KAMUOYUNA ÇAĞRIMIZDIR.
Saygı Değer Yazarlara, Aydınlara, Sanatçılara ve Siyasetçilere! Sosyalist Sol Partilere, İnsan Hakları Derneklerine ve Tunceli Barosuna Sesleniyoruz.

Türkiye’de uzun bir süredir, özellikle sol muhalif kesimin dile getirdiği ve yapmak istediği, Türkiye’nin yakın siyasi tarihiyle yüzleşme talebi gittikçe daha geniş bir kesim tarafından sahiplenip, dile getirilmeye çalışılıyor. Yaşanan anti demokratik ve gayri insani süreçten çıkma ve normalleşme isteği, her kesimin arzuladığı ve ihtiyaç duyduğu zorunlu bir hale gelmiş bulunmaktadır.
Geçmişle hesaplaşmak, moda deyimle «Helalleşme», «Yüzleşme», adaletli, demokratik, halkçı, eşitlikçi, özgürlükçü bir gelecek inşası ve arzusu; herkesi ilgilendirdiği gibi Dersim halkını ve toplumunu çok daha yakından ilgilendirmektedir. Çünkü Dersim Halkı’nın yaşadığı toplumsal yıkım ve siyasi trajedinin tarihi çok daha da eskilere, 500 yıllık bir geçmişe gittiği gibi, son 100 yılda özellikle 37-38 kıyımı 70’li yılların politik atmosferi ve 90-95 trajedisi, toplumun var olan tarihsel, inançsal, kültürel ve kimliksel dokusunu tamamen darmadağan etti ve demografik yapısını altüst etti.
Yaşanan bu tarihsel süreçleri konuşmak, muhasebesini yapmak, yanlışlarla ve hatalarla yüzleşmek için uzun süredir aleni olarak yazılıyor, çiziliyor. Bu yönlü uğraşların, tartışmaların ve çalışmaların seyri inişli-çıkışlı da olsa, kayda değer bir yol aldığını da söyleyebiliriz.
Son dönem ağırlığı Dersim kökenli sol siyasi şahsiyetlerden oluşan, geçmiş devrimci, sosyalist ve sol bir hareketin içinde yer almış, gelinen süreçte bazılarının hareketle aralarına mesafe koyduğu, bazıların ise hala içinde veya çeperinde yer aldığı bu insanlar, siyasi geçmişleriyle bir yüzleşme başlatmış bulunmaktalar. Yapılan sadece geçmişi tartışmak, hayatta olan muhataplarına sordukları bazı sorulara cevap istemektir.
Bu istek ve girişime, soruların muhatabı şahıs ve kişiler normal cevap verip tartışmak ve gerçeklerin ortaya çıkmasına yardımcı olma yerine, insanları ölümle tehdit ediyorlar. Bu soruları ve tartışmaları dile getirenleri «devletle iş birliği yapmakla, örgütü dağıtmakla, devrimci düşmanlığı yapmakla» vb. biçiminde suçluyorlar. Kamuoyuna açık bildiriler yazıp, sosyal medya ve basın alanında isimleri yazıp, bu sivil ve savunmasız insanlara karşı açık açık SAVAŞ açtıklarını ilan etmiş durumdalar. Kendi dışında farklı bir sese, dışardan gelecek herhangi farklı bir soruya, farklı bir fikre, düşünceye, eleştiriye tahammül etmeyen bu arkadaşlar tam bir gaflet içindeler…
Bu arkadaşları şunu diyoruz.
Elimizdeki bir tablodan sadece kara renklerle yapılan müdahalelerle ciddi bir eser çıkmaz. Bunun için her renk cümbüşünden yararlanmak gerekir.
Herkesin fikrini beyan etme hakkı vardır ve o hakka saygılı olmamız şarttır. Hiçbir gerekçe ile kimsenin bir diğerini fikrinden dolayı suçlamadığı, demokratik ve özgür bir ortama acilen ihtiyaç var. Bunun için sükunetin sağlanması; kimin ne dediğinin anlaşılması becerisine ve kulaklara sahip olmak gerekir. Havaya sinen yoğun bir sis sonrasında, kurtların ava çıkmasına müsait bir ortam oluşturulmak isteniyor. Bunu fikirlerden korkanların en sık başvurdukları bir yöntem olduğunu biliyoruz, biliyorsunuz.
Halkın Günlüğü ve ADHK sitelerindeki yazılarda oldukça dar, tekçi ve hayali düşman yaratma üzerinden fayda sağlayacak bir kurgu kendini dışa vuruyor. “Zereweşiye” (hoşgörü) kültürünün zerresi yok burada.
Halkın Günlüğü ve ADHK tarafından bilinçli ya da bilinçsizce yaratılmaya çalışılan ortam kimin işine yarar acaba? 28 Mayıs ve 14 Haziran 2022 bildirilerinden bahsediyoruz. Anlaşılmayan bir şey yok aslında. İkinci yazıda (14 Haziran 2022) tam 82 kez tekrarladıkları “düşman”ın işine yarar. Her iki yazıda aleni olarak savaş ilan ediliyor, cinayetlere davetiye çıkarılıyor veya en azından buna uygun puslu bir ortam yaratılmak isteniyor.
“Ben merkezli” davranış ve Ego’lardan uzak kalmalıyız. Herkesin bir diğerinden öğreneceği incelik ve zarafet vuku bulmalı. Burun büktüğümüz her görüşten mutlaka öğreneceğimiz yanlar olacağını bilecek bir kemalet sahibi olmalıyız. Doğru bildiğimiz ve cidden inandığımız düşüncelerin göreli ve yanlış olabileceği gerçeğini unutmamak gerekir. Çiçero’nun dediği gibi: “Kuşkucu olmak bizi gerçeğe ulaştırır”.
Kamuoyuna sesleniyoruz. Sorumluluk alın.
Herkesin sorumlu davranması ve sorumluluklarının bilincinde olması önem arz ediyor. Halkın Günlüğü ve ADHK yazılarında gösterilen sopanın gün gelir herkese, her itiraz edene karşı kullanılan bir diktatörlüğe ortam hazırlayacağının bilincinde olmalıyız. Bu tavırla ADHK’nın kurtların özlediği sisli havaya ortam hazırladıklarını ve sonuçlardan sorumlu olacaklarının umarız en kısa sürede farkına varacaklardır.
Kişi hak ve özgürlüklerine herkesin saygılı olması insan olmanın bir gereğidir. Hiçbir dava adına, hiçbir parti, örgüt ve bayrak adına, kişinin yaşam hakkı ve ifade özgürlüğü, kişinin elinden alınamaz, yok sayılamaz. Bugünden suskun kalınan bu ihlaller gün gelir bir kartopu gibi büyür, büyür ve bizi, sizi ve herkesi altında ezecek bir çığ konumuna gelir.
Kamuoyunu, İnsan Hakları Dernekleri’ni, Hukukçuları, Baroları (özellikle Tunceli Barosu’nu) sessiz kalmamaya; ses vermeye davet ediyoruz…
İhlal edilen her hak ve özgürlüğü, kişilere yönelik şiddet ve onları düşman görme sorumsuzluğuna izin verilmemelidir. Her hak ihlallerini, bu yöndeki beyanları, kendimize karşı yapılmış bir saldırı ile eş değer olduğunu kabul etmek durumundayız. Buna yönelik gösterilecek empatik tavır ve davranış, kişiliğimizin bir yansıması olacağını ve sorumluluk gereği bunun yapılması gerektiğini hatırlatmamıza gerek yok.
