Kadim tarihten beri dinsel ve siyasal ideolojiler toplumların gelişmelerini iyi veya kötü yönlerde etkilemiş ve büyük değişimlere sebep olmuştur. Bu yazıda tanınmış dinsel ideolojilerin (Hristiyanlık, Müslümanlık, Budizm, Konfüçyüzm gibi) ve tanınmış siyasal ideolojilerin (faşizm, komünizm gibi) tarihsel süreçleri nasıl etkilediğini, toplumları nasıl değiştirdiğini, bazen de nasıl kaoslara yol açtığını örneklerle açıklamak istiyorum.
İsa dünyaya gözlerini açtığında çok Tanrılı Roma İmparatorluğu Ortadoğu’dan ta İngiltere’ye kadar geniş topraklara hâkimdi. Çok güçlü ve çok büyüktü. İsa’nın bu kadar güçlü olan bir devletin içinde tek Tanrı fikrini yaymaya başladığı ilk günlerde etrafında sadece beş on kişi vardı. Bu yeni tek Tanrı fikri Roma İmparatorluğu’nun çok Tanrılı yapısına ters düştüğü ve halk arasında huzursuzluk ve kaos yaratacağı için Roma İmparatorluğu o yıllarda İsa ile yandaşlarına aşırı baskılar ve işkenceler yaptı. İsacılar illegal çalışmak zorunda kaldılar. O dönemde İsa’nın yaydığı bu fikirlerinin ileride Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olacağını birileri söylese, bu düşünceye kimse inanamazdı. Ama İsa’nın birkaç kişiyle başlattığı bu dinsel düşünce zamanla Güçlü Roma İmparatorluğu’nun resmi dini oldu ve iktidar olan bu yeni din; bu kez de kendine inanmayan insanlara aşırı baskılar, işkenceler yaptı. Hristiyanlık kurduğu engizisyon mahkemeleriyle üfürükçü(!) kadınları ateşlere attırdı. Kaderciler bilimsel görüşleriyle dine ters düşen bilim insanları, ilerlemecileri idam ettirdi.
Mekke Muhammed’in oraya attığı ve ilk yıllarında etrafındaki birkaç kişinin savunduğu inançsal düşüncenin yani dinsel ideolojinin ileride Arabistan’dan, batı Asya’dan ve ta Kuzey Afrika’ya kadar yayılacağın söylenseydi insanlar gülüp geçerdi. İlk başlarda azınlık olarak baskı gören İslamcılar zamanla güçlendi. Dört Halife devrindeki Cihadçı savaşlarla bu dine inanmayanların ülkelerini kan dökerek gasp ettiler. İslamcı ideoloji Ortadoğu’dan Afrika ve Asya’ya kadar yayıldı. Cihadçı savaşlara yendikleri insanların topraklarına, karılarına, çocuklarına el koyanlar; “bunlar İslam için savaşanlara helaldir,” dediler. Çağımızın İŞİD’çileri ise bu cihadçı zihniyeti yeniden hortlattı. Aşırı boyutlara taşıdı. Köle pazarları kurup kadınları, kızları sattılar.
Burada bir noktaya vurgu yapmak istiyorum: Ortadoğu’dan Avrupa ve Amerika kıtasına kadar bölgelerde DİN deyince insanların ezici çoğunluğunun aklına Hristiyanlık (İsa) veya Müslümanlık (Muhamed) gelir. Oysa Buddha ve Konfüçyüs’e inananlar İsa ve Muhamed’e inananlardan daha fazladır bu Dünya’da. Ve son yıllarda bilimsel-teknolojik gelişmeler Budizm gibi daha gevşek inançların bulunduğu ülkelerde çok hızlı gelişmeye başladı. Japonya, Güney Kore ve Çin Cumhuriyeti gibi ülkeler bu gelişmelerin iyi örnekleridir.
Bu günkü dinsel ideolojilerin gücü insanlığı yanıltabilir. İnsanlık tarihinde üstün doğa güçlerine dayalı dinsel inançlar hep vardı ama sürekli değişişime uğradılar. Çok tanrılı dinler toplum içinde binlerce yıl yaşadı. Fakat zamanla yok oldu. Bu gün Zeus, aşk tanrısı, savaş tanrısı, barış tanrısı, deniz veya bereket tanrısı gibi inançlar sadece tarihin konusudur.
“Kaderciler her şey kutsal kitaplarda yazılıdır,” diyorlar. Oysa insanlık tarihinin milyonlarca yıldır devam eden serüvenini düşünecek olursak tek Tanrılı dinler “dünkü çocuk sayılır.” Tek Tanrılı dinlerin tarihi en çok üç bin yıl kadardır. Nasıl ki çok tanrılar tarihte binlerce yıl yaşadığı halde zamanla yok oldular. İlerlemecilere göre Bilimsel ve teknolojik gelişmeler ispata dayanmayan tüm inançları zamanla silip yok edecektir. Uzay da bilinmeyenler çok fazladır. Kutsal kitaplar bilimsel gelişmeleri engelleyemezler. Gelecekte kadercilerin yanılgı ve hayaller içinde yaşadıkları mutlaka açığa çıkacaktır.
İnsanlık tarihinde dinsel ve siyasal ideolojilerin de çok önemli etkileri vardır. Ama bu ideolojiler bazen felaketlere, kitlesel katliamlara yol açmıştır.
Sömürüye dayalı kapitalist sistemin ilk yıllarında işçiler köle olarak karın tokluğuna günde 16 saat çalıştırılıyordu. Barakalarda kir içindeydiler. Ev ve aile sahibi olamıyorlardı. Bu kölelere ileride bir gün evleriniz, aileniz, hatta arabanız olacak denilseydi. Ayağında pranga ile çalışan köleler bu bir ham hayaldir derlerdi. Kimse inanmazdı.
Marks’ın Komünist fikirlerini kamuoyuna açıkladığı ilk yıllarda bu fikirlerin bir gün bazı ülkelerde iktidar olup uygulanacağına da insanlar inanmıyordu. Oysa on yedinci asırda bu fikirlere, bu siyasal ideolojiye inananlar çoğaldı. Vladimir İlyiç Lenin 20. yüzyıl başlarında bu Komünist fikirleri yaymak isteğinden dolayı Çarlık tarafından Rusya’dan sürülmüştü. Ama sonraki yıllarda Çarlık yıkıldı. Rusya Kerensky hükümeti kuruldu. 1917’de İşviçre’de sürgünde olan Lenin amacına ulaşmak için o yıllarda Rusya’ya karşı savaş açmış olan Alman hükümetinden yardım istedi. “Rusya’ya gitmem için bana yardım ederseniz; yönetimi ele geçirip Rusya’yı savaştan geri çekerim,” dedi Alman politikacılara. Bu düşünceleri çok aşırı uçuk ve hayalci bulan Alman politikacıları Lenin’e inanmadılar. Fakat Lenin Rusya’ya girerse, çıkaracağı iç karışıklıklar nedeniyle Rusya zayıf düşer ve Almanya Kafkas bölgesindeki petrollere el koyar düşüncesiyle Lenin’in Rusya’ya girmesine yardım ettiler.
Lenin ve 18 arkadaşıyla birlikte Alman trenine bindirildi. Bu mühürlü Alman treniyle 3 Nisan 1917 tarihinde Finlandiya-Petrograd istasyonuna girdi Lenin ve 18 arkadaşı. Almanların hayalci bulduğu Komünistler 1917 Ekim Devrimi ile Rusya’da iktidara el koydu. Güçlenen Leninist iktidar sonraki yıllarda batıdaki kapitalist devletlerin içinde de sosyalizmin yayılmasına yardım etti. Asya kıtasında sosyalist rejimler kurulmaya başladı. Alman hükümetinin çok hayalci bulduğu komünist düşünceler artık Almanya içinde de tehlikeli olmaya başladı. Elbette ki Lenin’e yardım eden Almanlar bu gelişmelerden dolayı sonradan hüsrana uğradılar.
Hitler ve Mussolini’nin hareketi de ilk başlarda çok az sayıdaki insanla kendini duyurdu. Yoksulluk ve ekonomik kriz yıllarında yaptıkları propagandayla halkı peşine takıp çeşitli oyunlarla iktidara el koydular. Bir avuç faşist dünyayı kan gölüne çevirdi ve milyonlarca insanın ölümüne sebep oldular.
İnançsal ve siyasal ideolojilerin tarihin değişik evrelerinde toplumu nasıl derinden etkilediğine ve iktidarı zamanla nasıl ele geçirdiğine dair en çarpıcı örnekleri bu yazıda özetin de özeti olarak sizler için sıralamak istedim.
Başka bir açıdan bu günkü Dünya’mıza bakılırsa çağımızda yoksul bölgelere uçaklarla hızlı ulaşılıyor. Ortaçağdaki gibi açlıktan ve salgın hastalıktan dolayı kitlesel ölümler çok azaldı. Çoğulcu demokratik sisteme dâhil olan demokratik güçler faşist, diktatör rejimlere zorluk çıkarıyor. Hitler döneminden beri birçok diktatör savaş suçlusu olarak yargılandı ve yargılanıyor.
İnsanlık tarihinde bazı dinsel ve siyasal ideolojilerin ilk doğuş yıllarındaki zayıf ve cılız haline bakarak “Olmaz, olamaz” diyenlerin çok zaman hüsrana uğradığını tarihi olaylar bize anlatıyorlar. Birçokları “Türkiye’nin geleceğinde şeriatçı rejime dönülemez,” diyorlar. Hüsrana uğramamak için bu yanlış düşünceye inananların derin uykularından uyanması ve gerekli önlemlerin alınması gerekir. Çünkü “Son pişmanlık fayda etmez.”
Son yıllarda tüm Dünya’da sosyalist fırtına çok zayıfladı. Sınıfsal mücadele cılız esiyor. Sosyalizm üzerine teorik tartışmalar devam edebilir ve ediyor. Dinsel ideolojilerin şu anda İslam dünyasını kaosa, kan gölüne çevirdiği bir gerçek olarak gözlerimizin önünde duruyor.
Oysa çağımızın ruhu artık çoğulcu demokrasidir. Demokratik ülkeler huzur ve refah içindeler. Kaderci ruhu terk edip ilerlemeci ruha sarılmak zorundayız. Aksi halde kaderci ruh İslam ülkelerinde yaşayan herkese zarar verecek.
Bu yazıya bir anekdotla son vermek istiyorum. 1970’lerde Ankara- Kuşcağız gece kondu bölgesinde matematik öğretmeniydim. Ders yaptığımız sınıfların bir kısmı da teneke barakalardan ibaretti. O dönemeler devrimci öğretmen gurubu olarak büyük sosyal sorunları aramızda konuşuyorduk. Sosyalistler Türkiye’de iktidar olsa bile alt yapısı, suyu, yolu olmayan büyük şehirlerde sayıları milyonlarca olan bu gecekonduları yıkıp yerine şehir düzenine uygun binalar ve yolları yapmaya Dünya’daki en güçlü ülkenin bile maddi gücü yetemez diye tartışıyorduk. Gecekondu sorununa teorik olarak bile bir çözüm, bir çıkış yolu bulamıyorduk.
Aradan yaklaşık kırk beş yıl geçti. 2015 yılında eski gençlik hatırlarımı yad etmek için Ankara-Kuşcağız gecekondu bölgesine gittim. Bir tane gece kondu kalmamıştı bu koca dağda. Milyonlarca gece kondu yıkılmış, kanalisazyonu ve büyük caddeleri yapılmış, planlı mahalleler gördüm ve bu manzara karşısında şaşkına döndüm. Mahalle dediğime bakmayın, büyük bir gece kondu şehri yok olmuş, planlı bir şehre dönüşmüştü. Oturduğum gecekondunun yerini tespit etmek zordu.
Gecekonduların arsaları zamanla çok değerli olduğu için rant peşinde koşan müteahhitler gecekondu sahiplerine birer daire verip arsalara dört katlı binalar yaparak aşırı kâr etmişler ama yeni ve düzenli bir şehir kurmuşlardı. Mamak ve Altındağ bölgelerinde gecekondular yıkılıyor ve inşaatlar devam ediyordu. Tüm metropollerde gecekondu dönemleri bitiyor artık.
Yani 1970’lerde bizim gibi devrimcilerin çözümü imkânsızdır dediğimiz büyük bir soruna devletin bir kuruşu harcanmadan bile çözüm yolu kendiliğinden bulunmuştu.
Tüm bu hayat deneylerimden çıkardığım sonuç şudur: İnsanoğlu çağını düşünmeli, gününü yaşamalı, çağındaki insanların iyi yaşamalarına yardımcı olmalı. Yüzyıl sonra neler olacağını bilmek kolay değildir. Gelecek için bu günkü hayatlar feda edilmemelidir. Bu nedenle her yazımda Dersimliler öncelikle bu günü ve bu gün yok olan Dersim’i düşünmeli; bugünkü sorunlarımıza çare aramalıdır diyorum. Eğer dilimiz ve kültürümüzün yok olmasını engellersek, yani Dersim yok olmazsa dünyanın bu günkü büyük sorunlarına gelecekte hiç düşünemediğimiz çözümler bulunabilir diye düşünüyorum. Bilesiniz ki bu gün kendi hayatını ve ailesini düşünmeyenler çağımızda veya gelecekte kimseye faydalı olamazlar. Bana göre günü yok saymak, gelecekte güzel hayat vaat ederek bu günkü genç hayatların feda edilmesini övünç kaynağı yapmak kendi içinde çelişkiler taşıdığı için mantıklı değildir…
NOT:
İnsanlık tarihinin milyonlarca yıl içinde geçirdiği evreleri ve değişimleri tüm ayrıntılarına kadar Yuval Noah Harari’nin iki cilt halinde yazdığı “I. Kitap Homo Sapiens (akıllı insan) ve II. Kitap Homo Deuz (Paranın esiri olan insan) isimli kitaplarından okuyabilirsiniz. Şu anada 30 ayrı lisana çevrilmiş ve dünyada çok satanlar arasında bulunuyor bu iki ciltlik kitap.
Türkçesi: www.kollektifkitap.com üzerinden temin edilebilir.
Sivil Toplum Kuruluşları,
Sivil Toplum Örgütü,
Sivil Toplum Kültürü,
bunlar kulağa hoş gelen şeyler. Sivl Toplum Kuruluşları’nın Sivil Toplum Örgütleri’nin varlığını, gelişmesini kim istemez. Sivil Toplum Kültürünün bu kurum ve kuruluşlar tarafından topluma aşılanmasını kim benimsemez. Fakat ortada analizlere, kendi resmine bakmaya, sorgulamaya ihtiyaç olduğu gerçeği kendini adeta dayatmaktadır.
Bu konularda sosyoloji vb. dallarda uzmanlarca çeşitli araştırmalar yapılmış, ilginç- çarpıcı istatistikler çıkarılmıştır.
Sivil Topografya, Sivil Toplum Kuruluşu(STK) Profili, STK Yöneticisi Profili anketleri vb. konularda yapılan ayrıntılı araştırmalar, istatistikler çok önemli sonuçlar ortaya çıkarıyor. „Sivil Topografisi“ olarak adlandırılan bu temel analizlerle bu kuruluşların eylemleri, erkinlikleri, beyanları, kurucu ve taşıyıcılarının profilleri ve zihniyetleri itibariyle ne kedar Sivil Toplum eksenli olduklarını ya da olmadıklarını açığa çıkarmak için geliştirilmiş bir nevi somut alan çalışmalarıyla ilginç veriler ortaya çıkarılmıştır. 2481 Gönüllü Kuruluşun Yöneticileriyle „STK Profili“ anketleri yapılmış. 4903 Yönetim Kurulu Üyesi ile „Gönüllü Kuruluş Yöneticisi Profili“ ile çarpıcı sonuçlara varılmış…
Bu anket analiz sonuçlarına göre, hem bu kuruluşların Sivil Topografyası hem de Yönetici Profili resmedilmiştir. STK’nın Sivil Topografyalarına göre ne tür Demografik özelliklere sahip yöneticiler tarafından idare edildiği analiz edilmiştir (2178 dernek, 289 vakıf). Bu analizler sonunda, toplumun sadece 7,8’inin Sivil Toplum Kuruluşları ile ilintili olduğu sonucuna varılmıştır. Bir de bu kuruluşların ne derece Sivil Toplum Kuruluşları olup olmadığı da tartışılır durumdaysa, toplumdaki Sivil Kitle Kültürü fıkaralığını artık herkes kendi hesaplasın, bu fıkaralıktan kurtuluş çareleri üzerine kafa yorsun derim…
Sivil Toplum Kuruluşları, bir toplumun Demokrasi Kültürünün mihenk taşını oluştururlar. Sivil Toplum Kuruluşu – Sivil Toplum Kültürü demokrasi kültürüyle bağdaştırılarak düşünüldüğünde işin özü ve önemi daha rahat kavranmış olunacaktır.
