Soykırımları Anmak/Ortak Belleği Örmek
Soykırım ağır bir yıkım ve yok etme sürecidir. Bu süreci yaşamış toplumlardan geriye kalan insanlar, çok özgün yöntemler geliştirerek yaşama tutunmaya çalışırlar. Derin acıların girdabında atılan sessiz çığlıkları duyulmaz çoğunlukla… Çünkü onların çığlıkları da “tehcir” ve “tecrit” edilmiştir.
Ancak, “gerçeklerin bir gün mutlaka açığa çıkma gibi bir huyu vardır.” Her çığlık kavramsal bir gerçektir!
Soykırıma uğramış toplumların yüreklerindeki sessiz çığlıklar;
Çerkezler’de / Tsitsekun,
Süryaniler’de / Sayfo,
Ermeniler’de / Meds Yeghern,
Rumlar’da / Genosid,
Dersimliler’de / Tertele,
Çingeneler’de/ Porajmos,
Yahudiler’de / Holocaust olarak kavramsallaştılar.
Bu kavramların her biri tarihsel, toplumsal bir çığlıktır. Mağdur toplumların çığlıklarının bu kavramlarla rafine edilmesidir…
Duyabilen ve anlayabilen her insan için bir tarih, bir kültür, bir coğrafya, bir inanç, bir dildir… Yani bu kavramların her biri, bir bellektir…
Ve bu kavramların her biri, “büyük insanlık”ın ortak suçu ve utancıdır!
Aynı zamanda her biri, dinlerin ve ulusların mezarlığıdır…
- Yüzyılın ilk soykırımlarını gerçekleştiren ve bunlarla asla yüzleşmek istemeyen ceberut bir devletin vatandaşı ve soykırımlarda suç ortağı olmuş Türkiye toplumunun bireyi olmanın ağır yükü altında ezildiğimi, küçüldüğümü ve kirlendiğimi hissediyorum. Biliyorum ki sessiz kalmak ve inkar etmek suça ortak olmaktır!..
Gerçekleri anlatmak ve suçları tanımlamak!..
Hukukçu Raphael Lemkin’in (1900-1959) sistemli çabasıyla 9 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler tarafından “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” kabul edildi. Aynı zamanda bu sözleşme soykırımı uluslar arası bir suç olarak aşağıdaki gibi tanımladı.
Sözleşmede şöyle denildi: “Ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu, kısmen ya da tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur:
(a) Gruba mensup olanların öldürülmesi,
(b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel ya da zihinsel zarar verilmesi,
(c) Grubun bütünüyle ya da kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını değiştirmek,
(e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.”
Şüphesiz her katliam büyük bir acı, yıkım ve yok oluştur. Ancak her katliam, yıkım ve sürgün bir soykırım değildir. Katliamlar ile soykırımlar benzer yanları olmakla birlikte hem politik hem de hukuksal olarak farklı kavramlardır. Dolayısıyla bunların anılması, hatırlanması ve hesaplaşması da farklı politikalar ve farklı yöntemlerle sürdürülmek durumundadır. Katliamlar genel olarak ülkelerin iç politika ve iç hukukunda, “suç” olarak karşılık bulurken, soykırımlar uluslar arası hukuk ve siyasette, “suç” olarak kabul edilmektedir…
İnsanlığa karşı soykırım suçu işleyen egemen güçler ve devletlerin suçunu kabul etmesi, samimi ikrarda bulunması ve yüzleşip özür dilemesi ancak büyük toplumsal mücadeleler sonrası mümkün olabilmektedir.
Aslında soykırım suçları sadece devletler tarafından işlenmemektedir. Aynı zamanda toplumların da (aktif katılarak, sessiz kalarak, inkar ederek…) suç ortağı olmaları nedeniyle “toplumsal yüzleşme”nin de önemini belirtmek gerekir.
BM soykırım tanımı ve hukuksal çerçevesi nedense genellikle 20.yüzyıl soykırımlarıyla sınırlandırılmaktadır. “Soykırımlar ulus devlet inşa döneminin sorunları” olmakla birlikte, bununla sınırlandırılması doğru değildir. Din veya herhangi bir ideoloji adına yapılan soykırımların varlığı da bilinmektedir. Soykırımlar insanlığa karşı işlenmiş suçlardır ve bunlarda zaman aşımı olmaz, olmamalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. Osmanlı devlet akılının katliamcı ve soykırımcı politikalarını sistemli biçimde sürdürmüş; suç işlemeye devam etmiştir. Elbette soykırımları sadece Osmanlı ve Türk devletiyle sınırlamak gerçekçi bir yaklaşım olamaz. ABD’den tutun Rusya’ya, Almanya’dan tutun Avusturalya’ya kadar dünyanın bütün egemenleri farklı etnik kimlikleri, inançları, dinleri, dilleri, kültürleri yok ederek haksız ve meşru olmayan egemenliklerini sürdürmüşlerdir.
Bunlardan bazıları;
TSİTSEKUN: Çerkez Soykırımı
Çerkezler 1864’de uğradıkları soykırımı, yok olan Ubıh dilindeki bir kavramla sembolleştirmekteler. Norveçli dilbilimci Hans Vogt’un hazırladığı, 1963 yılında basılan Ubıhça Sözlüğü’nde yer alan ve soykırımı en iyi ifade eden, “toplu katliam, kırım” anlamına gelmektedir.
1864’te Kafkaslar’ı ele geçirmek isteyen dönemin Çarlık Rusyası, halkların direnişiyle karşılaşmıştır. Bunun üzerine bölge halklarının evlerini yurtlarını yakarak, yıkarak zorla göç ettirilen yaklaşık iki milyon insanın önemli bir bölümü yollarda açlık hastalık, iklim şartları sonucu yaşamını yitirmiştir. Sağ kalanlar Osmanlı İmparatorluğu topraklarına sığınmıştır. Ancak burada da asimilasyona tabi tutularak Türkleştirilmişlerdir.
Anma Günü: 21 Mayıs.
21 Mayıs 1864 yılı Kafkas halklarının (Çerkez, Abhaz vb) Çarlık Rusya tarafından sürgüne gönderilmesinin başlangıç tarihi olması nedeniyle Kafkas halkları tarafından anma günü olarak kabul edilmektedir. 21 Mayıs Tsitsekun/Çerkez Soykırımı’nı anma günüdür.
SAYFO: Süryani Soykırımı
Süryani – Asurî – Arami – Keldani – Nasturi halkının yaşadıkları soykırımı Süryanice’de Kılıç anlamına gelen “Sayfo” olarak tanımladılar. Çünkü onlar tarih boyunca “kılıçtan geçirilerek” katledilmişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu, egemenliğinde yaşayan Süryani nüfusunun üçte ikisini katlettiği tespit edilmektedir.
1914-1915 yıllarında önce Hakkâri bölgesinde, devamında Serhat, Diyarbakır, Urfa, Adıyaman, Malatya ve Turabdin de Süryani-Asuri-Arami-Keldani halkından yaklaşık 300 bin insan katledildi, yüz binlercesi tehcir edildi. Mezopotamya’nın kadim halklarından olan Süryaniler’in tarihi, kültürü, mülkleri, inancı, sembolleri tamamen yok edilmekle karşı karşıya bırakıldı.
1914 – 1924 yılları arasında dinleri Hristiyan olan Süryani/ Asuri, Ermeni, Pontus/Rum toplumlarına yönelik gerçekleştirilen soykırım aynı zihniyetle yapılmıştır: İslamlaştırma ve Türkleştirme…
Anma Günü: 15 Haziran.
Sayfo/ Süryani Soykırımı’nı anma günü olarak kabul edilmektedir.
MEDS YEGHERN: Ermeni Soykırımı.
Ermenice’de büyük acı, büyük felaket anlamına gelmektedir Meds Yeghern. Ama soykırım olarak kavramsallaştı.
Her ne kadar 1915 yılında gerçekleştirilen katliamlara soykırım denildiyse de aslında Osmanlı Devleti’nin Ermenilere yönelik katliam saldırıları 1890’lı yıllarda II. Abdülhamid tarafından kurulan Hamidiye Alayları ile başladı. 1895-96 yıllarında büyük katliamlar yapıl dı. 16.yüzyıldan itibaren uygulanan “İslah Programları”yla İslam olmayan toplumlara yönelik çeşitli baskılar ve mülkiyetin gasp edilmesi biçiminde süregeldi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetimindeki Osmanlı Hükümeti, diğer Hristiyan topluluklar gibi Ermenileri tehcir ve katliamlarla yok etmeye başladı. Bu sürecin sonunda ölen Ermeniler’in sayısının 800.000 ile 1,5 milyon arasında olduğu birçok tarihçi tarafından kabul edilmektedir.
Meds Yeghern / Soykırım sürecinde sağlıklı erkek nüfus genellikle toptan öldürüldü ya da askere alınarak zorla çalıştırıldı ve sonra öldürüldü. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar ise Suriye Çölü’ne sürülmek üzere ölüm yürüyüşüne çıkarıldı. Açlık, susuzluk ve hastalıktan ölenlerin yanı sıra, devletin organize ettiği veya desteklediği çeteler tarafından da soygun, tecavüz ve katliamlara maruz kaldı…
Anma Günü: 24 Nisan.
Osmanlı Devleti /İttihat ve Terakki hükümeti 250 Ermeni aydınını İstanbul’da gözaltına alarak Ankara’daki toplama kamplarına götürür ve orada çoğunluğunu öldürür. Bu nedenle 24 Nisan 1915 Ermeni Soykırımı’nın başlangıcı olarak kabul edilir. Ermeni toplumu ve soykırımı kabul eden devletler 24 Nisan’ı Meds Yeghern / Ermeni Soykırımı’nı anma günü olarak kabul etmiştir.
GENOSİD: Pontus/Rum Soykırımı
19 Mayıs 1919 Cumhuriyeti kuracak kadroların, İttihat ve Terakki İktidarı’ndan soykırımcı politikaları ve iktidarı devraldığı tarihin başlangıcıdır. Pontus/Rum halkı 1914- 1918 İttihat ve Terakki iktidarı tarafından, 1918-1923 yılları arasında ve sonrasında da Kemalistler tarafından uygulanan politikalarla tarihsel yurtlarından sökülüp atıldılar.
İttihatçıların 1908’den itibaren Anadolu’yu, Kürdistan’ı, Lazistan’ı, Trakya’yı Türkleştirme ve İslamlaştırma politikaları vahşice uygulandı. Kemalistler ise 1919’dan itibaren aynı mirası devraldı ve sürdürdüler.
1914-1918 tarihleri arasındaki katliam ve tehcirde yaklaşık 353 bin Pontoslu/Rum, İttihatçılar tarafından katledildi. 1919-1923 yılları arasında Mustafa Kemal’in emri ve işbirliğiyle çetelere (Topal Osman gibi), ordu kuvvetlerince evleri/yurtları yaktırıldı, sürüldü, katledildi, kültürel değerleri yağmalandı ve mülklerine el konuldu…
19 Mayıs 1919’da M. Kemal’in, Samsun Rumları’nı imha emrini vermesinden önce 153 bin kişi, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde ise 200 bin kişi katledilmiştir.
Bu süreç boyunca yaklaşık 1 milyon 250 bin Rum “mübadele”yle yerlerinden sürüldü. Geride kalan Rumlar yoğun bir asimilasyon politikasıyla Türkleştirildi ve İslamlaştırıldı.
Anma Günü: 19 Mayıs.
