İLK DEVLET
Tarihte devlet diye nitelendirebileceğimiz ilk sosyal ve siyasal yapılanmalar tarım devriminden sonra ortaya çıkarlar. İlk defa insanlar, doğaya ait olan toprak alanlarını ekip biçerek ve yanlarına evlerini yaparak özel mülkiyete adım attılar.
Kendine ait saydığı bu verimli tarımsal toprakları ve üzerindeki ekinleri yağmalamak isteyenlere karşı korumak zorundaydı. Ekilmiş ve üzerinde bol ürünler bulunan bu araziler, tarım yapmayı bilmeyen, tercih etmeyen veya uygun araziler bulamayanlar için ganimetti. Ayrıca ekili arazileri olanların ürünleri, sel ve kuraklık nedeni ile tahrip olduğunda, tahrip olmamış arazilere yönelmek de söz konusuydu.
Üzerinde tahıl, meyve, sebze yetiştirilen arazileri korumak bir zorunluluktu. Korumak için de savaşabilecek güçlü insanlara yani, erkeklere ihtiyaç vardı. Bunun için de çok erkek çocuk doğurmak gerekirdi. Kadınlar sürekli doğurmalıydı. Yeterli erkek çocuk sahibi olana dek. Çok oğlu olanlar, işgalcilere ve yağmacılara karşı koyabilirdi. Zor zamanlarda ise başkasının arazisini yağmalayabilirdi. Komşusu üzerinde tahakküm kurabilirdi veya komşusunun tahakkümüne karşı koyabilirdi.
Daha çok çocuk sahibi olmak ve artan nüfusu besleyebilmek için daha çok araziye ihtiyaç vardı. Bunun için ya yöredeki arazileri işgal etmek ya da doğada daha çok arazi açmak gerekiyordu. Bunun için de başta ormanlar olmak üzere diğer bitki örtülerini yok etmek gerekiyordu.
Giyinmek için kumaş, yemek pişirip yemek için kap kacak, ekip biçmek, kesmek için bıçak, balta, orak gerekiyordu. Yemeklerin lezzetini arttırmak, etin kokmasını önlemek için tuz ve baharat gerekiyordu. Yaşamı daha katlanılır, keyifli hale getirmek için süs eşyaları, daha dayanıklı ve güzel evler inşa etmek için duvar ustaları gerekiyordu. Arazilerin sulanabilmesi için arklar, su kanalları gerekiyordu. Tüm bunları yalnız başına yapmak mümkün olmadığı için sosyal dayanışma, işbirliği gerekiyordu ki bu da ticaret demekti. Ticaretin aracı da mal takasıydı.
Uzak mesafeler arasında el aletleri, baharat, kumaş, çanak çömlek, maden getirip götürmek gerekiyordu. Bunun sonucunda ticaret yolları oluşuyordu. Karada kervancılık, denizde gemicilik gelişiyor ve yeni bir sınıf doğuyordu; mal üretmeyen ancak hizmet üreten tüccar sınıfı.
Çiftçilerin arazilerini ve ürünlerini, zanaatkarların ürünlerini, tüccarların ticaret yollarını korumaları, güvenliklerini sağlamak gerekiyordu. Sekiz, on oğula sahip olmak hatta bir kabileye sahip olmak bunlar için yetmiyordu. Savunma ve saldırıda yetenekli, işi sadece bu olan bir sınıfa ihtiyaç vardı; o günün asker ve polisi olan savaşçılar… Bir şey üretmedikleri için ürünlerini ve canlarını korumak isteyenlerin onlara kendi ürettiklerinden pay vermeleri gerekiyordu. Bu vergiydi. Üreticiler, ihtiyaçlarından daha fazlasını üretip onlara vermek zorundaydı. Vergi denen bu şey artı değerdi. İnsanın insanı sömürmesinin önünü açacak olan sistemin sihirli değneği…
Bu geniş iş bölümü ve büyüyen sosyal ağlar tüccar ve asker sınıfının yanında bir sınıf daha doğurdu: Tüm bu işleri organize edecek yöneticiler. İşler büyüdükçe, yöneticilerin yönetim işlerini organize eden, yöneticilere hizmet eden muhasebeciler, mühendisler gibi memurlar gerekliydi. Bu da bürokrasiydi.
