Dersim 1937 olayları ile 1938 olayları arasındaki farkları ve bu konudaki düşüncelerimi Dersimlilerin tertip ettiği toplantılarda konuşmacı olarak anlattım. Dostlar arası sohbetlerimizde birçok kez açıkladım. Dersim kırımı 1938 olayları üzerinden anlatılmazsa dünya halkları Dersim’in acısını kavrayamaz diye sosyal medyada çok açık ve net yazılar yazdım. Ama ideolojilerin en keskin olduğu dönemlerde yaşamış ve kültürel gıdasını bu süreçlerde almış olan benim kuşaktan Dersimli aydınlar bu konuda yazdıklarımı anlamadı veya anlamak istemediler. Bizim kuşaklar 1970’lerde çok keskin olan sol veya sağ ideolojilerden beslendi. 1980’lerden sonra ise Türk solu veya Kürt solundan etkilendi. Dersim olaylarını ve Dersim tarihini kendi atalarının kodları, kültürel mirası üzerinden okuyamadılar. Atalarımızın katliam üzerine söyledikleri kültürel vasiyetlerine sahip çıkamadılar. Bu hatalar hala devam ediyor.
Dersim davasında duyarlı olan Dersimliler ilk zamanlar “Dersim İsyanı” diyen Türkçülerin, sonraları “Dersim İsyanıyla” övünen ve slogan atan Kürt milliyetçilerinin etkisinde kalmıştı. Somut gerçeklerle hiç ilgisi olmayan “Dersim İsyanı” gibi yanlış, uydurma bir sloganı uzun yıllar bizim Dersimliler gençler de hiç irdelemeden savundular.
İki binlere yaklaşırken farkına varılan bu büyük yanlışlık birçok Dersimli aydının başlattığı eleştirilerle kısmen de olsa engellendi. Ama maalesef birçok konuda atalarımızın düşüncelerine ters düşen bazı büyük hatalar hala devam ediyor. Peşin hükümle keskin ideolojilere takıntılı olan bizim kuşak yapılan açıklamaları dinlemiyor, irdelemiyor ve kavramıyor. Bu nedenle meramımı veya sitemimi genç yazarlara, Dersimli genç aydınlara anlatmaya; atalarımızın kültürel vasiyetini genç Dersimlilere aktarmaya karar kıldım.
Her vasiyet içinde aynı zamanda ölümden izler taşıdığından olsa gerek etkili olabiliyor diye düşünenlerdenim.
Bu girişten sonra hemen esas konuya geçeyim. Dersim’de 1937’de neler oldu? 1938’de neler oldu? Ve Dersimli aydınlar bu olayları ne kadar irdeledi, ne kadar kavradı, nasıl açıklıyor ve savunuyorlar?
Sorunları anlamamız için önce Dersim 1937 ve 1938 dönemindeki olayları bu iki yıla göre ayrı ayrı belirtip ve bu olaylardan hangi yetkililerin sorumlu olduklarını da kısaca özetlememiz gereklidir.
1937 Yılında Dersim’e yapılan “Askeri Hareket” döneminde İsmet Paşa Başbakan olarak sorumluydu. Atatürk ise tek parti sürecinde baştan ölümüne kadar değişmeyen Reisicumhur ve lider olarak sorumluydu.
Dersim faciası, kırımı 4 Mayıs 1937’de Bakanlar kurulunun aldığı karara dayanıyor. Bu kararda da belirtildiği gibi ilk başlarda para dağıtmaktan çekinmediler. Parayla Dersim’in içinde ajanlar bulundu. Sahan Ağa ile Alişer gibi liderler Dersimli ajanlar kanalıyla öldürüldü. Aynı yıl 70 kişiye yakın Dersimli lider ya çok saflığından teslim oldu veya kandırılıp Elazığ’a götürüldü. 1937 yılındaki tüm bu olanlardan İsmet Paşa Başbakan olarak sorumludur.
1937 Hareketi bittikten sonra 19 Eylül 1937 tarihinde Ankara’da Meclise bilgi veren İsmet İnönü “Dersim’de ordumuzun girmediği dere ve tepe kalmamıştır. Dersim’de asayiş sorunu halledilmiştir,” gibi sözler söyledi.
Bu sözlerin anlamı çok açık ve nettir. Dersim’de asayiş sorunu vardı. Ordumuz halletti, diyor. Yani Dersim’de “isyan vardı” demiyor. Açıkça asayiş sorunu diyor İnönü. Bu sorun da çözüldü diyor. Yani ikinci bir harekete ihtiyaç yoktur diyor İnönü.
Oysa Atatürk Dersim’de askeri hareketin devam etmesini istiyordu. İlk Mecliste Mebus olan Mustafa Zeki Beyin (Saltuk) anıları da Dersim ikinci bir askeri hareket konusunda Atatürk ile İnönü arasında ayrışma başlamıştı. O yıllarda Atatürk ile İnönü’nün arasında ekonomi konusunda da ayrılıklar oluşmuştu. Atatürk ile Celal Bayar özel sermayeye ağırlık verilmesini istiyordu. İnönü ise devlet kapitalizmi kanalıyla kalkınmadan yanaydı. Atatürk ile İnönü arasında oluşan ekonomik sistem konusundaki ayrılıklara Dersim konusundaki ayrılık da eklenince İsmet İnönü Eylül 1937’de görevden ayrıldı. (Alındı diyebiliriz.) Yerine Atatürk tarafından Celal Bayar atandı.
Elazığ’daki idamlar 1937’nin Kasım ayındaydı. Yani İnönü görevden ayrıldıktan sonra bu idamlar yapıldı.
1938’de ise “ Dersim’deki Askeri Harekete” Başbakan Celal Bayar ile devam edildi.
Dersim’de onlarca yerde çocuklar, bebekler, hamile kadınlar, yaşlılar yani eli silah tutmayan masum sivil insanlar yaz ve güz ayları boyunca topluca kıyıldı. Dersim’in dağları kana bulunda, nehirleri kanlı aktı.
Dönemin Başbakanı Celal Bayar Dersim olayları üzerine yaptığı bir konuşmasında “Atatürk vurulacak dedi, biz de vurduk,” diye açıklama yapmıştı. Bu açık bir itiraftı.
Olayların tarihlerine dikkat edilirse; toplu katliamların yapıldığı 1938 yılında İnönü yetkisiz ve etkisizdi. Sahan Ağa ve Alişer’in öldürüldüğü ve Dersimli birçok liderin tutuklandığı 1937 yılının Eylül ayını kapsayan döneme kadar İnönü Başbakan olarak sorumludur. İdamların yapıldığı 1937 yılının Kasım ayında ve sonraki yıl olan 1938’de onlarca yerde yapılan ve Dersim dağlarını, nehirlerini kana bulayan toplu kırımlarda İsmet Paşa yetkisiz ve etkisizdi.
Dersim olaylarını tartışan Dersimlilerin aslında 1937 yılında neler oldu? 1938 de neler oldu? Bu acı olaylar kimin veya kimlerin döneminde oldu? Sorumlular kimlerdi? Önce iyice detaylarıyla araştırması, en azından Google Amca’dan olayların “Vikipedisini” görmesi, incelemesi, öğrenmesi ve bu tarihi kronolojiye göre konuşması lazım diye düşünüyorum. Ama olayların tarihi sıralamasından haberi olmayanlar bile çok uzun fakat içi boş yazılar yazıyorlar.
Burada amacım o dönemlerde etkili ve yetkili görevlerde bulunan herhangi birini temize çıkarmak veya aklamak değildir. Çünkü Dersim Kanunu oylanırken sadece Muğla Milletvekili “yüce Meclisin yetkileri bir komutana devredilemez,” diye küçük bir itiraz etmişti. Kanun oylanırken maalesef bu vekil de oy vermişti. Dersim kanunu Meclisten oy birliğiyle çıkmıştı.
Unutmamalıyız ki, Dersim olayları sürecinde Atatürk, İnönü, Celal Bayar, Mareşal Fevzi Çakmak, Adnan Menderes gibi politik aktörlerin hepsi adı CHP olan bu tek partinin üyesi olarak içindeydi. Yani hepsi ordaydı. Sağcıların önder kabul ettikleri siyasiler de, cumhuriyetçi solcuların önder kabul ettikleri liderler de oradaydı. CHP zihniyeti diyerek “sağ siyasi hareketi” aklamaya çalışan sağcı liderler bu günkü Dersimlilerin aklıyla dalga geçiyorlar. Demin de dediğim gibi devlette süreklilik esastır ve sorumlu bu süreklilik kabiliyetini temsil eden ise devlettir. Ülkede barış ve kardeşliğin tesisi için bu devleti temsil edenler ülke tarihindeki bu kara sayfayla yüzleşmek zorundadırlar.
Ne yazık ki benim kuşaktan Dersimliler ezberci sağ veya sol ideolojilerin etkisinde kaldıkları; 1938’de tarihi gerçeklerdeki derinlikleri, ayrıntıları gözden kaçırdıkları için halkımızın kırımını bile sağ ve sol arasındaki keskin ideolojik bölünmelere göre değerlendirdiler ve değerlendiriyorlar.
Olayları bizzat yaşayan Dersimlilerin anlatımlarına dikkat edilirse halkımız Dersim olaylarını açıklarken 38’de önce ve 38’den sonra deyimini sık sık kullanır. Yani halkımızın ortak hafızasında 1938 katliamları, kırımları travma yaratmıştır. Atalarımıza göre 1938 yılı bir milattır. Atalarımızın bu konudaki görüşleri açık ve nettir. Kafaları karışık olan bu kültürel mirasa sahip çıkmada yetersiz kalan bizim nesillerdir. Bu nesiller niçin kültüründen koptu?
1948 Birleşmiş Milletler Bildirgesine göre de suçsuz bir insanın veya bir gurubun ırk, din, inanç, cinsiyet ayrımı bahanesiyle suçsuz yere öldürmesi katliamdır, kırımdır. Sayı fazla ise toplu katliam diye anılır. 1938’de toplu katliamları, en acı olayları bizzat yaşayan halkımız; Dersim dağ ve nehirlerinin kızıl kanlara bulandığı 1938 yıllını milat kabul etmiştir. Bu doğru tespite uymamız lazım.
Ama gel görkü günümüzdeki Dersimli aydınların çoğunluğu “Dersim Kırımını” dünyaya açıklarken dağlarımızı, nehirlerimizi kızıl kana bulayan ve atalarımızın da kabul ettiği bu toplu katliamlar üzerinden değil; Buğday Meydanındaki idamlar üzerinden anlatıyorlar. Eğer inanmıyorsanız onlarca yıldır tertip edilen miting, toplantı ve konferanslar için basılan afişlere bakabilirsiniz. Değişik yıllara ait olan afişlerin hemen hemen tümünde 1937 yılında Elazığ’da yapılan idamlar ön plandadır. Kırımı bizzat yaşayan halkımızın milat kabul ettiği 1938 yılı ve binlerce suçsuz insanımızın Dersim dağlarındaki toplu katliamları; akıtılan kanları hep arka planda, gölgede kaldı ve kalıyor. Bundan dolayıdır ki Dersim dışındaki diğer halkların veya kırım, katliam konusundaki duyarlı insanların çoğu Dersim olaylarını 1937’de Elazığ’daki idamlardan ibaret sanıyor. 1938’de onlarca yerde yapılan binlerce insanımızın toplu katliamlardan habersizdirler.
Araştırma tekniklerinden biraz haberi olan bir Dersimli olarak bunu söylüyorum. İnanmayanlar bu konuda uzman bir firmaya bir araştırma yaptırabilirler. Bu yanlış algının oluşmasında maalesef Dersimli aydınların da katkısı oldu ve hala oluyor. Tek amacım bu yanlış yoldan hemen dönülmesidir. Yoksa atalarımızın yani Dersim’in haklı davası daha çok zarar görecektir.
Dersim 1938’deki büyük acımız kamuoyuna doğru ulaşsın diye 2003 yılında yayınlanan “Dersim Dile Geldi” isimli romanımda 1938 yılında yapılan toplu kırımları; bu kırımlardan bir mucize eseri olarak kurtulan çocuk kahramanlar üzerinden anlattım. Çünkü gerçek buydu ve masum çocukların çektiği gerçek acılar insanları daha çok etkiliyor. Bu kitabımın Almancası hala www.amazon.de sitesinde de satılıyor ama maalesef geniş kamuoyuna ulaşamıyoruz.
Keskin sağ ve sol ideolojilerden etkilendiğinin farkında olmayan bizim kuşak; Dersimde kaç bin çocuk, bebek, hamile kadın, suçsuz sivil insan kurşuna dizildi? Kaç yerde toplu katliam oldu? Bu suçsuz insanların mezarları nerede diye kendisine veya kamuoyuna sorular sormadı. Afişlere bu tür sorular yazmadı. “1937’de Elazığ’da idam edilen pirlerimizin mezarları nerede?” cümlesi meşale yapıldı. Dağlarımızda kurşuna dizilen binlerce suçsuz insanın ve masum bebelerin mezarları da, isimleri unutuldu gibi. Yani bizler kaybolanların listesini bulmak için araştırmalar yapmadık, kolay yolu seçtik. Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edildiği için isimleri mahkeme tutanaklarında kayıtlı bulunan bu isimleri kolayca bulduk ve Elazığ Buğday Meydanı’nı ve bu idamları hep ön plana çıkardık. Elbette ki bu acı olay da anlatılabilirdi. Ama ön plana çıkması gereken Dersim dağlarındaki on binlerce insanın kurşuna dizildiği toplu katliamlar olmalıydı. 1938’de kızıl kanlara bulaşmış olan Dersim dağları ve nehirleri olmalıydı. İsimsiz kahramanlarımızın listeleri yapılmalıydı.
Günümüzdeki bu yanlış gidişin farkına varılıp vaz geçilmeden Dersimlilerin doğru strateji ve taktikleri yakalaması imkânsızdır.
Bir daha altını çizerek yazalım. Eğer acıları bizzat yaşamış atalarımızın sözlü anlatımlarla bize aktardıkları dikkate alınsaydı, milat 1938’di. Yani Dersim’deki toplu katliamlardı. Eğer atalarımızın anlattıklarını doğru kavramış olsaydık; kaç yerde toplu katliam oldu? Her toplu katliam yerinde, kaç yüz kişi kurşuna dizildi? Bunlar kaç yaşındaydı? Kaçı çocuk? Kaçı kadındı? Kaçı ihtiyardı? Bu gün elimizde listeleri olurdu. Her yıl kırımı anma yıldönümlerinde Dersim dağları ve nehirlerini kızıla çeviren kanlı sahneler dünyaya duyurulurdu. Her toplu katliamın bulunduğu yerde topluca kurşunlanan çocukların, bebeklerin hamile kadın ve yaşlı ihtiyarların listeleri, isimleri bu gün elimizde olurdu. Özel çabalarla bazı katliam yerleri ve kurşuna dizilenlerin isimleri tespit edildi. Ama maalesef sayısı çok az.
Her ne hikmetse bizim kuşaktan Dersimli aydınlar toplu katliamlar üzerinde yoğunlaşmadı. Güçlerini birlikte seferber etmedi. Meseleyi doğru ele alsaydık son yirmi yılda bu konuda çok mesafe almış olurduk.
Elbette ki Elazığ’da yedi Dersimlinin İstiklal Mahkemesi tarafından idam edilmesi, altmışa yakın insanımızın ağır cezalara çarptırılması da büyük bir suçtur. Ama bir Atatürkçü size İstiklal Mahkemeleri 3919* kişiye idam kararı verdi. Bunlardan sadece yedisi Dersimliydi. Bu olağan üstü mahkemelerin verdiği kararların hepsi de yanlıştı. Çağımızın modern hukukuna aykırıydı dese ne cevap verirsiniz?
Toplu katliamlar konusundaki görüşlerimi yıllardır değişik şehirlerde yapılan birçok toplantıda, sosyal medyada savunduğumu, anlattığımı belirtmiştim. Ama Dersim’in toplumsal gücünü bu konuda seferber edip doğru çizgiyi yakalayamadık. Bir daha açıkça vurgu yapayım. Dersim davasında esas sorun insanlık suçudur. Suçun yeri kızıl kanlara bulanan Dersim dağları ve nehirleridir. Toplu katliamlardır. Suçun tarihi 1938 yılının yaz aylarıdır. Bunları beynimize kazımalıyız. Bunları unutursak gücümüzü boşu boşuna yanlış yer ve yanlış tarihlere heba etmiş oluruz.
Bizim yaşlı kuşağa bunları anlatmakta yetersiz kalındı. Gerçekler genç kuşağa da ulaşmadı. Bu nedenle Dersimli genç yazarlara, aydınlara kültürel vasiyetimi aktarmak zorunda kaldım. Umarım bazı Dersimliler Elazığ Buğday Meydanındaki idamları küçümsüyor şeklinde önyargılı bir niyet okuma yoluna sapmaz ve sorunun özü üstüne düşünüp yazmayı tercih ederler.
- NOT: *İstiklal Mahkemesi’nde verilen 3919 idam kararlarının çoğu askeri kaçaklara aitti. Askeri kaçaklar haricinde 240 kişiye idam kararı verildi. Bunların yedisi Dersimliydi.
- NOT: Elazığ Buğday Meydanın 100 metre ilerisinde Şıra Meydanı var. 1926 yılındaki çatışmalardan sonra bu Şıra Meydanı’nda da 14 kişi idam edildi. Yani 1937’den 15 yıl gibi kısa bir zaman önce. Birçok kez sordum. Yine sorayım. Acaba bu Dersimli önderler niçin anılmıyor. Bunlar suçlu muydu? Niçin hatırlamıyoruz?
22.11.2021
Celal Yıldız
Ormanlarımızın kasten yakıldığını ve kimin yaktığını biliyoruz.
İmdadına koşup söndürmemize dahi izin vermeyen orman yangınlarının sorumlularını tüm kamuoyu huzurunda kınıyoruz!
