Merhaba Öncelikle bu güzel girişimi kutluyor, tüm katılımcı arkadaşları selamlıyorum.
Aynı ülkede birbiri ardına soykırımlara uğratılmış halkların adalet mücadelesinde birlikteliği sağlamak, birbirinin acılarına duyarlı olmanın yanında ortak muhatabı hesap vermeye daha ciddi zorlama bakımından da yararlı olacaktır.
Bu diyalog içinde soykırım süreçlerini birbirimize tanıtmaktan ziyade çözüme yönelik fikirler paylaşmayı önemli görüyorum. Biraz önce konuşan Tamer arkadaşın vurguladığı pek çok şeyi doğru buluyor ve içtenlikle paylaşıyorum.
Osmanlı devletinin parçalanma ve daralma sürecinde bir yandan yeni yayılma fırsatları kollayıp bir yandan da elinde kalanı koruma hesapları yapan Türk-İslam şovenizminin Küçük Asya’yı müstahkem bir mevziye dönüştürmek için Hristiyan nüfusundan arındırmaya ve Türkleştirmeye yöneldiği bilinen bir gerçektir. Bu yönelim daha Abdülhamit zamanında başlayıp, o dönem uluslararası gündeme giren Ermeni sorununda reform planlarını boşa çıkartmak için öncelikle özerklik talebine konu olan vilayetlerdeki Ermeni nüfus yoğunluğunu hedef almıştır. Kısmi bir imha, din değiştirtme ve göçe zorlamayla sınırlı kalan bu ilk yönelim, İttihat ve Terakki tarafından genişletilip dünya savaşı gibi elverişli bir ortamın bulunmasıyla birlikte yine ön hedef durumundaki Ermenilerden başlayarak kapsamlı bir Hristiyan imhasına çevrilmiştir. Onun uzantısı olan Kemalist hareket de bu tasfiyenin eksik yanlarını tamamlamış ve nihayet yeni Türk devleti tam bir Hristiyan halklar mezarlığı üzerine kurulmuştur.
Eski çağların yaygın ve alışılmış fetih geleneği, değişen dünyada, demokratikleşen toplumlar bünyesinde artık eskisi gibi savunulamaz hale gelmişken, Türkiye’de “ecdad”ın yürüttüğü fetih savaşları halen büyük bir gururla anlatılır ve Türklerin bu toprakları kılıç zoruyla “yurt edinmeleri”ne övgü yapılır. Bu hem resmi planda, hem de toplum çapında gözlemlenen çarpıcı bir gerçekliktir. Dünyada benzerinin hiç kalmadığını söyleyemeyiz. Ama bu tarz “yurt edinme”nin ötesinde bir de o toprakların kadim yerlilerini yok etmeye gelince, bunu da aynı rahatlıkla savunan bir örnek olarak Türkiye’nin arzettiği manzara bir hayli müstesna sayılır.
İnsanlığa karşı suçlar ve hele de soykırımlar konusunda devletin yaptığı inkarcılığın, dünyadaki başka örnekleriyle kıyaslanmayacak kadar Türkiye’de taban bulması, yani toplum içinde böyle geniş desteğe sahip olması, ayrıca düşündürücü olmalıdır. Devletin propagandası ne kadar etkili olsa da, vicdanı kuvvetli bir sivil toplumun kendi hafızasına dayanarak daha fazla karşı duruş göstermesi beklenirdi. Geçen on yıllar zarfında soykırımlarla yüzleşmeye dair onca etkinlik ve yayın yapılmasına rağmen bu konuda devleti zorlayacak çapta bir sivil irade gelişmiyorsa, nedenini ayrıca onun kendi gerçekliğinde aramak ve soykırım süreçlerinde büyük çapta suça ortak edilebilmiş bir toplum olmasında görmek gerekir. Dolayısıyla işimiz sadece devletle değil, aynı zamanda toplumladır.
İşimiz o kadar zor ki, bu toplumun en ileri kesimleri sayılan sosyalist, demokrat çevreleriyle de cebelleşmeyi gerektiriyor. Dahası farklı zamanlarda aynı imha politikasının hedefi olmuş kimliklerin arasında bile bu bakımdan sorunlar var. Özellikle de önceki dönemin hedefi olmuş Hristiyan halklarla sonraki dönemin hedefi olan Kürtler arasında.
Osmanlı devletiyle üç yüzyıl boyunca ittifak halinde bulunan Kürt beylerinin II. Mahmut zamanında yerel ayrıcalıklarına son verilmesi nedeniyle bozulan ilişkileri daha sonra devletin onlara yeniden ihtiyaç duyması üzerine Abdülhamit tarafından onarılmış ve ondan itibaren M. Kemal’e kadar da sıkı bir işbirliği yapılmıştı. Bu süreç boyunca devlet Hristiyan halkların imhasında Kürtlerin gücünden genişçe yararlandı. Günümüzde Kürtlerin önemli bir kısmı bu gerçekliği kabul eder, fakat bunu basitçe bir kullanılma olarak geçiştirirler. İşin gerçeği bunda karşılıklı çıkar duyguları ve Kürtlerin maddi beklentileri de vardı.
Ama sonunda Hristiyan halklar yok edilip yeni bir ülke kurulurken, sürecin politik yönetimini elinde bulunduran Türkler bunu bir Türk ulus devleti olarak tasarladıkları durumda, bu projenin hedefine çok gecikmeden Kürtler de girmeye başladı. Çünkü Kürtler tamamen asimile edilmeye yatkın değildi. Kendi dilini, kültürünü koruma ve yaşam alanında söz sahibi olma eğilimini gösterince tabii ki problem oldu. Çeşitli direnişler, isyanlar, bastırma hareketleri ve katliamlar yaşandı.
Bu dönemin en büyük felaketi ise, hiç de isyan denilemeyecek çapta küçük ve önemsiz olayların görülebildiği bir aşamada Dersim’in başına getirildi. Bu da T. C. tarihinin içinde gerçekleşen ve fakat Osmanlı’dan beri Hristiyan halklar yanında bir o kadar “kafir” görülerek ayrık otu muamelesi yapılan Kızılbaşlara yönelik bir soykırım oldu. Eski direnişleri ve hakim ideolojiye uyumsuzluğu kadar 1915’de Ermenilere sığınak olması da Dersim’i yeni devletin kara defterinde liste başı yapmıştı.
Sünni Müslümanlıkta uyuşan, fakat Türklük potasında eritilmeye razı olmayan Kürtler son 40 yılın direniş hareketi içinde her ne kadar barışçı çözüm arayışı da gösterse çözümsüzlük devam ediyor. Ama işin ilginci, o kronik çözümsüzlüğün kaynağını sorgulamaktan kaçınan Kürt hareketinin sözcüleri, tam da göbek bağı oluşturan sürece gelince başlıyorlar bir ağızdan “Bu vatanı kurtarmak için omuz omuza savaştık, bu ülkeyi birlikte kurduk, bununla gurur duyuyoruz” demeye. Benzer şekilde “Kurucu Meclis”i kutsama ve gayet çoğulcu demokratik bir oluşum gibi savunma çabaları eksik olmuyor. Bir an için bile o mecliste neden tek bir Hristiyan temsilcinin olmadığını, M. Kemal tarafından “Anasır-ı İslam” diye tanımlanmış o ittifakın kime karşı olduğunu düşünmüyor ve imha edilmiş halklar adına duyarlılık gösterip de eleştirel yaklaşmıyorlar. Öyle olunca yaptıkları yorum “İşte o başlangıç sırasında her şey iyiydi, demokratik bir yönelim içine girmişlerdi, ama sonra onu terk ettiler ve Kürtleri karşılarına aldılar” gibi tuhaflıklarla dolu oluyor.
Bir adım öncesi Hristiyan kırımlarında beraberlik göstermiş olmayı görmezden gelen, ya da onu “siyasi iradeden yoksun Kürtlerin kandırılma ve kullanılması” şeklinde geçiştiren bir bakış açısı, hemen sonra yeni ülkenin kurulmasında aynı Kürtleri “iki asli kurucu unsurdan biri” olarak tanımlıyor ve eşit düzeyde ittifak yapabilecek kadar da önemli bir siyasi iradenin varlığını ima ediyor. Gerçekte Kürt yerel yöneticilerin Türk merkezi yönetimiyle ittifakı iki durumda da vasal bir karaktere sahip, yani eşit olmayan ve bağımlı tarzda bir ortaklıktı. Hristiyanların imhasında onların gücünden yararlanan devlet, gelecekte onlara özerklik düzeyinde olsun hak tanımayı asla düşünmemiş, ve işin gerçeği, eğer bir kandırma varsa onları asıl bu noktada ve çok önceden kandırmıştı. Yoksa son anda Lozan’a giderken değil. Bu basit gerçekliği de görüp kendi tarih
yorumlarındaki çelişkileri gidermedikçe Kürt özgürlük hareketinin tutarsızlıkları sürecek demektir.