Üretenler, çalışanlar, üretmeyen birçok sınıfı beslemek zorundaydı: Tüccarları, askerleri, yöneticileri, bürokratları… Bunları besleyebilmek için de daha çok üretmek zorundaydılar.
Tüm bu organizasyonların belirli merkezlerde yapılması gerekiyordu. Bunun için şehir devletleri ortaya çıktı. Fiziki büyüklüğü, üretim kapasitesi, nüfusu bu günkü ortalama bir kasaba kadar olan küçük devletler.
Bu küçük devletlerin halkı aynı dili konuşuyor, aynı ahlaki değerlere ve aynı kültüre sahip, aynı tanrılara inanıyordu. Bu da kendi aralarında anlaşmalarını ve iş bölüşümünü kolaylaştırıyordu. Ortak bir geçmişe sahiplerdi. Birbirlerini tanıyorlardı.
DOĞA ANANIN AZİZLİĞİ
Son buzul çağ yaklaşık on beş bin yıl önce sona erdi. Yer kürenin ısınmasıyla birlikte, ekvator bölgesinin kuzeyinde eriyen buzulların altından verimli topraklar ve toprakları besleyen nehirler ortaya çıkıyordu. Ekvatorun altında, güneyde ise sıcaklar artıyor ve kuraklık başlıyordu. Bu nedenle büyük insan toplulukları sürekli daha bereketli topraklara, sulak alanlara doğru göçe zorlanıyordu. Sonradan göç edenler, kendilerinden önce göç edip yerleşmiş olanların topraklarına göz dikiyordu. Bu göçler büyüyerek, daha sonra insanlık tarihinde bir dönüm noktası olarak anılacak olan kavimler göçüne yol açacaktı.
İklim değişiklikleri, nüfus artışları, güvenlik, ulaşım sorunları daha büyük organizasyonları gerektirecekti. Daha fazla teknik aletler, daha fazla arazi, daha fazla gıda ve doğal olarak daha fazla işgal savaşı. Tüm bunların sonucunda küçük devletler gâh anlaşma yoluyla gâh işgallerle birleşmeye, daha büyük devletler oluşmaya başladı. Başlangıçta aynı dili konuşan, aynı tanrılara inanan, aynı ahlaki ve kültürel değerleri paylaşan halklardan oluşan bu küçük kral devletleri, farklı diller konuşan, farklı ahlaki ve kültürlere sahip, farklı tanrılara inanan halklardan oluşan imparatorluklara dönüşmeye başladı.
TOPLUMSAL SÖZLEŞME
Büyük toplumsal yapıları ekonomik, siyasal ve iş bölümleri başta olmak üzere, büyük organizasyonları sağlamak ve bir arada tutabilmek için bir toplumsal mutabakat/ toplumsal sözleşme gereklidir. Günümüzde anayasa dediğimiz bu mutabakat, neolitik çağın yani, tarım toplumunun zirveye çıktığı dönemde din olarak ortaya çıktı. Farklı kültürlere, farklı dillere, farklı inançlara sahip toplumları bir arada tutma zorunluluğunun çözümü olarak din en uygun adaydı. Yüzlerce toplumun inandığı binlerce tanrı yerine, her toplumu kucaklayan tek bir tanrı, yüzlerce toplumu bir arada tutan bir imparatorluk için en uygun tasarımdı. Böylece imparatorluklar ve imparatorluk adayları hükmetmek istedikleri coğrafyada yaşayan farklı inançlardaki halkları tek bir dine inanmaları için zorlamaya başladılar. Modern çağa kadar yaşanan en kanlı, en zalim savaşlar da bu tasarım aracılığı ile yapıldı.
Kasaba büyüklüğündeki ufak krallık devletleri, devasa coğrafyalara, kıtalara hükmeden imparatorluk devletlerine dönüştü. Verimli arazileri, maden ve su kaynaklarını, ticaret yollarını ele geçirmek için verilen savaşlar da din adı altında gerçekleştirildi.