Ve hukukun bizler açısından hiçbir zaman işlemediği Dersim’den sesleniyoruz.
Sanayi devriminden bu yana yaklaşık 300 yıllık bir zaman sonunda, üzerinde yaşadığı dünyayı talan edip dengesini bozmak pahasına, insanlık bugün hayal edemeyeceği bir ‘rahata’ ve ‘konfora’ kavuşmuştur.
Hal böyleyken, bilim insanlarının yüzde 97’si geçtiğimiz yüzyılda iklimin ısındığını ve bu ısınmanın insan kaynaklı olduğunu artık kabul ediyor.
Son birkaç yılda dünyanın birçok yerinde eş zamanlı gelişen orman yangınlarını, orman mühendisleri, iklim bilimciler ve konunun uzmanları değerlendirirken aslında çok uzun zamandır ormanların yangınlara karşı çok daha kırılgan hale geldiğini anlatıyor, uyarılarda bulunuyor. Ortalama sıcaklıklardaki artışlar, havadaki nem oranının gitgide düşmesi, sıklığı ve şiddeti artan sıcak dalgaları, orman yangınları için mükemmel koşullar oluşturuyor diyor.
Bu korkunç gerçekten hareketle yapılan tüm uyarılara rağmen, ne devletler ne rant odaklı irili ufaklı girişimciler ne büyük sermayedarlar ne de ortalama bir vatandaş bu durumu ciddiye almıyor.
Son 300 yıldır, ilerlemeci-modernist akılın yeryüzünde yaşayan kültür toplumlarına yani etno çeşitliliğe açtığı savaşın sonucunda bugün yüzlerce dil ölüm döşeğindedir. Kendi içinde etnik temizliği başarıyla sonlandırmış olan modernist-tekçi akıl, son yüzyılda tüm yeryüzünü kendisi için tahsis edilmiş bedava kaynak, para, rant ve güç olarak görüp hunharca saldırıyor; hesapsızca yok ediyor.
Ağaçları, dağları, suları, denizleri can olarak değil sermaye ve ham madde olarak gören modern akıl, bu temelsiz ve karşılığı olmayan bilgiden hareketle, biz dilediğimiz kadar kullanırız, harcarız, tahrip ederiz, tüketiriz o kaynak kendisini 100 yıl içinde tekrar onarır diyebiliyor.
Kültürler ve doğa dedik de peki hayvanlar?
Onları kale alan zaten yok. Sadece tüketim endeksli düşünen insan için etinden ve sütünden yararlandığı çiftlik hayvanı değilse eğer sorun yoktur, zarar yoktur. Tüketim ve kâr odaklı insanlar için endemik hayvan türlerinin hiçbir değeri, manası yoktur.
Yani etnosistem ile ekosistemin yok olmasının sebebi modernist kapitalistlere göre doğal seleksiyon iken madalyonun diğer yüzü olan Ortodoks geleneğe göre ise fıtrat meselesiydi. Bu akla göre gücü, şansı olan hayatta kalır; gücü ya da şansı olmayanın da ruhuna el fatiha.
Dünyanın son 300 yılında olanlar böyleyken dünyanın en görkemli mahallelerinden biri olan Dersim’de de durum pek farklı değildi. Tarihi, dili ve kültürüyle bu modern – tekçi zihniyetin karşısında direnemeyip hızla kan kaybı yaşayan Dersimli ve yurdu, insan kaynaklı olan tüm bu barbar uygulamalarından nasibini aldı ve alıyor.
Olağanüstü Hal’in uygulanmaya başlandığı 1987’den günümüze kadar özel uygulamalarla yönetilen Dersim’de son 30 yıldır orman yangınlarının olmadığı bir dönem neredeyse yok gibidir.
2012 yılında İnsan Hakları Derneği Tunceli Şubesi ve Tunceli Barosu tarafından, sularımız üzerine kurulan barajlara alan açmak için kasten çıkarılan orman yangınlarının yanı sıra, devletin ‘terörist’ kovalarken gerçekleştirdiği askeri operasyonlarda bombalamalar sonucunda çıkan orman yangınlarına yapılan suç duyurusuna, Devlet: “Devletin temel hak ve özgürlüklerin temini görevini yerine getirmek için terör örgütleriyle mücadelesinde orantılı güç kullanması sonucunda orman yangınlarının çıkmasının 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 24/1 maddesinde düzenlenen kanunun hükmünü yerine getirme kapsamında kaldığı ve ceza sorumluluğunu ortadan kaldıran bir neden olduğu” şeklinde cevap veriyor.
Aslında olan şu ki, devletlerin bekası, zenginlerin çıkarı gözetilirken doğa ve üzerinde yaşayan tüm endemik canlılar, bitkiler yok oluyor; havası, suyu kirleniyor ve bu doğanın bir parçası olan insan da doğadan koptukça haysiyetinden ve değerlerinden hızla kaybediyor.
2021’in Mayıs ayından beri Dersim’in Hozat- Ovacık- Çemişgezek ilçeleri arasında kalan ve çoğunlukla devlet tarafından yasak bölge ilan edilmiş mıntıkalarda çıkan orman yangınlarının sorumlularını biliyoruz. Ve bu yangınlar yine güvenlik amaçlı dağların bombalanması sonucunda çıkmıştır. Devlet çıkardığı orman yangınlarını söndürmek yerine söndürmeye gidenleri engelliyor. Daha sonra da yine sorumlusu kendisi değilmiş gibi ‘‘piknik ve mesire yerleri ile tabiat parkları dahil ormanlık alanlarda mangal, semaver ve ateş yakılmasına müsaade edilmeyeceğini’’ söyleyerek güya koruma amaçlı bir dizi yasak daha getiriyor. Bu arada kendi sorumluluğundan kaçan devlet, orman yangınlarının faturasını Dersimliye keserek aklımızla da oynamayı ihmal etmiyor.
Ege’de, Akdeniz’de insanlar ormanlarını kurtarmak için seferber olup gözyaşları içinde dünyayı ayağa kaldırırken biz Dersimlilerden ise yanan ormanlarımıza uzaktan bakıp gözyaşlarımızı içimize akıtmamız bekleniyor.
Dünyada endemik çeşitliliğiyle ve taşıdığı kültürüyle bir benzeri daha olmayan Dersim Kültür Havzası’nda yanan her ağaç, kuruyan her dere, bombalanan her dağ, ölen her hayvan, her canlı, her çiçek, yitip giden her kültürel öge, her şarkı, her masal, anadilimizdeki her kelime büyük bir aile olan insanlığın ve onun evi olan yeryüzünün bir parçasıdır. Nasıl dünyanın bir yerinde yaşanan bir ekolojik katliam dünyanın başka bir ucunda olumsuz etki yapıyorsa, aynı şey bu dünyanın bir parçası olan Dersim için de geçerlidir.
Kapitalistlere ve onların korumaları olan devletlere Dersim Kültür Sanat İnisiyatifi olarak sesleniyoruz; dünyadan ve onun bir parçası olan Dersim’den elinizi çekin.
Hiçbir sebep ormanların bilinçli olarak yakılmasını normal ve anlaşılır gösteremez.
Dersim Kültür Sanat İnisiyatifi olarak halkımıza da sesleniyoruz; inancımız Kızılbaş-Aleviliğin en temel önermesi olan vahdet-i vücut ve Enel Hakk anlayışından uzaklaştığımız sürece, biz de kapitalistler gibi doğayı parçası olduğumuz bir canlı olarak değil, kazanç elde edebileceğimiz bir kaynak yani bir meta olarak görürüz. Ve bu bizim sonumuz olur. Tüm Dersim Kırmanclarından, eskiden de olduğu gibi Hardo Dêwres’in bir parçası olduklarını ve oradaki her ziyaretin bunun bir ispatı olduğunu unutmamalarını bekliyoruz.
Hakk’tan rızık dilerken, önce kurda kuşa daha sonra akrabasına, komşusuna eğer köşede kalırsa bir şey, onu da bu naçara ver diyen kadim duamız hep kulaklarımızda ve gönlümüzde olsun.
Dersim Kültür Sanat İnisiyatifi
20.08.2021, Dersim
Muhtesem Yüzyıl dizisinde Alevilerin katli, malı, namusu helaldir diye fetva veren Ebussuud’u büyük alim gibi gösterdiler. Tuncel Kurtiz gibi alevilerin sevdiği sol tandaslı bir ismin bu rolü canlandırmasıyla Aleviler de dahil tarih bilincinden yoksun çoğunluğun gözünde Ebussuud sempatikleştirilerek aklandı. Böylece yeni dimağlara temiz bir tarih sayfası açıldı.
Kösem Sultan dizisinde Alevileri ve düzen karşıtlarını canlı canlı veya keserek kuyulara gömen toplumsal hafızaya cellad olarak geçen Kuyucu Murat karakterini, Cihan Ünal’a oynatarak büyük siyaset adamı, vezir diye sundular.
Dirilis Ertuğrul dizisinde atalarını, Hakk adına düzen kurmakla ve bunu rededip kendi inancından caymayan halkları yok etmekle görevli, kutsal davanın savaşçıları olarak dimağlara yerleştirip kabul ettirdiler.
Bugün Uyanış Büyük Selçuklu dizisinde yine aynı algı operasyonları çerçevesinde, Hasan Sabbah üzerinden Batiniler kötü ve hain ama Selçuklular melaike, Allah’ın yeryüzünde emrettiği düzenini kurmakla görevli kulları ve devleti olarak gösterip yeni beyinlere bu biçimde işliyorlar.
“Baba” akım medya yani Türk medyası sinema-film sektörünün toplumlar üzerindeki gücünün de farkındalığıyla diziler üzerinden “şanlı Türk tarihini” bir daha yazıyor, türkçülüğün silindir gibi ezip geçtiği halklara ve açıldığı dünya pazarına biz yaptığımız her şeyde haklıydık, iyiydik, güzeldik, Hakk yolunda öldük-öldürdük sübliminal mesajını veriyor.
Tüm bunları bizim Alevi ve sol camianın gerici, aptal, bir şey bilmeyen, cahil olarak gördüğü sağın kalemşörleri ve ideologları yapıyor. Devlet ve medyası sistemin ve çağın imkanlarını kendi lehine en profesyonel biçimde kullanırken, sadece güdümünde olan büyük çoğunluğun tarih bilincini çarpıtmakla kalmayıp karşıt olarak gördüğü kesimi de kazanmak amaçlı bir çeşit psikolojik savaş da veriyor. Tarihten, hakikatten, meselelerin aslından bihaber yeni nesillerimizi ya kazanıyorlar ya da şüphe içinde bırakıyorlar. Hileli işleri sayesindedir ki zaten bu hile fitratlarında var. Sonuçta takiyye ehlinden oldukları tecrübeyle bugün de sabittir.
Peki biz Aleviler, muhalifler ve solcular ne yapıyoruz bu durumda?
Her gün yeni bir tartışma çıkarıp birbirimizin gözünü oyuyoruz. Oltaya takılan her yeme atlıyoruz.
Kabül etmediğimiz, rızalık vermediğimiz bu düzenin sahipleri, zor, zorbalık, hırsızlık, talan ile yazdığı yalan tarihini, çalıp param-parça ettiği kültürlerimiz üzerinden sunup Türkiye’de ve dünyada kendilerini sevdirmeye, tanıtmaya ugraşırken; bizler ise Hakk ve hakikat yolunda ödediğimiz bedelleri, bize reva görülen katliamları, haksızlıklarla dolu yüzlerce yıllık bir gecmişi, inanç öğretimizi, insani değerlerimizi sahiplenmekten, yaşamaktan uzak bir acz içindeyiz.
Kendimizi dünyaya anlatmak da şurda dursun. Bir yanlışlık, hata, kusur, haksızlık olduğunda önce kendimize bakmamız gerektiğini unuttuk Kızılbaşlık, Raa Haqi, Alevilik adı ne olursa olsun inancımız hakkında sosyal medya hesaplarında her gün yeni bir polemiğe daha dogrusu bir kirli sanal savaşa tanık oluyoruz. Bunu biz yapıyoruz başkaları değil.
– Semah bizim inancımızın bir ritüelidir, seyirlik değildir diyen yol sahiplerine inat, düğünden cenazeye, festivallere, barlara kadar folklor seviyesine düşüren biz değil miyiz?
– Her biri ilim, felsefe, inanç deryası olan deyişlerimizi, klamlarımızı türkü barlarda eğlence mezesi yapan, işkence ve sürgün türküleriyle düğünlerde halay çeken bizler değil miyiz?
– Büyüklerimizin uğradığı katliamları, kıyımları unutup anmadan anmaya hatırlayan, bir daha olmaması için hiçbir hazırlığı olmayan, sadece dostlar mecliste görsün diye rahatını bozan bizler değil miyiz?
– Egzotik, ezoterik, mitolojik, başka din veya felsefelerden ne bulduysak inancımıza, kültürümüze kafadan ekleyerek yeni bir Alevilik-Kızılbaşlık-Raa Haqi yaratmaya çalışan onlarca yazar-çizer, dede- çakma dede, sanatçı, tarihçi, akademisyeni kim varsa hepsine sözde yenilik ve değişim adına eyvallah diyen biz değil miyiz?
– 72’den artırılarak 73’e dahil olan buçuğu içinde ihtiva ettiğini söyleyen Raa Haqi ögretisine, tamamen zıt olan modern milliyetçilik anlayışını dayatarak Guruhu Naciye evlatlarını insanlık seviyesinden millet seviyesine düşürenlere cevaz veren biz değil miyiz?
– Bizden çok evvel yol süren büyüklerimizin yezid diye lanetlediklerini cemevlerinde pir postuna oturtan, çocuklarını onların tarikat okullarında okutan biz değil miyiz?
– Bu kadim inancın, kültürün serçeşmesi Dersim’i, hardo dewres’i baraj için satan, evliyalarının mekanlarına, jiyarlarına zarar verenleri savunup sahip çıkan, kutsal Munzur’u eğlence mekanına dönüştüren, lağım akıtan, mesire yeri yapan biz değil miyiz?
Liste daha cok uzar, ama gerek yok. Meramım odur ki bütün bunları yapanda, izin verendedir kabahat.
Yani bizde…
Onlar yanlarına kâr kalan kötülüklerini “şanlı tarih” diye pazarladılar. Biz ise iyiliğimizi, haklılığımızı ve suçsuzluğumuzu bile unuttuk.
Bu durumu görüp, kabullenir ve samimiyetle çözüm ararsak, kendimizi tanırsak, bilirsek bitmeyiz. Hakikatimizi devraldığımız gibi koruyup yaşayarak muhafaza edersek, dün olduğu gibi bugün de, yarın da var oluruz. Ama bu halimizle devam edersek bir müddet daha bu parçalanmışlığımızdan, kafa karışıklığımızdan sadece egemenler faydalanacak. En sonunda varlığımız sona erince de ileri bir zamanda Amerikan yerlilerine yaptıkları gibi yeniden kültürümüzü, inancımızı keşfederek (!) aa bakın bir zamanlar böyle humanist, doğa dostu bir toplum yaşıyormuş diye filmlerimizi de yine onlar çekecek, kültürümüzü de hediyelik eşya yapıp dünyaya satacaklar.
Sonuçta kaybedeceğiz.
Bizim kaybımız onların zaferi olacak. Bu zafer bin yıldır ensemizde boza pişiren ortodoks devlet geleneğinin zor, şiddet ve hile ile kazandığı bir zafer değil, aksine bizim acizliğimiz, yola olan güvensizliğimiz, yolumuzu tartışma konusu yapmamız, kendimizi birey olarak her şeyden önde görmemiz, çok bildiğimizi sanmamız ve tüm bu hastalıklar sonucunda birbirimize ve cümle aleme karşı duyduğumuz sevgisizliğimizin sebep olduğu bir mağlubiyet olacaktır.
Çünkü Alevi inancının dayandığı tek hakikat Sevgidir. Sevgi bitmişse inanç da bitmiştir.
Yoksa gerisi siyasettir.
Aşk ile…
AABF’nun NRW Eyaletinde „Kamu Tüzel Kişiliğe Sahip Kurum“ Olarak Kabul Edilmesini Selamlıyoruz!
Alevi Örgütlenmesini Hedef Alan Linç Kampanyasına Karşı AABF Yöneticileri ve Camiası İle Dayanışma İçinde Olduğumuzu Kamuoyuna Duyuruyoruz!
Almanya’nın NRW Eyalet Parlamentosu, 10 Aralık 2020 tarihinde aldığı bir kararla AABF’nu (Almanya Alvei Birlikleri Federasyonu) „Kamu Tüzel Kişiliğe Sahip Kurum“ (Körperschaft des öffentlichen Rechts) olarak kabul etti. AABF ve bileşenlerinin uzun yıllardır sürdürdüğü hak mücadelesinin bir ürünü olarak alınan bu karar, Alevi camiası ve dostları tarafından sevinç ve taktirle karşılandı.
