Türkiye Cumhuriyeti Devleti Dersim’i Yakıyor!
Dersim Yanıyor!
Son on yılın bütün yaz aylarında olduğu gibi, bu yıl da on gün önce Dersimin dört bir yanını çevreleyen yüksek ormanlık bölgelerde, büyük ihtimalle uçaklardan bırakılan yangın bombaları ile başlatılan yangın, yaşam alanlarına doğru yayılıyor. Türkiye Cumhuriyeti devleti Dersim’i yakıyor. Neden?
Türkiye Cumhuriyeti devleti 13 Eylül 1922’de İzmir’in en güzel mahallelerinde bir yangın çıkardı. Bu mahalleler Ermeni ve Rum Mahalleleriydi. Devletin o zamanki yöneticileri tam kadro olarak, İzmir’deki en yüksek bir köşkün terasında içkilerini yudumlayarak yangını seyrediyorlardı. O yangında 180 bin Rum ve Ermeni katledildi. Yediden yetmişe bir halk, en vahşi bir yöntemle kırılıyordu.
Diyorlar ya “devlette süreklilik esastır”; devletin yönetimi ve onun zihniyeti için, İzmir’in yakılan o üç mahallesi ne idiyse, Dersim de odur. İzmir yangınında yanarak ölen 180 bin Rum ve Ermeni, devletin o günkü yönetimi için ne ifade ediyorduysa, Dersim’in bugünkü devlet katında anlamı odur. Dersim’in dört bir yanında yükselen alevler gökyüzünü yalıyor. Orada binlerce tür canlı yok oluyor. Bugünkü vahabi-Selefi sistemin tüm yönetim kademesi; Cumhuriyet yönetim kadrosu gibi, yaktığı Dersim’i, “yalçın ve yırtılmaz sakinlikte” seyrediyor.
Dersim tarihi, dili, inancı, kültürü ve birçok başka renkleriyle farklı bir toplumdur. Bu karakteristik yapısından ötürü; bütün tarih boyunca Türkiye devletince yok edilmesi hedeflenmiştir. Uzun tarihte gerçekleştirdiği katliamlar ve ’37-38 Soykırımı ardışık dalgalarıyla bugüne kadar devam etti. 1993-’94 yıllarında bütün köylerimiz yakıldı/yıkıldı ve dünyanın dört bir yanına sürüldük. Bu saldırı ile Dersim’i boşalttılar ve demografik yapısını neredeyse sıfırladılar. Yakın tarihlerde “Dersim’i bir koloni olarak ele almalıyız, ona göre strateji kurmalıyız” demişlerdi. Bu bakış açısı ve strateji güncelleştirilerek devam ettiriliyor. Bir koloni gibi ele almalarının sonucunda “soykırım”a çıktılar. Keza, yakın tarihte “Dersim bir göl haline getirilmeli”dir diye fetva vermişlerdi. Bugün barajlarla Dersim’i suya gömmüş bulunuyorlar. Barajlar ve HES’lerle Dersim’in endemik yapısını tamamıyla bozdular.
Türkiye Cumhuriyeti ve Vahabi-Selefi iktidar, bu küçük coğrafyayı neden bu denli tehlikeli gösteriyor? Hedeflenen ve yok edilmek istenen sadece o coğrafya değildir. Yoksa bir devlet nasıl olur da, kendi ülkesinin küçük bir kara parçasının ekolojik sistemini bozmak için bu kadar hevesli olabilir? Burada onun bağnaz inanç dünyasıyla, ırkçı-şöven ideolojik yapısyla, tarihi ve tüm maneviyatıyla temelde uyuşmayan bir küçük dünya var, bir Dersim var; yakarak isterik bir huşu içerisinde seyrettiği bütün bu farlılıklardır. Bugün yaktığı bütün bir tarih boyunca ötekileştirdiği bir küçük toplumdur.
O nedenle Dersim’de yakılan sadece orman değil, yakılan insanlık alemi için son derece değerli olan bir tarihtir, kültürdür, özgün bir inanç ve özgün bir dildir. Dersim yanmıyor. Yangın bir kaza sonucunda da oluşmadı. Dersim son on yıldır her yaz aylarında kasıtlı, planlı ve rutin olarak yakılıyor. Bu saldırlar, Dersim’i yok etmenin son rötuşlarıdır. Evet Türkiye Cumhuriyeti devleti, Dersim’i yerküreden kaldırmak için yakıyor.
Bu yetmedi, korkunç bir yalan makinasıdır çalışıyor. Nasıl ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları İzmir’in iki Ermeni ve Rum Mahallesi ile Avrupalıların yaşadıkları Frenk Mahallesi yangınları hakkında ‘Ermeniler çıkardı’ diye kapsamlı ve yoğun bir manipülasyon yürüttülerse, günümüz iktidarı da, bir coğrafi bölgeyi tüm canlılarıyla birlikte yakıyor olmanın gerekçelerini örgütlüyor. Denetimindeki yüzlerce ve binlerce iletişim araçlarıyla bunları dünya kamuoyuna manipüle ediyor. Dersimi ve doğasını yakma vahşetine meşruiyet kazandırıyor. Gerekçe olarak, “dağlarımızda silahlı gruplar”ın dolaşmasını gösteriyor. Silahlı grup ya da grupların olması, bir coğrafyanın ekolojik sistemini bozmaya ve onu yok etmeye asla gerekçe olamaz. Yalan makinası son hız işlemeye devam ediyor. Tünceli Valisi “orman yangını yok”, “örtü yangını var” diye dünyaya açıklama yapıyor. Bununla dünyanın demokratik komuoyunu yanıltıyor. Alevler tüm Dersim semalarını yaladığı halde, devletin valisi buna “örtü yangını” diyebiliyor. Yani yanan o dağlardaki ‘ot’lardır diyor.
Avrupa’nın herhangi bir doğa, çevre ve insan hakları savunucusu bir kurumundan insanların yangınları yerinde incelemeleri durumunda, devletin ve onun bürokratının yalanları tüm çıplaklığıyla görülecektir. Yok etme yalan sağanağı karşısında Dersim’in yalnız bırakılmamasını istiyoruz.
Dünyanın ve Avrupa’nın doğa, çevre ve insan hakları savunucuları, demokrasi ve fikir özgürlüğü isteyenlerin Dersimde yaşanan insanlık dramına seyirci kalmaması gerektiğini söylüyoruz. Savaşsız bir dünya özlemi taşıyanlar birey ve topluluklar; nasıl ki, bugün dünyanın herhangi bir bölgesindeki insanlık dramına seyirci kalınamıyorsa, aynı duyarlılıkla Dersim’in yakılmasına da seyirci kalınmamalıdır. Dersim özgülünde yakılan ve yok edilmek istenen insanlığın ortak tarihsel hafızasıdır.
Dersim toplumu savaş istemiyor. Savaşsız bir ortamda, kadim topraklarında, özgün toplumsal yapısını korumak ve yaşatmak istiyor. Yıllardır Dersim’de yürütülen savaş ve şiddetin Dersime ve Dersimlilere herhangi bir getirisi veya kazancı olmamıştır. Dersim bitmekle, boşaltılmakla, tükenmekle; kısacası yok olmakla karşı karşıyadır. Dersim halkı, şiddetin, silahın, çatışmanın gölgesinde yaşamak istemiyor. O nedenle dağlarımızın savaş uçaklarıyla bombalanmasına son verilmelidir. Dersim halkı için korku, sindirme, psikolojik harb ve tam bir kabus durumuna gelen operasyonlar durdurulmalıdır. Dersim’in, şiddet sarmalından uzak; barış ve huzur içerisinde yaşanılır bir bölge olmasını istiyoruz.
Buradan Avrupa’nın demokratik kamuoyunu özlem ve taleplerinde biz Dersim toplumunun çığlığını duymasını arzuluyoruz.
13.08.2017
Dersim Meclisi – Avrupa
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Aleviler Sivas ve Çorum anmalarından sonra Hacıbektaş’a gitti. Burada bulunan Garip Dede Cemevinde gerçekleşen toplantıda altında birçok dede ve aydının imzasının bulunduğu Alevi yolu ve Erkanı üzerine hazırlanan geniş kapsamlı bir bildiri okundu. Alevilik yaşayan bir inançtır, Alevilik semavi dinlerden farklıdır, Alevilik tek bir millete ait değildir, Alevi-Kızılbaş-Bektaşi inancı ekolojik yaşamı önemser ve savunur, Barış talebimiz inancımız gereğidir gibi başlıkların olduğu bildiri metnini Araştırmacı/Yazar Abbas Tan okudu.
Toplantı Mehmet Tural Dede’nin verdiği gulbang ile başladı.
Açıklama öncesi divan başkanı Hatice Çevik kısa bir konuşma yaptı. Alevi yolu ve Erkanı üzerine bir çalışma yürüttüklerini ve 6 çalıştay sonrası burada sonucu paylaştıklarını belirten Çevik “Bu sunum cümle cana yazılmış. Tüm canlara ışık olsun” dedi.
Açıklamaya İnanç Kurulu Başkanları ve üyeleri, ABF Genel Başkanı Muhittin Yıldız, AKD Genel Başkanı Doğan Demir, Britanya Alevi Federasyonu Başkanı İsrafil Erbil, Avrupa Alevi Federasyonu Başkanı Hüseyin Mat, Avusturya Alevi Federasyonu Başkanı Erdal Kılıçkaya, HDP MYK üyesi Çilem Küçükkeleş ve çok sayıda kurum temsilcisi katıldı.
Abbas Tan, Ali Köylüce, Ali İnan, Aysel Kılavuz, Bekir Özgür, Bese Aslan, Cemal Şahin, Efe Engin, Erdoğan Sevim, Esat Korkmaz, Gani Pekşen, Hamza Takmaz, Hasan Kılavuz, Hasan Harmancı, Hatice Çevik, Haydar Arkovan, Haydar Selçuk, Hıdır Çam, Hüseyin Gazi Metin, Hüseyin Serdar Tanal, Mehmet Turan, Mehmet Tural, Nurettin Aksoy, Piri Er, Seval Şahin, Sevim Savunmaz, Süleyman Zaman, Süleyman Deprem, Tacım Taşdan, Yaşar Yılmaz, Yüksel Özdemir ve Zihni Çabuk’un altında imzasının bulunduğu bildiyi Araştırmacı/Yazar Abbas Tan okudu.
Metnin tamamını olduğu gibi yayınlıyoruz.
Değerli Canlar,
Davetimizi kabul edip gelen tüm canlara aşkı niyaz olsun. Çağrımıza karşılık ses verenlere aşkı niyaz olsun..
Alevilere yıllardır yapılan baskı ve yok etme politikaları karşısında suskun kalmanın, suç ortağı sayılacağı düşüncesi ile duyarlılık gösterme ihtiyacımız doğmuştur. Bu nedenle Alevilerin günümüzde yaşadığı ve gittikçe derinleşen sıkıntılara kayıtsız kalmayı reddeden pirler (ana-dede), araştırmacı, yazar, sanatçı ve aydınlar olarak bir araya geldik. Statü ve ünvanlarımızdan bağımsız Alevi-Kızılbaş-Bektaşiler olarak ‘gönül kalsın yol kalmasın şiarıyla bir çalışma yürüttük. Birçok nedene bağlı olan asimilasyonun kaygı verici bir noktaya gelmesine ve sonucunda Alevilerin hızla özlerinden uzaklaşıyor olmasına dikkat çekmek ve özüne bağlanmaları için çözüm önerileri üzerine tartışmaların yapıldığı ve 3 yıla yakın bir zaman alan çalıştaylar gerçekleştirdik.
Yüzyıllardır asimile edilmeye çalışılan, kadim ve özgün bir inanç olan Alevilik (“inanç, yol ve erkân”ı), son dönemlerde sadece dışarıdan değil, içeriden de başlatılan asimilasyon politikaları ile var olduğundan bu yana en tehlikeli süreci yaşamaktadır.
Alevilik inancının; önce içini boşaltmaya, sonra başka bir inancın içinde eritip yok etmeye yönelik bu sinsi planın her gün biraz daha acımasızca hayata geçirildiğini ve bunun sonucu olarak da Alevilere her türlü baskı-zülüm -ayırımcılık yapıldığını görüp sessiz kalmak, suça ortak olmaktır.
Bu nedenle dünden bugüne, gelmiş geçmiş tüm Analarımızın, Pirlerimizin, Ulu ozanlarımızın, Doğudan batıya tüm ocaklarımızın manevi ikliminde yaptığımız çalıştaylar sonucunda, mevcut büyük tehlike karşısında, susmak-seyretmek-kabullenmek yerine; haykırmak-direnmek-mücadele etmek yolunu seçiyoruz.
Takiye yapmanın değil, gerçeği haykırmanın zamanı gelmiştir.
Üç yılı aşkın bir sürede yürüttüğümüz tartışmalar sonucunda vardığımız sonuçları ve acil uygulanması gereken çözüm önerilerimizi tüm canlara sunuyoruz.
ALEVİLİK YAŞAYAN BİR İNANÇTIR!
Alevilik bir din değil inançtır, yaşam biçimidir.
Bu yaşama biçimi Hak-Muhammet-Ali belirlemesini doğurmuştur. Zahirde sır Batında ayandır. Ulu ozanlarımızdan geçmişten bugüne aktarılan nefes ve deyişlere bakıldığında bu birlemenin nasıl olduğu açıkça görülmektedir.
Alevilik Hakk ve hakikat yoludur.
Aleviliğin inançsal, toplumsal ve kültürel boyutu vardır.
Doğanın dilini çözen ve insan yaşamını bu bütünün içinde ele alan felsefeye sahip bir inançtır.
Alevilik: Hak-Evren-İnsan birliğini, varlığın birliği temelinde bir bütün olarak gören, toplumsal yaşamı insan hakkı, eşitlik ve etno-kültürel çeşitlilik içinde birlik temelinde düzenleyen; tarihini, kültürel ve inançsal varlığını insanlık tarihi ve kadim uygarlıklardan alan, ekolojik sistemin sürdürülmesini öncelikli gören bir ekonomik ve felsefi düşüncesi ırklar üstü nitelikli evrensel bir yaşama biçimidir.
Bu nedenle Alevilik binlerce yıldır var olarak bugüne gelmiştir. Alevilik ve Aleviler geçmişten günümüze kadar semavi (İbrahimi) dinlerle etkileşim içerisinde olmuştur. Birçok din ve inançla yolu kesişmesine rağmen özünü korumuştur. Özellikle incelendiğinde birçok dine de katkı sağlamıştır.
ALEVİLİK, SEMAVİ (İBRAHİMİ) DİNLERDEN FARKLIDIR!
Semavi (İbrahimi) dinler olarak bilinen; Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet ile Aleviliğin temel kabulleri tamamen farklıdır.
Semavi (İbrahimi) dinlerin 4 temel kitabına baktığımızda vahiye dayalıdır peygamberler aracılığı ile toplum üzerinde kendini buna göre tamamlar. Semavi (İbrahimi) dinlerin şartları ve cezaları vardır.