MAKİNELERİN MUCİZESİ
İşgal edilecek toprak, keşfedilecek yeni coğrafyalar kalmayınca, teknolojik gelişmeler imdada yetişti. Üretimi arttıracak, üretilmiş ürünleri yeni ürünlere dönüştürebilecek makineler devreye girdi. Daha az insan gücüyle daha çok ürün üreten makineler. Toprağın, doğanın dışında üretim sağlayacak alan yaratan makineler, fabrikalar…
Tahılları, meyveleri, sebzeleri, eti, sütü, yünü, madenleri daha hızlı işleyerek, çeşitliliği çoğaltarak üretim yapma olanağı… Onlarca, yüzlerce insanın kol gücüyle yapabileceğini birkaç makineyle yapabilen fabrikalar devreye girdi. Avcı ve toplayıcılıktan tarım ve hayvancılığa geçişle gerçekleştirilen o devasa devrimden sonra ikinci devasa devrim oldu; sanayi devrimi.
Buharlı makinelerin icadı, üretimde ve ulaşımda devrim yapan motorun icadını da beraberinde getirdi. Taşıma hayvanlarının yerini motorlu araçlar, insan gücünün yerine geçen makinelerin de insan gücü yerine motorla çalışması otomobillerin, trenlerin, devasa büyük ve hızlı gemilerin, uçakların, tankların yaşama hükmetmesini sağladı.
Üretilmiş ürünlerin ve insan emeğinin bedelinin ödenmesi için takasın yerini para alalı çok olmuştu fakat para hiçbir zaman ihtiyaç ürünlerinden ve insan emeğinden daha önemli olmamıştı. Sanayi devrimine kadar para günlük yaşamda çok belirgin değildi. İnsanlar kendi yiyecek içeceklerini köylerde tarlalarda üretebiliyor, hayvancılıkla yiyecek ve giyeceğini üretebiliyorlardı. Ancak, sanayi devrimiyle beraber para en belirleyici aktör haline geldi. Tarlası, hayvanı olmayan işçiler emeklerinin karşılığını para olarak almak ve ihtiyaçlarını giderecek ürünleri parayla satın almak zorundaydı. Takas edecek ürünleri yoktu ve ürettikleri her şeyin sahibi, fabrikanın da sahibi olan patrondu.
PATRONUN DOĞUŞU
Patronun da paraya ihtiyacı vardı. Üzerine fabrika kuracağı arsa için, kuracağı fabrika binası için para ödemeliydi. Fabrikanın içini donatacak makineler için para ödemeliydi. Henüz hiçbir üretim yapmadan, üretimi gerçekleştirebilmek için yapacağı bu yatırımlar için gereken paraya “sermaye” dendi. Mevcut fabrikanın kapasitesini arttırmak için de ürettiklerini tüketiciye ulaştıracak pazarlara ürün taşıması için de sermaye gerekliydi. Devletlerin de devasa bürokrasiyi yönetebilmesi için paraya ihtiyacı vardı. Fabrikalara akın eden nüfusun büyüttüğü kentlerin altyapısını geliştirmek için de devletlerin paraya ihtiyacı vardı. Dayanıklı, demir ve betondan oluşan evler, büyük kanalizasyonlar, barajlar, okullar, yollar gerekiyordu. Savaşlar için de paraya ihtiyaç vardı. Savaşlar, eskisi gibi at üzerinde elde mızrak ve kılıçlarla yapılmıyordu. Uçaklar, tanklar, tüfekler, bombalar gerekiyordu. Bunları üretmek için devasa masraflı yatırımlar yapmak veya büyük paralar ödeyerek satın almak gerekiyordu. Tüm bunları yaparken, sizi ele geçirmek isteyen diğer devletten daha iyisini, daha fazlasını yapmak zorundaydınız. Rekabet masrafları da arttırıyordu. Çözüm daha çok para elde etmekti.