Alevilerin ve Türkiye’de mağduriyet yaşayan diğer toplulukların her hak kazanımını devlete karşı bir komplo olarak algılama paranoyasından muzdarip hükümet yetkilileri, AABF’nun „Kamu Tüzel Kişiliğe Sahip Kurum“ olarak kabul edilmesi kararını, batılı güçlerin „Türkiye’yi bölme“, „Müslümanların birliğıni parçalama“, „Aleviliği ayrı bir din olarak tanıma rezaleti“ olarak gördüler. Maraş, Çorum ve Sivas katliamlarını devlet güçleri himayesinde gerçekleştiren ülkücü çetelerin başbuğu Devlet Bahçeli, ülküdaşlarının Maraş’ta ana rahminden çıkardıkları bebeğini kaynar suya attıkları „Alevi canları“nı hatırladı ve böyle bir adımın „Müslüman Türk milleti tarafından“ kabul edilemeyeceğini ortağı olduğu „Cumhur Başkanlığı Hükümet Sistemi“ adına duyurdu. Her dönem derin devlet güçlerinin ajan-provakatörlüğünü üstlenmeyi kendisine vazife edinen Doğu Perinçek’in Aydınlık Gazetesi, kararı „Emperyalizmin Aleviciliği Dayatması“ ve „ana hedefin“ ise „Türkiye“ olduğunu yazdı. Kararı „skandal“ olarak yorumlayan Yeni Şafak gibi hükümet yandaşı gazeteler mikrofonu „kendi“ Alevilerine uzattılar. Avrupa Ehl-i Beyt Alevi Federasyonu Genel Sekreteri Fuat Mansuroğlu, bu gazeteye verdiği röportajda, kararı alanların amacının „… müslümanları parçalayıp bölmek, Alevilerle Sünnileri karşı karşıya getirmek“ ve AABF’nun da „PKK ile de bağlantıları bulunan Türkiye karşıtı bir teşkilat“ olduğunu vurgulayarak safını belirledi.
Bu söylenenleri ve yazılıp-çizilenleri, Şünni-Şafi Ümmet Sözleşmesi projeleri çerçevesinde bugüne kadar paylarına sadece „katli vaciptir“ fermanları düşmüş, gerici güruhlara linç edilecek bir kitle olarak sunulmuş, ibadet mekanları en yetkili devlet görevlileri tarafından „cümbüş evi“ olarak ilan edilmiş Alevilere, muktedirlerin ayağınızı denk alın mesajı olarak da okunabilir. Denmek istenen şudur:
Sizin tek bir hakkınız vardır, o da „bizim Alevimiz“ olma hakkınızdır! Bu hakkınızı elinizde almaya çalışan her kimse „teröristtir, bölücüdür, dış mihraklarla bağlantılır.“
Ayağınızı denk almıyor musunuz? O zaman da Sünni-Şafi İslam ulemasının hakkınızdaki fermanı hatırlatırız size!
AABF nezdinde Alevilerin bu hak kazanımını sindiremeyenler ne yazıkki yukarıda bahsini ettiğimiz bildik güç odaklarıyla sınırlı kalmadı. Alevi kurumlarının bugüne kadar dost olarak yanında bildiği bazı „popüler“ şahıslar da, bazı AABF yöneticilerinin Alevilerin inanç özgünlüğünü vurgulamak için yaptıkları „Alevilik kendine özgün bir inançtır“ gibi açıklamaları bu yöneticilerin „cahilliği“ olarak ilan edip, Alevileri „İslam şemsiyesi altında aydınlanmaya” çağırdılar. Umut ediyoruz ki, söz konusu şahıslar, bu tutumlarıyla, Alevilerin her hak mücadelesini „Müslümanların birliğini bozmak“, ya da „İslam şemsiyesini terketmek“ olarak görenlerle aynı paralele düştüklerinin kısa süre içinde farkına varırlar. Bu çevreler şu gerçeği artık idrak etmeliler:
Sünni-Şafi İslam Ümmet Sözleşmesi, ya da Türk-İslam Sözleşmesi projelerinde Alevilere yer açmaya çalışmak beyhude bir çabadır. Eğip bükerek hakikati muktedirlere kabul ettirme çabası içinde olmayı maharet saymaktan artık vazgeçin ve Alevi camiasının ve kurumlarının hak kazanımlarını taktir edin.
Alevi camiasına ve kurumlarına tanınan haklar, bugüne kadar mağdur edilen bir inanç topluluğunun verdiği mücadelenin ürünleridir. Sadece Aleviler tarafından değil, gerçek demokrasiden yana olan herkes tarafından korunmalı ve saldırılar dayanışma içinde göğüslenmelidir.
28.12.2020
Avrupa Dersim Dernekleri Federasyon (FDG)
Dersim Kongresi Meclisi
DERSİM’DEN İÇ TOROSLARA
Kızılbaş-Alevilerde ‘Rıza Şehri’ ve Hakikatçılar
Komünar TV programında;Tele-Konferans Program yapımcısı İlyas Yer`in moderatörlüğünde araştırmacı yazar Abbas Tan ve aşık-ı sadık Tacım Baba (Yıldız) ile Kızılbaş-Alevilerde Rıza-şehri ve Hakikatçıları Konuştuk.
Bugün burada binlerce yıllık bir tarihe sahip Alevi-Kızılbaş toplumunda Rıza- Şehri ve hakikatçılığı ele alacağız.
Anadolu’nun kadim Alevi-Kızılbaş toplumun yaşantısını, kültürünü, sosyal ve siyasal yönünü özellikle de Rıza Şehri ve Hakikatçılar geleneğini bir nebze de olsa bilgilerinize sunmaya çalışacağız.
Araştırmacı-yazar Abbas Tan ile bu söyleşiyi gerçekleştireceğiz. Yine Alevi- Kızılbaş öğretisinde önemli bir yerde bulunan, Alevi -Kızılbaş öğretisini günümüze kadar taşıyan Aşık-ı sadıklarımız dan Tacım Baba’nın (Yıldız) deyişileri ile bu muhabbetimiz sürdürecegiz.
Araştırmacı-yazar Abbas Tan, uzun yıllara dayanan, Alevi-Kızılbaş öğretisini konu alan, çalışmaları ve kitapları bulunmaktadır. Uzun zamandır Alevi örgütlenmesi içerisinde bulunan, Alevi-Kızılbaş öğretisini çeşitli konferans ve paneller ile kamuoyunun dikkatine sunmuş ve bu yönde ciddi çalışmaları olan bir araştırmacı yazar.
Tacım Baba da Alevi -Kızılbaş öğretisinin bugünlere taşınmasında önemli bir hizmet gören ve Alevi-Kızılbaş öğretisini günümüze taşıyan sözlü gelenek temsilcilerinden bir aşı-kı sadıktır.
Tacim Baba (yıldız)bu alana 800 civarinda deyişi ile önemli katkıda bulunmuş bir Aşık-ı sadıktır.
Aşık-ı sadıklar Alevi-Kızılbaş toplumunun bir nevi hafızası durumundadırlar. Yazılı kaynakların ötesinde aşık-ı sadıklar, bin yıllık tarihsel tecrübeyi ve birikimi, kültürel mirası kendi deyişleri ile nefesleriyle bu güne taşımış yolun sürdürücüleridirler.
Aşık-ı sadıklar, Alevi-Kızılbaş toplumu içerisinde önemli bir yerde bulunurlar. Alevi toplumu açısından aşık-ı sadıklar, bir nevi Kızılbaş-Alevi toplumunun sözlü geleneginde, Alevi-Kızılbaşların ayaklı kütüphanesidir de denebilir.
Aşık-ı sadık Tacım Baba büyük Dersim coğrafyasında doğmuş, büyümüş ve yaşamakta olan bir aşık-ı sadıkımız. Bizler Dersim deyince bugünkü Tunceli İl sınırlarını kastetmiyoruz.
Tarihi büyük Dersim coğrafyasından bahsediyoruz. Bu coğrafyada diğer kadim toplulıkların yanısıra nufusununun genel çoğunluğunun Aevi-Kızılbaş oduğu ve bu Alevi-kızılbaş toplumun ana yurdu durumundaki büyük Dersim coğrafyasını anlamaktayız ve anlatmaktayız.
Aşık-ı sadık Tacım Baba’nın da ataları iç Dersim’den Malatya Kürecik,Adiyaman ve Oradan da bugünkü Elbistan`a yerleşmişlerdir. Aşık-ı sadık Tacım Baba’nın kısa biyografisini verdikten sonra onun bir nefesi ile muhabbetimizi sürdürelim:
Hakikat şehrine girip gezmenin
İnceden inceye yolları vardır
Üstadın dilinde lafı süzmenin
inceden inceye halleri vardır
Küre girmeyen demir hal almaz
Menzili bilmeyen yolcu yol bulmaz
Kokuyu almayan arı bal yapmaz
İnceden inceye halleri vardır
Tacım hakikata vermiş özünü
Marifet halinde söyler sözünü
Erenler yolunda bulmuş izini
inceden inceye yolları vardır
Şimdi muhabbetimizin bu bölümünü araştırmacı-yazar Abbas Tan ile sürdüreceğiz.
izleyicilerimiz ve okuyucularımız açısından Abbas Tan kimdir? Kısa bir biyografinizi aktarabilir misiniz?
Abbas Tan: Dersimliyim, ama Kayseri’nin Sarız ilçesine bağlı İncemağara diye bir köyünde doğdum büyüdüm. Aile yaklaşık 100-110 yıl eveli Dersim’den ayrılarak gelip Kayseri’ye yerleşmiş. Ve Kayseri de yaşamaktayım. 30 yıldır da Alevi Hareketi’nin içerisinde bu yolu öğrenmeye ve öğrendiklerimi de paylaşmaya çalışıyorum. Bu alan benim için gerçekten her geçen gün sevgiyle, saygıyla öğrenmeye çalıştığım bir yoldur. Bu yola hizmet etmeye çalışıyorum.
Kısaca böyle diyebilirim.
İlyas yer:
Şöyle tamamlaya bilirmiyiz? Abbas Tan Hozat`ın Ağzonik Köyü’nden Karabalı aşireti mensubu, Devriş Cemal Ocağı’na bağlı bir araştırmacı-yazar dostumuz. Hozatın Ağzonik Köyü 1938’de Dersim soykırımı döneminde orada yaşayanlar bir eve konularak gaz dökülerek yakılmış olan bir köydür. Yine o dönemde Sorpiyan ve Ergen köyleri de 1938’de yakılmış olan köylerimizdir. Ağzonik ve Sorpiyan köyleri üzerine yakılmış ağıtlarda mevcuttur.
Abbas Tan:
Konu Alevi- Kızılbaşlarda Rıza Şehri ve Hakikatçılar olunca, tabii ki uzun bir konu, çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor.
Bunu birkaç cümleye ile bir kaç programa sığdırmak mümkün değildir. Öncelikli olarak Rıza Şehri nedir? Alevilikteki Rıza Şehri ne demektir? Bunu anlatmak gerekmektedir.
Ne yazık ki ülkemizde, Türkiye’de hala Alevilik devlet tarafından bir inanç olarak kabul görmüyor. Hal böyle olunca Alevilik Türkiye’de yokmuş gibi görülüyor. Bu durum da biz Alevileri sıkıntıya sokmaktadır. Ama buna rağmen Devlet Aleviliği kabul etmese de, bizi yok saymış olsa da, biz Aleviyiz ve bu yolda yürümeye ve bu öğreti içerisinde yaşamaya devam edeceğiz. Buna da hiç kimse engel olamaz, ancak ne yazık ki devletin, özellikle de cumhuriyetin kuruluşundan sonra çıkan bazı yasalarla, ki bunların başında 677 sayılı tekke ve zaviyelerin sedine dair yasadır.
Bu yasa ile Alevilik yasaklanmış. Hal böyle olunca Aleviler kendilerini ifade etmekten zorlanmışlar. Kendi değerlerini ön plana çıkarmakta zorlanmışlardır. Sıkıntılar yaşamışlardır. Ekranda görüyoruz. Tacım Baba’nın arkasındaki sazlardan, bağlamalardan ve aslında alevilikte olmazsa olmaz o muhteşem bağlamalarda, solda en küçük cura var. Bu curanın gelişine baktığınızda yasaklı Alevilerin, pirlerin, aşıkların sadıkların, rayberlerin, kullandığı o cura bile bir çok şeyi anlatıyor.
Gittiğimiz toplantılarda, panellerde, Konferanslarda insanlar bize sormaktadırlar:
Alevilik nedir?
Kamil insan nedir?
Rıza Şehri nedir?
Bunlara birkaç kelime ile cevap vermekte insan zorlanıyor, hakikaten zorlanıyoruz. Niye zorlanıyoruz? Genelde insanlar en son duymaları gerekeni ilk önce duymak istemektedirler.
O cevabı hemen almak istiyorlar. Böyle olunca da yeterli derecede anlatmak imkanı ortadan kalkıyor. İnsanlar sizin anlatıklarınızdan da tatmin olmuyorlar. Şimdi Rıza Şehri nedir? sorusunu şöyle cevaplayabiliriz:
Rıza Şehri bir yaşam biçimidir, birbirinden farklı yaşam biçimleri vardır. Rıza Şehri yaşam biçimini anlatmadan önce Aleviliği açıklamak gerekmektedir.
Alevilik inançsal, ekonomik , sosyalojik, siyasal, kültürel , bilimsel bir bütünsellik arz eden, günün şartlarına göre de kendisini yenileyebilen bir doğa inancıdır. Doğayı ve canlıyı incitmeden onlarla birlikte yaşamaya biz Alevilik diyoruz. Aleviliği günümüzde bir yol olarak değerlendiriyoruz. Yani Alevilik bir yoldur. Aleviler bu yolun yolcuları, yolun sonu Rıza Şehridir. Böyle tarif edersek biraz daha anlaşılır kılmış oluruz diye düşünüyorum.
Farklı bir örnek verecek olursak:
Her inançta bir hedef vardır, bu hedefe ulaşabilmek için çeşitli ritüeller vardır. Bütün inançlarda bu böyledir. O ritüelleri yerine getirerek insanlar bu hedefe ulaşabilirler.
Türkiye’de genelde çok sık sorulur ve örnekler verilir. Biz örnekler verirken genelde Müslümanlarla iç içe yaşadığımız için İslamiyetten örnekler veririz.
Bunu bir ayrıcalık, inancımızın ilerisinde veya gerisinde gördüğümüzden dolayı ifade etmiyoruz. İçiçe yaşadığımızdan hep mukayese edilmesi istenir.
Hatta ve hatta bir çok yerde Aleviliği islamiyet’in bir alt kolu olarak gördükleri için, ya da öyle görmek istedikleri için farklı tarifler yapıyorlar.
Bizde o yüzden ısrarla Rıza Şehrini anlatırken şunu söylüyoruz:
İslamiyet’de bir hedef vardır. Nedir bu hedef?
Öldükten sonra cennete gitmektir. Bir Müslümanın cennete gidebilmesi için Allah’ın emirlerini yerine getirmesi gerekiyor. Yani Allah’ın emirleri dediğinizde İslam’ın kutsal kitabı olarak kabul edilen Kur’an-ı Kerim’de yazılı olanları Müslümanların harfiyen yerine getirmeleri gerekmektedir. Muhammed peygamberin söylediklerini uygulamak durumundadırlar. Bunları yerine getirirlerse öldükten sonra cennete gideceklerine inanırlar.
Biz buna inanmasak da saygı duyarız. Bu örneği vermem de ki neden inançta bir hedef var olmasındandır.
Alevilikte de hedef doğayı ve canlıyı incitmeden onlarla birlikte yaşayarak Kamil insan olup Rıza Şehrine gitmektir. Yani Rıza Şehri dediğimiz bir yaşam biçimidir. Rıza Şehrine gidebilmek için Aleviler, binlerce yıldır yaşadıklarından örnekler alarak kendilerine göre ritüeller oluşturmuşlardır. Bir gelenek oluşturmuşlardır, bir kültür oluşturmuşlardır. Ve onları yaşamayı hedeflemişlerdir. Günümüzde de Rıza Şehri’ne ulaşabilmek için dört kapı da geçmek gerekir denilmiş.
Bu dört kapı dendiğinde günümüzdeki anlamıyla söylersek, biz bu biçimiyle söylediğimizde zaman zaman tepkide alıyoruz, ama günümüzdeki anlamıyla söylersek bunlar şöyledir:
Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat diye dört kapı söylenmiş.
Şeriat bir hukuk kapısıdır. Bir yola giriştir. Şeriat kapısı dediğimiz, Alevilik’te yola girişte bir yaşantı şekli vardır. Biz bunu ikrar vermekle ve görgüden geçmekle başlatıyoruz.
Tarikat , Marifet ve Hakikata geçtiğimizde biraz daha bunu açacağız.
Hakikat anlayışı insanların yaşantısının son noktasıdır, ki biz buna Rıza Şehri yaşantısı diyoruz.
Kısaca bunu böyle belirteyim. Siz sorduğunuz da yeniden cevaplandırayım.
İlyas Yer: Tabii ki Rıza Şehri’nin günümüze aktarımında mitolojik bir aktarım da mevcuttur. Bunu çeşitli mitolojik söylencelerle günümüze aktarmışlardır. Bu aktarımları benim buradan uzun uzadıya aktarmam bir zorunluluk değildir. Fakat siz isterseniz bunu aktarabilirsiniz.
Ben Rıza Şehri’nin şifrelerini şair kutubi`nin bir şiiriyle aktarmaya çalışacağım.
Şair Kutubi bu şiirinde Rıza Şehri’ni şöyle aktarmaktadır:
Rıza Şehri
Ve bir tabak dolusu nar sundu
Rıza Şehri yabancısı sofu
İstedi ki Gönül Sarayı’nın Sultanı da ondan hoşnut olsundu
lakin, nerden bilsindi ki, burası Şehr-i Rıza iydi.
Ver rıza, al rızalık işler idi.
Bu gönül şehrinin yarenleri
Aşkın narina tutuşup yanar idiler
Değil idi gözlerinde sofunun tabağındakiler
Onlardan var idi ağaçlar dolusu nar
Yoktu önünde bekçisi
Bilirlerdi yangın yeri bahçesi yürekleri
Bilirlerdi, aşkın narında harareti
Daldaki narın kızıllığında değil
Rıza idi tohumu bu narın sebilen
Rızalık idi dem-i mekanda serpilen
Sevgi idi meyvesi bu narın-ortakça sunulan
Rıza ile ateşine yanıp kül olunan
Çün burası Şehri- Rıza idi
Gönül işleri böyle idi
Şair Ktubi`nin bu şiiri bizlere Rıza Şehri’nin şifrelerini vermektedir. Rıza Şehri’nin yaşam biçimine ilişkin ve Alevi-Kızılbaş öğretisinde Rıza Şehri’nin nasıl bir yaşam modeli ortaya koyduğuna dair yeterince veri sunmaktadır.