Sonu gelmez çatışmaları ve ihlalleri beraberinde getirecek söylemlerden bir an evvel uzak durup, bunların farkına vararak sürecin demokratik ve hoşgörü ortamına evirileceği umuduyla.
Dersim Kongresi, 22 Hazıran 2022
Düzgün Baba Mekanı ve dikilen/sökülen(!) Hasret Gültekin anıtı tartışmaları üzerine
Dersim kültür coğrafyasında yaşanan Raa Haq/ Alevi-Kızılbaş İnancı, ocak sistemi üzerine kurulu talip-pir-mürşid, mısayıp, kirva kurumsallıkları üzerinden yürüyen bir sosyal sistem olarak bugüne kadar gelmiştir. Kemerê Duzgıni (Duzgı Bava) gibi kutsal mekanlarda yürütülen inanç ve ibadet, tarih boyunca bu sosyal dokunun hukuk sistemine göre yürütülmüş, düğünü, cenazesi, kavgası, barışı aklınıza gelebilecek her sosyal eylemi böylesi bir hukuk sistemi çerçevesinde yaşanmıştır.
İslamcılığın ve Türkçülüğün saldırıları altında, katliamlar, savaşlar arasında ayakta kalmaya çalışan Dersim, son yüzyılda büyük tahribatlara uğramış,´38 öncesi başlayan çözülme ´80 sonrası ivmelenerek sürmüştür. Günümüz de ise artık bu sistemin, yani Kırmanciye sosyal isteminin ekseni önemli ölçüde çözülmüş, Ocakların ve diğer yol taşıyıcılarının yaptırım gücü önemli ölçüde yitirilmiştir. İnanç mekanları zamanla Raa Haq mana dünyasının dışındaki politik güçlerin toplum üzerinde etki sağlama mücadelesinin ve şahsi çıkar peşinde koşan çevrelerin rant ve prestij elde etme alanları haline getirilmiştir. Raa Haq inanç sistemine dayalı hukukun en güçlü ayağı olan rızalık mercii de el değiştimiş, ocakların yerini ideolojik-politik yapılanmalar, siyasi partiler ve bunların etki çemberi içindeki dernekler, iş adamları vb. almıştır. “Rızalık” artık bu çevrelerden sorulur ve alınır hale gelmiştir.
Sivas Katliamı şehitlerini temsilen Duzgı Bava Mekanı´ında dikilmek istenen Hasret Gültekin anıtı olayının da bu bağlamda ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Son günlerdeki talihsiz gelişmeler ve bunları takip eden tartışmalar, inanç mekanlarını idaere ettiğini iddia edenlerin Raa Haq İanç bütünselliğinin manasıyla aralarındaki mesafenin ne ölçüde açıldığını da su yüzüne çıkarmıştır. Karar vericiler (Cem Evi yönetimi ve anıt projesinin sahipleri) Kemerê Duzgı gibi mekanların Dersimlilerin ve diğer Alevilerin manevi dünyasındaki önemini idrak edememiş, bu kutsal mekanın inanç bütünselliğı içindeki doğallığına aykırı atılan her adımın er ya da geç geri tepeceğini, insanların yüreğinde nasıl bir yara açabileceğini idrak edmemiştir. Projeye onay vermesiyle Düzgün Baba Cem Evi Dernek Yönetimi yanlış bir karar almıştır. Projenin hayata geçirilmesi sürecindeki tutumu verdiği kararla uyumluluk arzetmektedir. “Haberimiz yoktu, bizden önceki yönetim tasarrufuydu” gibi açıklamalar gelişmelerin seyri takip edildiğinde inandırıcı gelmiyor. Kaldi ki, yeni yönetim aynı kurumun yönetimini devralıyor ve kurumsal devamlılığın sağlanmasından da sorumludur.
Cem Evi yönetimi daha sonra kararının arkasında duramamış, hangi sebepten olursa olsun, anıtı kaldırmıştır. Anıtın apar topar kaldırılması hem Hasret Gültekin’in yakınlarını ve Hasret Gültekin de dahil Sivas’ta devletin örgütleyip harekete geçirdiği yobazlığın ateşinde yanan diğer canlarımızın acısını yüreğinde hisseden her Aleviyi rencide etmiştir, üzmüştür. Bu üzüntüyü heykel projesini onaylayan ve onaylamayan her Alevi yüreğinde hissetmiştir. Düzgün Baba Cem Evi Derneği yönetiminin, Alevilere ve dostlarına bu üzüntüyü ve acıyı reva görme hakkı yoktur. Onları, hepimizin ortak değeri ve yürek yarası olan Hasret Gültekin canın heykelinin diklimesi mi, sökülmesi mi doğru gibi absürd bir tartışmayla yüz yüze getirmiş olmasının vebalini taşıdığını unutmamalıdır. İnanç mekanları olması gereken cem evlerinin sıradan bir dernek gibi yönetilmesini ve bunun da “toplumun iradesi” olarak yansıtılmasını kabullenmek mümkün değildir.Hatalarını örtbas etme telaşı içinde Cem Evi Derneği yöneticilerinin, kamuoyuna açıklamasından dolayı Yeter Gültekin’i, Dersim’li iş insanı Sinan Samat’ı ve eşini, tutumlarındaki çelişkiyi dile getiren başkalarını suçlamaları doğru değildir.
Gelişmelerin seyri içinde bir çok Alevi kurumunun ve kurum yöneticisinin yaptıği açıklamalar sorunun çözümüne değil, çözümsüzlüğüne katkı sunmuştur. Yaptıkları hatanın ağırlığına rağmen Düzgün Baba Cem Evi’nin yöneticilerini ve aynı doğrultuda hareket eden herkesi Madımak yangını canileriyle ve Zini Gediğı Anıtı’nı tahrip edenlerle eş anlamlı tutmanın anlaşılır bir tarafı yoktur. Böylesi tutumlar, Alevileri ve demokrasi güçlerini biribirine düşürmek için fırsat kollayan, provokasyon peşinde olan malum güçlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir fonksiyon göremez.
Alevileri temsil ettiğini söyleyen kişiler ve kurum temsilcileri ve diğer Yol ileri gelenleri inanç mekanları meselelerini, modernist ve pozitivist bakış açısından uzak, Yol’un bütünsellik manası içinde ele alıp çözüm arayışına girmeliler. Politik partiler ve örgütler, Raa Haq Alevi inanç meseleleriyle ilgili olmayan sivil toplum kurumları ve şahsiyetler Kemerê Duzgıni/Düzgün Bava gibi ziyaret mekanalarını dizayn etmeye calışmaktan vazgeçmeliler. Alevi İnancı`nı ilgilendiren konular, bu inancı kendi içinde nacizane yaşayan yol ehillerine bırakılmalıdır.
Dersim Meclisi Kongresi | 22 Temmuz 2020
Merhaba Öncelikle bu güzel girişimi kutluyor, tüm katılımcı arkadaşları selamlıyorum.