Katlanarak büyüyen rekabet ve tüketimin körüklediği daha çok maden, daha çok tahıl, daha çok et, daha çok enerji ihtiyacı, daha çok para ihtiyacı demekti. Para; üretim birimleri, pazarlar ve finans sektörü arasında gidip gelirken tüm bunların akışını sağlayan, elinde tutan patronlar da güçlendikçe güçleniyor, büyüdükçe büyüyordu. Devletler paradan daha çok istifade edebilmek için üretimin artmasını teşvik ediyordu. Fabrikaların daha kolay kurulması, daha çok ve daha çeşitli üretim yapması, üretilenlerin daha çok tüketiciye ulaşması, kendi ulusal şirketlerinin diğer devletlerin şirketleriyle rekabet edebilmesi için devletler sürekli kendi patronları ve özel sektörlerini teşvik ediyor ve destekliyorlardı. Özel sektörün yani patronların yapamadığını kamu yatırımları adı altında devletler finanse ediyordu. Ürünlerin pazarlara ulaşması için gerekli asfalt yolları, tren yollarını, enerji ihtiyacını giderecek barajları, maliyeti düşürmek için işçilere daha az ödeme yapmasını sağlayacak yasal düzenlemeleri (asgari ücret belirlemesi gibi), şirketlerin yatırımlarını koruyacak silahlı güçleri, üretimde çalışacak kalifiye elemanları yetiştirecek okulları hep devletler sağlıyordu.
Bu arada patronlar güçlendikçe güçleniyordu. Ellerindeki para her geçen gün daha çok artıyordu. Paranın organize olması, bir yerden bir yere daha kolay ve güvenli ulaşabilmesi, küçük tasarrufların bir elde toplanıp büyük yatırımlara yönlendirilebilmesi için bankalar kuruluyordu. Bankaların oluşturduğu finansal güç devasa boyutlara ulaşıyor ve hayatın en belirleyici gücüne dönüşüyordu.
Devletler daha güçlü ekonomiye sahip olmak için sanayiciyi destekliyor, sanayi geliştikçe daha çok insan tarımdan sanayiye, kentlere göç ediyor, kentlerde yığılan bu devasa nüfusun geçinebilmesi için daha çok fabrikaya ihtiyaç duyuluyordu. Sanayi geliştikçe finans sektörü gelişiyor, finans sektöründe toplanan paranın kontrolü de patronların gücüne güç katıyordu.
Devlet, ekonominin yani sanayinin gelişmesi için daha çok yatırım yapmak zorunda kalıyor. Vergiler bu yatırımları karşılayamayınca finans sektöründen borç para (kredi) alıyor. Aldığı kredilerle sanayicinin işini kolaylaştırırken borç batağına gömülüyor. Borç alan direktif de almaya başlıyor. Devletleri yönetecek olanlar bu finans çevreleri tarafından belirleniyor, devletlerin yönetimleri ele geçiriliyor. İstedikleri gibi davranmayan yöneticiler ya suikastlara uğruyor ya da darbelerle alaşağı ediliyor. Devletleri zayıf düşürmek, zayıf düşen devletleri teslim almak için savaşlar çıkarılıyor. Savaş büyük maliyetler içerdiği için, savaşan devletler büyük sermaye sahipleri tarafından finanse ediliyor, satılan silahlarla ve savaş sonrası anlaşmalarla hem verdikleri parayı kat kat fazla geri alıyor hem de bu devletler daha çok borçlandırılmış oluyor.
YENİ BİR DEVLET MODELİ
Tarım ve hayvancılık küçük krallıkları, krallıklar imparatorlukları yaratırken, sanayi devrimi de üniter devletleri yarattı. Yeni palazlanmakta olan şirketler kendi iç pazarlarını koruyabilmek, diğer devletlerin şirketlerinin kendi pazarlarına girmesini engellemek için ulus devletler yarattılar. Yabancı şirket ürünlerinin kendi pazarına girmesini ve kendi kalifiye iş gücünün yabancı şirketlerin ülkelerine göç etmesini engellemek için gümrük uygulamaları geliştirilip pasaport, gümrük vergisi gibi önlemler aldılar.
Ne var ki tek bir pazarın içeride sağlam ve verimli olabilmesi için, tek bir ulusun var olması gerekiyordu. Tarım toplumlarında tek din altında tüm halkları birleştirmek sorunu çözebilirken, yeni sistemde tek din yeterli olmuyordu. Yan yana iki devletin halkları aynı dine mensup olunca sınırlarda da esneklik olmak zorundaydı. Bunun için ulus devletler yeni bir araç geliştirdiler; milliyetçilik. Devletler, kendi sınırları içinde tek din uygulamak için daha katı uygulamalara başvururken, kendi dinini komşu devletin dininden ayırabilmek için mezhep farklılıklarını geliştiriyordu. Bu yeterli olmayınca tüm halkları aynı ulusa dönüştürebilmek için farklı kültürler ve farklı diller yasaklanıyordu, tek millet dayatılıyordu.