STK’lar toplumun belirli kesimlerinin ortak çıkar ve amaçları doğrultusunda örgütlenmiş tüzel kişiliğe sahip kuruluşlardır. Toplumun demokratikleşmesinde bu kuruluşların önemi büyüktür. Dolayısıyla işin başında bu konuda ciddi analizlere ihtiyaç vardır. Kendini STK olarak adlandıranlar açısından olsun, daha henüz yeni bir oluşum açısından olsun bu çok önemlidir. STK oluşumunun demografik özelliklerine, yani cinsiyet, gelir grubu, eğitim seviyesi ve zihniyetine bakmak lazım. Amaç ve hedeflerini, pratik eylem, etkinlik ve söylemleriyle ne kadar Sivil Toplum eksenli olduklarını incelemek lazım. Hangi kişi, kurum ve kuruluşlarla, ne eksenli ve hangi ölçülerde birlikte hareket edeceğimiz, birlikte çalışabilaceğimiz açısından bu çok önemlidir. Bu Henüz işin başında olan Dersim Meclisi’nin kendi iç oluşumu açısından da böyledir. Sivil Topografyası, Yönetici Profili ve Demografik özelliklerine (kuruluşlar ya da bireyler farketmez) bakılmaksızın geliştirilecek her çalışma başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Yıkıcı sonuçları, yaşanmış örnekleriyle dikkatlerden kaçırmamak lazım…
STK’lar, otoriter devlet canavarının ezici hukukuna karşı demokrasi, barış, insan hakları, eşitlik, adalet vb. değerler ışığında ortaya çıkan sivil reaksiyonlardır. Ülkemizde kendi iç dinamiğiyle ekonomik ve sosyal gelişiminde hep sancılar yaşanmış olmasının doğal sonucu olarak da Sivil Toplum Kültürü yeterince gelişmemiş, bu kültür toplumun genlerine, hücrelerine yerleşmemiş, maalesef hep problemli olmuştur. Unutulmamalıdır ki, Sivil Toplum Kültürü eğitim sistemine, toplumsal kalkınmışlığa ve sosyal ilerlemişliğe paralel olarak gelişir. Dolayısıyla, işin merkezine oturtulan devletin meşruluğu ve sosyal yaşamda itahat kültürünün hakimiyeti üzerine kurulu bir canavar sistemle karşı karşıyayız. Yasama, yargı ve yürütme organlarıyla işleyen bir canavar. Ve bu canavar kültür, toplumun hücrelerine işlemiş. Toplumun hiç bir ferdi, kurum ve kuruluşları bu canavar kültürün tesirinden muaf değildir. STK diye anılan kuruluşların, platformların, derneklerin kendine bir bakması, sorgulaması lazım. Gerçek anlamda ilerletici bir bakış önyargılarımızdan uzak bir sorgulama ve gözlem, içimizde küçük küçük minyatür devlet canavarlarını görünür kılacaktır. Hepimiz yaşamışısızdır, halen yaşıyoruzdur. STK katagorisinde gördüğümüz kurum ve kuruluşların işleyişine, oluşum dokusuna bakalım. Örgüt bölününce dernekler olarak bölünüyor muyuz? Yöneticilerimiz yukardan bir güçle otomatikman, doğal bir şeymiş gibi belirleniyor mu? Bu kanıksanmış yerleşmiş bir gelenek mi? Bu soruları çoğaltmak mümkün. Cevapları evet ise, ortada büyük bir sorun var demektir. Ve bu sorun 40-50 yıllık örgütlere de, onların gölgesinden kurtulamayan kurumlara da hiç bir şey kazandırmadı. Acı bedeller de cabası. Büyüyemedik, kitleseleşemedik, Sivil Toplumsal Kültürden mahrumiyet devam ediyor.
Dersim kültürünü yaşatma adına kendi öz dilinden Tiyatro oyunlarına zaman ayırmada problem yaşayan „Dersim Derneklerimiz“ var. Kendi gölgesinin, ya da üstüne çöreklenmiş bir başka gölgenin dışına çıkamayan ilerleme sağlayamaz. Sivil Toplum Kültürü karekteri de kazanamaz, dolayısıyla toplumun demokratikleşmesi önündeki sorunlara çözüm getiremez, hatta dönem dönem tersi işlev görür. Munzur Doğa Festivali’nin akıbeti ve Gezi Direnişi’nin akıbeti ciddi bir biçimde analiz edildiğinde, genel olarak toplumda ve o toplumdaki Sivil Toplum Kurululuşu denen kuruluşlar açısından Sivil Toplum Kültüründen yoksunluğun yarattığı acı sonuçlara gerçek cevaplar bulunacaktır. Öyle ise; dayatıcı, katmanları eğitime, bilgiye, yönetilmeye ihtiyacı olan NESNE olarak gören sınıf karekterli ideoloji yerine; ideal olanı şudur: insanı özgürleştiren, onları birer NESNE değil ÖZNE olarak özgürleşme sürecine aktif -ortak- birlikte katılımını sağlamak. Özgürlük, sınıf karekterli bir ideoloji tarafından bağışlanmayacak, bizat toplumsal katılımla kazanılacaktır.
Bu inançla ben, Dersm’in yok olan diline-kültürüne ve doğasına sahip çıkma amaçlı Dersim Meclisi’ni proğram, ilke ve içinde bulunduğum oluşum özellikleri, çalışma prensipleri bakımından Demokratik Sivil bir Kuruluş olarak görüyorum. Dersim Meclisi’ni, devleti kıyım ve günahlarıyla yüzleşmeye zorlarken, kini- nefreti, intikamı değil, toplumsal yüzleşmeyle, toplumsal travmadan toplumsal barışa evrilmeyi amaçlamasıyla Toplumsal Sivil Siyaset refleksi ve Kuruluşu olarak görüyorum…
Dersim Meclisi, dilini, doğasını, bir bütün kapsayıcı olarak özgün kültürünü yaşama kazandırmak, onu korumak-geliştirmek ve güvence altına almayı amaçlamaktadır. Uluslararsı hukuka bağlı, İnsan Hak ve Özgürlükleri çerçevesinde, dönemin ruhuna uygun, toplumsal birliğe-barışa katkı sunacak özgün-özerk haklarının garantisini amaçlar.
Dersim Meclisi bu amaç ve ilkeleri çerçevesinde insanı özgürleştiren, onları birer özne olarak görüp, özgürleşme sürecine aktif olarak katılımını sağlayan bir çalışma tarzını benimser.
Krishan Kumar’ın sözleriyle bağlıyalım.
<< „Sivil Toplum“ kulağa hoş geliyor; duyulduğunda insanda iyi bir hissiyat uyandırıyor; eski bir şarap gibi, derin ve karmaşık. Ona kim karşı durabilir ki? Kim onun başarıya ulaşmasını istemez? Yıllanmış güzel şaraplar sizi uyarabilir ama aynı zamanda serhoş da edebilir. Ayrım yapma ve açık bir amaca doğru yönelme yeteneğinizi elinizden alabilir.>>
Bu günlerin ruhuna uygun bir sözle de sonlayalım. Usta bir bahçıvan ağacı budarsa, ağaç dallanır-budaklanır, yeni çiçekler açar, verimi artar. Acemi bahçıvan ise, yanlış dal ve budakları yanlış yerlerden keser, ağacı kurutur.
Derin görünmek için suyu bulandıranlardan ve acemi bahçıvanlardan uzak durmalıyız.
11.03. 2018
Bir süreden beri Dersim Meclisi oluşumu ve oluşumun meşruyeti üzerine tartışılıyor.
Tartışmalarda öne çıkan temel vurgu kimilerine göre böylesi bir oluşumun Dersim’in
“… geleceğin(in) felaketinin yeni adı” olacağı ve dahası henüz bir oluşum aşamasında bulunan bir girişime “Dersim Kongresi, Şiddetin Felsefesini yapmaktadır!” tespiti iyi niyetle yapılmış bir eleştiri olsa bile Dersimli kurum ve bireyler arasındaki diyaloğu başından bitirerek, birlikte çalışmanın önünü tıkamaktadır. Bu durumda getirilen diğer eleştiriler haklı da olsa, eleştiri sahibini haksız bir zemine iterek, yapılan eleştiri ve önerileri anlamsızlaştırmaktadır.
Dersim Meclisi girişimini başlatan arkadaşlar ise son bir kaç yıldan beri „Dersim Meclisi“ adı altında oluşturmaya çalıştıkları ve bu yılın sonunda yapmayı düşündükleri Dersim Kongresi’ni, bu oluşumun Dersim’in kültürel, siyasal ve ekonomik yok oluşuna karşı bir ihtiyaçtan doğduğunu ve kurumsal bir örgütlenmenin geç kalınmış bir girişim olduğuna dikkat çekmektedirler.
Tartışmalarda bir çok konu ele alınmasına rağmen esas olarak üzerinde durmak istediğim devlet ve iktidarlara karşı mücadelenin meşru olup olmadığı üzerinedir. Elbette mücadele biçimleri ve yöntemleri üzerinde tartışılır ve tartışılmalıdır. Geçmişte ve günümüzde örgütler adına işlenen cinayetler meşru olmadığı gibi bu tür eylemlere karşı en sert bir şekilde kitlesel tepki de gösterilmelidir. Tam da bu noktada Dersim bileşenlerinin birlikte ve birada olmaları gerekiyor. Dersim’i gelecek felaketlerden korumanın yolu, yerelde (Dersim coğrafyası) kitlelerle bütünleşmiş ve diaspora’da (Türkiye ve Avrupa) yaşıyan Dersimlilerin sorunlarını da dikkate alan ortak akıldan geçer.
Her siyasi duruşun kendisine göre haklı yönleri olmakla birlikte yapılan tartışmalar kavramlar üzerine sürdürüldüğünde bizleri yanlış sonuçlara sürüklemekte ve sonuç itibariyle yanlış anlaşmalara ve daha doğrusu Dersim’in kaybolmak üzere olan kültürel kimliğinin ve inancının yaşatılması mücadelesi veren kurum ve bireylerin yıpratılmasına ve itibarsızlaştırılmalarına yol açmaktadır.
Kullandığımız kavramları seçerken onların ne anlama geldiğini ve neyi ifade ettiğine biraz daha özen göstermemiz olaylara daha doğru ve sağlıklı yaklaşmamızı sağlar.
Bu tartışmalarda kullanılan „Meşru“ ve „Meşruyet“ kavramları neyi ifade ediyor?
Meşru kavramının Fransızca anlamı légitimement, Latincesi legittime, Almancası Legitim ve aynı zamanda Türkçe’de de çoğu zaman meşru yerine leğitim olarak kullanılmaktadır.
Meşruyet ise Franzsızca’da légitimation olarak kullanılmaktadır. Bu kavram hemen hemen dünya konuşulan birçok dilde yer edinmiştir. Türkçe’de de leğitimasyon olarak kullanılıyor.
Peki ‚Meşru‘ ve ‚Meşruyet‘ kelimeleri ne anlama geliyor?
Bu iki kelime daha çok hukuki ve siyasal kavramlar olarak kullanılıyor ve özellikle de siyasal ve uluslararası ilişkilerde devletlerin, toplulukların, kurum ve bireylerin hak talepleri ve kullanacakları yetkilerin sınırlarını belirlemekte ve onlara tanınma yetkisi sağlamaktadır.
Politik bilimlerde bir çok devletin oluşumu ve meşruluğu hep tartışılmıştır. Örneğin İsrail Devleti’nin oluşumu meşru mudur? sorusu tartışmalı bir sorudur. 1948 Bileşmiş Milletler üyesi birçok devlet İsrail’i devlet olarak tanıyarak, 1948 yılında çizilen sınırlara batılı devletler tarfından meşruyet kazandırılmıştır. Ama Filistin halkına göre meşru değildir ve Filistin halkından İsrail Devleti’ni meşru görmeleri beklenemez. Bu diktatörlükler ve kimi iktidarlar için de geçerlidir. 1933 sonrası Hitler’in iktidara geliş biçimi meşru olmamakla birlikte Hitler, baskı ve zorbalıkla buna Alman halkının büyük bir kısmının nezdinde meşruyet kazandırmıştır. Hitlere karşı mücadele ise meşruydu. Bu soru bugün Erdoğan’ın oluşturduğu, adım adım meşrulaştırmaya çalıştığı ve devletin totaliter bir biçimde yapılandırılarak kurulan tek adam diktatörlüğü içinde geçerlidir.
„Meşru“ ve „Meşruyet“ hukuki kavramlar olarak devletler hukukunda Napolyon’un Avrupa‘daki hakkimiyeti sonrası 18 Eylül 1814 tarihinde toplanan Viyana Kongresi’nde Avrupa’da sınırların yeniden çizilmesi ve Fransızların 1789 Fransız Devrimi sonrasında 1792 yılından itibaren Avrupa’nın diğer devletlerine karşı sürdürdüğü savaş sonrası gelişen özgürlük ideali ve ulusal devletler oluşumuna hukuki bir tanım getirmek ve Avrupa’da devletler arası sınırların çizilmesi için kullanılmıştır. Viyana Konferansı’nda alınan birbirlerini karşılıklı tanıma anlaşması 9 Haziran 1815’ten itibaren kısmen uygulanmış ve bugünkü sınırların temeli o günden beri (birinci ve ikinci dünya savaşları ve Sovyetler’in dağılması sonrası Doğu Avrupa’da 90’lı yıllarda sınırların yeniden çizilmesi hariç) kısmen de olsa uygulanmıştır.
„Meşru“ ve „Meşruyet“ kavramı tarihsel olarak Osmanlı imparatorluğu ve sonrası Orta Doğu‘da büyük güçler (İngiliz ve Fransızlar) tarafından birinci dünya savaşı sonrası oluşturulan devletler ve çizilen sınırlar için de geçerlidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve çizilen sınırlar bu çoğrafyada yaşıyan etnik ve kültürel kimliklerin varlığı dikkate alınmadan yapılmıştır. Kurulan Türkiye Cumhuriyeti Kürtler için ne kadar meşrudur? Kürtleri bir yana bırakırsak kültürel kimliklerin harmanlaştığı çok kültürlü, çok inançlı ve çok dilli Dersim coğrafyasında yok olmakla karşı karşıya bulunan bizler, bireyler olarak, bizleri yok olmakla karşı karşıya getiren, asimilayonun yetmediği alanlarda şiddet ve güç kullanarak (1937/1938 Dersim Tertelesi) yok etmeyi hedefleyen bir devlet meşru mudur? Değilse buna karşı mücadele de bir o kadar meşrudur. Fakat meşru olan her mücadele şiddeti temel almaz, almamalıdır. Barışçıl ve sivil örgütlenmeler de bir mücadele biçimidir. Pasif bir oturma eylemi, Dünya’ya duyurulan her çığlık bir direniştir. Yok olmamak için girişilen her eylem ve bir ihtiyaç olarak ortaya çıkan her oluşum meşrudur. Önemli olan oluşturulan örgütlenmelerin kitleler tarafından meşru görülmesidir. Meşruyeti sağlamak ise bu oluşumda rol alan birey ve bileşenlerin sorumluluğundadır. Her oluşum sancılı doğar. Sancısız doğumlar sağlıklı da değildir. Bu yönüyle oluşturulan bir Dersim Meclisi ve Kongre çağrısı geçmişte örgütlerin ve bireylerin birbirlerine karşı kullandığı şiddet ve baskı yöntemlerinden uzaklaşarak, barışçıl ama eleştirel yeni bir siyasal hoşgörü kültürünün yaratılmasına bir araç olabilir.
Bunu yaparken elbette aynı zamanda siyasal iktidarlara karşı da Dersim coğrafyasında yapılan barajlarla doğanın yok edilmesine, kültürel ve inançsal asimilasyona ve sürdürülen her türlü savaşa karşı şiddeti temel almayan direniş biçimleri geliştirilir ve geliştirilmelidir.
Sonuç olarak çizilen Türkiye Cumhuriyeti Devlet’i sınırları içinde azınlıklara, etnik ve kültürel kimliklere yaşam hakkı tanımayan bir devlet meşru değildir ve meşruyeti tartışmalıdır.
Bu aynı zamanda örgüt, kurumlar ve bireyler içinde geçerli bir kuraldır. Bugün kendisinden başka hiç bir düşünceyi dikkate almayan, kendisi dışında her oluşuma ve bireye yaşam hakkı tanımıyan kurum ve hareketler de meşru değildir.
„Daha çok Demokrasi için” direnmek bir haktır. (Willy Brandt) Almanya Sosyal Demokrat Partisinin (SPD) 1945 yıllarından sonraki döneminin en önemli siyasi kişiliklerinden biri olan Willy Brandt’ın yukardaki sözleri demokrasi isteyen ve demokrasiyle yönetilmek isteyen tüm toplumlar için bir yol göstergesidir. Willy Brandt’ın savaş sonrası Almanya’sının demokratik kurumlarının inşaası ve demokrasi kültürünün geliştirilerek desteklemesi için 1969 yılında Federal Almanya Cumhuriyeti’nin ilk sosyal demokrat Başbakanı olarak parlamentoda Alman halkına yaptığı bu çağrı bugünkü Türkiye toplumu ve bizler için daha da anlamlıdır.
Buğün gelinen bu süreçte sınırları değiştirmek ve yeniden çizmek hedeflerimiz arasında olmadığına göre, yaşadığımız coğrafya’da kültürel kimliğimizi dikkate alan, bizlere özgür demokratik anayasal bir toplumda eşit şartlarda yaşam hakkı tanıyan örgütlenmelerden uzak durmamakla birlikte, kendimize özgü kurumları yaratmak zorundayız.
Mart 2018
Giriş
Dersim’in demografisi, tarihi ve tarihsel gelişimi her zaman ilgi odağım olmuştur. Yıllardır Dersim ile ilgili bilgi ve belge derlemekteyim. Bunların çok küçük bir kısmını makalelerimde yayınladım. Ama Dersimi bütün detayları ile tarihsel ve bilimsel olarak ortaya koyacak bir eser yaratamadım. Hiç şüphe yok ki, Dersim ile ilgili pek çok yayın ve eser vardır. Değersiz olanların yanında bunların bir kısmı oldukça da değerlidir. Fakat ne yazık ki, bu çalışmaların çoğu bölük pörçüktür, kısmidir, bütünü yansıtmaktan uzaktırlar.