Aynı ülkede birbiri ardına soykırımlara uğratılmış halkların adalet mücadelesinde birlikteliği sağlamak, birbirinin acılarına duyarlı olmanın yanında ortak muhatabı hesap vermeye daha ciddi zorlama bakımından da yararlı olacaktır.
Bu diyalog içinde soykırım süreçlerini birbirimize tanıtmaktan ziyade çözüme yönelik fikirler paylaşmayı önemli görüyorum. Biraz önce konuşan Tamer arkadaşın vurguladığı pek çok şeyi doğru buluyor ve içtenlikle paylaşıyorum.
Osmanlı devletinin parçalanma ve daralma sürecinde bir yandan yeni yayılma fırsatları kollayıp bir yandan da elinde kalanı koruma hesapları yapan Türk-İslam şovenizminin Küçük Asya’yı müstahkem bir mevziye dönüştürmek için Hristiyan nüfusundan arındırmaya ve Türkleştirmeye yöneldiği bilinen bir gerçektir. Bu yönelim daha Abdülhamit zamanında başlayıp, o dönem uluslararası gündeme giren Ermeni sorununda reform planlarını boşa çıkartmak için öncelikle özerklik talebine konu olan vilayetlerdeki Ermeni nüfus yoğunluğunu hedef almıştır. Kısmi bir imha, din değiştirtme ve göçe zorlamayla sınırlı kalan bu ilk yönelim, İttihat ve Terakki tarafından genişletilip dünya savaşı gibi elverişli bir ortamın bulunmasıyla birlikte yine ön hedef durumundaki Ermenilerden başlayarak kapsamlı bir Hristiyan imhasına çevrilmiştir. Onun uzantısı olan Kemalist hareket de bu tasfiyenin eksik yanlarını tamamlamış ve nihayet yeni Türk devleti tam bir Hristiyan halklar mezarlığı üzerine kurulmuştur.
Eski çağların yaygın ve alışılmış fetih geleneği, değişen dünyada, demokratikleşen toplumlar bünyesinde artık eskisi gibi savunulamaz hale gelmişken, Türkiye’de “ecdad”ın yürüttüğü fetih savaşları halen büyük bir gururla anlatılır ve Türklerin bu toprakları kılıç zoruyla “yurt edinmeleri”ne övgü yapılır. Bu hem resmi planda, hem de toplum çapında gözlemlenen çarpıcı bir gerçekliktir. Dünyada benzerinin hiç kalmadığını söyleyemeyiz. Ama bu tarz “yurt edinme”nin ötesinde bir de o toprakların kadim yerlilerini yok etmeye gelince, bunu da aynı rahatlıkla savunan bir örnek olarak Türkiye’nin arzettiği manzara bir hayli müstesna sayılır.
İnsanlığa karşı suçlar ve hele de soykırımlar konusunda devletin yaptığı inkarcılığın, dünyadaki başka örnekleriyle kıyaslanmayacak kadar Türkiye’de taban bulması, yani toplum içinde böyle geniş desteğe sahip olması, ayrıca düşündürücü olmalıdır. Devletin propagandası ne kadar etkili olsa da, vicdanı kuvvetli bir sivil toplumun kendi hafızasına dayanarak daha fazla karşı duruş göstermesi beklenirdi. Geçen on yıllar zarfında soykırımlarla yüzleşmeye dair onca etkinlik ve yayın yapılmasına rağmen bu konuda devleti zorlayacak çapta bir sivil irade gelişmiyorsa, nedenini ayrıca onun kendi gerçekliğinde aramak ve soykırım süreçlerinde büyük çapta suça ortak edilebilmiş bir toplum olmasında görmek gerekir. Dolayısıyla işimiz sadece devletle değil, aynı zamanda toplumladır.
İşimiz o kadar zor ki, bu toplumun en ileri kesimleri sayılan sosyalist, demokrat çevreleriyle de cebelleşmeyi gerektiriyor. Dahası farklı zamanlarda aynı imha politikasının hedefi olmuş kimliklerin arasında bile bu bakımdan sorunlar var. Özellikle de önceki dönemin hedefi olmuş Hristiyan halklarla sonraki dönemin hedefi olan Kürtler arasında.
Osmanlı devletiyle üç yüzyıl boyunca ittifak halinde bulunan Kürt beylerinin II. Mahmut zamanında yerel ayrıcalıklarına son verilmesi nedeniyle bozulan ilişkileri daha sonra devletin onlara yeniden ihtiyaç duyması üzerine Abdülhamit tarafından onarılmış ve ondan itibaren M. Kemal’e kadar da sıkı bir işbirliği yapılmıştı. Bu süreç boyunca devlet Hristiyan halkların imhasında Kürtlerin gücünden genişçe yararlandı. Günümüzde Kürtlerin önemli bir kısmı bu gerçekliği kabul eder, fakat bunu basitçe bir kullanılma olarak geçiştirirler. İşin gerçeği bunda karşılıklı çıkar duyguları ve Kürtlerin maddi beklentileri de vardı.
Ama sonunda Hristiyan halklar yok edilip yeni bir ülke kurulurken, sürecin politik yönetimini elinde bulunduran Türkler bunu bir Türk ulus devleti olarak tasarladıkları durumda, bu projenin hedefine çok gecikmeden Kürtler de girmeye başladı. Çünkü Kürtler tamamen asimile edilmeye yatkın değildi. Kendi dilini, kültürünü koruma ve yaşam alanında söz sahibi olma eğilimini gösterince tabii ki problem oldu. Çeşitli direnişler, isyanlar, bastırma hareketleri ve katliamlar yaşandı.
Bu dönemin en büyük felaketi ise, hiç de isyan denilemeyecek çapta küçük ve önemsiz olayların görülebildiği bir aşamada Dersim’in başına getirildi. Bu da T. C. tarihinin içinde gerçekleşen ve fakat Osmanlı’dan beri Hristiyan halklar yanında bir o kadar “kafir” görülerek ayrık otu muamelesi yapılan Kızılbaşlara yönelik bir soykırım oldu. Eski direnişleri ve hakim ideolojiye uyumsuzluğu kadar 1915’de Ermenilere sığınak olması da Dersim’i yeni devletin kara defterinde liste başı yapmıştı.
Sünni Müslümanlıkta uyuşan, fakat Türklük potasında eritilmeye razı olmayan Kürtler son 40 yılın direniş hareketi içinde her ne kadar barışçı çözüm arayışı da gösterse çözümsüzlük devam ediyor. Ama işin ilginci, o kronik çözümsüzlüğün kaynağını sorgulamaktan kaçınan Kürt hareketinin sözcüleri, tam da göbek bağı oluşturan sürece gelince başlıyorlar bir ağızdan “Bu vatanı kurtarmak için omuz omuza savaştık, bu ülkeyi birlikte kurduk, bununla gurur duyuyoruz” demeye. Benzer şekilde “Kurucu Meclis”i kutsama ve gayet çoğulcu demokratik bir oluşum gibi savunma çabaları eksik olmuyor. Bir an için bile o mecliste neden tek bir Hristiyan temsilcinin olmadığını, M. Kemal tarafından “Anasır-ı İslam” diye tanımlanmış o ittifakın kime karşı olduğunu düşünmüyor ve imha edilmiş halklar adına duyarlılık gösterip de eleştirel yaklaşmıyorlar. Öyle olunca yaptıkları yorum “İşte o başlangıç sırasında her şey iyiydi, demokratik bir yönelim içine girmişlerdi, ama sonra onu terk ettiler ve Kürtleri karşılarına aldılar” gibi tuhaflıklarla dolu oluyor.