Size şu soruları yöneltmek isterim:
Rıza Şehri tarihsel bir gerçeklik mi, ütopya mı? Tarihin herhangi bir evresinde yaşandı mı? Kızılbaş-Alevilerde Rıza Şehri bir hakikat mıdır? Rıza Şehri’nin ekonomik temeli nedir, hukuk nasıl işler?
Bunu sormamın nedeni Anadolu’da veya bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde bu hukuk sistemi bir referans olabilir mi? Bir örnek teşkil edebilir mi?
Abbas Tan: Önce şunu söyleyeyim: Rıza Şehri mitolojik bir bilgi, bir ütopya değildir. Geçmişte binlerce yıl verilen mücadelelerle bu Rıza Şehri anlayışı Aleviler tarafından yaşatılmıştır. Ama günümüz ekonomik şartlarında bunun yaşatılması gerçekten çok zor.
Bu konuda Bir çalışma yapmıştım. Biritanya’da Alevi Federasyonu adına bir çocuk kitabı hazırlamıştık, birkaç arkadaşla birlikte. Bir çocuk kitabı, Türkçe ve İngilizce hazırlanan resimlerle beslenen bir çocuk kitabı idi. Belki de Alevilik adına hazırlanan ilk çocuk kitabıydı. Burada Aleviliği değil, Rıza Şehri’ni çocuklara anlatmayı hedeflemiştik. İngilizceden sonra Fransızca’ya da çevrildi. Bu çalışmayı daha daha genişleteceğiz.
Rıza Şehri anlayışı gerçekten de dünyada eşi benzeri olmayan bir inanç biçimidir. Şimdi Rıza Şehri derken biz Rıza Şehri’ndeki yaşantıyı anlatmaya çalışıyoruz. Bunun için az önce ifade etmeye çalıştım bu dört kapı anlayışını insanların bilmesi gerekiyor.
Ne yapıyorsunuz nasıl bir şey istiyorsun ona göre söyleyeyim. Şeriat, tarikat. marifet ve hakikat diye adlandırılan bu kapılar Alevilik’de daha değişik biçimlerde de anlatılıyor.
Rıza Şehrine gitmek için bir eğitim gerekiyor. Ondan dolayıdır ki, biz dört kapıyı tarif ederken diyoruz:
Şeriat ilkokul, tarikat ortaokul, marifet lise, hakikat da üniversitedir. Bu eğitimi aldıktan sonra bir insan ancak ihtisas sahibi olabilir. Olgunlaşır. Biz olgunlaşmaya kamil insan diyoruz. Kamil insanın yaşantısı da işte Rıza Şehri’dir.
Şeriat aşaması dediğimiz ilk aşamayı Alevilik’de şöyle bir örnekle ifade edebiliriz:
Herkes çalışacak, aldığını hak edecek, hak ettiğini de alacak. Buna razı olacak, şeriat aşamasında. Böyle bir yaşam biçimi vardır şeriatta.
Şeriat Alevilik’te şeri at, kötülükleri at anlamında kullanılmıştır.
Tarikat: Tarık eski anlamda yol demektir. Kendi yolunu seç demektir. Kendi yolunu belirlemektir.
Marifet eski dilde Maarif; eğitim demektir. Çok yakın zamana kadar Milli Eğitim Bakanlığı’na Maarif Bakanlığı deniyordu. Milli Eğitim Müdürlüğü Maarif Müdürlüğü deniyordu bizim zamanımızda. Maarif kendini eğitmektir.
Hakikat ise Hakk’la hak olmaktır.,
Biraz önce de belirttiğim gibi şeriat dediğimizde gerici, bağnaz anlamda görülmemesi gerekir. Şeriat aşamasında herkes kendisi çalışacak, kazancını kendisi yiyecek ve başkasının malından mülkünden gözü olmayacak. Böyle bir anlayıştır.
Tarikata geldiğinizde, Aleviliğin İkinci aşamasıdır, bu aşamada musahiplik, yol kardeşliği gerekiyor. Bizim pirlerimiz, mürşitlerimiz bize böyle öğretmişlerdi. Herkes çalışacak iki müsaip iki kardeş çalışacak birbirlerinin eksiklerini tamamlayacaklardır. Birbirlerinin yanlışlıklarını düzelteceklerdir. Birinin hatasında aynı zamanda diğeri de sorumlu olacaktır. Anlayışın bu kadar doruk noktasına çıktığı bir durum.
Üçüncü aşama, marifet aşamasında ise herkes çalışacak kazanacak. Kazancını getirip ortaya koyacak ve eşit pay edecek. Yani ortak üretip eşit pay etme anlayışı vardır. Bu anlayış sadece Alevilerde değil dünyada bir çok siyasi düşünce de vardır, ki özellikle sosyalizmin temel ilkesine baktığınızda hedef ortak üretim, eşit paylaşımdır.
Alevilik bununla da yetinmemektedir. Alevilik ortak üretim eşit paylaşımı dahi adil görmemektedir.
Dördüncü aşama dediğimiz sırrı hakikata erişildiğinde herkes yapabileceği işi yapacak, elde ettiği ürünü ortaya koyacak ve ihtiyacı olan ihtiyacı kadar alacak.
Şimdi Rıza Şehri’nin, sizin de biraz önce nar örneğinde değindiğiniz gibi, özü bu. Bu yaşam geçmişte Alevilerin kırsalda yaşantılarında net bir örnektir. Öyle insanlar bir arada yaşarlar. Biribirlerinin dertlerini, sorunlarını bilirler. Birbirlerinin yanlışlarını görürler. Birbirlerinin eksikliklerini tamamlamak yönünde.
Alevilerin bağlı oldukları Ocak anlayışı, ki o da ayrı bir tartışma konusu, tartışma dediğimiz de muhabbeti zaman zaman o yöne de götürmek gerekiyor, Alevilerin eğitmeni durumunda olan rehberler, pirler, mürşitler bu yolu anlatırlarken bu örnekleri çok net bir şekilde veriyorlardı. Köydeki insanlar ürettiklerini getirip ortaya koyduklarında ve ihtiyaçları kadar olanı aldıklarında depolamaya gerek kalmıyordu.
O zaman paraya pula gerek kalmıyor. Niye? Çünkü herkes üretip ortaya koyuyor, insan ihtiyacını alırsa ondan fazlasına gerek var mı? Yok deniyordu. Böyle bir anlayıştır, işte bu anlayışın adı Rıza Şehridir.
Çok daha değişik şekillerde örneklerle anlatilabilinir Ama daha fazla sıkmadan anlatabilmek için öyle bir örnek gösterdim. Bu anlayış, sınırsız bir dünya oluşturuyor kendiliğinden. İnsanlar köyde çalışırlarken tarla takım derdi olmayacak, sınırlar ortadan kalkmış olacak. Bunları ortada kaldırdığınız vakit, sermayenin inanca da, yaşama da bir etkisi olmayacak.
Ama günümüz şartlarında her şey değişti. Sermayenin dünyada ekonomik politikası bizim işimizi zora soktu, eğer bizim hedefimiz Rıza Şehri ise, Kamil insan olmak ise, hak hukuk adalet anlayışını biz burada hayata geçirebilirsek dünyada ender görülebilecek bir hukuk sistemi, Alevi hukuk sistemi kendiliğinden ortaya çıkmış olacak.
Böylece yasama, yürütme, yargıyı kendi içinde barındıran, siyasetini de, ekonomisine de kültürünü de, sosyolojik yapısını da, darı – didarı kendi içerisinde barındıran bir hukuk sistemi oluşacak.
Dünyadaki bütün ülkelerin kendilerine göre bir hukuk sistemleri vardır. Bu hukuk sistemleri içersinde yaşarlar. Ama Aleviler günümüzde dünyanın her tarafına dağılmışlar, tüm ülkelerde Aleviler vardır. Aleviler dünyanın dört bir yanında kendi aralarında, kendi Alevi hukuk sistemini devletin hukuk sistemi ile karıştırmadan yaşatabilirler.
İlyas Yer: Siz burda bir kısacık soluklanın. Aşık Fuzuli der ki,
Mende Mecnûn’dan fuzûn âşıklık işti’dâdi var
Aşık-ı sâdik menem Mecnûn’un ancak adı var
Aşık-ı sadık Tacım Baba da şöyle der:
Her can çekemez cefayı
Bu bir haldır be güzel dost
Harabat sürmez sefayı
Bu bir haldır be güzel dost
Haram almaz eliyle
Gıyabet edemez diliyle
Yanlış yapmaz beliyle
Bu bir haldır be güzel dost
Her can bu hala gelmez
Hakikat yolun sürmez
İnsani kamil olamaz
Bu bir haldır be güzel dost
Tacımam özüm yanıyor
Kamıl insanı anıyor
Toprak anaya dönüyor
Bu bir haldır be güzel dost
Mesele Rıza Şehri olunca işleyiş açısından hukuk akla geliyor. Hukuk sistemi önemli bir toplumsal mutabakattır. Bu hukuk sistemi Alevi-Kızılbaş toplumda nasıl işliyordu?
Alevi hukuk sistemini acaba bugün yaşamış olduğumuz Türkiye’ye bir referans olarak sunabilir miyiz?
Modern toplumlar, Avrupa toplumları kendi anayasalarında ölüm kavramını, yani idamı daha yeni kaldırdılar. Burada şiddet demeyelim de, bir insanın yaşamının sonlandırılması daha yeni bu modern toplumlarda, bahsetmiş olduğumuz Avrupa ülkelerinin anayasalarında kaldırıldı. Oysa ki Alevi-Kızılbaş topluluğu bundan binlerce yıl evvel bir cana kıymayı kendi hukuk sistemlerinde kaldırıp atmışlardı. Alevi-Kızılbaş toplumunun hukuk sistemine bakıldığında en ağır cezai müeyyide yol düşkünlüğü biçimindeki cezayı uygulamadır.
Alevi-Kızılbaş Toplumu bir cana kıymayı yasaklamıştır. En ağır cezayı müeyyide olan yol düşkünlüğü herhangi bir kimse ağır suç işlemişse, kendisine bu ceza veriliyordu. Tabii ki bu cezaya uğramış herhangi bir kimse yine de gözetleniyordu. Bu kişi kendi toplumu içerisinde tecrite tabi tutulmasına karşın, gözetlenir, onun yeniden topluma kazandırılması ve yol düşkünlüğünden kaldırılma biçiminde uygulanıyordu.
Uyguladıkları cezalarda şiddeti, bir canı ortadan kaldırmayı içermiyordu.
Alevi-Kızılbaş toplumundaki bu hukuk sistemi hangi ekonomik sistem üzerinden kurulmuştu ve bu nasıl sürdürüldü? Lütfen bunu açar mısınız?
Abbas Tan: Birincisi Aleviler binlerce yıldır kırsalda yaşamışlardır. Ve o yaşamış oldukları coğrafyada coğrafi şartlar bunları bir arada yaşamasını zorunlu kılmış. Ve diğer topluluklarda olduğu gibi Aleviler de bir arada yaşarken kendilerine göre yaşamın içerisinde koşullar oluşturmuşlar. Ki bunlara günümüzde biz gelenek diyoruz, ritüel diyoruz, töreler vb. değişik ifadelerle anlatmaya çalışıyoruz. Aleviler kendi içlerinde yaşarlarken bir yandan da ne şekilde yaşamaları gerektiğini ve bunu nasıl hayata geçirebilirler, bunun örneklerini de yaşamın içinde bulmuşlardır.
Az önce saydığım gibi o dört kapı dediğim eğitim aşaması çok uzun yıllar ve deneyimlerden sonra oluşmuş. Kırsalda küçük topluluklar halinde yaşadıkları için Aleviler biribirlerini tanıyor. Bu yaşamları içerisinde kendi içlerinde eğitmenler seçmişler. Bu Yolu anlatabilecek izah edebilecek İnsanlara kendi içlerinde görev vermişler. Biz bunlara günümüzde rehber, pir, mürşit diyoruz. Bunlar Günümüzde çok farklı anlatılıyor ama özünde budur.
Rehberlerimiz, pirlerimiz, mürşitlerimize bir başka ifade ile ocakzade diyoruz. Ocak bilginin kaynağı demektir. Ateşin, duman’ın tuttuğu yer, ateşin yandığı yer, ısıtılan yer demektir.
Ocak anlayışı Alevilerde son derece önemlidir. Ocak anlayışında ocakzadeler, bulundukları yerlerde, kasabada, köyde ya da mezrada, bir arada yaşayan insanları kendi yöntemleri ile eğitiyorlar.
Bu eğitim içerisinde de nelerin yapılması, nelerin yapılmaması gerektiğini az evvel söylemiş olduğumuz hukuk çerçevesi içerisinde belirlemiş oluyorlar. Ki her yapılan yanlışın karşılığına bir yaptırım koyuyorlar.
Günümüzde buna ceza diyorlar, ama Aleviler ceza sözcüğünün kullanmazlar. Bu yaptırımların o günkü şartlarda yerine getirilmesi gerekir. Ancak yapılan hatanın, yapılan yanlışın tekrarlanmaması için de cemlerde (yapılan toplu ibadetlere cem deniyor) önce o yola girerken birbirine ikrar vermesi gerekiyor. Yani söz vermesi gerekiyordu. Bu yolun kurallarına göre yaşamayı kabul ediyorum demekti. Toplumun huzurunda bu sözü veriyordu.
Her Alevi bulunmuş olduğu toplumun huzurunda görgüden geçiriliyordu. Geçmiş bir yılın hesabını veriyordu. Hiçbir başka toplumda görünmeyen uygulanmayan, bir uygulamadır. Bir insan bir yıllık zaman dilimi içerisinde gelip kendisini topluma sunuyor. kendisini topluluğun huzurunda hesap vermeye hazırlıyor. Orada yapılan yanlışlardan dolayı yaptırımların karşılığında iki tane affı olmayan, bugünkü ifade ile ceza uygulanıyordu. Bunlardan biri cana kıymak, diğeri ise zina yapmaktır.
Alevilik’te çok eşlilik de zina sayılıyordu. Nasıl ki bir kadın birden çok eşle bir arada olamayacağı gibi, bir erkeğin de birden çok kadınla birlikte yaşamasının Alevi öğretisinde yeri yoktur. Ki buna günümüz ifadesi ile zina deniyordu.
Alevi öğretisinde yeri olmayan ikincisi bir durum ise belirttiğim gibi cana kıymaktır. Aleviliğin en ağır yaptırımı zina ve cana kıymaya yöneliktir. Böyle bir anlayış hala günümüz öğretisinde devam ettirilmeye çalışılıyor.
Ama az önce ifade ettiğimiz gibi Aleviler dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Kendi inançlarını kendi kültürlerini köydeki gibi, kırsaldaki gibi, kentteki gibi yaşayamadıkları için değişik güçler bunu da dejenere etmeye çalışıyorlar. Aslında asimilasyon politikasının örneklerinden birisi de budur. Ama biz Aleviler bunun aşmaya çalışıyoruz.
Yine kendi yolumuzun kurallarını yürütebilmek için de mücadele veriyoruz. Günümüzde de inancımız gereği cana kıyılmaz. Bu anlayış özellikle devlet dini olan inançların kendi kuralları içerisinde yaptırımlar ile karşı karşıya getiriyor Aleviliği.
Ama Alevilikte kesinlikle ve kesinlikle cana kıyma yoktur. O yüzden de diğer ülkelerdeki idamlara karşı Aleviler her zaman karşı olmuşlardır. Bu doğanın kanunlarına bile aykırıdır. İdam veya cana kıymak doğanın kanunlarına bir defa aykırıdır. Devletlerin yasalarına değil, doğanın yasalarına aykırıdır. Alevilik bir doğa inancı olduğu için de doğaya karşı yapılan her şeyi suç kabul eder. Kısaca böyle ifade edebilirim.
İlyas Yer: Tabii ki Kızılbaş-Alevi toplumunun Binlerce yıl yaşamış olduğunu yaşattığı bu yaşantıyı hukuk sistemini kısa bir zaman dilimi içerisinde burada aktarmak mümkün değildir. Amacımız bu mevzuyu yeniden gündeme getirerek toplumun gündemine sunmak, bu meseleyi gözler önüne sermektedir.
Alevi-Kızılbaş toplumunun bu hukuk sisteminin nasıl uygulandığı, uygulandığını uygulamalarını yeniden güncelleyerek topluma bir referans yolu gösteriyoruz. Kaynak gösteriyoruz. Bu meselelerle ilgilenmek isteyenler ilgilenebilirler. Yaşamış olduğumuz Avrupa toplum aydınları açısndan, aslında burada konuştuklarımız her bir mevzu birer tezdir, üzerinde düşünülmesi ve tez konusu yapılması gerekmektedir. Avrupalılar kendi dışındaki toplulukları ilgiyle izler ve gelirler onların yaşantıları, hukuk sistemleri ve geçmişleri üzerine tez hazırlarlar.
Maalesef bizim coğrafyada bu yok. Buna ilgi duymazlar. Hatta bu toplumu tanımak istemezler. Bu denli kör bir toplum. Kapı komşusunu tanımıyor. Bu toplum nasıl yaşıyor? Onun uygulamaları nedir? Kültürü nedir? Bu toplumun doğrudan tanımayı bir tarafa bırakalım, hatta bu toplum için farklı algılar içerisindedirler.
Bizim, tabii ki bu kısacık zaman dilimi içerisinde, binlerce yıl kendi kültürel varlığı ve hukuk sistemi ile yaşamış bir toplumu anlatmamız mümkün değildir. Bu kısacık zaman dilimi içerisinde bir öğrettiyi dinlendirilmiş oluyoruz. Burada bu topluma bir ışık olabilir mi? Bu Kızılbaş-Alevi toplumunun Riya Heq dedikleri, yolun, gerçeğin peşindekiler. Türkçe’ye tam olarak çevirirsek Aydınlık Yol, Gerçeğin Peşindekileri anlamak isteyenler bu mevzu ile İlgilenebilirler, biz ilgilenmek isteyenlerin dikkatine bir nebze de olsa sunmaya çalıştık.