Mustafa Kemal’in Samsun’a giderek Rum halkını yok eden Topal Osman vb çetelerle birleştiği, geride kalan Rumların yok edilmesi politikalarının uygulandığı tarihin başlangıcı olması nedeniyle, Rum/Pontus halkı bu günü “Genosid” Soykırım günü olarak kabul etmiştir.
TERTELE’38: Dersim Soykırımı
Tertele Kırmançki/ Zazaki dilinde soykırım demektir. Dersimliler deprem gibi ağır doğa olaylarına “zelzele”, kırım, soykırım gibi ağır toplumsal yıkımlara da “tertele” demektedirler…
4 Mayıs 1937 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Bakanlar Kurulu Dersim toplumuna yönelik “tedip ve tenkil harekatı”(cezalandırma ve yok etme) kararı alır.
Ancak süreç çok önceden başlar. 1925 yılında hazırlanan “Şark Islahat Planı”, devamında düzenlenen “raporlar” ve 1935 yılında çıkarılan “Tunç-eli Kanunu”yla tamamlanan ırkçı ve dinci politikalar Tertele’nin politik, toplumsal ve hukuki zeminini hazırlamıştır.
Dersim toplumu Kızılbaş/Alevi inancı nedeniyle Hilafetçi Osmanlı Devleti tarafından İslamlaştırılmaya çalışılır. Bu nedenle yüz yıllar boyunca sistemli olarak katliamlara ve asimilasyona tabi tutulur.
Osmanlı’dan devralınan politikalar Cumhuriyet Hükümeti tarafından da devam ettirilir. Bu yeni dönemde İslamlaştırma politikalarına Türkleştirme de eklenir. Dersim’de yaşayan Kürtler’in, Kırmançlar/Zazalar’ın, Ermeniler’in Türk ve İslamlaştırılması merkezi bir devlet politikası olarak vahşice uygulanır.
4 Mayıs 1937 yılında uygulanmaya başlanan karar, 1938 yılında uçakların, ağır silahların, zehirli gazların kullanıldığı Dersim’de yaklaşık 35 bin ile 40 bin insan öldürülür, on binlerce insan ise sürgüne gönderilerek “zorunlu iskan”a tabi tutulur.
Anma Günü: 4 Mayıs.
4 Mayıs 1937 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti Bakanlar Kurulu kararıyla Dersim toplumuna yönelik “Tedip ve Tenkil Harekatı”(cezalandırma ve yok etme) kararı aldığından Dersim toplumu 4 Mayıs’ı “Tertele’yi Anma Günü” olarak kabul etmiştir.
PORAJMOS: Çingene (Roman/Sinti) Soykırımı
1933 ile 1945 yılları arasında Nazi İktidarı’nın Almanya’da ve işgal ettiği ülkelerdeki Çingeneler’e/Romanlar’a/Sintiler’e uyguladığı soykırıma Çingeneler kendi dillerinde Porajmos demektedirler.
Porajmos veya Pharrajimos kelime anlamı olarak “yok etme ve yıkım” anlamına gelmektedir. Ayrıca Samudaripen kelimesi de toplu katliam anlamında kullanılmaktadır.
Alman Faşizmi’nin ari ırk yaratma iddiasıyla uyguladıkları politikalar diğer soykırımlarla benzer nitelik taşısa da uygulamada çok özgün yanları vardır.
Çingene/Romanlar’a yönelik soykırım Holokost’dan önce başlamış ve aynı dönemde devam etmiştir. Ari ırk yaratma fikri; hastalıklı, sakat ve aşağı ırklardan olup, Alman saflığını kirleten yabancı unsurların “temizlenmesi” üzerine kurgulanmış ve uygulanmıştır.
Hatta bunun için “Alman Kanını ve Onurunu Koruma Kanunu” çıkarılarak Çingenelerin Alman kanını nasıl bozdukları üzerine çalışmalar yapmışlardır.
1936 yılından itibaren Çingeneler’in/Romanlar’ın seçme hakları da tıpkı Yahudiler’e olduğu gibi ellerinden alındı. Alman İçişleri Bakanlığınca 5 Temmuz 1936’da “Çingenelerle mücadele” adıyla yayınlanan genelgeyle genel bir “Çingene taraması” yapılmaya başlandı. Devamında Çingene toplama kampları kuruldu.
Çingeneler ağırlıklı olarak Avusturya’daki Daçau, Sachsenhausen, Buchenwald, Lackenburg gibi toplama kamplarına konuldu. Savaş yıllarında değişik kamplardaki gaz odalarına gönderilerek öldürüldüler.
Ağırlıklı olarak Almanya, Avusturya, Hırvatistan, Macaristan, Romanya da işgal sonrası Nazilerce çıkartılan kanunlar ve uygulamalarla “Çingene” nüfusunun önemli bölümünün mal ve mülklerine el konulduktan sonra toplama kamplarına gönderildiler.
Gerek Almanya ve Avusturya, gerekse Balkan ülkelerinden öldürülen Çingene/Roman/ Sinti sayısının 220.000 ila 800.000 arasında olduğu belirtilmektedir.
Anma Günü: 2 Ağustos.
2 Ağustos 1944 yılında Alman faşizmi Auschwitz kampında bir günde 3 bin Roman’ı katlettiği için Porajmos “Dünya Çingene Soykırımı Kurbanlarını Anma Günü” olarak kabul edilmiştir.
HOLOCAUST: Yahudi Soykırımı
Yahudi toplumu kendi dillerinde (İbranice) yaşadıkları felakete “Shoa” dediler. Yunanca da holos “bütün” ve kaustos “ yanmış” demek. Alman faşizmi tarafından bütünüyle yanmış, yakılmış milyonlarca insanın uğradığı soykırım “Holocaust” olarak kavramlaştırıldı.
Yer yer “Nazi Soykırımı” veya “Yahudi Soykırımı” olarak tanımlanan bu felaket Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Partisi‘nin yönettiği Almanya Devleti tarafından gerçekleştirildi.
Alman faşizmi ve Hitler işgal ettiği ülke sınırları içerisinde yaklaşık altı milyon Yahudi’yi (kaynaklara göre bu sayı değişir) sistemli bir politikayla öldürdüğü soykırımın adıdır, Holocaust.
Bazı bilim insanları, Çingene/Roman/Sinti kırımının da bu tanımla anılması gerektiğini savunsa da Holocaust esas olarak Yahudi Soykırımı’nı tanımlamak için kullanılmaktadır. Alman Faşizmi’nin (1939-45), başta Sovyet savaş esirleri, Polonyalılar, eşcinseller, özürlüler olmak üzere ortalama 10-11 milyon insanı öldürdüğü belirtilmektedir.
Avrupa’nın değişik ülkelerinde dokuz milyon Yahudi yaşamaktaydı. Holocaust’da bunların yaklaşık üçte ikisinin öldürüldüğü tespit edilmektedir. Öldürülen Yahudi çocuk sayısı bir milyondan fazla, öldürülen Yahudi kadın sayısı yaklaşık iki milyon, erkek sayısı ise yaklaşık üç milyon… Toplam 6 milyon Yahudi öldürüldü…
Elbette tüm soykırımlarda olduğu gibi Holocaust’da bir anda olmadı. Ekonomik, siyasi ve toplumsal süreçlerin adım adım hazırlanmasıyla gerçekleşti.
1935 yılında çıkarılan “Nürnberg Yasaları”yla (Türkiye’de 1925 yılında Şark Islahat planı ve 1935 yılında çıkarılan “Tunç-eli Kanunu”nu hatırlayın!) Yahudilerin yurttaşlık hakları ellerinden alındı. Yahudiler ve politik tutsaklar için hazırlanan çalışma kampları ve sonrasında gaz odaları…
Alman faşizminin işgal ettiği topraklarda 40.000 civarında “tesis” kuruldu. Yahudiler, muhalifler ve diğer kurbanların toplandığı, hapsedildiği, öldürüldüğü ve gaz odalarına gönderildiği tesislerdi.
Deyim yerindeyse Alman Devleti tam bir “Soykırım Devleti”ne, Alman Toplumu ise “Soykırım Toplumu”na dönüşerek büyük bir suç işledi…
Anma Günü: 27 Ocak.
Alman faşizminin en büyük toplama kamplarından biri olan Auschwitz’in Sovyetler Birliği askerleri tarafından kurtarıldığı tarih olan 27 Ocak 1945 Birleşmiş Milletler tarafından “Yahudi Soykırımı kurbanlarını Uluslararası Anma Günü” olarak kabul edilmiştir…
Ruanda Soykırımı
Ruanda’da Hutularla Tutsiler arasındaki tarihi anlaşmazlık eskiye dayanır. Ruanda, 1962’ye kadar Belçika’nın sömürgesiydi. Sömürgeci Belçika devleti 1890-1950 yılları arasında azınlıkta olan Tutsileri destekleyerek yönetimde tuttu. Hutular çoğunluk olmasına rağmen baskı ve haksızlıklara uğradı. 1950’den sonra yönetime gelen Hutular, yaşadıklarından Tutsileri sorumlu tuttular. İki toplum arasında 1990-1992 yıllarında iç savaş yaşandı.
6 Nisan 1994’te Hutulu devlet başkanın uçağının düşmesi yeni bir süreci başlattı. Hutular bunu gerekçe yaparak Tutsiler’e ve ılımlı Hutular’a yönelik sistemli şiddete başvurdular.
Ruanda Hükümeti Hutular’dan oluşuyordu ve soykırımı önlemek için hiçbir şey yapmadığı gibi el altından soykırımcı grupları destekledi.
BM’nin 2500 kişilik askeri gücü olmasına rağmen soykırımı engellemedi, asker sayısını 240’a düşürerek sadece “gözlem”ledi. Soykırımdan 3 ay sonra yaklaşık 800 bin insan öldükten sonra, BM Barış Gücüyle soykırıma müdahale etti.
Soykırımda 1 milyona yakın insan öldürüldü. 300 bine yakın kadın tecavüze uğradı. Yaşları 14-21 arasında değişen 100 binden fazla çocuk ailesiz kaldı. 3 milyondan fazla insan yurtlarından göç etmeye zorlandı.
Kişiler yargılandı ve devletlerin suçu örtüldü. Tanzanya’daki BM Savaş Suçları Mahkemesi’nde Ruanda Silahlı Kuvvetleri generali Augustin Bizimungu yargılandı ve 30 yıl ceza aldı. Jean-Paul Akeyesu soykırımdan suçlu bulundu. Birkaç isim dışında yargılamalar tam olarak gerçekleştirilemedi. Halkın vicdanında açılan yaraların dinmesi için üçten fazla insanı öldüren kişilerin halk mahkemelerinde yargılanmasına izin verildi.. Ancak bunlar hiçbir zaman gerçekleşmedi… Fransa ve Belçika’nın rölü tartışılmaya devam ediyor.
Anma Günü: 7 Nisan
Bosna/Srebrenitsa Soykırımı
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti 1945 yılında kuruldu. Hırvatistan, Slovenya, Sırbistan, Bosna, Makedonya, Karadağ’dan oluşan 6 Cumhuriyet ve Kosova, Voyvodina’dan oluşan iki özerk bölgeden oluşmaktaydı.
Halklar ve kültürler arasında eşitlik ve karşılıklı saygı vardı.