Bir adım öncesi Hristiyan kırımlarında beraberlik göstermiş olmayı görmezden gelen, ya da onu “siyasi iradeden yoksun Kürtlerin kandırılma ve kullanılması” şeklinde geçiştiren bir bakış açısı, hemen sonra yeni ülkenin kurulmasında aynı Kürtleri “iki asli kurucu unsurdan biri” olarak tanımlıyor ve eşit düzeyde ittifak yapabilecek kadar da önemli bir siyasi iradenin varlığını ima ediyor. Gerçekte Kürt yerel yöneticilerin Türk merkezi yönetimiyle ittifakı iki durumda da vasal bir karaktere sahip, yani eşit olmayan ve bağımlı tarzda bir ortaklıktı. Hristiyanların imhasında onların gücünden yararlanan devlet, gelecekte onlara özerklik düzeyinde olsun hak tanımayı asla düşünmemiş, ve işin gerçeği, eğer bir kandırma varsa onları asıl bu noktada ve çok önceden kandırmıştı. Yoksa son anda Lozan’a giderken değil. Bu basit gerçekliği de görüp kendi tarih
yorumlarındaki çelişkileri gidermedikçe Kürt özgürlük hareketinin tutarsızlıkları sürecek demektir.
Aynı şekilde Türkiye solunun Kemalizm’e sempati duyan, hayırhah bakan kesimleri de bu tarihle yüzleşmelidir. Onların bütün “ilericilik”, “anti-emperyalistlik”, “ulusal kurtuluşçuluk” atıfları, Tamer arkadaşın da belirttiği gibi bu ülkenin istenmeyen unsurlarına karşı yürütülen bir imha savaşının savunusudur özünde. Onlar İngilizlerle Fransızlarla çok güzel anlaşabilirlerdi ve anlaştılar da zaten. Hiç bir şekilde savaşmadılar. O efsanenin bir gerçekliği yok. Adına “Kurtuluş Savaşı” dedikleri şey bu ülkenin Rumundan, Ermenisinden, Süryanisinden, bilcümle Hristiyan halklarından bütünüyle ve ilelebet kurtulmanın mücadelesiydi. Mütareke döneminde yurtlarına geri dönebilen Ermenilerin tekrar sökülüp atılması, yeni dönüşlerin engellenmesi, gaspedilmiş mülklerin elde tutulabilmesi, Pontus Rumlarının benzer akibete uğratılması ve batıdaki Rumların da kısmen imha, kısmen kaçırtma ve en sonu mübadeleyle bitirilmesiydi.
Yeni devletin kuruluşundan önce tasfiye edilen halkların yalnız canlı nüfusu yok edilip mal ve mülkleri gasp edilmekle kalmadı, aynı zamanda tarihsel yurtları çalınmış oldu. O yurtların geçmişte hangi halklara ait olduğunu belli eden ne kadar uygarlık eseri ve kültürel miras varsa harabeye çevrilip yer isimleri de değiştirilerek aynı zamanda bir tarih silinmek istendi. Şimdi sadece soykırımların gerçekliğini tanıtma bakımından değil, fakat o halkların yok edilmeden önceki varlık boyutlarını, o topraklardaki köklü geçmişlerini ve tarih içindeki değerlerini tanıtma ve bütün o gerçekliklere saygılı yaklaşılmasını sağlama bakımından da ciddi zorluklarla uğraşmak gerekiyor.
Yakın tarihin yüzleşme konularını günümüzün sorunlarıyla birleştirme ve adil demokratik çözümler geliştirme konusunda birbirini anlayan, öncelikle kendi içinde tutarlı yaklaşımları teşvik etmek için kendimce önemli gördüğüm noktalara dikkat çektim. Yararlı olmasını umuyor ve bu diyaloğun olumlu şekilde devamını diliyorum
Birinci Bölüm
Soykırım sürecini değerlendirirken genel olarak Ermeni soykırımı, Süryani soykırımı ve Pontos Rum soykırımı diye ayrı ayrı bir ele alış var farklı analizde. Ben şimdi bunun daha derli toplu ifade edilmesi gerektiğinden yanayım.
Kısaca şöyle özetleyeyim.
Bence soykırım süreci 1876 da Abdülhamit’in ilk tahta çıkarılması ile birlikte başlayan bir süreç.ve bu süreç Osmanlı’dan geride kalan topraklardaki son Hristiyan toplulukların sürgün edilmesi, öldürülmesi ve özellikle mallarına mülklerine el konulması süreci.
Aslında bunu büyük Hristiyan soykırımı diye de adlandırabiliriz.
Bu soykırımın çeşitli etapları var. Abdülhamit dönemiyle başlayan İttihat ve Terakkicilerle devam eden ve Mustafa Kemal tarafından tamamlanan bir soykırım olarak tanımlamanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.
Pontos Rum soykırımı maalesef yaklaşık 100 yıldır Türkiye gündeminde, Türkiye kamuoyunda çok fazla dile getirilen ya da bilinen bir olay olarak görülmedi.
Bunun en önemli sebebi soykırımın 19 mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla birlikte değerlendirilmesi gerektiği meselesidir.
Neden?
Soykırım 1911 den 1923’e kadar ki süre içerisinde Pontuslu Rumları da kapsayarak şekillenmiştir.
Ama asıl olarak 19 mayıs 1919’da Mustafa Kemal in Samsun’a çıkışı ile birlikte Pontoslu Rumlar, Helenler açısından, soykırım süreci netleşmiş ve katliamların, sürgünler artık tamamen yok etmeye, imhaya yönelmiştir. Bu yüzden bütün dünyada 19 Mayıs, Pontos Rum soykırımı anma günüdür.
Şimdi bu mesele Türkiye cumhuriyeti devleti açısından baktığımızda çok önemli
bir noktaya denk geliyor.
Bir tarafta 19 Mayıs Türkiye resmi tarihi açısından resmi devleti açısından emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşının başladığı süreç ve bildiğiniz üzere çeşitli isimler altında bayram olarak kutlanan bir süreç.
Dolayısıyla Türkiye cumhuriyeti devletinin kuruluşunun en önemli köşe taşını oluşturuyor 19 Mayıs. Bu aynı zamanda şu demek. Geride kalan son Hristiyan topluluğun, son Hristiyan grubun, Helenlerin başta Pontos olmak üzere Küçük Asya’daki Helenlerin toptan yok edildiği, mallarına mülklerine el konulduğu ve cumhuriyetin ilan edildiği, cumhuriyetin kurulduğu yeni devletin kurulduğu bir süreç.
Bu yanıyla bu meselede Pontos meselesini dile getirmek Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna ilişkin değerlendirme yaparken taşın altına elini sokmak gibi zor bir mesele.
Aydınlar, entelektüeller açısından bahsediyorum. Çünkü cumhuriyet öncesi
olduğu iddia edilen Ermeni ve Süryani soykırımları pekala birileri tarafından bu Osmanlı devletinin suçuydu denebilir.