Tekrardan bizim aşık-ı Sadık Tacım Baba’ya dönelim. Bakalım kendi bağlamasın da ve deyişlerinde bize ne okuyacak?
Hak yolu bir nurdur sönmez
Kimler ne der ise desin
Hakikati varan dönmez
Kimler ne der ise desin
Dört nesneye inananın
Hakikata güvenenin
insanlıkla sevinenin
Kimler ne der ise desin
Bu dogada vardır yerim
İnsani kamiller pirim
Der Tacımem doğa kerim
kimler ne der ise desin
Bu coğrafyada yaşayan bu kadim toplumun özelliklerini anlattıktan sonra Hakikatçılar mevzusuna girelim. Tabii ki Hakikatçılar konusu da başlı başına bir konu, bu meseleyi de kısacık zaman dilimi içerisinde aktarmak, konuşmak mümkün değildir. Biz dilimiz döndükçe ana başlıklar halinde Kızılbaş-Alevi toplumunda Hakikatçıları anlatmaya çalışalım. Yakın tarihimizde yaşanan, öyle çok da uzak bir tarih değil, Alevi-Kızılbaş topluluğu içerisinde Hakikatçılar grubu oluşmuş ve bu yolu sürdürmüşlerdir. Program konuğumuz aşık-ı Sadık Tacım Baba’da Hakikatçılar yolunun sürdürücülerindendir. Bu yolu takip eden aşık-ı sadıklarımızdandır. 1800’lerin ortalarından 1800’lerin sonlarına doğru yine büyük Dersim coğrafyasında ortaya çıkmış ve iç toroslara doğru yayılan, yaşayan tanıklarıyla bu yolu sürdüren bir yaşam biçimi. Buna akılcı bir yaşam da diyebiliriz. Alevi-Kızılbaş inancı içerisinde en yüksek mertebeye varmış bir yaşam da diyebiliriz. Buradan size şöyle bir soru yöneltmek isterim.
Hakikatçılar ne demek?
Hakikatçılar nereden doğdu?
Tam olarak yaşayan kişileri, yaşatan kişileri isimleri ile bize aktarabilir misiniz?
Abbas Tan: Biraz evvel yaptığım açıklama bu soruya cevap niteliğindeydi. Çünkü Hakikatçıların yaşantısına biz Rıza Şehri diyoruz.
Rıza Şehri’ne sizin de başta söylediğiniz gibi bir gezginin gidip orada ‘nar alması’ mitolojik bir bilgiyle küçük bir mesajdır. Bu olgunluğa ulaşılmadan, kamil insan olunmadan Rıza Şehrine gidilemiyor. Hakikatçı olunamıyor. O yüzden bize de zaman zaman soruyorlar. Hakikatçı nasıl olunur? Rıza Şehri’ne nasıl gidilir?
Ben de bu soruya cevap ararken kendimce şöyle bir cevap buldum:
Rıza Şehri denen kente
Yol bilmeyen gidemezmiş
Edep erkan yol bilmeyen
Kamil insan olamazmış
Elin, dilin, belin olsun
İnsanlıkta gözün olsun
Meclislerde yüzün olsun
Kalmak için girmek gerek
Para yoktur, pul gerekmez
Muhabbette usanılmaz
Büyük ve küçük aranmaz
Girmesini bilmek gerek.
Üretenler paylaşırlar
Mutluluktan uçuşurlar
Üzüldükçe gülüşürler
Gülmesini bilmek gerek
Çarşı pazar gezilirken
Güzellikler sergilenir
Var olanla yetinilir
Yetinmeyi bilmek gerek
Kazancımız hepimizin
Sergilenmiş gönlümüzün
Çiçek açmış bahçemizin
Güllerini bilmek gerek
Abbas Tan kamil olsaydı
O mekanı bir görseydi
İnsan kıymeti bilseydi
Kıymet ile gitmek gerek
Rıza Şehri’ni her Alevi kendisine göre İfade eder, tarif etmeye çalışır. Tabii ki Hakikatçı anlayış, kamil olma anlayışı Alevilikte doruk noktasına ulaşmaktır.
Az önce söylemeye çalıştığımızı yeniden tekrarlamak gerekirse Hakikatçılıktan mal mülk ortadan kalkmış oluyor. Ki biz bunu geçmişte Alevilerin, Alevi İnanç önderlerinin, kanaat önderlerinin, aşıkların, aşık-ı sadıkların sözlerinden de anlıyoruz.
Yakın tarih dediğimiz günümüzde, sizin de belirttiğiniz 150-200 sene evveline baktığımızda Börklüce’nin, Şeyh Bedreddin’in, Torlak Kemal’in verdikleri mücadeleye baktığımızda görüyoruz ki, orada da yapılan bir haksızlığın ortadan kaldırılmasım mücadelesidir. Yani birlikteliğin, eşitliğin olması için bunlar canlarıyla bedel ödemişler.
O dönemde bir mücadele verilmiştir. Ondan evvel Hallacı Mansur’un verdiği mücadeleye baktığınızda inançsal bir mücadeleden ziyade ekonomik ve sosyolojik, kültürel bir mücadeledir. Yani Hakikatçılar mücadelesi binlerce yıl evveline dayanmaktadır. Ama özellikle son dönemlerde 1850’lerden sonra sizin de ifade ettiğiniz gibi, Dersim’den bir Baba Mansur ocağı mensubu Süleyman Araboğlu bu bölgede (Sivas, Kayseri, Malatya, Maraş) bir mücadele verir.
O günkü Dersim’de ocakların kendi içindeki sorun ve sıkıntılardan kaynaklı olmalı ki orada barınamaz. Ve bu düşünceyi hayata geçirmekte zorlanınca Sivas’a gelir. Sivas’ın Kangal İlçesi’nde Mescid diye bir köye yerleşir. Ve o bölgede bu çalışmayı başlatır. Yeni, yeni insanlar bir takım mal mülk sahibi olmaya başlamışken, yani mesele mal mülk, üretim takımlarının ortadan kaldırılması olunca Süleyman Araboğlu’nun Hakikatçı anlayışı tepki alır. Ve yeni, yeni zengin olmaya başlayan (o günün şartları itibariyle söylersek) Aleviler tepki gösterirler, Arapoğlu Kangal’ın Mescit Köyü’nü terk etmek zorunda kalır. Kardeşi ile birlikte Sivas’ın Gürün ilçesine gelir. Gürün İlçesi’nde çok yakın olduğundan dolayı Kayseri’nin Sarız İlçesi’ne bağlı olan Kırkısrak Köyü’ne gelir, yerleşir.
Bu anlayış bir taraftan Sarız’ın Kırkısrak, Dallıkavak, Örtülü, Söbeçimen köylerinden yavaş, yavaş gelişirken, diğer taraftan yine Gürün’den daha doğuya doğru gittiğimizde Malatya-Akçadağ bölgesine doğru da bu öğreti yayılmaya başlar. Ve Ali Dumke denilen, ki o gün o bölgenin sayılı kişilerinden biri, bu anlayışı kamuoyuyla paylaşmaya çalışır. Akçadağ’ın Dumuklu Köyü var. O köyde başlar çalışmaya. O bölgede de bir taraftan bu yaşam biçimi geliştirimeye çalışılır. Tabii ki Sarız’ın Kırkısrak Köyü’nde ekonomik gücü de yerinde olan Şıxhmamo, diğer bir adıyla Memkê Kose kendi akrabalarıyla aralarındaki tarla takımı kaldırmakla başlar bu işe. Hayvanlarını biribirine karıştırırlar, artık senin benim değil, herkesindir. Kendi aralarında iş bölümüne giderler, imkanı olan tarımla uğraşır, imkanı olan hayvancılıkla uğraşır, becerebilen koyunları otlatırken, diğeri kuzuları otlatır. Ev yapılacaksa ustalar gelir evi yapar, diğerleri işçiliğini yaparlar ve o ev ortaklaşa yapılır. Ve bu anlayış giderek gelişmeye başlar.
Hemen yakınlarında Dallıkavak Köyü var. O köylüler bu işe girer, yine Sarız’ın Örtülü ve Söbençimen köylerindeki insanlar bu işe girerler. O dönemde Sakallı Haydar Bayrak Dallı Kavak’tan bu işin son dönemlerdeki öncülerinden olur. Söbecimen’de Ap Seydo vardı, Kırkısrak’ta Kino, Kiso gibi insanlar var. Bunlar geliştirmeye çalışırlar bu hayatı, bu yaşam tarzını.
Diğer taraftan da o bölgede mal mülk sahibi olanlar, yeni, yeni zenginleşenler bu anlayışa karşı gelmeye baslarlar. Hakikatçıların bu anlayışının gelişmemesi için önlerini kesmeye çalışırlar. Fakat bu öğreti Sarızla sınırlı kalmaz. Ve daha güneye doğru Kahramanmaraş’ın Göksun, Afşin ilçelerine ve oradan Elbistan, Nurhak`tan Maraş Pazarcık`a kadar uzanır.
Ve Pazarcık’tan Türkoğlu’na , Hatay’ın Kırıkhan İlçesi’ne kadar oldukça geniş bir yelpazede bu mücadele verilir. Bu belli bir süre gider. Özellikle Pazarcıklı Ali, ki Kahramanmaraş’ın Pazarcık İlçesi’nin Çigli Köyü’nde büyük bir mücadele verilir. Değişik köylerde mücadele yürütülür. Mücadelelerle hayat bulmaya çalışırlar. Daha sonraki dönemlerde Elbistan bölgesinde Ali Hakiki çıkar, sonra Melülü çıkar (O bölgede Karaca Amca). Yine Sarız’da son dönemde ismini çok bildiğimiz, duyduğumuz Aşık İIbreti vardır. İbrahim Erdem bu yolun devaminda söz sahibi olanlardandır, Sakallı İbiş, ki ben bunların tamamına yakınını (Ali Haki Baba’yı) bilmiyorum, ama onun dışında Melüli, İbreti, ibrahim Erdem, Sakkali İbis, Mücrimi bunların hepsi evimize mihman olduar, hizmet ettim. Küçük Haydar Bayrak, Hacı Bayrak iyi bir ağabeyimiz dostumuzdu, bunlarla bir arada olduk.
Bu anlayış ne yazık ki günümüzde yürütülemedi. Niye yürütülemedi?
Az önce ifade etmeye çalıştık. Bir yandan mal mülk sahibi olunur iken, öte taraftan şehirlere doğru, şehirlerden başka ülkelere yayılma başlayınca sermaye, ekonomik güç bu yaşantının engelleyicisi oldu. O yüzden de hayat bulmadı, devam ettirilemedi. Günümüzde birçok insan Alevi Hakikatçılığını benimsemiş, ama büyük bir kısmı için (beni bağışlasınlar) sözde Hakikatçılardır.
Çünkü Hakikatçılık ben Hakikatçılığı seçtim demekle olmuyor. Biraz önce de ifade etmeye çalıştım, o temel eğitimi almadan, Alevi hukukunu yeterince bilmeden Hakikatçı olunmaz. Daha ileriye gittiğinizde Aleviliği bilmeden olmaz. Şimdi zaman zaman bizim aşıklarımız, sadıklarımızın okudukları nefeslere baktığımızda Alevilikten o kadar çok uzaklaştılar ki, Aleviler Alevilikten uzaklaştırıldı. Bu sistemin bir dayatmasıydı. Bizler de Aleviliği yeterince anlayamadık. Alevi-Kızılbaş toplumunun ritüelleri değiştirildi. Yani hakka yürüme erkanları, cenaze namazlarına dönüştürülünce, Hakk anlayışı, Tanrı anlayışına, oradan da Allah anlayışına dönüştürüldü. Bunların hepsi konuşulması gereken konular olduğuna inanıyorum.
Nefeslerimiz de bakıyorum zaman zaman en yakın dostlarımız dahi “halla halla” ile “Allah Allah”ı biri birbirinden ayırt edemiyorlar. Beni bağışlasınlar, ben Hakikatçıyım demelerine üzülüyorum. Aleviliğin bu kadar önemli saydığı bir konuyu, Hakikatçılığı bu kadar basite indirgememek gerekiyor.
İlyas Yer: Tabiki Alevi-Kızılbaş toplumunun yığınla sorunu vardır. Geçmişten günümüze uzanan sorunları. En az Yavuz’dan bu yana süren ciddi sorunları vardır. Bu topraklarda ciddi soykırımlar yaşamış bir Alevi-Kızılbaş topluluk. Dağlara sürülmüş, nefes aldırılamamış bir toplumdan bahsediyoruz. Aslında bugün de hala bu sürdürülmektedir.
Sistem tarafından paramparça edilmiş onun değerleri ile oynanmış, asimilasyona tabi tutulmuş, bu nedenle de yığınla sorunları olan bir toplum. Alevi-Kızılbaş toplumunu bugüne taşıyan ocak sistemi kendisini zor koşullarda var edebilmiş ve bu nedenle de sorunlar yaşamaktadır. Bu nedenle de Alevi-Kızılbaş toplumunun kültürel yapısı ciddi bir revizyona uğramıştır. Alevi-Kızılbaş toplumunun ritüellerinden tutalım da kullanmış olduğu kavramlara kadar değişime uğramıştır.
Büyük Dersim coğrafyasından bahsediyoruz. Kızılbaş-Alevi toplumunun ana yurdundan.
Gelişmiş Avrupa ülkelerinde henüz iltica yasası çıkmadan Alevi-Kızılbaş toplumunun ana yurdunda iltica yasası uygulanmış. Kendisine sığınan başka toplulukları, başka insanları korumuş ve onları iade etmemiştir. Bext dediğimiz kavram Kızılbaş-Alevi toplumunun iltica kavramıdır. Görülüyor ki Kızılbaş-Alevi toplumunun kendi hukuk sistemi içerisine ta o dönemde Bext/iltica yasasını koymuş görünüyor ve bunu uygulamış da. Tarihte sayısız örnekleri mevcuttur. Kızılbaş-Alevi toplumunun bext’e gireni, sığınanı bu toplum vermemiş, iade etmemiştir.
Bunu uygulayan bir toplumdan bahsediyoruz. Tabii ki bu toplumun son derece ciddi problemleri ve sıkıntıları bulunmaktadır. Elbette ki bu sorunları aşmak bir yönüyle mümkündür. Alevi-Kızılbaş toplumunun ileri gelenleri ocak sahipliği, kanaat önderliği, entellektüelleri, akademisyenleri bir araya gelerek bir konsensüs yoluyla bu sorunlarını aşabilirler. Kızılbaş-Alevi toplumunun aydınları, yol hizmetçileri, düşünürleri sanırım bu sorunlarına kafa yoruyorlardır. Bizim ve bizim gibi kimselerin yıllarca birikmiş sorunları ekranlarda masaya yatırabilmemizin olanakları bulunmamaktadır.
Belkide ilerki dönemlerde Alevi-Kızılbaş toplumunun akademisyen dünyasındaki ileri gelenlerini bu ekranlara konuk edeceğiz. Özellikle Alevi-Kızılbaş toplumunun ocak sistemine ilişkin Turabı Saltık dostumuzun ciddi çalışmaları söz konusudur. Bir nebze katkı olması açısından Turabı Saltık canımızla da Kızılbaş-Alevilerde ocak sistemine ilişkin bir program yapmayı düşünmekteyiz. Kendisi de Sarı Saltuk ocağına bağlı önemli bir aydın yazar dostumuzdur.
Önümüzdeki dönemde yeniden sizi Komünar-TV ekranlarına konuk ederek Alevi-Kızılbaş toplumunda ocak sistemi üzerine bir söyleşi düzenleyebiliriz.
Çünkü bakıldığında büyük Alevi-Kızılbaş toplumunun tüm ocakları Dersim coğrafyasında bulunmaktadır. Ve bu mesele önem arz etmektedir. O açıdan Alevi-Kızılbaş toplumunu bin yıllardan bu yana Alevi-Kızılbaş toplumunu bugünlere taşıyan bu ocak sistemini konuşmadan olmaz.
Hatta şöyle diyebilirim: Büyük Dersim coğrafyası öyle bir alan ki, Alevi-Kızılbaş toplumuna ilişkin bir şey aranmak istenirse, o coğrafyada bulmak mümkündür. Alevi-Kızılbaş toplumunda Kırklar Semahı, Kırklar Cemi önemli bir Semahtır. Bazı kimseler Kırklar Semahı’nın döndüğü yeri başka coğrafyalarda aramaktadırlar. Halbu ki, Dersim coğrafyasında Kırklar Dağı vardır. Bu dağa bu ismin verilmesi sebepsiz değildir. Bunu söylememin sebebi, Anadolu’ya dağılmış, serpilmiş, aslında bugün dünyaya yayılmış Alevi-Kızılbaş topluluğun ana köklerine, ana yurduna yoğunlaşması ve kendi köklerini arayabilecekleri bir alan olması açısından dikkat çekiyoruz.
Bu coğrafyada bulunan Kırklar Dağı’nı anlatığımız vakit Kırklar Semahı’nın belki de bu coğrafyada vukku bulduğunu göreceğiz.
Demek istiyorum ki, özünü arayanların, hakikatin peşindekilerin yoğunlaşması gereken bir büyük Dersim coğrafyası orta yerde duruyor. Bu alan üzerinden yoğunlaşabilirler. Ana başlıklar üzerinden topluluğa bir mesaj vermeye çalışıyoruz. Toplumun dikkatine sunuyoruz.