Alevi-Kızılbaş-Bektaşi yaşam felsefesine, öğretilerine baktığımızda insana, akla ve doğaya dayalı olduğunu görüyoruz. Kamil insanı kendi içinde çıkaran bir inançtır. Okunulacak kitap olarak insanı görmüştür. Bu saz ve deyişlerle gelecek kuşaklara sözlü olarak aktarılmıştır. Alevi inancında insanı fiziki ve manevi anlamda yok edici, aşağılayıcı ve korkuya dayalı cezalar yoktur. Düşkünlük olduğunda toplumdan uzaklaştırılır ancak can’ın tekrar topluma geri kazanılması esastır.
Tanrı, Evren ve İnsan tasarımı diğer inançlardan tamamen farklıdır. Bir varoluş felsefesi ile olayları değerlendirir.
İSLAM ALEVİLİĞİN İÇİNE GİRMİŞTİR!
Özellikle tarihsel süreçte Aleviliğin İslamiyet’le ilişkisi yoğun olarak gözlenmiştir. Aleviliğin İslam’la karşılaşması ile Alevi inancı ve Aleviler İslamlaştırılmaya çalışılmıştır. İslam’ın cihad, korku ile dayatmacı, yayılmacı politikası Aleviler için geçmişte de bugün de tehdit niteliğindedir. İslami unsurlar bugün Aleviliğin içine girmiş ve özünden uzaklaşmasına neden olmuştur. Bu değişim ve dönüşüm geçmişte korku vb. nedenlerle takiye olsa da bugün artık Alevliği kendi özünden uzaklaştırarak yok etme noktasına getirmiştir. Sünnileştirme asimilasyon politikalarının bir ürünüdür. Bu İslami yayma süreciyle başlamış kimi zaman zorlama ve katliamlarla devam etmiştir. Aleviliğin tasavvuf üzerinden İslamiyet’e bağlanması bir zorlamadır. Bu zorlama bugün artarak devam etmektedir.
Alevi inancını yok etmek için birçok söylence ve mit yaratılmıştır. Bu asimilasyon sadece devlet eliyle değil kimi Alevi dedeleri tarafından da yapılmaktadır. Alevilik İslam içinde gösterilerek dinsel bir unsur yaratılmaya çalışılmaktadır.
ALEVİ-KIZILBAŞ-BEKTAŞİ İNANCI
Alevilik Hak ve Hakikat Yoludur.
Bütün yönleri ile Aleviliğin (Yol ve Erkân’ı, felsefesi, kültürü, geleneği/yaşama biçimi) kendine özgü temel ilkeleri ve kuralları vardır.
Aleviliğin Tanrı tasarımı, Evren Tasarımı, İnsan tasarımı tamamen kendine özgüdür ve semavi dinlerden tamamen farklıdır.
Evrendeki her şeyin (inançlar dahil) kemale ermesi için; değişimini, ilerleyişini, döngüsünü kabul eder. Aklidir, doğmayı ret eder.
Alevilikte Devriye inancı vardır. Yani Ahiret (Cennet-Cehennem) olgusunu kabul etmez. Ölüm yoktur don değiştirme, devr-i daim vardır.
Alevi-Kızılbaş-Bektaşi İnancının temelinde; Cem, Semah, Bağlama, İkrar, Sorgu-Görgü, Musahiplik, Talip-Rehber (Rayber)-Pir-Mürşit ilişkisini belirleyen Erkân’lar vardır. Bağlama, semah ve deyişlerle erkanlar yapılır.
4 kapı 40 makamdan geçip Kamil insan olmayı ve Rıza Şehrini kurmayı hedefler.
Alevilikteki inanç ritüelleri, oruç günleri ve sayıları, toplantı mekânları ve adları, Kutsal kabul edilen mekân ve yerleri (ziyaret, türbe, dergâh, ocak vs) kendine hastır.
Alevilikte kadın ve erkek eşittir, her insan bir CANdır.
Cem, Semah, Bağlama, Musahiplik, Talip-Rehber (Rayber)-Pir-Mürşid ilişkileri, Hızır Kültü, 4 Kapı 40 Makam, Rıza Şehri, Kamil İnsan anlayışı gibi değerlere sahiptir.
‘’Dört Kapı Kırk Makamı’’n anlaşılır, öğretilebilinir ve yaşama taşınabilir olması konusunda Dergah ve Ocaklarımızda çalışma yapılarak, öncelikle Şeriat kapısındaki anlayışın yaşama taşınabilir bir şekilde anlatılması ve uygulanması sağlanmalıdır.
Kadimden gelen ve kadim uygarlıklardan beslenerek yolculuğuna devam eden Aleviliği kendisinin dışında herhangi bir inancın ya da dinin şemsiyesi altına koyma çabaları, Aleviliğin asimilasyonuna ve yok edilme çabalarına hizmet eder. Bu kabul edilemez. Alevilik diğer din ve inançlarla çatışmadan yol öğretisi ile bugüne kadar var olmuştur, sonsuza kadar da var olacaktır.
İnancımızın adı; Alevilik-Kızılbaşlık-Bektaşiliktir. Yaşadığımız topraklarda adımız; Alevi, Kızılbaş, Işık insanı, Ehli Hak, Şabak, Kakai, Yaresan, Aliilahi, Arap Alevisi, Torlak, Kalenderi, Haydari, Abdal, Tahtacı, Çepni, Bektaşi, Çelebi olarak anılmaktadır. İbadet yerimiz; Cemevidir. İbadetimiz şeklimiz; Cem ve Semahtır. Yaşam felsefemiz; cümle cana muhabbet, saygı ve sevgidir.
ALEVİLİK TEK BİR MİLLETE AİT DEĞİLDİR!
Alevi-Kızılbaş-Bektaşi inancı Anadolu ve Mezopotamya kaynaklı olup Balkanlardan, Hindistan’a, Ortadoğu’da ve Alevilerin göç-göçertme sonucu gittiği dünyanın her yerinde hala yaşamaktadır. Hak Yolu olan Aleviliğin yürütülmesinde tarihi ve coğrafyanın özelliklerinden kaynaklı ritüeller farklılık gösterebilmektedir. Alevilikte yol bir, sürek bin birdir, bu nedenle Alevilik yüzyıllardır vardır. Alevilik 72 millete aynı nazarda bakmaktadır. Alevilik her türlü milliyetçiliği reddeder. Hiç bir inancın ulus kimliği yoktur. Kadim inanç tek millete özgü değildir, Milli bir dili yoktur. Her halk Erkanlarını kendi anadilinde yapmaktadır ve yapmalıdır. Ortak dilimiz Alevi dilidir. Alevilik Osmanlı’da ittihat ve terakki ile başlayan ve cumhuriyet dönemi ile devam eden milliyetçi bir kimlikle anılmaya çalışılmıştır. Halklar ve inançlar arasında bir çatışma yaratılmak istenmiştir.
Alevilik; Halkların birlikte yaşamasını esas alır, hiç birinin inancını, dinini ve dilini reddetmez. Diğer halklara ve inançlara baskı, dayatma uygulamaz. Bulunduğu coğrafyada halkların var olma ve yaşama hakkını tanır, birbirlerine üstün olarak görmez eşitliğini savunur.
Uluslararası düşünce ve etki kuruluşları ile iktidardaki hükümetlerin çok yönlü çalışmaları sonucunda Aleviler aleyhine oyunlar oynanmakta, bizler için karanlık projeler üretilerek yaşama geçirilmeye çalışılmaktadır. Aleviler tüm bu etki ve belirleyiciliğin yarattığı oyunların farkındadır. Alevilerin örgütlü kurum ve kuruluşlarının yanı sıra ülkenin tüm sisteme karşı muhalifleri bu karanlık oyunlar karşısında direniş ve dayanışma içerisinde olmalıdırlar.
Alevi-Kızılbaş-Bektaşi inancı sadece ütopik bir dünya tezahürü ile hareket etmeyip dün olduğu gibi bugün de var olan hayatın sorunları ve çözüm yolları konusunda mücadele ederek kendini tarih sahnesinde göstermiştir. Bundan kaynaklı olarak coğrafyamızda dayatılan tek tipçi anlayışlara karşı bütün ezilenlerle ortak hareket etmeyi hedefleyerek hangi din, dil, etnik kimlik ve inanca sahip olursa olsun ayrım yapmadan, ötekileştirmeden, ezilenlerle ortak zeminde buluşarak, kendi ilkelerinden ödün vermeden dayanışma içerisinde yer alır.
ALEVİ-KIZILBAŞ-BEKTAŞİ İNANCI EKOLOJİK YAŞAMI ÖNEMSER VE SAVUNUR!
Aleviler; dünyamızda yaşanan sağlık, çevre ve doğa sorunları konusunda Alevi öğretisinin sunduğu yaşama biçimine hızla adapte olmalıdır. Dünyamızın yaşanabilir olması için Alevi inancının öngördüğü biçimde insana, doğaya, bütün tabiat varlıklarına sahip çıkmak, koruyup kollamak inanç ve öğretimizin gereğidir. Aleviler bu düşünceyi savunan, eylem ve söylemlerinde sahiplenen her kesimle dayanışma ve ittifak içinde olmalıdır. Biz Aleviler bu düşünceyi ibadetimizin bir parçası olarak kabul ederiz.
Baraj ve Hes projeleri inancımızca kutsal kabul edilen ziyaret yerlerini ve yaşam alanlarını yok etmektedir. Bu ziyaret yerlerimizin yok edilmesine ve kıyımına karşı birlikte ses çıkartmalı ve dayanışma içinde olmalıyız. İnanç alanlarımızı sahiplenmek yolumuzun devamlılığı için önemlidir.
HIZIR
Hızır’la ilgili Cem ve ritüeller, doğayı ve insanı birbirinden ayırmadan güçlendiren ve insanlık için bereket yaratan düşüncemizdir. Hızır; hayat takvimimizde canlılığı başlatan, yoksulların carına yetişen ve “her an her yerde hazır ve nazır” olan yoldaşımızdır. Aleviler Tanrı misyonunu Hızır’a yüklemişlerdir.
Hızır’la ilgili erkân ve uygulamalara dikkat çekilmesi, geliştirilmesi, hatırlanması ve yabancı inanç unsurlarından ayıklanması için çaba gösterilmelidir.
RIZALIK
Rıza Şehri, Alevilere göre toplumsal eşitliğin, barışın, kardeşliğin ortak üretim ve bölüşümün öne çıktığı bir dünya tasarımıdır. Rıza Şehri ütopyamızın anlaşılması ve insanlığa örnek rol model olarak sunulması için çaba harcanmalıdır.
Rızalık düşüncemizin, gelenek, ritüel, felsefe ve ahlaki değerlerimizin başta çocuklarımız ve gençlerimiz olmak üzere tüm canların eğitimi ve yetiştirilmesi amacıyla anlatılması ve canlandırılması için projeler hazırlanmalıdır.
ALEVİLİK HAK VE HAKİKAT YOLUDUR VE YOLUN NASIL YÜRÜTÜLECEĞİ ERKÂNLARLA BELİRLENMİŞTİR.
Yol ve Erkân, Alevi-Kızılbaş-Bektaşi inancının belirleyicisidir.
Alevi inancı her zaman çağdaş ve kendini yenileyen bir inançtır, devamlılığı esastır. Günümüze kadar da bu şekilde devam etmiştir.
Erkânname bir anlamda Alevi-Kızılbaş-Bektaşiler’in anayasasıdır.
Doğumdan Hakka yürüyene kadar bir canın içinde bulunduğu toplum düzenini sağlayan Erkânlar, yol yürütücüsü pirlerin (ana-dede) ve taliplerin rehberi niteliğindedir.
Bugüne kadar sözlü gelenek şeklinde uygulana gelmiştir, aktarımı da bu şekilde yapılmıştır. Bu nedenle Erkânname çağın gereksinimlerine göre yeniden düzenlenmeli, güncellenmelidir. Geçmişteki bazı ritüelleri bugün artık yürütmek mümkün değildir. Bazı Pirlerin kendini güncelleyememesi ve asimile edilmeleri nedeni ile Erkân konusunda farklılıklar yaşanmaktadır. Ayrıca İslami içerikli Erkânname Alevi inancında karşılık bulamaz, bulmamalıdır. Alevilik, evreni varoluşsal yapısı ve işleyiş düzeniyle toplumsal bir yaşam biçimi olarak kavratan inanç, öğreti ve ritüeller bütünüdür.
Bugüne kadar yapılan; HBVAK Vakfı, Hünkar Vakfı, ABF (Türkiye), AABF (Avrupa) ve Bağımsız Erkânname çalışmalarının olduğunu biliyor, bu Erkânnameleri önemsiyor ve değerli buluyoruz.
Yürütülen tartışmalar sonucunda Alevi toplumunun elinde bulunan ve Alevilerin inancına ve yaşama tarzlarına yön veren “Erkânname”lerin, yaşadığımız zaman diliminin ihtiyaçlarını karşılamakta ve sorunlarını çözmekte bazılarının eksik kaldığı veya yetersiz olduğu görülmüştür. Bu tespitin gereği olarak; Erkânname’lerin ‘derlenmesi ve güncellenmesi’ ile ilgili çalışma ve yöntemlerinin belirlenmesi uygun görülmüştür.
Erkânnamenin; Alevi inancına, felsefesine uygun ve Alevi dili esas alınarak güncellenmesi zorunlu bir ihtiyaçtır. Musahiplik, Kirvelik, Cem, Gulbanglar, Doğum ve Ad verilmesi, Evlenme, Görgü, Hakka yürüme vb konularda çağa uygun Alevi-Kızılbaş-Bektaşi inancıyla çelişmeyecek düzenlemeler gerekmektedir. Alevi inancının insana, doğaya, dünyaya bakışı ve sevgi anlayışı belirleyici olmalıdır.
Erkânnameler; Pirler (ana-dede) ve Alevi araştırmacıları, aydınları, kuruluşlarından oluşacak komisyon ile bir araya gelerek ortak bir şekilde yeniden hazırlanmalıdır. Bu konuda çalışma yapan ve yapmak isteyen kurum ve komisyonlar var ise bunlar ile de temas kurularak çalışmaların ortaklaştırılması kararı alınmıştır.
ERKÂNLARIN DİLİ ALEVİ-KIZILBAŞ-BEKTAŞİ FELSEFESİNE UYGUN OLMALIDIR!
Erkânların dili kesinlikle ALEVİCE olmalıdır. Erkânların Alevi dili, terminolojisi ve felsefesi temelinde aslına uygun olarak asimilasyonun etkilerinden arındırılarak yeniden yapılandırılması gerekliliği vardır.
Bu çalışma toplumumuzda karşılığını bulacaktır. Gülbanglarda; Bismişah, Gerçeğe Hü, Gerçeğin Demine Hü terimlerinin başlangıç ve bitimde kullanılmasına özen gösterilmelidir.
Alevi topluluklarının etnik farklılığı gözetilerek Hakk’a Yürüme Erkânı başta olmak üzere, Erkânların Alevi diline sadık kalarak farklı dil ve lehçelerde yazılması desteklenmelidir.
KİRVELİK ERKÂNI
Kirvelik, Alevilerin kutsallık yükledikleri en büyük sosyal kurumdur. Bu kurumun özü sulandırılmadan korunmalı ve yaşatılmalıdır. Toplum bireylerinin aralarındaki sevgi ve dayanışma bağı ikrar ile pekiştirilmeli, tıpkı yüzyıllardan beri geldiği özüne uygun korunmalıdır.
