitelikleriyle de özel bir kültür bölgesidir. Demografik olarak Türkiye genelinde sunni nüfus hakimken sadece Dersim, Alevi nüfusun hakim olduğu tek bölgedir. Alevi inanç öğretisi asırlar boyunca sözlü gelenekle aktarılmıştır ve Dersim bu sözlü hafızanın ayakta kalmış son otantik hayat alanıdır.
Alevi inancının dünya, alem, insan, hayat, ölüm, can, canlı, cansız, cennet, cehennem, kutsiyet, ibadet, ibadethane vs. birçok konuda yaklaşımı ortodoks geleneklerden tamamen farklı ve kendine hastır. Aleviliğe göre Hakk, bütün varoluşta tecelli etmiştir. Bu yüzden Dersim Aleviliği, Dersim kutsal mekanları ve bu mekanlarda icra edilen ritüellerden bağımsız düşünülemez. Bugün Alevilik tüm sosyal ve inançsal kurumlarıyla çökmek üzereyken bu bölge bütün sözlü kültür hafızası ve bu hafızayı ayakta tutan demografisiyle koruma altına alınmalı ve Dünya Kültür Mirası Listesi’ne kabul edilmesini sağlayacak girişimlerde bulunulmalıdır.
Son yıllarda gerek devlet destekli projeler gerekse de sivil insiyatifler tarafından Dersim kutsal mekanlarına yapılan her türlü müdahale tam bir fiyaskodur, yıkımla sonuçlanmıştır. Düzgün Baba ziyaretinde eskiden insanların ibadet amacıyla ayakkabılarını ve çoraplarını çıkartarak yalın ayak çıktıkları en sarp güzergaha merdiven döşemek, Ana Fatma ziyaretinde kaynak suyunun çevresine beton dökmek, tepesine otel dikmek, Heniyo Pil (Büyük Çeşme) ziyaretinde sünni ortodoksinin normlarıyla hikaye uydurup tabela asmak, Mutu´da Linga Xızı’ın (Xızır Ayağı) üzerine cemevi diye apartman dikmek, üstüne otobüs firmalarının tabelasıyla Xızır “Dergahı” yazmak gibi sayısız yıkım örneği vermek mümkündür. Çünkü devlet bir tarafa, Dersimliler adına öne çıkan kurum ve şahıslarda da, ki bunlara belediyelerimiz de dahildir, Dersimlilik perspektifi, Alevilik algısı, vizyonu, boyası, kokusu kalmamıştır. İyi niyetle yapıyorum derken bile yıkıyoruz. Bunları aramızda konuşmalı eski adap, usul, erkan neymiş, sözlü kültür kaynaklarımızın şahitliklerine dayalı olarak yeniden öğrenip bunlara hayat alanı açmalıyız.
Dersim Alevi inancına göre ziyaretler, kutsal mekanlar oldukları halleriyle kutsaldır, dokunulmazdır. Zamanında da Dersim’in pirleri, mürşidleri, alimleri, kamilleri, inançlı ağaları, beyleri, kudretli insanları vardı. Biz sanıyoruz ki, onlar acizdiler, fakirdiler, düşünemiyorlardı o yüzden bu ziyaretlere bina, mesire yeri, merdiven yamamışlardı. Öyleyse bugün bizim gücümüz var, vizyonumuz var; her şeyi daha iyi biliyoruz, oraya merdiven döşeyelim, bina kuralım, betondan çeşmeler yapalım, çevre düzenlemsi yapalım falan. Halbuki, onların Alevilik olarak yaşadıkları inanç öğretisine göre buralar tam da oldukları halleriyle evliyalar, gerçekler mekanıdır; her birinin bir hikayesi vardır. Diyelim Düzgün Baba hikayesini biliyoruz; Düzgün Baba gençtir, newcivandır, çobandır, keçileri vardır, kartalları vardır, beyaz kurtları vardır, atı vardır, zemheri ayında yeşerten asası vardır ve bugün merdiven döşediğimiz bir dağı yani bir mekanı vardır. Bunların hiçbiri keyfi yakıştırmalar değildir; her birinin dinler tarihinde, kültür tarihinde bir yeri, bir manası vardır. Her birinin Hitit’e, Eski Mısır’a, Sümer’e kadar uzayan kökleri vardır. Ve bu kültür, bugün can çekişme sınırların getirilmiş olsa da hala ziyaretleriyle, duaları, gülbengleri, deyişleri, beyitleriyle, dini ritüelleriyle, ritüel takvimiyle bugün, bu bölgede canlı olarak yaşamakta, yaşatılmaktadır. Bu yüzden, böylesi bir farkındalıkla ilkesel olarak özellikle ziyaretlerle ilgili her türlü devlet projesine karşı çıkılmalıdır. Resmi otoritenin kutsal mekanlarla ilgili hiçbir insiyatifine alan açılmamalıdır. Sivil insiyatiflerin müdahaleleri ise bu tür işlerin getiri-götürüsünü değerlendirecek, yine sivil toplum temsilcileri tarafından seçilmiş uzman kişilerden, inanç önderlerinden oluşturulacak bir üst-kurulun insiyatifine bırakılmalıdır.’’
Sonuç ve Öneriler
Dersim Kongresi’nin hazırladığı bu toplantıya katılan akademisyen ve hukukçu arkadaşlarımızın getirdiği öneriler de dikkate alınarak acilen önümüzde duran görevler şunlardır.
1- Munzur Baba Gözeleri’nde Fırat Kalkınma Ajansı tarafından ihalesi sonuçlanan peyzaj projesinin acilen durdurulması amaçlı Dersim’de ve diasporada yaşayan Dersim halkının, Dersim dostlarının olay yerine gidip bu projeye yerinde tepki vermesini örgütlemek. Avrupa’daki cemevlerinin ziyaretlerimize duyarlılık göstermelerinin talep edilmesi.
2- Dersim’de yaşanan doğa yıkımlarının bilimsel verilere dayalı olarak ortaya konabilmesi ve kamuoyu oluşabilmesi için Türkiye’de çevre ve tabiat konularında uzman akademisyenlerden oluşan bir heyetin organize edilip baromuzun ev sahipliğinde Dersim’e gönderilmesi.
3- Dersim ve Avrupa’da yaşayan genelde çevre konuları özelde Dersim´de gelişen doğa yıkımları üzerine davaları yürüten hukukçuların bilgi alış-verişinde bulunması, davaların takibinde güç birliği yapılması ve tecrübe aktarımı amaçlı bir hukukçular birliği oluşturulması.
4- Bütün bu hukuk mücadelesine zemin oluşturulabilmek ve genel bir farkındalık yaratabilmek için Dersim coğrafyasının biyolojik çeşitliliği ve faunasıyla, jeolojisiyle açığa kavuşturulduğu bilimsel araştırma gruplarının organize edilmesi; inanç, ibadet mekanları ile ilgili sözlü kültür çalışmalarının yapılarak sunulması ve yayınlanması için uluslararası bir sempozyumun düzenlenmesi.
Özellikle bütün bu çalışmalarla Dersim kutsal mekanları, tarihi ve kültürel varlıklarının mezarlarına kadar tescillenip koruma altına alınması.
Akarsularımız, bu sularda yaşayan canlıların tespit edilmesi, dağlarımızda bulunan endemik çeşitliliğin saptanması, yaban hayatta yaşayan canlı türlerinin tespit edilmesi ve tüm bunların akademik bir çalışmayla kayıt altına alınıp yayınlanması.
5- Uluslararası genel bir duyarlılık oluşturmak amacıyla Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği, UNESCO, Uluslararası Doğayı Koruma Birliği, Dünya Doğal Hayatı Koruma Birliği gibi kurumlara mektuplar yazmak, böylece özelde Munzur Gözeleri genelde ise dağları, vadileri, nehirleri, yaban hayatı ve Alevi inancı çerçevesinde sahip olduğu sosyo-kültürel değerleri ile Dersim Kültür Havzası’nın müstesna varoluşu temelinde Dersim Kültür Havzası’nın Dünya Kültür Mirasları listesine alınmasının sağlanması.
6- Halk arasında görece karşılık bulan ‘’Ekoturizm“ söylemlerinin doğru temelleriyle anlaşılabilmesini sağlamak için Türkiye ve Dünya genelindeki somut deneyimlerin incelenerek bir rapor halinde sunulması.
13.06.2020
Dersim Kongresi Sekreteryası
Dersim tek başına bir kentin, bir coğrafyanın adı değildir. Binlerce yıllık bir aidiyetler toplamıdır!
Su, sadece su değildir, toprak sadece toprak, ağaç sadece ağaç değildir Dersim’i bilenler için…
Dersim, aşktır kendisini yürekten sevene; çağırana yar olan, ama hiç kimseye ait olmayan bir aşk. Yüzyıllarca padişahların sahip olmak için üzerine sefer ettiği, kötüden, beladan kaçanın sığınmak istediği, üzerine yüzlerce şiir, hikaye, roman yazılmış, her yazanın kendisine göre tarif ettiği, o tariflere haps olmayacak ve sığmayacak kadar güzel ve büyük bir aşk.
Toprağına, suyuna başka bir nazarla baktıran, kendisine yürekten bağlatan bir aşk.
Boşuna değildir Wayir’lerin onu mekan tutması, en güzel suların onda çağlaması, en güzel çiçeklerin onda açması, dağ keçilerinin, vaşağın, pepugun, cümle canlının onu yurt tutması…
Sürünün içine yavrularıyla dalan dişi ayının istediği keçiyi aldıktan sonra sürü sahibine adeta “Kendim ve yavrularımın hakkını aldım, helal et!”, dercesine gösterdikten sonra gitmesi kadar hakça olan yaşamın yurdu…
Düzgün Bava’da Hiniye Xaskare’ye sırtını yaslayıp gelene, geçene aldırmadan ağlayıp derdini dökerek yardım isteyen, ama gelecek yardımdan emin olmanın huzurunu da taşıyan insan-ı kamilin olduğu yerdir.