Buradan tekrar aşık-ı Sadık Tacım Baba’ya dönelim, onun nefesinden bağlanmasından bir Alevi-Kızılbaş nefesi dinleyelim:
Gelin Doğayı yormayın
Hesabını sorar bir gün
Börtü böceği öldürmeyin
Hesabını sorar bir gün
Börtü böceği kırmayın
hesabını sorar bir gün
Yaşam bir Doğa kuralı
Derdi dermanı sıralı
Orman kuşları Yaralı
Hesabını sorar bir gün
Tacım Baba böyle inanır
Doğan her güne güvenir
Doğru olanı savunur
hesabını sorar bir gün
Doğa hesabını sorar bir gün
Kızılbaş-Alevi toplumunun aşıkları konuştuğu zaman önemli mesajlar verirler. Bugün dünyamız ekolojik sorunlarla cebelleşmek de. Bugün dünyada doğa meselesi, ekoloji meselesi gündemin birinci sırasını işgal etmektedir. Burada da görüldüğü gibi Alevi-Kızılbaş toplumu kendi inanç sistemi içerisinde doğaya karşı hoşgörülü, börtü böceğe dokunmayan bir anlayış içerisindedir. Doğasına ve börtü böceğine kutsallık ad etmiştir.
Burada bir anekdotu anlatmama müsaade edin lütfen.
“Büyüklerimiz biz çocukken bize derlerdi ki, perşembe akşamı balıklara dokunmayın onlar Munzur’da Sema dönüyorlar.”
Burada da görüleceği üzere Alevi-Kızılbaş inancında yeni doğmuş bir çocuğa bu eğitim verilmektedir ve o çocuk bu eğitimi alarak büyür. Burada da görüleceği üzere Alevi-Kızılbaş topluluğu canlıya bir kutsallık atf ederek aslında onu korumaya alıyor, onu koruyor.
Kendi inanç sistemi içerisinde doğaya, börtü böceğe karşı saygılı olmayı getirmiştir. Bir doğa inancı olmasının temeli de burada yatmaktadır.
Aşık-ı sadık Tacım Baba da okumuş olduğu bu güzel nefeste bu inancın doğaya karşı korumacı yaklaşımını bir şekilde ifade etmiştir.
Bugün dünyamız ciddi ekolojik sorunlarla karşı karşıyadır. Doğayı çok ciddi tahrip ettiler. Halbuki bu meseleye binlerce yıl evvel dikkat çekmiş o coğrafyanın çok kadim bir topluluğu olan Alevi-Kızılbaş topluluğu. Aslında devletler, toplumlar öğrenmek istemiş olsalar uzak değil, yanıbaşındaki Alevi-Kızılbaş toplumunun binlerce yıl evvel bu meselelere işaret ettiğini görebilir. Aslında Alevi-Kızılbaş toplumunun yaşantısında, anlatımında, felsefesinde kültüründe birçok şey gizlidir, yani başındaki topluluklar bu alana, bu topluluğun kültürel yapısına başvurmak istedikleri zaman, bu alanda, bu toplulukta çok şey öğrenmiş olacaklardır.
Bulunmuş olduğumuz Avrupa ülkelerinde 68 kuşağının aydınlarının, düşün insanlarının 1973 senesinden bu yana Avrupa’nın birçok ülkesinde komün köyleri oluşturmuşlar, kurmuşlar. Ben de bu kurulan köylerden birkaçını gezdim. Kendi gözlerimle gördüm, yaşantılarına tanıklık ettim. Tabii ki müthiş bir şey. Orada uygulamada ortak üretim, ortak paylaşım söz konusudur. Bir de kendilerinin oluşturmuş oldukları hukuk sistemi içerisinde alacakları veya uygulayacakları kararları bir konsensüs ile alırlar.
Konsensüs sağlanmadan hiç bir karar almamaktadırlar. Çoğunluğun kararına baş vurmazlar ve çoğunluğun kararını uygulamaya koymazlar. Konsensüsün sağlanması için uzun süreli ikna metoduna başvururlar. Alacakları herhangi bir karara itiraz eden üyenin de mutlaka onayını almaya çalışırlar, onun onayını almadan uygulamaya koymazlar. Böyle bir uygulama bu komün köylerinde sürdürülmektedir. Bu da tabii ki günümüz koşullarında uygulanıyor olması dikkate deger bir durumdur. Başlı başına konuşulması gereken bir konudur.
Şunu sormak isterim:
O tarımsal dönemde (henüz ortada gelişmiş modern tarım araç ve gereçlerin olmadığı bir ortamda) Alevi-Kızılbaş toplumu ve hakikatçıların mücadelesi bugünkü modern komün toplumuna tekabül ediyor. Anlatımlarınızdan bu anlaşılmaktadır.
Şuraya gelmek istiyorum. Yine aynı topraklarda, aynı coğrafyada yakın zamanda Ovacık deneyi olarak kamuoyunun da ilgisini intikal eden deneyi siz nereye koyuyorsunuz?
Bunun geçmiş ilişkilerle bir bağlantısı var mıdır?
Çünkü yine aynı coğrafyada, aynı topraklar üzerinden kurulduğu ve etkisi bu alanlar üzerinden dışa yansıdı. Ovacık deneyinde de ortakça üretim, ortakça paylaşım, sağlıklı gıda gibi temel meseleler işlendi ve bunu önemsiyorlar. İmece usulü bir çıkış gerçekleştirdiler. Yine aslında kökleri bakımından aynı toprakların insanları, ama bu sefer emek üzerinden böyle bir girişimde buluna bildiler. Buradaki bu uygulamaya baktığınızda Alevi-Kızılbaş toplumunda süregelen bu anlayışın etkileri sizce de olmuş mudur?
Buradan topluma nasıl bir mesaj verebiliriz, vermek istersiniz?
Abbas Tan:
Tabii ki her şeyden önce Ovacık’ta yapılan örnek alınacak bir davranış, bir uygulamadır. Tabii ki bu uygulama geçmişte bu anlayışa sahip olanlar tarafından da sempati ile karşılandı. Kooperatifçiliğe baktığınızda dayanışmaya, köylerde ki imeceye baktığımızda , Aleviliğin olmazsa olmazlarından bakılarak hayata geçirilmiştir. Doğrudur. özellikle Dersim’de, Ovacık’ta tarımsal alanda bu birlikteliğin başlatılmış olması öğreticidir. İyi bir karardır bunun sadece Dersim’de, Ovacık’la sınırlı kalmaması lazım. Ben hasbelkader bir çalışma yaptım. Türkiye Alevi Köyleri diye bir çalışmam var. Türkiye’de 73 vilayette 4708 tane Alevi köyü tespit etmiştim, o kitabımı da yayınladım. Ve bu köylerin büyük bir kısmını da gezdim. Gezip gördüğüm köylerde Alevilerin yaşantılarını gördüm. O yaşantıda nelerden alınarak bu hale geldiklerini de gördüm. Demek ki Alevi öğretisi az evvel söylediğimiz çerçeve içerisinde yasama-yürütme-yargıyı kendi içerisinde barındırırken hem sevgiyi hem muhabbeti, doğayı hepsini birden bir potada eritmiş, teke indirmiştir .
O yüzden Aleviliğin bir doğa inancı olduğunu söyledim. Alevilik’te az önce söylediğim üzere ritüeller değiştirildi derken oraya da değinmek istemiştim, Alevilik’te bir defa devriye anlayışı vardır. o yüzden börtü böcek, doğa canlı Aleviler için birdir.
Aleviler varlığını birliğini temel esas almışlardır. O yüzden yaşam hakkı açısından hayvanla insan arasında bir fark yoktur. Büyükle küçük arasında bir fark yoktur. Bunu aşıklar, sadıklar kendi deyişlerinde, nefeslerinde hep dinlendirmişlerdir. Ama zaman çok fazla olmadığından bunu şu an dillendiremiyoruz. Zamanı çok iyi kullanmak gerekiyor. Ama bizim aşıklarımız, sadıklarımız söyledikleri nefeslerin içerisinde her şeyi anlatıyorlar. Biraz evvel Tacım Baba’nın anlattığı gibi. Çünkü bizde devriye vardır, o devriyde de Devri daim, Devrin asan olma düşüncesinin sadece Alevilere değil, bütün insanlığa anlatılması gerekiyor. Eğer bir devri dayım anlayışını, varlığın birliğini, ya da vardan varoluşçuluğu çok iyi kavrarsak, o zaman insanlar arasındaki bu ayrımı da kaldırmış oluruz. Ve o Hakikatçıların sınırsız bir dünyada sınırsız bir toplum mücadelesi anlayışını siyasiler elimizden aldı, kullanıyorlar. Dünyanın her tarafına dağılmış Aleviler Aleviliği hukuk sistemini gittikleri her yerde yaşatmaya çalışıyorlarsa bizim dememiz gereken bir şey vardır. Dünya benim ülkem, tüm insanlar kardeşimdir sloganımız daha iyi yerini bulur. Bunu bizim dervişlerimiz gezdikleri yerlerden öğrendiklerini bir başkalarına anlattılar. Ben de dedim ki, keşke ben de derviş olsam:
Derviş olsan bir gün yollara düşsem
Dertli olanların derdini deşsem
Derde derman olan ilacı bilsem
Dervişlik hırkamı alır yürürüm
Mutlu olup gökyüzünde dolaşsam
Yağmur olup yeryüzünü ıslatsam
Bitki olup insanları beslesem
Dervişlik hırkamı alır yürürüm
Güneş olup her tarafı parlatsam
Ateş olup üşüyeni ısıtsam
Hastalara deva şifa dağıtsam
Dervişlik hırka mı alır yürürüm
Temiz hava alıp akıl dağıtsam
Beyinle yüreği harman eylesem
Rıza Şehri diye yolu gözetsem
Dervişlik Hırkamı alır yürürüm
Sevgiyi satacak dükkan eylesem
Bilgiyi alana kelam söylesem
Abbas Tan bu yolu hedef eylesem
Dervişlik hırkamı alır yürürüm
Bu yürüyüşüm benim yaşamım boyunca devam edecektir. Umarım Tacım Baba’nın sözleri ile bütünleşir. Ve ben de bizi izleyen tüm canlara, tüm dostlara Alevice bir yaşam diliyorum.
Aşk olsun bizi dinleyenlere.
Aşk olsun size.
Aşk olsun hepimize.
Tacım Baba
Hava ile toprak anam
Çözün canlar manasını
Su ile güneştir babam
Çözün canlar manasını
Zaten vardan var olmuşuz
Nice evrimler görmüşüz
Sıfatı insan bulmuşuz
Çözün canlar manasını
Der Tacımam amman amman
Cehaletle halim yaman
Doğadır sahibi zaman
Çözün bunun manasını
Aşk ile.
20 Ekim 2020
İlyas Yer
Cumhuriyet hükümetinin 1937 yılında Elazığ’da kurduğu İstiklal Mahkemesi’nde İhsan Sabri Çağlayangil’in anlatımına göre 72 Dersimli yargılandı. Bunlardan; Sey Rıza, Usenê Seydi, Fındıq Ağa (Qemer oğlu Fındık), Ali Ağa (Aliyê Mirzaliyê Sıli), Usênê Sey Rızay (Usen Resık), Hesen Ağa ve Hesenê İvraimê Qıji Buğday Meydanı’nda kurulan Darağacı’nda 15 Kasım sabahı karanlığında öldürüldü.
Yargılananların dördü ömür boyu, bir kısmı da otuz yıl hapis cezalarına çarptırıldılar. Bir kısmı ise beraat ediyordu. Hapis cezalarına çarptırılanlar da bir tür ölüme gönderiliyorlardı. Ömür boyu ve otuz yıl hapisle cezalandırılanların büyük çoğunluğu sürüldükleri batı illeri hapıshanelerinde hayatlarını kaybettiler. Onların da mezar yerleri meçhule kaydedildi. Bunlardan bilinen örnek; Cıvrayıl Ağayê Arekiyê’dir. İzmit hapishanesinde öldü ve mezar yeri bilinmiyor.
Gerek 15 Kasım 1937 karanlığında araba farlarıyla aydınlatılan Buğday Meydanı’nda darağacında öldürülenler, gerek batı illeri hapishanelerine ölüme göderilenlerden hiç biri devlete bir kurşun atmadığı gibi, ne Dersim ağalarıydılar, ne de her biri “isyan” diye propaganda edilen yalanın önderleriydiler.
Ancak bundan çok daha önemli bir şey vardı. O da; buğday Meydanı’nda, batı illeri hapishanelerinde, Derê Laçi’de, Bayaz Dağ’da, Saan’ın Sıncık Dağı’nda, Derê Avlosu’da, Mosımo Pak’ta, Cıvraklı Bertal Efendi’nin 53 kişilik aile kafilesinin katledildiği Remedan’da ve daha onlarca toplu katliam yerlerinde bize anlatılanlar: Dersim’in tarhi, inancı, kültürü, kendi kedini yönetme sanatı ve kısaca bütün bir kesintisiz yaşam felsefesinin ÖLDÜRÜLMESİDİR.
Dersim Tertelesi ve 15 Kasım idamları üzerinden tam 83 yıl geçti, yani bir asıra yakın bir zaman. Bu bir asır boyunca devlet, Dersimliyi farklı kılan; tüm damarları üzerinde sistemli, planlı ve aralıksız çalıştı. Soykırım fiziki tasfiye ile sınırlı kalmadı. Prof. Fuat Köprülü gibileri ile Alevliğin özünü bozma, Sıdıka Avar projesi ile ana dili Kırmancki/Zazaki/Dımılki’yi unutturma kırımı sürdürüldü. Daha bir dizi başka alan çalışmalarıyla devam etti soykırım.
Dersim denilen tarih ve bu kara parçasının, yalın görününmü ve aktif figürllerinin Cumhuriyet’in komuta kademesinin özel olarak görevlendirdiği dönemin Malatya Emniyet Genel Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’i hayretler ve hayranlık içerisine sürükleyen akıl ve hikmet; Dersim fikriyat dediğimiz şeyin ta kendisidir. Bu nedenle onları yalnızca 15 Kasım’larda değil, Dersim üzerinde düşündüğümüz her an, onların o Dersim tarihi, inancı, kültürü, gelenek ve görenekleri yüklü güzel hayatlarını hatırlamadan işe başlamayacağız.
Onları her zaman darağacına yürürken cumhuriyet kurucularını hayretler ve hayranlık içerisinde bırakan ve İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarında özetlediği o VAKUR ve SOYLU duruşlarıyla bütün tarih boyunca anmaya devam edeceğiz.
Şiarımız boyun eğmemektir:
“Ben, senin yalan ve hilelerinle baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de senin önünde diz çökmedim, bu da sana dert olsun.”
(Seyit Rıza)
12.11.2020
Dersim Kongresi Meclisi
Uzun bir aradan sonra BirGün okurlarıyla yeniden buluşmaktan duyduğum memnuniyetle başlamak isterim. Daha çok güncel ve tarihsel sosyoloji alanında düşüncelerimi paylaşacağım, bu buluşmaya aracılık ettikleri için BirGün gazetesi emekçilerine teşekkür ederim.
Bu ilk paylaşımın konusu biraz kişisel sayılabilir ama gerçekte toplumsaldır. Annemden ve dolayısıyla Dersim’im kayıp kızlarından söz ediyorum. Gazeteye bu ilk yazımın yayını annemin ölüm yıldönümüne denk gelince kendisinin de zaman zaman okuduğu BirGün’de onu anmak daha da anlamlı oldu. Annem, 23 Haziran 2019’da akşam, Sayın Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini kazandığının belli olduğu saatlerde son nefesini vermişti. Bu hüzün, o günkü sevinci de bütün diğer hüzünleri de unutturacak kadar güçlüydü.
Annem (Huriye Aslan), kamuoyunun Nezahat ve Kazım Gündoğan’ın İki Tutam Saç belgeseli ile hatırlayacağı Dersimli kayıp kız çocuklarından biriydi. Tertele (katliam) zamanlarında annesiz, babasız, kardeşsiz büyümek zorunda bırakılan neslin bir üyesiydi. Son nefesine kadar bu öykünün izlerini anlattı. Şimdi, kendi topraklarında Dersimli kız çocuklarının öyküsünü dünyaya hatırlatıyor.
Dersim 38, ara ara ‘gündeme’ getirilen ama umumiyetle geçmişe ait bir mazi olarak bırakılması tercih edilen; yine de ayırt edici nitelikleriyle unutulması imkânsız kitlesel kırım deneyimidir. Resmi verilerden çıkarılabilen sonuçlara göre bu kırımda 20 bin dolayında insan öldürülmüş, 20 bin dolayında insan da sürgüne gönderilmiştir.
Dersim’in kayıp kız çocuklarının öyküsü bu modern vahşetin bir parçasıdır. Samsun’da, daimi olarak iki askerin görev yaptığı ve Türkan, Ayhan ve Nurhan adlarında üç çocuğu olan bir üst düzey kamu görevlisinin evine, Ovacık’ın bir dağ köyünden bir kız çocuğunun getirilme öyküsü ne tekildir ne de tesadüf. Bugün artık yüzlerce örneği bilinen bir politik edimdir.
Ben, uzun zamandır bu en çaresiz kuşağın öykülerini dinledim. Sadece bir politik tahayyülün cereyan etme biçimini değil, aynı zamanda Dersimli kız çocukların ömürlerine yüklenen o ağırlığı nasıl taşıyabildiklerini anlamaya çalıştım. Açıkça söylemeliyim ki binlerce sayfalık kitapların bile anlatmakta kifayetsiz kalacağı ağır yükler yüklenmiştir bu ömürlere. Huriye’nin, Altun’un, Sekine’nin, Fatma’nın ve daha yüzlercesinin.