Ancak sosyal bir kurum olarak sünnete bağlı bir İkrar erkânı olarak Kirveliğin özendirilmesi ve uygulanır olması sağlanmalıdır.
NİKÂH ERKANI
Nikâh Erkânı Alevi diline uygun bir şekilde gerçekleştirilmeli ikrar, rızalık olmalıdır.
MUSAHİPLİK ERKÂNI
Musahiplik, Alevi-Kızılbaş-Bektaşi edep-erkânının vazgeçilmez kurumudur. Alevilik inancı gereği canlar arasında öğretimize uygun yaşamı düzenleyen, toplumda barış, maddi ve manevi dayanışma, sevgi ve rızalık ilişkilerini denetleyerek farklı inanç ve modern yapılar karşısında özgünlüğümüzü sağlar. Bu nedenle Musahipliğin özendirilmesi, bu amaçla Cemlerde buna özen gösterilmesi, duyarlılığın arttırılması için çaba harcanması gerekmektedir.
Musahiplik uygulamalarının günümüz gerçeği göz önüne alınarak, çiftler üzerinden yürütülmesi yanında, tek tek canların karşılıklı rızalıklarıyla Musahip olmaları yükümlülüğünün desteklenmelidir.
Musahiplik kurumunun çağımızın toplumsal yapılanması içinde yaşatılmasını sağlayabilmek için, bu kurumun ‘yol kardeşliği’ temelinde geliştirilmesi, farklı inanç, etnik yapı ve kültürlerin bir arada yaşamasına katkı sağlaması özendirilmelidir. Alevi yaşamının önemli kurumsal geçişi olan “ikrar alma” ve “yol kardeşliği” geleneklerinin özendirilmeli, topluluğumuz bu konuda bilgilendirilmelidir.
HAKK’A YÜRÜME ERKÂNI
Bu konuda yapılan çalışmaların, diğer inançların etki alanından kurtarılarak Alevi-Kızılbaş-Bektaşi inancının özgünlüğüne ve diline yaraşır nitelikte birleştirilmesi, geliştirilip ortaklaştırılması için çaba harcanması ve erkân uygulamalarının hayat bulması gerekmektedir.
Alevi-Kızılbaş-Bektaşi inancında ölüm yoktur Hakk’a Yürüme vardır. Gömmek yoktur toprakla sırlamak vardır.
Hakk’a Yürüme Erkânında öncelikle yıkama ve ritüel işlemlerine katılanlara hijyen ve bulaşıcı hastalıklar konusunda tıbbi bilgi ve destek sağlanmalıdır.
Alevi Hakk’a Yürüme Erkânlarında yer almayan ve toplumumuzu yaşam tarzından uzaklaştıran erkân sırasında ve mezarlıkta ifade edilen dualar ve gulbanglar Alevi inanç ve ibadetin özüne uygun olmalı, konuşulan dil herkesçe anlaşılmalıdır.
Alevi geleneklerinin bölgesel uygulamalarına bağlı olarak Hakk’a Yürüme Erkânlarında bağlama eşliğinde duruma uygun nefes, mersiye ve duazlar okunması konusunda, ailelerin de rızası alınarak, öncü olmak konusunda uygulamaların yaygınlaştırılması sağlanmalıdır.
Yine bölgesel uygulamalar da dikkate alınarak, Hakk’a Yürüyen can’ın tabutla taşınmasına, tabutun başının batıya gelmesine, tabutla sırlanmasına, tabutlar üzerinde yer alacak örtülerde Yol’a uygun olmayan yazı ve simgelere fırsat verilmemelidir. Bu amaçla hazırlanacak olan örtülerin üzerine Yol ulularımızın nefes, hikmet ve duruma uygun sözlerine yer verilmelidir. Bu halde sırlanmasına ya da döşek, sevdiği giysilerle uğurlanmasına özen gösterilmesine ve sırlama sırasında bölgesel uygulamalara bağlı olarak mezarlarda baş bölümlerinin kapatılması sırasında tahta ile kapatılmasına özen gösterilmelidir.
Kapalı alanlarda Hakk’a Yürüme Erkânı düzenlenmesi sırasında erkân gereği çerağ/delil uyandırılmasına, açık alanda erkân yapılması sırasında koşula bağlı olarak çerağ uyandırılması uygulamasına sadık kalınmasına dikkat edilmeli, koşulun uygun olmaması durumunda zorlamaya gidilmemelidir.
Türkiye’de uygulama sorunları yaşanması nedeniyle, dileyen canlarımızın bulundukları ülkelerde cesetlerinin yakılmasını isteyebilmesinin önü açılmalıdır.
ORGAN BAĞIŞI TEŞVİK EDİLMELİDİR !
Hakk’a Yürüyen Can’ın yaşarken organ bağışında bulunabilmesi, vasiyette bulunamaması durumunda ailesi tarafından organ bağışının gerçekleştirilmesi önemsenmelidir. Hakka yürüdükten sonra sırlama ile toprağa, havaya, suya karışmak nedir bilimsel olarak anlatılmalıdır. Canların yaşarken edindikleri bu bilinç organ bağışının önemsenmesini sağlayacaktır.
ALEVİ-KIZILBAŞ-BEKTAŞİ İNANCINDA MEZAR
Alevi mezar geleneğinin geçmişte olduğu gibi Alevi kültür ve inançlarını yansıtan ortak simge ve tasarımlarla yapılmasının özendirilmelidir.
Aleviliğin varlık alanına karşıt olan ve felsefemizle zıt bir anlam içeren mezar taşlarına Fatiha sözü yerine Alevi Ulularının beyitleri ve dörtlükleri deyişleri yazılmalıdır.
Mezar taşlarında ayak taşı ve baş taşına ayrı ayrı uygulamaya gidilmelidir. Ayak taşına genellikle servi ağacı (Can’ın Hakk’a kavuştuğunu simgeler) kabartması yapılmasına: Gerek görülmesi durumunda, uygun düşen bir şiir dörtlüğü veya hikmet anlamlı sözlere yer verilmesi; geleneklerimizde simge konumunda olan güneş, ay, yıldız, şamdan, nilüfer, lotus çiçeği, lale, çeşitli bitki dal ve yaprakları (akantus vb), buket çiçekler, kandil, açılmış gül (özellikle kadın mezar taşlarında), aslan, sarmaşık hayat ağacı, asa, kozmik diyagram, ibrik, kaz ayağı (Tahtacı, Çepni vb.), asma, üzüm salkımı, teslim taşı, çeşitli taçlar (Bektaşi mezar taşlarında), bağlama simgelerine yer verilmesi; yapılacak lahitlerde de benzer bezeme, işleme ve kabartmalara yer verilmesi, Taşlarda Hakk’a Yürüyen can’ın, doğum-ölüm tarihlerine, mesleğine, hayat gayesine, mizacına vs. yer verilmesi, mezar taşlarının çoğunlukla nefeslerle bezenmiş bir kitabe tarzında hazırlanması, öte yandan bu tür simgesel ya da nesnel süslemelerin çağımıza göre yenilenebilme özelliği göz önüne alınarak genişletilmesi uygun olacaktır. Koşulları uygun olan ülke ve bölgelerde ALEVİ MEZARLIĞI oluşturulması teşvik edilmelidir.
CEM ERKÂNI
Alevi-Kızılbaş-Bektaşi inancının temelinde Cem olmak vardır. Canların bir araya gelmesi ile yapılan cemler, erkanların uygulanması olmakla beraber eğitim öğretimin gerçekleştiği ve inancın yaşatılmasında en önemli erkandır. Cem Erkanı kullanılan dil, uygulamalarda Alevi-Kızılbaş-Bektaşi inanç ve yaşam felsefesine göre gerçekleştirilmelidir. İslami dua vb ritüeller uygulamamalıdır. Cemi yürüten Pir ve Analar uygulamalar hakkında açıklayıcı bilgiler vererek canların bilinçlenmesini sağlamalıdır. Yürütülen hizmetlerde rızalık esasına uygun davranılmalıdır. Cemde ve Cemevlerinde hizmet yürütenlere rehberlik hizmeti sağlanmalıdır.
CEM EVLERİ NASIL OLMALIDIR?
Alevilerin Ocak ve Dergah, (Tekke, Zaviye, Hangah), Cemevi, modern dernek ve vakıfları kendilerini yenileyememeleri nedeniyle Alevilerin inançsal ve sosyal ihtiyacını karşılamaktan ne yazık ki uzaklaşmıştır. Bu nedenle ihtiyaç ve beklentilerimiz doğrultusunda yeniden yapılanarak Alevice özgünlüğünden taviz vermeden günün koşullarına uygun hale getirilmelidirler. Aynı zamanda Ocak, Dergah, Dernek ve Vakıflarımızda hizmet yürüten canlarımızın kişisel beklenti, kariyer, statü kaygılarını bir kenara bırakarak Alevi-Kızılbaş-Bektaşi İnancımızın özünü İslami dil ifade ve uygulamalardan korkusuzca arındırılmış, ilkeli bir şekilde savunmalı ve yaşatmalıdır.
Dergâh, hangâh, tekke, cemevi, ziyaretgâh, kültür merkezi, dernek ve vakıflarımızda Alevi felsefesine uygun kitap, doküman, sancak, simge, hikmet ve söylemler dışında bulunan görsel ya da yazılı herhangi bir simge ve bilgiye yer verilmemesi için çaba harcanmalıdır.
Bağımsız Cemevlerimizin yerel geleneklerin uygulanması konusunda özgünlük ve hassasiyet içinde olmalarının özendirilmesine ve desteklenmesine ancak, örgütlü Alevi dernek ya da vakıflarına bağlanmaları konusunda çaba gösterilmelidir.
Cemevi mimari ve tasarımları açısından gözden geçirilerek Alevi geleneklerine uygun sanatsal ve simgesel düzenlenmesine destek olunmalıdır. Cami tarzı cemevi yapılmasının önüne geçilmelidir.
Hiçbir semavi dinin ibadet yeri ile birlikte tasarlanıp inşa edilmemelidir.
Cemevlerinin resmi olarak tanınması için; Anayasa ve uluslararası sözleşmelerden kaynaklı elde edilen hakların ihlalinin devam ettirilmesi nedeniyle Demokratik mücadelenin daha ileri bir noktaya taşınması gerekmektedir.
ÂŞIKLIK, ZAKİRLİK ve SÖZLÜ GELENEK
Alevi-Kızılbaş-Bektaşi edebiyatının yarattığı düşünce ve sanatlar üzerinde durulması, farklı dil, yöresel lehçeler ve kültürler temelinde âşıklık ve ozanlık geleneklerinin sürdürülmesi, tarihsel boyutuyla ele alınarak kayıt altına alınması sağlanmalıdır.
Zakirlik hizmetinin cemlerimizdeki yerinin ve öneminin güçlendirilerek, ihtiyacımız olan zakir yetiştirme programlarının projelendirilmesi teşvik edilmelidir.
Zakirlik hizmetinin icrasına yönelik çalışmalar yapılmasına, bu yönde gelişmeye açık canlarımızın dernek, vakıf ve Yol ehillerine yönlendirilmesi ve desteklenmesine özen gösterilmelidir.
Sözlü gelenek unsurlarının somut olmayan kültürel unsurlar çerçevesinde derlenmesi amacıyla tüm dernek, vakıf ve uluslararası projelerle acil olarak desteklenmeli, bu yönlü dernek ya da vakıf çalışmalarına destek verilmelidir.
ALEVİLİK VE GENÇLİK
Alevi-Kızılbaş-Bektaşi inancında insan hangi yaşta ve cinsiyette olursa olsun candır. İnancımızın ve varlık mücadelemizin sürdürülebilmesi için çocuklara ve gençlere özen gösterilmelidir. İnancımızı ve yaşam felsefemizi öğrenebilmeleri için dernek ve kurumlarımızda, çocuklara ve gençlere yönelik eğitim ve öğretim programları yapılmalı, özendirici projelerle desteklenmelidir. Özellikle gençlerin dernek ve kurumlarda temsiliyetine olanak verilmeli çalışmalara aktif olarak katılmaları sağlanmalıdır.
ALEVİLİK VE KADIN
Alevilikte kadının konumu kentleşme ile birlikte farklı inançların baskısı, inançsal etkisi altında kalmaya başlamıştır. Erkek egemen yaşamın bu dinsel ilişki ve yaptırımlarla birlikte Alevi yaşamına da taşınmıştır. Alevi yaşam biçimine uymayan bu toplumsal konumundan kaynaklı sorunların aşılabilmesi, Alevice hayata katılımı konusundaki çalışmaların cinsiyet ayrımı olmaksızın ancak kadınlar açısından pozitif ayrımcılık gözetilerek çalışmalar yapılması sağlanmalıdır. Alevi kadınının Ocaklardaki ve erkân hizmetlerindeki konumunun cinsiyet ayrımcılığına son verilerek, Ocaklardaki Pir Ana/Dede statüsünün bir ve eşit olduğu, hizmetlerde cinsiyetlere göre hizmet düzenlenmesinin yapılamayacağına önemle dikkat çekilmelidir.
Alevi inancının yürütüldüğü Cemevleri, kurumlar ve çeşitli alanlarda erkek dili ve hakimiyetinin cinsiyetçi, erkek egemen bir dilden eşitlikçi bir sınıra çekilerek kadınlarla hayatın her alanında öğretisel ilkeler gözetilerek Aleviliğin “Can” düsturuna uyulmalıdır.
ALEVİ ÖRGÜTLERİNİN KONUMU ve YÖNETİCİLER
Değerlerimizin yaşayabilmesi, mücadelemizin amacına ulaşabilmesi ile gerçekleşebilir. Bu amaçla insanlığa yaraşır, evrensel değerleri kabul eden, farklılıkları zenginlik sayan, adaletli ve özgürlükçü bir Anayasa’nın hazırlanabilmesi kurumlarımızın ortak hareket etmesi ile mümkündür. Bunun gerçekleştirilebilmesi amacıyla örgütlerimizin organize olarak harekete geçirilmesi ve ortak öneriler ile güç birliğinin önünü açacak çabalarda bulunulmalıdır.
Bu amaçla evrensel güç birliğinin daha da yükseltilebilmesi amacıyla Avrupa ve Türkiye’deki Demokratik Alevi örgütlülüğünün içindeki dağınıklığın bir an önce giderilmesi, birlikte hareket etme potansiyelinin güçlendirilmesi, ilişkilerin belli bir protokole bağlanması gerekmektedir.
Alevi-Kızılbaş-Bektaşilerin kendi tarih, kültür ve doğa mirasına sahip çıkmaları, sosyal ve siyasal değerlerin korunabilmesi ve kimlik mücadelesinden vazgeçilmemesi için örgütsel sorunlarımızın öncelikle Alevi kurumları arasında tartışılması, ortak bir akıl ve irade oluşturulması sağlanmalıdır. Dergahlar ve Alevi mirası restorasyon adı altında inançtan uzaklaştırılmaya çalışılıyor buna karşı mirasımıza sahip çıkmalıyız.