Çocuğu kronik hasta olanın zemherinin donduran ayazında Munzur’a “Ya senindir alırsın ya benimdir iyi edersin dayanamıyorum artık!”, diye daldırıp çıkardıktan sonra iyileştiği yerdir.
Bunun gibi yüzlerce yaşanmışlığın anlatılabileceği kutsal bir topraktır, sudur Dersim.
Sonra, dakılamı Yemos’un “Cigeram verde ra Haq eskera bi, gau ve hesura telewe de çerdene. Key ke aşiru juvin ra xorti kisti, key ke çhekê xu kerd are day ve dewlete, xu destra vile xu yinerê kerd cowt, yinu ma qir kerdime, milisu ki goniya mara perey gureti, o waxt Heq ki herediya, wayiru ki posta hu çarnê ra ma.”, dediği yer oldu Dersim.
O vakitten bu vakte düşman değişmedi, kötü değişmedi, ama Dersimli durmadan değişti; her renge, her şekle girdi, kendi izini yitirdi, gölgesi oldu başkasının; dağların, suyunun, doğasının dostluğunu kaybetti.
Maden ocakları, baraj vb. projeler var; doğa, bunca nesildir koruduğu evlatlarının eliyle yok edilecek. Düşmanlarıyla iş birliği yapan zamane milisler kanından para kazanacaklar. Ezeli düşman yardımsever dost postunda giriyor bu kez Hardo Dewrês’e. Dersim’de kendi eliyle yarattığı fukaralığını kullanarak giriyor; yol, su, hizmet, turizm sizlere kazanç sağlayacak diye giriyor. Kimi buna tav oluyor, kimi projelere ortak oluyor, kimi de çaresizlikten rıza gösteriyor. Arap sermayesine sırtını dayamış muktedirler, içimizdeki milislerin eliyle Hardo Dewrêş’in kanını içmeye geliyor. Ziyaretlerimize oteller yapıyor, çivi bile çakılmaması gereken doğal hazinelere çevre düzenlemesi adı altında gelecek sermaye sahiplerine oraya girmelerine kapı aralanıyor. Girerlerse o jiyarlara, Munzur Bava’ya, onların izni olmadan gidemeyeceğimiz zamanların yakın olduğunu, madenler işletilmeye baslarsa o bol bol fotoğraflayıp videolarını paylaştığımız doğanın yerinde yeller eseceğinin bilincinde değil halkımızın çoğu, bir kısmının da işine gelmiyor.
Oraya kendisini dininden dolayı dünyanın efendisi gören, diğer yaratılmış cümle canlıyı kendine hizmetle yükümlü görenlerle, ırkını her şeyin önünde tutanların sermayesi girecek ve lütf ederlerse hizmetkar kılacaklar yerlisini Dersimin…
Bir avuç anca kalmış kendini kaybetmemiş, yüreği yangın yeri insan direniyor bu zulme, onların da sesini duyan yok! Kulaklar tıkalı, sesler kesik, gözler yumulu ne hikmettir bilinmez? Bilinir elbet!..
Ya biz Dersimliler olarak gözümüzü, kulağımızı açıp bilincimizin önündeki perdeyi acilen kaldırıp kendimiz kalarak yaşama imkanı bulabileceğimiz tek yer, yani cennetimizin elimizden gitmesine karşı koyacağız ya da nefes alamayacağımız cehennemlere sürüleceğiz.
Düşünmek için bile zamanımız yok!
Şimdi harekete geçmezsek sonrası olmayacak Dersim’in…
05.06.2020
Son dönemlerde Dersim sözlü hafızası giderek yerli yerine oturmaya başladı. Önceleri, başkaları tarafından yazılan tarihimiz, artık Dersim’liler tarafından yazılmaya, anlatılmaya başlandı. Bunu hazmedemeyen kimi çevreler, Dersim’in ortak hafızasının oluşumunu durdurmak ve farklı kimlikler yükleyerek engellemeye çalışmaktadırlar. Baytar Nuri devreye sokularak, Dersim’in hafızası silinmek isteniyor. Dersimlinin kendisini nasıl adlandırdığı ortadayken, devreye giren akımlar, farklı bir kimlik yükleme gayreti içindeler.
Dersim Sözlü Tarih Projesi kapsamında, yaklaşık dört yüze yakın insan-ı kâmille yapılan mülakatlarda, Baytar Nuri’nin lafı bile geçmezken, yani Dersim sözlü hafızasında yer almazken, Baytar Nuri referans gösterilerek hafızamızı silemeye gayret etmektedirler. Gecikmeli de olsa, kayıt altına aldığımız Dersim sözlü hafızası, her hangi bir kafa karışıklığına yol açmadan, orta yerde durmaktadır. Sonradan eklenen eklentiler, bu hafızamızı silme yönündeki girişimler olmasına rağmen, oluşan ortak hafızamızda yer edinebilme şansı yoktur.
Ben, yazdığım VE SUYU ATEŞE VERDİLER adlı kitabımda da Dersim Sözlü Hafızası’nı yalın ve gerçekçi bir biçimde belgesel-roman tarzında anlatarak ortaya koymaya çalıştım. Okunduğunda görülecektir ki, yazdıklarım her geçen gün daha da doğrulanmaktadır. Baytar Nuri’nin anlattığı Seit Rıza ile benim anlattığım Sey Rıza arasındaki temel farkı kitabımı okuyarak anlayabilirsiniz. Sey Rıza’nın torunlarının son dönemde anlattıkları Sey Rıza’dır bizim Sey Rızamız! Ne general, ne lider, ne komutan, ne isyancı ve ne de pirin piridir. O, torunlarının dediği gibi, “Fakir Rızo’dur.” İdama giderken bile dik duran, “Evladı Kerbelayız” diyerek haykırandır bizim gerçek Sey Rıza’mız!
Kitabımda, ayrıca Baytar Nuri’nin de oynadığı rolü anlatarak, Dersim’in Sözlü hafızasını canlı tutmaya çalıştım. Bu durum kimilerinin hoşuna gitmemiş olabilir. Doğru da görmeyebilirler. Bu onların hakkı. Ama ben de rahatlıkla şunu söyleyebilirim ki, Baytar Nuri’nin Dersim Sözlü hafızasında yeri yoktur.
Nesimi Aday, kendi sayfasında Baytar Nuri ile ilgili bir paylaşım yapmıştı. Ben de gayet sakin bir biçimde Aday’ın sayfasındaki yorumlara istinaden bazı notlar düşmeye çalıştım. Ancak Nesimi Aday, “Lütfen yazacaklarınızı kendi sayfanızda sürdürün artık” diye yazdıktan sonra, ben de kendi sayfama taşımayı düşündüm. Aday’ın sayfasında tuttuğum notları sayfa arkadaşlarımın dikkatine sunuyorum.
Nesimi Aday, Baytar Nuri hakkında verdiği bilgi oldukça eksik ve tek yanlıdır. Mesela 1916 tarihinde Baytar Nuri neden Dersim’e gönderilmiştir? Bunu net olarak izah edememiştir. Bu durumu Baytar Nuri’nin ağzından dinleyelim:
“(…) Ben o sırada Erzincan merkezinde Subay idim… Bu arada ben, ordu kumandanı Vehip Paşa tarafından istenilmiştim. Huzuruna çıktığımda bana hitaben… Dersim’de asayişin temini ve aşiretlerin Hükümet merkezlerine tecavüz ve işgallerini önlemek ve harp sonunda Kürtlerin milli isteklerinin yerine getirilmesinin temini için ordu adına kesin söz verdiğini bildirdi. (…) Aşiret reislerine paranın dağıtılması için idari yetki ile Dersim’e hareketim lazım geldiğini bildirmişti. Bana verilen bu ödev hakkında ikinci ordu kumandanlığına bildiri verildiğini (…) demişti.”
1. Demek ki Nuri Dersimi’nin ilk görevi “Dersim’e gidip aşiretlere para dağıtacak ve onların hükümete karşı durmalarını engelleyeceksin. Hiç olmazsa bize dokunmasınlar” imiş. Beraberinde 65 kişilik müfreze ile Çemişgezek’e gider, Koçanlılar önünü keser, bütün silahlarını alır, milyonlarca parasına el sürmez ve silahsız bırakırlar. Hozat’a gider, Mutasarrıf Ziya ile görüşür, Elaziz’e geçip Vali Sağır Oğlu Sabit ile buluşur.
2. Bu arada bir değerlendirme yapar, “1915’te Ermenilerin Kürd köylerine, kadın ve kızlarına merhametsizce saldırı yaparak yüzbinlerce Kürd’ün kanına sebebiyet vermiş oldular… Binlerce Kürd öksüz yavru…, aç çıplak dilenmiş ve en son açlıktan ölmüşlerdir. Bu mezalim, 18 Aralık 1917’ye kadar devam etti… Kürdistan’da yüzbinlerce Kürd’ü yakmışlardır…” diyerek, Ermenileri soykırımcı olarak göstermektedir. Bunun tarihi belgesi var mı, yazılanlar gerçek mi? Yani gerçekten Ermeniler yüzbinlerce Kürdü kırmışlar mıydı?