Ancak sistemin kendini yenileyememesi ve kapitalizmin baskısıyla sistem sürdürülemedi. 4 Mayıs 1980 yılında Sosyalist Federal Cumhuriyetin lideri Josip Broz Tito yaşamını yitirdikten sonra; Doğu Avrupa’daki değişiklikler ve dağılmaların da etkisiyle sistem parçalandı ve kapitalizme teslim oldu… Sonrası malum… Çatışmalar, savaşlar, kırımlar, soykırımlar…
- yüzyılda Avrupa’nın merkezinde ve dünyanın gözleri önünde 1991-1995 Yugoslavya’da İç Savaşyaşandı. BM müdahale etti ve sözde güvenli bölgeler oluşturdu. General Ratko Mladiç komutasındaki “Sırp Cumhuriyeti Ordusu” “Sırp özel güvenlik güçleri olarak bilinen “Akrepler”in Srebrenitsa‘ya karşı giriştiği “Krivaya ’95 Harekâtı”nda resmi rakamlara göre en az 8.372 Boşnak öldürüldü. Kadınlara tecavüz edildi…Soykırımlarda gerçek rakamlar hiçbir zaman öğrenilemeyecektir…
Anma Günü: 11 Temmuz
BM‘nin en üst mahkemesi sayılan Lahey Uluslararası Adalet Divanı Srebrenitsa Soykırımı’nı Sırbistan Devleti’nin değil, devlet içindeki bazı odak ve kişilerin yaptığına karar vererek sadece dönemin bazı askeri görevlilerini yargılamış ve değişik hapis cezaları vermiştir. Mahkemenin devleti yargılamaktan kaçınması düşündürücüdür… BM ve bazı AB ülkelerinin bu süreçteki rolü hala tartışma konusudur.
Ezidi Soykırımı
Ezidiler Ortadoğu’nun kadim halklarından biridir. Etnik kimliklerine dair tartışmalar olsa da kendilerini “Kürt” olarak tanımlarlar ve dilleri de Kürtçedir.
Onları özgün kılan inançları ve yaşam felsefeleridir. Museviliğin, Hristiyanlığın ve İslam’ın doğup geliştiği bu coğrafyada Ezidi inancının çok daha eski olduğu söylenmektedir. Ezidilik bir doğa dini/inancı olmakla birlikte tanrısı, kurucusu ve kitabı olan bir dindir. Ezidilik’de Tanrı “yaratıcı”dır ancak “sürdürücü” değildir. Sürüdürücülük görevini Tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak görülen Melek Tavus yerine getirir.
Bu dinin kurucusu ve Peygamberi olarak kabul edilen kişi aslen Hakkârili olup Lübnan’a göçmüş bir ailenin çocuğu olarak 1072 yılında Baalbek’te doğan Şeyh Adi bin Musafir’dir.
Ezidiler’in iki kutsal kitabı vardır.
- Yüzyılda yazıldığı söylenen Meshaf Reş (Kara Kitap)
- Kitab el Celve ( Tanrısal İzahatlar)
Bugün Ezidiler Irak’ta, iki ayrı bölgede yaşamaktadırlar. Biri, Ezidilerin kutsal mekanı Laleş’in de içinde olduğu Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) sınırları içinde kalan Şeyhan Bölgesi, diğeri ise Musul’a bağlı Şengal Bölgesi. İnançlarından dolayı yüz yıllardır baskı altında olan Ezidiler için Şengal Dağı her daim bir sığınak olmuştur. Tarihlerinde birçok saldırı görmüş olan Ezidiler Şengal Dağına sığınarak varlıklarını sürdürmüşler.
Tarihleri boyunca inançları nedeniyle saldırılara uğradılar. Osmanlı’nın İslamlaştırma saldırıları hiç bitmedi. Haklarında 72 ferman çıkarıldı ve 72 kez katliama uğradılar.
73.fermanla anayurtları’ndan sökülüp atıldılar…
2011yılında Irak diktatörü Saddam’ın saldırıları nedeniyle 500 civarında Ezidi katledildi.
3 Ağustos 2014’te dünyanın gözü önünde islamist terör örgütü İŞİD’in Şengal’i işgal etmesiyle Ezidi Halkı tam anlamıyla bir soykırıma uğradı. Yurtları yakıldı, yıkıldı. Tarihleri, kültürleri, inanç yerleri ve sembolleri yok edildi. Kadınlara, kızlara köle ve “cariye” olarak el konuldu. On binlerce Ezidi öldürüldü…
Anma Günü: 3 Ağustos
Bu soykırım 21. yüzyılda başta BM olmak üzere tüm uluslararası kuruluşların, devletlerin gözü önünde gerçekleşti. Ancak 2016 Haziran’ında BM İnsan Hakları Konseyi Ezidi halkına yönelik bu katliamı soykırım olarak kabul ve ilan etti.
Sonuç olarak;
Soykırımlar, mazlum ve mağdur insanlığın acısı, faillerin ve sessiz kalan insanlığın da utancıdır…!
Hangi etnik, inanç veya siyasi gruba uygulanırsa uygulansın soykırım bir insanlık suçudur. Başta soykırımlara ve katliamlara uğramış tüm toplumlar olmak üzere yaşanan acıları birlikte hissetmek, tutulmamış yasları birlikte tutmak, ortak bir gelecek için ortak bir bellek örmek insanlığın ödevidir.
Bu anlamda, soykırıma uğramış her halkın acısı ve yası aynı zamanda diğer halkların da acısı ve yasıdır. Bu acıları paylaşmak için; birlikte hatırlamak, birlikte yas tutmak, birlikte anmak ve birlikte mücadele etmek yaşamsal bir öneme sahiptir. Bu ortak bilincin ve davranışın hem toplumsal yüzleşmenin gerçekleşmesine, hem de yaşanan travmaların iyileşmesine çok önemli katkısı olacağı görüşündeyim…
Temmuz 2019
Kazım Gündoğan
Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/07/23/soykirimlari-anmak-ortak-bellegi-ormek/
Abdullah Öcalan’ın devreye sokulması ebetteki sadece AKP çevresinin İstanbul Belediye seçimlerinde oy devşirme çabasıyla sınırlı değildir. Global ve bölgesel güçlerin günübirlik modifiye ederek hayata geçirmeye çalıştıkları ekonomik, politik ve askeri planların stratejik ve taktik ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde sahada rol oynayabilecek aktörlerle aleni ve gizli görüşmeler yaptıkları, ilişki kurdukları ve sürdürdükleri bilinmektedir.
Yine, Kürt hareketi de dahil, bölgesel aktörlerin plan-projelerini ABD, Rusya ve Çin başta olmak üzere global, Türkiye ve İran gibi bölgesel güçlerin tutumundan ve mevzilenişinden bağımsız olarak geliştiremediklerini, ya da böyle bir yola başvurma cesaretini gösteremediklerini de bir kenara not etmeli. Görünen o ki, ABD ve diğer batılı güçler Türkiye’nin Rusya ve Çin gibi güçlerin etki alanına girmesine kolay kolay razı olmayacaklardır. Batılı global güçlerle bilek güreşine girmekten halen fersah fersah uzak olan Türk Devleti’nin varoluşsal sıkıntılarla karşı karşıya kalmadan, ittihatçı neo-osmanlı rüyalarıyla ABD’ni ve diğer batılı güçleri bu saf değişikliğine ikna etmesi pek mümkün gözükmüyor. Perinçek gibi hariçten gazel okuyan “Avrasyacıların da hevesleri kursaklarında kalacak gibi.
Türkiye Cumhurbaşkanı ve Türk Devleti’nin asıl aktörleri, ABD ve onun yörüngesinde hareket eden belli başlı bölgesel güçlerle, çelişkili de olsa, bir anlaşma sağlamış gibi duruyorlar. Rusya’dan alınması kesinleşmiş S-400 füzeleri ve bununla bağlantılı olarak gündemde tutulan ABD yaptırımları tehdidine rağmen durum üç aşağı beş yukarı böyledir. Bazı kıdemli FETÖ’cülerin devlet mevkilerine yerleştirilmesi, FETÖ’cülerin de halen çeperleri içinde bulunan seçmenlere seçime katılmama çağrıları, Abdullah Öcalan’ın politik aktör olarak tekrar devreye sokulması ve Güney Kürdistan hükümet yetkililerine atfedilen güzellemeler, görüşmeler vb. yukarıda tarif etmeye çalıştığım pazılın parçaları gibi duruyor. Buna rağmen son gelişmeler İstanbul seçimleriyle de bağlantılıdır. Çünkü, kamuoyu bir noktada hem fikir gözüküyor. İstanbul’daki seçim etrafındaki mevzi kapışmasının sonuçlarının etkileri kimin belediye başkanı seçilip seçilmeyeceğiyle sınırlı kalmayacaktır . Büyük resimde kimin kiminle iş tutacağı ile de direk ilgilidir.
Meşhur mektubun, „devlet görevlisi“ olduğu her halinden belli, kullanım süresi oldukça kısa ömürlü Ali Kemal Özcan adında bir „öğretim üyesi“ eliyle vaktinden önce ifşa edilmesini AKP çevresinin tek taraflı bir manevrası olarak değerlendirmek bana pek inandırıcı gelmiyor. Kanımca iki ihtimal söz konusu olabilir. Ya bahsi edilen görüşme tamamen düzmece ve hiçbir şekilde gerçekleşmemiştir ve Kürt seçmende kafa karışıklığı yaratmak, Kürt Hareketi’nde ve HDP’de bir kırılmaya yol açmak için avukatlara verilen mektup bu yolla kamuoyuna açıklandı, ya da bu görüşme gerçekleşti ve mektup sahibinin rızasıyla avukatların, Kürt Hareketi’nin ve HDP yöneticilerinin ön gördüğü tarihten önce tedavüle sokuldu. Ne Öcalan’ın avukatları, ne Kürt Hareketi, ne de HDP yöneticileri görüşmenin gerçekleşip gerçekleşmediğine, gerçekleştiyse de Öcalan’ın bu mektubun avukatların ön gördüğü süreden önce açıklanması yönünde bir talebinin olmadığına dair herhangi bir beyanları olmadı. Dolayısıyla, söz konusu görüşmenin gerçekleşmiş olduğundan şüphe etmek için fazla bir neden yok gibi.
Devlet ve AKP çevresinin bu manevrayla neyi amaçladığı ortada. HDP yöneticileri ve diğer birçok muhalif yazar-çizer konuya ilişkin yeteri derecede açıklamada bulundu. Ne var ki, Öcalan cephesinden bakıldığında bazı sorular cevapsız kalıyor ve yapılan bazı haklı beyanların da inandırıcılığına gölge düşürüyor. Şöyle ki, Abdullah Öcalan, Ali Kemal Özcan’la yaptığı görüşmeden birkaç gün önce avukatları ile görüşüyor ve siyasal gündeme ilişkin kapsamlı değerlendirmelerde bulunuyor (bkz. avukatların bugünkü açıklaması). Ali Kemal Özcan’ın ön görülen tarihten önce açıkladığı mektubu avukatlarına veriyor. Aradan iki gün geçmeden „derin“ bir öğretim üyesi olduğu kamuoyunca bilinen Ali Kemal Özcan’la neden görüşmeyi kabul ediyor? Mektubun açıklanmasının bu görüşmeyle bağlantılı açıklanacağından haberinin olmadığını varsaysak bile, Öcalan dünyadaki ve Türkiye’deki siyasi gelişmelere oldukça vakıf görünüyor. Öcalan, Mektubun açıklanıp açıklanmamasından bağımsız olarak bu görüşmenin birkaç gün sonra gerçekleşecek seçim öncesi AKP-MHP koalisyonu tarafından özellikle HDP’nin elini zayıflatmak ve Kürt seçmenin zihnini bulandırmak amacıyla suistimal edile bilineceğini düşünemez miydi? Görüşme „devlet zoruyla“ gerçekleştiyse bile, bunu protesto edip görüşmeye çıkmama gibi bir tavır sergilemez miydi? Bu görüşmenin ille de 23 Haziran’da gerçekleşecek seçimden önce yapılmasını zorunlu hale getiren ne gibi bir gerekçe olabilir?