Alevi kurumlarına yönelik sözlü ve şiddet içerikli saldırılar son yıllarda bilinçli olarak örgütlenerek pratiğe dökülmekte ve Ortadoğu’da yaşanan vahşi din savaşlarının kurbanı olmamız için çaba harcanmaktadır. Bu şiddeti engelleyecek ya da tasfiye edecek herhangi bir caydırıcı etki görülmemektedir ve bulunmamaktadır. Yasaların bu tür şiddet ve baskı içinde bulunanları engelleyecek güçte olmadığı zaman zaman resmi devlet yetkilileri tarafından dile getirilmiştir. Bu nedenle örgütlerimizde bu tür durumlarda neler yapılabileceğinin üzerinde acilen durulmalıdır.
Alevi kurumsallığında, eşitlik ilkesi değerlerimize uygun olarak başta Alevilikte varolan kadın-erkek ve genel olarak bütün insanların eşitliğinin güncel hayatımızda ve kurumlarımızda etkin hale getirilmesi, örgütlerimizde kadın temsiliyetinin genişletilerek özendirilmesi gerekmektedir.
Farklı toplumsal kesimlerin şekillenmesinde, yaşam kalitelerinin belirlenmesinde, hak ve hukuklarının verilmesi ya da gasp edilmesinde temel işleve sahip olan şey, siyaset kurumudur. Bu sebeple Alevilerin siyasi mücadele alanında söz sahibi olmaları gerekli ve zorunludur. Fakat siyasette söz sahibi olmak – yer almak; siyasi alana malzeme olmak değil, siyaseti ve kurumlarını genelde; bütün ezilmişler, ötekileştirilmişler, yoksullar ve ezilenler lehine kullanmak, özelde de Alevilerin sorunlarının çözümü konusunda iyi değerlendirebilmektir.
Alevilerin kendileri dışında, kendi düşünce ve inançları ile örtüşen siyasi kurumlar ile Demokratik kitle örgütleri ile Emek örgütleri ile, ötekileştirilmiş farklı toplumsal kesim ve inanç kurumları ile ilkeli işbirliklerini güçlendirmesi zorunlu görülmektedir.
Alevi kurumları, partilerin içinde mücadele eden bireylerin peşine düşmek yerine, toplumun genel gelişimi üzerine siyasetler üretip, kendilerine uygun toplumsal gelişmelere hizmet edecek bir yol izlemelidirler. Demokratik kitle örgütlerinin bu anlamda milliyetçi politikalar izleyip buna göre bölünmesi yanlıştır, Aleviler bu oyuna gelmemelidirler.
Dernek ve kurumlarda görev alan tüm canların Alevi-Kızılbaş-Bektaşi inancına göre İkrarlı olması gerekmektedir. Bu inancın felsefe öğretisini biliyor ve uyguluyor olmasına önem verilmelidir. Ayrıca dernek ve kurum seçimleri de Aleviliğe uygun şekilde yapılmalıdır.
DEMOKRATİK ANAYASA TALEBİMİZ
Demokratik anayasanın en kısa sürede oluşturularak toplumun tüm kesimlerinin hak arayışlarının karşılanmasına; etnik ve dini ayrımların son bularak, ülkemizde laikliğin geliştirilmesine ve insan haklarının evrensel seviyeye taşınmasına, parlamenter rejimin yoksulluk politikaları izleyerek insanımızın yaşam koşulunun yükseltilmesi için çaba harcanması sağlanmalıdır.
Eşit bir yurttaşlık hakkı olan nitelikli eğitime erişimin önündeki engellerin kaldırılması, devletin en temel yükümlülüklerindendir. Örgün eğitimden başlayarak, tüm eğitim kademelerinde toplumun din ve inanç özelliklerinin farklılığı yok sayılarak Sünni İslam eğitimi esas alınmaktadır. Din dersi saatinin arttırılması ve imam hatiplerin arttırılmasına odaklanan eğitim politikalarının sorunları gidermek bir yana daha da derinleştirdiği açıktır.
Gerek ana dilde eğitimin önündeki engeller, gerekse eğitimin dini bir yapı kazanmaya zorlanmasının bir uzantısı olarak, zorunlu din derslerinin devam ediyor olması, Alevilerin eşit ve demokratik eğitim hakkı önündeki en temel engeller arasındadır.
Öte yandan eğitimde, hükümetin “Müslüman muhafazakar bir nesil yetiştireceğiz” söylemiyle başlattığı uygulamalar ise farklı inançlardaki yurttaşların eğitim hakkı önünde dışlayıcı biçimler kazanmaktadır. Yapılan eşitsiz yatırımların sonucunda, İmam Hatip Liseleri var olan talebin çok ötesinde bir sayıya yükselirken, bilimsel-laik eğitim veren liselerin sayısı bilinçli olarak talebin altında tutulmaktadır. Bunun sonucunda Alevi vatandaşlarımız lise eğitimi almak üzere İmam Hatip Liselerine yönlendirilmek gibi bir durumla karşı karşıya bırakılmaktadırlar. Zorunlu din derslerinin devam ediyor olması; zorunlu-seçmeli “peygamber sevgisi” ve “Kuran-ı Kerim eğitimi” gibi derslerin müfredata sokulması gibi uygulamalar ise örgün eğitim içinde diğer inanç gruplarının tanınmadıklarının ve eşit yurttaşlar olarak algılanmadıklarının açık göstergeleridir.
Bugün uygulanması gereken en temel politika zorunlu din derslerinin kaldırılması ve laik eğitim anlayışının tam olarak uygulamaya başlanması olacaktır.
Bu nedenle tüm Alevi dernek ve kurumları, siyasetçileri, sanatçıları, aydınları ortak mücadele yürütmelidirler.
BARIŞ TALEBİMİZ İNANCIMIZ GEREĞİDİR!
Alevi-Kızılbaş-Bektaşi İnancı ve felsefesi 72 millete bir nazarda bakar, toplumsal barış ve her cana duyulan sevgi yolumuzun belirleyicisidir.
Bu nedenle biz Aleviler; coğrafyamızda yaşanan her türlü baskı, şiddet, katliam, adaletsizlik, sömürü ve ötekileştirmeye karşı toplumsal muhalefetin içinde etkin bir şekilde örgütlenmesinde yer alarak halklar arasındaki barış ve huzurun sağlanması için gerekli çaba ve çalışma içerisinde olduk ve daima olmak zorundayız.
Sessiz ve örgütsüz kesimlerin yığınlaştırılarak sömürülmesine, kent, ilçe, köy ve mahalleler arasında politik ve ekonomik ayrımlar yapılarak sindirilmesinin önüne geçilmesine, halkımıza yönelik provakasyon ve katliam çabalarına karşı uyanık olunmasına, çok yönlü korunma yöntemlerinin ve stratejilerin geliştirilmesine ve uygulanmasına, yaşanan en küçük bir provokasyon ya da tehdit karşısında dahi güçlü ve örgütlü irade gösterilmesine çaba sarf etmeliyiz.
Pirha
Gerek Hilafetçi Osmanlı, gerek Meşrutiyet, gerekse Cumhuriyet Dersim’i “sorun” gördü. Baskı ve katliamlar hiç eksik olmadı. Büyük yaralar açıldı. Kapanmadı o yaralar. Zira tedavi eden olmadı Dersimliler’in yarasını. Bu nedenle Dersimliler’in tarihsel ve toplumsal yaraları hâlâ kanamaya devam etmektedir. Tedavi edilmeyen bu yaralar Dersimliler’in düşün ve duygu dünyasında derin ve kalıcı yarılmalara neden oldu.
Geçmişte yaşanmış sorunlar, doğru bir zeminde adaletli bir yaklaşımla ele alınmaz ve çözülmez ise geçmiş hiçbir zaman geçmiş olmaz. Yeni biçimlere bürünerek her zaman bireylerin ve toplumların yaşamında var olmaya devam eder.
Geçmişinde çözülmemiş sorunları, kanamakta olan yaraları olan toplumlar/bireyler,bugününü örgütlemede ve geleceğini inşa etmekte ciddi sorunlar yaşarlar.
Bunun en önemli nedenlerinden biri toplumsal travmadır. Yani toplumun ortak akıl ve ortak duygusunun parçalanmış olmasıdır.
Travmanın tedavisi, yaraların sarılması dolayısıyla bugünün ve yarının sağlıklı biçimde inşa edilebilmesi bir hesaplaşma/yüzleşme süreciyle mümkün olabilir.
Hesaplaşma/yüzleşme ise ortak etik değerlerin, ortak aklın yön verdiği örgütlü bir toplumun eseri olabilir.
Dersim toplumunun sorunları üzerine uzun yıllar değişik kurum ve bireylerin çabaları oldu. Bunların her birinin kendi koşullarında kıymetli olduğunu teslim etmek gerekir.
Ancak bu çabalar Dersim toplumunun ortak aklını oluşturarak stratejik bir plan dahilinde kalıcı mevziler yaratmaya yetmedi. Zira parçada düşünüldü. Bir yanıyla tek etnik köken veya inanç üzerine kimlik inşa etme (parçalı kimlik) mücadelesi çoklu “Dersim kimliği”nin önüne geçti.
Öbür yanıyla da Dersimliler’in enerjisi ağırlıklı olarak güncel siyasal ve sosyal sorunlara kanalize oldu.
Son 30 yılda görüldü ki “parçalı kimlik” (aynı zamanda tekleştirici) düşüncesi Dersim’de ve Dersimliler’de beklenen karşılığı bulmadı/bulamadı. Toplumun büyük kesimi çoğulcu “Dersimli” kimliğiyle tanımladı kendini ve böyle yaşamayı benimsedi.
Elbette her etnik, inanç veya siyasi kimliğin kendini var etme (inşa etme) hakkı tartışmasız kabul edilmelidir. Sorun, bütün bir tablonun her bir parçasının, kendisini bütünün yerine koyması, dolayısıyla da diğer kimliklere yaşam hakkı tanımama anlayışı ve pratiğindedir
Hiçbir kimlik, kendi varlığını başka kimliklerin yok edilişi üzerinden var etmemelidir.
Bazı coğrafyalar ve toplumlardaki tarihsel, toplumsal ve siyasal gelişmeler diğerlerinden farklı seyirler izler. Dersim bu özgünlüğü taşıyan, koruyan halklar ve kültürler yurdudur. Buradaki tüm kimliklerin birbirini etkileyen, besleyen ve içiçe duran özellikleri vardır. Bu hakikati kabul ederek düşünen ve hareket eden her Dersimli aslında yeni ve ortak “Dersimli” kimliğini benimsemiş demektir.
Dersim Fikriyatından Dersim Meclisi Fikriyatına…
Uzun yıllar, “Dersim fikriyatı” üzerine düşünen ve bunu değişik biçimlerde savunan Dersimliler oldu. Ancak “parçalı akıl” ve “parçalı kimlik” düşünüş sürecinin doğası gereği bütünü kapsayamadı…
2015 yılının son aylarından itibaren bazı kurumların çabasıyla bir grup insan, Dersimliler’in “parçalı aklı”nın ürünü olan dağınık duruş ve rekabetçi tarzın yarattığı olumsuz tablo üzerine sohbetler yaptı. Bu sohbetler ve çabadan “Dersim Meclisi Fikri” doğdu.
2016 yılı Şubat ayında Almanya’da yapılan toplantı, “Dersim Fikriyatı”ndan “Dersim Meclisi Fikriyatı”na doğru yürüyüşünde başlangıcı oldu.
“Dersim Meclisi Girişimi” olarak tanımlanan ve şekillenme sürecine giren düşünce Avrupa’da ve Türkiye’de çalışmalarını sürdürdü/sürdürüyor.
Bu fikir Dersimliler arasında düşünsel planda önemli ilgi gördü/görüyor. Ancak Dersimli kurumların (dernek vb) bir kısmı bu düşünce ve girişime mesafeli durmaktalar.
Zira onlardan bazıları bunu kendilerine karşı bir girişim olarak algılamaktadırlar. Bu algının birden çok nedeni olduğu söylenebilir.
Birincisi; bu algının parçalı düşünüş ve parçalı duruştan kaynaklı olması.
İkincisi; rekabetçi bir anlayış ve tarzın ağır etkisi.
Üçüncüsü; mevcut kurumların Dersim meselesi ve davasını “dernekçilik ufku”nun ötesine taşıyamamış olmalarının önemli payı olduğu söylenebilir.
Dördüncüsü; ve en önemlisi Dersim davasını tarihsel, toplumsal özgünlüğü boyutundan kopararak, genel siyasal ve sosyal konular bağlamında ele alınmasıdır.
Gerek Türkiye de, gerekse Avrupa’daki Dersimliler’in bu “parçalı” ve “rekabetçi” durumu, toplumun önemli bir kesiminin örgütsüz ve atıl kalmasında önemli bir paya sahiptir. Söz gelimi; aydınlar, sanatçılar, akademisyenler, işverenler, kanaat önderleri gibi kesimlerin Dersim davası/sorunlarına dair görüş ve enerjilerini toparlayabilecek seçeneklerden yoksun olmalarını veya büyük bir boşluğun yaşanmasını başka türlü açıklamak olanaklı değildir.
Bu tabloda Dersim Meclis Girişimi, toplumun düşün dünyasında yeni ufukların açılmasının önünü açabilir. Çoğulcu Dersimli kimliğinin oluşumu ve yeni bir toplumsal aydınlanmanın olanaklarını yaratabilir.
Toplumun düşünsel, kültürel, ekonomik, inançsal dağınıklığının, doğa ve çevre mücadelesinde yaşanan “parçalı”lığın giderilmesinde yeni iletişim kanalları açılabilir, yeni kurumsal oluşumları gerekli hale getirebilir.
Yerel sorunları sadece yerel bir akıl ile değil, evrensel bir akılla çözmenin fikri zenginliğine ulaşabilir.
Dolayısıyla “Dersimli olma” düşünsel zemini üzerinden, yeni bir kurumsallaşma aşamasına geçmek zorundadır Dersimliler…
Dersimliler üç konuda stratejik bir görüş oluşturmak ve buna uygun kurumsal yapı inşa etmek durumundalar.
Dersimliler’in Ortak Aklı
Egemenler bir toplumu yok etmek veya teslim almak için önce onun tarihsel, toplumsal, kültürel belleğini yıkar/parçalar ve yerine kendi ideolojik sembollerini inşa eder. Bu durumda toplumu bir arada tutan değerlerden ve sistematik düşünme kapasitesinden yoksun bırakır. Dersimlilerin yaşadığı ağır tarihsel, toplumsal ve siyasal nedenlerle düşün ve duygu dünyasının parçalı olduğunu tespit etmek gerekir.
Bu nedenle; öncelikli olarak Dersim Meclis Girişimi bu travmatik/parçalı durumun nedenlerini analiz etmek ve gerçekçi bir tespit yapmak için bilimsel çalışmalar yapmalıdır. Devamında özgün yöntemler kullanarak bu parçalı öznelerle güven ve saygınlık ilişkisi oluşturmayı hedeflemelidir. Bireyler ve kurumlarla kurulacak saygın ve güvene dayalı ilişkiler üzerinden “ortak akıl”a ulaşmayı hedeflemek ve çalışmalarının ana eksenine bunu yerleştirmek durumundadır.