Türkiye devleti bunun muhatabı değildir denilerek savunulabilecekken, Pontus Rum soykırımına ilişkin böyle bir açıklama yapma şansı yok resmi tarihçilerin, resmi devletin.
Dolayısıyla Ermeni ve Süryanileri kapsayan sürece ilişkin bu konudaki inkar, soykırımın bir planlı proje olduğu gerçeğini görmemizi engeller.
Pontos Rum soykırımında bahsetmek devletin varlığını meşruluğunu tartışmak demektir. Aynı şey Türkiye’deki 1923 ten bugüne kendisine muhalif diyen çeşitli sol, sosyalist ya da başka kimlikli muhalif örgütlenmeler açısından da izlediğimiz kadarıyla iç açıcı değil.
Mesele Kemalizm’le karşı karşıya olmak ya da cumhuriyetin kurucularıyla karşı karşıya olmak olunca Pontos Rum soykırımı ne yazık ki 100 senedir dile getirilmedi, getirilemedi.
Ben özellikle bu meselenin öne çıkarılması gerektiğini, resmi tarihle yüzleşmenin, resmi tarihle hesaplaşmanın en temel noktasının cumhuriyetin kuruluşu ile ilgili olduğunu söylemek istiyorum.
Bu da Kemalizm denilen zehirin bir biçimiyle kendisine sol sosyalist diyen muhalif kesimlere kadar etkili olduğunu, bununla yüzleşilmez, bununla hesaplaşılmazsa bahsettiğimiz diğer soykırımların yüzleşmesini, hesaplaşmasını da yapamayacağımızı düşünüyorum. Bu yanıyla soykırımları birbirinden ayırmadan, cumhuriyet öncesi ve cumhuriyetin kuruluşu sürecinde işlenmiş olan bu cinayetlere büyük Hristiyan soykırımı adı vererek tanımlamak gerekir. Bunun dışında cumhuriyet sonrası diğer uluslara diğer inançlara yönelik katliamları da bu çerçevede; karşımızdaki devlet gerçeğini ele alarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.
Konuşmamı bitirmeden önce birde şunu vurgulamak istiyorum.
19 Mayıs 1919 çok önemli bir tarih bizim açımızdan. Kuşkusuz katliamların yaşandığı her dönem böyle bir önem arz ediyor ama ben öncelikle bu toplantıyı organize eden arkadaşlara teşekkür etmek istiyorum.
Bu konuda birbirimizden bihaber olduğumuzu fark ediyorum çeşitli dönemlerde. özellikle bizimle ilgili, özellikle Pontosla ilgili maalesef çok az Türkçe kaynak olmasından dolayı Türkiye’deki ya da Türkiye kökenli aydınların, entelektüellerin ve hatta tarihçilerin bu konuya ilişkin çok fazla konuşamamasını, bilmemekten kaynaklı olduğunu fark ediyorum kimi zaman.
Bu duyarlılığı arttırmak açısından aynı düşman tarafından yok edilmiş, aynı düşman tarafından soykırıma uğratılmış ve yüz yıldır inkar edilen ve bugün de canlı bir şekilde pratiklerini gördüğümüz anti demokratik, insan hakları düşmanı, sömürücü, katil kimlikli devletin yöneticileri ve devletin savunucularına karşı birlikte olmanın en önemli koşulunun birbirimizi tanımak olduğunu, birbirimizin tarihini, birbirimizin başına gelenleri bilmek olduğunu düşünüyorum.
İkinci Bölüm
-Zaten bu konuda bazı arkadaşların bazı önerileri olmuştu. Ben belki şunu söyleyebilirim. Birincisi bu ekibin, bu toplanan platformun devamı açısından yüz yüze gelmenin gerekliliğini vurgulayayım öncelikle. Bu büyük ihtimalle ilk etapta Avrupa’da gerçekleştirilebilir. Nasıl organize edilebilir bilemiyorum şu anda. Ama bunun üzerine düşünülmesi lazım bence.
İkincisi bu platformu en azından bugün burada kendini ifade eden çeşitli kesimleri temsil eden arkadaşların görüşlerini paylaştıkları bir sanal ortam olursa, bu Facebook’ta olabilir, başka bir yerde olabilir, bu da bu yakınlaşmaya hizmet edecek bir adım olur diye düşünüyorum.
Biz de elimizden gelen desteği yaparız. Bu gruba belki Lazları da davet etmek gerekir. Çünkü yaklaşık 5-6 senedir kendilerini Devrimci Lazlar diye ifade eden bir oluşum var. Ve düşünceleri hemen hemen buradaki arkadaşların çoğunluğunun düşüncelerine yakın arkadaşlar ve onlar da Lazika’da, Lazistan’da büyük bir mücadele veriyorlar gerçekten 5-6 yıldır özellikle
Onlar da dahil edilebilir diye düşünüyorum..
Gerçekten çok aydınlatıcı şeyler duydum kendi adıma. Kuşkusuz çok kısa zaman aralığında çok şey anlatmak zorunda oluşumuz bir baskı oluşturuyor. Yine de bu birlik girişimi bir adımdır diye düşünüyorum.
Ha belki şu noktayı vurgulamak lazım. Şimdi biz şeyden gerçekten çok yorulduk. Birilerinin bize ağabeylik yapmasından, birilerinin bize yol göstermesinden, işte ağzımızı açtığımızda bize ‘insanız biz kardeşim ne Rumluktan bahsediyorsunuz, ayrı kimlikten bahsediyorsunuz, hep birlikte mücadele edelim’ gibi şeyler söyleniyor. ‘ Asıl mesele sınıfsal meseledir. Düşmanımız ortak, bir tane devlet var. Önce bu devletle kavga edelim’ gibi bize çağrılar yapan, sınıfsal mücadele çağrıları yapan, devlet gerçekliğini tekrar tekrar hatırlatan açıklamalardan
gerçekten yıldık, usandık. Bunlar daha doğrusu bu tür çağrılar, bu tür yaklaşımlar bize bir şey katmıyor doğrusu. Üstüne üstlük burada konuşan insanlar bir grubu, bir yapıyı temsilen konuşuyorlar.
Şimdi ben kişi olarak bir takım dünya görüşlerine sahip olabilirim ama ilgilendiğim, üzerinde durduğum meselenin can yakıcı biçimde yaşandığı yer Pontos ve burada çok değişik düşüncelere sahibiz. İşte bugünkü Türkiye cumhuriyeti devleti sınırları içerisinde burjuva partilerin a’sından işte solundan sağına kadar tüm yelpazesinde yer alan ama kendisine bir biçimiyle Pontoslu diyen, Rum diyen, Rumca konuşan ya da konuşmayan büyük bir çoğunluk var. Bu çoğunluk hepinizin bildiği üzere yaklaşık 100 yıldır Türk milliyetçiliğiyle asimile edilmeye çalışılan ve burası Türklerin yurdudur diye de çeşitli şehirleri nam yapmış bir coğrafyadan bahsediyoruz. Her şeyi bir yana bırakalım bizim yaptığımız bu çalışmaları işte Rumların etnik kimliğine dayanarak, onların yaşadığı adaletsizliği, haksızlığı adalete çevirme mücadelesi olarak değerlendirenler olabilir. Ya da Türkiye devletinin kuruluşu ile ilgili ideolojik bir yaklaşım sergilediğimiz, dolayısıyla da bugüne kadar sistemle Türkiye
hükümetiyle problemi, sorunu olan kesimlerin aslında yanlış bir tarihsel bakış açısına sahip olup, yanlış bir strateji belirledikleri iddiasında olduğumuz da düşünülebilir.