Aynı şekilde Türkiye solunun Kemalizm’e sempati duyan, hayırhah bakan kesimleri de bu tarihle yüzleşmelidir. Onların bütün “ilericilik”, “anti-emperyalistlik”, “ulusal kurtuluşçuluk” atıfları, Tamer arkadaşın da belirttiği gibi bu ülkenin istenmeyen unsurlarına karşı yürütülen bir imha savaşının savunusudur özünde. Onlar İngilizlerle Fransızlarla çok güzel anlaşabilirlerdi ve anlaştılar da zaten. Hiç bir şekilde savaşmadılar. O efsanenin bir gerçekliği yok. Adına “Kurtuluş Savaşı” dedikleri şey bu ülkenin Rumundan, Ermenisinden, Süryanisinden, bilcümle Hristiyan halklarından bütünüyle ve ilelebet kurtulmanın mücadelesiydi. Mütareke döneminde yurtlarına geri dönebilen Ermenilerin tekrar sökülüp atılması, yeni dönüşlerin engellenmesi, gaspedilmiş mülklerin elde tutulabilmesi, Pontus Rumlarının benzer akibete uğratılması ve batıdaki Rumların da kısmen imha, kısmen kaçırtma ve en sonu mübadeleyle bitirilmesiydi.
Yeni devletin kuruluşundan önce tasfiye edilen halkların yalnız canlı nüfusu yok edilip mal ve mülkleri gasp edilmekle kalmadı, aynı zamanda tarihsel yurtları çalınmış oldu. O yurtların geçmişte hangi halklara ait olduğunu belli eden ne kadar uygarlık eseri ve kültürel miras varsa harabeye çevrilip yer isimleri de değiştirilerek aynı zamanda bir tarih silinmek istendi. Şimdi sadece soykırımların gerçekliğini tanıtma bakımından değil, fakat o halkların yok edilmeden önceki varlık boyutlarını, o topraklardaki köklü geçmişlerini ve tarih içindeki değerlerini tanıtma ve bütün o gerçekliklere saygılı yaklaşılmasını sağlama bakımından da ciddi zorluklarla uğraşmak gerekiyor.
Yakın tarihin yüzleşme konularını günümüzün sorunlarıyla birleştirme ve adil demokratik çözümler geliştirme konusunda birbirini anlayan, öncelikle kendi içinde tutarlı yaklaşımları teşvik etmek için kendimce önemli gördüğüm noktalara dikkat çektim. Yararlı olmasını umuyor ve bu diyaloğun olumlu şekilde devamını diliyorum
Birinci Bölüm
Soykırım sürecini değerlendirirken genel olarak Ermeni soykırımı, Süryani soykırımı ve Pontos Rum soykırımı diye ayrı ayrı bir ele alış var farklı analizde. Ben şimdi bunun daha derli toplu ifade edilmesi gerektiğinden yanayım.
Kısaca şöyle özetleyeyim.
Bence soykırım süreci 1876 da Abdülhamit’in ilk tahta çıkarılması ile birlikte başlayan bir süreç.ve bu süreç Osmanlı’dan geride kalan topraklardaki son Hristiyan toplulukların sürgün edilmesi, öldürülmesi ve özellikle mallarına mülklerine el konulması süreci.
Aslında bunu büyük Hristiyan soykırımı diye de adlandırabiliriz.
Bu soykırımın çeşitli etapları var. Abdülhamit dönemiyle başlayan İttihat ve Terakkicilerle devam eden ve Mustafa Kemal tarafından tamamlanan bir soykırım olarak tanımlamanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.
Pontos Rum soykırımı maalesef yaklaşık 100 yıldır Türkiye gündeminde, Türkiye kamuoyunda çok fazla dile getirilen ya da bilinen bir olay olarak görülmedi.
Bunun en önemli sebebi soykırımın 19 mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla birlikte değerlendirilmesi gerektiği meselesidir.
Neden?
Soykırım 1911 den 1923’e kadar ki süre içerisinde Pontuslu Rumları da kapsayarak şekillenmiştir.
Ama asıl olarak 19 mayıs 1919’da Mustafa Kemal in Samsun’a çıkışı ile birlikte Pontoslu Rumlar, Helenler açısından, soykırım süreci netleşmiş ve katliamların, sürgünler artık tamamen yok etmeye, imhaya yönelmiştir. Bu yüzden bütün dünyada 19 Mayıs, Pontos Rum soykırımı anma günüdür.
Şimdi bu mesele Türkiye cumhuriyeti devleti açısından baktığımızda çok önemli
bir noktaya denk geliyor.
Bir tarafta 19 Mayıs Türkiye resmi tarihi açısından resmi devleti açısından emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşının başladığı süreç ve bildiğiniz üzere çeşitli isimler altında bayram olarak kutlanan bir süreç.
Dolayısıyla Türkiye cumhuriyeti devletinin kuruluşunun en önemli köşe taşını oluşturuyor 19 Mayıs. Bu aynı zamanda şu demek. Geride kalan son Hristiyan topluluğun, son Hristiyan grubun, Helenlerin başta Pontos olmak üzere Küçük Asya’daki Helenlerin toptan yok edildiği, mallarına mülklerine el konulduğu ve cumhuriyetin ilan edildiği, cumhuriyetin kurulduğu yeni devletin kurulduğu bir süreç.
Bu yanıyla bu meselede Pontos meselesini dile getirmek Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna ilişkin değerlendirme yaparken taşın altına elini sokmak gibi zor bir mesele.
Aydınlar, entelektüeller açısından bahsediyorum. Çünkü cumhuriyet öncesi
olduğu iddia edilen Ermeni ve Süryani soykırımları pekala birileri tarafından bu Osmanlı devletinin suçuydu denebilir.
Türkiye devleti bunun muhatabı değildir denilerek savunulabilecekken, Pontus Rum soykırımına ilişkin böyle bir açıklama yapma şansı yok resmi tarihçilerin, resmi devletin.
Dolayısıyla Ermeni ve Süryanileri kapsayan sürece ilişkin bu konudaki inkar, soykırımın bir planlı proje olduğu gerçeğini görmemizi engeller.
Pontos Rum soykırımında bahsetmek devletin varlığını meşruluğunu tartışmak demektir. Aynı şey Türkiye’deki 1923 ten bugüne kendisine muhalif diyen çeşitli sol, sosyalist ya da başka kimlikli muhalif örgütlenmeler açısından da izlediğimiz kadarıyla iç açıcı değil.
Mesele Kemalizm’le karşı karşıya olmak ya da cumhuriyetin kurucularıyla karşı karşıya olmak olunca Pontos Rum soykırımı ne yazık ki 100 senedir dile getirilmedi, getirilemedi.
Ben özellikle bu meselenin öne çıkarılması gerektiğini, resmi tarihle yüzleşmenin, resmi tarihle hesaplaşmanın en temel noktasının cumhuriyetin kuruluşu ile ilgili olduğunu söylemek istiyorum.
Bu da Kemalizm denilen zehirin bir biçimiyle kendisine sol sosyalist diyen muhalif kesimlere kadar etkili olduğunu, bununla yüzleşilmez, bununla hesaplaşılmazsa bahsettiğimiz diğer soykırımların yüzleşmesini, hesaplaşmasını da yapamayacağımızı düşünüyorum. Bu yanıyla soykırımları birbirinden ayırmadan, cumhuriyet öncesi ve cumhuriyetin kuruluşu sürecinde işlenmiş olan bu cinayetlere büyük Hristiyan soykırımı adı vererek tanımlamak gerekir. Bunun dışında cumhuriyet sonrası diğer uluslara diğer inançlara yönelik katliamları da bu çerçevede; karşımızdaki devlet gerçeğini ele alarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.
Konuşmamı bitirmeden önce birde şunu vurgulamak istiyorum.
19 Mayıs 1919 çok önemli bir tarih bizim açımızdan. Kuşkusuz katliamların yaşandığı her dönem böyle bir önem arz ediyor ama ben öncelikle bu toplantıyı organize eden arkadaşlara teşekkür etmek istiyorum.
Bu konuda birbirimizden bihaber olduğumuzu fark ediyorum çeşitli dönemlerde. özellikle bizimle ilgili, özellikle Pontosla ilgili maalesef çok az Türkçe kaynak olmasından dolayı Türkiye’deki ya da Türkiye kökenli aydınların, entelektüellerin ve hatta tarihçilerin bu konuya ilişkin çok fazla konuşamamasını, bilmemekten kaynaklı olduğunu fark ediyorum kimi zaman.
Bu duyarlılığı arttırmak açısından aynı düşman tarafından yok edilmiş, aynı düşman tarafından soykırıma uğratılmış ve yüz yıldır inkar edilen ve bugün de canlı bir şekilde pratiklerini gördüğümüz anti demokratik, insan hakları düşmanı, sömürücü, katil kimlikli devletin yöneticileri ve devletin savunucularına karşı birlikte olmanın en önemli koşulunun birbirimizi tanımak olduğunu, birbirimizin tarihini, birbirimizin başına gelenleri bilmek olduğunu düşünüyorum.
İkinci Bölüm
-Zaten bu konuda bazı arkadaşların bazı önerileri olmuştu. Ben belki şunu söyleyebilirim. Birincisi bu ekibin, bu toplanan platformun devamı açısından yüz yüze gelmenin gerekliliğini vurgulayayım öncelikle. Bu büyük ihtimalle ilk etapta Avrupa’da gerçekleştirilebilir. Nasıl organize edilebilir bilemiyorum şu anda. Ama bunun üzerine düşünülmesi lazım bence.