Geleneksel düşünüş kalıpları ve iletişim yöntemleriyle yeni bir düşünce oluşturmak ve topluma benimsetmek olanaklı değildir.
Ortak akıl oluşturma sürecinin sağlıklı gelişebilmesi için Meclis Girişimi toplumda yaygın olan her türden reaksiyonel ve rekabetçi anlayışla arasına kalın hatlar örmek ve kararlı/istikrarlı bir duruş göstermek durumundadır.
En temel mesele ve konularda bile, Dersimliler’in ne ortak düşüncesi, nede ortak duruşu vardır. Acılarda bile ortaklaşamayan, yaşadıkları Tertele’ye dair ortak bir düşünce ve davranış oluşturamayan bir hakikatle yüz yüzeyiz. Öncelikle bu hakikati kabul etmek ve bunun nedenleri üzerine bilimsel aklın ürünü olan çalışmalar yaparak ortak bir düşünce oluşturmanın yaşamsal bir öneme sahip olduğunu kabul etmek gerekmektedir.
Etnik ve inanç kimliği, kültürel ve siyasi kimliği ne olursa olsun (ırkçı ve dinciler hariç) tüm Dersimlileri tarih, toplum, kültür, doğa, inançlar, diller, ekonomi vb temel konularda bir araya getirebilecek, bu tür temel konuları bilimsel normlarda araştırıp anlatabilecek ve birbirinden öğrenebilecekleri yeni bir sürece ve bunun sonunda ortak aklın oluşumuna ihtiyaç vardır.
Dersim toplumunun yeni bir aydınlanmaya, yeni araçlara, yeni mücadele yöntemlerine ve yeni mevzilere ulaşması gerekir. Aksi durumda toplum olarak varlığını sürdürmenin tüm dinamiklerini kaybeder.
Dersimlilerin bir “kimlik” bunalımı yaşadığını söylemek mümkün. Ancak daha da önemlisi toplumda bir “kişilik erozyonu” ve “etik değerler” sorunu olduğunu da tespit etmek gerekir.
Bir toplumda kimlik ve kişilik ilişkisinde ciddi bozulma varsa bu, büyük bir çözülme ve yıkım yaşandığını göstermektedir.
Yani travmanın ve bellek yitiminin toplumsal ve kişisel değer yitimindeki etkilerinin yanı sıra; kapitalist sistemin, bölgede uzun yıllardır süren şiddetin parçalayıcı ve çürütücü etkilerinin de üzerinde durmak son derece önem kazanmıştır.
Belirtmek ve kabul etmek gerekir ki; bir toplumun düşün dünyasını oluşturan, şekillendiren ve yön veren en önemli kesim o toplumun düşün insanlarıdır; yani aydınları ve sanatçılarıdır. Ne yazık ki Dersimli aydın ve sanatçıların önemli bir bölümü söz konusu “parçalı akıl”ın ve rekabetçi tarzın sıradan bir bileşeni olmayı tercih ederken, diğer önemli bölüm aydın ve sanatçının ise tarihine, kültürüne, toplumuna karşı taşıması gereken sorumluluktan uzak durmayı tercih etmeleri büyük bir kayıptır.
Ortak akıl sürecinin özneleri olan Dersimli düşün insanlarını (aydınlar, sanatçılar) şimdiye kadar yapmadıkları/yapamadıkları ödevlerini acilen yapmaya ve vefaya davet etmeliyiz. Ortak akıl oluşturma süreci bu perspektifle sürdürülür ve gerekli olgunluğa ulaştığında da bir “Dersim Kongresi” toplanarak yeni bir aşamaya geçilebilir. Bu aşama Dersim Meclisi’nin kuruluşudur.
Dersimliler’in Temsiliyeti
Dersim’de yaşayan Dersimliler’in nüfusu her geçen gün azalmaktadır. Ağırlıklı olarak Türkiye’nin değişik kentlerinde, Avrupa da ve başka ülkelerde yaşamaktadırlar. Hem ortak aklın oluşturulamamış olması, hem de rekabetçi düşünce, duygu ve davranışları nedeniyle Dersim ve Dersimliler bir temsiliyet sorunu yaşamaktadır.
Bu kadar ağır sorunlar yaşamış ve yaşamakta olan bir toplumun kolektif temsilden yoksun kalması büyük bir açmazdır.
Ortak akılın oluşturulma sürecinin sağlıklı ve başarılı sürdürülmesi aynı zamanda ortak iradenin/temsiliyetin oluşturulmasının koşullarını yaratır.
Halklar ve kültürler yurdu (Kırmanciya beleke) olan Dersim coğrafyasında ve Dersim dışında yaşayan tüm Dersimliler’in sorunları/davası için ulusal ve uluslararası alanda sürdürecekleri her türlü mücadelede bir temsil mekanizmasının olması yaşamsal öneme sahiptir.
Temsiliyet meselesini mevcut kurum ve çevrelerin “parçalı kimlik” dayatmaları ve rekabetinden kurtarmak, tüm kimlikleri “Dersimli” kimliği ve “Kırmanciya Beleke” (Kırmançlar’ın çok kültürlü, çok renkli ülkesi) persektifi ve demokratik toplum bireylerinin katılımıyla ele almak gerekmektedir.
Bunun nasıl oluşacağı, nasıl işleyeceği ve ne tür somut işler yapacağı sorusu Dersim Meclisi iradesiyle yanıt bulabilecektir.
Dersim’in Statüsü
Dersim inanç yapısı ve inançların birbiriyle ilişkisi, değişik etnik kimliklerin bir arada yaşaması ve ilişkileri, çok kültürlü, çok dilli, çok inançlı (dinli) özelliğinin yanısıra, doğası ve doğa insan ilişkileri nedeniyle de dünya kültürel mirasının ve doğal hayatının önemli bir parçası/değeridir.
Bu özgünlüğün/değerlerin korunması sadece Dersimliler için değil, insanlık için büyük bir zenginlik ve kazanımdır. Bu nedenlerle Dersim tekçi devlet zihniyetinin hedefi olmuştur ve olmaktadır. Egemenlerin tekçi politikalarına karşı kararlı bir duruş göstermenin yanısıra Dersim her türlü kimlik ve çıkar çatışmasının, siyasal rekabetin dışında tutulması gereken bir doğa harikası ve kültürler beşiği olarak korunması gereken bir coğrafyadır.
Dersim dünya da ve bölgede özel bir statü hak eden özgünlüğe sahiptir. Kendi kendini yönetmesiyle ancak bu özgünlüğünü koruyabilir. Mevcut rejim veya iktidar seçeneklerinden hiç biri Dersim’in bu zenginliğini anlayabilecek/koruyabilecek durumda değildir. Kendi kendini yönetmesi oranın özgünlüğü nedeniyle bir statüye kavuşturulmasıyla mümkün olabilir…
Bölgede ve ülkede yaşanan politik süreç yeni devletlerin oluşumu ve yeni yönetim biçimlerinin tartışılacağı gözönünde bulundurulursa “statü” meselesi daha da önem kazanmaktadır…
Tüm bu sorunların bir arada konuşulabildiği, farklı kimlik ve fikirlerin değer gördüğü ve saygıyla birbirini kabul ettiği, güvene dayalı güçlü bir iletişime ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç yeni bir düşünsel üretimi ve yaklaşımı, yeni bir platformu gerekli hale getiriyor.
Dersim Meclisi fikriyatı doğru anlaşılır, doğru tartışılır ve bir kongreyle rafine edilerek Dersim Meclisi’ne dönüştürülebilirse ortak akılın oluşumunu, temsiliyet sorununu çözebilir. İşte o zaman “Dersim’in statüsü”ne dair stratejik plan oluşturmak ve çalışmalar yapmak mümkün olabilecektir…
Aralık 2016-Ocak 2017
Tertelê ‘38i / Dersim Soykırımı (İmza) Kampanyaları
Tertelê ‘38i / Dersim Soykırımı hakkında yaklaşık 20 yıldır çalışmalar yapılmaktadır. Yapılan etkinliklerde eksik olan toplumsal ağırlığı bulunan bu tür çalışmaların olabilecek en yüksek birlikteliklerle değil de dağınık, tek tek grup, dernek, federasyon veya kurumların kendi başına yürütme çabasıdır. Bir toplumu ilgilendiren böylesi önemli çalışmalar topluma maledilebildikçe başarı şansı elde eder. Gidişat bu yönlü olmadığı için kimi çalışmalarla tavan yapılmasına rağmen, malesef bir zaman sonra hak ettiği noktaya varamamıştır.
Dersim’in sorunlarının çözümü için kurulmuş ve faaliyette olan onca kurum ve kuruluşun başarılı olamamasının, nihayi hedeflerine ulaşamamasının, Dersim dilinin, kültürünün ve inancının yok olma aşamasına gelmesinin sebeplerinin en başında projelerin bireysel yapılması, kurumların farklı projeler üzerinde teke tek çalışması ve ortak hareket edememesi gelmektedir. Bu durum sorunların çözümü arayışında gidilecek, başvurulacak mercilerin karşısında meşru temsiliyet anlamında da sorun olmaktadır. Bu yüzden çözüm arayışlarında Dersim’i kurum ve şahıslar arasında güçleri birleştirmekle olabilecek en geniş mutakabatın sağlanması, hem muhatap alınan merciler nezdinde sonuç alma açısından ciddiye alınmalarını, hem de Dersim Davası’nda samimiyetin ispatı olacaktır. Dersim Meclisi olarak tam da bu ihtiyaçları görerek, bilerek sorumlu davranmanın ve tarihi bir görevi yerine getirmenin bilinciyle sorunlarımıza çözüm arayışı içinde olan her kuruma, Dersim’i anlamda yapılan her proje ve çalışmanın ‘sahiplerine’ bu sorumluluk ve bilinçle çalışmaları ortaklaştırmaları çağrısında bulunuyoruz.
Asl olan bireysel ve politik hesaplara alet edilmeden farklı siyasi eğilimlerine rağmen tüm Dersim’i kurum ve kuruluşlarla bu tür çalışmaların yapılmasıdır.
Tertelê ‘38i / Dersim Soykırımı bağlamında yapılan çalışmalara kronolojik olarak göz attığımızda, geçen bu süre içerisinde zaman zaman uygun konjüktüre rağmen istenilen noktaya yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı ulaşılmadığı daha da rahat anlaşılacaktır.
- Ware Dergisi 1998 yılında yayınladığı 12. sayısının ön ve arka kapaklarını “Tertelê ‘38”nin 60. yılına adar; 4 Mayıs 1937 yılında yapılan Tunceli Tenkil Harekatı’na Dair Bakanlar Kurulu Kararı‘nın tam metinini Türkçe ve Almanca olarak yayınlar.
- 15-17 Haziran 2001, Berg/Eifel-Almanya’da yapılan Avrupa Dersim Örgütleri‘nin toplantısında 1937-38 Dersim Soykırımı Anma Günü’nün ilan edilmesi ile ilgili şu karar alınır:
„Köln Dersim Cemaati’nden Mehmet Doğan ve İsmail Kılıç’ın hazırlamış oldukları Dersim Soykırımı dosyası katılımcıların bilgisine sunuldu. Yapılan tartışmalardan sonra, oybirliği ile, 4 Mayıs’ın 1937-1938 Dersim Soykırımını Anma Günü olarak ilan edilmesi kararlaştırıldı.
(…)
Bu konuda Türkiye’deki kurumların da bilgilendirilip oybirliği sağlanmaya çalışılışılması kararlaştırıdı. Dersim Soykırımı’nı Anma Günü ortak çalışmayla hazırlanacak merkezi bir toplantıda ilan edilecek.
(…)“
- 05.2002 tarihinde Köln’de toplanan Avrupa Dersim Dayanışma Kurulu (ADDK) merkezi Köln’de bulunacak bir „Arşiv ve Dokumentation Zentrum“un kurulmasına karar verir.
- “Dersim 38 Girişimi 2005 yılı başlarında Dersim Soykırımı’nı dünyaya tanıtmak ve tanınmasını sağlamak amacıyla oluşturulur. Girişimi başlatan “Dersim 38’den Dolayı TC Devletinden Davacıyız!” başlıklı imza kampanyası başlatılır (29 Mart 2005).
Bu kampanya Girişime ait Dersim 38 Forumu’nda yaklaşık üç yıl boyunca (Kasım/Aralık 2005-18/19 Ağustos 2008) yoğun bir aydınlatma çabası eşliğinde yürütülür. Girişimin etkinlikleri merkezi Berlin’de bulunan Dersim 38 Merkezi aracılığıyla aralıksız şekilde devam eder. Devamında kuruluşu Eylül 2007’de gerçekleşen Berlin Dersim 38 Merkezi lobi ağırlıklı bir faaliyet yürütür.
- Eylül 2008 tarihinde Dortmund’da yapılan toplantıyla “Dersim Sözlü Tarih Projesi” hayata geçirilir.
“Daha FDG kurulmadan başta Köln Dersim Cemaati olmak üzere bir çok cemaat arşivleme çalışmaları” yapar. FDG’nin kuruluşu aşamasına paralel olarak “Dersim 1937-38 Arşiv ve Dökümantasyon Merkezi”nin kurulması çalışmaları başlatılır.
13 Haziran 2009 tarihinde yapılan 4. Avrupa Dersim Kültür Festivali’nde ise “Zaman geçirmeden 1938’in tanıkları ile mülakatların yapılacağı ve kayıtların görsel ve yazılı olarak güvence altına alınacağı” duyurulur.
“1937-38 Dersim soykırımı hakkında yapılacak çalışmaların akademik kriterlere ve uluslararası standartlara uygun olması gerektiği” belirtilir.
“Dersim Tertelesi’ni dünyaya anlatma, bu soykırımın Türkiye’nin resmi olarak kabul etmesini sağlama gibi hukuki, siyasal çalışmaları yaparken (…) alanında uzman bilim adamlarının yanısıra, Dersim halkının kültürünü, inancını ve dilini iyi bilen Dersimliler”in yanısıra “Projenin Akademik Danışma Kurulu’nu oluşturan dünyaca tanınmış uzman kişiler” ile de bu çalışmanın “akademik kriterler çerçevesinde yürütülmesinin” sağlanacağı belirtilir.
“Dersim 1937-38 Sözlü Tarih Projesi” adına “2009 yılından bu yana dünyanın dört bir yanında tanıklarla uluslararası standartlarda, 7 farklı ülke ve 43 ayrı şehirde 360 civarında tanık ile mülakatlar” yapılır.
“FDG, 1937-38 Davası’nın bütün Dersim’in davası olduğunu, dolayısıyla bu projenin bütün Dersim halkına ait olduğunu vurgulayarak geniş katılım ve sahiplenme çağrısında” bulunur.
- Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG) ile Tunceli Dernekleri Federasyonu (TUDEF) 14 Kasım 2008 tarihinde “70 yıldır kapanmayan yara / Seyitlerimizin mezarları nerede?”imza kampanyasını başlatırlar.
Dersim Seyitleri’nin mezarlarının yerinin bulunması, emanetlerin yakınlarına teslim edilmesi istemi ile 30.10.2006 tarihinde Seyit Rıza’nın kızı Leyla Ağlar ve torunu Rüstem Polat’ın avukatları Hüseyin Aygün aracılığı ile dava açılır.
Toplanacak imzalar ile “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayip Erdoğan ve TBMM’ye giderek Seyitlerimiz’in mezarlarının kutsal Dersim topraklarına taşınmasını, emanetlerinin aile yakınlarına teslim edilmesini talep edeceğiz” denilir.
- Demokratik Alevi Federasyonu, “1937-38 yılları arasında on binlerce insanın yaşamını yitirdiği katliamın ‘soykırım’olarak tanınması için Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) başvuruya hazırlanır ve 24 Kasım 2010’da Almanya’nın Berlin Eyalet Parlamentosu’nda ‘Dersim Katliam Konferansı’ düzenler; mücadelesini internet üzerinden sürdürür. “Türkiye’nin soykırım için özür dilemesi, mağdurların maddi ve manevi zararlarının tazmin edilmesi ve dil ve inancın serbestçe yaşanması için yasal düzenlemelerin yapılması” amacıyla “UCM’nin Roma Statüsü’nün 5. ve 6. maddelerinde yer alan ‘kültürel soykırım’ kapsamında başvuru yapacakları belirtilir.
- Avrupa Parlamentosu’nda 26 Mayıs (2011) günü “Dersim 38 gerçeği ile tarih, siyaset ve hukuk üçgeninde yüzleşme” başlığı altında 4. Dersim Konferansı düzenlenir. Avrupa Parlamentosu Sol Grup, Demokratik Aleviler Federasyonu, Dersim’i Yeniden İnşa Cemiyeti ve Kurmeşliler Derneği’nin ev sahipliğinde gerçekleşen konferansın sonuç bildirgesi yayınlanır.
(…)
“Avrupa Birliğine: Türkiye’nin AB ne üyelik sürecinde tarihiyle yüzleşmesi için Hakikatleri araştırma ve Adaleti sağlama komisyonunun oluşumunun bir şarta dönüştürülmesi. Bunun için Avrupa Parlamentosunun daha aktif çaba göstermesini” talep eder.
- DEDEF, Dersim Soykırımı’nın 77 yıldönümünde (04.05.2014) Galatasaray Lisesi önünde ‘38 Katliamını lanetleyerek taleplerini şöyle dile getirir:
“Devletin idari ve siyasi uygulamalarıyla topraklarımız ve insanlarımız üzerinde dramatik mağduriyetlerin devam etmemesi, sosyal, psikolojik, kültürel ve ekonomik travmaların ortadan kaldırılması için yüzleşme yapılarak Dersim isminin tekrar ilimize verilmesini; 1934-38-94 tarihlerinde uygulanan zorunlu iskanla birlikte topraklarından koparılan tüm insanların mülkiyet hakkının tekrar iade edilmesini; evlatlık verilen insanlarımızın isimlerinin açıklanmasını; Seyid Rıza ve arkadaşlarının mezar yerlerinin açıklanmasını; baraj ve imar uygulamalarının sona erdirilmesini ve Dersimlilerin kendilerini kimliksel ve kültürel olarak özgürce ifade etmesi önündeki tüm engellerin kaldırılmasını istiyoruz.”
- “38’in tanıkları maalesef aramızdan ayrıldılar. Ama bu Dersim Tertelesinin unutulacağı anlamına gelmez. Biz tanıkların tanıklarıyız ve onların sesini sizlere taşıyoruz” ifadesiyle „Dersim Soykınımının Almanya Meclisinde görüşülmesi için #AnerkennungfürDersim“ adıyla 2017 yılı itibariyle imza kampanyası başlatılır.
Yaşanan felaketin dünya kamuoyuna duyurulması, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihiyle yüzleşmesi ve gereğini yapması, taraflar arasında nihai ve kalıcı bir barışın sağlanması, insanlık tarihinde bu türden yüzkarası soykırımların tekrar etmemesi için beraberce hareket edilmelidir.
Kişisel itibar ve ‘ben’ olgusunu bayraklaştırma, en iyimser bir anlatımla önlerde tutma tavır ve alışkanlıklarının bir kültür düzleminde katılaşması, memleketin ilerici aydınları gibi, Dersimli’nin de kolektif aidiyetini bozmuştur. Öyle bir çoraklaştırılmıştır ki, o da Dr. Claude Brunet’in 1868’de ‘var olan her şey benim ve benden başka her şey sadece benim tasarımımdır’ dediğine benzer bir noktaya gelinmiş durumdadır maalesef.
O halde, Dersim’e sahip çıkmak ve onu yaşatmak isteyen her Dersimli, devletin tarih katline karşı, mekanlarımızı, ziyaretlerimizi yok etme saldırılarına karşı, her türlü kişisel hesap ve kaygıdan sözde değil, gerçekten uzak durarak, kendi içinde yaşadığı postmodern yabancılaşmanın farkında olarak birbirleriyle ilişkilerini yeni bir formda düzenlemeli, organize olmalı ve mücadele etmelidir.
Dersim Meclisi fikrinin bu ortaklaşmacı anlayıştan hareketle önem kazanması veya bu manada değerlendirilmesi önemlidir. Kazanımların, kişisel çabaların ortak bir kanalda bir araya getirmenin yaratacağı enerjinin, heyecanın farkındalığını fark etmek ve bilince çıkarmak mutlaka sağlanmalıdır.
Dersim’e sahip çıkmaktan, Dersim’i yaşatmaktan da bunlar anlaşılmalıdır.
03.07.2017
Dersim Meclisi – Avrupa Yürütme Kurulu
CeKa’nın iddiları LİSAN bilimlerine uyuyor mu?
Dört beş bin yıl önce pagan toplumlar, kavimler döneminden beri var olan “lisanların tarihi” tek tanrılı dinlerin tarihinden çok eskidir. Sivas’tan Tahran’a kadar olan bölgelerde yaşayan kavimlerin tarihini kendi lisanlarını temel alarak bir de lisanlar açısından irdelersek daha önemli, daha eski ve daha ilginç sonuçlara varabiliriz. Çünkü uzun insanlık tarihine bakarsak “tek tanrılı dinler “dünkü çocuk” sayılır.
Anadolu ve Dersim’e ilk tek Tanrılı din Hristiyanlıktır ve bu din ilk defa İsa’dan sonra 300 yıllarında Ermeniler kanalıyla Anadolu’dan Ermenistan’a kadar yayılma imkanı bulmuştur. Yani çağımızdan yaklaşık 1700 yıl önce Dersim’de tek Tanrılı dinler yoktu. Bölgede bu dinlerden dolayı çatışmalar, problemler de yoktu…
Çağımızda bilimsel alanlardaki teknik gelişmelerden dolayı tüm bilim dallarında uzmanlar çoğaldılar. Artık teknik makinelerle bile lisan ve bu lisana ait lehçeler belirlenebiliyor.
Çağımızda “lisan bilimin” üzerine de diplomalı, tahsilli, hakiki uzmanlar çoğaldı. Örneğin; iki yüzyıl önce insanın her hastalığı ve organları tek doktora teslim edilirdi. Oysa şimdi sağlık alanında insanların organlarına göre onlarca uzman doktor bulunuyor.
Lisan üzerine eskiden uzmanlaşma yoktu. Kürtçe ile Zazaca’nın aynı dil olduğu hakkında CeKa’nın alıntılar yaptığı cümleler veya düşünceler artık eskide kaldılar. Çünkü çağımızda lisanları bir çok değişik açıdan inceleyen ve karşılaştırma yapan yeni teknikler bulundu. Fakültelerden mezun olmuş uzmanlar çoğaldı ve daha anlamlı araştırmalar yapıldı. Ayrıca Kırmancki-Zaza dili üzerine fakülte bitirmiş, dilimiz üzerine tezler yazmış Dersimli dil bilimcileri de çoğaldı son yıllarda. Lisan uzmanlarından Dersimli Zülfi Selcan ile Mesut Keskin de Zazaca’nın Kürtçe’den niçin farklı ve ayrı bir dil olduğunu birçok yönüyle açıkladılar. Zazaca’nın Kürtçe’den farklı ve ayrı olduğu üzerine üç Dersimli genç de dilbilimci olarak fakültelerde tezler yazdılar. Anadilimizi bildikleri için bu Dersimli lisan uzmanlarımızın düşüncelerine daha çok güvenmek gerekir.
Alman dil bilimcisi Oscar Mann ile Hollandalı Martin Von Bruinissen de Zazaca ile Kürtçe’nin birbirinden farklı ve ayrı dil olduğunu açıkladılar.
Hem Dersimli uzmanlar, hem de uluslararası lisan uzmanları Zazaca ile Kürtçe üzerine incelemeler, araştırmalar yaptılar. Zazaca ile Kürtçe arasında gırtlak=fonetik=ses bilgisi, morfoloji=şekil bilgisi, sentaks=sözdizimi, leksik=kelime hazinesi bakımından yapılan karşılaştırmalar ve incelemeler sonucunda Zazaca ile Kürtçe’nin birbirinin lehçesi olmadıklarını; birbirinden ayrı lisanlar olduklarını tespit edip açıkladılar. Bunu açıklayan dil uzmanlardan biri de Kürtler’in dostudur. Yine bu lisan uzmanlardan bazıları Zazaca’nın tarihinin Kürtçe’den daha eski olduğunu da belirttiler. CeKa gibiler her nedense bu bilimsel araştırmaları yok sayıyor ve 70 yıl önceki yazılara takılıp kalıyorlar.
Acaba Lisan üzerine yazı yazan CeKa’lar adlarını verdiğim bu uzman profesörlerin lisan hakkında yazdıklarından haberi yok mu? Lisanların tarihi gelişimine dayanmayan; dil bilimlerini inkar eden asparagas ırkçı tezlerin halk içinde tutunma şansları olabilir mi?
Şeref Han’ın yazdıklarına dayanarak Kürtler’in kendileri bile (ve dolayısıyla lisanları da) beş altı asır önce DOĞU Anadolu’ya geldiğini; tek Tanrılı dinlerin ise bu bölgeye 1700 yıl önce geldiğini açıklamıştım. Öyleyse tek Tanrılı dinlerden önce Anadolu’dan Tahran’a kadar olan bölgede dört, beş bin yıl yaşamış olan pagan toplumlar döneminde bu bölgelerde hangi lisanlar vardı? Eğer tarihin labirentleri iyi incelenirse Türkçe’nin ve Kürtçe’nin bahsedilen bölgede olmadığı zamanlarda Sivas’tan ta Tahran’a kadar uzanan bu bölgelerde Zazaca, Ermenice ve Persçe’nin yaygın olarak konuşulduğu tespit edilir. Persler’in İsa’dan önce tüm Anadolu ve Tırakya’yı işgal edip yaklaşık 350 yıl yönettiğini; Dersim bölgesinin Perslere bağlı Ermeni Sarplığı içinde kaldığını bilmeyen bir tarihçi olamaz. Yine Persçe lisanının Kürtçe, Türkçe ve Zazaca’yı etkilediğini bilmeyen bir aydın da yoktur.
Ayrıca pratik hayata bakarak da lisanlar üzerine mantıklı yorumlar yapılabilir. Diller üzerine bir sohbet anında Efendi Yıldız şöyle bir mantıklı yorum yaptı: “Göç eden her halk gittiği ülkede baskın ve yaygın olan lisanı öğrenmek zorunda kalır. Son yıllarda Türkiye’ye gelen Suriyeliler ülkede yaygın olan Türkçeyi öğrenmek zorunda kaldılar. Bin yıllarında Türk boylarıyla birlikte gelip Dersim’den Erzurum’a kadar olan bölgede Saltuklu Beyliği’ni kuran Kızılbaş Sarısaltukluların ana dili Türkçeydi. Eğer bu bölgede Türkçe baskın ve yaygın olsaydı ana dilleri Türkçe olarak kalırdı. Bu bölgede Kürtçe yaygın ve baskın olsaydı; Sarusaltıklular Kürtçe öğrenmek zorunda kalırdı. Oysa Sarusaltukluların %90’ının zamanla Zazaca (Dersimce) öğrendi. Öğrenmekle kalmadı Sarı Saltukluların ana dilleri Zazaca oldu. Sadece bu durum bile bu bölgelerde Zazaca’nın çok eskiden beri baskın ve yaygın olduğunun bir delilidir.” Bu yorum mantıklı değil mi?
Sonuç olarak ırklar, dinler ve lisanlar arasındaki tarihi ilişkileri, tarihi gelişmeleri bilmeyenlerin, dil uzmanlarının bu alanda yazdıklarını önemsemeyenlerin elbette ki, lisan bilimine göre Kırmancki=Zazaca ile Kürtçe’nin tarihi köklerinin çok farklı ve ayrı olduğundan haberi olmaz. Dilbilim uzmanlarını önemsemeyen; tarihteki gelişimleri, dönüşümleri ve halkların yerleşim yerlerini görmezden gelen ve her şeye son yarım asırdaki ırkçı gözlükle bakan CeKa gibiler konuştuğu anadilini bile doğru tercüme etmiyor; Zazaca’yı bildiği halde çarpıtarak tercüme ediyorlar.
Örneğin “Ma Kırmancime” söylemini “Biz Kürdüz” diye tercüme ediyor CeKa gibiler.
Oysa “sözlü tarih” için Dersim’de yapılan alan çalışmalarında evlerine gidilen yüzlerce yaşlı Dersimli’nin anadiliyle konuştuğu CD’lerde “Ez Kırmancki zanon, Kırdaşki ki zanon, Tırki ki zanon” dediği tespit edildi. Üç farklı dili konuştuğuna vurgu yapıyorlar. Kamillerimizin otantik ve en masumane duygularla yaptığı konuşmaları bazı televizyon ekranlarındaki röportajlardan da tespit edebilirsiniz.
Kamillerimiz yukarıdaki cümlede bulunan Kırmancki kelimesi ile Alevi Dersim halkının dilini, Kırdaşki kelimesi ile Alevi olan ve Kürtçe konuşanları, Tırki ile Türkçeyi kast ediyor. Saf ve temiz yürekli kamillerimizin kendi anadiliyle yaptıkları otantik konuşmalarda hile aranamaz herhalde. Bizler ana dilimiz olan Kırmancki diline göre düşünürsek; Zaza kelimesi Zazaca konuşan Sünniler anlamında kullanılır. Ma Kırmancime, “İ Khurê” derken ise Kürt komşularının hem dil, hem de inanç bakımından Dersimlilerden ayrı olduğuna vurgu yaparlar.
Khuri kelimesi Kürtçe konuşan ve inancı Sünni-Şafii olanlar için kullanılır. Anadilimizi çok iyi bilen CeKa’nın köylüleri de, babası ve dedesi de CeKa’nın Ma Kırmancime deyimini Kürt olarak tercüme ettiğini duysa “Ne lao CeKo, CeKo! Tı sa vanay?” derlerdi.