Hepsini bir yana bırakalım bence Türkiye devleti sınırları içerisinde kuzey diye ifade edilen ya da Karadeniz diye ifade edilen o coğrafyada lazım olduğunda asker olarak işte Kürtlerin karşısına dikilen, lazım olduğunda eline silah verilip gazetecileri, aydınları, entelektüelleri sırtından vurabilen bir potansiyelden bahsediyorum. Potansiyel bir topluluktan ,gruptan bahsediyorum. Bunun arka planının 100 yıl önce yaşananlarla ilgili olduğunu söylüyorum, söylüyoruz aslında. Bu yanıyla bu tür toplantılarda, özelliklede bu tür toplantılarda görüşleri, bakış açıları bilinen insanların davet edildiği bu tür toplantılarda bu çağrıların, yani biraz önce bahsettiğim sınıfsal bakış açısına sahip olmak, etnik merkezli bakmamak gibi çağrıların çok fazla bir şey ifade etmediğini belirterek cümlemi, konuşmamı bitiriyorum.
Hepinize tekrar çok teşekkür
Kaynak: https://www.simurg-news.com/komunar-bellek-tele-konferanslari-pontusrum-soykirimi-tamer-cilingir/
TÜRKİYE´DE İKİNCİ KAYYUM DARBESİ!
Diyarbakır, Van ve Mardin Belediye Başkanları görevlerinden alınarak yerine kayyum atandı. Görevinden azledilen Diyarbakır Belediye Başkanı Adnan Selçuk Mızraklı “halkın iradesine saygısızlık olur” gerekçesiyle tebligatı imzalamadı. Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk, görevden almanın “tam bir kanunsuzluk olduğunu” vurguladı.
Türkçe basının bir bölümünde “ikinci kayım darbesi” olarak da tanımlanan bu uygulamayla, İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehir belediye başkanlarının da görevden alınmasının yolunun döşendiğine dikkat çekiliyor.
Seçimle göreve gelmiş belediye başkanlarının görevden alınması ve yerine özellikle valilerin atanması seçmen iradesinin gaspıdır ve Türkiye’deki genel ve yerel seçimlerin tamamen göstermelik olduğunun aleni ilanıdır. Demokrasi güçleri, özellikle Kürt bölgelerindeki halkın ve yerel idarecilerin maruz kaldığı bu uygulamaların bir an önce son bulması için güçlü ve geniş bir muhalefet örgütleme sorumluluğuyla karşı karşıyadır.
Dersim Kongresi ve Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG) olarak bu anti-demokratik uygulamaları protesto ediyoruz. Kayyum adı altında halk iradesinin gasp edilmesini kınıyoruz!
Van Belediye Başkanı Bedia Özgökçe Ertan, Diyarbakır Belediye Başkanı Adnan Selçuk Mızraklı ve Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk’ün görevden alınma uygulamaları hemen durdurulmalıdır.
Dersim Kongresi
Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu ( FDG )
19 Ağustos 2019
MİLLETVEKİLİ ÇEPNİ’DEN “MUNZUR DAĞLARI VE MADEN” SORUSU!
HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni, Munzur Dağları’ndaki madencilik projelerine ilişkin TBMM Başkanlığı’na soru önergesi verdi.
31 Temmuz 2019 Çarşamba 20:11
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez tarafından yazılı yanıtlanması istemiyle TBMM Başkanlığı’na soru önergesi veren HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni, önergesinde şunları kaydetti:
“Munzur dağları, Dersim’in kuzey kesiminde yer alan, Mercan Sıradağları da olarak bilinen dağlardır. Kalkerli ve dişli kütle yapısı vardır. Yüksekliği 3000 metrenin üzerindedir. Munzur Dağlarının Dersim sınırları içinde kalan bölümünde en önemli zirveleri batıdan doğuya doğru, Biçare Dağı (3111 m.), Ziyaret Tepesi (3071 m.) ve Akbaba Tepesidir. (3463 m.). Bu yamaçlardan kuzeye doğru açılan havza tabanlarına inilir. Yöre halkı, yaz aylarında havza tabanları ile havzaları birbirinden ayıran yüksek sırtları, yaylak alanları olarak kullanmaktadır. Güney yamaçlarında yer yer meşe ve ardıç ormanlarına, onlarca çeşit yaban hayvanına ve 43 çeşidi endemik bitkiye rastlanır. 2700 metreden sonra karlarla kaplıdır.
Munzur Dağı ve Munzur ırmağı, Dersim halkı için sadece bir dağ ve ırmak değildir. Dersim’deki yaygın inançlar panteonunda kutsallık atfedilen birçok mekân, ziyaret yeri, ibadet yeri bulunmaktadır. Dünyada belki animizm döneminden kalma bu eski inanç kültürünün dünya kültür mirası olarak korunması gereken bir öneme sahiptir.
Türkiye’de, 294 kaynak suyu arasında en iyi su seçilmiş, dünyanın en temiz su kaynaklarını da barındıran Munzur Dağı’nın tamamının maden sahası ilan edildiği haberleri basında yer almıştır. 145 maden projesinin bulunduğu Dersim’de, şimdi de 60 kilometre uzunluğundaki Munzur Dağları’nın tamamının maden sahası ilan edildiği iddiaları kamuoyunda büyük tepki çekmiştir. Maden projeleri hayata geçirilirse, Munzur’daki binlerce bitki türü, canlı yaşamı yok olacak, yer altı ve yer üstü suları ve turizmi olumsuz etkilenecektir. Munzur dağı, Munzur vadisi ve Munzur ırmağı Dünya’da eşi benzeri olmayan doğal güzellikleri, bitki ve hayvan türlerini barındırmaktadır.
Dünyanın temel gündemlerinden biri olan küresel iklim krizinin ülkemize de büyük bir ekonomik, sosyal maliyet yarattığı göz önünde bulundurulduğunda, “iklim acil durumu” ilan etmesi gereken ülkelerden biri olduğumuz açıktır. Gerek Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın gerek üniversitelerimizin yaptığı araştırmalar sonucu oluşturulan iklim krizi etkilerine dair gelecek projeksiyonlarında ülkemizin ciddi kuraklık tehdidi altında olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu halde mevcut ormanlarımızı, yeşil alanlarımızı, su kaynaklarımızı radikal koruma altına almak, bu alanlarda her türlü zarar verici faaliyete izin verilmemesi gerekir.
Anayasa’nın 56’ncı Maddesi “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir” diyerek vatandaşın sağlıklı, temiz bir çevrede bozulmamış bir doğada yaşama hakkı, 63’üncü maddesi ile de “Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır.” Diyerek, kültürel ve doğal miras alanlarının korunmasını güvence altına almıştır. Yıllardır, Hidroelektrik Santrallerinin ve madencilik sektörünün tehdidi altındaki bu bölgeye sahip çıkmak ve korumak Devletin öncelikli işlerinden olmalıdır.”