Düşünme kabiliyetini kaybetmemiş her beyin anlar ki, mektupta, direk olmasa da, Kürtlere Pazar günü yapılacak seçimden uzak durmaları öneriliyor. Bu aynı zamanda dolaylı olarak Erdoğan cephesinin desteklenmesi olarak da okunabilir. Bana öyle geliyor ki, HDP yöneticileri ve Kürt Hareketi de mektubun böyle bir muhteva taşıdığını anladılar ve mektubun kamuoyuna açıklanmasını mümkün mertebe ertelemeye çalıştılar. Öcalan’ın, „derin“ akademisyeni Ali Kemal Özcan‘la görüşmeyi kabul etmesi böyle bir tutumun boşa çıkarılması olarak da yorumlanamaz mı? HDP ve Kürt Hareketi yöneticileri, Öcalan’ın, mektubun Özcan (dolayısıyla devlet) tarafından kendilerinden önce açıklanacağından haberi olmadığından emin olabiliyorlar mı? Eğer mektup Öcalan’ın bilgisi dahilinde açıklanmışsa bunu neyle açıklayabilirler?
Kanımca mesele Pazar günü yapılacak İstanbul Belediye Başkanı seçiminde kimin, ya da hangi kliğin desteklenip desteklenmeyeceğinden daha kapsamlı ve derin mesajlar içeriyor. Türkiye muhalefet güçleri ve Kürt Hareketi açısından muhtemel ciddi kırılmaların sinyalleri veriliyor. Ufkunun sınırı seçim taktikleriyle meşgul güçler bu sinyalleri almayabilir. Feleğin çemberinden geçmiş Kürt halk kitleleri bence bu durumun farkında.
21.06.2019
Tahsin Tekin
Dersım mi, Dersim mi, Dêsım mi?[1]
’93 harbinde Osmanlı’nın bölgeden sorumlu Erzurum valisi, Dêsım aşiretlerine elçi yollar ve kendilerini bu zorlu şavaşta desteklemelerini rica eder.
Dêsım aşiretleri kendilerine şu cevabı veriler:
“Bu ara çok yoğunuz, tam iş-güç zamanı, biz gelemiyoruz. Arzu ederseniz payımıza düşen düşmanları buraya yollayın, biz burda onların hakkından gelelim.”
Anektodtan da anlaşılacağı gibi Dêsımliler yaşam tarzıyla farklı insanlar. Hiç bir zaman bir yerleri istila etme, devlet olma amacı gütmemiş, kendi halinden menun, özgürlüğüne düşkün olduklarından dolayı otonom bir coğrafyada yaşamayı tercih etmiş, mücadelesini vermiş ve bedelini fazlasıyla ödemişlerdir. Çevresindekiler ise hep Dêsım’i işgal etmek, yok etmek için çabalamışlardır. Bunu sadece fiziki olarak icra etme gayreti içinde kalmamış, aksine teorik alt yapısını oluşturma çabasına da yönelmişler. Bu durum özellikle de coğrafyanın adlandırılması babında hala güncelliğini korumaktadır.
Başlıkta belirtiğim adlandırmalarla ilgili aktaracaklarım ilk etapta kelime oyunu gibi algılansa da öyle değil. Asıl can alıcı nokta da burası. Çünkü her kesim illeri sürdüğü tezini bunun üzerine inşaa ediyor.
Dersım mi, Dersim mi?
Ne Dersım, ne de Dersim. Kelimenin Zazaca orjinal telafuz biçimi Dêsım‘dır. Yaşlılarımız ziyaretler ülkesini hala böyle telafuz etmektedirler.
Orjinal telafuz biçimi Dêsım olmasına rağmen Dersım veya Dersim’de ısrar neden?
Ayrıntılara geçmeden yanlışlığın asıl kaynağının ne olduğuna bakalım.
Bu değişimin nedenini sayın Mehmet Yıldırım[2], “Desim Nasıl Dersim Oldu?” başlığı altında Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ne dayanarak şöyle ifade etmektedir.
“Der-sim” adındaki “r” harfinin, 1847-48 yıllarında Sancak kurulduğunda katiplerin yanlış okuması ve yazması sonucu (Arapça harflerdeki “vav” ile “dal” harfinin ve “dal” ile “r” harfinin benzemesi sonucu) Desim’e eklendiği görülmektedir. (…) O günden itibaren resmiyette DeRsim kullanılırken, halk arasında DeSim kullanılagelmiştir.”
Dêsım “Dersım“dır diyenler Dêsım’i Kürdistan’ın yaylası olarak görüp adın iki kelimeden, yani “Der” ve “sım”den oluştuğunu iddia edenlerdir. Ve bunlar Baytar Nuri’nin illeri sürdüğü teze sahip çıkarlar.
Bunlara göre “Der” Kürtçe’de “kapı”, “sım” ise gümüş anlamına gelmektedir. Dolayısıyla “Dersım” de “gümüş kapı” demektir.
Dêsım’e “Dersim” diyenlerden bir kesim büyük Ermenistan emelini taşıyanlardır.
Onlara göre de Dêsım adı iki kelimeden oluşmakta ve bilge bir Ermeni keşiş olan “Der Simon”dan türetilmiştir.
Dêsım “Dersim”dir diyenlerin ikinci kesimi ise tarihi Dêsım coğrafyasını günümüz “Tunceli“sine indirgeyenlerdir. Yine “Gümüş Kapı” babında madenle bağdaştırılmış bir isim. Fakat bu ismin arka planını zülmün sembolü olan Türk’ün tunç-eli oluşturmaktadır.
Dêsım’in kamilleri söyleneni doğru bulmadıklarında “Xêyr efendım xêyr!” derlerdi.
Biz de öyle diyoruz,
“Xêyr efendım xêyr!”
Çünkü bu söylemlerin tümü Dêsım’de meskün halka rağmen, onların telafuz ve adlandırmaları dikkate alınmandan üretilen yakıştırma ve teorilerdir.
Dêsım’de konuşulan Zazaca (Kırmancki) ve Kırdaşki’de kelimenin ortak telafuz şekli günümüze kadar da DÊSIM’dir.
Dêsım,
- kimliğiyle, inançlarıyla, farklı halk ve dilleri buluşturan coğrafyasıyla özgündür.
- Ne Kürdistan’ın yaylasıdır, ne de Büyük Ermenistan’ın bir parçasıdır.
- Anadolu ile Mezopotamya arasında yer alan otonom bir coğrafyadır.
- Dêsım, Kırmanc-Zazalar’ın, Khurmanci ve Türkçe konuşan Alevi Désımliler ile komşuları Dêsımli Ermeniler’in yurdudur.
Tunceli adı 1935’te çıkarılan “Tunceli Kanunu” ile günümüzde Tunceli-Merkez olarak bilinen Mamekiye Köyü’ne verilen addır.
Devletin dahi inkar edemediği bu soykırım amaçlı kanunu temel alarak “Dersim” adının Tunceli adı olduğunu idda etmek veya “Dersim” adını Tunceli’ye ad olarak geri istemek onların çirkin amaçlarına alet olmaktır.
6 Haziran 1936 tarihinde 4. Umum Müfetişliği dahi “Dersim Bölgesi”nin Tunceli, Elazığ ve Bingöl’ü kapsadığını belirtmektedir.
Osmanlı’dan bu yana devletin Dêsım’e bakış açısı o kutsal toprakları yok etme amaçlıdır. Tüm uygulamalar da bu doğrultudadır. Barajlar ve orman yakımları bunun bariz göstergeleridir.
Çok etnili, çok dilli, çok inançlı evrensel bir duruş ve yaşam tarzına sahip olan Dêsım, tek ulus, tek dil, tek din yaratma ülküsüne sahip olan Mustafa Kemal ve avanesinin de belirttiği gibi “kökünden kazılması gereken bir çıbandır”.
Bu nedenle o tarihi coğrafya defalarca ve nihayetinde 1937-38’de ki soykırımla günümüz Tunceli’sine indirgenmiştir.
Dêsım Kürt teorisyenlerinin iddia ettikleri gibi “Der-sım“ değildir.
Çünkü Dêsım’in dominant dili Zazaca’dır. Bu dilde de “der” kapı değil, “sım” gümüş değil. Zazaca’da “Çever” kapı, “şêm” gümüş anlamındadır; “sım” ise “sımé here, sımé astor u maine” örneklerinde olduğu gibi tek tırnaklı hayvanların toynağının adıdır.
Öyle, yani “Gümüş Kapı“ olmuş olsaydı “Çêvero Şêm”, ya da “Çêvero Şêmın” olarak söylenmesi gerekirdi.
Türk Tarih Kurumu’nun eski başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun “Dersimliler Ermeniler’in ardıllarıdır” iddiasına hizmet edecek olan Dêsım adı DER SİMON’dan[3] gelmedir iddiası da kendini yalanlayan bir iddiadan ibarettir.
Rivayete göre,
Celali saldırılarına karşı kendilerini korumak amacıyla dağ köylerinin Ermeniler’i, bilge keşişleri DER SİMON ‘un (Ter Simon) mevcut sıkıntılardan kurtulmak için, din değiştirme önerisini kabul eder ve Alevi olurlar.
Der Simon da adını Seyit Ali olarak değiştirir ve Alevi din adamlığı yapmaya devam eder. Kureyşanların Pir’inin az zaman sonra rahmetli olmasının ardından da Kureşanlar ocağının piri olur. Kısa süre sonra ise Ermeni ve Alevi din adamlarının kararı ile pire-piran (pirlerin şahı) mertebesine yükseltilir.
Devamında bu bilgilerin ceylan derisi üzerine yazılı olduğu illeri sürülür. Oysa vurulması günah sayılan malê Xızıri (ceylan v.s.) derisi üzerine hem de pirêpiran mertebesine yükselmiş birinin eşliğinde yazılmış olması Raa Heq olarak adlandırılan Désım İnancı’nda kabul edilemez bir durum. İlginç olanı ise bu bilgilerin komuoyuna açıklanmaması için bulunan kılıftır. Bu manada şöyle denmektedir:
“Bu söylencenin kaynağı olan toplantının tutanakları, tüm detayı ile, ceylan derisinin parşömenleri üzerine yazılmıştır ve kutsal emanetler olarak pire-piranın varisleri tarafından korunmaktadır. Bu emanetler dokunulmazdır ve pire-piranın büyük erkek varisinden başka kimse el süremez. Varis, pir babasından veya dedesinden devraldığı bu kutsal emanetlere ihanet etmiyeceğine, içeriği hakkında kimseye bir şey söylemiyeceğine dair yemin etmiştir.“
Hikaye bu!..
Anlaşıldığı gibi söyleseler, tılsımı bozulacak! Rivayetin yaşatılması için açıklanmaması lazım!
Ne güzel değil mi? Minareyi çalan, kılıfını uydurur” derler ya, tam da öyle bir şey. Bir rivayet uydur, belgesi var de ve belge açıklanamaz diye” de buyur!