Ta baştan beri saydığım bütün tarihi gerçekleri, dinsel çatışmaları ve dil uzmanlarının incelemelerini bir an görmezden gelip bugünkü hayatın pratiğine dönelim. Örneğin gönüllü asimile olmayı kabullenmiş olan bizim CeKa ana diliyle yazılmış bir sayfalık yazıyı Zazaca bilmeyen Diyarbakırlı veya Iraklı bir Kürde verse acaba % 5 ini tercüme edebilirler mi? Hayatın içindeki bu somut durum bile az önce adlarını yazdığımız lisan uzmanlarını haklı çıkarmaz mı? Bundan dolayı diyorum ki, lisan biliminde, hem tarihi ve toplumsal belleğimizde yeri olmayan, yani açık deyimle bilimsel olmayan bazı ırkçı söylem ve algılarla, hem de ısmarlama yazılarla halkımızı kandırıp yanlış yönlendirmek imkansızdır, ayrıca etik bir tavır da değildir…
Adalet, eşitlik, özgürlük ve barış için yürümeliyiz…
CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun hapise atılmasının ardından CHP yönetimi ve Genelbaşkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı “Adalet Yürüyüşü” hedeflenen yolun yarısını geçti. Daha şimdiden ağır politik baskılar cenderesinde yaşayan değişik toplumsal kesimlerde bir umut da oluşturmuş bulunuyor.
RecepTayyip Erdoğan ve AKP’nin 16 Nisan referandumu ile tahkim ettikleri Vahabi-Selefi sistem, toplumun bu paradigma dışında kalan tüm kesimlerine karşı tam bir cihat hareketi başlattı ve sürdürüyor. Bu vahşi cendereye karşı sesini çıkarmaya çalışan tüm toplumsal kesimlerin üzerine dizginlerinden boşalmış bir politik terör boca ediyor.
Toplum tümüyle nefessiz bırakılmış durumda. Bu Sünni-islamcı, ırkçı rejime karşı seslerini çıkarmaya çalışan işçi, memur, köylü, genç, aydın/akademisyen, kadın, Kürt, Zaza, Ermeni; Alevi, Hristiyan, inanan müslüman ve diğerlerinin, hatta bir vakitler birlikte aynı secadeye baş eğmişlerin anında seslerini boğuyor. Oluşturdukları paramiliter gruplarla sokağı terörize edip en küçük bir kıpırdanışı dahi vahşi araçlar ve barbar yöntemlerle bastırıyorlar. Türkiye’nin dört bir yanı hapishaneye çevirilmiş durumda.
Toplum “hayır hareketi” ile bu gerici ablukayı bir nebze geriye itmeyi başardı. Buna koşut olarak siyası şiddet makınası da baskı dozunu artırdı. CHP milletvekillerine yönelik ceza ve tuttuklamalar, CHP’nin tabanında da büyük bir tepki yarattı. CHP içindeki ilerici sol kesimin itkisi ile yönetim kısmen kıpırdamaya başladı. Kılıçdaroğlu ve ekibinin başlattıkları “adalet yürüyüşü”, Vahabi-Selefi sistemin cihatçı saldırılarından nefessiz kalan milyonların özlemleriyle de buluştu.
Başından beri Recep Tayyip Erdoğan’dan, hükümetten, MHP’den, Perinçek’in Vatan Partisi’nden gelen açıklama ve saldırılara bakılırsa, eylem bu çevreleri epeyce rahatsız etmişe benziyor. Kuşkusuz bu iyi bir durumdur. Firavunların telaş ve korku içinde oldukları anlaşılıyor.
Kılıçdaroğlu’nun Alevi ve Dersimli oluşuna karşı da bir “şeytanlaştırmak” kampanyası başlatılmış durumda. Vahabi-Selefi sistemin tüm propağanda araçları tam devir bunu işliyorlar. Adalet, eşitlik, özgürlük yürüyüşünü FETO ve PKK ile ilişkilendirme ve onu kriminalize etme seferberliğindedirler.
Haklı ve yerinde bir kararla girişilen bu eylem hem hak olarak, hem de yaşanan fiili duruma karşı bir protesto hareketi olarak değerlendirilmeli. Bunun daha da büyümesi ve kitleleri harekete geçirecek bir araç olarak kullanılması mümkündür. Daha şimdiden bunun önemli işaretleri görünmeye başladı. Bu yürüyüş haklıdır. Adalet, eşitlik, özgürlük, barış ve huzur için düşünen, onun için kavga veren; direnen her kim olursa olsun, onunla yana yana yürümek insani bir görev ve sorumluluktur.
Bu eylem ezilenleri harekete geçirebilecek, toplumun farklı muhalif kesimlerini bir araya getirebilecek veya buluşturabilecek bir muhtevaya da sahiptir. O nedenle eylemin ruhunu, taşıyabileceği potansiyeli iyi görmek gerekir. Küçük hesaplarla, dargörüş ve önyargılar ile eyleme karşı her söylenen sözün kime, hangi bozguncu odaklara yaradığını veya yarayabileceğini düşünmek son derece önemlidir.
Irkçı ve milliyetçi sağın saldırılarının arka planında, yürüyen şahsiyetin Alevi olmasının da payı olabileceğini hesaba katmak gerekir. Tüm ırkçı saldırıları boşa çıkarmak için birleştirici yani ayrıştırıcı olmayan bir söylem düzeyinde kalmak durumundayız. Eylemin önünü açacak; yeni biçimlere evrimleşebilecek görüş ve öneriler ile eylemi desteklemek geleceğimiz için daha da anlamlıdır. Gereksiz ve yersiz; koşulları dikkate almadan sarfedilen her söz, unutmamak gerekir ki, bu eylemin haklılığına gölge düşürecektir.
Demokrasi, eşitlik, adalet ve barış yanlısı her birey ve kurum ikirciksiz bu eyleme katılmalı ve onu daha tutarlı bir yola koymak için emek sarf etmelidir. Bu yürüş siyasetin akışını değiştirebilir.
Bu nedenlerle emekçi bir içeriğe sahip bu yürüyüşü destekliyor ve selamlıyoruz…
27.06.2017
Dersim Meclisi-Avrupa Yürütme Kurulu
CeKa (Cemsi Kaya) gibilerin ısmarlama yazılarla Dersim tarihini çarpıtmak isteyen hayali iddialarına, illizyonlarına cevap olan bu yazı serisi dört bölümden oluşuyor.
1.BÖLÜM: İddialar Dersim’in tarihi belleğine uyuyor mu?
- BÖLÜM: İddialar Dersim halkının itikat ve kültürüne uyuyor mu?
- BÖLÜM: İddialar bölgenin lisan bilimlerine uyuyor mu?
- BÖLÜM: CeKa’nın iddiaları tarihi gerçeklere ve sosyal bilimlere uyuyor mu?
GİRİŞ
Osmanlı ve torunlarının uydurma kaynaklarını çok zaman güvenilir bulmayan CeKa gibi düşünenler söz Dersim üzerine olunca aynı kaynakların hepsini güvenilir kabul ediyor. Bu kaynaklara ait bazı alıntılarla Dersimlilerin Kürt olduğunu ileri sürüyor. Bununla yetinmiyorlar “Dersim Tarihi” ismiyle yayınlanmış olan çok güvendikleri Baytar Nuri’nin kitabının ismini Baytar Nuri öldükten sonra değiştirip “Kürdistan tarihinde Dersim” olarak baskı yapıyorlar. Ölen insana ait olan bir kitabın ismini değiştirmek etik kurallara uyar mı? Bu tavır açık bir tahrifat değil mi?
Dersim üzerine yapılan tüm tahrifatları bu yazıda tek tek açıklayacağız. Ama bilinmelidir ki sosyal bilimlere göre; Dersim coğrafyasında yoğun bulunan bir halkın toplumsal yapısının değiştirilmesi, dönüştürülmesi, asimile edilmesi kolay değildir. Çünkü aynı itikata sahip olan ve aynı dili konuşan halkın bir bölgede ezici çoğunlukta ve yoğunlukta olması asimilasyona karşı korunmasının ve savunmasının en iyi silahıdır. Dünya’ya ferman okuyan Osmanlı ordusu bile 500 yıl gibi uzun süreçte Anadolu’ya yayılmış olan Kızılbaşlığı asimile edip camilere sokamadı. Dersimliler de beş asır hem itikatını, hem de Zazacanın Dersim şivesi olan anadilini korudu ve bundan sonra da koruyacaklar. CeKa gibi düşünenler bilmelidir ki; çok etnisite ve çok kültürden oluşan Kızılbaş-hümanist Dersim coğrafyasında ırkçılığın hiçbir çeşidi kök salıp yeşeremez.
CeKa’nın iddialarına yani esas konuya geçmeden önce ilk başta bu “yazı serisiyle” ilgili bir duruma açıklık getirmek istiyorum:
Bu dört bölümlük yazı serisinde ben sadece 1938’lere kadar Anadolu’nun ve özellikle Dersim’in tarihi ve sosyal durumuna açıklık getirmek istiyorum: Biliyoruz ki; Dersim tarihte bir nevi aşiretler federasyonu gibi yönetiliyordu. Elbette ki bu gün Dersimliler çok kültürlü çağdan demokrasiden yanadır. Ama Dersim’i beş asır aşiret önderleri savundu. Kültürümüz Ocaklar sayesinde bu güne gelebildi. Bunlar bizim reel gerçeklerimizdir.
1938’in acı yenilgisiyle Dersim’de federasyon şeklindeki önderlikler yok edildiği için gençlerimiz ortada başsız kaldı. Başsız kalan bu Dersimli gençler özellikle 1970’lerden sonra şaşkın ördekler gibi sağa sola savruldular. Bir kısmı Türk, bir kısmı Kürt örgütleri içinde yerini aldı. Anadolu’da yükselen bu milliyetçi hareketlerin etkisine kapıldılar. 1938 yenilgisinden sonra yaşanılan travmaların Dersim’de yarattığı bu marazi durumu psikolojik ve toplumsal bilimlere göre başka bir yazıda ele alınıp ve genişçe irdelenmesi gereki. Çünkü kimliksiz kalan gençlerin bu yeni durum ve hallerine açıklık getirilip son verilmezse; öz güvenini yitiren gençlerimiz psikolojik bunalımlara, hastalıklı durumlara düşmeleri devam eder. Dersimli sosyolog ve psikologlar bu travmalar konusunda yazılar yazmaya başladılar. Gençlerimize faydalı olan bu araştırmalar umarım devam eder…
Bu dört bölümlük yazı serisinin 1940’lardan önceki döneme ait olduğunu belirttikten sonra Hem Selçuklu ve hem de Osmanlı dönemlerinde Anadolu’daki baş çelişkinin ırksal değil dinsel olduğuna vurgu yaparak esas konuya geçelim:
“Toplum mühendisliğine” soyunan; Anadolu’daki somut durumu, somut toplumsal yapıyı görmezden gelip toplumu kendi istediği doğrultuda yönlendirmek isteyen tüm sağ ve sol ideolojiler hüsrana uğradılar ve toplum mühendisliğine soyunanlar gelecekte de hep hüsrana uğrayacaklar.
Hüsrana uğrayanlara açık ve çarpıcı bir örnek verelim: Orta Asya’dan gelip sonradan Anadolu’ya yerleşen Türkler sürekli olarak “Kürtler de, Dersimliler de öz be öz Türk’tür,” diyordu. Ne hikmetse Irak-Mezopotamya’dan üç beş asır önce Doğu Anadolu’ya gelen Kürtlerin bir kısmı da son çeyrek asırda “Dersimliler öz be öz Kürt’tür,” demeye başladılar. Son yıllarda ise toplum mühendisliğine soyunan CeKa’ gibi düşünenler çıktı ortaya. Maalesef kalbindeki sesi dinlemeyen; aslını inkar eden ve bundan dolayı kimlik bunalımına girmiş bu Dersimliler de inkarcı görüşlere dahil oldular.
Tarihte bazı kişi veya grupların aslını inkâr edip asimile oldukları bilinen bir gerçektir. Örneğin 60 yıllık göç sürecinde Almanya’da doğup büyüyen birçok, Türk, Kürt ve Dersimli gençler kendini Alman hissediyorlar. Bunlar asimile olmuştur ve oluyorlar. Yapılacak bir şey yoktur. CeKa gibilerin bunlara benzeyen kişisel değişim ve tercihleri hoş görülebilir ve görülmelidir. Öte yandan kendini Kürt hissetmediği halde birçok Dersimlinin Kürt hareketinin demokratik mücadelesine destek olması da etik, insani ve onurlu bir tavır sayılır. Ben bu onurlu tavırlara karşı çıkanlardan değilim. Bu dört bölümlük yazı serisinde; bir topluma yeni kimlik bulmak; yeni deli gömleği giydirmek isteyen yanlış düşüncelere, ısmarlama yazılara cevap vermek istiyorum. Tarihi gerçeklerden, bilimsel doğrulardan, bilimden yanayım. Nasıl ki Türklerin safsatadan ibaret olan “kart kurt” teorileri iflas etti ve Kürt halkının varlığı dünyaca kabul gördü ise CeKa gibi düşünenlerin kendi halkının tarihi ve toplumsal belleğine dayanmayan; bilimsel temelleri olmayan “cart curt” iddialarına dayandırılmak istenen “Dersim=Kürt veya Zaza=Kürt” teorileri de iflas etmeye mahkumdur.
CeKa gibiler demokrasiyle barışık olan Kızılbaş Dersim Kültürünün asimile edilmesinin Anadolu halklarına zararları olacağını da düşünmüyorlar. On yıl önce Dersim’de iki hafta kalan Alman İnsan Hakları Derneği Başkanı Zimmermann özetle şöyle demişti:
“Dersim’de bin yıldır kadın erkek birlikte ibadet ediyor. Dersim bu barışçı kültürüyle hem Avrupa’dan, hem de Türkiye’den daha ileridir. Dersim’den öğreneceğimiz çok şey vardır. Dersim’in barışçı ve hümanist kültüründen hem Türkler, hem de Kürtler çok şey öğrenebilir. Örnek alınabilir.”
Örnek alınacak bir kültürü asimile etmeye çalışmanın bir mantığı var mı acaba?
Bazıları Dersimli kelimesi “kimlik” yerine geçemez diyorlar. Oysa İran’da ve Amerika’da “kimlikler” coğrafidir. Etnik veya dini değildir. Dersim’de de esas kimlik tarihine ve coğrafyasına dayanır. Ayrıca Kızılbaşlık da Dersimlileri birleştiren ortak bir mayadır. Yani “Dersimlilik” tıpkı Amerikalılık, İranlılık gibi çok kültürlerden oluşur ama başlı başlına bir “kimliktir.” Nasıl ki çok etnisiteli ve çok kültürlü Amerikan halkı Amerikalı kimlikle övünüyor ve gurur duyuyorsa; çok etnisetli, çok kültürlü Dersim halkı da Dersimli kimliğiyle övünüyor ve gurur duyuyor. Kaldı ki Dersim itikatı, kültürü ve tarihi bilinci Amerikan’dan da çok eskidir. Dersimli olmaktan utanıp başka kültürlere özenti duyanları, asimile olmaya çalışanları anlamak mümkün değildir.
Bu uzun ön açıklamalardan sonra şimdi Osmanlı, Türk, Dersimli, Zaza, Kürt ve Kızılbaş kimliklerinin toplumsal ve tarihi belleklerde birbirine karşı ilişkileri açısından CeKa gibilerin yazı serisini değerlendirmeye geçebilirim.
BİRİNCİ BÖLÜM:
CeKa’LARIN İDDİALARI TARİHİ BELLEĞE UYMUYOR MU?
CeKa yazısının bir yerinde: “Dersim’in Kürdistan’da her zaman bir sandelyesi olmuştur,” diye yazıyor. Biliyorsunuz ki “her zaman” söylemi “geçmiş ve geleceği” kapsar. Şimdi Dersimliler ile Kürtler arasındaki tarihi ilişkilere bir göz atalım. Acaba Dersimlilerin Kürt tarihinde veya Kürtlerin Dersim tarihinde bir yeri, dostlukları var mıydı? Yoksa farklı inançlardan, mezheplerden dolayı aralarında kanlı savaşlar mı vardı? Acaba Kürtler Dersim’de var mıydı? Yoksalar Dersim civarına hangi yıllarda ve nasıl geldiler?
Aslında Irak bölgesindeki Mezopotamya’nın kadim halklarından olan Kürtler Doğu Anadolu’ya üç dört asır önce geldiler. Bunu ben söylemiyorum. Yazımı 1597’de tamamlanan ve aydın Kürtlerin okuduğu “Şerefname” isimli kitabında Kızılbaş düşmanlığı yapan Şeref Han yazıyor. Şerefnama’den aynen aktarıyorum: ”Kürtlerin memleketlerinin sınırları Hürmüz Denizi (Basra Körfezi) kıyısından başlar; bir doğru çizgi üzerinde oradan Malatya ve Maraş illerinin nihayetine kadar uzanır. Böylece bu çizginin kuzey tarafı Fars, Acem Irak’ı (Azarbeycan), küçük Ermenistan ve Büyük Ermenistan teşkil eder. Güneyine ise Arap Irak’ı, Musul ve Diyarbakır illeri düşer. Bununla birlikte bu insanların (yani Kürtlerin) soyundan bir çok halk ve kabile doğudan batıya kadar bir çok ülkede yayılmıştır.” (Şeref Han, Şerafname, Hasat Yay. 1990 İst. Syf-20.)
Görüldüğü gibi Kürt yazarı Şeref Han’a ait olan bu kitapta; Kürtler’in üst sınırı Maraş ve Malatya’nın nihayetine kadar uzanır ve bu iki ilin kuzeyi “Acem Irak’ıdır” diyor. Osmanlı 1514 yılında Çaldıran savaşıyla bu bölgeleri ilk defa işgal etmişti. Ama bu bölgedeki halkın çoğunluğu ve yoğunluğundan dolayı Şeref Han 1590’larda bu bölgeyi halâ Acem Irak’ı olarak görüyor.
1590’larda üst sınırı Maraş, Malatya illeri olan Kürtler acaba Doğu Anadolu’ya ve Dersim’e ne zaman geldiler? Bu haklı soru her okuyucunun aklına gelebilir. Bu sorunun cevabı çok uzundur. Ama tarihle biraz ilgilenen her insanın okuduğu tarihi kitapların sayfalarında yazılı olan ve bölgede dengeleri değiştiren “üç büyük savaş” neticesinde Kürtler’in kuzeye doğru nasıl yayıldığını bilirler. Bilmeyenler için ancak bu üç büyük savaşı özetle anlatarak bu sorulara cevap vermiş oluruz…
- Üç büyük savaştan birincisi, İslam’ın ilk yayılma döneminde (İS. 7. asırda) yani daha Türkler Orta Asya’dayken çok güçlü olan İslamcı Arap orduları Kuzeye doğru saldırıya geçtiler. Bu saldırılara karşı direnemediği için İslam dinini kabullenen Kürtler; Cihad’çı İslam ordularıyla birleşerek kuzeydeki “kâfirlere” karşı savaş açtılar ve Doğu Anadolu’yu işgal ettiler. (“Cihad” inancına göre İslâm’a karşı direnenlerin karı ve çocukları, malı mülkü İslam savaşçılarına helaldi. Yani ırza geçmek bu din tarafından teşvik ediliyordu.) Yine bilindiği gibi sonraları Araplar Bizanslılara yenilip geri çekildi ama bu işgal nedeniyle bir takım Kürt aşiretleri Doğu Anadolu’da kaldılar. (İşte bu nedenle olsa gerek Şerefhan 1590’larda Kürt vatanı olan Mezopotamya’nın dışında kalan daha kuzeyde bazı Kürt aşiretleri vardı diyor.)
- İkinci büyük savaş; 1514’te Yavuz Selim döneminde Şeyhul İslam olan Kürt İdris-i Bitlisi’nin aracılığıyla Türklerle birleşen Kürt paşaları 40 bin Alevi’yi kılıçtan geçirdiler. Binlerce Kızılbaş köyüne yine Sunni ve Şafii Kürtler yerleştiler. Çünkü Doğu bölgesinde Türkler azdı.
Şeref Han yine bu Şerefname isimli kitabında Malatya’nın kuzeyinde o dönemler Dersim’in merkezi olan Çemişgezek Beyliğinin de (Beylerin Melik ismini Melikşi ve Mir’e dönüştürüyor ve bu simlerden dolayı) Kürt olduklarını ileri sürüyor. CeKa gibiler de bu yazılana inanıyorlar. Oysa bir çok tarihçi bu görüşün yanlış olduğunu yazıyor. 1200 yıllarında yıkılan Kızılbaş “Saltuklular Beyliği’nin” bir parçası olan Kızılbaş inançlı Çemişgezek Beyliği kendi varlığını ve bağımsızlığını 1514’e kadar korudu. 1514’teki Çaldıran Savaşı’nda Şah İsmail’in tarafında yer alan bu Kızılbaş Beyliğin reisi Hacı Rüstem Bey ile birlikte önde gelenlerden 40 kişisini Yavuz Selim öldürttü. Bu kırımda kurtulan Pir Hüseyin babasını öldürten Yavuz’a biat ederek Sunni mezhebine geçti. Babasından kalan Beylik makamını ve topraklarını geri aldı. Kendisinin 16 oğlu oldu. Bu Kızılbaş Türk Beylerin (örnek Pir Hüseyin) Çemişgezek’te arta kalan toprakları onların son asırdaki soyundan olan Adnan Beye kadar uzanır. (Adnan Bey 1980’lerde hayattaydı ve arta kalan akrabalarından soylarının Pir Hüseyin Beye dayandıklarını biliyorlar. Adnan Bey ve akrabaları konuşma ve şivesiyle öz be öz Türk’tü ama Adnan Bey Kızılbaş olan soyundan ve kültüründen gelen bir rahatlıkla olsa gerek İslami kurallara aldırmaz, Çemişgezek gibi küçük bir kasabada iyi rakı içerdi.)
Tarihte ve şu anda Çemişgezek’te yaşayan beyler için MİR kelimesi kullanılmamıştır. İsmi Çemişgezek Beyliği ve yöneticilerine ise Adnan Bey, Melik Bey denilir. Çemişgezek tarihinde bir zamanlar Ermeniler’in yaşadığını ve hangi yıl “tehcir” edildiğini biliyoruz. Eğer Kürt mirleri yaşasaydı; bunu da atalarımızdan duyar veya hangi yıllar göç ettiklerini de tarih kitaplarından öğrenirdik. Çemişgezek’in merkezinde Kürtler de, Zazaca konuşan Kızılbaşlar da 1990’lara kadar yoktu. Veya birkaç Kızılbaş aile vardı. 1990’lardan sonra Kızılbaşlar Çemişgezek merkezine yerleşmeye başladı ama sayıları merkezde hala % 20’i kadardır. Ceka’nı soyu da, aşireti de bunları biliyor. Acaba CeKa bunları bilmiyor mu? Yoksa bildiği halde tarihi gerçekleri örtmeye mi çalışıyor.
- Dünyayı ve çevremizi etkileyen üçüncü büyük savaş ise; Birinci Dünya Savaşı ve bu süreçte yapılan 1915 Tehcir olayıdır. Bu kez de Osmanlının emrindeki Kürt Hamidiye Alayları yüz binlerce Ermeni’yi katletti. Doğu bölgesin bu köylerin çoğu da taş konaklarıyla birlikte yine Kürtlere kaldı ki Ermeni tarihçileri bu konakların eski sahipleri olan Ermenileri isimleriyle birlikte tek tek açıkladılar.
Kısaca Kürtler Doğu Bölgesine bu üç büyük savaş sonrasında yerleştiler. Dersim bölgesine ise Kürtler başka bir sürgün olayıyla geldiler. Dersim’i ikiye bölmek isteyen Osmanlı padişahı 16’cı asırda Sunni Mıli aşiretini Dersim’de Pertek ve Çemişgezek arasındaki bölgeye yerleştirdi. Dağlarda davar sürüleriyle geçimini sağlayan bu göçebe aşiret Dersim’de şavaklılar denilir. Beş vakit namaz gibi bazı zor ritualler davar sürüleriyle dağlarda dolanan bu göçebe Sunni Kürtler’in yaşam tarzına uymuyordu. Birkaç asır devam eden bir süreçte Dersim’de azınlık olan bu göçebe Sünni Kürtler’in bir yarısı kendi yaşamlarının kolaylaştıran Dersim’in yerli halkının inancı olan Kızılbaşlığa geçtiler. Yani asimile oldular. Bir kısmı da Sünni olarak kaldılar. Dersim’de Pertek ile Çemişgezek arasındaki bölgeye sürgün gelen Kürt köylerinin Alevi olanları ve Urfa’dan geldiği gibi Sünni kalanları tek tek biliniyor. Alevi olanları da, Sunni kalanları da halâ Kürtçe konuşuyorlar…
Eğer Sayın CeKa gibi düşünenler son asırdaki milliyetçi tezlerin etkisinden kurtulup tarihi labirantın derinliklerine inebilseler bölgede dengeleri değiştiren bu büyük savaşları ve savaşlardan sonra nüfus değişimlerini görebilirlerdi. Dersim Kürt’tür gibi tezlerinin tarihi köklerde, tarihi belleklerde yeri olmadığını da anlayabilirlerdi. Dersim’in tarihinde Sunni Kürtler yoktu. Bu gününde Sünni ve şafii Kürtlerin beş on köyü var. Alevi Kürtler de Dersim’de azınlıktır. Tarihte kökleri ve yeri olmayan bir olayın veya hayali yanlış tezlerin Dersim topraklarında tutunamayacağını, balon gibi patlayıp söneceğini de her aydın bilir.
NOT: İkinci, üçüncü ve dördüncü bölümlerle devam edecek.
İnsani kamillerimizin değerleri önemsemek anlamında kullandıkları bir sözdür.
Bir yanda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Dersim’e uygulanan baskı ve asimilasyonlar, özellikle ’37-38 süreciyle yaşatılan blinç kırılması, öte yanda sol ve Kürt Ulusal Mücadelesi ile yaşanan süreç sonucu zayıflayan veya kısmen yok olan Dersimlilik bilinci gibi durumlarla karşıkarşıyayız.
Özellikle Türkiye ve Dersim’deki Dersimliler açısından kendi olmak, kendini yaşamak, elde kalan değerlere sahip çıkmak ve onlar üzerinden tekrardan “kendini var etmek” arayışı gibi bir değişim ve gelişmenin içindeyiz. Kapalı bir toplum olarak coğrafyanın da sunduğu avantajdan dolayı kendi olmayı bir çeşit yaşayan Dersimliler, öncesini saymazsak dahi T.C. Devleti’nin 80 yıllık planlı ve proğramlı yok etme ve asimilasyonun yanı sıra son 30-40 yıllık “ulusal” mücadelenin ideolojik ve baskı aygıtlarıyla değişime tabi tutuldular.
Bilgi kirliliği ve istemleri dışında vuku bulan değişimlerin farkına varılması ve özgün bilgilerin ifade edilmesi, dil, kültür ve inanç bazında hedef birliğinin sağlanması, kolektif bilincin harekete geçirilmesi, birlikte düşünme, birlikte çözüm arama, birlikte karar alma, yönetimde ve kararlarda ahengin ve uyumun sağlanması ancak ortak aklın kullanılması ile mümkün olmaktadır.
Ortak akıl, birden fazla kişinin toplanarak bir konu hakkında akıl kapasitelerini ve düşünce güçlerini birleştirmesidir. Zereweşiye kültürü gereği mevki, makam ve benlik duygusundan arınmış bir şekilde karşıt fikirlerin yarattığı zengin düşüncelerin sentezlenerek, tek bir kişinin düşünemeyeceği kadar büyük bir aklın ortaya çıkmasıdır.
Ortak akıl bir konuyu çok boyutlu bir bakış açısı ile değerlendirmek, kolektif bilinci harekete geçirmek, konunun gelecek vizyonunu tanımlamak, strateji ve eylem planları belirlemek anlamında önemlidir.
Günümüzde sivil toplum kuruluşları fikirlerini, yapacaklarını daha hazırlık aşamasında iken toplumla veya ilgili kişi ve kuruluşlarla paylaşırlar. Toplumu bilgilendirerek, plan ve projelerini yaparken baştan itibaren konuya dahil olabilecek kişi ve kuruluşlarla değişik yol ve yöntemler kullanarak görüş alış verişinde bulunurlar ki, bir yandan yapmak istediklerini ona göre şekillendirmelerini, uygulamalarını, öte taraftan da düşüncelerinin toplum tarafından daha rahat kabul görmesini sağlasınlar.
Yapılan çalışmalarla ulaştığımız asgari müştereklerimiz var. Fikir alış-verişi sonucunda ulaştığımız bu veriler elbette ortak bir aklın ürünü. Yapacağımız çalışmalar, atacağımız adımlar bizi eksik olanla buluşturacak, böylece ortak müştereklerimizi çoğaltarak önceliklerimizi belirlememiz ve hayata geçirmemiz kolaylaşacaktır.
Ortak akıl “mukades” bir şey de değildir. Eldeki verilerin, tıpkı kimilerin bir zamanlar ’38 Soykırımı’na “isyan” demeleri gibi, bilgi ve bilincin artmasıyla değişmesi mümkün ve hatalar dahi ortak akla ulaşmada iş görebilir. Fakat ortak akıldan bakmak, Dersim’i Dersim eden değerleri önemsemeyen kuru kalabalıkları oluşturmak, Dersim’de her türlü şiddete hayır diyemeyecek olan veya öncelikleri Dersim olmayan örgütlere gidip onlardan destur almak değildir.
Dersim’in özgünlüklerine sahip çıkarak, ona buna yamamadan “xoseriya” Dêsımi asgari olarak ortak müşterekler bazında savunan akıl ortak akıldır.
Ortak aklı bulmaya çalışmak bir anlamda özgünlüğü koruyarak kensensüs oluşturup geleceği şekillendirme çalışmasıdır, strateji geliştirmenin aracıdır. Bu nedenle önemlidir.
Fakat asgari müşterekleri dahi kabullenmeyen örgütlerle, adı devrimci veya yürtsever de olsa, bir konsesüse varma olasılığı düşük. Bunların olmaması halinde ortak aklın olamayacağını ifade etmek de işi yokuşa sürmektir.
28.04.2017
X. Çelker