Onlardan bir detayı paylaşmak isterim. Bir arkadaşım Dersim’in el konulmuş çocuklarından biri ile aynı binada ikamet ettiklerini söylemişti. Adı Müfide olan annenin hikâyesinden çok etkilenmiş ve bizi görüştürmek için girişimde bulunmuştu. Bir gün sabah saatlerinde heyecanla arkadaşımın İstanbul’da ikamet ettiği binaya girdiğimde olağandışı bir durumla karşılaşmıştım. Müfide Anne’nin yurtdışında yaşayan ‘milliyetçi’ çocukları bu buluşmayı engellemek için gerekli tüm tedbirleri almışlardı. O anları tarif edecek sözcüğüm yok. Bir süre bekledim orada, hiç değilse telefonla sesini duymak istedim Müfide Anne’nin. Mümkün olamadı.
Bu görüşme girişiminden yaklaşık bir yıl sonra Dersim’in bu kayıp çocuğu, ikamet mekanı bina yıkılacağı için çocukları tarafından oradan götürüldü. Bu apar topar gidişin ardından boşaltılmış ve kısmen sökülmüş binanın atık malzemeleri içinde, komşuları tarafından Müfide Anne’ye ait dört kıymetli şey bulundu: Eski çerçeveli bir fotoğrafı, ayakkabıları, çantası ve pasaportu. Bu öykünün anlamını bilenler için kıymetli dört hatıra…
Bunları, kendisi ve diğer Dersim’in kayıp kız çocuklarının öyküleriyle birlikte Dersim’de müze-kışlaya koymayı hayal etmiştim. Bu milliyetçi tarihin öteki yüzünü gösterebilelim diye. Ama ne mümkün! Bu vesileyle Dersim Müzesi’nde bu coğrafyanın yüzyıllık toplumsal tarihi yoksa diğer nesnelerin ve söylemlerin hiçbirinin anlamlı bir karşılığı olamayacağını da söylemek isterim.
Dersim’in kayıp kız çocuklarının öyküsü bu yüzyıllık tarihin anahtarı gibidir. Bu tarihi anlamak için önce bu kapı açılmalıdır.
Annemin şahsında Dersim’in tüm kayıp kızlarını sevgiyle, saygıyla, minnetle anıyorum.
2020.06.24
Dersim Kongresi’nin hazırladığı, Munzur Bava Gözeleri Peyzaj Projesi, Ovacık´taki arazi satış ihalesi ve Dersim’e yönelik diğer yıkım projeleri hakkında bilgilendirme toplantısı 10.06.2020 tarihinde gerçekleştirildi. Çevre davaları takipçisi Dersim Baro Başkanı Av. Kenan Çetin ve Av. Barış Yıldırım, Dersim sözlü kültür ve tarih çalışmaları yapan müzisyen Kemal Kahraman toplantıya konuşmacı olarak katıldılar.
İngiltere Alevi Federasyonu Başkanı İsrafil Erbil, Hollanda Kader yönetim kurulu üyesi Hasan Kaplan, Avrupa Alevi Kadınlar Birliği Başkanı Zeynep Can Ayaz, Londra Dersim Derneği yönetim kurulundan Ali Yıldırım, Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu Yönetim Kurulundan 2. Başkanı Kemal Karabulut, Hasan Yavuz ve Celal Taş, Dersim Munzur Akademi yönetiminden Dilek Kızıldağ, Hollanda’dan araştırmacı Kıvılcım Özmen, Londra BBC’den Güney Yıldız, Yeşil Sol Parti temsilcisi Rauf Uluç, Dersim Akademik Değişim Vakfı Başkanı Dr. Hıdır Eren Çelik, Akademisyen-Hukukçu Derya Bayır, Norveç Helsinki Komitesi’nden Mine Yıldırım, Londra Greenwich Üniversitesi’nden Prof. Mehmet Uğur, Open Üniversitesi’nden Dr. Cengiz Güneş, Londra Queen Mary Üniversitesi’nden Dr. Prakash Shah ve Zürih Üniversitesi’inden hukukçu Dr. Hüseyin Çelik, Dersim Akademik Değişim Vakfı kurucu üyesi Dicle Akar, İsviçre’den Etnolog Kemal Sönmez, Dersim Kongresi Meclisi’nden Nurcan Duman, Celal Yıldız, Ali Haydar Umut (Hollanda Alevi Federasyonu İnanç Kurulu), İlyas Yer (Komünar Bellek), Nuri Akyüz (Kureyşan Köyü Derneği Başkanı) Rozana Çiçek, Mercan Çiçek, Hüseyin Sevinç, Hasan Dursun, Ayhan Sarıgöl, Tahsin Tekin, müzisyen Maviş Güneşer’in moderatörlüğünde ve Zoom üzerinden yaptığımız bu bilgilendirme toplantısına katıldılar, soru ve önerileriyle katkı sundular.
Konuşmacılar, Munzur Baba’da yapılmak istenen peyzaj projesinin ekolojik, hukuksal, sosyo-kültürel, demografik ve inançsal açılardan değerlendirilmesi gereken çok boyutlu bir sorun olduğunu dile getirdiler.
Av. Barış Yıldırım, konuşmasında : “Munzur Gözeleri’nin Munzur Vadisi Milli Parkı’nın temel kaynağı olduğunu, burada her türlü projenin Munzur Nehri´ni dolayısıyla bütünüyle vadiyi temelden etkileyeceğini” söyledi. Buna bağlı olarak gözelerin Munzur Vadisi Milli Parkı dışında olmasının durumu değiştirmeyeceğini özellikle vurguladı.
Av. Barış Yıldırım, “Bulunduğumuz bu saha 2863 sayılı kültür ve tabiat varlıklarını koruma kanunları hükümlerine göre 2003 yılında Erzurum Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından birinci derecede doğal SİT alanı ilan edilmiştir.
Şimdi Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun ilke kararlarına göre birinci derecede doğal SİT alanları bilimsel amaçlı çalışmalar dışında aynen muhafaza edilmesi gereken alanlardır. Bu bölgede herhangi bir şekilde insan etkileşimine dönük faaliyetler yürütülmesi, piknik yapılması, suya girilmesi, doğal peyzajına etki edilmesi, jeolojisine, topografyasına etki edilmesi hukuğa aykırıdır.
Buna karşı burası birinci derece doğal SİT alanı olduktan sonra SİT alanı girişine herhangi bir uyarıcı tabela bugüne kadar konulmadı. 17 yıldır burası korunaksız halde. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun ilke kararına göre uyarıcı levhanın konulması, alan kılavuzu konulması, alana ilişkin bilgilendirme içeren yaklaşımların gerçekleştirilmesi ve buranın insan etkileşimine ibadet dışında kapatılması gerektiği halde bunların yapılmadığını” dile getirdi.
Munzur Gözeleri’nin ibadet alanı olmasına dikkat çeken Yıldırım, “Buranın jeolojisi, dogal peyzajına etki edilmeden insanlar geçmişten beri büyük bir saygıyla, sükunetle giriş bölgede büyük asırlık meşe ağacının olduğu yerde ibadetlerini yapıyordu, mum yakıyorlardı, dua edip lokmalarını dağıtıyorlardı. Gelinen aşama itibariyle burada maalesef Fırat Kalkınma Ajansı’nın bir projesi söz konusudur. Peyzaj deniliyor ama maalesef SİT alanı sınırları içerisinde yapılar öngörülüyor, bu hukuken yasaktır; bölgenin inanç ve kültürel geleneklerine de aykırıdır.
Fırat Kalkınma Ajansı güya revize edilmiş peyzaj projesi içerisinde bulunan tuvalet, yürüyüş parkuru, kesimhane, lavabolar, kadın, erkek ayrı ayrı yüzme havuzları, seyirlik teraslar, kamp alanı, bungalov evler, alışveriş yerleri vs. turistik amaçlı yapılacak her işin fay hattı üzerinde olan gözelerde yaratacağı jeolojik tahribata ve suyun tamamen çekilmesine kadar varabilecek tehlikelere dikkat çekti.
Bölgede biyolojik atık su tesisinin gerekliliğine değinen Yıldırım, şunları söyledi:
Ziyaret Köyü ve diğer köylerin buradaki beşeri faaliyetleri sonucu oluşan atıklarının bile her hangi bir arıtmaya tabi tutulmadan Munzur’a karıştığını biliyoruz. Burada peyzaj düzenlemesi yapılacağına Ovacık´ta biyolojik atık su tesisi yapılmalıdır.
Aksi taktirde Munzur Nehri’nin temel eko sistemi bozulur. Bu akarsu içerisinde yaşayan endemik bir alabalık türü var. Yine bölgede su samurları var. Suyun ekosistemi bozulursa doğadaki tüm canlılar zarar görür.”
Munzur Vadisi Milli Parkı’nın, Gözelerden itibaren Dünya Kültür Mirası listesine alınması gerektiğini söyleyen Av. Barış Yıldırım, “Bizler bu konuda geçmişte bir dava da açtık. Dava hala devam ediyor. Buranın korunarak gelecek kuşaklara aktarılması yerine, burada çok sayıda tesis öngörülmesi, proje yapılması hem hukuka aykırı, hem de insanlık vicdanına aykırıdır. Dünya Kültürel ve Doğal Mirası korunması sözleşmesinin de ihlalidir”
Burası Akdeniz, İran, Kafkasya iklim kavşaklarının kesiştiği yerdir aynı zamanda. Bu bölgenin habitatlarının, görsel peyzajının, topografyasının, su kaynaklarının çok güçlü olması tabi dışarıdan bir cazibe merkezi haline gelmesine sebebiyet verecektir. Bu çok açık ve nettir. Tam da bizim bu noktada bu turizim haydutluğuna karşı durmamız gerekir ki ekoturizm diye bir kavram yeryüzünde yoktur. Ekoturizm demek doğal kaynakların yağmalanması, yok edilmesi demektir. Canlıların habitat ortamlarına girilmesi demektir. Kartalın yuvasının, balığın yüzdüğü suyun kirletilmesi, bozulması demektir. Ekoturizim budur.’’ diyerek sözlerini tamamladı.
Dersim Baro Baskanı Av. Kenan Çetin ise konuşmasında, ‘’Burada tartıştığımız genel anlamda Munzur Baba’ya yapılmak istenen peyzaj projesinin ihalesidir; ana gündemimiz budur. Bunun yanında Halvori Gözeleri, yine Ovacık arazileri ile ilgili daha önce 4 kere ihaleye çıkartılan, 5. ihalede Koç Mercan’ın aldığı arazi ihalesi de Dersim’in şu anda çevre mücadelesinin gündeminde olan gelişmelerdendir. Tabi ki birçok gündem var ama burada sizin de söylediğiniz gibi Munzur Gözeleri’ne ilişkin ne oluyor, buradaki yapılaşma süreci ne olacak, buna Dersim’deki demokratik kurumların tepkisi nedir? Özellikle 2017 de bizden önce Baro Başkanı olan Barış Yıldırım arkadaşımızın yönetim kurulunda bizler de vardık, çokca kurumun katıldığı bir Munzur Özgür Aksın Meclisi’nin ve Dersim halkının da gündeminde olan bir mevzudur.
Munzur’a peyzaj projesinin süreci önceki yıllara dayanıyor. Yani Barış beyin de dediği gibi daha önce buraya çocuk oyun alanı, amfitiyatrodan kadın erkek ayrı ayrı havuzlarına kadar inançsal boyutunun hemen hemen gözardı edildiği bir proje gündemdeydi.
Baro yönetimimiz, demokratik kurumlar gerçekten Dersimde Munzur Özgür Aksın Meclisinin bileşenlerinin de topyekün bir karşı duruşu oldu ve bu karşı duruş noktasında çok net üç farklı tavır gördük. Orada hiçbir yapılaşmanın olmaması, doğalın bozulmaması ayrıca ticarileştirilmemesiyle ilgili Baro başkanlığı, EMEP gibi birkaç kurumun kesinlikle bir karşı çıkışı oldu. Bunun yanında ‘ama olsun şöyle olsun’ diyenler oldu. ‘Olabilir, bir ödenek ayrılacak buraya gelen bu ödenek geri gitmesin.’ diyenler oldu. Şimdi bir kez şunun altını çizelim yani Avrupa’da, dünyada bu işler olurken inanç boyutunu da düşünerek Dersim gibi bir yerde Alevi-Kızılbaş inancının çok yoğun oldugu, hemen hemen her köyde, her mezrada ziyaretlerin olduğu bu bölgede ’80 sonrası anlayışın çok değişmediğini, yerelin rızasının alınmadığını gördük.
Yani altı çizilmesi gereken hem halkın rızası hem yerelde inanç ve kanaat önderlerinin rızasının alınmaması ama aynı zamanda yerel kurumlardan görüş alınmaması durumudur. Barış bey bunu çok net söyledi. Bu bir yasal zorunluluk aslında ama biz buralarda kurum görüşünün alınmadığını son yaptığımız dünkü toplantıda da gördük.
Fırat Kalkınma Ajansı, Bingöl, Dersim, Elazığ, Malatya valiliklerinin yönetim kurulunda olduğu ve Dersim Belediyesi’nin, Dersim Sanayi Odası’nın, Dersim İl Genel Meclis Başkanı’nın yönetim kurulunda olduğu bir resmi devlet kurumudur. Bu kurum ödeneğini yine bu kurumların toplam gelirinin 1000 de 2 sinden ve devletten de aldıkları ödeneklerle sosyal, kültürel, dinsel, ekonomik, turizm ve istihdam alanlarında projelere destek veriyor. Lokal görünse de aslında merkezden gelen ödenekler Fırat Kalkınma Ajansı tarafından ihalelere dönüştürülüyor. Fırat Kalkınma Ajansı’nın bileşenleri dört vali de olsa merkez belediyeler, Malatya Belediyesi, Elazığ Belediye Başkanı, Bingöl Belediye Başkanı da olsa çok rahat proje alanlarına gelip inançsal boyutu nedir, peyzaj boyutu nedir, neyi getirmeliyiz, neyi buraya yapabiliriz diye çok yakından görebilirler. Ama burada anladığımız kadarıyla bu olmuyor.
Bu şu demek aslında, yönetim tarzı nasıl tek adamla Türkiye genelinde oluyorsa burda da birileri söylüyor şuraya bir proje gerekiyor diye, tamamen Ankara’dan mühendisi, mimarı oralardan gelerek yerele müdahale ediyor. Ankara’dan gelenlerin bilmeden bir proje yapmaları akıl karı bir iş değildir. Mesela Düzgün Bava gibi Dersim’de birçok inanç merkezi var. Bu inanç merkezlerinde günlük olarak yüzlerce kurban kesiliyor. Kurbanların yapıldığı yerde kesimevi var ama orada o kanın, o iç organların taşınmasıyla ilgili hiçbir alt yapı düşünülmemiş bu projede. Yani şunu söylemek istiyoruz yereli kavramayan, yerele danışmayan, yerelin rızasını almayan proje bürolarından oluşturulmuş, bir ödenek gelmiş bu ödeneği hangi firmaya vereceğiz, hangi mütahite vereceğiz şeklinde yapılıyor.
Oysa ki Dersim’in sanatçısı, esnafı, emekçisi, sağlıkçısı, eğitimcisi, avukatı, mühendisi ile bu konuda bir anket yapıldığında bile Munzur Baba’da ve tüm kutsal mekanlarda ticarileşmeye, oradaki yapılaşmaya dair bir karşı duruş olduğunu kesin görebiliriz.
Mitingler yapıldı barajlarla ilgili, Munzur’uma dokunma denildi. Oysa ki bu dokunmaktır. Sadece dokunmak da değil yani insan bedenini düşünün rıza almadan o insan bedenine bile dokunamazsınız. Ama bugün sadece dokunulmakla kalmıyor, ben mumların yakıldığı yerde terasıyla birlikte bir ring alanı yapıp dolanacağım diyor. Bunu kim söylüyor, Fırat Kalkınma Ajansı’nın projesi söylüyor. Çevre İl Şehircilik Müdürlüğü de bunun ihalesini yapıyor.
Şunu söyleyelim tabi ki yani buradan Dersim kurumları, sanatçıları, emekçi halkı da herkes biraz kendine de vurmalıdır. Yani bu ihale gizli yapılmıştır evet son toplantıda biz yönetim kuruluna sorduğumuzda bunun cevabı bizden saklanmaya çalışılmıştır. Ama burda bizim de ciddi anlamda uğraş vermemiz, buna dikkat etmemiz gerekiyor. Şimdi Av. Barış Yıldırım beyin burada ciddi bir emeği var, küçümsenemez. Yer yer haksız tartışmaların muhatabı da oluyor kendisi. Ama herkes, her birey kendisine bu anlamda güçlü bir soru sormalı; bu proje geçmişte geliyorum dedi, itiraza uğradı, iptal oldu ama şimdi revize edilerek yani biz oradan ticaret alanını çıkarıyoruz, şunu yapıyoruz, bunu yapıyoruz diyerek halkımızın ve birçok kurumumuzun aslında görüşürken sanki rıza veriliyor gibi bir imaj yansıtılamaz. Bu yüzden projeyi incelemek lazım. Çoğu insanımız da projeyi bilmeden ya söylentilerle ya da kulağa hoş gelen şeylerle bunu yansıtmaya çalışıyor. Ama biz bu hafta içerisinde 4 köyümüzü, ilçe merkezimizi ziyaret ettik. Ovacık halkından bile, yani düne kadar ‘’ya yapılsın, niye karşı çıkıyorsunuz’ diyen köy halkı bile baro başkanlarımıza, baro yöneticilerimize, oradaki sivil toplum örgütlerine karşı duran insanlarımız bile şu anda bizden daha çok karşılar; bu da çok önemli, bu hususun altını çizmek gerekli.
Fırat Kalkınma Ajansı tarafından Munzur Baba Gözeleri Peyzaj Projesi oluşturulurken pazarlık usulüyle hızlı bir şekilde yani gazete ilanları olmadan pazarlık usulüyle Çevre Şehircilik İl Müdürlüğü eliyle yapılmış olması aslında buradaki amacın yerelin sesini dinlemek, yerelin kalbini dinlemek ve halkın rızasını almak olmadığını bizlere gösteriyor.
Munzur Bava Gözeleri Peyzaj Projesini özetle söyleyeyim: Kadın, erkek ayrı ayrı havuzlar yapılması gibi yöre inancında olmayan haremlik, selamlık yaklasimi, yine seyir terası gibi özellikle mum yakılan yerin çevresinde, Munzur Gözelerini birçok arkadaşımız görmüştür, bu alanda seyir terasları düşünülüyor. 50×50 beton kazıklar oluşturarak bu alanda ciddi bir tahribat oluşturulacağına inanıyoruz. Buranın deprem ve fay hattı bölgesi olduğunu söyledi Barış Yıldırım. Ayrıca burada özellikle 4 köyün bu projeye bağlı olacağı ve arıtma sisteminin olmaması düşündürücü bizim açımızdan.
Dersim’de ciddi bir altyapı sorunu var. Gazetelere manşet oldu. Irmakların aktığı, barajların olduğu Dersim’de büyük bir oran yani %50’nin üzerinde içme ve kullanma suyunun sağlıklı olmadığı biliniyor. Ovacık ilçe merkezinde, köylerinde, çeşmelerinde içilebilir su, kullanılabilir su noktasında bir sorun zaten var.
Şimdi belediyecilikte şu çok önemli: Üstte yatırım yapmak harikadır, çünkü görünürdür. Ne deniyor altyapı yatırımları, yani kanalizasyon, içme suyu gibi yatırımlar ise tabiri caizse ‘keriz’ yatırımları olarak anılıyor. Bizim keriz yatırımlara ihtiyacımız var. Yani orada Munzur’un kıyısındaki o dört köyde, ilçe merkezinde, takip edilen diğer köylerde, Ana Hita’dan başlayıp diğer ticari alan ve mekanlarda bütün atık direkt Munzur’a akıyor. Sadece Munzur Gözeleri’nde değil, aşağıda kamping alanları da bugün özellikle koruma altında olması gereken Kırmızı Benekli Alabalıklarımızın yumurtlama alanıdır. Şimdi bu durum hiç düşünülmemiş.
Bizim karşı çıktığımız durum şu: Birincisi bu ödeneklerle öncelikle arıtma sistemi yapılmalıdır. Yine arıtma tesisi düşünüldüğünde bunların havuzları ve diranajın en az 2000 metre yukarıda olması gerekiyor ki biz Munzur’u kurtaralım. Başka neler olması gerekiyor, siz günlük olarak çıkan o atıkları Malatya Büyük Şehir Belediyesi’ne nasıl götüreceksiniz, nasıl nakil edeceksiniz, bunun yapılması gerekiyor. Yine bu projelerle ilgili mühendislerle konuştuğumuzda bu projenin fay hattı üzerinde olduğu söyleniyor. Bakın projeyi yapan, revize eden mühendisin kendisiyle görüşüldüğünde şunu söylüyor: Burası, bu yatırım 4 yıl sonra çöpe gidecek. Bu çok önemli bir şey, bunu bir bilim insanı söylüyor.
Bu konuda bizim karşı çıktığımız şeyler çok net:
1- Munzur Gözelerinde inançsal boyuttaki ibadetin, ritüellerin dışında bir şey olmaması gerekiyor.
2- Oraya beton yürüyüş yolları, ahşap yürüyüş yolları, köprüler, beton havuzlar yapılmaması gerekiyor. Oradan uzak durmaları gerekiyor.
3- Ne kadar az insan giderse o kadar iyi olur. Gidenlerin %10’u inançsal bakıyorsa % 90 gideni de piknik amaçlı gidiyor. Yani şunu köylüler kendisi söylüyor, çok önemlidir: Geçen yıl (2019 yazı) küçük ve büyük baş hayvanımızı dışarı çıkaramadık, kapı önündeki odunlarımıza sahip çıkamadık, mangal dumanından dolayı nefes alamadık, diye şikayet ediyor köylüler. Bakın bu çok önemli. Bu projeyleri yapanlar piknik zihniyetiyle mekanlarımıza yaklaşmamalıdırlar.
Müzisyen Kemal Kahraman da konuşmasında şunlara değindi: “Dersim geçen yüzyıla kadar Aleviliğin bir sosyal sistem olarak yaşandığı ve sığındığı son kale olmuştur. Bu durum sosyo-kültürel, etnik ve inanç boyutuyla da Dersim bölgesini, Türkiye sınırları içerisinde hatta Dünya’da özel bir yer kılar. Yani Avukat arkadaşlarımızın anlattığı üzere Dersim biyolojik çeşitliliği ve faunasıyla olduğu kadar, sosyo-kültürel, etnik ve inançsal nitelikleriyle de özel bir kültür bölgesidir. Demografik olarak Türkiye genelinde sunni nüfus hakimken sadece Dersim, Alevi nüfusun hakim olduğu tek bölgedir. Alevi inanç öğretisi asırlar boyunca sözlü gelenekle aktarılmıştır ve Dersim bu sözlü hafızanın ayakta kalmış son otantik hayat alanıdır.
Alevi inancının dünya, alem, insan, hayat, ölüm, can, canlı, cansız, cennet, cehennem, kutsiyet, ibadet, ibadethane vs. birçok konuda yaklaşımı ortodoks geleneklerden tamamen farklı ve kendine hastır. Aleviliğe göre Hakk, bütün varoluşta tecelli etmiştir. Bu yüzden Dersim Aleviliği, Dersim kutsal mekanları ve bu mekanlarda icra edilen ritüellerden bağımsız düşünülemez. Bugün Alevilik tüm sosyal ve inançsal kurumlarıyla çökmek üzereyken bu bölge bütün sözlü kültür hafızası ve bu hafızayı ayakta tutan demografisiyle koruma altına alınmalı ve Dünya Kültür Mirası Listesi’ne kabul edilmesini sağlayacak girişimlerde bulunulmalıdır.
Son yıllarda gerek devlet destekli projeler gerekse de sivil insiyatifler tarafından Dersim kutsal mekanlarına yapılan her türlü müdahale tam bir fiyaskodur, yıkımla sonuçlanmıştır. Düzgün Baba ziyaretinde eskiden insanların ibadet amacıyla ayakkabılarını ve çoraplarını çıkartarak yalın ayak çıktıkları en sarp güzergaha merdiven döşemek, Ana Fatma ziyaretinde kaynak suyunun çevresine beton dökmek, tepesine otel dikmek, Heniyo Pil (Büyük Çeşme) ziyaretinde sünni ortodoksinin normlarıyla hikaye uydurup tabela asmak, Mutu´da Linga Xızı’ın (Xızır Ayağı) üzerine cemevi diye apartman dikmek, üstüne otobüs firmalarının tabelasıyla Xızır “Dergahı” yazmak gibi sayısız yıkım örneği vermek mümkündür. Çünkü devlet bir tarafa, Dersimliler adına öne çıkan kurum ve şahıslarda da, ki bunlara belediyelerimiz de dahildir, Dersimlilik perspektifi, Alevilik algısı, vizyonu, boyası, kokusu kalmamıştır. İyi niyetle yapıyorum derken bile yıkıyoruz. Bunları aramızda konuşmalı eski adap, usul, erkan neymiş, sözlü kültür kaynaklarımızın şahitliklerine dayalı olarak yeniden öğrenip bunlara hayat alanı açmalıyız.
Dersim Alevi inancına göre ziyaretler, kutsal mekanlar oldukları halleriyle kutsaldır, dokunulmazdır. Zamanında da Dersim’in pirleri, mürşidleri, alimleri, kamilleri, inançlı ağaları, beyleri, kudretli insanları vardı. Biz sanıyoruz ki, onlar acizdiler, fakirdiler, düşünemiyorlardı o yüzden bu ziyaretlere bina, mesire yeri, merdiven yamamışlardı. Öyleyse bugün bizim gücümüz var, vizyonumuz var; her şeyi daha iyi biliyoruz, oraya merdiven döşeyelim, bina kuralım, betondan çeşmeler yapalım, çevre düzenlemsi yapalım falan. Halbuki, onların Alevilik olarak yaşadıkları inanç öğretisine göre buralar tam da oldukları halleriyle evliyalar, gerçekler mekanıdır; her birinin bir hikayesi vardır. Diyelim Düzgün Baba hikayesini biliyoruz; Düzgün Baba gençtir, newcivandır, çobandır, keçileri vardır, kartalları vardır, beyaz kurtları vardır, atı vardır, zemheri ayında yeşerten asası vardır ve bugün merdiven döşediğimiz bir dağı yani bir mekanı vardır. Bunların hiçbiri keyfi yakıştırmalar değildir; her birinin dinler tarihinde, kültür tarihinde bir yeri, bir manası vardır. Her birinin Hitit’e, Eski Mısır’a, Sümer’e kadar uzayan kökleri vardır. Ve bu kültür, bugün can çekişme sınırların getirilmiş olsa da hala ziyaretleriyle, duaları, gülbengleri, deyişleri, beyitleriyle, dini ritüelleriyle, ritüel takvimiyle bugün, bu bölgede canlı olarak yaşamakta, yaşatılmaktadır. Bu yüzden, böylesi bir farkındalıkla ilkesel olarak özellikle ziyaretlerle ilgili her türlü devlet projesine karşı çıkılmalıdır. Resmi otoritenin kutsal mekanlarla ilgili hiçbir insiyatifine alan açılmamalıdır. Sivil insiyatiflerin müdahaleleri ise bu tür işlerin getiri-götürüsünü değerlendirecek, yine sivil toplum temsilcileri tarafından seçilmiş uzman kişilerden, inanç önderlerinden oluşturulacak bir üst-kurulun insiyatifine bırakılmalıdır.’’
Sonuç ve Öneriler
Dersim Kongresi’nin hazırladığı bu toplantıya katılan akademisyen ve hukukçu arkadaşlarımızın getirdiği öneriler de dikkate alınarak acilen önümüzde duran görevler şunlardır.
1- Munzur Baba Gözeleri’nde Fırat Kalkınma Ajansı tarafından ihalesi sonuçlanan peyzaj projesinin acilen durdurulması amaçlı Dersim’de ve diasporada yaşayan Dersim halkının, Dersim dostlarının olay yerine gidip bu projeye yerinde tepki vermesini örgütlemek. Avrupa’daki cemevlerinin ziyaretlerimize duyarlılık göstermelerinin talep edilmesi.
2- Dersim’de yaşanan doğa yıkımlarının bilimsel verilere dayalı olarak ortaya konabilmesi ve kamuoyu oluşabilmesi için Türkiye’de çevre ve tabiat konularında uzman akademisyenlerden oluşan bir heyetin organize edilip baromuzun ev sahipliğinde Dersim’e gönderilmesi.
3- Dersim ve Avrupa’da yaşayan genelde çevre konuları özelde Dersim´de gelişen doğa yıkımları üzerine davaları yürüten hukukçuların bilgi alış-verişinde bulunması, davaların takibinde güç birliği yapılması ve tecrübe aktarımı amaçlı bir hukukçular birliği oluşturulması.
4- Bütün bu hukuk mücadelesine zemin oluşturulabilmek ve genel bir farkındalık yaratabilmek için Dersim coğrafyasının biyolojik çeşitliliği ve faunasıyla, jeolojisiyle açığa kavuşturulduğu bilimsel araştırma gruplarının organize edilmesi; inanç, ibadet mekanları ile ilgili sözlü kültür çalışmalarının yapılarak sunulması ve yayınlanması için uluslararası bir sempozyumun düzenlenmesi.
Özellikle bütün bu çalışmalarla Dersim kutsal mekanları, tarihi ve kültürel varlıklarının mezarlarına kadar tescillenip koruma altına alınması.
Akarsularımız, bu sularda yaşayan canlıların tespit edilmesi, dağlarımızda bulunan endemik çeşitliliğin saptanması, yaban hayatta yaşayan canlı türlerinin tespit edilmesi ve tüm bunların akademik bir çalışmayla kayıt altına alınıp yayınlanması.
5- Uluslararası genel bir duyarlılık oluşturmak amacıyla Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği, UNESCO, Uluslararası Doğayı Koruma Birliği, Dünya Doğal Hayatı Koruma Birliği gibi kurumlara mektuplar yazmak, böylece özelde Munzur Gözeleri genelde ise dağları, vadileri, nehirleri, yaban hayatı ve Alevi inancı çerçevesinde sahip olduğu sosyo-kültürel değerleri ile Dersim Kültür Havzası’nın müstesna varoluşu temelinde Dersim Kültür Havzası’nın Dünya Kültür Mirasları listesine alınmasının sağlanması.
6- Halk arasında görece karşılık bulan ‘’Ekoturizm“ söylemlerinin doğru temelleriyle anlaşılabilmesini sağlamak için Türkiye ve Dünya genelindeki somut deneyimlerin incelenerek bir rapor halinde sunulması.
13.06.2020
Dersim Kongresi Sekreteryası
Dersim tek başına bir kentin, bir coğrafyanın adı değildir. Binlerce yıllık bir aidiyetler toplamıdır!
Su, sadece su değildir, toprak sadece toprak, ağaç sadece ağaç değildir Dersim’i bilenler için…
Dersim, aşktır kendisini yürekten sevene; çağırana yar olan, ama hiç kimseye ait olmayan bir aşk. Yüzyıllarca padişahların sahip olmak için üzerine sefer ettiği, kötüden, beladan kaçanın sığınmak istediği, üzerine yüzlerce şiir, hikaye, roman yazılmış, her yazanın kendisine göre tarif ettiği, o tariflere haps olmayacak ve sığmayacak kadar güzel ve büyük bir aşk.
Toprağına, suyuna başka bir nazarla baktıran, kendisine yürekten bağlatan bir aşk.
Boşuna değildir Wayir’lerin onu mekan tutması, en güzel suların onda çağlaması, en güzel çiçeklerin onda açması, dağ keçilerinin, vaşağın, pepugun, cümle canlının onu yurt tutması…
Sürünün içine yavrularıyla dalan dişi ayının istediği keçiyi aldıktan sonra sürü sahibine adeta “Kendim ve yavrularımın hakkını aldım, helal et!”, dercesine gösterdikten sonra gitmesi kadar hakça olan yaşamın yurdu…
Düzgün Bava’da Hiniye Xaskare’ye sırtını yaslayıp gelene, geçene aldırmadan ağlayıp derdini dökerek yardım isteyen, ama gelecek yardımdan emin olmanın huzurunu da taşıyan insan-ı kamilin olduğu yerdir.
Çocuğu kronik hasta olanın zemherinin donduran ayazında Munzur’a “Ya senindir alırsın ya benimdir iyi edersin dayanamıyorum artık!”, diye daldırıp çıkardıktan sonra iyileştiği yerdir.
Bunun gibi yüzlerce yaşanmışlığın anlatılabileceği kutsal bir topraktır, sudur Dersim.
Sonra, dakılamı Yemos’un “Cigeram verde ra Haq eskera bi, gau ve hesura telewe de çerdene. Key ke aşiru juvin ra xorti kisti, key ke çhekê xu kerd are day ve dewlete, xu destra vile xu yinerê kerd cowt, yinu ma qir kerdime, milisu ki goniya mara perey gureti, o waxt Heq ki herediya, wayiru ki posta hu çarnê ra ma.”, dediği yer oldu Dersim.
O vakitten bu vakte düşman değişmedi, kötü değişmedi, ama Dersimli durmadan değişti; her renge, her şekle girdi, kendi izini yitirdi, gölgesi oldu başkasının; dağların, suyunun, doğasının dostluğunu kaybetti.
Maden ocakları, baraj vb. projeler var; doğa, bunca nesildir koruduğu evlatlarının eliyle yok edilecek. Düşmanlarıyla iş birliği yapan zamane milisler kanından para kazanacaklar. Ezeli düşman yardımsever dost postunda giriyor bu kez Hardo Dewrês’e. Dersim’de kendi eliyle yarattığı fukaralığını kullanarak giriyor; yol, su, hizmet, turizm sizlere kazanç sağlayacak diye giriyor. Kimi buna tav oluyor, kimi projelere ortak oluyor, kimi de çaresizlikten rıza gösteriyor. Arap sermayesine sırtını dayamış muktedirler, içimizdeki milislerin eliyle Hardo Dewrêş’in kanını içmeye geliyor. Ziyaretlerimize oteller yapıyor, çivi bile çakılmaması gereken doğal hazinelere çevre düzenlemesi adı altında gelecek sermaye sahiplerine oraya girmelerine kapı aralanıyor. Girerlerse o jiyarlara, Munzur Bava’ya, onların izni olmadan gidemeyeceğimiz zamanların yakın olduğunu, madenler işletilmeye baslarsa o bol bol fotoğraflayıp videolarını paylaştığımız doğanın yerinde yeller eseceğinin bilincinde değil halkımızın çoğu, bir kısmının da işine gelmiyor.
Oraya kendisini dininden dolayı dünyanın efendisi gören, diğer yaratılmış cümle canlıyı kendine hizmetle yükümlü görenlerle, ırkını her şeyin önünde tutanların sermayesi girecek ve lütf ederlerse hizmetkar kılacaklar yerlisini Dersimin…
Bir avuç anca kalmış kendini kaybetmemiş, yüreği yangın yeri insan direniyor bu zulme, onların da sesini duyan yok! Kulaklar tıkalı, sesler kesik, gözler yumulu ne hikmettir bilinmez? Bilinir elbet!..
Ya biz Dersimliler olarak gözümüzü, kulağımızı açıp bilincimizin önündeki perdeyi acilen kaldırıp kendimiz kalarak yaşama imkanı bulabileceğimiz tek yer, yani cennetimizin elimizden gitmesine karşı koyacağız ya da nefes alamayacağımız cehennemlere sürüleceğiz.
Düşünmek için bile zamanımız yok!
Şimdi harekete geçmezsek sonrası olmayacak Dersim’in…
05.06.2020