Tüm bunlar üretimin, pazarın ve finansın güçlenmesi için yapılırken, gelişen ulusal şirketler, zayıf düşürülen devletlerin pazarlarını ele geçirmeye başlıyordu. Bunun en vahşi dönemi 1. ve 2. Dünya savaşları dediğimiz bölüşüm ve işgal savaşlarıdır. Bu savaşlarda ülkelerin toprakları işgal edilmedi. İmparatorluklar parçalandı ve yeni sisteme uygun olan ulus devletlere dönüştürüldüler. Bu iki büyük savaşı tasarlayan, organize eden ve sonuçta daha çok güçlenen sadece, tüm dünya finansının çoğunu elinde tutan birkaç aile oldu. O kadar güçlendiler ki devletlerin merkez bankalarını bile ele geçirdiler. Her devletin ekonomisinin direği olan merkez bankaları bu ailelerin şirketlerinin eline geçti. Şu an dünyada, kendi merkez bankasının tamamına sahibi olan hiçbir ulus devlet yoktur. Günümüze kadar gelinen süreçte sadece merkez bankalarını değil, devletler kendi kurdukları kamu şirketlerini bile özelleştirme adı altında bu özel şirketlere devrettiler.
Özel mülkiyet üzerine inşa olmuş, adına kapitalizm dediğimiz bu ekonomik modelde üretim tamamen özel şirketlerin elindedir. Bu şirketler, doğası gereği sürekli büyümek zorundadır. Büyümek için (tahıl, maden gibi) daha çok hammaddeye, iş gücü ve petrol gibi daha çok enerjiye ihtiyaç duyarlar. Bunun için de doğayı, kültürleri, insani değerleri, insan beden sağlığını ve psikolojisini tahrip etmekte hiçbir sakınca görmezler. Tahrip ettikleri kültürler yerine kendi tüketim kültürünü inşa ederler. Tahrip ettikleri insan beden ve ruh sağlığını da pazara dönüştürürler. Bozulan beden ve ruh sağlığı için ilaçlar, aşılar satarak hem kârlarına kâr eklerler, hem de sağlıkları üzerinden insanları kendilerine mahkum ederler.
ŞİRKETLER SINIR TANIMIYOR
Tarımsal ve sınai üretim bu şirketlerin tek elinde toplanıyor. Tüm ihtiyaçlarınız bu şirketlere ait tarlalarda ve fabrikalarda üretiliyor. Fiyatlarını onlar belirliyor. Her hangi bir ihtiyacınızı giderecek olan bir ürünü bu şirketlerden, onların belirlediği fiyattan almak zorundasınız. Ekip biçebileceğiniz tarlanız, etinden, sütünden yararlanabileceğiniz hayvanınız yok. Tüm ihtiyaç ürünlerini bu şirketlerden almak zorundasınız. İhtiyaçlarınızı satın alabilmek için gerekli parayı da bu şirketlere çalışarak elde edebilirsiniz. Onlara çalışıp onlardan para alıyorsunuz ve o parayı tekrar onlara verip, orada çalışarak kendi ürettiklerinizi satın almak zorundasınız. Tüm yaşam döngünüz onların elinde.
Devletler her şeyden ellerini çekerek, tüm yaşamı bu şirketlerin ellerine bırakıyor. Bir kamu hizmeti olan ve bir zamanlar devlet tarafından karşılanması zorunlu olan sağlık sistemi, hastahaneler, eğitim sistemi, okullar özel şirketlere devrediliyor. Bir zamanlar can ve mal güvenliği devlet tarafından karşılanmak zorundayken, günümüzde özel güvenlik gibi, paralı asker temini gibi uygulamalarla özel şirketlere devrediliyor.
Yollar, köprüler, barajlar, silah sanayi gibi kamusal faaliyetler, tüm dünyada artık özel şirketler tarafından yapılıyor. Demokrasi ve özgürlük gibi kavramlar da sermayenin uluslararası dolaşımının rahatlığına, yapılan uluslararası yatırımların dokunulmazlığına indirgenmiş durumda. Ne diyorlar; “demokrasi olmadan yabancı sermaye gelmez.”