Son yıllarda üzerinde durduğum en önemli konulardan biri Dersim’in Birinci Dünya Savaşı (BDS) sırasındaki durumudur. Aslında epeyce de ilerledim ama bu çalışma henüz bir eser olarak yayınlayacak duruma gelmedi. Dersim’in demografisi de hem bu çalışmanın bir parçası ve hem de ayrı ele alınabilecek bir konudur, ancak belirttiğim gibi bunu da sonuçlandırabilmiş değilim. Konuları, bağlantılarından koparıp rastgele ve çalakalem yazmayı doğru bulmuyorum. Ama arada güncel durumların da etkisiyle kısa makaleler halinde yayınladığım yazılar olmuştur.
Dersim tarihi ve demografisi, Dersim’de Ermeni nüfusu, Ermeni tarihi eserleri, Ermeni yaşam alanları hakkındaki bilgileri içermezse, sadece eksik değil, sakat ve yarım olacaktır. Türk ırkçlılığının körüklediği Ermeni düşmanlığı ve inkarcılık, Kürt milliyetçilerinden sonra, son dönemde bazı Dersimli kişi ve çevrelerde de etkisini göstermiş gözüküyor. Belki bunu tetikleyen bir yaklaşım da Ermeni milliyetçilerinin Dersimi yalnızca Ermenilerin tarihi yurdu ve Dersimlileri de aslen Ermeni ilan etmeleridir. Ama neden ne olursa olsun, bazı Dersimliler, Dersim ile ilgili bir konuda Ermeni lafı geçtiğinde, saldırgan bir eda ile hemen, “sen Dersim’in Ermeni yurdu olduğunu mu” iddia ediyorsun? Ya da bir kilise veya manastır kalıntısından bahsedince, “sen gördüğün her kalıntıyı Ermeni eseri mi” sanıyorsun? Veya eski coğrafi veya yerleşim yerleri isimlerinden bahsedince, “sen bunların Ermenilere ait olduğunu mu” iddia ediyorsun gibi yaklaşımlarla karşılaşıyoruz. Bunlarla yetinmeyenler de var. Mesela Ermeni katlaimlarından, kırım noktalarından, sürgün güzergahlarından bahsedince, “sen Dersimlilerin Ermeni soykırımı yaptığını mı” iddia veya ima ediyorsun? gibi daha başında tartışmayı kesen, başka bir mecraya sokan tavır ve yaklaşımlarla karşılaşıyoruz.
Dersim’de Ermeni nüfusu ve yerleşim alanları konusu da bu olumsuz tartışmalar sık sık gündeme gelmektedir. Tartışmalar, öyle bir noktaya vardı ki, bazıları Dersim’de neredeyse Ermenilerin hiç yaşamadığını, hiçbir Ermeni yerleşim yerinin, Ermeni eserinin olmadığını iddia edecek kadar ileri gidiyorlar. Oysa bu konuda oldukça bol belge, bilgi ve kaynak var. Peki, buna rağmen bu uçuk iddalar nereden kaynaklanıyor? Bu inkarcı ve ırkçı yaklaşımların, Türk milliyetçiliğinin yüzyıla yakın bir süredir sürdürdüğü ve yarattığı”elverişli” ortamın sonucu olduğunu düşünüyorum. İşte, “1915 Öncesinde ve 1938 Döneminde Dersim’de Demografi ve Ermeni Nüfusu” başlıklı bu makalemi, bu yanlış yaklaşımları engellemek, olguları olduğu gibi ele alarak gerçeklerin yalan yanlış demagojilerle karartılmasına gönlümün razı olmadığını belirtmek için kaleme aldım.
Diğer yandan bu makale sadece yerel milliyetçilerin inkarcı yaklaşımlarını değil, Ermeni milliyetçilerinin de yalan ve dezenformasyonlarını çürüten bir içeriğe sahiptir. Malum bazı Ermeni milliyetçileri¹ Dersimlilerin yüzde yetmiş beşinin (%75), yüzde doksanının (%90) ve hatta tümünün (%100) Ermeni olduklarını iddia edecek kadar saçmaladılar. Bu çalışmada esas alınan 19. yüzyılın son çeyreğinden yirminci yüzyılın ilk çeyreğine (1870-1914) kadarki yaklaşık elli yıllık süreçte görülmektedir ki, Dersim’de Ermeni nüfusu yaklaşık yüzde yirmi civarındadır. Bu demektir ki, yaklaşık yüz bin nüfuslu Dersim Sancağında yirmi bin kadar Ermeni nüfus yaşamaktadır. 1915’de Ermeniler tehcir edilerek ve kırılarak büyük oranda imha edilmiş olduklarına göre, Dersim’de kalan Ermenilerin sayısı ve oranı çok daha düşüktür. Öte yandan Dersimli Ermenilerin çok daha önceki tarihlerde, mesela 17. yüzyıldan itibaren asimile oldukları, bu yüzden Dersimlilerin aslında Ermeni kökenli oldukları varsayımı da sosyolojik gerçeklere aykırıdır. Birincisi, eğer böyle bir asimilasyon gerçekleşmişse, artık olan olmuştur. Onlar artık Ermeni değil, yeni halk grubuna aittir; adı Türk, Kürt, Zaza neyse, o halk grubuna dahil olmuşlardır. Bu, doğal bir asimilasyondur, 1915 gibi zoraki değil. Böyle durumlar ve olgular, olağandır. Bugün ulus olan ya da uluslaşma aşamasında olan hiçbir halk grubu, saf ırk değildir. İkincisi, eğer bir asimilasyon söz konusuysa, -ki çok muhtemeldir- bu, bütün Dersimlilerin Ermeni kökenli olduğunu göstermez, olsa olsa Ermeni kökenden gelenlerin oranını biraz daha yükseltir ama sonuç değişmez. Bir örnek olarak Alevi Zazaları alalım. Kendilerine Kırmanc, dillerine Kırmancki diyen Alevi Zazalar, 17. yüzyıldan itibaren, eskiden Ermenilerin yaşadığı alanlarda en yoğun nüfusu oluşturmuşlardır. İrili ufaklı yüze yakın aşiret ve kabileye sahiptirler. Bunların içinde asimile olmuş bir kaç Ermeni kökenli aşiret veya kabilenin olması, onların bugün sahip oldukları kimliklerini değiştirmez, değiştiremez. Ermeni milliyetçilerinin bu argümanı kullanmaya çalışmaları, sosyolojik gerçeklere aykırıdır; çürük bir iddiadır. Ermeni veya başka bir kökenden gelmiş biri, nesilden nesile süreç içerisinde dönüşmüştür, yeni bir kimlik edinmiştir. (Bu durumda olan birine Ermeni demek, hakaret olarak algılanır). Fakat 1915 süreci ve sonrası tamamen farklı bir durumdur. Hem yakın bir zaman sayılır, hem de zoraki bir durum söz konusudur. Bir çok nedenden ötürü 1915 süreci ve sonrası nesillerin Ermeni kimliklerine dönmek istemeleri anlaşılabilir. Bu, her şeyden evvel, evrensel bir haktır. Desteklenmesi gereken bir durumdur. Her halükarda durumu anlamak, algılamak ve empati ile yaklaşmak gerekir. Bu empati şunu da içermelidir. Ermeniler bölgenin en eski halklarından biridir. Dersim, diğerleri ile beraber Ermenilerin de yurdudur. Bu, en makul yaklaşımdır. Bunu dediğimizde Dersim’in tek başına Ermenilerin yurdu olduğunu da söylemiyoruz, demektir.
Dersim, pek tabi ki Dersim’de yaşamış olan bütün halkların yurdudur. Dersim Sancağı olarak bu böyledir. Ama realite biraz daha farklıdır. Bu realiteyi sağ duyulu Ermeniler şöyle dile getirmektedir: “XIX. yy.’da Dersim ayrı bir sancaktı; büyük ölçüde Ermenilerin yaşadığı Çarsancak ve Çemişgezek gibi ovalık ve yarı ovalık bölgeler kapsamaktaydı. İlginç olan yerel Ermenilerin kendilerine Dersimli dememeleri. Onlar daha ziyade Harput ovasına bağlıydılar. Zamanın algısına göre sancağın kuzey ve doğusunda bulunan dağlık bölgedeki halktı Dersimli olan.” (Dersime Doğru: Huşamadyan.org). Aslında Dersim’in çevre bölgelerinde, örneğin Erzincan, Harput ve Bingöl’e bağlı yerlerde yaşayan Aleviler de kendilerine Dersimli demez. Bu da gerçeğin ya da olgunun başka bir şekilde dile getirilmesidir.
Şüphesiz ki bu yazının eksikleri ve hataları da olacaktır. Zaten ben de bütün detayları ile değil, konunun bir özetini yapmaya çalıştım. Her şeyden evvel bu yazı, Dersim’in demografisini bütün detayları ile değil, ana hatları ile vermektedir. Örneğin bütün köyler tek tek ve nüfusları ile beraber değil, sadece Ermeni yoğunluklu en büyük köyler gösterilmiştir. Bunun nedeni, Ermenilerin inkar edilemez varlığının yaşadıkları yerleşim yerleri ile örnek gösterilmesidir. Ama yirminci yüzyılın başında büyük küçük bütün yerleşim yerlerinin, dinsel kimlikleri (Müslim ve Gayri Müslim) ile de olsa nüfusları mevcuttur ve yapılacak olan detaylı bir çalışmada tabii ki bütün bunlar işlenmelidir. Deyim yerindeyse bu çalışmada Dersim’in demografisinin kaba hatlarını gösteren bir fotoğrafını çizmeye çalıştım. Bu bir taslaktır veya demografi taslağının bir iskeletidir de, denebilir. Okuyucu, olgunluk içerisinde hata ve eksikleri belirtirse, memnun olacağım.
Bu makalenin hazırlanmasında yararlandığım kaynaklardan da bahsetmek istiyorum. En başta bir İnternet yayını olan “houshamadyan.org” (Huşamadyan) adlı sitedeki “Dersim Sancağı – Yerleşim Birimi” başlıklı bölümden yararlandım. Başta George Aghjayan (Corc Ağcayan) olmak üzere bir çok kaynaktan yararlandığı anlaşılan houshamadyan.org sitesinin çok değerli bir “bilgi bankası” olduğunu söyleyebilirim. Yararlandığım diğer önemli kaynaklar arasında Raymond Kevorkian’nın “Ermeni Soykırımı” ile yine Raymond H. Kévorkian – Paul B. Paboudjian’ın ortak eseri olan 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler, Hovsep Hayreni’nin “Yukarı Fırat Ermenileri 1915 ve Dersim” ile yine Hovsep Hayreni tarafından çevrilen İnternet yayınları olan “Çarsancak Ermenileri Tarihi” (Kevork Yerevanyan, 1954-Beyrut) ve “Çemişgezek Ve Köyleri” (Hampartsum Kasparyan, 1969-Erivan), Arsen Yarman tarafından derlenen Palu – Harput 1878 (2 Cilt) adlı eser, çeşitli kaynaklarda yayınlanmış olan Osmanlı Nüfus İstatistikleri veya kayıtları, Prof. Dr. Mehmet Ali Ünal’ın XVI. Yüzyılda Çemişgezek Sancağı, Doç. Dr. Şükrü Aslan’ın bir derlemesi olan “Pülümür” adlı kitapta yer alan Zeliha Koçak’ın Osmanlı Pülümür’ünde (Kız-uçan) Nüfus ve Yerleşme (1518-1927), Murat Alanoğlu’nun Kız-uçan’dan Pülümür’e Osmanlı İdaresi (1518-1923), George Aghjayan’ın “Pülümür’de Ermeniler ve kaybolan Kültürel Mirası” adlı makaleler sayılabilir.
1915 Öncesinde ve 1938 Döneminde Dersim’de Demografi ve Ermeni Nüfusu
1914 Osmanlı verilerine göre Dersim Sancağındaki Müslüman nüfus 65.976 ve Ermeni nüfus 14.902 kişidir. 1914 Ermeni Patrikhanesi kayıtlarına göre ise Ermeni nüfus 15.935’tir. Bu durumda Osmanlı verilerine göre Dersim Sancağındaki toplam nüfus 80.878 kişidir. Oran olarak aldığımızda ise Osmanlı verilerine göre Ermenilerin oranı yüzde 21 iken, Patrikhane kayıtlarına göre yüzde 22’dir. Sayı olarak ise aradaki fark 1033 kişidir. Bu rakamlar ve oranlar biraz oynayabilir ama birbirine oldukça yakındırlar, bu yüzden ortalama olarak da alınabilirler.
16. yüzyıl kayıtlarında Hıristiyan nüfus ile Hıristiyan olmayan nüfus hemen hemen birbirine yakındır. Daha sonra, 19. yy ortalarında kurulacak olan Dersim Sancağına tekabül eden XVI. Yüzyıldaki Çemişgezek Sancağı tahrir defterlerinde köyler, kasabalar (nahiyeler) ve Çemişgezek’in beldesine ait olan bilgiler detaylı olarak verilmiştir. Bu detaylarda Müslüman nüfusun yanı sıra Ermeni nüfusun yaşadığı yerleşim yerleri, sayıları, oranları da verilmiştir. Çemişgezek Sancağı’nın 16. yüzyıla ait Osmanlı tahrirlerinden habersiz olanların Dersim’in tarihsel demografisi üzerine konuşmaları tek kelimeyle abestir.
19. Yüzyıla gelindiğinde Dersim’deki demografi yani nüfus dağılımı çok değişmiştir. Esasını Ermenilerin oluşturduğu Hıristiyan nüfus, kırsal alanlardaki yerleşim yerlerini terk etmiş, ovalardaki kasabalara ve büyük köylere yerleşmiştir. “Ermeni nüfusu uzun yıllardır baskı altındaydı ve kırsal bölgelerden daha büyük kentlere doğru göç yaşanıyordu.” (George Aghjayan, Houshamadyan.org).
Bu göçün nedenleri çok açık olarak bilinmiyor ama bazı tahminler yapılabiliyor. Birincisi, Hıristiyan nüfusun kırsal alanlarda can ve mal güvenliği sorunu vardı. Hırıstiyan olmayan aşiretlerin, özellikle Zazaca konuşanların, kırsal alanlardan ovalara doğru çok güçlü bir tazyik yaptıkları anlaşılıyor. Bu tazyike dayanamayan Hıristiyan nüfus, ellerindeki toprakları ya terk ederek ya da satarak şehir ve kasabalara göçmüştür. Can ve mal güvenliği endişesi yanında Dersim’in dağlık oluşu da tarım, ticaret ve zanaat ile uğraşan Ermeniler için elverişsiz bir ortam oluşturmuştur.
Kırsal alanlarda Hıristiyan nüfusun azalmasının ikinci bir nedeni de, din değiştirme yani Aleviliği benimseme olabilir. Dersim Ermenilerinin önemli bir kesiminin pagan (çok tanrılı doğa dini) oldukları ve Hırıstiyan olmadıkları veya olanlarının da yüzeysel bir inanca sahip oldukları varsayılabilir. 16. ve 17. yüzyıl boyunca süren Alevilik-Sünnilik çatışmalarında, Ermeniler gibi arada kalmış unsurlarda, özellikle Dersim gibi alanlarda din değiştirmenin çok mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu konuda çok somut veriler sunmak mümkün değilse de, büyüklerimizin falan köyün, filan kabilenin ve hatta falanca aşiretin Ermeni olduklarını söylediklerine tanıklık edenlerimiz olacaktır. Bugün bazıları Ermeni kökenden gelmeyi hakaret olarak görüp kabul etmeyebilir ama bu gerçeği değiştirmeyecektir.
Konuyu dağıtmadan 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarındaki nüfus verilerine bakalım: 1880’li yıllardan itibaren hem Osmanlı ve hem de Ermeni Patrikliği önemli çalışmalar ve sayımlar yapar. Özetleyerek belirtirsem: Osmanlı kayıtlarına göre 1880’lerde Dersim Sancağı’nın toplam nüfusu 54.539 olup bunun 13.450’si Ermeni, 41.089’u Müslüman olarak kaydedilmiştir.
1894 (1312) Mamuret-ül Aziz Salnamesinde Dersim’in toplam nüfusu 62.904, bunun 13.696’sı Ermeni, 49.208’u Müslüman’dır.
1906 Osmanlı nüfus sayımında Dersim’in toplam nüfusu 69.096, bunun 12.830’u Ermeni, 56.266’sı Müslüman’dır.
1914 Osmanlı nüfus sayımında Dersim’in toplam nüfusu 80.878 kişi olup bunun 14.902’si Ermeni, 65.976’sı Müslüman olarak kaydedilmiştir. Aynı yıla ait Ermeni Patrikhanesi nüfus sayımında ise Ermeni nüfusun 15.935 olduğunu hatırlatalım.
1894-1896 yıllarında Osmanlı imparatorluğunda Ermenilerin yaşadığı alanlarda büyük çaplı Ermeni katliamları yaşanmıştır. Bu kırımların yansımaları Dersim’in çevresindeki Ermeni yerleşim bölgelerinde de görülür. 1895 yılında Çarsancak, Peri ve Çemişgezek’te Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı yerleşim yerleri katliam ve talanlara uğrar. Birçok köyde kırımlar yaşanır, mallar, araziler el değiştirir. Ancak farklı nedenlerden ötürü Ermeni nüfus, kayıp vermesine rağmen varlığını 1915’e kadar sürdürür. (Kaynaklar: Çarsancak Ermenileri Tarihi, Kevork Yerevanyan, 1954-Beyrut; Çemişgezek Ve Köyleri, Hampartsum Kasparyan, 1969-Erivan, çeviren Hovsep Hayreni).