Bunun rivayetlerde dile getirildiği gibi olmadığını, Ermeni ruhban ve yazarların olguları kendi lehlerine abartıklarını en güzel Britanya başkonsolosu Taylor[4] yazmaktadır. 1861’de Dersim’e giden Britanya başkonsolosu Taylor, aynı dönemde kendisiyle Fransa’yı Diyarbakır’da temsil eden Frank Anori’ya bir mektup yazar ve şöyle der:
“Ben onların pagan olduğunu düşünüyorum, Mamikyanlar bizim Osip Efendi’nin (Osip o zamanlar Diyarbakır Belediye Başkanı olan Ermeni, aynı zamanda hukukçu) dediği gibi değil, sanki onlar bu eski Pagan inançtan Hıristiyanlığa geçmişler. Ayinleri kilise ayinlerine benzemiyor…”
Ayrıca daha önce Dersim ile ilgili yazdığı 376 sayfalık raporda da geçen şu tanıklığı aktarır:
“Erzincan tarafında II. Şah Hüseyin Efendi’nin evinde kaldım, sabah, güneş yeni yeni doğuyordu. Evin penceresinden tarlada toplanmış insanlara baktım. Güneş doğdu, kimisi işaret parmağını dudaklarına götürüp öptü, kimi eğilip taşlardan kelamını aldı. İyi gün dileklerinde bulundular güneşe, dağlara. Bunu hiç görmemiştim, Türk desem Türk değiller, Kürt desem Kürt değiller, Hıristiyan değiller, ama Müslüman hiç değiller…”
Yukarıdaki tespiti Antranik[5] de şöyle doğrular:
“Dersimliler’in kendine özgü, hiç bir kitaba bağlı kalmadan, sözlü olarak aktardıkları bir dinleri vardır. Ama bu dine ne ad verilir bilemiyoruz. Ne Hıristiyan, ne Müslüman, ne de Musevi.”
Antranik’in adını bilmediği Désım İnancı’nı Désımliler Raa Heqi olarak adlandırır ve hiç bir tek tanrılı dine sığmayacak kadar özgündür.
Désımliler’in Ermeni olduğu tezinin ne kadar asılsız olduğunu Ermeniler’in Osmanlı’nın Désim’e karşı uyguladığı şiddet ve katliamlardaki tavrında da görebiliriz. Nitekim bütün bu uygulamalar karşısında Ermeniler tarafsız kalıp, zanaatlarını icra edebilmişlerdir. Hal böyle iken neden topluca din değiştirip Alevi olsunlar ki?
Osmanlı döneminde Ermeniler Anadolu’nun farklı şehir ve kasabalarında bir nevi özerk yaşarlarken, Aleviler Osmanlı kılıcından korunmak için dağlara sığınmışlardır. Ermeniler, “kılıç zoruyla”, yani korkudan din değiştirmiş olsalardı dominant din olan Müslümanlığı seçmeleri gerekmez miydi?
Dêsımliler kendilerine karşı yapılan ardıarkası kesilmeyen zülüm karşısında ‘denize düşen yılana sarılır’ minvalinden hareketle,
- sözde laiklik ve benzeri adımlarından dolayı CHP’yi,
- tekçi zihniyete karşı ulusal mücadele veren Kürtleri ve
- ütopik de olsa getireceği eşitlik ve kardeşlik düşüncelerinden dolayı solu desteklediğinden,
Baskın Oran’ın da belirtiği gibi her kesim tarafından kendilerine “Tek Taraflı Aşk” ilan edilmiş ve kendisinden uzaklaşması için
- kimi kesim tarafından “Zazacılık bölücülüktür”le suçlanmış,
- kimi kesim tarafından da kendilerine zorla cami yaptırılmış,
- kimi kesim tarafından da inanç kurumları hiçe sayılmıştır.
“Dêsım ve Aleviler çantada keklik” olarak görülmüştür.
Dêsım,
Azra Erhat’ın hazırladığı ‘Mitoloji Sözlüğünde’[6] Anadolu coğrafyasının hangi tarihe ait olduğu bilinmeyen en eski tanrıçası dediği “Ma” ve “Homa” adlı tanrılarıyla daha geniş bir coğrafyayı kapsamış olmalı.
Fakat, özellikle tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasıyla birlikte fermanı çıkartılan Dêsım, çeşitli kıyım ve soykırımlardan geçirilerek sınırları daraltılmış ve muhtemelen 1514 Çaldıran Şavaşı’na kadar Kayseri-Sarız’dan Muş-Varto’ya; Gümüşhane’den Maraş-Pazarcık’a kadar olan coğrafyayı kapsamıştır.
Dêsım tarihsel olarak Daylem ile ilişkilendirilir.
Ünlü İranolog Prof. V. Minorsky[7], coğrafi bölge olarak Daylam için, “Gilan’ın dağlık kesimidir “. (…) “Çağlar boyunca Daylamit boylarının yerleştiği alanlar, oldukça geniş bir alanı kapsar” der ve “Özellikle belirtmekte yarar var; Agathias III, 17’de Lasica’da savaşan Dilimnitai askerlerinden bahsederken onların yurtlarının Orta Dicle havzasında Fars topraklarına komşu topraklarda olduğunu söylemektedir. Yani (eğer Dicle, Safid-rûd yerine yanlışlıkla kullanılmıyorsa) Zazalar’ın bugün yaşadıkları bölgedir bu” vurgusunu yaptıktan sonra “Urmiye gölünün kuzeybatısı, yani Salmas’ın merkezi çok yakın zamanlara kadar Dilmakan diye adlandırılmakta” olduğunu belirtir.
Dımli-Deylem bağlantısına 1901’de ilk işaret eden kişi, Ermeni yazarlardan Antranik’tir. Antranik bu tezini F. C. Andreas “Diyarbakır’ın kuzeyinden Palu ve Dersim’e kadar uzanan bölgede yaşayan ve bugün hala İran kökenli bir dil konuşan “Zaza”lar kendilerine Dımli demektedirler”, ifadesiyle destekler ve Minorsky “(…) bu durumu, Daylam benzerliğine yoruyor” diye belirtir.
Anlaşılacağı gibi “tarihi Desım coğrafyası” kimilerin ifade ettiği gibi sadece Kırmanciye denilen İç-Dersim’den, yani Mamekiye/Tunceli’den de ibaret değildir. Tarihi Desım coğrafyası bir yandan Zazaca konuşulan, öte yandan Raa Heqi İnancı’nın hüküm sürdüğü toprakları kapsar. Zira Dêsım aynı zamanda Raa Heqi İnancı’nın (Alevi ocakları) da merkezidir.
Zonê Xızıri artı mekanê Xızıri eşittir tarihi Dêsım coğrafyası.
Bu bağlamda günümüz Tunceli ili coğrafik olarak tarihi Dersim’i tarif etmekten çok uzaktır. Bu tarihi Dersim coğrafyasının inkarıdır ve hatta cumhuriyet ideologlarının dahi gerisine düşmektir.
CHP’nin tek parti iktidarının yayın organı Cumhuriyet Gazetesi’nin yazarı Yusuf Mazhar Aren[8] Dêsım hakkında 29 Haziran 1937 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde şöyle diyor:
“Ben Dersim´i herkesin anladığı gibi anlamam, benim nazarımda:
Bir çekirdek Dersim,
bir et Dersim,
bir kabuk Dersim
vardır ki, hücre böyle hayatlanmış, Dersimli böyle canlanmıştı. Halbuki herkes yalnız çekirdeğe Dersim diyor…
Maahaza (bununla beraber) çekirdek kırılırsa et çürür, kabuk kurur…
Ben, Kuruçay´da, Kemah´ın bazı köylerinde, hatta Refahiye ve Zara´da, Akçadağ´da Dersim zarfını (kabuğunu) seçtim ve Kuzucan ve Tercan, Palu ve Çapakçur´da… ilah (tartışmasız) Dersim´in etine değdim.”
Kaynaklarda tarihçi ve yazar olarak da geçen, özel harpçi, Dêsım Düşmanı Albay Nazmi Sevgen[9] dahi o kutsal coğrafyayı şöyle tarif eder:
“(Bingöl)lerden daha Garp’taki (Zara)ya,
(Munzur)dan Cenup’taki (Samsat)a kadar uzayan sahada otururlar…“
Ermeni yazar Garo Sasuni Alevi Zazalar hakkında “15.Yuzyıldan Günümüze Ermeni-Kürt ilişkileri[10]” adlı kitabında şöyle der:
“Kızılbaşlar’ın en büyük merkezleri Dersim, Harput ve Sıvas’tır. Bu yörelerde Zaza dilini konuşan tüm aşiretlere ‘Dimbilli’ adı verilir. Varto ve Genc’ten başlayarak Fırat boyunu takip edip Harput’a kadar yayılmış ve kalabalık bir şekilde Dersim dağlarına yerleşmişlerdir. Tomaschek, Heartman, Noldeke vb. bilginlere göre Zazaca konuşanlar o yörelere çok eski dönemlerde yerleşmişlerdir.
Kızılbaşlar, Kürtler’den ayrı olarak kendilerini korumak için Osmanlı idaresine karşı kanlı bir mücadeleye giriştiler. Sıvas, Harput, Malatya, Erzincan yöreleri 1535-1690 yılları arasında 155 yıllık çok fırtınalı bir dönem yaşadı. Kızılbaşlar sadece kendi yöresel bağımsızlıklarını korumak ve Osmanlı idaresinin bölgede yerleşmesini durdurmak amacındaydı. Kürt beylikleri ise bu yüzyıllık devrede dikkatlerini Kızılbaş hareketine çevirmediler, aksine onları ezmek için bazen Osmanlılar’a bile yardım ettiler. Yalnız Dersim güçlü direnişi ile kendi küçük yöresel bagımsızlığını 18. yuzyıl ortalarına kadar korumaya muvaffak olabilmişti”
İkisi Türk, biri Ermeni üç yazarın Dêsım hakkındaki düşüncelerinin yanı sıra, “Dêsımliler ya da Zazalar Kürttür” veya “Zazaca Kürtçe’nin bir şivesidir” iddialarının bilimdışı ve siyasi amaçlı olduğunu onaylayan bir kaç Kürt kaynağını da örnek vermek elzemdir.
Bitlisli Şeref Han, 1597’de bitirdiği Şerefname[11] adlı eserinde, Kürt lehçelerini sıralarken, Zazaca’dan bahs etmez ve o coğrafyanın kadim halkı olan Désımliler’i nasıl kırdıklarını gururla yazar.
Sorbon Üniversitesi Kürdoloji Bölümü Başkanlığını yapan Kürt dili uzmanı Prof. Dr. Kamuran Ali Bedirhan (1895-1978)[12], Kürt lehçelerine ilişkin yaptığı tasnife Zazaca’yı dahil etmez.
Paris Kürt Enstitüsü’nün kurucularından ünlü Kürt aydını Cîgerxwîn[13], gayet açık bir şekilde, “Lori, Hewrami ve Zazaca’nın Kürtçe ile ilgisinin olmadığını” ifade eder.
Paris Kürt Enstitüsü’nde başkanlık da yapmış olan, Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Enstitüsü”nün ilk Fransız araştırmacılarından Prof. Dr. Joyce Blau daha açık bir dille Zaza ve Goranlar’ın Kürt olmadığını ve bunların Kürtler tarafından asimile edildiğini izah eder[14]:
“Gorani ve Zazaca’nın aynı kökenden geldiklerini biliyoruz. Muhtemelen bu diller Kürtçe’den önce bu bölgede konuşuluyordu. Bu bölge birçok İran ve Türk saldırısına uğradı. İranlılar bu bölgeye dalga dalga geldiler. Muhtemelen Gorani ve Zazaca’nın mazisi Kürtçe’ninkinden daha eskidir. Kürtler, Zazalar’ın ve Goranlar’ın çoğunu asimile ettiler fakat hepsini edemediler.”
Bütün bunların yanısıra bir de Dêsım’i “Kırmanciye” olarak adlandıran ve sadece günümüzde Kırmanclar’ın (Alevi Zazalar’ın) yaşadığı bölgeden ibaret olduğunu ileri sürenler var.