Sosyal devlet anlayışı çerçevesinde devletin yapması gereken faaliyetler artık şirketlere devrediliyor. Tüm yiyecek ve içeceklerimizi şirketler üretiyor. Sağlığımız için gerekli ilaçları ve aşıları şirketler üretiyor. Eğitimi şirketler veriyor. Yolları, köprüleri, barajları şirketler yapıyor. Devletlerin elindeki büyük kurumlar şirketlere devrediliyor. Uluslararası ticareti şirketler yapıyor. Demokrasi şirketlere göre inşa ediliyor.
Şirketler kendi tüketim kültürünü körüklüyor. Her şeyin yenisini, bir üst sürümünü almakla mutlu olunacağı telkin ediyor. Neye inanıp neye inanmayacağınıza bu sistem karar veriyor.
YENİ BİR TOPLUMSAL SÖZLEŞME
Sanayi öncesi toplumda, toplumsal mutabakat, toplumsal sözleşme olarak din vardı. Bireyler arasındaki ilişki, bireyle toplum arasındaki ilişki, vatandaşların devletle olan ilişkileri, ahlak kuralları bu toplumsal sözleşmeye göre belirleniyordu. Sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan kapitalist sistemde bu durum değişti. Dinler, bu yeni sistemin istediği toplum modeline ve ortaya çıkan yeni yaşam biçimine uygun değildi. Yeni yaşamın istediği düzenlemeleri içermiyordu. Örneğin; dinlerde ümmet esasken, kapitalist pazar sisteminde millet önemliydi. Eski sistemde aile bağları önemliyken, bireyler ölünceye kadar ailelerine bağlı kalmak zorundayken, on sekiz yaşından sonra bireysel özgürlük kavramı geldi. Bu yeni toplumsal düzen için, din yerine başka bir toplumsal sözleşme gerekliydi. Bunun çözümü de “anayasa” oldu. Her devlet, kapitalist sisteme uygun olarak kendi anayasasını oluşturmaya başladı.
Ne var ki günümüzde dünyanın önemli bir kısmı hâlâ din ile ayakta duruyor. Toplumların çoğu sosyal ilişkilerini, ahlaki değerlerini, günlük yaşamlarını dinlerine göre yaşıyorlar. Bu da şirketlerin ihtiyaç duyduğu yaşam biçiminin önünde engel teşkil ediyor. Hıristiyanlık büyük ölçüde günlük ve toplumsal yaşamdan dışlanmışken, 1,5 milyar insanın inandığı İslamiyet hâlâ kontrol edilemez bir şekilde duruyordu. Bu devasa insan nüfusunun da tam kontrolünü sağlamak için bir şeyler yapmak gerekiyordu. Sosyalist sistemi yıkmak için baş tacı ettikleri İsamiyet, artık önlerinde engeldi. Ulus devletler sürecinde ve pazar genişletme sürecinde kullandıkları bu dini, rakipsiz kaldıkları ortamda kambur olarak görmeye başladılar. İşlevsiz hale getirebilmek için işe yaramadığını, kötülük kaynağı olduğunu göstermeleri gerekiyordu. Bunun için, bir taraftan üst üste tarikatlar, dini silahlı örgütler kurup bunları finanse ederek canice cinayetler, katliamlar işleterek, diğer yandan yandan da bu dinin mensuplarını cani, saldırgan, ilkel, vahşi göstermenin propagandasını geliştirdiler. Işid bunların en bariz örneğiydi. Modern çağda İslamiyet algısına ışid kadar zarar veren başka bir örgüt daha yoktur. Özellikle son bir yüzyıla yakın bir süre sonunda İslam coğrafyası için; her gün birbirini katleden, bir araya gelemeyen, bilim ve teknoloji üretemeyen çağ dışı bir dünya olduğu algısı tamamen oturmuş durumdadır.
Dinin işlevsizleşmesiyle boşalacak alanı kendi geliştirecekleri dinsel bir yapıyla yeniden dolduracaklar. Günlük yaşamdan, genel yaşam anlayışına kadar tüm paradigmayı yeniden oluşturacaklar. Özellikle sanal gerçeklik teknolojisi ve anti depresan gibi uyuşturucularla temel oluşturacakları bir kültürle insan zihnini yeniden şekillendirecekler. Yeni dinin temellerini bilimle atacaklar.