1915’de Dersim sancağındaki Ermeni nüfus da sürgün ve kırıma uğrar. Bu kırımlar sonucunda Dersim’de çok az Ermeni kalır. Kırımların ve sürgünlerin yaşandığı yerleşim yerleri, daha çok Dersim’in çevre bölgeleridir. Dersim’in güneydoğusunda Mazgirt, Çarsancak, Peri, daha batıda Pertek ve Çemişgezek, kuzeyde Erzincan ve köyleri, Kuzeydoğu’da Tercan ve Kiğı gibi Dersim’in çevre bölgeleri, Ermeni nüfusun yoğun olarak yaşadığı yerlerdi.
- Bölüm
1915’de Çemişgezek, Çarsancak, Pertek’de Demografi ve Ermeni Nüfusu
Dersim Sancağındaki Ermeni nüfusun esası veya büyük çoğunluğu Çarsancak, Peri ve Çemişgezek ile bağlı köylerinde yaşıyordu. Buralarda yaşayan Ermeni nüfusu tahminleri 15 bin ile 16 bin arasında değişmektedir. Osmanlı ve Ermeni Patrikliği kayıtlarındaki rakamlar, -karşılıklı itiraz ve tartışmalara rağmen- birbirine yakındır. Pertek ile beraber, bu üç kazada ortalama ve yuvarlak bir rakam vermek gerekirse, 1915’de 15 bin kadar Ermeni nüfusun yaşadığı tahmin edilebilir. Bunun aynı bölgedeki oranı ise yaklaşık yüzde 30 civarındadır.
1894 Mamuret-ül Aziz Salnamesine göre Çemişgezek kazasının toplam nüfusu 17.882 kişidir. Bunun 13.504’ü (%75) Müslüman nüfus iken, 4.378’i (%25) Ermeni’dir. Bu sayımda, öncekilerden farklı olarak Çemişgezek kasabasının ve köylerinin nüfusları hem etnik olarak ayrı ayrı tespit edilmiş ve hem de ayrıca kadın ve erkek nüfus ile hane sayısı da belirtilmiştir. Buna göre Çemişgezek kasabasının (beldesinin) toplam 3.157 olan nüfusunun, 1.784’ü (%56) Müslüman iken, 1.373’ü (%44) de Gayri Müslim’dir. Yani kasabadaki etnik oran neredeyse birbirine yakındır. Köylerin toplam nüfusu 14.725 olup, bunun 11.720’si (%80) Müslüman iken, Gayrimüslimlerin sayısı 3.005’tir, (%20). Köylerde Müslüman nüfusun daha fazla olduğu görülüyor ama Ermeni nüfus sayısı da küçümsenmeyecek orandadır. Köyleriyle beraber Çemişgezek kazası genelinde Ermeni nüfus oranının yüzde yirmi beş kadar olduğunu hatırlayalım.
1906-1907 Osmanlı nüfus sayımı, 1914’te güncellendiğinde Müslüman nüfus 16.181’e yükselirken, gayrimüslim nüfus nispeten aynı kalarak 4.254 (3772 Apostolik Ermeni, 267 Ortodoks Rum ve 215 Protestan) olmuştur. Yani Çemişgezek için 1914 Osmanlı nüfus tahmini toplamda 20.435 olup, bunun %80’i Müslüm, %20’si ise Gayrimüslimdir. Bu durumda 1894 ile 1914’e ait sayı ve oranlar Ermeniler aleyhine değişmiştir. Fakat, Çemişgezek Piskoposluğu da, Mart 1902’de yapmış olduğu bir nüfus sayımında toplam 846 hanede 4408 Ermeni kaydetmiştir. Aynı şekilde 1913’te Ermeni Patrikhanesi tarafından yapılan sayımda da 835 hanede 4133 Ermeni kaydedilmiştir.
Çemişgezek kazasındaki yoğun Ermeni nüfuslu bazı köyler şunlardır:
Gedikler [Garmri, Gemili, Kermissi, Germili], 198 Ermeni, 35 hane,
Anıl [Hazari], 351 Ermeni, 75 hane,
Karasar [Kharasar, Gharasar, Kharassar], 223 Ermeni, 34 hane,
Alakuş [Mamsa, Mamoussa], 570 kişi (320 Apostolik Ermeni ve 250 Ortodoks Yunan), 80 hane, (42 Apostolik Ermeni ve 38 Ortodoks Yunan),
Cebe [Pazapun, Bazabun, Bazapon], 116 Ermeni, 15 hane,
Varlıkonak [Sisna, Sisne], 235 Ermeni, 35 hane,
Arpaderen [Yerits Akrag, İriisekrek], 226 Ermeni, 29 hane,
Yoğun Ermeni nüfuslu olan iki köy sular altında kalmıştır. Adları şöyledir:
Bahçecik [Bardizag, Bağçecik], 145 Ermeni, 25 hane, (günümüzde sular altında),
Tuma Mezre, Toma Mezre, Salim Bey Mezre, 200 Ermeni, 25 hane (günümüzde sular altında). Yine yoğun Ermeni nüfuslu olan iki köyün ise bugünkü yerleri ve adları tespit edilememiştir. Bunlar Muruşka, Morşga, Morşukha, (164 Ermeni, 36 hane) ve Mirnav, Murnayi, (181 Ermeni, 22 hane) adları ile 1894 Mamuret-ül Aziz Salnamesinde yer almışlardır.
Görüldüğü gibi Çemişgezek’e bağlı köyler, Dersim’in diğer bölgelerindeki köyler ile karşılaştırıldığında oldukça büyük ve kalabalık sayılırlar. Çemişgezek’teki köylerin bir kısmı tamamen Ermeni nüfustan oluşurken, diğer bir kısmı da Ermeni yoğunlukludur. 1895’de yaklaşık 30 Ermeni köyü bulunan Çemişgezek, Ermeni Patrikhanesi istatistiklerine göre, 1914’te artık 20 yerleşim birimi ile sınırlıdır ve yaklaşık 4.514 Ermeni nüfusa sahiptir, (H. Hayreni:488). Hemen her köyde Kilise veya Manastır bulunan Çemişgezek köylerinin büyük olanlarında Ermeni okulları da mevcuttu.
1915’de Çemişgezek Kazasındaki Ermenilere Ne Oldu?
Savaş ilanı ile beraber, Ermeni yetişkinler Amele Taburlarına alınır ve sonraki süreçte kırılırlar. 1915 baharında Çemişgezek, Uşpak mahallesinin ileri gelenlerini tutuklayıp önce hapishaneye, sonra Harput’a gönderirler. Bunların çoğu Fırat kenarında katledilerek suya dökülmüşlerdir. İkinci bir grup, Fırat’ın iki kolu Murat ve Karasu’nun birleştiği yerde katledildikten sonra suya atılırlar. Yetişkin erkeklerden oluşan üçüncü bir kafile, Murat nehri kıyısında yakılarak imha edilir, cesetleri suya karışır. Geride kalan kadın, çocuk ve yaşlılar kafileler halinde Harput’a ve oradan da daha batıya ve Suriye çöllerine sürülmek üzere çoğu yollarda katledilir. Ayrıca özellikle genç kadın ve kızlar kafilelerden koparılarak kaçırılır, çocuklar ailelerinden koparılır, din değiştirmeye zorlanırlar, (H. Hayreni:487-498). Çemişgezek köylerinde yaşayan Ermenilerin bir kısmı da sürgün edilmek üzere yola çıkarılıp katledilirken, diğer bir kısmı da kaçarak Dersim köylerine sığınır.
1915’de Çarsancak Ermenileri
“Çarsancak Kazası, Dersim bölgesinin kuzeydoğunda Palu sınırına kadar büyük bir kısmını oluşturmaktaydı. Soykırım arifesinde kazanın 50’den fazla köyünde Ermeni nüfus mevcuttu.”
“1914 Osmanlı kayıtlarında göre Çarsancak kazası genelinde Müslüman nüfus 8.216’dan 12.157’ye, gayrimüslim nüfus ise 6.723’ten 7.105’e yükselmiştir. 1914 Ermeni Patrikhanesi sayımında ise 1145 hanede 7.938 Ermeni kaydedilmiştir.”
(George Aghjayan, Houshamadyan.org, Çarsancak Kazası).
Çarsancak kazasının, çok daha detaylı olan 1894 Mamuret-ül Aziz Salnamesine göre toplam nüfusu 10.062 iken, bunun 4.078’i Müslüman (%40), 5.982’si (%60) Gayrimüslimdir. Çarsancak’a bağlı köylerin toplam nüfusu 7.382, bunun 3.514’ü Müslüman (%47) iken, 3.868’i (%53) Gayrimüslimdir. Çarsancak kazasının merkezi olan Peri kasabasının toplam nüfusu 2.678; Müslüman nüfus 564 (%21); gayrimüslim nüfus ise 2.114’tür, (%79). Görüldüğü gibi Çarsancak kazasında hem kasaba (belde) nüfusunda ve hem de köy nüfusunda ve dolayısıyla genel toplamda Ermeni nüfus çoğunluktadır. Çarsancak ve köylerinde Ermeni nüfusun genel nüfusa oranı yüzde altmış kadardır.
1914 Ermeni Patrikhanesi Kayıtlarına Göre Çarsancak ve Pertek Kazalarındaki Ermeni Yoğunluklu Başlıca Yerleşim Yerleri Şunlardır:
Akpazar, [Peri], 310 hanede 1763 kişi, (Çarsancak merkezi; Mazgirt’e bağlı),
Güneşdere [Basu, Basi], 240 Ermeni, 30 hane (günümüzde Mazgirt’e bağlı),
Göktepe [Gök Tepe], 200 Ermeni, 25 hane (günümüzde Mazgirt’e bağlı),
Akdemir [Havşakar, Avşakar], 260 Ermeni, 40 hane (Pertek’e bağlı),
Karşıkonak [Hoşe], 238 Ermeni, 29 hane, (günümüzde Mazgirt’e bağlı),
İsmailli [İsmayeltsik], 312 Ermeni, 38 hane, (günümüzde Mazgirt’e bağlı),
Güneyharman [Kodariç, Köteriç), 300 Ermeni, 33 hane (Mazgirt’e bağlı),
Kuşçu [Xuşin, Xuşig], 177 Ermeni, 25 hane, (günümüzde Mazgirt’e bağlı),
Kızılcık [Kuzulcuğ], 232 Ermeni, 15 hane, (günümüzde Mazgirt’e bağlı),
Karabulut [Sorak/Sorek], 130 Ermeni, 17 hane, (günümüzde Mazgirt’e bağlı),
Örsköy [Urts, Khors, Hurs, Huris], 195 Ermeni, 22 hane (Mazgirt),
Beydamı [Baluşer, Balaşer: Balışêre], 166 Ermeni, 20 hane, (Pertek’e bağlı),
Biçmekaya [Kharesig,Xarsik, Harsig], 112 Ermeni, 12 hane, (Pertek’e bağlı),
Arpalı [Lusadariç, Musadariç], 174 Ermeni, 19 hane, (Pertek’e bağlı),
Yeniköy [Nor Küğ], 122 Ermeni, 35 hane, (günümüzde Pertek’e bağlı),
Yukarı Yakabaşı [Ureg Verin; Horik], 122 Ermeni, 15 hane, (Pertek),
Tozkoparan [Tants, Tanz, Tantz, Tandz], 282 Ermeni, 32 hane (Pertek),
Pınarlar [Paşavank, Paşavenk], 632 Ermeni, 96 hane, (Pertek),
Korluca [Pertagi Til, Tilköy], 108 Ermeni, 27 hane, (Pertek),
Çalıözü [Vasgerd, Vasgird], 102 Ermeni, 20 hane, (Pertek),
Aşağı Böğürtlen [Havseg Varin], 125 Ermeni, 15 hane, (Merkeze bağlı),
Burmageçit [Sevjoğ, Şihso], 333 Ermeni, 53 hane (Tunceli merkeze bağlı),
Yolkonak [Sorpian, Sorpiyan], 181 Ermeni, 24 hane, (Tunceli merkeze bağlı).
1915 öncesinde Çarsancak ve Pertek kazalarının bazı köyleri oldukça kalabalık bir Ermeni nüfusa sahiptir. Listesini verdiğim köylerdeki Ermeni nüfus sayısı yüz ile altı yüz kişi arasında değişmektedir. Bu köylerin çoğunda Müslüman nüfus azınlıktadır. Karşıkonak [Hoşe], Korluca [Pertagi Til, Tilköy] gibi bazı köyler tamamen Ermeni nüfustan oluşmaktadır. Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu köylerde ise az sayıda Ermeni nüfus da vardır. Ancak, burada rakamlarla konuyu boğmak istemediğimden geçiyorum. O dönemde Çarsancak kazasına bağlı olan yerleşim yerlerinin çoğu, bugün Mazgirt, Pertek ve Tunceli merkez ilçesine bağlıdırlar.
Pertek (Pertag) kazasında 1894 Mamuret-ül Aziz Salnamesine göre toplam nüfus 4.889 olup, bunun 4.138’i Müslüman ve 751 gayrimüslimdir. Pertek kasabasının nüfusu ise, 408 Ermeni (210 erkek ve 198 kadın) ve 2088 Müslüman (1082 erkek ve 1006 kadın), toplam 512 haneden oluşmaktadır.
Pertek köylerinde Müslüman nüfus 2050 iken, Gayri Müslim nüfus 343 olarak kaydedilmiştir. Yani daha o dönemde hem Pertek kasabasında ve hem de köylerinde Gayrimüslim nüfus yüzde on beş oranında olup azınlıktadır. 1914 Patrikhane kayıtlarına göre Pertag [Pertek] kasabasında 445 Ermeni, 45 hanede yaşamaktadır.
1915’de Çarsancak ve Pertek kazalarındaki Ermeni nüfusun büyük çoğunluğu tıpkı Çemişgezek Ermenileri gibi kafileler halinde tutuklanır, sürülür ve belli noktalarda imha edilirler. Harput’a ulaşanlar, oradan da daha batıya sürülür ve yollarda kırılır. Kaçarak kurtulanların bir kesimi ise Dersim’in içlerine sığınır, ileri gelen ağa ve aşiret reislerinin himayesine girerler.
Devam edecek…
Dersim Neden Özel Statülü İl Olmalı? Özel Statü Nedir?[i]
Latince “Status” kelimesinden alınan konum, mevki, sosyal ve toplumsal durum, rol, kaide vb. kavramlar ilişkili bulunan pozisyonu içerir. Özel statülü bölgeler ve ya iller, genel olarak tüm dünyada merkezi yönetimlere bağlı bazı özel il veya bölgelerde uyulanan otonom /yarı otonom yönetimlerin idare şeklidir. Bu idare şekillerinin değişik biçimleri vardır. Gerek otonom cumhuriyet şeklinde gerek monarşi, kontluk, belediye bazında otonom yerel comunalite yönetimleri veya özerk bölgeler biçimlerinde bulunurlar. Özel statülü illerin veya bölgelerin, Gerek tarihte ve gereksede günümüzde dünyanın değişik bölgelerinde bulunan sayısızca örnekleri bulunmaktadır. Bildiğimiz yakın tarihte Osmanlı imparatorluğunun idari sistemi buna bir örnektir. Örneğin; Dersim sancağı veya Hicaz, Tripoli, Aynoroz Yarımadası vs. Konuya ilişkin olarak tarihte gerek köleci ve gerekse de feodal imparatorluklar döneminde özel statülü illerin ve bölgelerin özerk yaygınlığı dikat çekicidir. Ancak kapitalist emperyalizm çağında ulus devletlerin varlığıyla bu oran pazarın örgütlenmesi kolaylığı nedeniyle üniter bir yapıya büründürülerek düşürülmüştür. Buna rağmen günümüzde hatırı sayılır çoğunlukta özel statülü bölgeler ve illerin sayısı vardır.
(…)
Yukarıda kısmen aktardığımız özel statülü bölge ve şehirlere verdiğimiz örneklerde degörüldüğü gibi “ÖZEL STATÜ” nün kapsama alanı geniş bir alanı ifade etmektedir. Tarihi bağlar ve özellikleri, ekolojik yapısı ve korunması gereken kaynakları, Kültürel ve etnik dokunun yoğunluğu, Nufüs artışından kaynaklanan yeni sorunları, ekonomik ve sosyal problemler, uluslararası anlaşma hükümleri gereğince oluşan tampon bölgeler, Serbest ve Nitelikli Sanayii Bölgeleri’nin varlığı vs. koşullarında özel statü kapsamı işlemektedir. Buna Türkiye’nin AB’ne katılımı için ön görülen 8 maddelik ek talepler ve 6. maddesindeki dış politika ve savunma bölümünde görüldüğü gibi “Dış politika ve savunma: Türkiye’nin jeopolitik yapısını dikkate almak, bu ülkenin Avrasyalı özelliği yanında Orta Doğu (Arap, Fars ve Türk), Kafkasya ve Karadeniz’in genelinde bir istikrar gücü ve aracı rolünü kabul etmek demektir. Türkiye’nin bu rolü oynaması için bloklardan ve AB’den özerk kalması gerekiyor. Türkiye, ABD saflarında oynadığının aynısı olmak üzere, PESC (dış politika ve ortak güvenlik) ile özel ilişkiler kuracaktır.” * (*-Le Figaro’da eski bakan ve Avrupa Milletvekili Jacques Toubon imzasıyla çıkan makaleye göre) Uluslararası hükümlerde belirleyici olabilmektedir.