İŞTE, BAKANA SORULAN O SORULAR:
1- TMMOB, diğer sivil toplum kuruluşları ve yöre halkının büyük tepkisini çeken Munzur dağlarının tamamının maden sahası ilan edildiği iddiaları doğru mudur? Doğru ise maden sahası ilan edilmesinin gerekçesi nedir? Dersim İl sınırları içinde kaç adet maden projesi bulunmaktadır?
2- Dersim’de ilan edilen maden sahasında hangi tür madenlerin ruhsatlandırılması yapılmıştır? Maden sahasının büyüklüğü ne kadardır, hangi alanları kapsamaktadır? Maden sahası için Çevresel Etki Değerlendirme Raporları alınacak mıdır?
3- Maden sahası ilan edilen alanda ne zaman ne şekilde hangi firmalar tarafından madencilik faaliyetleri yürütülecektir? İhaleye çıkartılmış mıdır? Madencilik Faaliyetleri ne zaman başlayacaktır?
4- Maden sahası ilan edilen alanda, Dünya’nın en değerli temiz ve kaliteli su kaynakları bulunmaktadır. Maden projelerinin yer altı ve üstü su kaynaklarına zarar vermemesi için ne gibi projeler geliştirilmiştir? Su kaynaklarını korumak için ne yapılacaktır?
5- Maden projeleri hayata geçirdiğinde, Munzur’daki binlerce bitki türü yok olacak, yaban hayatı olumsuz etkilenecek, doğal ve kültürel miras yok olacaktır. Dersim’de telefisin imkansız ekolojik yıkımların olmaması, kültürel ve doğal mirasın korunması için Bakanlığınızın ne gibi çalışmaları olacaktır. Bu konuda ilgili meslek odaları ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapılacak mıdır?
6- Bölge yaşayan binlerce vatandaş yaşamını hayvancılık ve arıcılıkla sağlamakta, yaylacılık yapmaktadır. Maden projesi hayata geçirildiğinde halk mağdur olacak, geçim sıkıntısı yaşayacak bu da göçlere neden olacaktır. Bölge halkının yaşayacağı mağduriyetleri giderilmesi için projeleriniz var mıdır?
7- Basında çıkan, Munzur Dağı’nın yanı sıra, 1971 yılında Milli park ilan edilen Munzur Vadisi’nin, Munzur Gözeleri, Munzur Suyu, Mercan Vadisi, Kırk Merdiven Şelaleleri, Tülin Tepe, Tepecik ve Pulur höyüklerini içine alan 43 bin hektarlık alanda da Maden ruhsatı verildiği iddiaları doğru mudur? Eğer verildi ise, Türkiye’nin en zengin biyolojik çeşitlilik alanlarından birini oluşturan Munzur Vadisi’nin doğal yapısının korunması, ekolojik yıkımların olmaması için ne gibi çalışmalar yapılacaktır?
8- Bölgede maden sahası ilan edilen bölgede, Dersim halk inançları açısından kutsal sayılan kaç tane ziyaret vb. inanç mekanı bulunmaktadır? Bu konuda herhangi bir çalışma yapılmış mıdır?
9- Madencilik politikalarının iklim krizine etkisi hakkında herhangi bir çalışma yapılmış mıdır? Bakanlığınız, enerji politikaları ile iklim krizinin Türkiye’ye etkilerine dair bir çalışma yapmış mıdır? Yapmamışsa, kısa zamanda böyle bir çalışma yapmayı planlamakta mıdır?
kaynak: http://www.ozgurdersim.com/haber/milletvekili-cepniden-munzur-daglari-ve-maden-sorusu-15399.htm
Aşağıdaki yazı Gazete Kritik’ten alındı.
Önergenin gerekçesinde, “Munzur Vadisi 1971 yılında milli park olarak koruma altına alınmıştır. Bu sahanın milli park ilan edilmesindeki etken; doğal yapı, zengin bitki örtüsü, akarsuya kaynak teşkil eden gözeler, kuzeyinde yer alan buzul gölleri ve yöreye özgü hayvan türleridir. Tunceli ili, endemik bitki türleri, hayvan popülasyonu, fauna ve flora zenginliği ve coğrafi yapısı ile her dönem yerli, yabancı turistler ile doğaseverler tarafından sıklıkla ziyaret edilmektedir” denildi.
Geri dönüşü olmayanlar sonuçlar doğuracak
Gerekçede, şunlar kaydedildi: “İlimizin Munzur dağlarını, krater göllerini, höyüklerini, yaylalarını ve arı konak yerlerini kapsayan 43 bin hektarlık bir alanda maden sahalarına ruhsat verilme ve olası bir maden arama çalışmaları, doğal yaşam alanlarının talan edilmesine sebep olacaktır. Ayrıca söz konusu durum, doğal yaşam alanları ve ekolojik denge üzerinde geri dönüşü olmayan sonuçlar doğuracağı gibi, temel geçim kaynağı hayvancılık, arıcılık ve yaylacılık olan bölge halkı açısından da hayati öneme sahiptir.”
CHP Tunceli Milletvekili Polat Şaroğlu’nun konuyla ilgili sunduğu önerge şöyle:
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA
Tunceli ilinde, fiziki coğrafya özellikleri, iklim farklılıkları ve çok zengin su kaynaklarına bağlı olarak ortaya çıkan biyoçeşitlilik, bitki örtüsü ve doğal peyzaj bakımından zengin görüntülerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Tunceli, yaban hayatı bakımından oldukça zengin bir bölgedir. Özellikle Munzur Vadisi ve çevresi yaban hayvanları için elverişli bir ortam sunmaktadır. Dünyada ve Türkiye’de soyu tükenmek üzere olan ve birinci derecede koruma altında bulunan yabani hayvanlar da yine bu bölgede görülmektedir.
Munzur Vadisi 1971 yılında milli park olarak koruma altına alınmıştır. Bu sahanın milli park ilan edilmesindeki etken; doğal yapı, zengin bitki örtüsü, akarsuya kaynak teşkil eden gözeler, kuzeyinde yer alan buzul gölleri ve yöreye özgü hayvan türleridir. Tunceli ili, endemik bitki türleri, hayvan popülasyonu, fauna ve flora zenginliği ve coğrafi yapısı ile her dönem yerli, yabancı turistler ile doğaseverler tarafından sıklıkla ziyaret edilmektedir.
Aynı zamanda, Dünya Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, Dünya Kültürel ve Doğal Mirası’nın Korunmasına Dair Sözleşme ve Bern Sözleşmesi gibi ülkemizin taraf olduğu uluslar arası sözleşmelerle de koruma altına alınan Munzur Vadisinde bulunan doğal yaşam alanları, son dönemde gündeme gelen çeşitli projeler ile tehdit altındadır. Munzur dağlarının tamamını kapsayan alanın maden sahası olarak ilan edildiğine dair haberler bir süredir kamuoyunun gündemindedir. Buna göreTunceli genelinde 145 maden arama ruhsatı verilmekte ve bu ruhsatlardan bir kısmının Munzur Gözeleri, Munzur Suyu, Mercan Vadisi, Kırk Merdiven Şelaleleri, Tülin Tepe, Tepecik ve Pulur höyüklerini içine alan 43 bin hektarlık alanda ilan edilen Munzur Milli Parkı’nın bir bölümünü kapsadığı öne sürülmektedir.