İkincisi bu platformu en azından bugün burada kendini ifade eden çeşitli kesimleri temsil eden arkadaşların görüşlerini paylaştıkları bir sanal ortam olursa, bu Facebook’ta olabilir, başka bir yerde olabilir, bu da bu yakınlaşmaya hizmet edecek bir adım olur diye düşünüyorum.
Biz de elimizden gelen desteği yaparız. Bu gruba belki Lazları da davet etmek gerekir. Çünkü yaklaşık 5-6 senedir kendilerini Devrimci Lazlar diye ifade eden bir oluşum var. Ve düşünceleri hemen hemen buradaki arkadaşların çoğunluğunun düşüncelerine yakın arkadaşlar ve onlar da Lazika’da, Lazistan’da büyük bir mücadele veriyorlar gerçekten 5-6 yıldır özellikle
Onlar da dahil edilebilir diye düşünüyorum..
Gerçekten çok aydınlatıcı şeyler duydum kendi adıma. Kuşkusuz çok kısa zaman aralığında çok şey anlatmak zorunda oluşumuz bir baskı oluşturuyor. Yine de bu birlik girişimi bir adımdır diye düşünüyorum.
Ha belki şu noktayı vurgulamak lazım. Şimdi biz şeyden gerçekten çok yorulduk. Birilerinin bize ağabeylik yapmasından, birilerinin bize yol göstermesinden, işte ağzımızı açtığımızda bize ‘insanız biz kardeşim ne Rumluktan bahsediyorsunuz, ayrı kimlikten bahsediyorsunuz, hep birlikte mücadele edelim’ gibi şeyler söyleniyor. ‘ Asıl mesele sınıfsal meseledir. Düşmanımız ortak, bir tane devlet var. Önce bu devletle kavga edelim’ gibi bize çağrılar yapan, sınıfsal mücadele çağrıları yapan, devlet gerçekliğini tekrar tekrar hatırlatan açıklamalardan
gerçekten yıldık, usandık. Bunlar daha doğrusu bu tür çağrılar, bu tür yaklaşımlar bize bir şey katmıyor doğrusu. Üstüne üstlük burada konuşan insanlar bir grubu, bir yapıyı temsilen konuşuyorlar.
Şimdi ben kişi olarak bir takım dünya görüşlerine sahip olabilirim ama ilgilendiğim, üzerinde durduğum meselenin can yakıcı biçimde yaşandığı yer Pontos ve burada çok değişik düşüncelere sahibiz. İşte bugünkü Türkiye cumhuriyeti devleti sınırları içerisinde burjuva partilerin a’sından işte solundan sağına kadar tüm yelpazesinde yer alan ama kendisine bir biçimiyle Pontoslu diyen, Rum diyen, Rumca konuşan ya da konuşmayan büyük bir çoğunluk var. Bu çoğunluk hepinizin bildiği üzere yaklaşık 100 yıldır Türk milliyetçiliğiyle asimile edilmeye çalışılan ve burası Türklerin yurdudur diye de çeşitli şehirleri nam yapmış bir coğrafyadan bahsediyoruz. Her şeyi bir yana bırakalım bizim yaptığımız bu çalışmaları işte Rumların etnik kimliğine dayanarak, onların yaşadığı adaletsizliği, haksızlığı adalete çevirme mücadelesi olarak değerlendirenler olabilir. Ya da Türkiye devletinin kuruluşu ile ilgili ideolojik bir yaklaşım sergilediğimiz, dolayısıyla da bugüne kadar sistemle Türkiye
hükümetiyle problemi, sorunu olan kesimlerin aslında yanlış bir tarihsel bakış açısına sahip olup, yanlış bir strateji belirledikleri iddiasında olduğumuz da düşünülebilir.
Hepsini bir yana bırakalım bence Türkiye devleti sınırları içerisinde kuzey diye ifade edilen ya da Karadeniz diye ifade edilen o coğrafyada lazım olduğunda asker olarak işte Kürtlerin karşısına dikilen, lazım olduğunda eline silah verilip gazetecileri, aydınları, entelektüelleri sırtından vurabilen bir potansiyelden bahsediyorum. Potansiyel bir topluluktan ,gruptan bahsediyorum. Bunun arka planının 100 yıl önce yaşananlarla ilgili olduğunu söylüyorum, söylüyoruz aslında. Bu yanıyla bu tür toplantılarda, özelliklede bu tür toplantılarda görüşleri, bakış açıları bilinen insanların davet edildiği bu tür toplantılarda bu çağrıların, yani biraz önce bahsettiğim sınıfsal bakış açısına sahip olmak, etnik merkezli bakmamak gibi çağrıların çok fazla bir şey ifade etmediğini belirterek cümlemi, konuşmamı bitiriyorum.
Hepinize tekrar çok teşekkür
Kaynak: https://www.simurg-news.com/komunar-bellek-tele-konferanslari-pontusrum-soykirimi-tamer-cilingir/
TÜRKİYE´DE İKİNCİ KAYYUM DARBESİ!
Diyarbakır, Van ve Mardin Belediye Başkanları görevlerinden alınarak yerine kayyum atandı. Görevinden azledilen Diyarbakır Belediye Başkanı Adnan Selçuk Mızraklı “halkın iradesine saygısızlık olur” gerekçesiyle tebligatı imzalamadı. Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk, görevden almanın “tam bir kanunsuzluk olduğunu” vurguladı.
Türkçe basının bir bölümünde “ikinci kayım darbesi” olarak da tanımlanan bu uygulamayla, İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehir belediye başkanlarının da görevden alınmasının yolunun döşendiğine dikkat çekiliyor.
Seçimle göreve gelmiş belediye başkanlarının görevden alınması ve yerine özellikle valilerin atanması seçmen iradesinin gaspıdır ve Türkiye’deki genel ve yerel seçimlerin tamamen göstermelik olduğunun aleni ilanıdır. Demokrasi güçleri, özellikle Kürt bölgelerindeki halkın ve yerel idarecilerin maruz kaldığı bu uygulamaların bir an önce son bulması için güçlü ve geniş bir muhalefet örgütleme sorumluluğuyla karşı karşıyadır.
Dersim Kongresi ve Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG) olarak bu anti-demokratik uygulamaları protesto ediyoruz. Kayyum adı altında halk iradesinin gasp edilmesini kınıyoruz!
Van Belediye Başkanı Bedia Özgökçe Ertan, Diyarbakır Belediye Başkanı Adnan Selçuk Mızraklı ve Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk’ün görevden alınma uygulamaları hemen durdurulmalıdır.
Dersim Kongresi
Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu ( FDG )
19 Ağustos 2019
Dersim Kongresi Meclisi Yürütme Kurulu üyesi de olan İlyas Yer arkadaşımız Komünar Bellek adıyla farklı konularda tele-konferanslar düzenlemektedir. “simurg-news” sitesinde yayınlanmış olan mağdur halklara yönelik tele-konferanslar dizisini sayfamıza aktarıyoruz…
“Komünar Bellek Kolektifinin tarihsel-toplumsal sorunlara ilişkin ilgisi ve buna yönelik yoğunlaşma ifadesi olan tele-konferans çalışmalarını önemsiyor ve toplumsal yüzleşmenin halen gerçekleşmediği bu konulardaki çabaları ile dayanışma için site ve sosyal medya platformlarımızda dosya çalışması olarak yer veriyoruz. Bu sunum yazısı ile başladığımız konuşma metinlerini bölümler halinde okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz. Ezidi, Ermeni, Rum, Kürt ve Dersim soykırımlarını lanetliyor ve toplumsal yüzleşmeye çağırıyoruz. Simurg News”
************************************************************************
Soykırımın inkarı soykırımın devamı demektir !
Dünyanın neresinde olursa olsun, ister Afrika’da, ister Asya’da olsun, bütün soykırımların ortak özelliklerinden bir tanesi, soykırımın, yapanlar tarafından inkar edilmesidir. Bu durum Türkiye için de geçerlidir. Türkiye, 1915 yılında Osmanlı Hükümeti olan, Ittihat ve Terakki’nin organize ederek, planlı, programlı ve sistematik bir şekilde işlediği soykırımı inkar etmektedir. Ruanda’da üç ay içerisinde bir milyona yakın Tutsi katledildi.