Kırmanciya Belekê Dergisi yazarlarından Silvanus Alamut “Dersimlilerin kimlik tanımlamasında gerçekleri örten bir kavram: zaza” başlıklı yazısında “Kırmanc kavramı etno-dini bir tanımlamadır. Kırmanc olarak tanımlanan bir insanın aynı zamanda bir Kızılbaş olduğunu da biliriz…
Zira başta da belirttiğimiz gibi Kırmanc etno-dini bir kavram olarak inancı da kapsamaktadır.” demekte. O halde, Şırnaklılar da Kızılbaş mı? sorusunu sormak gerek mezmi?
Bu tarif tarihi Dêsım coğrafyası realitesinden uzak bir tarif ve oldukça muğlak bir adlandırma. İç-Désim’de bu kavram böyle anlaşılmakla birlikte kuzey ve güney Kürtçe’sini konuşan Kürtler arasında Müslüman Kürtler’i adlandırmak için de kullanılmaktadır. Buna verilebilecek en iyi örnek Şırnaktır. Çünkü Alevi olmayan Şırnaklılar kendilerine Kırmanc derler.
Bu tabir Ortadoğu’da göçebelikten yerleşik hayata geçen tüm halkları ifade etmek için kullanılmıştır.
Muzaffer Erdost Şemdinli yöresiyle ilgili bir araştırmasında şöyle der:
“(…) Başka mirlerin yönetiminden çıkarak, başka aşiret reislerinin baskısından kaçarak, bir aşiret içine gelerek yerleşmiş üyeler, aileler ve kabileler, yeni geldikleri aşiret ile zamanla kaynaşırlar ve bunlar da zamanla aşiret üyesi sayılırlar; ama aşiretin kanını taşımadıkları için ayrı ve düşük bir tabaka muamelesi görürler, bunlara Kırmanç denir.”
Bu yaklaşım özellikle Kurêşanlı dedelerin Dêsım ocakzadelerini ifade biçimlerinde de görülür. Onlar, mesele kendi aralarındaki tasnif olunca, kendilerini Kırmanc olarak görmez, Dêsım’in ocak sahibi olmayan halkına Kırmanc derler; “Ma Kırmanc nime, ewladé Resulime, xasime; qomo xam Kırmanco” derler.
Dêsımliler’in birden fazla olan adlandırmalarından özellikle Kırmanc adını sahiplenenler, bu adlandırmayı kendilerini köken olarak aynı olan Zazalar’dan ayırmak için üzerine basa basa kullanmaktalar. Aradan geçen uzun süreç kültürel ve inançsal farklılıklara yol açmış olsa da aynı etnik kökenden gelen ve aynı dili konuşan Müslüman kesimimize düşmanca tavır takınmak ahlaki değildir.
Ovada kalan Zazalar, Yavuz Sultan Selim’in hışmına uğrayıp kılıç zoruyla inancını değiştirmek zorunda kalmalarına rağmen, bir takım ananelerini ve dillerini günümüze kadar korumuşlardır. Bu durumu özellikle yer ve ziyaret adlarında saptamak mümkün. Mesela bir Piran adının pirlerin şehri anlamında kullanıldığını, Lınga Dundule, Ziyara Phaçkıne gibi ziyaret adlarının hala onlar tarafından da kutsandığı bilinmelidir.
Ayrıca onların bir çok köyüne de 12 Eylül 1980 sonrası zorla cami yaptırıldığını belirtmekte yarar var…
Yanısıra şu iki reportajdan bahsetmek anlaşılmayı kolaylaştıracaktır:
Hasan Kıyafet, Mahpus Yılmaz Güney[15] adlı kitabında şöyle der:
Biraz geç de olsa Yılmaz’ı özkaynağında yakalama, araştırma fırsatını buldum. Tarih 20 Ekim 1988. Ve ver elini Siverek deyip “Özdiyarbakır” otobüsüne atladım…
Siverek halkı genelde Zaza imiş. Söylendiğine göre Zazalar da çok inatçı olurmuş…
Sonunda gerçek akrabalarından bir kaçını buldum:
“Adım Hacı Pütün. Desman köyündenim. Yılmaz’ın babası Hamit amcam babamın büyük kardeşidir. Kan davasından Adana’ya göçmüş… Evlerimiz (eski Desman’dakiler yıkıldı. Köyü sonradan daha düz, daha iyi yere taşıdılar)… Yılmaz’ın babası Hamit amcamın ilk karısı Guley ‘Güllü’ bacım Muşlu’ydu… He, o da Zaza’ydı, bizim Desman köyünün aslını sorarsanız hepimiz Dersimliyiz. Dedelerimizi buraya sürgün etmişler. Onun için bizlere Desman Aşireti derler.
Siverekli Necmettin Büyükkaya[16] da dedesi Xelilê Nofeli’yle yaptığı reportajda dedesinin bu konu hakkında şöyle dediğini belirtiyor:
„(…) Suwar ve Demen kardeştirler. Kewanlılar Demenanlı‘dır, Suwarlar da bizleriz”.
Dêsman’ın İç-Dêsım’de kullanılan Dêsmu telafuzuna ne kadar yakın olduğu da ortada.
Bu konuda sayın Seyfi Cengiz[17] ise “Tarih bizi Mansur Kılacaktır!” adlı makalesinde şöyle yazmaktadır:
“Yani Dersim adı, Sin (Tzan/Mamakan) ve Zaza (Sasani) adını taşıyan toplulukların büyük olasılıkla bir ve aynı halk olmaları nedeniyle, bana öyle geliyor ki, gerçekte Zaza ülkesi demektir.”
Dês Zazaca’da duvar demektir. İç-Dêsım ise etrafı sıradağlarla çevirili bir mekan. Etrafının geçit vermeyen kale duvarları gibi sıradağlarla çevirili olması, “Dês-duvar” benzetmesinden hareketle, bu coğrafyaya Dêsım denildiği kanatindeyim.
Anlaşılacağı gibi Dêsım adı üst kimlik olarak bir konsesüstür. Kırmanc terimi ise böylesi bir işlevden uzaktır.
Dêsım, Kırmanc-Zazalar’ın, Khurmanci ve Türkçe konuşan Alevi Désımliler ile komşuları Dêsımli Ermeniler’in üzerinde yaşadıkları coğrafyanın ortak adıdır.
Sonuç olarak
Tarihi Dêsım coğrafyası günümüzün siyasi haritasıyla şu yerleşim yerlerini kapsamaktaydı.
- Mamekiye, Çemişgezek, Xozat, Mazgerd, Nazımiye, Wacuğe, Pertage, Pulêmuriye.
- Diyarbekir, Çermuge, Melkis, Çüngüş, Piran (Dicle), Gêl (Eğil), Ergani, Hêni, Hazro, Karaz, Qulp, Lice.
- Sêvaz, Kangal, Hafik, Suşehri, Zara, Ulaş, İmranlı, Divriği.
- Xarpêt, Maden, Weşın (Arıcak), Palu, Mezra Qasıman (Kovancılar), Sivrice, Guleman (Alacakaya).
- Erzıngan, Çayırlı, İliç, Kemah, Tercan.
- Çolig, Azaxpert (Adaklı), Dara Hini (Genç), Karlıova (Bingol), Geği, Solxan, Holhol (Yayladere), Çerme (Yedisu).
- Meletiye, Pütürge, Arguvan, Arapgir, Doğanyol, Kürecik.
- Erzurum, Aşqala, Çat, Tekmane, Çullu (Karayazı), Xunıs.
- Gümüşxana, Kelkit, Şiran.
- Urfa, Soyrege.
- Muş, Gımgım (Varto).
- Semsur (Adıyaman), Gerger, Samsat.
- Meraş, Afşin, Elbistan, Göksun, Nurhak, Pazarcık, Eloğlu
- Bitlis, Mutki, Tatvan.
- Siert, Sason.
Amaç
Bu coğrafyanın bir bütünlük içerisinde ele alınması, Türk-İslam ve büyük ulus olma emelleri peşinde koşanlar tarafından tar u mar edilmesini önlemek, mozaikte hak ettiği yeri tekrardan almasını sağlamaktır.
Kim kendini hangi kimlikte görüyorsa odur.
X. Çelker
30.08.2014
[1] Dêsım Gemeinde – Bonê Ma Rhein-Neckar e.V.’nun Mannheim-Almanya’da 30.11.2013 tarihinde düzenlediği Désım konulu seminer sunumu.
[2].http://www.gomemis.com/portal/haberdetay.asp?ID=284
[3] Sarkis HATSPANIAN, Dersim Gizemi, Yerevan, 21 Mart 2012, http://sarkishatspanian.wordpress.com/tag/sarkis-hatspanian/
Bu makale baz alınarak birçok kişi tarafından internet sitelerine aktarılan bolca yazı mevcut.
[4] Taylor, Mösyö Anori’ye mektup, Londra, Fribourg İslam bilimleri arşivi.
[5] Antranik, Dersim (Seyhatname), Aras Yayıncılık, 2012, İstanbul.
[6] Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 1984, İstanbul.
[7] DAYLAM (Deylemliler), V. Minorsky, http://www.zazaki.de/turkce/makaleler/deylemliler.htm
[8] Y. Mazhar Aren, Tunceli (Dersim) meselesinde hakikatle yüzyüze, 1995, Raştiye, sayı 9.
[9] Nazmi Sevgen, Zazalar ve Kızılbaşlar, Kalan Yayınları, Ankara, 1999.
[10] Ziya Baran, Alevi Zazalar ve “Büyük Ermenistan” Hayali, Alevi Forumu, 2000.
[11] Şerefname, Çev. M. E. Bozarslan, İstanbul 1971, s.20) Cîgerxwîn, Tarîxa Kurdistan-I, Stockholm 1985, s.14-15.
[12] Çiya Dergisi, 1965, Sayı:1, s.11.
[13] Cîgerxwîn, Tarîxa Kurdistan-I, Stockholm 1985, s.14-15.
[14] Roja Teze, yıl 1, sayı 28, 14 Ocak 2000.
[15] Hasan Kıyafet, Mahpus Yılmaz Güney, İnsanca Yayınevi, 1988, İstanbul.
[16] Kalemimden sayfalar, Necmettin Büyükkaya, APEC-TRYCK & FÖRLAG Yayınları, Ağustos 1992, S. 189.
[17] Seyfi Cengiz, Tarih bizi Mansur Kılacaktır!, http://mamekiye.de/08/1118175669/1128638102/index_html?dateiname=1128638070
DERSİM Belediye Meclisi 22 Mayıs tarihinde Tunceli Belediyesi yerine ismini Dersim Belediyesi olarak değiştirdi.
Belediye Meclisi’nin aldığı bu karar haklı bir karardır.
Zaten kayyumdan önceki Belediye de Dersim ismini kullanıyordu.
Dêsım/Dersim geçmişte idari ve coğrafi olarak daha geniş bir bölgeyi kapsıyordu.
Etnik ve kültürel olarak bugünkü Tunceli’den daha geniş bir coğrafyadır.
Dêsım köklü inanç, etnik, sosyal, tarihi geçmişi olan bir yurttur.
Tunceli ismi dışarıdan, zorla, zulümle verilmiştir.
Fevzi Çakmak’ın „Dersim sömürge gibi yönetilmelidir“ dediği anlayış, 1936’da kanunlaşmış ve Dersim ismi yerine Tunceli geçirilmiştir.
Tunceli Kanunu 1935 yılı 2884 ve 2885 sayılı kararlarla çıkarılmış, Ocak 1936’da yürürlüğe girmiş, 1 Ocak 1947’de de yürürlükten kalkmış.