İlimizin Munzur dağlarını, krater göllerini, höyüklerini, yaylalarını ve arı konak yerlerini kapsayan 43 bin hektarlık bir alanda maden sahalarına ruhsat verilme ve olası bir maden arama çalışmaları, doğal yaşam alanlarının talan edilmesine sebep olacaktır. Ayrıca söz konusu durum, doğal yaşam alanları ve ekolojik denge üzerinde geri dönüşü olmayan sonuçlar doğuracağı gibi, temel geçim kaynağı hayvancılık, arıcılık ve yaylacılık olan bölge halkı açısından da hayati öneme sahiptir.
Bu temelde, Tunceli’de faaliyet sürdüren maden ocaklarının canlı yaşamı ve ekolojik denge üzerinde yarattığı tahribatın araştırılması ve Munzur Dağlarının maden aramalarına açılması kararının tüm boyutlarıyla incelenerek, bölge halkına ve doğal yaşam alanlarına vereceği zararın araştırılması noktasında gerekli yasal düzenlemelerin yapılabilmesi amacıyla Anayasa’nın 98’nci İç Tüzüğün 104’üncü ve 105’inci maddeleri gereğince bir Meclis Araştırması açılmasını arz ve teklif ederiz.
Polat ŞAROĞLU
Tunceli Milletvekili
8 Ağustos 2019
AVRUPA DERSİM DERNEKLERİ FEDERASYONU ( FDG ) ve
DERSİM KONGRESİ’nden
Ortak Açıklama:
Dersim semalarında kara bulutlar hiç bir zaman eksik olmadı. Yakın tarihte bahtına hep soykırım, zulüm, doğa tahribatı ve talan düşen Dersim diyarı yeni bir saldırı furyasıyla karşı karşıya. “Munzur Dağları’nın tamamı maden sahası ilan edildi!”, “Munzur Milli Parkı’nda maden armaya ruhsat verildi!”, “Dersim’de Yeniden Köy Boşaltma Kararı” alındı manşetleri yeni felaketlerin haberini veriyor.
İlgili makamlar, 75 kilometrelik uzunluğa, 25 kilometrelik genişliğe sahip, 43 bin 350 hektarlık bir sahayı kapsayan Munzur Dağları’nın tamamını maden sahası olarak ilan etti. Hemen akabinde, “Munzur Gözelerini de içine alan Munzur Milli Parkı’nın bir bölümünde bir şirkete maden arama ruhsatı verildiği ortaya çıktı.” (Artıgerçek, 29 Temmuz 2019). Elbette ki bu girişimlerin ve kararların bir amacı Alamos Gold, Newmont Gold, Chesser Resources, Sandstorm gibi uluslararası sermaye şirketlerine ve Ahmet Çalık’ın Lidya Madencilik, Alacer Gold, Doğu Biga Madencilik gibi yerli işbirlikçilerine altın ve diğer yeraltı madenlerini sömürerek en azami kâr etme imkânını sağlamaktır. Çanakkale’den Dersim’e, İvrindi’den Erzincan’ın Çöpler’ine kadar bu amaç her zaman kovalanır. Ne var ki tarihi, kültürel dokusuyla Dersim coğrafyası buna ek olarak ayrı bir saldırının odağındadır. İnanç ve etnik yapısıyla, diliyle, siyasi duruşuyla kimliksel farklılık arz eden Dersim’li kendi toprağında yaşamaktan men edilmek istenmektedir. Yeniden gündeme alınan köy boşaltma kararlarının, baraj ve siyanürle altın arma projelerinin, rutin hale getirilen orman yangınlarının, yaşam alanlarına mayın vb. patlayıcıların yerleştirilmesinin, silahlı çatışmaların teşvik edilmesinin esas amacı bölgeyi yaşanmaz hale getirmek, yerli nüfusun göçünü hızlandırmak ve diasporadaki Dersimlilerin topraklarına geri dönerek yeni bir sosyal yaşam örgütlemelerini engellemektir.
Öngörülen maden projelerinin hayata geçirilmesi, proje alanlarında her türlü canlı yaşamın deformasyona uğraması, sonlandırılması ve Munzur Dağları havzası ve Dersim’in ekosisteminin geri dönüşü olmayacak şekilde tahrip edilmesi anlamına gelecektir. Dersimlilerin kutsal addettikleri Jar-u-Diyar’a adım atmaları, köklerine dönerek yeni bir yaşam inşa etmeleri imkansızlaşacaktır. Basında ve sosyal medyada takip edildiği kadarıyla Dersimlilerin büyük çoğunluğu kapılarını döven bu büyük tehlikenin farkındadır. Ne var ki her Dersimli aynı zamanda çözümsüzlük ve güçsüzlük denen çaresizliğin pençesinde kıvranmaktadır. Durum, 37-38 Tertelesi’nin (Jenosidin) son dönemlerindeki toplumsal ruh hâlini andırıyor.
Her Dersimli birey ve kurum kendi tarihinden ders çıkarmak durumundadır. Tarihin hiçbir döneminde Dersimliler toplumsal varlıklarına ve vatanlarına yönelen büyük tehlikelere karşı birlikte hareket etmedikleri müddetçe başarılı olamamışlardır. Son gelişmelerle toplumsal varlığımıza, doğamıza, inanç mekanlarımıza karşı başlatılan meydan okumaya karşı her Dersimli bireyin ve kurumun gücünü birleştirerek harekete geçmesinden başka bir seçeneği yoktur. Yer Küre’nin neresinde bulunursa bulunsun, her Dersimli’nin yüreği, bilinci, ruhu sel olup tehlike altındaki Jar-u-Diyar’a akmalıdır. Kesilecek her ağaç, zehirlenecek her su pınarı, postal basılacak her inanç noktası, kazma vurulacak her toprak parçasını kanatlarımızın altına almalıyız, korumalıyız. Ruhunu ranta teslim etmiş hiç bir şirket yöneticisine rahat yüzü göstermemeliyiz. Tarihimizle, doğamızla, kutsal ziyaretlerimizle BİZ olup BİR olup varlığımıza kast edenlerin kâbusu olmalıyız.
Hasankeyf’te, Fatsa’da, Çanakkale’de rant uğruna, doğayı ve canlı adına ne varsa zehirlemekten imtina etmeyenlere karşı ortak mücadele platformlarında ve alanlarında ruhumuzu, bilincimizi, ellerimizi birleştirmeliyiz. Su ve Vicdan nöbetçilerinin Kaz Dağları’ndaki direnişleriyle bütünleşmeli, kendilerinden de aynı hassasiyeti Munzur Dağları’nda maden arama girişimlerine karşı göstermelerini talep etmeliyiz.
Her Dersimli bireye ve kuruma çağrımızdır: Vakit kaybetmeksizin bir araya gelip Dersim’e Sahip Çıkma Kampanyası için bir koordinasyon oluşturalım. Dersim Barosu ve diğer kurumların, bireylerin attıkları değerli adımları daha da güçlendirerek, sürekliliği sağlanmış uluslararası bir kampanyaya dönüştürelim.
Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu ( FDG )
Dersim Kongresi
7 Ağustos 2019