Bu soykırımın suçlularından bazıları yakalanarak cezaevine konuldular. Yaptıkları katliam üzerine söz açılınca bunlar, ’’sözde soykırım’’ diyorlardı. Sözde soykırım deyimi de, resmi Türk düşüncesini savunanların da dilinden hiç düşmeyen bir deyimdi.. Türkiye’de Ermeni, Asur (Süryani) veya Helen soykırımını tartışmak var olan tabulardan bir tanesidir. Fakat bütün ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bu konuda farklı iki cephe var. Bir tarafta resmi düşünceyi savunanların cephesi; diğer tarafta ise, halkların çıkarlarını gözeten ve Türkiye’nin yakın geçmişiyle hesaplaşması gerektiğini söyleyenlerin cephesi. Bu iki cephe, yani tarihe farklı iki bakış, geçmişte de vardı. Bir tarafta soykırımı en ince ayrıntısına kadar planlayanların cephesi; diğer tarafta ise ölümü göze alarak, soykırıma karşı çıkan ve Hristiyanları evlerinde koruyan ve saklayanların cephesi… İyiler ve kötüler Şeyh Fethullah, Mardin bölgesinde tanınmış ve Müslüman bir din adamıydı. Bir çok Süryani onu günümüze dek rahmetle anmaktadır. Çünkü bir çok Süryani onun sayesinde kurtulmuştur. Kısacası Türkiye’de sadece kötüler değil; fakat iyiler de vardır. Bu durum, Almanya’da da, Ruanda’da böyleydi. Bütün dünyada da böyledir. Bu bir nevi iyi ile kötünün çatışmasıdır. Osmanlı İmparatorluğunun İttihat ve Terakki yönetiminde, kendi içindeki Hristiyan olan Süryani, Ermeni ve Helen halklarına karşı gerçekleştirdiği soykırımla Türkiye’yi tekleştirme ve Türkleştirme amacını güdüyordu. Bu soykırımda yüzbinlerce insan, kadın çoluk-çocuk demeden acımasızca, çok vahşi bir şekilde öldürüldü. İnsanlar topluca kuyulara canlı canlı doldurulup, kuyuların üstü kapatıldı. İnsanlar gemi ve kayıklarla açık denize taşınıp balıklara yem olarak atıldılar. On binlerce insan kılıçtan geçirildi. Kadınlara tecavüz edildi. Çocukların gözleri önünde, anne ve babaları doğrandı. Yüzbinlerce insan Mezopotamya çöllerinde aç susuz, çok bilinçli bir şekilde ölüme terkedildi. Büyük acılar, büyük olaylar, büyük trajediler yaşandı. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, on dört milyon Türkiye nüfusunun, dört buçuk milyonu Hristiyan halklardan oluşmaktaydı. Bu, toplam nüfusun neredeyse yüzde 33’ü demektir. Günümüzde ise, Türkiye’de Hristiyanların toplam nüfusu ancak yüzde 0,1 civarındadır. Ne oldu bu halklara? Asurlara, Ermenilere, Helenlere ne oldu? Neredeler? Nereye kayboldular!? İnsan çeşitliliği bir ülkenin en büyük zenginliği değil midir? Türkiye’nin en büyük zenginliğine, farklı mozaiğine ne oldu öyleyse? Sözünü ettiğim renklilik, çeşitlilik, mozaik yok edilmiştir. Bu, bilinçli bir şekilde gerçekleştirilen bir yok ediliştir. Evet, planlı, programlı ve sistematik bir şekilde yüzyılımızın ilk soykırımı Ermeni, Süryani ve Helen halklara karşı yapılmıştır. İki milyonun üzerinde insan katledilmiş ve bir o kadarı da göçe zorlanmıştır.
Kimse dünyanın bir çok tarafında günümüzde yaşanan savaş, katliam ve zulümlere bakarak, sözüm ona geçmişte ‘unutulan’ bir katliamı konuşmanın, hak talep etmenin anlamsızlığını düşünme hakkına sahip değildir. Çünkü böylesi bir düşünce, doğru bir düşünce değildir. Soykırım suçu, zaman aşımına uğramayan, insanlığa karşı gerçekleştirilen bir suçtur. Unutulmaması gereken böylesi bir suç, unutkanlığa vurulduğunda, yeni facialara yol açar.
Hitler, Yahudilere, Romanlara, ve tüm demokrasi güçlerine karşı İkinci Dünya Savaşı’nda gerçekleştirdiği soykırım esnasında, ”kim Ermeni halkına yapılan soykırımdan günümüzde bahsediyor” diyerek, dünya kamuoyunun sessizliğini, duyarsızlığını ve unutkanlığını fırsat bildiği herkes tarafından bilinir. Eğer uluslararası demokratik kamuoyu ve ülkeler, Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde halklarımıza karşı gerçekleştirilen katliama seyirci ve tepkisiz kalmasaydı, Hitler İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde yüzyılımızın ikinci büyük soykırımını gerçekleştirebilir miydi? İşte bu yüzden size; sessiz çoğunluğa seslenmeye devam etmeliyiz. Geçmişte yaşanan katliamları günümüzde dile getirmenin, tartışmanın amacı tek başına yapılan barbarlıkları lanetlemek değildir. Bu haykırış, aynı zamanda farklı din, ırk ve kültürden insanların bir arada demokratik bir toplumda güvenli bir yaşam sürdürmeleri açısından da önemlidir. Ancak demokratik mekanizmaya ve işleyişe sahip toplumlar, her türlü baskı ve katliamdan uzak olabilirler. Dünyada şimdiye kadar gerçekleşen bütün katliam ve soykırımların ortak özelliğinin, bunların demokratik olmayan ülkelerde ve demokrasi karşıtı güçler tarafından gerçekleştirilmiş oldukları iyi bilinmelidir! Bu yüzden nasıl bir toplumda ve nasıl bir dünyada yaşamak istediğimiz önemlidir! Ayrı ırk, din, dil ve etnik kökenden insanların, eşit ve kardeşçe bir arada yaşayabileceği toplumlarda mı; yoksa bazı cani güçlerin en küçük hoşgörüye dahi tahammül edemediği toplumlarda mı yaşamak istiyoruz? Sorun, insanların ayrı etnik kökenden gelmelerinden kaynaklanmıyor. Esas sorun, böylesi bir farklılığı ve güzelliği kabul ve tahammül edememekten kaynaklanıyor! Birinci Dünya savaşının gölgesinde Türkiye’de yapılan işte budur.
Türkiye Cumhuriyeti Hristiyan katliamı üzerine kurulmuş bir devlettir. Günümüz Türkiye’sinde halen Talat, Enver, Cemal paşalar ve Bahattin Şakir gibi katiller itibar görmektedir. Çünkü Türkiye’yi tekleştiren ve Türkleştirilenlerin mimarları bunlardır. Erdoğan, Perinçek ve diğer inkarcılar günümüzdeki soykırım zihniyetini devam eden güçleri temsil etmektedirler. Talat Paşa’yı savunmakla Adolf Hitler’i savunmak arasında bir fark yoktur.
Soykırım inkar etmek ikinci kez öldürülmek demektir. Türkiye Cumhuriyeti ve onu yönetenler işte böylesi bir suç işliyorlar. Soykırım kurbanı halkların torunlarına daha da fazla acı yaşatıyorlar. Soykırımın inkarı soykırımın devam ettiği anlamına gelir. İnsanlık ve uygar dünya buna izin vermemelidir.
Sabri Atman, Seyfo Center
MİLLETVEKİLİ ÇEPNİ’DEN “MUNZUR DAĞLARI VE MADEN” SORUSU!
HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni, Munzur Dağları’ndaki madencilik projelerine ilişkin TBMM Başkanlığı’na soru önergesi verdi.
31 Temmuz 2019 Çarşamba 20:11
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez tarafından yazılı yanıtlanması istemiyle TBMM Başkanlığı’na soru önergesi veren HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni, önergesinde şunları kaydetti:
“Munzur dağları, Dersim’in kuzey kesiminde yer alan, Mercan Sıradağları da olarak bilinen dağlardır. Kalkerli ve dişli kütle yapısı vardır. Yüksekliği 3000 metrenin üzerindedir. Munzur Dağlarının Dersim sınırları içinde kalan bölümünde en önemli zirveleri batıdan doğuya doğru, Biçare Dağı (3111 m.), Ziyaret Tepesi (3071 m.) ve Akbaba Tepesidir. (3463 m.). Bu yamaçlardan kuzeye doğru açılan havza tabanlarına inilir. Yöre halkı, yaz aylarında havza tabanları ile havzaları birbirinden ayıran yüksek sırtları, yaylak alanları olarak kullanmaktadır. Güney yamaçlarında yer yer meşe ve ardıç ormanlarına, onlarca çeşit yaban hayvanına ve 43 çeşidi endemik bitkiye rastlanır. 2700 metreden sonra karlarla kaplıdır.
Munzur Dağı ve Munzur ırmağı, Dersim halkı için sadece bir dağ ve ırmak değildir. Dersim’deki yaygın inançlar panteonunda kutsallık atfedilen birçok mekân, ziyaret yeri, ibadet yeri bulunmaktadır. Dünyada belki animizm döneminden kalma bu eski inanç kültürünün dünya kültür mirası olarak korunması gereken bir öneme sahiptir.
Türkiye’de, 294 kaynak suyu arasında en iyi su seçilmiş, dünyanın en temiz su kaynaklarını da barındıran Munzur Dağı’nın tamamının maden sahası ilan edildiği haberleri basında yer almıştır. 145 maden projesinin bulunduğu Dersim’de, şimdi de 60 kilometre uzunluğundaki Munzur Dağları’nın tamamının maden sahası ilan edildiği iddiaları kamuoyunda büyük tepki çekmiştir. Maden projeleri hayata geçirilirse, Munzur’daki binlerce bitki türü, canlı yaşamı yok olacak, yer altı ve yer üstü suları ve turizmi olumsuz etkilenecektir. Munzur dağı, Munzur vadisi ve Munzur ırmağı Dünya’da eşi benzeri olmayan doğal güzellikleri, bitki ve hayvan türlerini barındırmaktadır.