3. “(…) 1919 senesinde Sivas-Divriği-Zara-Kangal kazaları mıntıka veterineri baytarı olarak tebliğ ettirdim… M. Kemal Erzurum’dan Sivas’a geldi. Alişan Beyi ve beni Sivas’a istedi. Benim Dersim Mebusu, Alişan Bey’in de Zara Mebusu sıfatıyla kendisi ile teşriki mesaimizi talep etti. Mazeret beyan ettim, gitmedim. Alişan Beyi gönderdik… Bir aralık, Sivas valisi vaziyetimden kuşkulanmıştı ve Sivas merkezinde bulunduğum bir günde, idareten beni jandarma dairesinde nezarethaneye aldırarak tevkif etmişti… Aslında M. Kemal Paşa, Sivas valisi bulunan Reşit Paşa’ya bir mektup yollayarak tevkifimi emretmişti… Ayağıma zincir takılmıştı… M. Kemal Paşa, bir şifre ile tahliyemi Sivas valisi Reşit Paşa’dan talep etti. Hemen tahliye edildim. Vali, M. Kemal Paşa’ya teşekkür telgrafı ve Dersimlilere tahliyeme ait telgraf yazmamı bildirdi. M. Kemal Paşa emirleriyle İskan-ı Aşayir Kanunu’na istinad edilerek Sivas’ın Koçhisar Kazasına bağlı Celallı Nahiyesi dahilinde Sivas Fertellizadeleri’nden hazineye intikal eden Süleymaniye ismindeki çiftlik namıma tahsil edilmiştir…
Koçgiri Kürd İstiklall Savaşı’ndan harp ederek 15 Mayıs 1921’de Dersim’e iltica etmiştim…. 25 Haziran 1922’de, Divan-ı Harb’de gıyaben mahkûm edilmiştim.”
Peki soralım, M. Kemal’in emriyle, alınıyor, M. Kemal’in emriyle salınıyor; peşinden çiftlik hediye ediliyor! Bunun anlamını bilen var mı? Buna M. Kemal’in Baytar hayranlığı mı desek, ne desk acaba! Şüphelen, içeri al, ayağına zincir tak, M. Kemal’in emriyle tekrar bırak. Ayağına takılan zincire karşılık kendisine üstelik bir çiftlik hediye et! Oh, ne ala!
1922’de Dersim’e iltica et, gıyabında seni idam cezasıyla yargılasınlar ve sen elini kolunu sallayarak Dersim’de dolaş…
4. Dersim’e iltica ettikten sonra, ailesinin durumu ile ilgili bir değerlendirme yapıyor ve “(…) umumi noktayı nazardan aşiretler arasında bu şahsiyetlere (aileme demek istiyor) layık oldukları derecede ehemniyet, itibar ve takdiri göstermiyorlardı. Hoca (Mılla) tabiri, maalesef adeta tahkir konusu oluyor ve hatta kıymetsiz bir şey gibi telakki ediliyordu” diyerek, aslında Dersimlilerin kendine bakış açısını izah emiş oluyor.
5. Dersim’deki faaliyetlerini anlatıyor:
“1926’da Diyarbakır Valisi Ali Cemal, S. Rıza ile bir mülakat yapmak üzere Dersim’e geldi. Karaca Köyü’nde içki masası başında bulduk… Alevi olduğunu söyledi. Elazığ ve Erzincan’da Ermeni arazilerini Dersimlilere verdireceğini söyledi… Ertesi gün, Diyarbakır Umum Müfettişi İzzettin ve Elaziz valisi Rıza da Hozat’a gelmişlerdi. S. Rıza ile Hozat merkeze gidip İzzettin Paşa’yla görüşmeye söz verdik.
Hozat’ta askeri bir törenle selamlandık ve İzzettin Paşa’nın huzuruna kabul olunduk. Ali Cemal’in Elaziz’e Vali olarak gelip sorunlarınızı çözeceğini söyledi. Elazığ’a yerleşin, her türlü takibat kalkacak dedi.
S. Rıza’nın daimi olarak Dersim’de, benim de Elaziz’e gitmekliğime karar verdik. Yirmi gün sonra yalnız başıma Elaziz’e geldim ve vali Ali Rıza’ya misafir oldum. Üç gün sonra, Ali Cemal Elaziz’e gelmiş, Ali Rıza’da Diyerbekir’e gitmişti. Dersimlilerden takriben 2000 aileye İskan Kanunu’na göre Elaziz Ovası’nda arazi teffiz edildi. Hususi muhasebeden arttırma yoluyla Holvenk Manastırı dahi bana verildi.”
Peki gıyabında Divan-ı Harb’de mahküm olan biri nasıl olur da devlet erkanıyla bu kadar samimi olabilir ve Ermeni ganimeti Holvenk Manastırı kendisine verilebilir? Bunu düşünmemiz gerekmiyor mu! Peki neye karşılık, Atatürk’ün emriyle idam cezası kaldırılıyor, Elazığ’a yerleştirilip Ermenilerin Holvenk Manastırı veriliyor?
6. Devam edelim. Vali Ali Cemal ile diyaloğu devam ediyor. Kimin adına, ne adına bilinmiyor. Devamla, Baytar Nuri, “S. Rıza’nın Elaziz’e gelmesi için Ali Cemal durmadan ısrar ediyordu ve bende mümkün olmadığını bildiriyordum.
Ali Cemal, Dersimlileri kendine celp etmek için gizli tahsisat parasından külliyetli sarfiyatta bulunmakta… Vali Cemal, işin gösteri tarafını dahi ihmal etmiyordu. Bu gaye ile M. Kemal’i ziyaret bahanesi ile Ankara’ya Dersim Aşiretleri’nden mürakkep bir Arz-ı Tazminat Heyeti göndermesini tasarlamıştı. Bu maksatla beni Vilayet Konağı’na isteyerek kendisi ile beraber Dersim’e gitmekliğimi rica etti… Teklifi kabul etmiş ve birlikte Hozat’a gitmiştim. S. Rıza’yı getirmek üzere beni Ağdat’a göndermişti.
S. Rıza’nın kardeşi oğlu Rahber’in amcası ile bir köy muhalefeti vardı, bundan dolayı S. Rıza’nın tuttuğu meslek alehine hareket fırsatını kaçırmıyordu. Amcası gelmediği için kendisi, sözü geçen İbiş Zeki’nin vasıtasıyla Bahtiyar Aşiret Reisi Yusuf, Arslanan ve Maksudan Aşiretlerinden Kéko Ağa’larla Hozat’a gelmişlerdi. Diğer Aşiretler vali Cemal’e red cevabı vermişlerdi.
Vali, bir gece Mutasarrlıkk Konağı’nda bir içki alemi tertip ettirmişti. Kendisi Keman ve ben bağlama ile koşma çalıyor, “Hu, Alim Hu” diye terennümler ediyor ve beraberce “Mey” alemi geçiriyorduk. Bir aralık vali bana, “Bir sır vereceğini” söyleyerek ve sözü S. Rıza’ya intikal ettirerek, gelmediğinin sebebini sordu ve “Güney hudutlarında Kürd, Fransız, Ermeni casuslarının S. Rıza’nın yanına gelmiş olduklarını ve hatta son zamanlarda Cemil Paşazade Ekrem’in tedbili kıyafetle geldiğini” bana bildirdi ve bu hususta bilgim olup olmadığını benden sordu… Sorduğu meselelerin, S. Rıza’nın kardeşi oğlu Rahber’in istinadı olduğunu kendisine söylemem üzere, benden gücendiğini anlıyordum.
Ertesi sabah, Elaziz’e hareket ettik, Elaziz Belediyesi, heyeti şerefine bir balo tertip etti. Bu baloda, Fırka Kumandanı Mustafa Haydar da hazır bulunuyordu. Baloda Alevi Tarikatı’na mensup sema yapılmakta ve Gazi’nin yararlarında Diyab ve Meço Ağalar dahi ortaya atılarak ve “Şah, Şah” nidalarıyla el çırparak pervaneye başlamışlardı.
(Burada Heyet’te bulunanların İsimleri yazılmaktadır. Sf. 156)
Diyarbekir’de Ordu Kumandanı İzzettin Paşa, Urfa’da Fuat Paturay taraflarından gine birer balo gine aynı amaç.
“Gaziantep ve Maraş mıntıkasından geçerken refakatimize bir kamyon Muhafız asker verilmişti…
Ankara’da M. Kemal’e vekaleten Meclis Başkanı Kâzim Paşa ile Büyük Millet Meclisi Dairesi’nde görüştük. Bizi Paşa’ya, Vali Cemal prezante ediyordu… Elazığ, Erzincan ve Malatya’da toprak dağıtılacağını Dersimlilerden süküneti muhafaza etmelerini beklediğini söyledi. Bunun Tarihi Nutku’nu yazan Gazi’nin bir emri olduğunu sözlerine ilave etti.
İsmet Paşa’yı ziyaretimizde dahi aynı nakaratı dinlemiştik.
Heyet Ankara’dan Dersim’e dönmüş, ben, bir kısım arkadaşlar ve Vali Cemal İstanbul’a gitmiştik.”
Yine soralım. Bağlamacı Baytar, kırmızı halılarla, askeri bandolarla karşılanıp balolara resmi davetli sıfatıyla katılmaktadır. Valilere misafir olmakta, evlerinde yatmaktadır. Bu kadar samimiyet nereden geliyor. Heyet’in işi bitip dönüyorlar. Peki Baytar Nuri, Vali Cemal ile İstanbul’a gidiyor. Neden İstanbul’a gidiyor, hem de devlet görevlileriyle? Ne gibi gizli işi olabilir ki? Bu gidişinin sebebini açıklaması gerekmiyor muydu?
7. Gelelim Koçan Aşireti Savaşlarına (1926). Bunu yine Baytar Nuri’nin kaleminden aktaralım: “Vali Cemal Hozat’a gelerek, Cemal’in başkanlığında bir Kongre aktetmişlerdi.
Bu Kongre’de yapılan tartışmalar sonunda, hükümete karşı vaki olan bütün isyanların, ayaklanmaların biricik sorumlusu, Dersim’n Koçan Aşireti olduğu ileri sürülmüş ve bu aşiretin imhasına karar verilmişti.
Vali Cemal benim bu esnada aşiretler üzerindeki nüfuzunu istismar etmek istiyordu. Bu sebeple vali Cemal beni istedi, benimle birlikte Ovacık mıntıkasına bir seyahat yapacağını ve Munzur Suyu menbasında Umum Ovacık Aşiretlerinin toplanmasını temin etmekliğimi teklif etti ve toplantı mahalinde bu aşiretlere bazı tebligat yapacağını bildirdi.