Beslenme ve günlük ihtiyaçları karşılayacak tüm ürünlerin üretimlerini ellerine geçirmiş durumdalar. Bankalar para vermeyi kestiği, şirketlerin üretimi durdurduğu an hayatı felç edecek güçteler. Resmi ve özel tüm işlerin, iletişimin internete yüklendiği günümüzde, sadece internetin kesilmesi durumunda neler olacağını bir tahmin edin.
SON KOZ; SAĞLIK
İnsanın yeryüzünde var olduğu günden beri en büyük iki korkusu, açlık ve hastalıktır. Açlığı giderecek olan tüm ürünlerin üretimi ve pazarlanması tamamen şirketlerin ellerinde. Geriye kalan tek şey sağlık. Tüm dünyada sağlık sektörü özelleştirildi. Ancak bu yetmiyor. İnsanları sağlıkları üzerinden yönetebilmek önemli. Yüz yılı aşkın bir süredir kurulan laboratuvarlarda mikroplar, bakteriler, virüsler inceleniyor ve bunlarla mücadele için ilaçlar geliştiriliyor. Sadece hastalıkların nasıl iyileştirileceği değil, hastalıkların nasıl kullanılacağı da artık çok iyi biliniyor. Daha çok gıda üretmek için kimyasal katkılar geliştirilirken, yiyeceklerin ömrünü uzatacak genetik müdahale (GDO) yöntemleri de gelişiyor.
Birkaç yıl öncesine kadar gıda sektörü ile sağlık sektörü kavgalıydı. Sağlık sektörü, gıda sektörünü gıdaların sağlığını bozmakla suçluyordu. Gıda sektörü de sağlık sektörünü yetersizlikle suçluyordu. Fakat son birkaç yıldır bu iki sektör el ele vermiş durumdalar. Ben sağlığı bozarak sana pazar oluşturayım, sen de ilaç üretip satarak para kazan. Kazan ve kazandır anlaşması…
HEDEF; AMANSIZ KONTROL
Dünyanın bir çok yerinde savaşan ordular, çoğunlukla özel şirketlerin oluşturduğu paralı askerlerdir. Tıp fakültelerinin eğitim müfredatlarının ilaç şirketleri tarafından oluşturulması gibi tüm dünyada okullar özel şirketlerin elindedir. Tarımsal ve sınai üretim özel şirketlerin elindedir. Bilim ve teknoloji özel şirketlerin elindedir. Uzaya giden, uzayda maden arayanlar özel şirketlerdir. Sağlık özel şirketlerdedir. Tüm bu şirketler, dünyanın parasının çoğunu elinde tutan ve yöneten birkaç şirketin elindedir ve bu birkaç şirket, birkaç ailenin elindedir. Bu corona virüsü günlerinde yaşananlara bakınca, daha önceden distopik filmlerde ve romanlarda gördüğümüz uygulamaların yaşama geçirildiğini görüyoruz. Dünyayı yöneten bir avuç insan ve onlar tarafından insanlığı unutturularak hayvan sürüleri gibi yönetilen milyarlarca insan…
ÇÖZÜM; MÜDAHALE
Geleceğin bu ürkütücü durumu karşısında korkan, ne yapacağını bilmeyen milyarlarca insan çözümü geçmişte buluyor. Geçmişte kalan inancından, kültüründen, yaşam biçiminden medet umuyor. Dünyayı yöneten bir avuç insan gözlerini geleceğe dikmiş onu ele geçirmeye çalışırken, bu şaşkın milyarlarca insan da gelecekten kaçarcasına geçmişine sığınmaya çalışıyor. Çözümü geçmişinde ararken meydanı daha çok egemenlere bırakıyor.
Çözüm geçmişte veya geçmişteki herhangi bir şeyde değil. Çözüm, geçmişi iyi anlayarak, geleceği daha iyi öngörerek geleceğe müdahale etmektir. Geleceğe müdahale edecek bir yöntem, bir anlayış geliştirmedikçe çözümsüz kalmaya devam edeceğiz. Kimi inancıyla, kimi etnik kökeniyle avunup oyalandıkça, atı alan Üsküdarı geçecek.