Dünyanın temel gündemlerinden biri olan küresel iklim krizinin ülkemize de büyük bir ekonomik, sosyal maliyet yarattığı göz önünde bulundurulduğunda, “iklim acil durumu” ilan etmesi gereken ülkelerden biri olduğumuz açıktır. Gerek Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın gerek üniversitelerimizin yaptığı araştırmalar sonucu oluşturulan iklim krizi etkilerine dair gelecek projeksiyonlarında ülkemizin ciddi kuraklık tehdidi altında olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu halde mevcut ormanlarımızı, yeşil alanlarımızı, su kaynaklarımızı radikal koruma altına almak, bu alanlarda her türlü zarar verici faaliyete izin verilmemesi gerekir.
Anayasa’nın 56’ncı Maddesi “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir” diyerek vatandaşın sağlıklı, temiz bir çevrede bozulmamış bir doğada yaşama hakkı, 63’üncü maddesi ile de “Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır.” Diyerek, kültürel ve doğal miras alanlarının korunmasını güvence altına almıştır. Yıllardır, Hidroelektrik Santrallerinin ve madencilik sektörünün tehdidi altındaki bu bölgeye sahip çıkmak ve korumak Devletin öncelikli işlerinden olmalıdır.”
İŞTE, BAKANA SORULAN O SORULAR:
1- TMMOB, diğer sivil toplum kuruluşları ve yöre halkının büyük tepkisini çeken Munzur dağlarının tamamının maden sahası ilan edildiği iddiaları doğru mudur? Doğru ise maden sahası ilan edilmesinin gerekçesi nedir? Dersim İl sınırları içinde kaç adet maden projesi bulunmaktadır?
2- Dersim’de ilan edilen maden sahasında hangi tür madenlerin ruhsatlandırılması yapılmıştır? Maden sahasının büyüklüğü ne kadardır, hangi alanları kapsamaktadır? Maden sahası için Çevresel Etki Değerlendirme Raporları alınacak mıdır?
3- Maden sahası ilan edilen alanda ne zaman ne şekilde hangi firmalar tarafından madencilik faaliyetleri yürütülecektir? İhaleye çıkartılmış mıdır? Madencilik Faaliyetleri ne zaman başlayacaktır?
4- Maden sahası ilan edilen alanda, Dünya’nın en değerli temiz ve kaliteli su kaynakları bulunmaktadır. Maden projelerinin yer altı ve üstü su kaynaklarına zarar vermemesi için ne gibi projeler geliştirilmiştir? Su kaynaklarını korumak için ne yapılacaktır?
5- Maden projeleri hayata geçirdiğinde, Munzur’daki binlerce bitki türü yok olacak, yaban hayatı olumsuz etkilenecek, doğal ve kültürel miras yok olacaktır. Dersim’de telefisin imkansız ekolojik yıkımların olmaması, kültürel ve doğal mirasın korunması için Bakanlığınızın ne gibi çalışmaları olacaktır. Bu konuda ilgili meslek odaları ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapılacak mıdır?
6- Bölge yaşayan binlerce vatandaş yaşamını hayvancılık ve arıcılıkla sağlamakta, yaylacılık yapmaktadır. Maden projesi hayata geçirildiğinde halk mağdur olacak, geçim sıkıntısı yaşayacak bu da göçlere neden olacaktır. Bölge halkının yaşayacağı mağduriyetleri giderilmesi için projeleriniz var mıdır?
7- Basında çıkan, Munzur Dağı’nın yanı sıra, 1971 yılında Milli park ilan edilen Munzur Vadisi’nin, Munzur Gözeleri, Munzur Suyu, Mercan Vadisi, Kırk Merdiven Şelaleleri, Tülin Tepe, Tepecik ve Pulur höyüklerini içine alan 43 bin hektarlık alanda da Maden ruhsatı verildiği iddiaları doğru mudur? Eğer verildi ise, Türkiye’nin en zengin biyolojik çeşitlilik alanlarından birini oluşturan Munzur Vadisi’nin doğal yapısının korunması, ekolojik yıkımların olmaması için ne gibi çalışmalar yapılacaktır?
8- Bölgede maden sahası ilan edilen bölgede, Dersim halk inançları açısından kutsal sayılan kaç tane ziyaret vb. inanç mekanı bulunmaktadır? Bu konuda herhangi bir çalışma yapılmış mıdır?
9- Madencilik politikalarının iklim krizine etkisi hakkında herhangi bir çalışma yapılmış mıdır? Bakanlığınız, enerji politikaları ile iklim krizinin Türkiye’ye etkilerine dair bir çalışma yapmış mıdır? Yapmamışsa, kısa zamanda böyle bir çalışma yapmayı planlamakta mıdır?
kaynak: http://www.ozgurdersim.com/haber/milletvekili-cepniden-munzur-daglari-ve-maden-sorusu-15399.htm
T24 | Metin Kaan Kurtuluş
Kanadalı madencilik şirketi Alamos Gold’un Kaz Dağları’nda yürüttüğü altın çıkarma operasyonlarına Kuzey Amerika’da en sert tepkiyi gösteren siyasi parti Kanada Komünist Partisi oldu.
T24’e konuşan Kanada Komünist Partisi’nin merkez komite üyesi ve Genç Komünist Birliği Genel Sekreteri Adrien Welsh, “Türkiye hükümeti, Kanada hükümeti ve Alamos Gold’un üçlü pinpon oynamakta olduğu gerçeği utanç verici” dedi ve Kaz Dağları’nda olanlardan üçünün de “sorumlu olduğunu” dile getirdi.
Dünyadaki maden şirketlerinin yaklaşık yüzde 75’inin merkezinin Kanada’da bulunduğunu vurgulayan Welsh, Kanada hükümetinin istediği takdirde Alamos Gold’un Kaz Dağları’ndaki projesini durdurabileceğini, ancak süreçte birçok aktörün bulunmasının durumu karmaşıklaştırdığını söyledi.
Welsh ayrıca “Kanada’nın çok çevreci bir ülke olduğu” söyleminin bir mitten ibaret olduğunu ifade etti.
Welsh’in T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Kanada’da insanlar Kaz Dağları’nda neler olduğunun farkında mı? Durum hakkında bilgisi olanlar nasıl tepki veriyor?
Maalesef Kanada basını bu konuda çoğunlukla sessiz kaldı. Birkaç kez hızlıca durumdan bahsetmek dışında Kanada’nın kurumsallaşmış basın organları Kaz Dağları hakkında hiçbir şey söylemedi. Bu bir sürpriz değil çünkü kurumsallaşmış Kanada basını Kanadalı madencilik şirketleriyle ilgili herhangi bir sorunu sessizleştirmeye çalışır. Biz Kanada’daki kurumsallaşmış medyanın madencilik şirketleri tarafından yapılan bu yağmanın ve işlenen bütün suçların suç ortağı olduğunu düşünüyoruz. Onların sessizliğinden sebep çok az miktarda insan Kirazlı maden projesi ve Alamos Gold’un operasyonlarından haberdar olabiliyor. Konudan haberdar olan az sayıda kişi de zaten ya bu kurumlarda çalışan insanlar ya da Kanadalı madencilik şirketlerinin dünyada işlediği suçları takip eden kişiler. Bu da demek oluyor ki bizim Kanada’daki insanlar için bu gibi konularda farkındalık yaratma konusunda büyük bir rol oynamamız gerekiyor.
“Hepsi sorumluluktan kaçmak için başkalarını hedef alıyor”
Geçen hafta Kanada Büyükelçisi Chris Cooter İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ile Kaz Dağları hakkında görüşmek için bir araya geldi. Aynı günlerde Başbakan Trudeau’nun özel kalem müdürü Bay Chaar “Alamos Gold’un Kaz Dağları’ndaki çalışmalarının durdurulmasını” talep eden bir e-postayı Uluslararası Ticaret Çeşitlendirme Bakanı James Carr’a ilettiğini açıkladı. Kanada’da hükümetin Kaz Dağları’ndaki durum ile ilgili olarak duruşu ne? Alamos Gold’un bölgedeki çalışmalarını durdurma yetkileri var mı?
Türkiye hükümeti, Kanada hükümeti ve Alamos Gold’un üçlü pinpon oynamakta olduğu gerçeği utanç verici. Gerçekte olan şu: Hepsi bu sosyal ve çevre felaketi konusunda sorumlu ancak hepsi sorumluluktan kaçmak için başkalarını hedef alıyor.
Madencilik şirketleri Kanada’nın uluslararası ticareti için büyük bir tabu.Gerçek şu ki dünyadaki madencilik şirketlerinin yaklaşık yüzde 75’inin merkezi Kanada’da ve küresel madencilik endüstrisinin elde ettiği kapitalin çoğu Toronto borsasından geçiyor. Bunun nedeni şu: Madencilik şirketleri bir tarafta Kanada’nın toleranslı ve zayıf madencilik yasalarından faydalanıyor, öbür taraftan Kanada emperyalizmi için diplomasiye fayda sağlıyorlar.