Vali’nin tekliflerine karşı gelmemek planımız gereği idi… Aralan, Beytan, Pezgevran ve Maksudan Aşiretlerinden bir kısmı ile reisleri, Munzur menbaına toplanmışlardı. Munzur membaına ilerlediler ve avuçlarıyla bir miktar su içmek suretiyle reislere inkiat edeceklerine ananevi usulda and içtiler.
(…) Cemal dahi ayağa kalkarak menbaya yaklaştı ve halka hitaben ‘Ağalar, ben de sizinle sadakatla konuşup, sadakatla hareket edeceğime dair, bu mukaddes Munzur Suyu’ndan bir bardak su içmek sureti ile yemin ediyorum’, dedi ve cebinden çıkardığı bir bardakla menbadan su içtikten sonra, ‘Ağalarım, Gazi Paşa’nın sizlere hassatan selamları var. Beni size o gönderdi, içtiğim su ile yemin ederim ki o Alevi’dir, dünyadaki bütün Alevileri ihya edecektir. Ben dahi Alevi’yim, bu sıfatla size söz veriyorum, yollarınız yapılacak, mektepler açılacak, toprağı olmayanlara Erzincan’da ve Elaziz’de toprak verilecek. Ancak sizden bir hizmet bekliyorum, ki o da, yakında Hükümet kuvvetleri gelecek ve öteden beri Dersim’n adını lekeleyen Koç Uşağı Aşireti’ni biraz ıslah edecek, siz dahi bütün aşiretiniz efradıyla bu harekete iştirak edeceğinize simdi söz vereceksiniz….” dedi.
Koçan Aşireti’nin tenkili harbına iştirak edileceğine vali Cemal’e muvafakat cevabı verilmişti.
1. Ovacıklıların tutacakları cepheye Türk askeri kuvveti gönderilmemesi…
2. Ovacık Cephe kumandanlığı’nın benim uhdeme teydii…”
Yine sorayım, devletin önceden aldığı Kocan’ı tedip hareketine katılması için aşiretleri toplama ve ikna etme görevi neden Baytar Nuri’ye verilir? Baytar Nuri Milis Komutanlığı görevini alır. Peki bunu sorgulamak gerekmez mi? Neden valilerin ve diğer görevlilerin aklına gelen ilk kişi Baytar Nuri’dir? O da her yerde hazır ve nazırdır. Elazığ’dadır, Hozat’ta, Ankarada’dır; İstanbulda, Sivas’tadır! Bunun görevi ne ola ki!
8. “S. Rıza’nın arzusunaa uygun olarak, benim de beraber gitmekliğim tensip edilmiş olduğundan, S. Rıza ile Diyarbekir’e gittik ve İbrahim Tali ile temasa geçtik… İbrahim Tali beni Diyarbekir’e istemişti. 1929 temmuz ayı…, vilayet konağında gezinmekte iken, Nurettin yanıma yaklaşmış, ‘Baytar, seni Didiyarbekire istiyorlar, müthiş bir plan var…’, diyerek içeriye çağrıldım. Beni acilen Diyarbekir’e istedikleri ve hemen yola çıkmaklığım lüzumu bildirildi. Cevaben, hususi idarede 570 Lira alacağım ve bu parayı tahsil edemediğim taktirde yola çıkamayacağımı bildirdim…, elden 570 liralık bir çek tanzim edilerek bana verildi. Yola çıktım. Diyarbekir’e vardığımda İbrahim Tali’ye misafir edildim”, diye yazarak Birinci Umumi Müfettişlik İstihbarat Dairesi’nin hazırladığı raporu Baytar’a okur. (Bu Rapor ‘K. Tarihi’nde Dersim’ kitabının 166-167 sayfalarında mevcuttur.)
Devamla Baytar Nuri, “Bu noktalar okunduktan sonra, İbrahim Tali, ‘… Sizi Dersim’e göndereceğim, orada mühitiniz halkı ile temas ederek bu meseleler hakkında fikir ve maksatlarının ne olduğunu bana bildirmelerine tavassut etmenizi memleketimizin selameti namına sizden beklerim’ dedi. Bu teklife muvafakat ettim ve mumaileyhten ayrıldım.”
Yine soralım, o dönem için 570 lira iyi para. Bu alacak neyin karşılığıdır biliyor muyuz acaba? Vali konağında serbest dalaşıyor değil mi? “Müthiş planlar yapılıp önemli görevler de veriliyor! Git bana bilgi getir!, deniliyor! Bu kim, görevi ne, kime çalışıyor, anlayanınız oldu mu! Ben daha anlamış değilim.
Devam edeyim. İbrahim Tali’nin verdiği görevi kabul ederek Dersim’e dönen Baytar Nuri, kendi deyimiyle, Sey Rıza’ya durumu anlatır ve Ferhadan Aşiret Reisi Cémşid Ağa, Karabalan Reisi Kangozade Mehmet Ali ve diğer reislerle müzakere yapıyorlar. İmha edileceklerini anladıkları için bazı kararlar alıyorlar. Bu kararlar özetle, bir heyet müfettişliğe gönderilecek, olası bir harekete karşı ihtiyati müdafaa tedbiri alınacak, fiili bir sebep yaratmamak için Dersim’de aşiretlerin muvakkaten süküneti muhafaza edilecek, savaş halinde aşiretler arasında çalışmalar devam edecek, silah temin edilecek…
Toplantıdan sonra, Diyarbekir’e şöyle bir telgraf çekilecek:
“Diyarbekir Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali Bey’e, Dersim hakkında vaki ihbaratın red ve tekzibi maksadıyla teşekkül eden heyet huzur devletinize müntehi hareket bulunduğunu Dersim Aşiretleri namına arz eylerim efendim. 6 Mayıs 1929 Hozat, Baytar Nuri”
Heyet’te: S. Rıza’nın Oğlu Şeyh Hasan, Kango Oğlu M. Ali, Cemşid ve Zeyno Oğlu Ahmet yer alır. Heyet sözcüsü de Şeyh Hasan’dır. İbrahim Tali’nin karşısına çıkan heyetin sözcüsü, “…İhbarat tamamen uydurmadır… bu bahanelerle Dersim’i vurmak, imha etmek ise, buna da bir diyeceğimiz yoktur” diye konuşur.
Devamında Baytar Nuri şöyle yazıyor, “Bu mülakat günü akşamı yalnız olarak görüşmek için İbrahim Tali beni istemişti…. Ertesi gün arkadaşlarla birlikte İbrahim Tali’nin yanına giderek vedalaşmıştık. Mümaileh arkadaşlardan her birine biner Lira vermiş ve ayrıca Seyit Rıza için iki bin lira nakit para ile bir sandık içerisinde bir takım hediyeleri mumailehe teslim edilmek üzere bana vermişti.”
Şimdi bir düşünelim, bahsedilen toplantı gerçekten yapılmış mı, yapılmışsa alınan kararlar bahsedildiği gibi mi? Şeyh Hasan, anlatıldığı gibi düzgün Türkçe konuşabiliyor muydu? Bu kadar yüklü paralar ve hediyeler neye istinaden veriliyor? 1941 yılında günde 30 Kuruş’a yol yapımında çalışan birine verilen bu miktar dikkate alındığında, bahsi edilen miktarın yüklü olduğu söylenemez mi? İbrahim Tali ile yalnız görüşüyor, S. Rıza’nın durumu dışında daha neler konuştular, Tali’nin daha ne planları vardı? Neden heyetle değil de yalnız gidip görüşüyor? Bunlar muamma!
Bayrat Nuri’nin girmediği devlet dairesi, ziyaret etmediği devlet yetkilisi kalmamıştı. Aldığı ceza, Mustafa Kemal tarafından af edildikten sonra, Elazığ’da kendisine tahsis edilen çiftliğinde, gününü gün etmekte, verilen her görevi de harfiyen yerine getirmekteydi. Yine kendisinin yazdığına göre, sürekli takip edilmekte, ve hükümetin kendisi için suikast girişimlerinde bulunduğunu beyan etmektedir. Hatta Sey Rıza’nın emriyle, Baytar her nereye giderse gitsin 30-40 kişilik silahlı muhafızlarla yola çıkacağı’nı belirtiyor. Her ne hikmetse her suikastten de yara almadan kurtulmaktadır. Bir yandan suikast girişimleri yapılırken diğer yandan da Dersim’de serbest gezebilmesi için de kendisine verilen bir vesikadan bahsediyor. Bu vesika, onu Dersim’de yaşamı boyunca kendisini koruyacaktır. Baytar Nuri o vesikayı şöyle yazıyor:
“Ve hatta Dersim Mutasarrıflıktan bir de bana resmi bir vesika verilmişti… Vesika aynen şöyledir:
Dersim Mutasarraflığı (Vesika)
Aslen Dersim’in Hozat Kasabası’ndan olup, Kangal Kazasının Yellice Nahiyesi’nin Şahin karyesinde mukim ve Zara ve Divriği Kazaları eski Sıhhiye Baytarı Colikzade Mehmet Nuri Efendi’nin dehaletinin kabülü Merkez Ordusu Kumandanlığı’nın 1 Haziran 1337 tarih ve 1977 nolu telgrafnamesi hükmünden olmakla ol veçhile mumailyhin Mutasarrıflık bölgesine girmesi kabul edilmiş ve iş bu vesika kendisine verişlmiştir. 22 Ağustos 1337, İmza, Dersim Mutasarrıflığı, Mehmet Nazmi.”
Abdullah Alpdoğan 1936 yılında ilk defa Elazığ’a geliyor. Bu anı Baytar Nuri şöyle açıklıyor, “Alpdoğan ilk defa Elaziz’e yetişirken, kendisini karşılamak için istasyona kadar gitmiş kişiler arasında ben de vardım.”
Gıyabında idamla yargılanan, Elazığ’da Çittlik verilen, serbest gezmesi için Vesika verilen Baytar Nuri, “Dersim Katili General Abdullah”ı karşılamaya gidiyor. Ona sen de git karşıla diyen mi oldu! Yoksa görevi gereği mi gitti, bilmiyorum. Tek bildiğim şey, generali karşılamaya gittiğidir.
Peşinden bir vatandaşa dilekçe yazdırtır, dilekçenin Bahri Turgut tarafından yazıldığı söylenir, Bahri Turgut sorgulanır, o da bu vatandaşı Baytar Nuri’nin yanıma getirdiğini söyler ve Baytar Nuri böylece Kurmay binbaşı Şevket vasıtasıyla, Alpdoğan’ın karşısına çıkartılır. Uzun bir sohbete girişirler. Bahsettiğine göre, neredeyse Kürt sorununu tartışırlar.
Devamla durumu şöyle özetliyor:
“Başta Seit Rıza olduğu halde, Yukarı Abbasan, Ferhadan, Karabalyan aşiretleriyle, Bahtiyar, Yusufan, Demenan, Haydaran ve kısmen de Kalan aşiretleri kuvvetli ve sıkı bir ittifak yapabilmişlerdi.
Ovacık, Koçan, Şemkan, Mazgert, Plömer ve Nazmiye mıntıkaları aşiretleri tamamen tarafsız kalmağa, Hozat aşiretleri ise hükümete teslim olmaya karar vermişlerdir. Bu aşiret reisleri, Eşlaziz’e gelmiş, Alpdoğan’a dehalet etmiş, hükümetin her türlü tekliflerini kabul edeceklerini bildirmişlerdi.”
Acaba gerçekten de bahsi edilen aşiretler sıkı bir ittifak yapmışlar mıydı? Yine bahsi edilen diğer aşiretler tarafsız, bir kısmı da teslim olmuşlar mıydı? Peki sıkı ittifak yapan aşiretlerin lideri olarak görülen Sey Rıza neden Elazığ’a gidip Alpdoğan’a dehalet ediyor? Bu durumu Baytar Nuri şöyle izah ediyor:
“Alpdoğan, müteahhit Hıdır’ı, bir taraftan kışlaların inşaatında kullanmakla beraber diğer taraftan da Seit Rıza’yı kandırarak Elaziz’e getirmek hususunun teminine tavzif etmişti.
Mahut Hıdır, Seyit Rıza’ya vaitlerde bulunuyor, teminatlar veriyor…
Bir aralık Mahut Hıdır’ı gördüm. Dersim hakkında mütaalasını sordum, cevaben, ‘Bizim için biricik çare, kayıtsız şartsız silahı terk ederek hemen Türk Hükümeti’nin her türlü emirlerine boyun eğmektir’, dedi.
Türk hükümetinin gayesi, bizim imha ve tehcirdir, dediğimde, ‘Tehcir hayırlıdır. Müdafaa ise, hepimizin toptan mahfolmamıza sebep olacağına şüphe yoktur’, demişti.
Hıdır, … Seyit Rıza’yı kandırarak Elaziz merkezine getirmeye ve general ile görüştürmeye muvaffak olmuştur.
S. Rıza Elaziz’e geldiğinde, general ile yalnız görüşmüş….”
1936 yılında aşiretlerin büyük bir bölümü hükümete dehalet etmişti. Buna Sey Rıza’da dahildi. S. Rıza kendi isteğiyle Elazığ’a gidip Alpdoğan’la görüşmesine rağmen, Baytar Nuri kandırılarak götürüldüğünü yazıyor. Peki S. Rıza, bir müteahhidin kandırabileceği bir adam mıydı! Aslında gözucuyla bakıp kızdığı şey, Baytar Nuri’den habersiz nasıl Alpdoğan’la gidip görüşüyor olmasıdır. Öyle ya, bir “General” danışmanından habersiz nasıl adım atabilir, değil mi!
1937 yılında sanki iki ordu arasında bir savaş varmış gibi bir hava oluşturur ve şöyle der:
“Harp bütün şiddetiyle devam ediyor ve sıklet merkezi Bahtiyar Aşireti üzerine yüklenmiş bulunuyordu. Seyit Rıza bizzat harp sahasında idi….
Kureyşan Aşireti dahi Seit Rıza’na koşarak harba iştirak etmişti. Bahtiyar Aşireti reisi Şahin, harbi idare ediyordu.”
İnsan Bahtar Nuri’yi okuduğunda, kendisini birinci veya ikinci dünya harbinde hissediyor. Rus-Osmanlı Savaşı insanın aklına geliyor. Baytar’ın yazdığıyla, sözlü hafızanın anlatımları arasında en ufak bir benzerlik bulabildiniz mi? Ben henüz bulamadım. Kendi ailesini kurtarmaya çalışan S. Rıza’yı harbin içine koyan, yine kendi ailesini alıp dağlara sığınan ve üvey kardeşi tarafından kahpece öldürülen Saan Ağa’yı da “harbi idare eden” biri olarak anlatan Baytar, yerel hafızayı yok sayıyor.
Devamla, Sey Rıza ailesinin katledildiği anı da şöyle aktarmaktadır:
“… Seit Rıza, bir yarma hareketiyle muhasere çemberini kırmaya ve Ovacık istikametine çekilmeye muvaffak olmuştu. Fakat bu başarı pek pahalıya mal olmuştu, çünkü Kozluca Muharebesi adıyla anılan bu savaşta Seit Rıza ile bilfiil harbe iştirak eden küçük karısı Besé ve oğlu Şeyh Hasan, üç torunları ve bin kişiye yakın bir kuvveti şehit düşmüşlerdi.”
Sözlü hafıza ve devlet belgelerinde böylesi bir değerlendirmeye rastlamadım. Kaldı ki öyle bir anlatmaktadır ki, yine yukaruda olduğu gibi sanki, Çanakkale Meydan Muharebesi’ymiş gibi aktarmaktadır. Otuz kişilik bir silahsız aile grubunu, bin kişilik silahlı bir grup olarak lanse etmektedir. Öyle ileri gitmektedir ki harbe Besé’yi bile dahil edebilmektedir.
Dersim’de yaşanan soykırıma başka bir misyon yüklemeye çalışan Baytar Nuri, Sey Rıza’nın idama giderken söylediklerini dahi çarpıtarak anlatabilmiştir. Bu konu hakkında şunları yazıyor:
“İdam olunurken Seit Rıza yüksek sesle ‘75 yaşındayım, şehit oluyorum, Kürdistan şehitlerine karışıyorrum. Dersim mağlup oluyor, fakat Kürtlük ve Kürdistan yaşıyacaktır, Kürt genci intikam alacaktır, kahrolsun zalimler! Kahrolsun kahpe ve yalancılar’ sözlerini Zaza diliyle söylemiş…. Bu arslan yavrusu Resik Hüseyin dahi babasına dönerek, ‘Baba, Kürt Milleti sağ olsun!’ demiştir.”
Sey Rıza ve idam edilen diğer arkadaşlarının ağzından, Baytar Nuri’nin yazdıkları sözlere benzer sözler çıkmamıştır. Baytar Nuri, duymak istediği sözleri, kitabina aktarmış ve bununla Dersim’in hafızasını değiştirmeye ve farklı bir misyon yüklemeye çalışmıştır.
“Ayvo, zulmo!”
İLK DEVLET
Tarihte devlet diye nitelendirebileceğimiz ilk sosyal ve siyasal yapılanmalar tarım devriminden sonra ortaya çıkarlar. İlk defa insanlar, doğaya ait olan toprak alanlarını ekip biçerek ve yanlarına evlerini yaparak özel mülkiyete adım attılar.
Kendine ait saydığı bu verimli tarımsal toprakları ve üzerindeki ekinleri yağmalamak isteyenlere karşı korumak zorundaydı. Ekilmiş ve üzerinde bol ürünler bulunan bu araziler, tarım yapmayı bilmeyen, tercih etmeyen veya uygun araziler bulamayanlar için ganimetti. Ayrıca ekili arazileri olanların ürünleri, sel ve kuraklık nedeni ile tahrip olduğunda, tahrip olmamış arazilere yönelmek de söz konusuydu.
Üzerinde tahıl, meyve, sebze yetiştirilen arazileri korumak bir zorunluluktu. Korumak için de savaşabilecek güçlü insanlara yani, erkeklere ihtiyaç vardı. Bunun için de çok erkek çocuk doğurmak gerekirdi. Kadınlar sürekli doğurmalıydı. Yeterli erkek çocuk sahibi olana dek. Çok oğlu olanlar, işgalcilere ve yağmacılara karşı koyabilirdi. Zor zamanlarda ise başkasının arazisini yağmalayabilirdi. Komşusu üzerinde tahakküm kurabilirdi veya komşusunun tahakkümüne karşı koyabilirdi.
Daha çok çocuk sahibi olmak ve artan nüfusu besleyebilmek için daha çok araziye ihtiyaç vardı. Bunun için ya yöredeki arazileri işgal etmek ya da doğada daha çok arazi açmak gerekiyordu. Bunun için de başta ormanlar olmak üzere diğer bitki örtülerini yok etmek gerekiyordu.
Giyinmek için kumaş, yemek pişirip yemek için kap kacak, ekip biçmek, kesmek için bıçak, balta, orak gerekiyordu. Yemeklerin lezzetini arttırmak, etin kokmasını önlemek için tuz ve baharat gerekiyordu. Yaşamı daha katlanılır, keyifli hale getirmek için süs eşyaları, daha dayanıklı ve güzel evler inşa etmek için duvar ustaları gerekiyordu. Arazilerin sulanabilmesi için arklar, su kanalları gerekiyordu. Tüm bunları yalnız başına yapmak mümkün olmadığı için sosyal dayanışma, işbirliği gerekiyordu ki bu da ticaret demekti. Ticaretin aracı da mal takasıydı.
Uzak mesafeler arasında el aletleri, baharat, kumaş, çanak çömlek, maden getirip götürmek gerekiyordu. Bunun sonucunda ticaret yolları oluşuyordu. Karada kervancılık, denizde gemicilik gelişiyor ve yeni bir sınıf doğuyordu; mal üretmeyen ancak hizmet üreten tüccar sınıfı.