Türkiye’de Özel Statülü İller hangi anlamda yürürlüktedir? Dünyadaki Özel statülü iller ve bölgelerin tersine Türkiye’de Olağan Üstü Hal Bölgeleri kapsamında ortaya çıkan Özel Statülü iller “terörle mücadele” kapsamında ele alınmıştır. Direkt devlet erkinin iradi müdahalesi sonucu bölge valilikleri ve bu valiliklere tanınan özel yetkilerle belirginleşmiştir. Daha sonraki yıllarda nufus artışının önemli bir rol oynaması nedeniyle nüfus yoğunluklu bölgeler esas alınarak bu bölgeler üzerinde mahali idarelere bazı merkezi yetkiler tanınmış ve zamanla devlet kadrolarının atanması durumu özel statülere bağlanmış ve bu mecrada devlet ve mahali örgütlülğün merkezi ilişkilerini güçlendirici mevzuatlar gelişmiştir. Bu bağlamda belediyecilikte seçilmişlerin atanmışlar karşısında hükümsüzleşmesi defalarca onanmıştır. 12 Eylül faşizminin kapitalist restorasyonlara uygun olarak devlet örgütlülüklerini geliştirmesi ve bunun planlı bir sonucu olan kentleşmelerde bölgeselleşme uygulamaları 1. ticari bölgeden 9. ticari bölgelere ve oradanda iskan alanlarının yerleşim birimlerini düzenlemelere gidilmesi sonucu 1984 yılında “üst kademe belediyeciliği”ni esas alarak 1982 anayasasının 127. maddesindeki “büyük yerleşim yerlerinde özel yönetim biçimleri oluşturulabilir” hükmüne dayanılarak 1984 yılında üst kademe yerel yönetim belediyeciğine gidilmiştir. Müteakip yıllarda büyükşehir belediyeciliğinde, büyükşehir hizmet alanı içinde birden çok ilçe veya birinci kademe belediyesi içiçe geçmişse de bu süreç sonrasında büyükşehir sınırları içerisindeki ilçe belediyelerini il içerisindeki diğer ilçe belediyelerinden ayırmak için bu belediyeler genellikle metropoliten ilçe belediyelerine dönüşmüştür. Özel statü daha çok yerel yönetim birimlerinde uygulanmaya dönüşse de esas olarak devlet memur atamalarında devletçe belirlenmiş kriterlere uydurulmuştur. Yakın gelecekte Metropol ve metropolitan bölgeler esas alınarak yeni yasalar yürürlüğe girecektir. Bu anlamda 5216 sayılı Büyükşehir Belediyeleri Kanunun 4, 5 ve geçici 2. maddesi hükümleri uyarınca, Valilik binası merkez kabul edilerek 10, 20 ve 50. km’ye yarıçapındaki yerler dahil edilerek nüfus hesaplarına göre Özel Statüler belirlenecektir. Büyük şehir belediyelerinin sınırları mülki sınır olarak kabul edilip belediye sınırları dışında yer alan yerlerin nüfusları da eklenerek yeni bir döneme girilecektir. Bu durumda Özel Statülü Bölgeler’in sayısı artmış olacak ve devlet örgütlülüğü genişlemiş olacaktır. Nüfus artış oranlarına göre var olan Özel Statülü İller’in sayısı artmış olacaktır. (Türkiye’de var olan özel statülü iller nüfus oranına göre söyledir. Adana 2.125.635, Ankara 4.965.542, Antalya 2.092.537, Aydın 1.006.541, Balıkesir 1.160.531, Bursa 2.688.171, Diyarbakır 1.592.167, Gaziantep 1.799.558, İstanbul 13.854.740, İzmir 4.005.459, K. Maraş. 1.063.174, Kayseri 1. 274.968, Kocaeli 1.634.691, Konya 2.052.281, Manisa 1.346.162, Samsun 1.251.722, Van 1.051.975, Hatay. 1.683.674, Mersin. 1.682.848, Urfa 1.762.075 vs ) 5216 sayılı Büyükşehir Belediyeleri Kanunun 4, 5 ve geçici 2. maddesi hükümleri uyarınca valilik binası merkez kabul edilerek 10, 20 ve 50. km’ye yarı çapındaki yerler dahil edilerek nüfus hesaplandığı için farklılık oluşmaktadır. Yeni düzenlemede bu farklılık olmayacak. Şuan belediye sınırları dışında yer alan yerlerin nüfusları da ekleneceği için gelecekte büyükşehir nüfusları artacaktır. Özel Statülü İl ve bölgelerin serbest üretim bölgeleriyle bağları gelişkindir. Özellikle serbest bölgeler tamamıyla emperyalist merkezlerin yerli özel statülü alanlarıdır. Şimdiye dek 500’e yakın serbest bölge tahmin edilmektedir. Bu bölgelerde askerileştirilmiş ekonomi diye anılan grev yasağı, örgütlenme yasağı, her türlü işten çıkarmaların yasallığı, çalışma saatlerinin belirsizliği, kalifiye işgücü sömürüsü merkezli olarak kadın ve çırak statüsünde çocuk sömürüsü vs. sayılabilir. MAİ ve MİGA anlaşmalarının etkisiyle serbest bölgelerin özel statülü bölgelere dönüştürüldüğü 1999 yılı itibariyla ne düzeyde serbest üretim bölgelerinin açıldığı bilinmiyor.
Dersim ili (Tunceli) ve bölgesi özel statülü bir kapsamda mıdır?
1928 den 1934 sonlarına doğru ordunun silahsızlaştırma operasyonları sonucu 25 Aralık 1935‘te Tunceli Kanunu çıkarılır. 6. Ocak 1936 dördüncü genel valilik olarak adlandırılan özel hal uygulamaları başlar. Ve yasak bölge ilanıyla Özel Operasyon Statülü İl durumuna getirilir. 1938 Dersim Katliamından sonra 1940 yıllarna dek yasaklı bölge uygulaması başlatılır. 1940 Yılından günümüze dek sistemli asimilasyon, ekolojik ve doğal ekonomik potansiyellerini imha ve kültürel değerlerini yok ederek ya da bozarak Dersim’in tarihsel direniş kültürü ve motivasyonunu düşürmektedirler. Dersim Osmanlı İmparatorluğu son dönemlerinden itibaren asayiş statüsündeki bölge uygulamasıyla TC Devleti’nin terör kapsamında özel statülü uygulamasına dönüşmüştür. Asayiş terör ve riskli bölgeler yönetimi statüsünde özel il kapsamındadır. Dersim Özel Statülü Otonom Bölge özelliklerini yansıtıyor mu? Tarihsel olarak, kültürel olarak, cografik ve nüfus olarak kendisine has yapısıyla beş ana maddeden oluşan otonom bölge özelliklerini yansıtıyor. Birincisi; Antik Çağlardan günümüze Dersim’de izleri bulunan kültürler ve medeniyetler var. (M.Ö.-2370- 2330 Hurriler, M.Ö. 2000-Akadlar/Etiler, M.Ö. 2000-1500 Saburular, M.Ö. 1500-1300 Mitaniler, M.Ö.1300-1000 Urartular, M.Ö. 700-600 Medler “Guti, Gui, Kusi, Lolo, Mamai, Kardus, Kaldi bileşenleri”, M.Ö. 600-500 Sasaniler, M.Ö. 500-395 Doğu Roma, M.Ö. 395 Sasaniler, M.Ö. 350- Araplar, M.Ö. 230 Kapadokyalılar, M.Ö. 180 Roma İmp., M.Ö. 70 Arasklar/Partlar, M.Ö. 55 Partlar, M.Ö. 50 Tigranlar, M.S. 800-899 Bizans, M.S. 900 Şadililer/Mervaniler, M.S. 1051-1080 Selçuklular, M.S. 1142 Mengücekler, M.S. 1237 Anadolu Selçuklular, M.S. 1243-1355 Moğollar, M.S.1400 Karakoyunlar, M.S. 1440 Şah İsmail (Farslılar), M.S. 1514 Osmanlılar (Muhtariyet), M.S. 1800-1899 (resmen Özerk bölge), M.S. 1847 (Sancak Erzurum), M.S. 1859 (Elazığ), M.S. 1890 Hozat/Erzincan, M.S. 1923 Mameki/Kalan, M.S. 1936 2884 sayılı özel kanuna göre İl statüsündeki Merkez…)
Tüm bu kültürler ve medeniyetlere ait halklar buharlaşıp uçmadılar. Bu topraklarda yerleşik olarak yaşıyorlar. Ve her geçen yüzyıl bu yerli halklara yeni yerleşimciler Dersim coğrafyasına eklenerek Dersimlileşiyorlar. Dersim yerleşkelerinin ve hayat tarzlarının çeşitli kültürlerden etkilenmesinin sebebi budur. Ancak çeşitli kültürlerin bir arada yasamasının tek sebebi bu değildir elbette. Dersim çeşitli nedenlerden bir araya gelmiş mağdur halkların korunakı, kalesidir de.
İkincisi; inançsal kaynaşma ve inaçsal geleneklerin etkisi;
a- Doğal inanış biçimlerinin formel inanışa baskın olması, (ağaçlar, kuşlar, sular, çeşmeler, taşlar, mezarlar, kalıtlar, mağaralar, Ay, Güneş, tepeler, dağlar vs. gibi simgelere inanışı ve saygının varlığı ve güçlü etkisi).
b- Hırıstiyanlık, Ortodosluk, İslamilik vb. gibi kitaplı dinlerin geleneksel sekt inanış biçiminden biribirine karışarak kitapsız inanışların biçimsel Alevi kimliğine bürünmesi ve Riya Heq Aleviliği’nin toplumsal çimento görevi görmesi.
c- Kutsal mekanlar ve o mekanların ziyaretleştirerek rütüelleşmesi (adak, türbe, doğal işaretler ve semboller).
d- Kurban, adak, mum, niyet benzeri vs. gibi kitapsız rütüellerin çeşitliliğine saygı ve duaların çeşitliliği.
e- Milli ve etnik toplulukların yerli kültürlerle kaynaşarak coğrafyanın yoğun etkisiyle milliyetsiz bir toplum bilincinde Dersimlilik kimliğinin oluşması. Antik halklardan ve yakın dönem halkların kültürlerinin karışarak ortak kültür havuzuna dönüşmesi ve giderek cografik kimlik kazanmasının çeşitli tarihsel nedenleri vardır. (Başlı başına bir yazı konusu olan bu nedenleri başka bir yazıda değinmek üzere şimdilik geçiyorum).
Üçüncüsü, Dersim kimliği; Zaza ve Kurmanci kültürlerinin karşılıklı saygıya dayanan ortak yaşam kimliğinin varlığı. Aşiretlerin mesafeli saygısına ve inançlara dayanan bu ortak Dersimlilik kültürü bağımsız bir karaktere dönüşmüştür.
Dördüncüsü; coğrafya, yaşamak ve yaşamı savunarak savaşma diyalektiğidir. Doğal ve kendiliğinden gelişen Dersimlilik kültürü Dersim coğrafyası ortak yaşamın kalesidir ve bu kale savunulmalıdır fikrine dayanmaktadır. Bu özellik Dersimlinin kimliksel ögelerinden biridir. Bu özelliklerin başında bağımsızlaşan yerel kişiliklerin Dersim coğrafyasına kattığı toplumsal Dersimlilik dinamiğidir
Beşincisi; Dersim coğrafyasının mevcut sosyo-ekonomik politikasının temel itkisi Dersimin dağları, ovaları ve nehirleridir. Dersimin bu üç özelliği üç ayrı ekonomik yaşam özelliklerini oluşturmaktadır. Ormancılık, hayvancılık ve tarım.
Bu beş özellik yerleşim birimlerinin oluşmasında sebep olmakta ekonomik alanların üzerinde yerleşim gerçekleşmektedir. Bu açıdan köy yerleşim birimleri yaygın ve merkez köy yerleşim hududunda kentselleşememektedir. Böylece ticaret güzergahı üzerine kurulan kentlerin özellikleri Dersimde yoktur. Kentsel yaşamın ekonomik politik argümanları zayıftır.Ticaret ve sanayii temeline oturmamaktadır. Daha çok kendi yerli kaynaklarına dayanan yerleşim ve yaşam özelliklerini yansıtmaktadır. Kapitalist kentsel rant ve kentsel nimetlerin değiştirici gücü yoktur. Ne Ankara gibi siyasal yerleşim yeridir. Ne Adana, Mersin, izmir, İstanbul vs. gibi kapitalist ekonomik yerleşim yeridir. Ne Elazığ, Erzincan, Malatya, Sivas, Konya, Burdur vs. gibi devlet erkanı ve ordu personelinin yerleşim yeridir. Ne de Mardin, Urfa vs. gibi tarihi kültür miraslarına dayanan yerleşkelerdir. Kendi doğal ekonomik yaşamının yansıması sonucu bağımsız yerleşkelere sahiptir. Bu nedenle tarım, ormancılık, hayvancılık özellikleri sadece doğal yaşam biçiminde kullanılagelmiştir. Adeta Latin Amerika Kızılderililerin kapitalist pazara bağımlı asyatik feodalite modelidir. Ağaca, taşa, kuşa, doğal mekanlara saygı temeline dayanan coğrafyanın doğal varlıklarını hor kullanmayan bir yeterli yaşam kültürünün doğal kaynaklarına dayanmaktadır. Kapitalizmin tahrip edici gücü Dersim’de son 30-40 yıllık süreçte gerçekleşmiştir. Bu nedenlede yerleşkelerde dinamik değişim özelliği yoktur. Örneğin Dersim il ve ilçelerinin 30 veya 40 yıl boyunca diğer çevre illere göre daha az gelişmiştir. Yerleşkelerde iskan alanlarının az gelişmişlik özelliğinin birinci nedeni budur. İkinci nedeni ise, siyasaldır. Diktatörlük erkinin Dersim’i zapt-ı rap altına alınması amacıyla ekonomik sosyal problemlerin çözümü yerine aynı problemlerin derinleştirilmesi ve Dersim halkının göçertilmesi üzerine kurulan politikalardır. Bu politikalar direkt Dersim’e müdahale politikaları üzerinde kurulduğundan ordu, polis, bürokrat aygıtının yerleşimleri üzerinden gerçekleşmektedir. Bu nedenle Dersim kentlerine siyasal müdahaleler sonucu gelişme olmamıştır. Var olan kısmi gelişmelerde devletin kentlerdeki örgütlenme alanlarını göstermektedir. Diğer yandan kalekolların yapılması siyasal müdahalelerin bir yansıması olarak göze batmaktadır. Siyasal müdahalenin Ankara’ya geliştirici etkisi tersinedir. Dersim’i mağduriyet bölgesi haline getirmek, doğal yeterlilik kaynaklarını tüketmek, Dersim’in zenginliklerinin açığa çıkmasını engellemek sömürgeci devlet politikasının açık göstergesidir. Amaç Dersim’in kolonileştirerek plantasyon tarzında sömürülmesini gerçekleştirmektir. Kale kollar ve barajların amacı budur. Dersim Otonomisinin sosyo-ekonomik temeli tarım, hayvancılık ve yeterli oranda doğal yaşam kaynaklarına dayanmaktadır. son 40-50 yıllık süreçte Dersim nüfusunun kentlere ve metropollere zorunluluğu beraberinde göçer ve göçebe bir Dersim nufusu yaratmıştır. Adeta mevcuttaki Dersim nufusunun üç misli kesimi Dersim dışındadır. Çeşitli baskı biçimlerinin sürekliliğinden dolayı kütük kayıtlarını başka illere alan Dersimlilerin küçemsenmeyecek oranda sayısı vardır. Yurt dışına göçen Dersimlilerinde aynı oranda bir nufusa sahiptir. Dersim göçmenleri göçtükleri yerlerde de Dersimlidir. Bu özelliği Dersim halkının tarihinden gelmektedir. Günümüzde göçen/göçertilen Dersimlilerin Dersime ekonomik katkı payı büyüktür. Bu anlamda yurtdışında oluşma eğiliminde olan Dersim diasporası kendiliğinden bir gelişimin kısmı desteği de görülmektedir. Adı konulmamış Dersim diasporası, Dersim derneklerinin çalışması biçiminde sürmektedir. Ancak bir diaspora özelliği göstermemekle birlikte ana eğilimi diaspora eğilimindedir. Yakın gelecekte Dersim diasporası olasıdır. Dersim coğrafyasında kalan Dersimlilerin bir kısmı çiftçi, memur kesimini oluştururken önemli bir kısmı işçi, geçici işçi statüsündedir. Okur yazarlık ve eğitim oranının gelişkin olması meslek erbapları ve meslek aydınlarının gelişmesine neden olmaktadır. Bu durum daha çok elektronik, mikro elektronik sistemlerinin makinaya eklemlenmesiyle teknik alanda çalışan önemli oranda Dersimlilerin gelişkin varlığı dikkat çekicidir. İlk etapta bunların Dersim ekonomisine katkısı küçümsenemez. Bu kesimler baraj, yol, fabrika ve hizmet sektöründe oluşan eğitimli kalifiyeli iş gücüne dayanan Dersimli proterlerdir. Bunlar genellikle iş kollarının Dersim dışındaki kentlerde olması nedeniyle Dersim dışında ikamet etmektedir. (Konuya ilişkin istatistiki veriler yakın bir zamanda tarafımdan okurlara iletilecektir) Bu kesimler henüz Dersim nüfusunda gelişkin ve baskın değildir. Ancak Dersimin geleceğinin temelidirler. Dersim’in kültürel varlıkları, tarihi kültürel varlıklarının tahrip edilmesi ve egemen dinsel baskıların etkisiyle yerli halkın inanç değerlerini koruyamaması tarihsel kültürel varlıkların azalmasına sebep olmuştur. Dersimin çeşitli kültürlerin bir sentezi olarak kaynaşmış homojen kültürü, doğal inanışları, aşiret geleneklerini insana saygı temelinde gelişen tutarlı bir laisizmin yansıtmaktadır. Dersimin laik karakterine sahip olan her Dersimli de Sunni inanç biçiminde gördükleri her türlü baskı biçimine karşı reaksiyon göstemeleri doğaldır. 12 Eylül rejiminin camii seferberliği başlatarak neredeyse her köye camii götürme planları bu nedenle tutmadı. Dersim Aleviliği’nin kendi dışındaki inaç biçimlerine saygısı o inançları ötekileştirmemekte ve kendi içinde tolere etmektedir. Bu nedenle Dersim’de ortak inanış kimliğinde oluşan güçlü inanç birliği ve yaşam alışkanlıkları, kendi yaşadıkları mekanlarada yansımaktadır. Bu mekanlar gerek il ilçe ve gerekse de köy yaşamı olsun doğal yaşam güdüsünden kaynaklanmaktdır. Dersimlilerin bu özelliklerini bilmeden belediyecilik yapmak amacıyla atamayla Dersim’e gönderilen seçilmişlerin temel başarısızlığının sebebi budur.