Şimdiki tartışma ve saldırılar bir kez daha gösteriyor ki, Tunceli Kanunu hala yürürlüktedir.
Tunceli ’37-38 Tertele’nin/Soykırımı’nın adıdır.
Bize yabancıdır. Bir geçmişi, kültürel, sosyal dayanağı yoktur.
Red ediyoruz, red edilmelidir.
Aldığı bu haklı karardan dolayı Dersim Belediye Meclisi, azılı ırkçı-faşist cephenin saldırıları karşısında geri adım atmamalıdır.
Saldırılara barışçıl, demokratik mevzide cevap vermeliyiz.
Belediye Meclisi aynı tarihte, “İlimizde yaşayanların Türkçe’nin yanı sıra çoğunluğunun Zazaca ve Kürtçe konuştuğu göz önünde bulundurularak belediye hizmetlerinin, ilde yaşayanların ihtiyaçları doğrultusunda Zazaca ve Kürtçe dillerinde de yürütülmesi oy çoğunluğu ile kabul edildi” kararını alması da son derece olumludur.
Belediye bu kararını hayata geçirmeli, çocuk yuvalarında ana dilde eğitim olanakları yaratılmalıdır.
Tunceli, inkar, kırım ve asimilasyon demektir.
Devletin tekçi politikaları Dersim toplumuna büyük acılar çektirmiştir. Türkiye’nin demokratik güçleri ırkçıların ve dincilerin tekçi zihniyetine karşı demokratik, onurlu bir duruş göstererek resmi tarih ve resmi ideolojiyle hesaplaşmalı, yüzleşmelidirler. Dersim tarihine, kültürüne ve kararlarına saygı göstermelidirler.
Tunceli adı, şiddet, kırım, korku, sürgündür.
Dêsım/Dersim, tarih, kültür, doğa ve hafızadır; barış, güven ve huzurdur.
24.05.2019
Dersim Kongresi Meclisi – Yürütme Kurulu
Dersim Kongre Meclisi Berlin Gurubu tarafından organize edilen ‘Bir Film Bir Kitap’ etkinliği 28 Nisan Pazar günü Berlin’deki Dersim diasporası ve Dersim dostu insanların yoğun ilgisi ve katılımıyla gerçekleştirildi.
On binlerce Dersimlinin doksanlı yılların ortalarında maruz kaldıkları köy boşaltmalarını sinemacı Devrim Tekinoğlu daha gençliğinin baharındayken ve ‘otuzsekizin’ hatıralarını aile büyüklerinden dinlerken maalesef halkıyla beraber bu ortak acının da tanığı olmuş. Kamerasıyla o yıllara bu olayın mağdurlarıyla bir yolculuk gerçekleştirerek izleyicisini gerçekliğin yalın ve vurucu gücüyle hem daha duyarlı kılıp ve hem de bu yaşananların tarihsel süreçten günümüze sürmekte olan devletin ve yandaşlarının bu çok boyutlu soykırım ve asimilasyoncu politikasını Dersim üzerinde hep diretiyor olduğunun kanıtı olarak kolektif hafızamızda yer edinmesini sağlamış.
Belgeselde Dersimli bir yaşlının ‘… yirmi beş yıldır cenazemiz yerde ve henüz kaldıramadık cenazemizi…’ cümlesi tüm acıları yürekte kristalize ediyor.
Dermansız bir dert, merhemsiz bir yara Dersimlinin hikayesi, öylesine tarifsiz ki bu, en değme tabip karşısında kifayetsiz kalır. Üzeri örtülemez, saklanamaz ve bastırılamaz. Varoluşunun her anında iliklerine sinen ve söküp atmanın mümkün olmayacağı bir acı. Kişiyi varlığında kaybeden ve bir daha telafisi mümkün olamayacak olan türden bir kayıp. Zulme uğrayanın giderken yarısını beraberinde götürdüğü ve geride bıraktığı diğer yarısını aldığı her nefeste sızlatan, yüreğe saplı kahpe bir düşman hançeri.
Kısa bir öğlen arasında, insanlar belgeselde duyumsadıklarını birbirleriyle paylaşıp yaşananları kendi aile ve yakın çevresi boyutunda yad ederlerken bu defa da Murat Kahraman yazdığı kitabından birkaç sayfa okumak için oturdu okuyucusu karşısına. İnsanlar sessiz ve saygılı bir bekleyişte idiler. Henüz kitabı okumamış olanların meraklı bakışların karşısında üçüncü kitabını yayımlamış olan yazar, önündeki kitaba baka kalıyor, açmıyor. Çaresiz ve hüzün dolu gözlerini önündeki kitaptan alıp karşısında kendisinden yeni romanını okumasını bekleyen o meraklı yüzleri şefkat dolu bakışlarla süzerken gözleriyle onlara tek tek dokunup ve tekrar önünde duran kitaba yöneliyor.
Murat metanetle içine akıtıyor dolmuş gözlerindeki acısını. Karşısında oturan ve kendisinden bir tane daha bilmem hangi sanat akımının hangi fiyakalı estetik örgesiyle bezenmiş bir zümre edebiyatı satırlarıyla kendi gerçekliğinden kaçıp bir nebze sanatın yapay sağaltma prosesinde dertlerine derman beklentisinde olan bu kardeşlerine ve kız kardeşlerine istediklerini vermeyip, titrek bir sesle başlıyor tevazu dolu konuşmasına.
Bu mekan Dersimlinin kültür evi ve o gün orada olanlar alelade bir kültür paylaşımı yapmak beklentilerinin ötesinde bir durumun içerisinde buluveriyorlar kendilerini. Ve Murat dokunaklı kelimeleriyle onlara kendi ailesinin başına getirilenleri dile getirdiğinde, herkes pür dikkat ve kimseden çıt çıkmıyor. Murat, en çok ‘nasıl?!’ diyor. Nasıl olur da bir halkı kurtarmak iddiasıyla yola çıkmış bir siyasi hareket böylesi zalim ve acımasız olabiliyor? Babam ‘suçumuz ne?’ diye soruyor, tıpkı piri Sey Rıza’nın Buğda Meydanı’ndaki boşluğa savurduğu o yargılayan sorusu misali. Babam yakarıyor belki yüreklerinde Hızır’dan bir parça kalmıştır diye o ikrarsız halden bilmez düşkünler sürüsüne, ‘tamam beni yapın kurşunlarınızın hedefi ama dokunmayın yavrularıma, onlar daha küçük, kıymayın’ diyor! Tıpatıp piri Sey Rıza’nın zalimlere ‘Uşen’im daha küçüktür, ona kıymayın’ demesi gibi.
Bilmiyorum hangi kalleş, yaşlı bir adamın yirmi dört mermiyle canını almak ister ve arkasına sakladığı iki dağ çiçeğini söküp alır dalından? Neden? Neden!..
Önce evi talan edilir, ganimet olarak ve gözleri önünde tavuğuna varana dek tüm hayvanları bir bir ahıra doldurulup ateşe verilir ve neden seyrettirilir biraz sonra kurşuna dizilecek bir aileye tüm bunlar? Manası nedir bunun?..
Murat devam ederken hikayesine dayanamayan kimi insanlar çıkıp koridorda ve kimisi de oracıkta biraz evvel Murat’ın metanetle içine akıttığı o gözyaşlarını kendi yanaklarından süzerek paylaşıyorlar bu acıyı onunla, ama bu öylesine bir paylaşım ki halden bilmeyenin anlamasına imkan yok. Orada olan insanların hepsinin aslında bu toplumun tarihindeki her kuşağına bir şekilde yaşanmış katliamların mağduru olduğu gerçekliğinden bihaber bulunan bir yabancı için bu durum anlaşılması imkansız bir sır ve bu sır buna yabancı herkes için böyle kalmaya mahkum.
Murat sorularını yöneltiyor kendi insanına ve insanlar kendi üzerlerindeki görünmez bir baskı sultasını savurup başlıyorlar kendilerinde olanı anlatmaya. Hepsi Kırmanciye yurdunun güzelim çocukları ve hepsine değmiş bu ‘thofan’. Kiminin abisini koparıp almış, kiminin babasını, kiminin ablasını, kız kardeşini, kuzenini, kirvesini koparıp almış kiminin, kiminin pirini ve kimi müsahipsiz kalmış. Devlet ki ezeli düşman hep yapmış en alçakça zulmünü ve ama bu halkın kendi içerisinden çıkan ve kendisini kurtaracağı iddiası taşıyan tüm bu hareket ve guruplar nasıl olmuşta dönüşmüş böylesi bir canavara?
Nasıl olmuş bu nasıl?
O gün orada bir salon dolusu Dersimli yaralarını açtı birbirine ve o gün orada Dersim ve Dersimli tarihinde ilk defa kalleş devletin değil kendinden çıkan ve kendi halkını kurtarma iddiasında olan siyasi hareketlerin nasıl olup da kendi halkına ve çocuklarına karşı korkunç bir canavara dönüştüğünü sorguladı. Bizden çıkan ve bizi korkunç yaralamış bu canavarın ne olduğu soruldu karşılıklı ve sorgulandı böylesi yıkıcı bir zihniyet ve hepsi tarafından lanetlendi.
Bir yazar kendi elleriyle yazdığı kitabından tek bir satır okuyamadı, ama yarasını açtı kendi insanına ve insanları ona yaralarını açtı. Her siyasi yapıdan Dersimli vardı o gün orada ve belki ilk defa kimse kendi siyasi yapısını saçma kalıp cümlelerle savunup karşılıklı bağırtılarla küfürler savurmadı birbirine. Herkes bir korku duvarını aştı o gün. O gün orada Murat Kahraman bir nebze de olsa gördüğü o güzel halkın o güzel çocuklarının karşılıklı ikrarında bunu sağlamayı başardı. O gün orada birbirine kenetlenen bu insanlara ancak özlerine dönüp birbirlerine kenetlenerek Dersimin yiten tılsımını bulabilecekleri ayan oldu.
Ve o gün orada sağalan Dersimi duyguyu sevgili Maviş Güneşer’in insanın yüreğini titreten sesinden bir Dersim ağıdı olarak hissettik.
4ê Gulane Roca Xoviriardena Tertelê ‘38i
4 Mayıs Dersim ’38 Soykırımı Anması
İsyan Yalanı ve Mitsel Yaklaşım
Devletin 1937-38 yıllarında Dersim ve Dersimlilere uyguladığı zulüm, yapılan o kadar çalışmalara, ortaya konan tüm belgelere rağmen hala kimi Kürt ve sol çevreler tarafından isyan olarak adlandırılıp yansıtılmakta. Oysa bu çevereler de biliyor ki Dersimliler bu zulmü “Tertele/Soykırım” olarak ifade etmişler.
Ne amaçla olduğu bir yana T.C. devletinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dahi katliam olarak ifade etttiği bu zulüm, Wikipedia’nın “https://de.wikipedia.org/wiki/Dersim-Aufstand” linkinde olduğu gibi “Türkiye’deki son Kürt İsyanı (der letzte große Kurdenaufstand)” olarak işlenmiş.
Sayfayı hazırlayanlar, aşağıda görüleceği gibi her şeye rağmen bunu yapmışlar. Çünkü kendilerinin faydalandığı yazıların (linlklerin) çoğunda katliam (Massacare), soykırım (jenosid) denmesine rağmen „Dersim İsyanı“ olarak başlık atmışlar.