Çiftçilerin arazilerini ve ürünlerini, zanaatkarların ürünlerini, tüccarların ticaret yollarını korumaları, güvenliklerini sağlamak gerekiyordu. Sekiz, on oğula sahip olmak hatta bir kabileye sahip olmak bunlar için yetmiyordu. Savunma ve saldırıda yetenekli, işi sadece bu olan bir sınıfa ihtiyaç vardı; o günün asker ve polisi olan savaşçılar… Bir şey üretmedikleri için ürünlerini ve canlarını korumak isteyenlerin onlara kendi ürettiklerinden pay vermeleri gerekiyordu. Bu vergiydi. Üreticiler, ihtiyaçlarından daha fazlasını üretip onlara vermek zorundaydı. Vergi denen bu şey artı değerdi. İnsanın insanı sömürmesinin önünü açacak olan sistemin sihirli değneği…
Bu geniş iş bölümü ve büyüyen sosyal ağlar tüccar ve asker sınıfının yanında bir sınıf daha doğurdu: Tüm bu işleri organize edecek yöneticiler. İşler büyüdükçe, yöneticilerin yönetim işlerini organize eden, yöneticilere hizmet eden muhasebeciler, mühendisler gibi memurlar gerekliydi. Bu da bürokrasiydi.
Üretenler, çalışanlar, üretmeyen birçok sınıfı beslemek zorundaydı: Tüccarları, askerleri, yöneticileri, bürokratları… Bunları besleyebilmek için de daha çok üretmek zorundaydılar.
Tüm bu organizasyonların belirli merkezlerde yapılması gerekiyordu. Bunun için şehir devletleri ortaya çıktı. Fiziki büyüklüğü, üretim kapasitesi, nüfusu bu günkü ortalama bir kasaba kadar olan küçük devletler.
Bu küçük devletlerin halkı aynı dili konuşuyor, aynı ahlaki değerlere ve aynı kültüre sahip, aynı tanrılara inanıyordu. Bu da kendi aralarında anlaşmalarını ve iş bölüşümünü kolaylaştırıyordu. Ortak bir geçmişe sahiplerdi. Birbirlerini tanıyorlardı.
DOĞA ANANIN AZİZLİĞİ
Son buzul çağ yaklaşık on beş bin yıl önce sona erdi. Yer kürenin ısınmasıyla birlikte, ekvator bölgesinin kuzeyinde eriyen buzulların altından verimli topraklar ve toprakları besleyen nehirler ortaya çıkıyordu. Ekvatorun altında, güneyde ise sıcaklar artıyor ve kuraklık başlıyordu. Bu nedenle büyük insan toplulukları sürekli daha bereketli topraklara, sulak alanlara doğru göçe zorlanıyordu. Sonradan göç edenler, kendilerinden önce göç edip yerleşmiş olanların topraklarına göz dikiyordu. Bu göçler büyüyerek, daha sonra insanlık tarihinde bir dönüm noktası olarak anılacak olan kavimler göçüne yol açacaktı.
İklim değişiklikleri, nüfus artışları, güvenlik, ulaşım sorunları daha büyük organizasyonları gerektirecekti. Daha fazla teknik aletler, daha fazla arazi, daha fazla gıda ve doğal olarak daha fazla işgal savaşı. Tüm bunların sonucunda küçük devletler gâh anlaşma yoluyla gâh işgallerle birleşmeye, daha büyük devletler oluşmaya başladı. Başlangıçta aynı dili konuşan, aynı tanrılara inanan, aynı ahlaki ve kültürel değerleri paylaşan halklardan oluşan bu küçük kral devletleri, farklı diller konuşan, farklı ahlaki ve kültürlere sahip, farklı tanrılara inanan halklardan oluşan imparatorluklara dönüşmeye başladı.
TOPLUMSAL SÖZLEŞME
Büyük toplumsal yapıları ekonomik, siyasal ve iş bölümleri başta olmak üzere, büyük organizasyonları sağlamak ve bir arada tutabilmek için bir toplumsal mutabakat/ toplumsal sözleşme gereklidir. Günümüzde anayasa dediğimiz bu mutabakat, neolitik çağın yani, tarım toplumunun zirveye çıktığı dönemde din olarak ortaya çıktı. Farklı kültürlere, farklı dillere, farklı inançlara sahip toplumları bir arada tutma zorunluluğunun çözümü olarak din en uygun adaydı. Yüzlerce toplumun inandığı binlerce tanrı yerine, her toplumu kucaklayan tek bir tanrı, yüzlerce toplumu bir arada tutan bir imparatorluk için en uygun tasarımdı. Böylece imparatorluklar ve imparatorluk adayları hükmetmek istedikleri coğrafyada yaşayan farklı inançlardaki halkları tek bir dine inanmaları için zorlamaya başladılar. Modern çağa kadar yaşanan en kanlı, en zalim savaşlar da bu tasarım aracılığı ile yapıldı.
Kasaba büyüklüğündeki ufak krallık devletleri, devasa coğrafyalara, kıtalara hükmeden imparatorluk devletlerine dönüştü. Verimli arazileri, maden ve su kaynaklarını, ticaret yollarını ele geçirmek için verilen savaşlar da din adı altında gerçekleştirildi.
MAKİNELERİN MUCİZESİ
İşgal edilecek toprak, keşfedilecek yeni coğrafyalar kalmayınca, teknolojik gelişmeler imdada yetişti. Üretimi arttıracak, üretilmiş ürünleri yeni ürünlere dönüştürebilecek makineler devreye girdi. Daha az insan gücüyle daha çok ürün üreten makineler. Toprağın, doğanın dışında üretim sağlayacak alan yaratan makineler, fabrikalar…
Tahılları, meyveleri, sebzeleri, eti, sütü, yünü, madenleri daha hızlı işleyerek, çeşitliliği çoğaltarak üretim yapma olanağı… Onlarca, yüzlerce insanın kol gücüyle yapabileceğini birkaç makineyle yapabilen fabrikalar devreye girdi. Avcı ve toplayıcılıktan tarım ve hayvancılığa geçişle gerçekleştirilen o devasa devrimden sonra ikinci devasa devrim oldu; sanayi devrimi.
Buharlı makinelerin icadı, üretimde ve ulaşımda devrim yapan motorun icadını da beraberinde getirdi. Taşıma hayvanlarının yerini motorlu araçlar, insan gücünün yerine geçen makinelerin de insan gücü yerine motorla çalışması otomobillerin, trenlerin, devasa büyük ve hızlı gemilerin, uçakların, tankların yaşama hükmetmesini sağladı.
Üretilmiş ürünlerin ve insan emeğinin bedelinin ödenmesi için takasın yerini para alalı çok olmuştu fakat para hiçbir zaman ihtiyaç ürünlerinden ve insan emeğinden daha önemli olmamıştı. Sanayi devrimine kadar para günlük yaşamda çok belirgin değildi. İnsanlar kendi yiyecek içeceklerini köylerde tarlalarda üretebiliyor, hayvancılıkla yiyecek ve giyeceğini üretebiliyorlardı. Ancak, sanayi devrimiyle beraber para en belirleyici aktör haline geldi. Tarlası, hayvanı olmayan işçiler emeklerinin karşılığını para olarak almak ve ihtiyaçlarını giderecek ürünleri parayla satın almak zorundaydı. Takas edecek ürünleri yoktu ve ürettikleri her şeyin sahibi, fabrikanın da sahibi olan patrondu.
PATRONUN DOĞUŞU
Patronun da paraya ihtiyacı vardı. Üzerine fabrika kuracağı arsa için, kuracağı fabrika binası için para ödemeliydi. Fabrikanın içini donatacak makineler için para ödemeliydi. Henüz hiçbir üretim yapmadan, üretimi gerçekleştirebilmek için yapacağı bu yatırımlar için gereken paraya “sermaye” dendi. Mevcut fabrikanın kapasitesini arttırmak için de ürettiklerini tüketiciye ulaştıracak pazarlara ürün taşıması için de sermaye gerekliydi. Devletlerin de devasa bürokrasiyi yönetebilmesi için paraya ihtiyacı vardı. Fabrikalara akın eden nüfusun büyüttüğü kentlerin altyapısını geliştirmek için de devletlerin paraya ihtiyacı vardı. Dayanıklı, demir ve betondan oluşan evler, büyük kanalizasyonlar, barajlar, okullar, yollar gerekiyordu. Savaşlar için de paraya ihtiyaç vardı. Savaşlar, eskisi gibi at üzerinde elde mızrak ve kılıçlarla yapılmıyordu. Uçaklar, tanklar, tüfekler, bombalar gerekiyordu. Bunları üretmek için devasa masraflı yatırımlar yapmak veya büyük paralar ödeyerek satın almak gerekiyordu. Tüm bunları yaparken, sizi ele geçirmek isteyen diğer devletten daha iyisini, daha fazlasını yapmak zorundaydınız. Rekabet masrafları da arttırıyordu. Çözüm daha çok para elde etmekti.
Katlanarak büyüyen rekabet ve tüketimin körüklediği daha çok maden, daha çok tahıl, daha çok et, daha çok enerji ihtiyacı, daha çok para ihtiyacı demekti. Para; üretim birimleri, pazarlar ve finans sektörü arasında gidip gelirken tüm bunların akışını sağlayan, elinde tutan patronlar da güçlendikçe güçleniyor, büyüdükçe büyüyordu. Devletler paradan daha çok istifade edebilmek için üretimin artmasını teşvik ediyordu. Fabrikaların daha kolay kurulması, daha çok ve daha çeşitli üretim yapması, üretilenlerin daha çok tüketiciye ulaşması, kendi ulusal şirketlerinin diğer devletlerin şirketleriyle rekabet edebilmesi için devletler sürekli kendi patronları ve özel sektörlerini teşvik ediyor ve destekliyorlardı. Özel sektörün yani patronların yapamadığını kamu yatırımları adı altında devletler finanse ediyordu. Ürünlerin pazarlara ulaşması için gerekli asfalt yolları, tren yollarını, enerji ihtiyacını giderecek barajları, maliyeti düşürmek için işçilere daha az ödeme yapmasını sağlayacak yasal düzenlemeleri (asgari ücret belirlemesi gibi), şirketlerin yatırımlarını koruyacak silahlı güçleri, üretimde çalışacak kalifiye elemanları yetiştirecek okulları hep devletler sağlıyordu.
Bu arada patronlar güçlendikçe güçleniyordu. Ellerindeki para her geçen gün daha çok artıyordu. Paranın organize olması, bir yerden bir yere daha kolay ve güvenli ulaşabilmesi, küçük tasarrufların bir elde toplanıp büyük yatırımlara yönlendirilebilmesi için bankalar kuruluyordu. Bankaların oluşturduğu finansal güç devasa boyutlara ulaşıyor ve hayatın en belirleyici gücüne dönüşüyordu.
Devletler daha güçlü ekonomiye sahip olmak için sanayiciyi destekliyor, sanayi geliştikçe daha çok insan tarımdan sanayiye, kentlere göç ediyor, kentlerde yığılan bu devasa nüfusun geçinebilmesi için daha çok fabrikaya ihtiyaç duyuluyordu. Sanayi geliştikçe finans sektörü gelişiyor, finans sektöründe toplanan paranın kontrolü de patronların gücüne güç katıyordu.
Devlet, ekonominin yani sanayinin gelişmesi için daha çok yatırım yapmak zorunda kalıyor. Vergiler bu yatırımları karşılayamayınca finans sektöründen borç para (kredi) alıyor. Aldığı kredilerle sanayicinin işini kolaylaştırırken borç batağına gömülüyor. Borç alan direktif de almaya başlıyor. Devletleri yönetecek olanlar bu finans çevreleri tarafından belirleniyor, devletlerin yönetimleri ele geçiriliyor. İstedikleri gibi davranmayan yöneticiler ya suikastlara uğruyor ya da darbelerle alaşağı ediliyor. Devletleri zayıf düşürmek, zayıf düşen devletleri teslim almak için savaşlar çıkarılıyor. Savaş büyük maliyetler içerdiği için, savaşan devletler büyük sermaye sahipleri tarafından finanse ediliyor, satılan silahlarla ve savaş sonrası anlaşmalarla hem verdikleri parayı kat kat fazla geri alıyor hem de bu devletler daha çok borçlandırılmış oluyor.
YENİ BİR DEVLET MODELİ
Tarım ve hayvancılık küçük krallıkları, krallıklar imparatorlukları yaratırken, sanayi devrimi de üniter devletleri yarattı. Yeni palazlanmakta olan şirketler kendi iç pazarlarını koruyabilmek, diğer devletlerin şirketlerinin kendi pazarlarına girmesini engellemek için ulus devletler yarattılar. Yabancı şirket ürünlerinin kendi pazarına girmesini ve kendi kalifiye iş gücünün yabancı şirketlerin ülkelerine göç etmesini engellemek için gümrük uygulamaları geliştirilip pasaport, gümrük vergisi gibi önlemler aldılar.
Ne var ki tek bir pazarın içeride sağlam ve verimli olabilmesi için, tek bir ulusun var olması gerekiyordu. Tarım toplumlarında tek din altında tüm halkları birleştirmek sorunu çözebilirken, yeni sistemde tek din yeterli olmuyordu. Yan yana iki devletin halkları aynı dine mensup olunca sınırlarda da esneklik olmak zorundaydı. Bunun için ulus devletler yeni bir araç geliştirdiler; milliyetçilik. Devletler, kendi sınırları içinde tek din uygulamak için daha katı uygulamalara başvururken, kendi dinini komşu devletin dininden ayırabilmek için mezhep farklılıklarını geliştiriyordu. Bu yeterli olmayınca tüm halkları aynı ulusa dönüştürebilmek için farklı kültürler ve farklı diller yasaklanıyordu, tek millet dayatılıyordu.
Tüm bunlar üretimin, pazarın ve finansın güçlenmesi için yapılırken, gelişen ulusal şirketler, zayıf düşürülen devletlerin pazarlarını ele geçirmeye başlıyordu. Bunun en vahşi dönemi 1. ve 2. Dünya savaşları dediğimiz bölüşüm ve işgal savaşlarıdır. Bu savaşlarda ülkelerin toprakları işgal edilmedi. İmparatorluklar parçalandı ve yeni sisteme uygun olan ulus devletlere dönüştürüldüler. Bu iki büyük savaşı tasarlayan, organize eden ve sonuçta daha çok güçlenen sadece, tüm dünya finansının çoğunu elinde tutan birkaç aile oldu. O kadar güçlendiler ki devletlerin merkez bankalarını bile ele geçirdiler. Her devletin ekonomisinin direği olan merkez bankaları bu ailelerin şirketlerinin eline geçti. Şu an dünyada, kendi merkez bankasının tamamına sahibi olan hiçbir ulus devlet yoktur. Günümüze kadar gelinen süreçte sadece merkez bankalarını değil, devletler kendi kurdukları kamu şirketlerini bile özelleştirme adı altında bu özel şirketlere devrettiler.
Özel mülkiyet üzerine inşa olmuş, adına kapitalizm dediğimiz bu ekonomik modelde üretim tamamen özel şirketlerin elindedir. Bu şirketler, doğası gereği sürekli büyümek zorundadır. Büyümek için (tahıl, maden gibi) daha çok hammaddeye, iş gücü ve petrol gibi daha çok enerjiye ihtiyaç duyarlar. Bunun için de doğayı, kültürleri, insani değerleri, insan beden sağlığını ve psikolojisini tahrip etmekte hiçbir sakınca görmezler. Tahrip ettikleri kültürler yerine kendi tüketim kültürünü inşa ederler. Tahrip ettikleri insan beden ve ruh sağlığını da pazara dönüştürürler. Bozulan beden ve ruh sağlığı için ilaçlar, aşılar satarak hem kârlarına kâr eklerler, hem de sağlıkları üzerinden insanları kendilerine mahkum ederler.
ŞİRKETLER SINIR TANIMIYOR
Tarımsal ve sınai üretim bu şirketlerin tek elinde toplanıyor. Tüm ihtiyaçlarınız bu şirketlere ait tarlalarda ve fabrikalarda üretiliyor. Fiyatlarını onlar belirliyor. Her hangi bir ihtiyacınızı giderecek olan bir ürünü bu şirketlerden, onların belirlediği fiyattan almak zorundasınız. Ekip biçebileceğiniz tarlanız, etinden, sütünden yararlanabileceğiniz hayvanınız yok. Tüm ihtiyaç ürünlerini bu şirketlerden almak zorundasınız. İhtiyaçlarınızı satın alabilmek için gerekli parayı da bu şirketlere çalışarak elde edebilirsiniz. Onlara çalışıp onlardan para alıyorsunuz ve o parayı tekrar onlara verip, orada çalışarak kendi ürettiklerinizi satın almak zorundasınız. Tüm yaşam döngünüz onların elinde.
Devletler her şeyden ellerini çekerek, tüm yaşamı bu şirketlerin ellerine bırakıyor. Bir kamu hizmeti olan ve bir zamanlar devlet tarafından karşılanması zorunlu olan sağlık sistemi, hastahaneler, eğitim sistemi, okullar özel şirketlere devrediliyor. Bir zamanlar can ve mal güvenliği devlet tarafından karşılanmak zorundayken, günümüzde özel güvenlik gibi, paralı asker temini gibi uygulamalarla özel şirketlere devrediliyor.
Yollar, köprüler, barajlar, silah sanayi gibi kamusal faaliyetler, tüm dünyada artık özel şirketler tarafından yapılıyor. Demokrasi ve özgürlük gibi kavramlar da sermayenin uluslararası dolaşımının rahatlığına, yapılan uluslararası yatırımların dokunulmazlığına indirgenmiş durumda. Ne diyorlar; “demokrasi olmadan yabancı sermaye gelmez.”
Sosyal devlet anlayışı çerçevesinde devletin yapması gereken faaliyetler artık şirketlere devrediliyor. Tüm yiyecek ve içeceklerimizi şirketler üretiyor. Sağlığımız için gerekli ilaçları ve aşıları şirketler üretiyor. Eğitimi şirketler veriyor. Yolları, köprüleri, barajları şirketler yapıyor. Devletlerin elindeki büyük kurumlar şirketlere devrediliyor. Uluslararası ticareti şirketler yapıyor. Demokrasi şirketlere göre inşa ediliyor.
Şirketler kendi tüketim kültürünü körüklüyor. Her şeyin yenisini, bir üst sürümünü almakla mutlu olunacağı telkin ediyor. Neye inanıp neye inanmayacağınıza bu sistem karar veriyor.
YENİ BİR TOPLUMSAL SÖZLEŞME
Sanayi öncesi toplumda, toplumsal mutabakat, toplumsal sözleşme olarak din vardı. Bireyler arasındaki ilişki, bireyle toplum arasındaki ilişki, vatandaşların devletle olan ilişkileri, ahlak kuralları bu toplumsal sözleşmeye göre belirleniyordu. Sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan kapitalist sistemde bu durum değişti. Dinler, bu yeni sistemin istediği toplum modeline ve ortaya çıkan yeni yaşam biçimine uygun değildi. Yeni yaşamın istediği düzenlemeleri içermiyordu. Örneğin; dinlerde ümmet esasken, kapitalist pazar sisteminde millet önemliydi. Eski sistemde aile bağları önemliyken, bireyler ölünceye kadar ailelerine bağlı kalmak zorundayken, on sekiz yaşından sonra bireysel özgürlük kavramı geldi. Bu yeni toplumsal düzen için, din yerine başka bir toplumsal sözleşme gerekliydi. Bunun çözümü de “anayasa” oldu. Her devlet, kapitalist sisteme uygun olarak kendi anayasasını oluşturmaya başladı.