Kanada hükümetinin Kaz Dağları’ndaki operasyonları durdurmak için yapabileceği çok şey var. Ancak asıl soru bunun çalışmaları tamamıyla durdurmak için yeterli olup olmayacağı.Unutmamalıyız ki Çanakkale bölgesindeki operasyonların büyük bir bölümü yanılmıyorsam Erdoğan’ın akrabalarına ait bir firmaya taşeron edilmiş durumda. Bu durum farklı aktörlerin dahiliyetini ve sorumluluğunu gösteriyor.
“Kaz Dağları’nda olanlar bizim için bir sürpriz değil”
Bu durum tabii ki Kanada’nın kirli ellerini temizlemek için kullanılmamalı. Daha önce dediğim gibi dünyadaki maden şirketlerinin yüzde 75’inin merkezi Kanada’da, bu da demek oluyor ki Kanadalı maden şirketleri dünyada her yerde. Kaz Dağları’nda olanlar bizim için bir sürpriz değil. Bu şirketlerin Kanada dahil dünyanın birçok yerinde işledikleri suçlara dair uzun bir liste var. Şu anda bahsettiğimiz olayın benzerleri Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’da yaşandı. Romanya’daki operasyonda büyük bir siyanür sızıntısı yaşandı. Kolombiya’da Kanada madencilik lobisi ve Kanada Uluslararası Kalkındırma Ajansı yönetimin madencilik endüstrisini denetleyen yasanın değiştirmeye zorlanmasında önemli bir rol oynadı. Bu yasa sonucunda ülkenin işlemlerden aldığı pay azaldı. Meksika ve Guatamala’da madencilik aktivitelerine karşı ayaklanan protestocuları öldürmeleri için insanları işe alıyorlar. Latin Amerika’nın birçok yerinde Kanada madenciliği darbelerin ve kanlı diktatörlerin gölgesinde yer aldı: Dominik Cumhuriyeti’nde Trujilo’nun, Şili’de Pinochet’nin, ayrıca Haiti ve Honduras’da yapılan darbelerin.
Kanadalı maden şirketleri hakkında skandallar her gün meydana geliyor. Geçen hafta Burkina Faso’da bir altın madeni işleten Iamgold şirketi vergi ödememek için ülkeden altın kaçırmaya çalışırken yakalandı.
Bütün bunlara baktığımızda açıkça görüyoruz ki Kanada hükümeti sadece bu duruma ‘dikkat etmiyor’ değil, Kanada hükümeti bu suçlara ortak. Kanada acilen çevrecilik standartlarını artırmalı ve harekete geçmeli. Çevreyi kirleten şirketlere suçlu muamelesi yapılmalı ve en yetkili isimlere suçlamalar yöneltilmeli. Bu yabancı ülkelerde yasaları ihlal eden, cinayet işleyen ve başka suçlara imza atan şirketler için de geçerli olmalı. Kanada’daki yüksek standartlar bu şirketler için başka ülkelerde de operasyonlar yürüttüklerinde geçerli olmalı. Aynı zamanda Kirazlı’daki durum Kanadalı madencilik şirketlerinin kamu mülkiyeti olması ve demokratik kontrol altına alınması gerektiğini gösteriyor. Bu şirketlerin kurumsal açgözlülük peşinde koşmasını engellemenin tek yolu.
Peki bu dünyadaki bütün kirli madencilik operasyonlarını durdurmak için yeterli mi? Büyük ihtimalle hayır çünkü bir şirket gittiği zaman başka biri onun yerini alacak. İşte bu yüzden bizim bu şirketlere karşı kavgamız uluslararası. Bu yüzden Türkiye ve diğer ülkelerde bu şirketlere karşı mücadele eden kardeşlerimize destek vermenin çok önemli olduğunu düşünüyoruz.
“Sessizlik duvarının kırılması için üzerimize düşeni yapacağız”
Kanada Komünist Partisi Türkiye’de olanlar hakkında en çok ses çıkaran Kanadalı parti oldu. Bir organizasyon düzenlemeyi veya resmi bir açıklama yayımlamayı planlıyor musunuz?
Tabii ki. Bu hafta yayımlanacak bir resmi açıklama üzerinde çalışıyoruz. Ayrıca 16 Ağustos cuma günü Montreal, Vancouver ve Alamos Gold’un merkezinin bulunduğu Toronto’da barış, uluslararası birlik, çevre, sosyal ve ilerici konularla ilgilenen aktivistlerden oluşan bir koalisyonla yürüyüşler planlıyoruz. Buna ek olarak Kaz Dağları konusundaki gelişmeleri yakından takip ediyoruz ve bu konunun etrafındaki sessizlik duvarının kırılması için üzerimize düşeni yapacağız.
Alamos Gold böyle bir operasyonu Kanada’da yapabilir miydi?
Asıl soru, Alamos Gold gibi şirketlerin Türkiye’de yaptıklarının aynısını Kanada’da yapıp yapamayacakları değil, ne zamandır bunu yaptıkları olmalı.
Kanada devleti 1867’de yaratıldığında toprakların çoğu özel mülktü. 1870’de özel şirketlerin Kanada’nın mineral kaynaklarına erişmesine izin verildi. Bu durum o zamandan beri değişmedi, Kanada’da maden şirketleri sömürüleri için vergi ödemiyor. Yerin altında milyarlarca dolar kazanırken sadece yerin üstündeki binaları için belediyelere vergi veriyorlar.
“Yağmalamaktan çekinmiyorlar”
Çevre açısında Ontario’daki “Cobalt one” gibi madenler yılda 2 milyon kilogram arsenik yayıyor. Bu arsenik şimdi Temiskaming gölüne dökülüyor. 2011 verilerine göre Rouyn Noranda’da madencilik çalışmaları sebebiyle her yıl 23 bin kilogram arsenik dökülüyor. Maden şirketleri, yetkililerin desteğiyle bölgede yaşayan şanssız insanların malına el koymaktan, para kazanabilecekleri bütün mineralleri yağmalamaktan ve çukurları temizlemeden gitmekten çekinmiyorlar.
Kanada’da Alamos Gold’un Türkiye’deki operasyonları hakkında farkındalık yaymaya çalışan başka organizasyonlar da var mı?
Siyasi partiler açısından sadece Kanada Komünist Partisi bu konuyla ilgili farkındalık yaymaya çalışıyor. Hatta bir adım ileriye gidip Kanadalı madencilik şirketlerinin dünyadaki operasyonlarına düzenli olarak tek bir parti dikkat ediyor diyebiliriz. Bir taraftan yaptıklarımızla gurur duyuyoruz ancak öbür taraftan hiçbir kurumun bu şirketleri açıkça kınayamaması çok talihsizce, çünkü bu işten çıkarları olduğunu gösteriyor.
Ancak kendi toplumlarında farkındalık yaratmaya çalışan sivil toplum örgütleri ve aktivistler çok iyi işler çıkarttı. Bunlara örnek olarak Quebec Yunan İşçiler Birliği ve Latin Amerikalı ilerici organizasyonları verebiliriz. Bu insanlar ve gruplarla eylemler düzenlemek, sosyal medya ve basın ile farkındalık yaratmak amacıyla işbirliği halindeyiz.
“Trudeau COP21 zirvesinde selfieler çekerken Trans dağlarındaki boru hattının uzatılmasını sağladı”
Kanada’nın dünyanın en çevreci ülkelerinden biri olduğu söylenir. Kaz Dağları’nda Toronto merkezli bir şirkete karşı protestolar düzenlenirken ana akım medyanın ve birçok büyük siyasi partinin sessizliğini nasıl açıklarsınız?
Maalesef Kanada’nın çevreci bir ülke olması bir mitten öte değil. Trudeau’nun ‘Bay Çevreci’ olarak görünmek için elinden geleni yaptığı doğru, ancak gerçek bundan çok uzakta. Örnek olarak Paris’teki COP21 zirvesinde selfieler çekerken Trans dağlarındaki boru hattının uzatılmasını sağladı. Bilim adamlarına göre sadece bu karar bile Kanada’nın COP21 hedeflerine ulaşamayacağı anlamına geliyordu. Skandal burada bitmiyor, boru hattını yapacak şirket projeden çekilince Trudeau hükümeti bizzat dünyanın en kirli fosil yakıtı olan yağ kumlarının çıkarıldığı Alberta’dan Pasifik kıyısına taşınması için bizzat 4.5 milyar dolar yatırım yaptı. Bunlar yetmezmiş gibi boru hattı yerel halkın yaşadığı bir bölgeden geçiyor. Burada yaşayanların fikri alınmadı ve boru hattı projesine karşı direnmekte zorlanıyorlar.
Kanada aynı zamanda yeni NAFTA anlaşmasına da imza attı. Bu anlaşma içinde madencilik şirketlerinin de bulunduğu büyük firmalara eğer kâr etmelerinin engellendiğini kanıtlayabilirlerse devletlere dava açma hakkı veriyor. Bu da demek oluyor ki çevreyi koruma adına yapılan denetleme daha da zorlaşacak. Bu anlaşma aynı zamanda ürünlerin yerel kaynaklardan değil, Meksika kadar uzak yerlerden geleceği anlamına geliyor. Bu da karbon ayak izini ciddi anlamda artıracak.