Hans-Lukas Kieser: „Dersim Massacre, 1937-1938“, Online Encyclopedia of Mass Violence
Mustafa Akyol: „How Turkey massacred the Kurds of Dersim“, Hürriyet, 17. November 2009
İsmail Beşikçi: Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi. Istanbul 1990
http://dersim-tertele.com/index.php/de/ Website der Dersimer Gemeinden in Deutschland welche ein 1937-1938 Dersim Oral History Project unterstützten.
Yazılanlar eskiden kalmadır da denemez. Çünkü sayfa 21.03.2019 tarihinde yenilenmiş (Diese Seite wurde zuletzt am 21. März 2019 um 19:49 Uhr bearbeitet).
Bu söylemlerde bulunanlar, bu türden bilgi kirliliği yaratanlar devletin “isyan ettiler, devlet de isyanı bastırdı” yalanına hizmet ettiklerini bilmiyorlar mı?
Silahlarının önemli bir bölümünü devlete teslim eden bir toplum nasıl isyan edebilir?
Sanırım bu bilgi kirliliğinin iki nedeni var.
Biri TKP’nin önemli isimlerinden İsmail Bilen 1937 Temmuz’unda Komintern’e yazdığı Dersim Raporu, ötekisi ise ideolojilerine zemin hazırlamak için kullandıkları mitsel yaklaşım.
Sey Rıza’nın dediği gibi, “ayıptır, günahtır…”.
01.05.2019
Osmanlı İmparatorluğu ve devamı olan Türkiye Cumhuriyeti tarihi aynı zamanda Anadolu, Dersim, Mezopotamya halklarına yaşatılan fiziki ve kültürel soykırımlar tarihidir.
Devlet, Amerika’da Kızılderililer, Avusturalya’da Aborjinler, Avrupa’da Yahudi soykırımlarını yaşatanların özür dileyip gerekeni yaptıkları gibi davranmalıdır. Siyasi mücadele verenler ise dar kalıpçı yaklaşımlardan arınarak, halkların dil, kültür ve inanç farklarına saygı gösterip sahiplenerek hareket etmelidirler.
Anadolu, Dersim ve Mezopotamya topraklarında inkara dayalı yaklaşımlar bitmedikçe, Türk-İslam anlayışını dayatmaktan vazgeçilmedikçe, gerçek anlamda bir yüzleşme yaşanmadıkça, sayısına bakılmaksızın tüm halklara aynı göz hizasında bakılmadıkça barış ve huzur içinde kardeşçe bir arada yaşam mümkün olmaz.
Bu aylar soykırımları hatırlama, yas tutma ve anma aylarıdır. Ermeni, Asur-Süryani-Keldani, Pontus, Ezidi, Kırmanc/Zaza vd. halklarına yaşatılanlar dile gelecek.
1948 yılında kararlaştırılan Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. Maddesinde soykırım,
„Ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir öbeğin tümünü ya da bir bölümünü yok etme niyetiyle üyelerinin öldürülmesi, üyelerine fiziki ya da ruhsal açıdan zarar verilmesi, fiziki varlığını tümüyle ya da kısmen sona erdirecek yaşam koşullarıyla yüz yüze bırakılması, öbek içi çoğalmanın engellenmesi, bünyesindeki çocukların başka bir öbeğe aktarılması“ eylemlerinden herhangi birinin işlenmesi olarak tanımlanmaktadır.
Gerek bu tanımlama gerek tüm bu acıları yaşayan halkların tanımlamaları yaşananların birer soykırım olduğunu göstermektedir.
Tertelê ‘38i / Dersim Soykırımı
Dersim’e yönelik ilk rapor Dersim’e vali olarak atanan Arif Paşa’nın 1841 yılında kaleme aldığı askeri araştırmadır[1]. Sonu gelmeyen bu raporların asıl amacı Dersim’e hükmetme çabasıdır.
“Dersime sefer olur, zafer olmaz” söylemi Osmanlı’nın yüzyıllarca saldırıp da Dersim’e hükmedemediğinin ifadesi olmakla beraber bu durum Cumhuriyetle birlikte değişir.
Cumhuriyet Osmanlı’nın bu insanlık dışı mirasını devralır ve Dersim’i yok etmek amacıyla önce tarihi Dersim coğrafyasının çeperinden başlar. 1921’de Koçgiri, 1925’de Piran, Darhani ile Elazığ’ı vurur. Ardından 1937-38 Soykırımıyla Dersim’i içten kuşatır.
6 Mart 1921’de Sivas, Erzincan ve Elazığ’da sıkıyönetim ilan edilir. 13 Mart 1921’de ise Giresunlu Topal Osman Çetesi’nin yardımıyla Sakallı Nureddin Paşa komutasındaki orduyla Koçgiri’ye saldırılır. 132 köy yakılır, yıkılır; yüzlerce Koçgirili öldürülür, binlercesi de Anadolu’nun çeşitli yerlerine sürülür.
Hedeflenen ve yok edilmek istenen coğrafya DERSİM[2]
«(…)
Dersim tarihi, dili, inancı, kültürü ve birçok başka renkleriyle farklı bir toplumdur. Bu karakteristik yapısından ötürü; bütün tarih boyunca Türkiye devletince yok edilmesi hedeflenmiştir. Uzun tarihte gerçekleştirdiği katliamlar ve ’37-38 Soykırımı ardışık dalgalarıyla bugüne kadar devam etti. 1993-’94 yıllarında bütün köylerimiz yakıldı/yıkıldı ve dünyanın dört bir yanına sürüldük. Bu saldırı ile Dersim’i boşalttılar ve demografik yapısını neredeyse sıfırladılar.
Yakın tarihlerde “Dersim’i bir koloni olarak ele almalıyız, ona göre strateji kurmalıyız” demişlerdi. Bu bakış açısı ve strateji güncelleştirilerek devam ettiriliyor. Bir koloni gibi ele almalarının sonucunda “soykırım”a çıktılar.
(…)
Türkiye Cumhuriyeti ve Vahabi-Selefi iktidar, bu küçük coğrafyayı neden bu denli tehlikeli gösteriyor?
(…)
Burada onun bağnaz inanç dünyasıyla, ırkçı-şoven ideolojik yapısıyla, tarihi ve tüm maneviyatıyla temelde uyuşmayan bir küçük dünya var, bir Dersim var…»
Ermeni Soykırımı
Osmanlı’nın Ermenilere müdahalesi 1890 yılında II. Abdülhamid tarafından kurulan Hamidiye Alayları ile başlar. 25 Şubat 1915 tarihinde ise Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından “güvenlik ve önlemleri artırmak” amacıyla hazırlanarak Osmanlı kuvvetlerinde görev yapan tüm Ermenilerin görevlerinden uzaklaştırılması ve terhis edilmeleri emrini veren 8682 sayılı kanun ile devam eder. 24 Nisan 1915 tarihinde Ermeni devrimci örgütlerinin kapatılması ve örgütün ileri gelen üyelerinin tutuklanması, akabinde uygulanan Etnik temizlik ve zorla göç ettirme ile 1,5 milyon civarında Ermeni öldürülür.
Asur-Süryani-Keldani Soykırımı
Türkiye ve Kuzey Irak-İran-Suriye Asur-Süryani-Keldanileri Asurlular, Aramiler olarak da bilinir. Katolik olan bu halka Papa tarafından “Keldaniler” adı verilmiştir.
Yaşadıkları bölgenin en güçlü Hristiyan elementi olan Keldani ve Süryanilerin tarihi zulüm, katliam, aşağılanma ve unutulma hikayeleriyle dolu. 1915 yılında Osmanlı topraklarında yaşayan Asurilerin %80-85’i katledilmiştir…[3]
1914-1920 yılları arasında Kuzey Mezopotamya ve kısmen Güneydoğu Anadolu’daki Asuri nüfusu Osmanlı birlikleri tarafından zorla göç ettirildi ve öldürüldüler.[4]
Süryanice “Seyfo”, “Saypa” (Kılıç) denen Asuri Soykırımı’nda hayatını yitirenlerin sayısı 270 bin civarındadır.
Pontus Soykırımı
Pontos Rum Soykırımı diğer ulusların yaşadığı soykırımının ötesinde daha da uzun bir sürece yayılmıştır. Hem Osmanlı hem İttihat ve Terakki hem de Mustafa Kemal’in dönemini de kapsayan bir süreçte yaşanmıştır. Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak tüm Pontos Rumları’nı imha emrini vermesinden önce 153 bin kişi katledilmiş, cumhuriyetin kuruluş sürecinde ise 200 bin kişi katledilmiştir.
(…)
Pontos ve Küçük Asya Rumlarına yönelik soykırımının az biliniyor olmasının temel sebebi, soykırımın bu evresinin Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşuyla ilgisindendir. Türkiye Cumhuriyeti, İttihat ve Terakki’nin bıraktığı mirası devralan Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmalarıyla başlayan yeni süreçte geride kalmış tek Hristiyan topluluk olan Pontoslu Rumlar ve Küçük Asya Rumları’nı da imha ederek kurulmuştur.
Sadece imha da yetmemiş, 1923 yılında Türkiye ve Yunanistan devletleri arasında yapılan Mübadele Anlaşması ile 200 bine yakını Pontoslu Rum olmak üzere, 1 milyon 250 bin Rum sürgün edilmiştir.[5]
Êzidi Soykırımı
Êzidiler, Irak Kürdistanı’nda Saddam iktidarı döneminde yaşama geçirilen Enfal operasyonlarına kadar, çoğu Osmanlı İmparatorluğu döneminde olmak üzere 73 kez katliama uğradı. Ezidiler, Saddam Hüseyin’in ‘Enfal‘ adı verilen Kürtlere dönük katliamları döneminde ise iki kez öznel olarak katledildi; bir diğer büyük katliam ise 2011 yılında Şengal’de 500’e yakın Êzidi’nin öldürüldüğü bombalı saldırı eylemi oldu. Ağustos 2014’te IŞİD’in Şengal’i işgal etmesiyse, Êzidi tarihinde yaşanan 77’inci katliam.
Êzidiler Araplar, Farslar, Türkler, Hıristiyanlar ve hatta Müslüman Kürtlerin katliamlarına uğradılar. Laleş, onlarca kez Êzidilerin başına yıkıldı; kadınları, kızları hem pazarlarda esir olarak satıldı, katledenlerin cariyeleri oldular.[6]
Hangi etnik, inanç veya siyasi gruba uygulanırsa uygulansın soykırım bir insanlık suçudur. Başta soykırımlara ve katliamlara uğramış tüm toplumlar olmak üzere yaşanan acıları birlikte hissetmek, tutulmamış yasları birlikte tutmak, ortak bir gelecek için ortak bir bellek oluşturmak zorunlu bir görevdir…
Soykırımcı zihniyetle hesaplaşmak ve yaşanan travmalarla yüzleşmek toplumların eşit haklarla bir arada yaşamasının teminatıdır…
Soykırıma ve katliamlara uğramış halkların acılarını unutmuyoruz!
Tutulmamış yaslarını tutuyoruz!
Anılarına saygıyla…
18.04.2019
Dersim Kongresi Meclisi – Yürütme Kurulu
[1] Faik Bulut, Dersim Raporları, Yön Yayıncılık, 1991.
[2] 12.08.2017, DM-Avrupa
[3] Buğra Poyraz, http://www.mirasdergi.com/keldaniler/
[4] https://tr.wikipedia.org/wiki/S%C3%BCryani_Katliam%C4%B1#cite_note-Anahit-2
[5] Tamer Çilingir, http://siyasihaber4.org/katledilen-350-bin-pontos-rumundan-haberdar-misiniz
[6] Fehmi Işık, http://www.diken.com.tr/9-sorudaezidiler-kimdir-ve-ne-yasadilar/