Dersim’de uygulanan Belediyecilik Nedir? ve Nasıl Olmalıdır?
Türkiye’deki belediyecilik anlayışı olan seçilmişlerin atanmışlar karşısındaki hükümsüzlüğüden kaynaklanan devlet bürokrasisini zorlama ve oradan yerel yönetimlerine kaynak aktarma davranışının yol açtığı memur başkanların itaat gelenegidir. Merkezi otoriteye itaat edilerek hizmet görme mantığı yapılan belediyeciliğin halka dayanmamasına neden olmuştur. Buna rağmen batıda yapılan bu yönlü bir belediyecilikte kısmi bir başarı sözkonusu olsa da Dersimde başarılı olamamıştır. Dersim’in kültürel yapısı ve ahlaksal değerleri yok sayılarak yapılan bir belediyecilik anlayışının zamanla başarısız olduğu anlaşılmıştır (seçilmişlerin Dersim halkından olması bir değişim yaratmıyor.) Dersim’de oluşan devlet politikaları ve erk anlayışı formaliteden oluşan bir anlayıştır. Bu nedenlerden ötürü ;
* Belediye bütçesinin üzerinde denetim sağlayan devlet ve bankaların etkisiyle özerk ve otonom halk belediyeciliği gerçekleşmemektedir.
* Tüm belediyelerin seçilmiş başkanlarının vali karşısında, ilçe belediyelerinin kaymakam karşısında bir hüküm yetkisi bulunmamaktadır.
* Merkezi idare yönetiminden kaynaklanan bu diktatörlük sistemi belediyelerin kendi kaynaklarıyla yaşama ve özerkliklerini yok ederken aynı zamanda belediye üzerinde karar alma ve merkezi politikaları uygulayan seçilmiş memurlar durumuna dönüşmüşlerdir. (Bu durumun tersine geçmişte Fikri Sönmez’in önderlik ettiği Fatsa halk belediyeciliği sistemin dışında cereyan eden bir uygulamaydı. Sistemle birlikte halk belediyeciliği mümkün değildir.)
Dersim Komünalite Belediyeciliği Gerek yerel seçimlerde ve gereksede genel seçilerde tüm partiler ve onların temsilcileri adayların ilk yapması gereken şey doğrudan demokrasi için politik taleplerinde Dersimin orjinalitesini gözönünde bulundurmalarıdır. Bu bakış açısıyla;
1- Genel secimlere ilişkin %10’luk kota barajının kaldırılmasına yönelik propağandaların yapılması.
2- Seçilmişlerin atanmışlar karşısında tam yetkilerle yasasl güvenceye kavuşması.
3- Dersimin ‘kendisine yeterli’ doğal kaynakları üzerinden ekolojik geri-dönüşüm projeleri üzerinden kaynak sağlanması (Bu yönlü çalışmalar bu satırları yazan kişilerin detay projelerinde plan halinde vardır)
4- Tamamıyla Dersim halkının öz gücüne dayanarak halk için üretim ve tüketim kooperatiflerinin kurulması.
5- Dersim halkından seçilmiş Dersim halk denetleme konseyinin oluşturulması ve doğal zenginlik kaynaklarının denetimini kendi yerel insiyatiflerine alması.
6- Turizm ve festival organizasyonlarının Dersim belediyelerinin ortaklıkları üzerinden organize edilmesi.
7- Belediye kamusal alanlarında elektrik su ve gaz tüketiminin bedava olması ve vergi afının sağlanması.
8- Tüm siyasi parti temsilcilerinden, DKÖ ve vakıflardan oluşan belediye meclisleri ve halk temsilcileri meclisinin oluşturulması.
9- Güneş ve rüzgar enerjisinin tüm teknik alt yapısyla bitlikte elektirik üretiminin sağlanması ve bu doğal üretim kaynaklarının belediye ve halk meclislerinin denetiminde olması.
10- HES baraj çalışmalarına son verilmesi ve bitmiş barajlarında %30 kapasiteyle çalıştırılarak sulama barajlarına çevrilmesi.
11- Çöp ve katı atık tesislerinin kurulması ve ekolojik-geridönüşüm enerjilerine çevrilmesi.
12- Elektrik ve su dağıtım şebekelerinin üzerinde halk meclislerinin denetiminde ve ilk iki yıl sonra elektrik ve suyun halka bedeva dağıtılması.
13- Halk kooperatifleri yoluyla et, süt ve un ürünlerinin halka %50 yarı fıatına dağıtımının sağlanması.
14- İlk iki yıl sonrasında ana dilde kaynaklarla tüm okullarda halk kütüphanelerinin açılması.
15- Ögrenci ve ögretmen sendikalarının örgütlenmesinde belediyenin kamusal desteğinin sağlanması ve Dersim Üniversitesi’nin otonom veya özerk üniversiteye dönüşmesi.
16- İş güvenliği ve işci sağlığı için belediyeye ait müfetişlik ve denetleme kurumunun gerçekleştirilmesi.
17- Kadın ve çocuk sağlığına dönük her il ilçe köy mezra ve kömlerde hizmetlerin ulaştırılması.
18- Yaşlılar yurdu vb. kurumların belediyeler ve sağlık ekipleri tarfından denetim altında olması ve kamusal desteğin sunulması
19- Ruhsal ve fiziksel hastalıklarla mücadele için rehabilitasyon merkezlerinin aktifleştirilmesi ve yeni rehabilitasyon merkezlerinin kurulması.
20- Dersim Tarih Kurumu ve vakıflarının oluşturulması.
21- Yabancı maden şirketlerine karşı Dersim’in doğal kaynaklarını savunma ve hukuksal mücadele komitelerinin kurulması. (Rio Tinto Şirketi’nin taşeronluğunu yapan Tunçpınar ŞT, Dêrsim’in Pûlûmür İlçesi’ne bağlı Cevizlidere Köyü bölgesinde 2004 yılında sondaj çalışmaları başlatmıştı. Köylülerin tepkileri üzerine 2007 yılında faaliyetlerini durduran altın arama şirketinin, bu kez Pulur ilçe merkezinde açtığı büroyla Cevizlidere Köyü’nü de çok yüksek fiyatla satın almak için harekete geçtiği biliniyor.)
22- Dersim yerel yönetimlerinin birliğinden oluşan Özel statülü otonom Dersim Konseyi’nin oluşturulması.
23- TBMM ve TC kamuoyunda Dersim otonom yerel idaresinin var olan özel statülü il (terörle mücadele kapsamı ve asayiş statüsünden) kapsamından otonom statüsüne kavuşması için propağandasının yapılması ve bu uğurda irade konulması.
24- Tüm siyasi partiler ve temsilcilerinin örgütlenme ve propaganda serbestliğinin anti faşizm, anti kapitalizm ve anti emperyalizm ilkelerine göre yapılması.
25- Zaza ve Kırmanç kültürlerinin milli kurumsal yapılanmasını ve folklorik araştırma merkezlerinin kurulması.
26- Yeni bir imar ve kentsel planma yasasının oluşturulması.
27- Dersim Otonom Anayası’nın bilimsel çalışmalarla desteklenip yassallaşması için çalışmaların yapılması.
28- Sistem kurucu insiyatiflerinin tek bir merkezde toplanması vs.
Yukarıda maddeler halinde sunduğumuz bu taleplerin tamamı gerçekçi ve bilimseldir. Yüz yıllardır bölgeye mezhepçi, ırkçı, dar görüşlü, yaklaşımların olumlu hiç birşey kazandırmadığı tersine Dersim’in otantik yapısını tahrip ettiği açıktır. Gerek T.C. rejimi altında ve gerekse de olası rejimler altında tek seçenek Dersim Halk Demokrasisi Otonom Bölgesi için otonomiyen ve özerk statüsüye kavuşmasıdır. Otonomi, sistem içindeki bir sistem modeliyle T.C. Devleti ve hükümetlerinin Dersim halkının üzerindeki bir yükü olmasını kaldıracaktır. Artık Dersim halkının yükü kendi öz yükü olacaktır. T.C. Devleti’nin yükünü taşıma zorunluluğu kalmayacaktır. Otonomi, bölgedeki çatışmalardan ve olağanüstü hallerden yorgun düşmüş Dersim halkına ve çevresine rahatlama sağlayacaktır. Bunun örnekleri gerek AB ve gerekse tüm dünyada sınırlar arasında kalan tampon bölgeler statüsünde özel halk yönetim biçimlerinde görülmektedir.
Komünalite Belediyeciliği Nedir?
Komünalite yerel yönetimin doğrudan demokrasi yoluyla söz ve karar hakkının sadece katılımcı halka ait olduğu ve sadece insaniyeti ön planda tutan, din, dil, ırk ayrımı yapmayan, kendi öz gücüne ve kaynaklarına dayanan yerel belediyeciliktir. Bu belediyecilik anlayışında bilimsel kültür ve folklorik halk kültürünü aynı yerellikte birleştiren belediyeciliktir. Ulasal, ırksal, milli kökenlere bakmaksızın insaniyeti ve onun evrensel geleceği için yerel çalışmanın adıdır.
[i] Yazı yerel seçim çalışmalarına alternatifler öneren bir çalışma olarak 28.12.2013 tarihinde Fransa’da Cecile Cansız- Şadi Şadiyan tarafından kaleme alınmış, web sayfamızda yayınlanması için iletilmiş ve medya komisyonu tarafından kısaltılmıştır.
Türkçe’de felaket, „büyük zarar, üzüntü ve sıkıntılara yol açan olay veya durum, yıkım, bela“ anlamına geliyor. Haydar Karataş da Dersim Kongresi’ne çaĝrı olarak sunulan metni felaket olarak görüyor.
Çaĝrı metni bir taslak. Tartışmaya sunulmuş. Bu anlamda Haydar Karataş’ın eleştirmesi çok normal. Bazı Dersim aydınlarının ilgisizliĝi karşısında olumlu bir adım. En azından taraf oluyor. Tartışmaya katılıyor.
Ama neyi eleştirdiĝi tam olarak belli deĝil. Daha sonra yazacaĝını söylüyor. Karşı çıktıĝı noktaları söylemeden „felaket“ haberini de vermiş.
Şimdilik karşı çıktıĝı FDG’nin bazı Kürt ve Sol eĝilimli derneklerle Festival yapması. İyi de eleştirisi haklı veya haksız da olsa adres yanlış.
Ne Meclis-Kongre girişimi FDG’nin örgütsel devamı ne de FDG Meclis’in bir bileşeni. Bu anlamda baştan teknik olarak da yanlış bir eleştiri. Bu ama, sayın Karataş’ın Dersimlilere uzak olduĝu anlamına da geliyor. En azından yanlış bilgilere sahip.
Bana kalırsa farklı eĝilimlerdeki Dersimlilerin ortak eylemlilikler-örgütlenmeler düzenlemeleri doĝrudur. Elbet de birlikte hareket etmenin zemini, sonuçları iyi düşünülmeli, tek taraflı dayatmalara karşı dikkat edilmelidir. Neticede biz aynı toplumun fertleriyiz. Sorunlarımız ortak. Şu veya bu görüşte olabiliriz, temel sorunlarda „milli refleks“ gösterebilmeliyiz. Dahası söz konusu çevreler, dernekler yasal derneklerdir. Avrupa yasalarına göre çalışan kitle örgütleridir. FDG’nin bu çevrelerle ortak zemin bulmaya çalışması çok normaldır. Benim hatırladıĝım kadarıyla önceki yönetim de buna benzer etkinlikler yapmıştı. Şimdi rakip ve rekabet anlayışı ile bu konuda „fırtına“ kopartmaları inandırıcı deĝildir.
Karataş’ın eleştirdiĝi noktalardan birisi de „her türlü şiddete karşı olmak“ anlayışıdır.
Benim Meclis tartışmalarından anladıĝım şu. Dersim yok olma ile yüz yüze. Coĝrafyası, demografisi, kültürü yok olmanın eşiginde, bu anlamda şiddeti, savaşı kaldıracak gücü yok. Küçük bir coĝrafya ve kültür çevresi. Kürtlerin, Türklerin ve hatta Zazaların, Ermenilerin, Alevilerin yüzlerce yıllık problemleri Dersim’de, Dersimlilerle çözülemez. Savaş doĝrudur, yanlıştır tartışmaları yapılabilinir. Ama Dersim’in buna ne zamanı ve ne de gücü var. Taraflara, savaşanlara bu anlamda çaĝrı yapılıyor. Kendi sorunlarınızı, yüzlerce yıllık problemlerinizi Dersim’de çözmeye çalışmayın. Siz problemlerinizi çözmek isterken, bizim toplumumuz bitiyor. Tarihi Dersim, çekirdek Dersim biterse, başka bir yerde kendini yeniden ikame edemez.
Bu çaĝrı her şeyden önce devlet için geçerlidir. Elbet de, aynı ölçüde örgütlere de çaĝrıdır.
Karataş’ın devlete silah çekilirse, devlet bölgeyi boşaltır ve bu uluslararası kuraldır, mealindeki görüşü de yanlıştır.
Birincisi, devletin görevi şiddeti engellemektir. Şiddet bahane edilerek sivil halk cezalandırılamaz.
İkincisi, burda söz konusu olan bireysel şiddet deĝil, uzun yıllara dayanan toplumsal bir anlaşmazlıktır. Türk Sol örgütleri, Kürt örgütleri yaklaşık elli yıldır silahlı mücadele yürütüyorlar. Karşılıklı olarak binlerce insan hayatını kaybetmiş. Onbinlerce insan tutuklanmış, yerleşim yerleri boşaltılmış. Ve bu savaşın bitmesi de mümkün deĝil. Çözüm savaşda deĝil, politik açılımlarla mümkün. Nitekim Kuzey İrlanda’da, İspanya’da, Kampoçya’da, Nepal’de savaşın dışında çözümler bulunmuş.
Bu anlamda devletin yakarım-yıkarım yolu yanlış bir yol…
Meclis-Kongre girişiminin iki tarafa da politik çözüm, barış masasını önermesi, en azından ben böyle anlıyorum, doĝru bir yaklaşım.
Ama „felaket“ den tek dil-tek din- tek millet anlayışının deĝiştirilmesi talebimiz anlaşılıyorsa, onu da tartışabiliriz.
Mevcut statüko haksızdır, meşru deĝildir, dünya konjokturüne de uymuyor.
Deĝiştirilmesini talep etmek demokratik bir haktır.
“Dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan Dersimliler, Dersimlileri yeni bir çatı altında örgütlemek için yola çıkmışlar. Başlangıçta Dersim Meclisini toplama faaliyeti olan çalışmalarını kongre toplama noktasına getirmişler. Bu vesile ile Dersim-i Kurumlarla, yazar ve sanatçılarla görüşüyorlar, fikir alıyorlar. Bu vesile ile beni de ziyaret ettiler. Ziyaretçilerden biri 68 kuşağından İbrahim Kaypakkaya ve Oruçoğlu’ların arkadaşı Baki İşçi.
Baki İşçi, hala on altı yaşında ve hala Ali Haydar Yıldız, Kaypakkaya ve dönemin arkadaşlarıyla Vartinik Mezrasından o dağlara bakar gibi. Ağlıyor ölen arkadaşlarına ama onlardan hep gururla bahsediyor. İyi çok iyi insanlardı, yiğitlerdi, ama ekliyor şartlar, hayat değişti, Dersim yenildi yeniden inşa etmeliyiz, bunun için buradayız diyor.
Diğer ziyaretçi Hasan Dursun’du. Hasan Dursun’u Xal Çelker adıyla Zazaca dilinde yazdığı masal derlemeleri ve öykülerinden tanırdım. Dursun akıllı, meselelere kafa yoran, konuşurken ‘bunları hiç düşünmemiştik’ diyebilecek bir alçak gönüllüğe sahip. İsviçre Dersim Cemaatinden çok sevdiğim Hüseyin Sevinç vardı. Arkadaşım Ergül Dede, Zürich Üniversitesinden Dr. Ali Demir vardı.