“Kapitalizm doğanın ve emeğin sömürüsü üzerine kuruludur”
Trudeau hükümeti ayrıca 2026’ya kadar ordu bütçesini yüzde 73 artırma kararı aldı. Bunun amacının eski savaş uçaklarını yenileriyle değiştirmek ve savaş gemileri inşa etmek olduğu belirtildi. Bu çevre konusuyla alakalı değil gibi gelebilir ama gerçek şu ki ordular dünyadaki en çevre kirletici kurumlar. Bir CF-18 jetinin uçtuğu her saat için 4.4 ton yakıt yaktığını unutmayalım. Kanada’nın Letonya, Mali, Suriye ve Irak’taki NATO görevlerine dahiliyetinin giderek arttığını düşünürsek sadece bir uçaktan ve sadece bir saat uçuştan da bahsetmiyoruz.
Bütün bunlar Kanada’da oluyor, oysa ki rahatlıkla gerçek bir yeşil ekonomiye geçiş yapabiliriz: Yeteri kadar alan var, kaynaklar var ve ekonomik açıdan gelişmiş bir ülke. Ancak gerçek bir yeşil ekonomi için insanlar ve gezegenimizin kârın önüne konulması gerekiyor. Bunun için kâr odaklı ekonomiden uzaklaşmalıyız, kapitalizm doğanın ve emeğin sömürüsü üzerine kuruludur.
Buradaki en önemli sorun şu: Ana akım medya ve Kanada hükümeti büyük bir illüzyonu ayakta tutmaya çalışıyor. Bu illüzyon kapitalist bir ekonomik sistemde doğayı koruyabileceğimiz illüzyonu. Onlar karbon vergisi ve yeşil kapitalizmin çözüm olduğuna inanıyor. Kaz Dağları’ndaki durum kapitalizm ve çevrenin yok edilmesinin el ele gittiğidir. Şirketler ve ana akım medyanın sakladığı da bu.
Dersim Kongresi Meclisi Yürütme Kurulu üyesi de olan İlyas Yer arkadaşımız Komünar Bellek adıyla farklı konularda tele-konferanslar düzenlemektedir. “simurg-news” sitesinde yayınlanmış olan mağdur halklara yönelik tele-konferanslar dizisini sayfamıza aktarıyoruz…
“Komünar Bellek Kolektifinin tarihsel-toplumsal sorunlara ilişkin ilgisi ve buna yönelik yoğunlaşma ifadesi olan tele-konferans çalışmalarını önemsiyor ve toplumsal yüzleşmenin halen gerçekleşmediği bu konulardaki çabaları ile dayanışma için site ve sosyal medya platformlarımızda dosya çalışması olarak yer veriyoruz. Bu sunum yazısı ile başladığımız konuşma metinlerini bölümler halinde okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz. Ezidi, Ermeni, Rum, Kürt ve Dersim soykırımlarını lanetliyor ve toplumsal yüzleşmeye çağırıyoruz. Simurg News”
Ezidi Soykırımı !
21 yüzyılda -2014 yılında- Emperyalist güçlerin denetiminde insanlığın gözü önünde, İŞİD barbarlığınca gerçekleştirildi. Ezidi soykırımını lanetliyorum!
Bundan 5 sene önce 3 Ağustos 2014 yılında, İŞİD, Irak’ın Şengal şehrini işgal edip 10.000 Ezidi´yi katletti. Binlerce Ezidi kadını, kızı rehin alınarak ya öldürdü ya da pazarlarda seks kölesi olarak sattı. Sayısı tam olarak bilinmemesine karşın binlerce kadın tecavüze uğradı. Bugün tecavüz edilen bu kadınlar tecavüz ürünü çocuklar dünyaya getirdi. Bu büyük bir travma. Öyle büyük bir travma ki Ezidi dinine göre tecavüz mağdurları Ezidi olarak kabul edilmemektedir. Büyük bir acı. Tam olarak sayıları bilinmemesine karşın tecavüze uğramış kadınlardan doğan yaklaşık 4500 çocuk olduğu söyleniyor. Bu durumda olanlar Ezidi topluluğu tarafından dıştalanıyor. Bundan daha büyük bir acı ve travma olabilir mi?
“Birleşmiş Milletler(BM)tarafından da tanınan bu soykırım üzerinden beş yıl geçmiş olmasına rağmen 2 bin 500 kadın ve kız çocuğu halen esaret altında.”
Komünar Bellek sivil insiyatifi, uzunca bir süreden beridir gündeme dair telekonferanslar düzenlemektedir. Bu telekonferanslardan birini de geçtiğimiz ay 13 Temmuz 2019 tarihinde gerçekleştirdi. Ana teması soykırımlarla ilgiliydi. Ezidileri temsilen dostumuz Prof.Dr. Jan İlhan Kızılhan da bu konferansa katılacaklardı. Kendilerinin Dahok da bulunmaları dolaysıyla telekonferansa katılamadılar. -Bir başka komünar bellek tele-konferansında bu topraklarda soykırımlara maruz kalmış halkların sözcüleri ile yeniden bir arada bulunacağız. – Dostumuz Prof.Dr Jan İlhan Kızılhan ; “1.400 kadın ve kız çocuğunu bizzat muayene ederek, henüz Irak ve Irak Kürdistan Bölgesel yönetimince karşılanamayan tedavi teknikleri nedeniyle, 1100 kadın ve çocuğun Almanyada tedavi altına alınması sağlanmıştır“ buda durumun vahametının ne kadar ağır olduğunu bize göstermektedir.
Osmanlı imparatorluğu ve Türkiye cumhuriyeti devletinin egemen olduğu topraklarda, tarihin farklı dönemlerinde, bu toprakların kadim halklarına dönük soykırımlar yaşandı. Soykırıma maruz kalmış bu halkların yaşayan evlatları olarak ; 13 Temmuz 2019 tarihinde, saat 18.00 de, yaşanan soykırımları konuşmak üzere “Komünar Bellek” sivil insiyatifi bir Tele-konferans gerçekleştirdi. Komünar Bellek Kollektifi olarak organize ettiğimiz Tele-konferansımıza, aşağıda ismi geçen aydın ve azınlık sivil toplum sözcüleri sunumlar yaptılar.
Konuşmacılar: Koçgiri soykırımı : Dr.Dilek Kızıldağ Soileau Gazeteci Erdal Emre , Pontus soykırımı: Yazar Tamer Çilingir, Ermeni soykırımı: Yazar. Hovsep Hayreni, Süryani soykırımı: Seyfo Center Başkanı Sabri Atman, Diyarbakır Süryani Der.Başkanı Murat Demir, Dersim soykırımı; Eğitmen Hüseyin Sevinç, Sosyolog Selman Çimen Uluslararası İnsan hakları ceza hukuku uzmanı Doç.Dr.Hüseyin Çelik, Moderatör; Komünar Bellek sivil insiyatifinden İlyas Yer. 13 temmuz 2019 (Cumartesi) Almanya saati ile Saat 18.00 de gerçekleştirdiğimiz Tele-konferans yaklaşık dört saat sürdü. Her bir konuşmacı kendi alanına ilişkin oldukça önemli bilgiler aktardılar. Bir hayli uzun bir konuşma olmasından kaynaklı bu konuşma metnini, önce özet ve daha sonrada bölümler halinde okuyucuya sunacağız. Oldukça uzun( yazıya dokülmüş hali 45 sayfa civarında ) olmasından kaynaklı tümünü yayımlama imkanımız bulunmamaktadır. Anlayışla karşılayacağınızı ümit ediyorum.
Bu topraklarda soykırım yaşamış halkların bir araya gelerek acılarını ortaklaştırmaları gerektiğini düşünüyorum. Yoksa yeni soykırımlar kapıda!
Komünar Bellek Kollektifi adına İlyas Yer
4Ağustos 2019
Aşağıdaki yazı Gazete Kritik’ten alındı.
Önergenin gerekçesinde, “Munzur Vadisi 1971 yılında milli park olarak koruma altına alınmıştır. Bu sahanın milli park ilan edilmesindeki etken; doğal yapı, zengin bitki örtüsü, akarsuya kaynak teşkil eden gözeler, kuzeyinde yer alan buzul gölleri ve yöreye özgü hayvan türleridir. Tunceli ili, endemik bitki türleri, hayvan popülasyonu, fauna ve flora zenginliği ve coğrafi yapısı ile her dönem yerli, yabancı turistler ile doğaseverler tarafından sıklıkla ziyaret edilmektedir” denildi.
Geri dönüşü olmayanlar sonuçlar doğuracak
Gerekçede, şunlar kaydedildi: “İlimizin Munzur dağlarını, krater göllerini, höyüklerini, yaylalarını ve arı konak yerlerini kapsayan 43 bin hektarlık bir alanda maden sahalarına ruhsat verilme ve olası bir maden arama çalışmaları, doğal yaşam alanlarının talan edilmesine sebep olacaktır. Ayrıca söz konusu durum, doğal yaşam alanları ve ekolojik denge üzerinde geri dönüşü olmayan sonuçlar doğuracağı gibi, temel geçim kaynağı hayvancılık, arıcılık ve yaylacılık olan bölge halkı açısından da hayati öneme sahiptir.”
CHP Tunceli Milletvekili Polat Şaroğlu’nun konuyla ilgili sunduğu önerge şöyle:
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA
Tunceli ilinde, fiziki coğrafya özellikleri, iklim farklılıkları ve çok zengin su kaynaklarına bağlı olarak ortaya çıkan biyoçeşitlilik, bitki örtüsü ve doğal peyzaj bakımından zengin görüntülerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Tunceli, yaban hayatı bakımından oldukça zengin bir bölgedir. Özellikle Munzur Vadisi ve çevresi yaban hayvanları için elverişli bir ortam sunmaktadır. Dünyada ve Türkiye’de soyu tükenmek üzere olan ve birinci derecede koruma altında bulunan yabani hayvanlar da yine bu bölgede görülmektedir.
Munzur Vadisi 1971 yılında milli park olarak koruma altına alınmıştır. Bu sahanın milli park ilan edilmesindeki etken; doğal yapı, zengin bitki örtüsü, akarsuya kaynak teşkil eden gözeler, kuzeyinde yer alan buzul gölleri ve yöreye özgü hayvan türleridir. Tunceli ili, endemik bitki türleri, hayvan popülasyonu, fauna ve flora zenginliği ve coğrafi yapısı ile her dönem yerli, yabancı turistler ile doğaseverler tarafından sıklıkla ziyaret edilmektedir.
Aynı zamanda, Dünya Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, Dünya Kültürel ve Doğal Mirası’nın Korunmasına Dair Sözleşme ve Bern Sözleşmesi gibi ülkemizin taraf olduğu uluslar arası sözleşmelerle de koruma altına alınan Munzur Vadisinde bulunan doğal yaşam alanları, son dönemde gündeme gelen çeşitli projeler ile tehdit altındadır. Munzur dağlarının tamamını kapsayan alanın maden sahası olarak ilan edildiğine dair haberler bir süredir kamuoyunun gündemindedir. Buna göreTunceli genelinde 145 maden arama ruhsatı verilmekte ve bu ruhsatlardan bir kısmının Munzur Gözeleri, Munzur Suyu, Mercan Vadisi, Kırk Merdiven Şelaleleri, Tülin Tepe, Tepecik ve Pulur höyüklerini içine alan 43 bin hektarlık alanda ilan edilen Munzur Milli Parkı’nın bir bölümünü kapsadığı öne sürülmektedir.
İlimizin Munzur dağlarını, krater göllerini, höyüklerini, yaylalarını ve arı konak yerlerini kapsayan 43 bin hektarlık bir alanda maden sahalarına ruhsat verilme ve olası bir maden arama çalışmaları, doğal yaşam alanlarının talan edilmesine sebep olacaktır. Ayrıca söz konusu durum, doğal yaşam alanları ve ekolojik denge üzerinde geri dönüşü olmayan sonuçlar doğuracağı gibi, temel geçim kaynağı hayvancılık, arıcılık ve yaylacılık olan bölge halkı açısından da hayati öneme sahiptir.
Bu temelde, Tunceli’de faaliyet sürdüren maden ocaklarının canlı yaşamı ve ekolojik denge üzerinde yarattığı tahribatın araştırılması ve Munzur Dağlarının maden aramalarına açılması kararının tüm boyutlarıyla incelenerek, bölge halkına ve doğal yaşam alanlarına vereceği zararın araştırılması noktasında gerekli yasal düzenlemelerin yapılabilmesi amacıyla Anayasa’nın 98’nci İç Tüzüğün 104’üncü ve 105’inci maddeleri gereğince bir Meclis Araştırması açılmasını arz ve teklif ederiz.
Polat ŞAROĞLU
Tunceli Milletvekili
8 Ağustos 2019
AVRUPA DERSİM DERNEKLERİ FEDERASYONU ( FDG ) ve
DERSİM KONGRESİ’nden
Ortak Açıklama:
Dersim semalarında kara bulutlar hiç bir zaman eksik olmadı. Yakın tarihte bahtına hep soykırım, zulüm, doğa tahribatı ve talan düşen Dersim diyarı yeni bir saldırı furyasıyla karşı karşıya. “Munzur Dağları’nın tamamı maden sahası ilan edildi!”, “Munzur Milli Parkı’nda maden armaya ruhsat verildi!”, “Dersim’de Yeniden Köy Boşaltma Kararı” alındı manşetleri yeni felaketlerin haberini veriyor.
İlgili makamlar, 75 kilometrelik uzunluğa, 25 kilometrelik genişliğe sahip, 43 bin 350 hektarlık bir sahayı kapsayan Munzur Dağları’nın tamamını maden sahası olarak ilan etti. Hemen akabinde, “Munzur Gözelerini de içine alan Munzur Milli Parkı’nın bir bölümünde bir şirkete maden arama ruhsatı verildiği ortaya çıktı.” (Artıgerçek, 29 Temmuz 2019). Elbette ki bu girişimlerin ve kararların bir amacı Alamos Gold, Newmont Gold, Chesser Resources, Sandstorm gibi uluslararası sermaye şirketlerine ve Ahmet Çalık’ın Lidya Madencilik, Alacer Gold, Doğu Biga Madencilik gibi yerli işbirlikçilerine altın ve diğer yeraltı madenlerini sömürerek en azami kâr etme imkânını sağlamaktır. Çanakkale’den Dersim’e, İvrindi’den Erzincan’ın Çöpler’ine kadar bu amaç her zaman kovalanır. Ne var ki tarihi, kültürel dokusuyla Dersim coğrafyası buna ek olarak ayrı bir saldırının odağındadır. İnanç ve etnik yapısıyla, diliyle, siyasi duruşuyla kimliksel farklılık arz eden Dersim’li kendi toprağında yaşamaktan men edilmek istenmektedir. Yeniden gündeme alınan köy boşaltma kararlarının, baraj ve siyanürle altın arma projelerinin, rutin hale getirilen orman yangınlarının, yaşam alanlarına mayın vb. patlayıcıların yerleştirilmesinin, silahlı çatışmaların teşvik edilmesinin esas amacı bölgeyi yaşanmaz hale getirmek, yerli nüfusun göçünü hızlandırmak ve diasporadaki Dersimlilerin topraklarına geri dönerek yeni bir sosyal yaşam örgütlemelerini engellemektir.
Öngörülen maden projelerinin hayata geçirilmesi, proje alanlarında her türlü canlı yaşamın deformasyona uğraması, sonlandırılması ve Munzur Dağları havzası ve Dersim’in ekosisteminin geri dönüşü olmayacak şekilde tahrip edilmesi anlamına gelecektir. Dersimlilerin kutsal addettikleri Jar-u-Diyar’a adım atmaları, köklerine dönerek yeni bir yaşam inşa etmeleri imkansızlaşacaktır. Basında ve sosyal medyada takip edildiği kadarıyla Dersimlilerin büyük çoğunluğu kapılarını döven bu büyük tehlikenin farkındadır. Ne var ki her Dersimli aynı zamanda çözümsüzlük ve güçsüzlük denen çaresizliğin pençesinde kıvranmaktadır. Durum, 37-38 Tertelesi’nin (Jenosidin) son dönemlerindeki toplumsal ruh hâlini andırıyor.
Her Dersimli birey ve kurum kendi tarihinden ders çıkarmak durumundadır. Tarihin hiçbir döneminde Dersimliler toplumsal varlıklarına ve vatanlarına yönelen büyük tehlikelere karşı birlikte hareket etmedikleri müddetçe başarılı olamamışlardır. Son gelişmelerle toplumsal varlığımıza, doğamıza, inanç mekanlarımıza karşı başlatılan meydan okumaya karşı her Dersimli bireyin ve kurumun gücünü birleştirerek harekete geçmesinden başka bir seçeneği yoktur. Yer Küre’nin neresinde bulunursa bulunsun, her Dersimli’nin yüreği, bilinci, ruhu sel olup tehlike altındaki Jar-u-Diyar’a akmalıdır. Kesilecek her ağaç, zehirlenecek her su pınarı, postal basılacak her inanç noktası, kazma vurulacak her toprak parçasını kanatlarımızın altına almalıyız, korumalıyız. Ruhunu ranta teslim etmiş hiç bir şirket yöneticisine rahat yüzü göstermemeliyiz. Tarihimizle, doğamızla, kutsal ziyaretlerimizle BİZ olup BİR olup varlığımıza kast edenlerin kâbusu olmalıyız.
Hasankeyf’te, Fatsa’da, Çanakkale’de rant uğruna, doğayı ve canlı adına ne varsa zehirlemekten imtina etmeyenlere karşı ortak mücadele platformlarında ve alanlarında ruhumuzu, bilincimizi, ellerimizi birleştirmeliyiz. Su ve Vicdan nöbetçilerinin Kaz Dağları’ndaki direnişleriyle bütünleşmeli, kendilerinden de aynı hassasiyeti Munzur Dağları’nda maden arama girişimlerine karşı göstermelerini talep etmeliyiz.
Her Dersimli bireye ve kuruma çağrımızdır: Vakit kaybetmeksizin bir araya gelip Dersim’e Sahip Çıkma Kampanyası için bir koordinasyon oluşturalım. Dersim Barosu ve diğer kurumların, bireylerin attıkları değerli adımları daha da güçlendirerek, sürekliliği sağlanmış uluslararası bir kampanyaya dönüştürelim.
Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu ( FDG )
Dersim Kongresi
7 Ağustos 2019