Ne var ki günümüzde dünyanın önemli bir kısmı hâlâ din ile ayakta duruyor. Toplumların çoğu sosyal ilişkilerini, ahlaki değerlerini, günlük yaşamlarını dinlerine göre yaşıyorlar. Bu da şirketlerin ihtiyaç duyduğu yaşam biçiminin önünde engel teşkil ediyor. Hıristiyanlık büyük ölçüde günlük ve toplumsal yaşamdan dışlanmışken, 1,5 milyar insanın inandığı İslamiyet hâlâ kontrol edilemez bir şekilde duruyordu. Bu devasa insan nüfusunun da tam kontrolünü sağlamak için bir şeyler yapmak gerekiyordu. Sosyalist sistemi yıkmak için baş tacı ettikleri İsamiyet, artık önlerinde engeldi. Ulus devletler sürecinde ve pazar genişletme sürecinde kullandıkları bu dini, rakipsiz kaldıkları ortamda kambur olarak görmeye başladılar. İşlevsiz hale getirebilmek için işe yaramadığını, kötülük kaynağı olduğunu göstermeleri gerekiyordu. Bunun için, bir taraftan üst üste tarikatlar, dini silahlı örgütler kurup bunları finanse ederek canice cinayetler, katliamlar işleterek, diğer yandan yandan da bu dinin mensuplarını cani, saldırgan, ilkel, vahşi göstermenin propagandasını geliştirdiler. Işid bunların en bariz örneğiydi. Modern çağda İslamiyet algısına ışid kadar zarar veren başka bir örgüt daha yoktur. Özellikle son bir yüzyıla yakın bir süre sonunda İslam coğrafyası için; her gün birbirini katleden, bir araya gelemeyen, bilim ve teknoloji üretemeyen çağ dışı bir dünya olduğu algısı tamamen oturmuş durumdadır.
Dinin işlevsizleşmesiyle boşalacak alanı kendi geliştirecekleri dinsel bir yapıyla yeniden dolduracaklar. Günlük yaşamdan, genel yaşam anlayışına kadar tüm paradigmayı yeniden oluşturacaklar. Özellikle sanal gerçeklik teknolojisi ve anti depresan gibi uyuşturucularla temel oluşturacakları bir kültürle insan zihnini yeniden şekillendirecekler. Yeni dinin temellerini bilimle atacaklar.
Beslenme ve günlük ihtiyaçları karşılayacak tüm ürünlerin üretimlerini ellerine geçirmiş durumdalar. Bankalar para vermeyi kestiği, şirketlerin üretimi durdurduğu an hayatı felç edecek güçteler. Resmi ve özel tüm işlerin, iletişimin internete yüklendiği günümüzde, sadece internetin kesilmesi durumunda neler olacağını bir tahmin edin.
SON KOZ; SAĞLIK
İnsanın yeryüzünde var olduğu günden beri en büyük iki korkusu, açlık ve hastalıktır. Açlığı giderecek olan tüm ürünlerin üretimi ve pazarlanması tamamen şirketlerin ellerinde. Geriye kalan tek şey sağlık. Tüm dünyada sağlık sektörü özelleştirildi. Ancak bu yetmiyor. İnsanları sağlıkları üzerinden yönetebilmek önemli. Yüz yılı aşkın bir süredir kurulan laboratuvarlarda mikroplar, bakteriler, virüsler inceleniyor ve bunlarla mücadele için ilaçlar geliştiriliyor. Sadece hastalıkların nasıl iyileştirileceği değil, hastalıkların nasıl kullanılacağı da artık çok iyi biliniyor. Daha çok gıda üretmek için kimyasal katkılar geliştirilirken, yiyeceklerin ömrünü uzatacak genetik müdahale (GDO) yöntemleri de gelişiyor.
Birkaç yıl öncesine kadar gıda sektörü ile sağlık sektörü kavgalıydı. Sağlık sektörü, gıda sektörünü gıdaların sağlığını bozmakla suçluyordu. Gıda sektörü de sağlık sektörünü yetersizlikle suçluyordu. Fakat son birkaç yıldır bu iki sektör el ele vermiş durumdalar. Ben sağlığı bozarak sana pazar oluşturayım, sen de ilaç üretip satarak para kazan. Kazan ve kazandır anlaşması…
HEDEF; AMANSIZ KONTROL
Dünyanın bir çok yerinde savaşan ordular, çoğunlukla özel şirketlerin oluşturduğu paralı askerlerdir. Tıp fakültelerinin eğitim müfredatlarının ilaç şirketleri tarafından oluşturulması gibi tüm dünyada okullar özel şirketlerin elindedir. Tarımsal ve sınai üretim özel şirketlerin elindedir. Bilim ve teknoloji özel şirketlerin elindedir. Uzaya giden, uzayda maden arayanlar özel şirketlerdir. Sağlık özel şirketlerdedir. Tüm bu şirketler, dünyanın parasının çoğunu elinde tutan ve yöneten birkaç şirketin elindedir ve bu birkaç şirket, birkaç ailenin elindedir. Bu corona virüsü günlerinde yaşananlara bakınca, daha önceden distopik filmlerde ve romanlarda gördüğümüz uygulamaların yaşama geçirildiğini görüyoruz. Dünyayı yöneten bir avuç insan ve onlar tarafından insanlığı unutturularak hayvan sürüleri gibi yönetilen milyarlarca insan…
ÇÖZÜM; MÜDAHALE
Geleceğin bu ürkütücü durumu karşısında korkan, ne yapacağını bilmeyen milyarlarca insan çözümü geçmişte buluyor. Geçmişte kalan inancından, kültüründen, yaşam biçiminden medet umuyor. Dünyayı yöneten bir avuç insan gözlerini geleceğe dikmiş onu ele geçirmeye çalışırken, bu şaşkın milyarlarca insan da gelecekten kaçarcasına geçmişine sığınmaya çalışıyor. Çözümü geçmişinde ararken meydanı daha çok egemenlere bırakıyor.
Çözüm geçmişte veya geçmişteki herhangi bir şeyde değil. Çözüm, geçmişi iyi anlayarak, geleceği daha iyi öngörerek geleceğe müdahale etmektir. Geleceğe müdahale edecek bir yöntem, bir anlayış geliştirmedikçe çözümsüz kalmaya devam edeceğiz. Kimi inancıyla, kimi etnik kökeniyle avunup oyalandıkça, atı alan Üsküdarı geçecek.
Rubarê virusê korona ra qomê maê Dêsım rê phoştdar be!
Virusê korona se ke têde qomê dina kerdê perişan hên ki qomê maê Dêsımi alange de verdo. No hal nia hona çıxa anceno nêzanino.
Dezgê Dêsımiyê ke cêr namê xo darino we jü kampanya gureta xo ver. Perêwê ke dinê are ebe destê dezganê maê Dêsımiyê ke welat derê resenê mıletê ma.
No mesuliyet ê ma pêroinewo. Kamo ke desbera xora êno loqmê xo kêmi mekero ke hometa mawa Dêsımi na tenge raviyarno.
Sebeta phoşdariya xo malumatê panqawo ke cêr nusiyo bıgurenê. Eke wazenê şımarê mexpuzê de mor kerdiye ruşnenime.
Nıka ra Xızır şımara razi bo, şımade yar bo.
İhtiyaç sahiplerine ulaştırmak üzere
Dersim’e korona – virüsten dolayı yardım kampanyası başlatıyoruz.
Korona virüs tüm dünyayı etkisi altına almış ve dünya halklarına olduğu gibi Dersim toplumuna da zor bir süreç dayatmış bulunmaktadır. Bu durumun ne kadar süreceği öngörülememektedir.
Biz aşağıda imzası bulunan Dersimi kurumlar toplumumuzla dayanışma sorumluluğumuzun gereği bir yardım kampanyası başlatıyoruz. Yardımı yerel kurumlarımız denetiminde ihtiyaç sahiplerine adil bir şekilde ulaştıracağız.
Yaşanan bu zor süreçte toplumumuzun yardımına koşmak isteyen sorumlu ve vicdanlı her ferdin yardımını bekliyoruz. İmkan ve olanaklarınızla kendinizin belirleyeceği katkılarınızı aşağıda verilen banka hesabı üzerinden bizlere ulaştırabilirsiniz.
Föderation der Dersim Gemeinden in Europa e.V.
IBAN: DE07 3705 0198 1929 5488 30
BIC: COLSDE33XXX
Kullanım amacı / Verwevdungszweck: Hilfe für Korona-Bedürftige in Dersim
Not: Talep edilmesi durumunda yardımsever dostlarımıza resmi bağış makbuzu gönderebiliriz.
13 Nisan 2020
Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG)
Dersim Kongresi
Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) üyesi Alevi-Bektaşi Gemeinde Marl e.V ve Cem Evi’ne Yapılan Silahlı Saldırıyı Kınıyoruz!
Alevi Cem Evleri ve diğer kurumlarına yapılan saldırılara bir yenisi daha eklendi. Geçen hafta Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu genel merkezine karşı gerçekleştirilen saldırının ardından, dün gece de (10 Şubat 2020) AABF üyesi Marl Cem Evi bilinmeyen kişilerin silahlı saldırısına uğradı.
Hiç de meçhul olmayan karanlık güçlerin bu saldırılar provokasyon amaçlı bir planın unsurlarıdır. Almanya’daki Alevi örgütlülüğünün çatısı olan AABF’nin ve üyesi kurumların söz konusu saldırılara ve provokasyonlara gerekli cevabı verebilecek olgunluğa ve tecrübeye sahiplerdir.
Saldırıya uğrayan Marl Cem Evi ve Alevi Bektaşi Gemeinde Marl yönetici ve üyelerine geçmiş olsun dileklerimizi iletiyor, kendileriyle dayanışma içinde olduğumuzu bildiriyoruz.
Dersim Kongresi Meclisi – Basınla İlişkiler Komisyonu