Misafirlere akşam yemeği hazırlamıştım. Ergül çok iyi şaraplar getirmişti, mumlar yaktık ve ağlarmış gibi konuştuk. Çünkü hepimizin doğduğu topraklarda acı, gözyaşı, keder sel olmuştu. İnsanlar mutsuz, genç kadınlar çaresiz, çocuklar geleceksiz ve yaşlılar, hele yaşlı anne babalarımız sahipsiz kalmıştı. Bir el, içinde doğup büyüdüğümüz, masalımızın yeşerdiği anıları yıkmıştı. Kültürümüzün var olduğu toprak alt-üst olmuş, bin yılın masal sesi geleneklerimizin bir sonraki kuşağa aktarılması kesintiye uğramıştı.
Bunu yeniden sağlamak istiyorlar. Haksızlar mı, değiller. Tepeden inmeci hiç değiller, başkalarını duymak, fikir almak istiyorlar. İyi de dedim, niyetiniz güzel ama size bir soru sorayım.
Sorun dediler.
“Hepiniz Avrupa’nın bir ülkesinde yaşıyorsunuz. Farz edelim Bavyera ormanında köylüler silahlı bir unsur gördü. Alman devleti ne yapar? O silahlı unsuru etkisiz hale getirinceye kadar, değil o ormanlık alana insanın girmesini koyun ve ineğin girmesine dahi izin vermez. Her ülkede bu böyledir. Uluslar arası hukukun devletlere tanıdığı güvenlik yetkisidir bu.” Anlaşılması için ve doğrudan memleket meselesi ile ilgili olduğu için başka bir örnek verdim.
“Farz edelim Berlin’de iki kalanşnikovlu insan sokağı tutmuş. Çöp kamyonunu yan çevirmiş, biri sokağın bir başında diğeri öte başında caddeyi kontrol ediyor. Ne olur? Devlet bölgeyi aşamalı boşaltır, direniş sürüyorsa bombalar… size bunu neden anlatıyorum biliyor musunuz?”
Dersim dağında silahlı militanlar var ve devletler uluslararası hukukun kendilerine tanıdığı yetki çerçevesinde bölgeyi insansızlaştırma hakkını kendilerinde görüyorlar. Almanya gibi devletler dahi göstereceği bu tutumun daha katmerlisini anti-demokratik olan Türk Devleti hayli hayli yapar. Dağdaki direnişi mazaret kabul eden devlet yurdunuzu yok etti. Orada silahlı unsur oldukça bu yok etmeye devam edebilirler.
Ve bir örnek verdim. Davutoğlu Türkiye dışişleri bakanı iken, 2 Kasım 2013 tarihinde MİT müsteşarı Hakan Fidan ile Ankara’da toplantı halindedir. Ve aşağında meraklılarına linkini vereceğim bu toplantıyı Cemaat gizliden kayıt edip kamuoyuna sızdırdı. Davutoğlu, Suriye’yi işgal etmek istiyordu ancak haklı bir gerekçe arıyordu. MİT müsteşarına soruyordu nasıl olabilir diye. Hakan Fidan:
“O işin en kolay yanı, karşı (yani Suriye tarafı demek istiyor) taraftan iki roket attırırız haklı zemin oluşur…” Sordum, haklı gerekçeden bahsedilen nedir arkadaşlar? Uluslar arası hukuk her ülkenin iç ve dış güvenliğini, sınır güvenliği tehdit altında ise oraya müdahale etme hakkını o devlete vermektedir.
Sizler Dersim insansızlaştırdı diyorsunuz, devlet boşaltı. İyi de hukuk bu. Sosyalist Partiler, topraklarınızda hakim olan siyasi illegal örgütler dahi kendi dernek tüzüğüne uymayan, örgütlerinin programını kabul etmeyen, isyan edenleri örgütlerinden atıyorlar, atmıyorlar mı? Hatta örgütüne başkaldırmış, öldürülmüş nice Dersimli genç var. İşte devletler de aynen bunu yapmaktadırlar… unutmayalım bu dünyanın kanununu zalimler koymaktadır. Dersim dağında silahlı unsurlar var ve Davutoğlu’nun Suriye’ye müdahale etmek için aradığı meşru zemini kendi elinizle devletin silahlı unsurlarına sağlanmaktasınız. Dağdaki o gençler davlarında haklı olabilir, benim bahsini ettiğim bundan öte bir şey.
Ve sıraladım, madem geldiniz ifade edeyim.
1. Kongrenizin çağrı metninde yer alan amaç ve hedefler diye sıraladığınız maddeler devletin kalan Dersim’i boşaltması için bulunmaz kaftan bir nimet. (bunu ikinci yazıda örnekleri ile açıklayacağım)
2. Her türlü şiddete karşıyız diyorsunuz, iyi ama öte taraftan:
a) Dersim dağlarında silahlı faaliyet yürüten, ayrı bir devlet kurmak isteyen örgütlere Avrupa’da lojistik destek toplayan yan kuruluşlarla ortak Dersim Festivali yaptınız. Festivalden elde edilen geliri de bunlarla paylaştınız ve ilan ettiniz. Dersimlileri davet ediyorsunuz, benden aldığınız parayla şehitlik yapıyorsunuz, o olmasa silah alınacak. Dersim değerlerini koruyalım diyorsunuz. Avrupa’da yaşıyorsunuz, Berlin, Paris, Londra’da bu devletlere karşı savaşan silahlı militanlar için şehitlik açabilir mi? Paris’i bombalayan İslamcı Militanlara kalkıp şehitlik açılsa ne olur? Yer yerinden oynar. Bizi kandırdılar diyebilirsiniz, ortada kandırma yok. Ortak festivaller, faaliyetler yaparsanız, ortağınız kendi payına düşen parayı amacı için kullanma hakkına sahiptir. Ve Davutoğlu’nun Suriye için aradığı haklı zemin oluşur. Bu dünya kurtla kuzu misalidir.
Ve b) Her türlü şiddet diye bir kavram yoktur, Avrupa’da yaşıyorsunuz, sokakta polis dışında hiç kimse size kimlik soramaz, devletin kolluk kuvveti dışında kimse silah taşıyamaz. Yol kesemez, kimlik soramaz, vergi toplayamaz. Bunu yapan olursa değil Türkiye’nin müdahalesi dış devletlerin dahi müdahele hakkı çıkabilir. Suriye’de olduğu gibi. Devlete güvenliği sağla, biz sana yetki verdik derler. İyi de devlet şiddeti ne olacak diyeceksiniz. Devleti kontrol edilebilir hale getirmek lazım, bunun yolu sözdür, demokratik yollardır, devlet şiddetinin orantılı olması, yersiz kullanıldığında hesap verilir olması dünyanın her yerinde tartışma konusudur. Bunun için mücadele edilir, ancak bu mücadele onun şiddetini meşrulaştırmak için olmamalıdır. Şiddete başvuran, bir canavar olan ve gücünü ispatlamak için fırsat kollayan devlete meşruluk zemini sunar. Yurtlar boşalır, insanlık tarumar olur. Eline silah alan, MİT müsteşarının sınırın diğer yakasından iki roket attırırız rolünü almış olur. Dersimliler devletle baş eder, Ovacık belediyesinin toplumda uyandırdığı sempati büyük bir çıkış olmalıdır…
Öyle ise, Dersim örgütlemelerinde bunu açıklıkla söylemelisiniz. Gerekirse bedel ödemelisiniz, onlara haklı olabilirsiniz, düşüncelerinizin bir amacı olabilir ancak Dersim’de devlet baskısı, köylerin boşaltılmasının nedeni dağdaki silahlı unsurdur, diyerek söze başlamalısınız. Siz olduğunuz sürece biz yurdumuzu kuramayız, demelisiniz. Bunu derseniz ortak festivalleriniz biter, demiyorsunuz, aksine onlarla aynı fikri savunduğunuzu sizin programınızdan örnekler vererek anlatmak isterim.
Ve c) en önemlisi, kogrenizin bildirgesi şiddeti Dersim’de kalıcılaştırmaktadır. Proğmanızın PKK ve bölgede faaliyet yürüten sol illegal örgütlerin proğramlarından daha katı ve daha tehlikeli. Unutulmamalıdır, Türkiye Cumhureyiti uluslar arası anlaşmalar çerçevesinde kurulmuş, sınırları kabul edilmiş bir devlettir. Siz şiddete karşıyız diyorsunuz, ama devleti tanımayız, devlet Dersim’de faaliyet yürütemez demektesiniz. Bu nasıl olabilir, nasıl denebilir. Ben Zürih Yüksek Mahkemesinde çalışırım, mahkemenin yargı dosyalarını çeviririm. Sizin programınız bir savcıya gelse kongrenizin üyeleri bölücülükten, devlet hukukunu tanımadığı için haklarında dava açılabilir. Böylesine bilinmez bir iş yapmaktasınız. Hayat inşasını bir bağımsızlık bildirgesi olarak yazarsanız siyasi partilerin yapması gereken rolü almış olursunuz ki, bu sakıncalıdır.
Neden öyle olduğunu, tek tek maddelerin ne anlama geldiğini açıklamaya çalıştım.
Ancak şimdi Pazar kahvaltısına gideceğim. Bu tartışmaya katılmak isteyen arkadaşlar sorularını, fikirlerini mail adresime gönderebilirler. Makalenin altına ekleyeceğim. Görülen o ki, bir Dersim kongresi toplanacak bir programı olacak, işte bu yanlışa not düşmeliyiz, kendi gerçek adınızla, nasıl bir Dersim istiyorsunuz, ne olmalı, bir iki cümle ila ifade edin? Bu benim Dersim tartışmalarına dair söyleyeceğim son sözdür.
Eğer, gelen bu iyi insanlar Dersim Kongresi’nin çağrı taslağı için, ‘ biz yeni illegal bir örgüt kuruyoruz’ şeklinde olsaydı, elbette diyecek şey olmazdı. Siyasi oluşumlar, davaları için kim ne olmuş, insan mı ölmüş pek önemli değil. Aksine dava için ölen büyük bir propaganda malzemesi, köyler mi boşaltılmış o da propaganda, acı ekilecek ki insan dağa çıksın. Acı olacak ki militan mutlu, huzur içinde ölebilsin. Ancak burada sivil, meşru ve yasadışı iş yapmayacağını beyan eden bir oluşumdan bahsediyoruz. Öyle denmekte ama içerik topraklarımızda yeni bir kavga döğüşü önermektedir. Bu, hem o topraklara ve hem de iyi bir iş yapmak isteyen bu insanların acısına acı ekler… Bir yazar olarak bunları söylemek zorundayım, hani laf aramızda bu meselelere çekildikçe dışlanmakta ve her geçen gün daha bir yalnızlaşmaktayım. Belki de her romancı, köyünü kendi hayal dünyasında kurmalıdır, doğrusu o ya…
Ve Bir Not: Bu eleştirileri okuyup hayal kırıklığına uğramayın, olur, önemli olan ne yaptığımızı bilmek. Kafa yormak, bir gelecek hazırlamaktır. Hiç bir şey değişmez değil, hele tabu hiç değil, bu işler yap boz misalidir. Olmamış denir yeni metinler yazılır. Gördüğüm bu üç ziyaretçi bunu yapacak niyette ve cesaretteler.
İletişim: karatas.h20@gmail.com
Not: Davutoğlu ve MİT Müsteşarına ait kayıt: https://www.youtube.com/watch?v=crqZhK0BFSc
Milattan Önce altı bin yıllarında yaşamış olan Luvilere MA halkı denirdi. Bu halkın inancı IŞIK, NUR’du. Bu ışık inancı zamanla İran’dan, Dersim’den İtalya’ya, Akdeniz çevresine kadar değişik kavimlerin arasında çok geniş bölgeye yayıldı. Osmanlının ilk dönemlerinde ise Kızılbaşlara ışık taifesi deniliyordu.
Luviler döneminden kalma nur veya güneş kültü Dersim İnancı’nda hala yaşıyor ve MA kelimesi güncel hayatta sık sık kullanılıyor. Osmanlı döneminde beş asır boyunca atalarımız dağlık Dersim’deki ‘otonom-özerk’ yapısını korumak için “Zonê MA, İtıqatê MA, Tarıxê MA, Kulturê MA, Mıllete MA, Hometa MA, Hardê MA, Welatê MA,” diyerek direndi. MA, MARAO gibi kelimelere sarılarak varlığını, yarı özerk yapısını beş yüzyıl korudu. Bundan dolayı Dersim’de MA ve MARAO kelimeleri çok anlamlı ve önemli bir yere sahiptir.
Dersim, Osmanlı’nın askeri saldırılarına karşı aşiret sistemine dayanan doğal önderlikler sayesinde savunma yapmış ve kendi kendini beş asır yönetmişti. Özgür dağlık Dersim’in beş asırlık özerk döneminde sürekli ve düzenli yürütülen cem ve cemaatlerle atalarımız Dersim tarihi, itikat ve kültürünü SÖZLÜ olarak gelecek nesillere aktarıyordu. Lisanımız yaygınca kullanılıyor, Dersim’in çocukları ana lisanıyla konuşarak ve kültürünü öğrenerek büyüyordu. Bu otonom yapı ve kültürel mirasın sonraki nesillere aktarımı Cumhuriyet devrinin ilk yıllarına kadar devam etti.
1938 yılında Dersim zaptı rap altına alındı. Yakıldı yıkıldı. Toplu katliamlardan sonra bir yarısı sürüldü. Dersim’e yol gösteren doğal önderlikler yok edildi. Dersim’in otonom yapısı bu tarihte kesintiye uğradı. Kırmancki-Zazaki dilinden ve kültüründen kopuş bu acı yenilgiyle başladı.
1938’de sürgün edilen Dersimliler on yıl sonra tekrar geriye döndüler. Uzun yılların özlemi ve hasretiyle tekrar anavatana kavuşan sürgünlerin çoğu; “Hardo Dewres’e, Hardê Ma diyerek yerlere kapanıp kutsal topraklarını öptüler.
1950-65 arasında Dersim’de nispeten sakin bir dönem vardı. Geri dönüşün oluşturduğu güçle Dersim tekrar yaralarını sarmaya başladı. Bu dönemde Dersim’de nüfus da artıyordu. Ama baskılar da devam ediyordu. Bu baskılar nedeniyle Dersimliler kendi tarihi, lisanı ve kültürüyle ilgilenmiyor veya ilgilenemiyordu.
Atalarımız 1940’lardan önce kuş uçmaz kervan geçmez dağlık bölgelerde bulunan içe kapalı köylerde kendi diliyle konuşuyor; itikatını cem cemaatla bil fiil yaşıyordu. Bu cemlerde tarih ve kültürünü sözlü anlatımlarla yeni nesillere aktarıyordu. Oysa Cumhuriyet döneminde Alevi dergahları yasaklandı. Bu yasaklara rağmen bazı itikat önderleri görevlerini gizlice yapmaya çalışıyordu. Ama halkımızın çoğunluğu Alevi olduğunu bile gizliyordu. Bu döneminin en zayıf tarafı aşırı baskılar ve yasaklar nedeniyle cemlerimiz-dinsel törenlerimiz çok azalmıştı. Ana dilimizle sokaklarda konuşulmuyordu. Cemlerle devam eden sözlü kültürel ve tarihsel aktarımlar da durmuştu. Tarih ve kültürel mirasımızı yeni kuşaklara anlatan, aktaran ‘gizli veya açık’ YAZILI kaynaklar da bulunmuyordu. Bu dönemde Dersimlilerin yayınladığı bir dergi, bir gazete bile yoktu.
Artık atalarımız “Zonê-MA, Welatê-Ma” diyerek kendi kültürünü yeni nesillere ‘ana lisanıyla’ aktarmıyor veya aktaramıyordu. Hem aşırı baskıdan, hem de aydınların da ve aydınlanmanın da olmadığından (Dersimlilik bilinci kesintiye uğradığından) Dersim’in geleceğini düşünenler yok gibiydi.
Dersim tarihini düşünen ve merak eden belki sayısı bir elin parmakları kadar olan Dersimliler ise ilk başlarda Dersim tarihini askeri raporlardan, asker kökenli yazarlardan, yani Dersim karşıtlarının yazdıklarından öğrenmeye çalışıyordu. Baytar Nuri gibilerinin elimize geçen yazılı çalışmaları ise çarpıtmalarla, palavralarla doluydu. Baytar Nuri Suriye’ye gidince kendi halkına ve kültürüne yabancılaşmıştı veya yabancılaştırılmıştı.
TERTELEYİ UNUTMA VE YABANCILAŞMA DÖNEMİ
Çocuklarına zarar gelmesin diye atalarımız, 38’de yaşanan en ağır acıları hiç yaşanmamış, kırım olmamış gibi davranıyordu. 1940’lardan sonra yeni nesillere TERTELE’den hiç bahsedilmiyordu. TERTELE’yi yaşamış olan büyüklerimiz çocuklarına, “Gidin Türk okullarında okuyun adam olun”, diyorlardı.
Dersim gençleri bu dönemde okumaya yöneldi. 1960-80 yıllarında Dersimliler arasında tahsili, diplomalı bir kuşak yetişti. Elbette ki pozitif ve toplumsal bilimleri (psikoloji, sosyoloji, antrapoloji) öğrenmek çok önemliydi. Bilimsel formata sahip olan bu yeni kuşak Dersim’e 5 asır saldırılar yapan Osmanlı tarihini, kültürünü de öğrenmişti. Her ne hikmetse bu tahsilli kuşak kendi tarihini ve kültürünü bilmiyordu. Dersim’in 60, 70, 80 kuşakları kendi tarihi, kendi itiqatı ve kültürü hakkında bilgi sahibi olamadı. Irkçı ve tekçi devlet bilinçli olarak bunu engelledi. Atalarımız da yeni nesillere tarih ve kültürünü yazılı ve sözlü yollardan anlatmadı. Kültürel mirası, tarihimizi genç nesillere anlatacak bir teşkilatı veya eğitimli güçleri de yoktu. Devlet okullarında yetişen tahsilli gençlerin çoğu bu dönemde ana lisanını bile unuttular.
Tertele sonrasında doğup büyüyen aydın genç neslin bir kısmı 1938’de Dersim’in yakılıp yıkıldığını, kırımlar yapıldığını, Dersimlilerin bir yarısının sürgüne gönderildiğini bazı kamillerimizden gizli gizli öğreniyordu. Bu TERTELEYİ, vahşeti, bu faciayı duyan yeni aydın kuşağın çoğunluğu ta çocukluğundan beri anti-militer duygular içinde büyüdü. Bu anti-militer duygular yeni nesillerin düşünsel dünyalarını aşırı etkiledi.
1965’lerde tüm dünya ve Türkiye’de çok güçlü esen sosyalist fırtına, sosyalist hareketler, anti militer duygularla büyüyen bu tahsilli Dersimli gençlerin arasında kolayca ve fazlaca taraftar buldu. Gençlerimiz çağın ruhuna göre güçlü esen sosyalist fırtınaya kapılarak dünya devrimcilerinin yolunu takip ettiler. Dersim’e yabancılaşan bu yeni nesil kendi kültürünü ve itikat önderlerini küçümsüyordu. Bu tavırlarıyla itiqat önderlerinin çalışmalarına, Dersim kültürünün gelişmesine zarar verdiler.
Sosyalist hareketlerin en ön saflarında yer alan 60, 70, 80 kuşağından olan biz Dersimli gençler 100 yıl, 200 yıl sonra dünyanın nereye evrileceğini tartışıyorduk ama her ne hikmetse Dersim’in sorunlarını unuttuk…
Kendi evimizdeki yangını, 38-TERTELESİNİ unuttuk…
38’de arşa yükselen çığlıkları unuttuk.
Halkımızı her yönüyle ihmal ettik…
Atalarımızın sık sık kullandığı MA ve MARAO kelimelerini unuttuk.
Anadilin anlam ve önemini unuttuk…
Maalesef kültürümüze ve halkımıza ters düştük… Yabancılaştık…
Dersim’de güçlü bir ekonomik yapının olmayışının üstüne bu yabancılaşma da eklenince tarihimiz, itikatımız, ana lisanımız, kültürümüz giderek zayıflıyor, yok oluyordu.
İşte Dersim’de bu TEHLİKELİ GİDİŞİN farkına varan BİZ DERSİMLİLER; ÖZÜMÜZÜ DARA çekerek diyoruz ki; bizler dünyanın tüm sorunlarını çözmek için tam 40 yıldır en ön saflarda yer aldık. CAN VERDİK, KAN KAYBETTİK. Ama Dersim’e yeterince sahip çıkamadık.
Çin’de ve Küba’da dört beş yıl içinde devrim başarıya ulaşmıştı; Türkiye’de 40,50 yıldır niçin başarı sağlanmıyor? Başarıya ulaşan ülkeler şu anda ne durumdadır? Biz başkalarına üst perdeden akıl verme niyetinde değiliz. Bizim önerimiz bu çok önemli soruları artık her devrimci hareket kendi içinde tartışmalı ve bu 40-50 yıllın bilimsel metotlarla muhasebesini yapmalıdır.
Zararın neresinden dönülse kardır denilir. Artık gelin hep birlikte özümüze dönelim diyoruz. Gelin atalarımız gibi “Zonê MA, İtıqatê MA, Tarıxê MA, Kulturê MA, Mılletê MA, Hometa Ma, Hardê MA, Welatê MA” diyerek bu güzel değerlerimizi yaşatma yöntemlerini araştıralım. Hep birlikte sorunlarımıza çözümler arayalım. Çünkü her halk kendi sorunlarını çözerse tüm DÜNYA güzelleşir.
DERSİM’DE SON YILLARDA NELER OLUYOR?
1938’de halkımıza büyük acılar yaşatanların torunları bu gün sinsice Dersim’i yok etmeye çalışıyorlar:
- 1994’te köylerimiz, evlerimiz yıkıldı ve halkımız sürgün edildi.
- Ormanlarımız yakılıyor, korku ve baskılarla insanlar göçe zorlanıyor.
- Yapılan barajlarla Dersim’in bir bölümü sular altına gömülüyor.
- Dersim’de ekolojik tahribat devam ediyor.
- Dışardan Dersim’e insan taşınarak; Dersimliler azınlığa düşürülmek isteniyor.
- Asimilasyon çalışmaları sistematik olarak uygulanıyor.
- Son 40-50 yıldır DERSİM şiddet ve savaş sarmalında boğulup yok edilmek isteniyor.
EĞER bu şiddet, baskı ve korku ortamına son verilmezse; eğer bu göçlere engel olunamazsa; Dersim 20-30 yıl içinde BİTECEK. Dersim YOK olacak… Dersim yok olacak söylemi yüreğimizi kor gibi yakan çok acı bir söylemdir! Ama aynı zamanda bir GERÇEKTİR. Bazı Dersimli kurumlar ve kişiler hala bu acı gerçeğin, bu büyük TEHLİKENİN, bu yok oluşun farkında bile değiller. Farkına varanlar ise güçlerini birleştiremiyorlar…
Evet, Dersim’in Tertele ve özerklik gibi çok ağır sorunları vardır. Bunlar uzun dönemde çözülebilir. Ama ‘öze dönüşcülere’ göre şu anda Dersim’in en önemli sorunu göçlerin sürekli devam etmesi ve Dersim’de nüfusun sürekli azalmasıdır.
ÖZE DÖNEN DERSİMLİLER NELER YAPTILAR?
Dersim’de uygulanan bu sinsi planların ve bu tehlikeli gidişin farkına varan Dersimliler, 1985’lerden itibaren aralarında toplantılar tertip ederek Dersim’in ağır ve acil sorunlarına çözümler aramaya, Dersim’e sahip çıkmaya başladılar.
- Sayıca çok az olan bu insanların dayanışmasıyla ilk başlarda bazı dergiler, gazeteler çıkarıldı.
- Lisanımızın “alfabesi” ve gramatik kuralları yazıldı.
- Ana dilimizdeki kelimeler derlenerek çok büyük lügatler-sözlükler yayınlandı.
- Dersim tarihini, itikatını, kültürünü, Terteleyi anlatan bir çok kitap yazıldı. Bu kitapların bazıları yabancı dillere çevrildi.
- Yayınlanan kitaplar ve dergilerde Dersim’in tarihini çarpıtan tüm inkarcılara cevaplar verildi.
- Öze dönenlerin çoğalmasıyla Avrupa’da bazı bölgelerde Dersim dernekleri kuruldu. Ve bu dernekler birleşerek FDG (Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu) kuruldu.
- Toplantılar ve uzun tartışmalar sonucunda 4 Mayıs TERTELEYİ anma günü olarak belirlendi.
- Acılarımızı dillendiren filmler yapıldı.
- Reisicumhur Abdullah Gül’ün Dersim’i ziyaret ettiği 2009’un 5 Kasım günü TERTELE üzerine dağıtılan bildiriyle 1938 ‘faciası’ soykırımı ilk defa Merkez medyanın gündemine oturdu.
- Dersim ‘38 Sözlü Tarih Projesi ile alan çalışmaları yapıldı ve 38 TERTELES,’ni yaşayan şahitlerin anlatımları CD’lere kaydedildi.
Bu çalışmaların çoğu ilk başlarda diasporada yapıldı. Örneğin FDG de bir diaspora örgütüdür…
Biraz geç de olsa Türkiye’nin büyük şehirlerindeki bazı dernekler de Dersim’in sorunlarına eğilmeye başladılar. Ayrıca ana vatan Dersim’de de kitle ve meslek örgütlerimiz bulunuyor…
DERSİMLİLER NELER YAPABİLİR?
1985’lerden beri oluşan güçbirliğinin ve kültürel alandaki bu başarıların hepsi olumlu ve yararlı gelişmelerdir. Şimdi sıra Dersim’de, Türkiye’de ve diasporadaki tüm bu olumlu gelişmelerin örgütlenmesine, bir çatı altında birleştirilmesine geldi. Dersimliler artık tüm Dersimli güçlerin birleşeceği yeni ÖRGÜTLENME aşamasına geçmek zorundadır. Ana vatan ve dünyadaki tüm Dersimlileri bir çatı altında birleştirmek; DÜNYA çapında BİRLİK VE DAYANIŞMAYI oluşturmak zorundayız. ÖZE DÖNÜŞCÜLERİN bu güne kadar yaptıkları işler tüm güçlerini birleştirdiği zaman gelecekte elbirliğiyle neler yapacağının da göstergesi ve teminatı olacaktır. İlk adım birliğin sağlanması ve tüm güçlerin büyük ortak amaç için seferber edilmesidir.
İşte DM (Dersim Meclisi) ülke ve dünyada Dersim Davası’na sahip çıkan tüm demokrat, illerici, yurtsever ve sol kesimiden Dersimliler arasında BİRLİK VE DAYANIŞMAYI sağlamak için yola çıktı.
DM diyor ki, artık birinci görevimiz de, ikici görevimiz de; üçüncü görevimizde Dersim halkının sorunlarıdır.
Atalarımız: “Zonê MA, İtıqatê MA, Tarixê MA, Kulturê MA, Millete MA, Hometa Ma, Hardê MA, Welatê MA” diyerek 5 asır direndi demiştim. Kırdaşlarımızı da kapsayan MA ve MARAO kelimeleri asırlardan beri Dersim’in gizemidir, sırrıdır, birliğimizin parolasıdır.
Dersim Meclisi “KONGRE ÖRGÜTLENME KOMİSYONU” Kasım 2018’de MA ve MARAO diyen her Dersimlinin katılacağı bir DERSİM KONGRESİ organize ediyor… Bu KONGRE Dersim tarihinde İLK DERSİM KONGRESİ olması nedeniyle çok değerli ve önemlidir…
Yurt içi ve yurt dışındaki tüm Dersim’i kurumların Dersim Davası’nı, tarihini, lisanını, itiqat ve kültürünü savunan tüm derneklerin, sendikaların, işçi ve işveren örgütlerinin, Barolar Birliği’nin, uzmanların, aydınların, sanatkarların, gençlerin, belediye temsilcilerinin, muhtarların, itikat önderlerinin, cemevleri temsilcilerinin ve Dersim halk önderlerinin sözle değil, özüyle bu kongreye katılması çok önemlidir. Dersim Meclisi, asgari müşterekler etrafında kenetlenen her kesimin katılmasını ilke edindiği bu büyük kongrenin demokratik ve barışçı birliğini sağlamak istiyor.
İki gün sürecek olan DERSİM KONGRESİ’NDE Dersim’in tüm sorunları masaya yatırılacak ve uzmanlar tarafından çözümler üretilecektir.
BU DERSİM KONGRESİ ile Dersimlilerin birliği, ortak aklının oluşması, Dersim Fikriyatı’nın daha da güçleneceğine inanıyoruz.
Biliyoruz ki, MA ve MARAO diyen Dersimliler için ikinci bir Dersim yoktur. Bu nedenlerden dolayı ısrarla Dersim’e sahip çıkmak, bu güzel tabiatı korumak zorundayız. Çünkü Dersim yok olursa Dersim Halkı vatansız göçmenler durumuna düşer.
İnanın ki vatansız kalmak dünyanın en büyük acılarındandır. Vatansız kalan GÖÇMEN HALKLARIN ne zulümler, ne çileler, ne acılar çektiklerini TV’lerden seyrediyoruz, gözlerimizle görüyoruz. Eğer Dersim halkı vatansız kalan halkların feci durumuna düşmek istemiyorsa; Dersim’e ve DERSİM KONGRESİNE sahip çıkmalıdır.
İnanın ki; aleyhimizde yapılan tüm sinsi planlar ancak tüm halkımızın, tüm aydınlarımızın birlikte sabırlı çalışmalarıyla engellenebilir…
Her çağın bir ruhu, bir trendi vardır. Çağımızın ruhu çoğulcu demokrasi ve seküler sistemdir. Dersimliler; çağın ruhuna, evrensel insan haklarına uygun olarak çoğulcu demokratik bir sistem içinde yaşamak istiyorlar.
Bu istem gayet doğal ve haklı bir istemdir. Haklı bir taleptir.
İnanın ki, her başarı önce beyinlerdeki hayallerle başlar.
İkna olan beyinlerin dünyada çözemeyeceği bir sorun yoktur.
Bazıları diyebilir ki hayaller kuruyorsunuz.
Hayel kuramayanlar, hayalleri için mücadele vermeden teslim olan umutsuzlar, zaten davayı baştan kaybederler. Oysa mücadele edenlerin en azından davayı kazanma olasılığı vardır.
Evet, bizler hayaller kuranlardan ve bu hayalleri uğruna mücadele edenlerden yanayız.
Çünkü; ata yurdumuza sahip çıkmak istiyoruz.
Çünkü; çocuklarımızı “CİHADÇI” yobazlardan korumak istiyoruz.
Çünkü; çocuklarımıza yaşanacak güzel bir Dersim bırakmak istiyoruz.
Çünkü; ileride vicdan azabı çekmemek için görevlerimizi ifa etmek istiyoruz.
Son olarak atalarımızın bazı vecizelerini hatırlatmak istiyorum:
“Her theyr zonê xode waneno
Her vas koka xo ser roeno
Kam ke aslê xo inkar keno
Toz erceno rêça xo, sono.”
(Sey Qaji)
- Kemere caê xode gırana.
- Xo bızane ke şar to bızano.
Öyleyse önce kendi aramızda safları sıklaştırmamız ve birliğimizi kuvvetlendirip güçlendirmemiz lazım.
Bir olalım, iri ve diri olalım ki dertlerimize derman olalım.
Halk TV’de Uğur Dündar’ın yönetiminde yayınlanan 1 Aralık 2017 tarihli Halk Arenası Didim proğramına Ümit Kocasakal, Metin Uca ve Haluk Pekşen konuk olarak katılmışlar. İstanbul Barosu eski başkanı Ümit Kocasakal, programın son bölümünde Atatürk ve Atatürkçülüğü överken, “Türk Devrimi ve İstikbali’nin düşmanları olan Saidi Nursi, Şıh Sait, Mustafa Sabri ve Seyit Rızalar ile Atatürk yan yana olamazlar. Atatürk’ün olduğu yerde bu vatan hainleri olmaz, bu vatan hainlerinin olduğu yerde Atatürk olmaz” demiştir.
Ümit Kocasakal Seyid Rıza ve diğer şahsiyetleri “vatan haini” ilan ederken çok bilmişlik taslayan Uğur Dündar da “bravo” diyerek alkışlamış, izleyicilere de alkışlatmıştır.
CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu öncülüğünde yapılmış olan “Adalet Yürüyüşü”nü dahi “ülkenin bölünmez bütünlüğüyle sorunu olanlarla yürümem“ diye eleştirip desteklemeyen ırkçı Ümit Kocasakal’a, 74 yaşında olan Seyid Rıza’nın yaşı küçültülerek, 16 yaşında olan oğlu Resık Usên’in ise yaşı büyütülerek Dersim ileri gelenlerinden Usenê Seydi, Fındıq Ağa (Qemer oğlu Fındık), Ali Ağa (Aliyê Mirzaliyê Sıli), Hesen Ağa ve Hesenê İvraimê Qıji ile birlikte bir Pazar akşamı araba farları eşliğinde kendilerini savunma imkanı dahi tanınmadan yargılanıp infaz edildiklerinde kendilerine uygulanan adaleti(!) hatırlatmak istiyoruz.
Ümit Kocasakal ve benzeri ulusalcı, ırkçı ve şovenistlerin faşizan tutumlarına ‘‘bravo‘‘ diyerek alkış tutan Uğur Dündar’a, Dersim’de Atatürk’ün emriyle devletin 1937-38’de uyguladığı vahşet sonucu savunmasız onbinlerce Dersimlinin kadın, çocuk, yaşlı ayırım yapmaksızın katledildiğini, onbinlercesinin de batı illerine sürgün edildiğini; binlerce erkek ve kız çucuğun da subay ve Türk ailelerine zorla evlatlık verildiğini hatırlatıp ne denli adaletli(!) olduklarını hatırlatmak istiyoruz.
Mesele “Milli Misaki veya Türk-İslam Sentezi” olunca her şeyi mübah gören, kendi belgeleriyle ıspatlanan soykırım ve katliamların dahi inkarına giden, üç maymunları oynayan vicdan yoksunu zihniyetler ile adalet sağlanamaz.
Tırpanın ucunda mahkemesini kuran, kararını veren adalet adil olamaz. Terazisi güçlüye göre şekil alır.
Fakat unutulmamalıdır ki “Adalet bir gün herkese lazım olur”.
06.12.2017
Dersim Meclisi – Avrupa
FDG – Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu