’38 Soykırımı belgeleri her şeyi çok aleni bir şekilde ortaya koymaktadır. Kendisi de ırkçı ve faşist biri olan Perinçek’in deyimiyle “ırkçı” ve “faşist” bir “diktatörlük” olan “Kemalizm”i ve devleti aklama çabaları nafiledir.
Hele ki bunu Sey Rıza üzerinden yapması!
Sey Rıza sizin ‘yalanlarınız, hileleriniz ile baş edememiş olsa da sizin önünüzde diz çökmemiştir’. Bu asaletli duruşuyla Dersimlilerin gönlünde taht kurmuştur.
Tarih siz gibi eli kanlıları dize getirecektir.
(1) 1938’de başbakan olarak tayin edilen Celal Bayar’ın anlattımından.
Aydınlık Gazetesi İnsanlığa karşı suç işliyor…
Bilindiği üzere biz Dersimliler, her yıl Tunceli Tenkil Harekatına Dair Bakanlar Kurulu Kararı‘nın tarihi olan 4 Mayıs 1937 ile Dersim ileri gelenlerinden Seyd Rıza ve oğlu Seyd Usen, Hesenê İbrahimê Qıci, Hesenê Cıvrail Ağaê Arekiye, Aliê Mırzê Sılê Hemi, Fındıq Ağa, Usenê Seydi’nin idam edildikleri 15 Kasım 1937 günleri geleneksel olarak anmalar yaparız. Mağdur yakınları olarak toplu katliam yerleri ile toplu mezar yerlerinde, yurt çapında ve yurtdışında belli mekanlarda toplanıp soykırımı unutmadığımızı dile getiririz.
Dersim soykırımı, özellikle yakın tarihimizde gündem olmaya başladı. Konu TBMM gündemini de bir süre meşgul etti. 2011 Kasımı’nda Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın Dersim’de bir katliam yapıldığını ifade eden konuşması, bir süre politik tartışmaların odağında kaldı. Bu süreçte Dersim konusu süreli ve süresiz yayınlarda işlendi, medyada tartışıldı, programlar yapıldı, belgeseller çekildi, protestolar ve yürüyüşler yapıldı. Gerek operasyonun amacı gerek yöntemi, Türk siyasetçilerinin, askeri yetkililerinin, harekata katılan subayların anılarında yazdıklarında, hem kendileriyle yapılan röportajlardaki itiraflarında, hem de resmi raporlarda açıklandı. Birinci ağızlardan yapılan itiraflarla artık sır olmaktan çıktı, herkesçe bilinen bir sır oldu. Konuyla ilgili olumlu gelişmeler olsa da, siyasal çevreler başta olmak üzere bir çok kişi ve kurum tarafından Dersim meselesi istismar da edildi.
Devletin, resmi belgelerle on binlerce Dersimliyi katlettiğini, bir o kadarını sürgün ettiğini, kız çocukları zorla subaylara “evlatlık”/köle olarak verdiğini, erkek çocukları yetiştirme yurtlarına yerleştirdiğini itiraf etmişti. “Kurşun masrafı olmasın diye” çocukların bile nasıl vahşice katledildikleri hafızalarda hala duruyorken, yine bu yıl Dersim’de yapılan geleneksel anma ile ilgili, Aydınlık gazetesi 17.11.2017 günkü sayısında konuyu manşetine taşıdı. Gazete, bu manşetle biz Dersimlilerin manevi değerlerine hakaret ettiği gibi, aynı zamanda insanlığa karşı suç da işledi. Anlaşılan o ki Aydınlık Çevresi insanlığa karşı kin ve nefret suçu işlemekle yetinmiyor, Ulusal Kanal’da açık oturum ve tartışmalarda görevlendirdiği sözcüleri üzerinden provokatörlüğe devam ediyor.
Aydınlık çevresi/Perinçek geleneği bu açıklamalarıyla bu suçların faili olduğunu da böylece üstlenmiş oldu. Bu zihniyet, mağdurların yakınları olarak bize “bu suçu seksen yıl önce işledim, bu gün de bu suçu işlerim” demekte, yetmedi anmalara katılan kişileri de hedef göstererek tehdit etmektedir. Mağdur yakınları olarak bu faşist zihniyeti şiddetle kınıyoruz. Aydınlık Gazetesi ve Ulusal Kanalı Dersimlilerden derhal özür dilemeye çağırıyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Dersim soykırımıyla artık yüzleşmelidir. Yaşatılan ağır travmanın izlerini silmek için gereğini yapmalıdır. Acılarımız üzerine istismar yapan, hakaret eden, tehdit eden kişi ve kurumlar hakkında da yasal işlem yapmalıdır.
Kamuoyunu da, nerede yaşanırsa yaşansın, insanlık dışı her suça karşı duyarlı olmaya davet ediyoruz.
24.11.2017
Dersim Meclisi Türkiye-Avrupa Koordinasyonu
Cumhuriyet hükümetinin 1937 yılında Elazığ’da kurduğu İstiklal Mahkemesi’nde İhsan Sabri Çağlayangil’in anlatımına göre 72 Dersimli yargılandı. Bunlardan; Sey Rıza, Usenê Seydi, Fındıq Ağa (Qemer oğlu Fındık), Ali Ağa (Aliyê Mirzaliyê Sıli), Usênê Sey Rızay (Usen Resık), Hesen Ağa ve Hesenê İvraimê Qıji Buğday Meydanı’nda kurulan Darağacı’nda 15 Kasım sabahı karanlığında öldürüldü.
Yargılananların dördü ömür boyu, bir kısmı da otuz yıl hapis cezalarına çarptırıldılar. Bir kısmı ise beraat ediyordu. Hapis cezalarına çarptırılanlar da bir tür ölüme gönderiliyorlardı. Ömür boyu ve otuz yıl hapisle cezalandırılanların büyük çoğunluğu sürüldükleri batı illeri hapıshanelerinde hayatlarını kaybettiler. Onların da mezar yerleri meçhule kaydedildi. Bunlardan bilinen örnek; Cıvrayıl Ağayê Arekiyê’dir. İzmit hapishanesinde öldü ve mezar yeri bilinmiyor.
Gerek 15 Kasım 1937 karanlığında araba farlarıyla aydınlatılan Buğday Meydanı’nda darağacında öldürülenler, gerek batı illeri hapishanelerine ölüme göderilenlerden hiç biri devlete bir kurşun atmadığı gibi, ne Dersim ağalarıydı ne her bir “isyan” diye propaganda edilen yalanının önderiydi.
Ancak bundan çok daha önemli bir şey vardı. O da; buğday Meydanı’nda, batı illeri hapishanelerinde, Derê Laçi’de, Bayaz Dağ’da, Saan’ın Sıncık Dağı’nda, Derê Avlosu’da, Mosımo Pak’ta, Cıvraklı Bertal Efendi’nin 53 kişilik aile kafilesinin katledildiği Remedan’da ve daha onlarca toplu katliam yerlerinde bize anlatılanlar: Dersim’in tarhi, inancı, kültürü, kendi kedini yönetme sanatı ve kısaca bütün bir kesintisiz yaşam felsefesinin ÖLDÜRÜLMESİDİR.
15 Kasım’da Elazığ Buğday Meydanı’nda darağacında öldürülenler; bütün bir varoluşsal Dersim’in en yalın, en katı ve en doğru bir görünümü olarak ele alındılar ve bu gerçek bağlam üzerinden sonraki nesillere bir mesaj bırakıldı.
Dersim Tertelesi ve 15 Kasım idamları üzerinden tam 80 yıl geçti, yani bir asıra yakın bir zaman. Bu bir asır boyunca devlet, Dersimliyi farklı kılan; tüm damarları üzerinde sistemli, planlı ve aralıksız çalıştı. Soykırım fiziki tasfiye ile sınırlı kalmadı. Prof. Fuat Ürgüplü gibileri ile Alevliğin özünü bozma, Sıdıka Avar projesi ile ana dili Kırmancki/Zazaki/Dımılki’yi unutturma kırımı sürdürüldü. Daha bir dizi başka alan çalışmalarıyla devam etti soykırım.
Dersim denilen tarih ve bu kara parçasının, yalın görününmü ve aktif figürllerinin Cumhuriyet’in komuta kademesinin özel olarak görevlendirdiği dönemin Malatya Emniyet Genel Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’i hayretler ve hayranlık içerisine sürükleyen akıl ve hikmet; Dersim fikriyat dediğimiz şeyin ta kendisidir. Bu nedenle onları yalnızca 15 Kasım’larda değil, Dersim üzerinde düşündüğümüz her an, onların o Dersim tarihi, inancı, kültürü, gelenek ve görenekleri yüklü güzel hayatlarını hatırlamadan işe başlamayacağız.
Onları her zaman darağacına yürürken cumhuriyet kurucularını hayretler ve hayranlık içerisinde bırakan ve İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarında özetlediği o VAKUR ve SOYLU duruşlarıyla bütün tarih boyuna anmaya devam edeceğiz.
İhsan Sabri Çağlayangil anılarında o günlerin çadır tiyatrosu ile Dersimlinin asaletini şöyle özetliyordu:
(…)
Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer Bey bana diyor ki;
“Atatürk, Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. Dersim hareketi bitti. Beyaz donlu altı bin doğulu Elazığ’a dolmuş, Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Beyaz donluların Atatürk’ün karşısına çıkarmalarına meydan vermeyelim.”
1937 yılında resmi tatil günü Cumartesi öğleden sonra. Atatürk Pazartesi günü Elazığ’a gelecek. Bizden istenenler “asılacak asılsın” ve Atatürk’ün karşısına Beyaz Donlular çıktığı zaman iş işten geçmiş olsun. O dönemde Elazığ Valisi Şükrü Bey, Savcı Hatemi Senihi Bey, Emniyet Müdürü Sezerli İbrahim Bey, savcı yardımcısı arkadaşıydı.
(…)
Savcıya gittim. Durumu kendisine anlattım. Bu konuda Adalet Bakanlığı’ndan da bir şifre aldığını, ama mahkemelerin Cumartesi tatil olduğunu, tatilde ise sonuç almanın mümkün olmadığını bana bildirdi. Ve ekledi:
“Ben de mahkemeleri etkileyemem.”
Oysa biz mahkemenin kararını Atatürk gelmeden evvel vermesini ve geldiğinde Seyit Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk. Ben bunu halletmek için hükümet tarafından buraya gönderilmiştim.
Savcı yardımcısı hukuktan sınıf arkadaşım. Bana, “Sen valiye söyle bu savcı rapor alsın gitsin, ben senin istediğini yaparım.” dedi. Biz mahkemenin tatil günü işlemesini ve alınacak sonucun infazını istiyorduk. Savcı, rapor aldı. Arkadaşım vekil olarak savcının yerine geçti. Mahkeme hakimini evinde buldum. Gittiğinde mahkemenin aldığı kararı yazdırıyordu. Hakimle konuştuk. Kendisi kararı daktiloya çektirmekle meşguldü. Devir, CHP devri. Herkes çekiniyor.
Hakim bana, “Cumartesi mahkeme toplanmaz, ancak Pazartesi günü mahkemeyi toplar, kararı veririz. Salı günü de idam hükümlerini yerine getiririz,” dedi.
O zamanlar dördüncü bölgede temyiz hakkı yok.
Abdullah Paşa, sıkıyönetim kumandanı olarak kararı tasdik edecek. O da, “yukarıdaki karar tasdik olunur” demiş, basmış boş kâğıda imzasını. Yukarıya “Abdullah Paşa’nın idamı” diye yazsanız kendisi asılacak. Hakime dedik ki:
“Bu dediğiniz gün Atatürk geliyor. Maksat hasıl olmuyor ki.”
Hakim, “başkaca bir şey yapılamaz” diyerek kestirdi attı. Ben de kendilerine sordum:
“Sizin saat 17:00’den sonra davaya devam ettiğiniz olmuyor mu?”
“Ooo, çok oluyor. Gün oluyor, dokuzlara, onlara kadar çalışıyoruz,” cevabını verdi.
“Eee, sondan beş saat ihlal ediyorsunuz da baştan beş saat ihlal etseniz, olmuyor mu? Yani Pazar akşamı sahurdan sonra mahkemeyi açarız. Pazartesi günü 24.00’te başlıyor, dedim.
Hakim: Elektrikler kesiliyor, dedi.
Ona da çare bulduk. Otomobil farları ile hapishaneyi aydınlatırız. Halkevi’ne lüksler koyarız.
Hakim bu defa ; samiin yok, dedi. Ona da çare bulduk. Samiin de getiririz. Kaç kişi asılacak? Onu karardan önce söyleyemem, dedi.
Ama ekledi: Savcı 27 kişinin idamını istedi. Biz ona göre mi hazırlığımızı yapalım? Bilemem, dedi.
“BENİ ASMAYA MI GELDİN?”
Ceza İnfaz Kanunu her asılanın ayrı bir yerde asılmasını, asılanların birbirini görmemesini emrediyordu. Bu şartı da yerine getirmeye çalıştık. Her meydana dört sehpa kurduk. Vali bir de çingene cellat buldu.
Gece 12:00′de hapishaneye gittik. Farlarla çevreyi aydınlattık. Mahkemenin 72 sanığı var. Sankıları aldık. Mahkemeye götürdük. Çingene de geldi. Adam başına on lira istedi. “Peki” dedik. Sanıklar Türkçe bilmiyor.
Mahkeme kararı açıklandı. Yedi kişi ölüm cezasına çarpıtırılmış, sanıklardan bazıları beraat etmiş, bazıları da çeşitli hapis cezaları almıştı. Kararlar okununca hakim ilamda idam lafını kullanmadığı ve ölüm cezasına çarpıtırılmaktan bahsettiği için verilen hükmü iyi anlamadılar. “İdam Çino” diye bir vaveyle koptu.
Biz, Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle polis Müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza, sehpaları görünce durumu anladı:
-Asacaksınız, dedi ve bana döndü:
-Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?
Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüzyüze geliyorum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi.
Son sözünü sorduk.
-Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz, dedi.
Bu sırda Fındık Hafız asılıyordu. Asarken iki kez ip koptu. Ben Fındık Hafız asılırken, Seyit Rıza görmesin diye pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız’ın idamı bitti.
“Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir!“
Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza, meydan insan doluymuş gibi sesizliğe ve boşluğa hitap etti:
-Evladı Kerbelayime, bê gunayme, Ayvo zulmo, Cinayeto, (-Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir ) dedi.
Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi. Oğlu yaşında bir subayı öldürecek kadar katı yürekli olan bir insanın bu mukadder akibetine acımak zor. Ama ihtiyarın bu cesaretini takdir etmekten kendimi alamadım. Asabım çok bozuldu. Emniyet Müdürüne;
–Ben üşüdüm, otele gidiyorum, dedim.”
Şiarımız boyun eğmemektir:
“Ben, senin yalan ve hilelerinle baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de senin önünde diz çökmedim, bu da sana dert olsun.”
(Seyit Rıza)
12.11.2017
Dersim Meclisi – Avrupa
“Bıra u delal, mawe xerdi; se kena? Heq u Oli ra, Xızır u Duzgı ra rındenia tu, rıdenia sıma vazon. Zaw zeç çutıriyo; hal durımê mulxutê çêyi…/güzel yürekli kardeşim; nasılsın? Hak’tan iyi olmanı dilerim. Çoluk çocuk nasıllar ve ev halkının durumu…” şeklinde beni selamladı, hal hatırımızı sorduktan sonra sözlerini şöyle sürdürdü:
“Qusırde nia mede; torê zamet benu hama ju vastena mı tora esta. Kıtavê “Hamit Zübeyir Koşay; Anadolu’nun etnoğrafya ve folkloruna dair malzeme-1”. Ney şikina mırê tedarik bıkerê burısnê…/sana zahmet olacak ama senden bir isteğim olacak; bu bir kitap; bu ünlü arkeoloğun Alacahöyük ile ilgili etnoğrafya ve folklor üzerine araştırmalarını konu almaktadır. Sanırım, Dersim ve Aleviliğine dair bazı bilgiler içermektedir. Bu sebeple bana bunu temin edip gönderebilirsen çok memnun olurum…” şeklinde, benden bir ricası oldu…
***
Ülkede, memlekette bu yıl yağmurlar ve soğuklar gecikmiş, bu vakitler sanki yaz, tüm sıcağını bu güz ayından borçlanarak hala sürdürüyor gibiydi. Keza her yıl ağustos ayının son haftası veya eylül başında güz yağmurları memlekete merhaba derdi ve insanları o uzun ve sonu gelmeyen, sıcaklara karşı bir nebze olsun ferahlatır ve mutlu ederdi. Eskiden, bu vakitlerden çok daha erken bir zamanda bu yaşanırdı. İnsan sabah kalktığımda, her yeri buram buram ıslandığı için kurumuş ot kokusu sarardı. O kavurucu ve sonu gelmez, günlerce hatta aylarca gökyüzünün bir tek beyaz buluta hasret kaldığı günlerin aksine gökyüzü beyaz ve gri bulutlarla kaplanmış olur, havadaki o tatlı serinlik ve ıslaklık, ot kokusuyla ve gri bulutlarla birleşince insanın kendisini mutlu hissetmesine yol açardı. Bu yıl bu duyguyu çok gecikmiş olarak, güzün bu ikinci ayının hemen hemen sonunda ancak yaşayabildim…
***
“Kewrayeni (Kirvelik): Kirvelik, ‘Mısayıvlık’ bölümünde belirtildiği gibi, mısayivlığın zahir alemde uygulamasıdır. Mısayivlık iman, kirvelik ise yiqrar (ikrar) olarak belirtildi. Zahir alemin uygulaması olan kirveliğin kökeni de elbette zahir alemde aranmalı. Kirveliğe, ‘Peygamber dostluğu’ da deniliyor. Bu adlandırma bize, kökenin bir peygambere dayandığı konusunda ipucu veriyor. Kirvelik geleneğinin dayandığı iki peygamber var: İbrahim ve İsmail peygamberler. Hikâyenin özeti şöyle: ‘İbrahim peygamberin doğan erkek çocukları hep ölürler…” *
***
Dersim’den çok çok uzak olan bu şehirde, bu Anadolu bozkırında ekseriyetle sabah erken bir vaktinde kalkar, her gün yaptığım gibi bu gün de güneşe dua ederek onu karşılamayı düşünmüştüm. Oysa bugün, bu kentte yağmur vardı. “Burada yağmur varsa belki de Dersim’de de yağmur vardır. Bu mevsimde, bu yağmurda kim bilir şimdi oralar ne kadar da güzeldir; ah şimdi meşe ormanlarının kıyısında, o Munzur’un kıyısında, suya tek tek düşen sarı kavak yapraklarını seyre koyulmakta olsaydım; ne de güzel ve hoş olurdu…” diye iç geçirdim kendimce. Sonra, bulutların arkasında kısa bir süreliğine beliren güneşe ve yönümü çevirerek yeni başlamış olan güne: …
***
“Sünnetin hikâyesi kısaca şöyle. Dersim’de yaygın bir geleneğe göre erkek çocukların saçları yedi yaşına kadar kesilmezdi. Daha önce erkek çocukları ölen aileler daha ileriki yaşlara kadar da saç kesmezlerdi. Saç kesildiğinde bir kurban ile birlikte keserlerdi…”.*2
***
“Ya Tija Oli, ya Tija Homete u Mıhemedi! Tu xêr ama/Ya Haq, cemal u comerdiya torê sıkırvo/Tu hometa ho taride nıverda/Werte hometa hode xêra xo vaze/Neq u sıtsızu ma u, az uze ma ra duri berê/İsone ramaniye raste ma u, zaw zêçe ma biya/Çı dana xêr bıde/Nas u dostu, isonê rındi, domanu tengiye de meverde/ Ma ki xatırê yinu versane/Çêvero de xêr na hometa xorê rake/Kose jü de ki ma u az uze marê rake/Ğezeve to ke este, ğezna tode bımane…”.
Görüldüğü üzere Dersimlilerin “Xızır” başta olmak üzere “Duzgı/Kêmerê Duzgıni” ve “Muzır/Munzur” gibi evliyaları aracı ettikleri, adı “Raa Heq/Haq” olan “tek tanrılı” inancında bu türden dua ve gülbenglerin sonu yok; bin bir çeşidi var. Nicesi derlenemediği için, nicesi tarihsel sözlü hafızanın sekteye uğramasıyla, nicesi başka dinsel asimilasyonlar vasıtasıyla ya değişti ya da tamamen unutulup gitti. Adını Tanrı’nın Nuru-Işığı’ndan alan ve zamanla “doğruluğu, hak yememeyi, zulme uğrayandan yana olmayı ve de tabiata saygınca bir bağlılığı felsefe edinen bu inançta herkes amasız ve aracısız yüreğinden gelerek istediği gibi Hak’ka seslenmekte, ondan bazı iyi dileklerde bazen direkt, bazen de bahsi geçen evliyalar ve ziyaret mekanları vasıtasıyla bulunabilmekteydi. Üstelik o kadar mütevazice; “evvela başkalarını gör, sonra köşesinden, kıyısından bir parça da bizi gör” diyerekten.
Tanrıya, evvela kendi adına istekte bulunmaktan ziyade, kendi mutluluklarının ve dünya üzerinde yaşayan başka insanların mutluluğundan geçtiğini bilecek kadar bir bilinçle bunu yerine getirmektedirler. Doğa ile uyumlu, onunla bütünleşmiş, yaşamın her anının, doğadaki her yerin inanç mekanı olarak görüldüğü, adeta bir mekânsızlık aleminde; kendileri dışında diğer insan, hayvan ve canlıların hakkının da olduğunu ve bunu yememeleri, teslim etmeleri gerektiğini düşünerekten. Peki bu, ne zamana kadar böyle sürdü, sürdürülebildi?
Ta ki o güzelim köylerimizi bırakıp da şimdi bir başına yapayalnız bir lokma ekmek uğruna başkalarının hakkına ister istemez ‘göz koyduğumuz’, kendimiz için yaşamaya çalıştığımız bu kahrolası gürültülü ve beton yığını şehirlere gelinceye kadar; o adı “Dêsim” olan ve adeta yüreklerinde kocaman bir “ülke” gibi yaşayanlarının yüreğinde yer edinen, dağı taşının, kurdu kuşunun, börtü böceğinin, suyu ağacının kutsal olduğu, büyük bir saygı beslendiği o coğrafyada…
***
İşte böyle: Sabah gün doğumuna yıllar öncesi nenemin yaptığı gibi duamı okuduktan sonra, kendime sütlü bir kahve eşliğinde yukarıda satır aralarından alıntı yaptığım kitaba bir süreliğine ara vermek zorunda kaldım. Keza böyle güzel bir güne uyanmış, kızıma kahvaltısını yaptırıp okula gönderecektim. Dönüşte, kızımın bu kahrolası Ortadoğu coğrafyasında hala azcık bir huzuru kalmış bu ülkemde okula gidebiliyor olmasının huzurunu düşünerek ve şükür ederek eve dönüyordum. Toplumuma ait dil ve inanç gibi sosyo-kültürel değerleri çocuklarıma aktaramamanın acısına rağmen.
Dönerken de yol üstünde fırından sıcak bir somun, bakkaldan da biraz keçi peyniri, biraz zeytin aldım. Sokakta yürürken havaya bakıyor, mis gibi kokan ılık havayı ciğerlerimin en dip köşesine gönderiyordum. Arada yüzüme hafif hafif yağan yağmura çeviriyordum. Keza yüzümün ve ellerimin hatta vücudumun, o “nenemin ve milletinin”*3 “bımbarêke/rama Heq u Oli” dediği yağmurla bol bol yıkanmasını istiyordum…
***
“İbrahim peygamberin doğan erkek çocukları hep ölürler. Geride neslini sürdürecek bir oğlu olmadığı için kabilesi tarafından hep alaya alınır ve ‘madem peygambersin, Hak sana neden bir oğlan çocuğu vermiyor?’ sorusuna maruz kalırdı. Bu durumdan bunalan İbrahim peygamber, Hak’ka yakarır ve ‘bana bir oğul verirsen, oğlumu yine sana kurban ederim’ der. Duası kabul olur ve “İsmail” adında bir oğlu olur. Oğlunu çok seven İbrahim peygamber nazara karşı, kötü ruhlara karşı onu korumak maksadıyla erkek çocuğu olduğu anlaşılmasın diye saçlarını kestirmezdi. Ve mutluluktan Hak’ka verdiği sözü de zamanla unutur. Bir gün İsmail peygamber babasına söz verir ve sözünden dönüp dönmeyeceğini sorar…”. *
***
Adımlarım hızlanmıştı; bir an önce eve varıp güzel bir çay demleyecek, televizyonu açarak haber ya da bir belgesel film eşliğinde kahvaltı yapacaktım. Öyle de yaptım: Elimdekileri masanın üzerine bıraktım, ocakta kaynayan suyla tomurcuk çayının etkisiyle o mis gibi kokan çayı demledim. Öte taraftan memleketten henüz yeni gelmiş olan Munzur’un o yalçın dağlarında yeşil meşe yapraklarıyla beslenen mavi keçilerin sütünden yapılma o mis gibi kar beyazı tereyağını ve Gımgım’ın yine yalçın dağları ve yaylalarında buram buram kokan, baş döndüren çiçeklerden süzülüp gelen balı büyük bir mutluluk ve zevkle sofraya koydum…
***
“Kara İyeler’den korunmanın yollarından birisi de onları yanıltmaktır. Türkmen ve Kırmanc ailelerde erkek çocuğu yaşamayan aile, erkek çocuğuna kız elbisesi giydirir. Böylece erkek çocuğuna zarar verecek Kara İye şaşırtılıp ondan kurtulmuş olurlar. Aynı maksatla erkek çocuğun saçı uzatılarak ona kız süsü verilir. Kara İye, o toplumun dilini biliyor olmalı ki yaşamayan çocuğun ailesi Kara İyeler’den korunmak için çocuğa başka bir dilden isim koyar…”.*2
***
Sizlere hemşerim, arkadaşım, abim ve dostum Xal Çalker’in (Hasan Dursun), Gımgım’dan çok uzaklarda yaşadığı acı vatan Alamanya’dan bana bir mesaj atarak; Hamit Zübeyr Koşay’ın, “Anadolu’nun Etnoğrafya ve Folkloruna Dair Malzeme-1 Alacahöyük” adlı eserini temin edip bir şekilde kendisine ulaştırmamı istediğinden bahsetmiştim. Bunun üzerine ben de, biraz da takılmak (Zonê Ma/Kırmancki’de; “yaraniye”) suretiyle kendisine; “Bu eserde ne var, sana neden gerekli?” diye sorduğumda, bana; “Dersim inanç ve etnoğrafyasıyla ilgili bazı bilgiler olabileceğini” ifade etmişti. Bunun üzerine eseri, İstanbul’dan temin edinceye kadar içeriğine dair yüreğimde ve zihnimde büyüyen merakı yatıştırmak için bu eserin, ‘Anadolu’nun medeniyetler beşiği olan Eskişehir’de bir üniversitede mutlaka bulunabileceğini’ düşündüm.
Bu düşünce üzerine bu sene bir hayli gecikmeli olarak yaşadığımız güzel, ılık ve yağmurlu bir güz günü iyice bir ıslandığım halde nefesi bu üniversitelerden birinin kütüphanesinde aldım. Bu eseri bulamadım ama yukarıda paragraflar halinde karşılıklı ve mukayeseli verdiğim, “erkek çocuklarda saç uzatma ve değişik isim koyarak asıl ismi gizleme” konusuna ışık tutan ve bu gerçeği tesadüfen yıllar sonra bu şekilde öğrenmeme sebebiyet veren başka bir eser ile karşılaştımıştım.
Ne yalan söyleyeyim; hakikaten bu “uzun saç” meselesinin altında yatan sebebi bugüne kadar bilmiyordum. Hatta bunun bir sebebinin olabileceği, aklımın ucundan dahi geçmezdi. Belki bazılarınız biliyordu; belki bazılarınız da benim gibi bilmiyordu.
Fakat benim için çok büyük bir anlamı vardı; şöyle ki: Dedemin Dersim-Mameki’nin Mazgirt’e bağlı doğduğum Hezirge köyünde saçlarımı da ta yedi yaşına kadar bu şekilde uzatması, onları aynanın karşısında; “Ez qedae na porê tuye pulkın bıjeri/bu kıvırcık ve uzun saçlarına kurban olayım” diyerekten hemen hemen her gün taramasıydı. Tam hatırlamıyorum ama sanırım saçlarımı köyden taşındığımız Mameki’de 1975’te ilk Türkçe dili ve kelimeleriyle karşılaştığım, Mameki-Gazik’teki Tunceli Öğretmen Okulu bitişiğindeki Hürriyet İlkokulu’na başladığımda kestirmişlerdi…
***
Konuyla alakalı olarak, üniversitede karşılaştığım ikinci eserde yazarın diğer ve bu eserin tamamında Anadolu’da Dersimlileri, “Türk-Zaza-Alevi” olarak nitelediğini, böyle bir “ön kabul-yargı” ile eseri kaleme aldığını belirterek, buna ünlemli bir not düşmek isterim. Keza Dersimliler kendilerini bugüne kadar kahir ekseriyetle inanç kimliği üzerinden tarif etmişlerdir; adeta etnik olarak “kör” kalmışlardır. Bunun sebebi de; muhtemelen birkaç etnik kimliğin yıllarca bu bölgede bir “inanç” şemsiyesi altında adeta bir “kimlikler federasyonu” şeklinde yaşam bulmasıdır.
Bu eserde karşılaştığım bir başka ilginç konu da yine “erkek çocuklar” ile alakalı, “başka bir dilden isim-ad konulması” konusu oldu. Evet, isimlerimiz yıllar içinde çeşitli siyasi-dini ve kültürel akımların etkisiyle ve de cazibesiyle değişmişti. Örneğin; Sey Salla, Mirzali, Gülüzar, Sakine, Sarayi, Xane, Xeycan, Xaskar, Fecire vd. iken evvela Ali, Hasan, Hüseyin, Mustafa, Ayşe, Fatma, Emine olmuş; sonradan da Deniz, Mahir ve Çayan vd. Ve elbette daha sonra da Baran, Sidar, Berfin, Rojda vd. Buna, bir nevi “siyasi, etnik ve dini bir unsurun etkisiyle yaşanan asimilasyon” da diyebiliriz.
Ama konumuz bu değil. Burada mevzu; “erkek çocuğuna gerek saç ile gerek isim ile kız süsü verilerek, onun bir nevi saklanarak, yaşamasını istemeyen metafizik ve mitolojik güçleri karşı onları bu suretle aldatarak korunmaya alınması” meselesidir. “Uzun yıllar gerçek isim yerine başka bir isim verilmesi ve gerçek ismin saklanılması” meselesidir.
***
Tüm bunları düşünür ve yaşarken, gökyüzünde beyaz gri renkleriyle adeta rüzgârla dans edercesine ve sanki acil yapılması gereken bir işleri varmışçasına bir yere koşturup gitme telaşı içerisinde olan bulutları seyrediyordum. Ve güzün geciken yağmurlarıyla bir nebze serinleyen havanın tadı hala hüküm sürmekteydi. Doğa bizimle birlikte yazlık elbiselerini çıkartmış, kışlıkları giymeye hazırlanıyordu. Uzun ve güzel bir kış uykusuna yatma hazırlığı ve telaşındaydı.
Nasıl ki Zerdüş’tün yıllar önce; “Bizim inancımızda mutlu insan; besili hayvanlarıyla dolu bir ağılı, bacası tüten bir evi, karnı tok çocuklarının bahçede oynadığı bir dünyadır” dediği gibi. Ben de her kese, tüm insanlık aleminin çoluk çocuğuyla mutlu mesut, saygılı sevgili yaşadığı bir dünya diliyorum.
Bımanê weşiye de; Xızır, derd u kêder sıma nıdo/kalın sağlıcakla; Hızır, dert keder vermesin!..
* Dersim Aleviliği/Raa Heqi/Dualar, Gulbengler, Ritüeller-Hüseyin Çakmak. Kalan Yayınları.
*2 Dr. Yaşar Kalafat, Eski Türk Dini İzleri/Dini Folklorik Tabakalaşma.
*3 Hüseyin Karataş’a ait bir niteleme.
Güney Kürdistan’da 25 Eylül 2017 tarihinde gerçekleştirilen “bağımsızlık referandumu” öncesinde ve hemen ardından ABD, batılı tüm emperyalist odaklar ve bölge gerici devletleri koro halinde ve ağız birliği ile Kürd halkının kendi kaderini yönetmeyi fiili olarak ilan etmesine karşı saldırya geçtiler.
Önce Bağdat hükükümeti, ardından İran ve Türkiye hükümetleri hava sahalarını ve tüm sınır kapılarını Güney Kürdistan’a kapatma kararını ilan ettiler.
Yine bu odakların tam desteği ve onayı ile 16 Ekim 2017 gecesi Irak ordusu ve Haşdi Şabi kuvvetleri, Peşmerge’nin 2015 yılında IŞİD’tan temizlediği Kerkük’ü işgal etti. Bağımsızlık referandumu öncesi ve sonrasındaki bu çok kapsamlı ve çok bileşenli saldırı; Kürd halkının sömürge boynduruğunu kırma, irade beyanına, kendi kendisini yönetme arzu ve isteğine karşı başlatılan ve devam eden bir saldırıdır. Irak, İran ve Türkiye nerede ise aynı argümanlarla demeçler veriyor, açıklamalar yapıyorlar. Üç devletin başında da bir Kürd belası var ve artık bunu dizginleyemiyorlar. Kürd halkı efendisiz yaşamak istiyor. Gelinen aşamada artık sömürgeci boyunduruğu taşımak istemiyor.
Güney Kürdistan yöneticilerinin çok güvendiği “mütefik ABD” haydutları da Kürd halkından bir şeylerin intikamını alıyor. Kürd halkının bağımsızlık istemi karşısında manevra alanı bulamayan Mesut Barzani, ABD’nin “referandumu ertele”me dayatmasına hayır demişti.
O günlerde; ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, Güney Kürdistan Yönetimi’ne yazdığı mektupta; referandumun ertelenmesi karşılığında Irak’la bir yıllık müzakere ve Bağdat’la müzakereler başarısızlıkla sonuçlanırsa diye devam eden istemleri kabul edilmemişti. Ayrıca referandum öncesinde Kürdistan yönetiminin ABD’ye rağmen, Türkiye ve Rusya ile enerji anlaşmalarını imzalamış olması da bu intikam alma nedenleri arasındadır.
Onun için Irak ordusu ve Haşdi Şabi kuvvetleri Kerkük’ü işgal edince ABD Başkanı Donald Trump Irak hükümeti ve Kürt Özek Yönetimi arasındaki savaşta “taraf tutmadığını” açıklaması; Irak ordusuna yanındayım gizli mesajıyla yüklüydü. Bu aynı zamanda Kürtler’deki yaygın Amerikan hayranlığında da büyük bir hüsrana neden oluyordu.
Bu günlerde ABD Ortadoğu özel temsilcisi ve tam yetkili Brett McGurk yoğun bir diploması çalışması yürütüyor. Son günlerde şu açıklamayı yaptı; “ABD’nin bölge istikrarın sağlamak için yoğun çalışmalar yürüttüğünü ve tüm askeri operasyonların koordine edildiğini” söyledi. Bu sözler Kürd halkının irade beyanına yönelik saldırıların daha da yoğunlaşacağına işaret ediyor.
Ortadoğu’da halkların biribirini boğazlama kışkırtmaları ve mezhap savaşlarının tırmandırılaması işaretleri de daha belirgin görülmeye başladı. Suudi Arabistan ve Mısır uygun ortam kolama çalışmalarına başladı. Suudi Arabistan Körfez İşleri Bakanı Tamir el Sebhan, ABD özel temsilcisi Brett McGurk ile yoğun bir diploması yürütüyor. Bunlar, birlikkte “tüm askeri operasyonları koordine” çalışmaları yürütüyorlar.
Verili durum, Kürd halkının kendi kendini yönetme isteği ve bu doğrultudaki irade beyanı, emperyalist bir işgal hareketi ile karşı kaşıyadır. Bütün emperyalist odaklar ve Kürd sorunu olan bölge devletleri ittifak halinde Kürd halkının bağımsızlık özlemlerin karşı birleşmiş ve saldırıyorlar. Bu barbarlığı şiddetle protesto ediyoruz. Ve her zaman mazlum halkların kendilerini yönetme özlem ve isteklerinin yanında olduğumuzu ifade ediyoruz.
Ve yine öteden beri bir biçimde devam eden mezhep savaşlarının, yeniden boyutlandırılarak halkların birbirilerini boğazlama kışkırtmalarını lanetliyoruz.
Kerkük bir halklar bileşkesidir. Burada Kürt, Arap, Türkmen, Süryani, Ermeni ve Yahudi halkların bir arada kardeşce yaşamalarından yanayız. Kerkük’ün zenginlikleri bu halklar arasında adil bir biçimde paylaşılırsa, bu halkların refah düzeylerinin yükseleceğini ve huzur içinde yaşayacaklarına inanıyoruz.
Kürd halkının bağımsızlık yönündeki irade beyanına karşı başlatılan savaşa hayır.
Ortadoğuda mezhep savaşlarının boyutlandırılarak halkların büyük felaketlere sürüklenmesi kumpaslarına hayır diyoruz.
19.10.2017
Dersim Meclis-Avrupa
AKP devletinin güvenlik kuvvetleri, 12 Ekim günü Bursa ve Gemlik Dersim Dernekleri yöneticilerinin evlerine baskınlar düzenledi. Dernek başkanları ve yönetim kurulu üyeleri gözaltına alındılar. Nedeni ve gerekçesi bildik argümanlar.
Recep Tayyip Erdoğan daha şimdiden yerel seçimlere işaret ederek AKP’nin kaybetmesi Türkiye’nin kaybetmesi demektir diye fetva verdi. Bunun anlamı, yandaşları dışında, toplumun hiç bir birimi, kurumu ve ferdine düşünce ifade etme özgürlüğünün olmayacağıdır. Yıllardır bu zeminde estirilen politik baskılar, her geçen gün yeni bir ivme kazanıyor.
Hedeflediği kitleye kıyıcı bir çağrı daha yapıyor. “AKP dava partisi”dir, diyerek “islam’a çağrı”da bulunuyor. Bununla toplumu keskin düşman kamplara ayırıyor. Bu bağlamda ‘yüzde eli artı bir’in dışındaki bütün toplumlsal katmanlar ve onların her türlü muhalefeti “terör ve teröre destek” gerekçesi ile baskı altına alınıyor, susturulmak isteniyor.
Dersim Dernekleri yöneticileri, Dersim’in dili, inanci, kültürü ve doğasını koruma, yaşatma ve geliştirme çalışmaları yapıyor. Onların Dersim patentli olması bile başlı başına AKP devletinin yüksek ilgisine mazhar oluyor. Dersim başlığı altında yapılan ve yapılacak tüm çalışmaları da bütün diğer demokrasi mücadeleleri gibi iktidarlarına muhalefet olarak ele alıyor ve susturmaya çalışıyor.
Bursa ve Gemlik Dersim Dernekleri yönetim kurulu üyeleri’nin evlerine yapılan gece baskınları ve gözaltına alınmaları, bu siyasetin ve anlayışın bir devamı olarak geçekleşiyor.
Demokratik hak ve özgürlüklerin yaşam bulması çalışmaları üzerindeki politik baskıları, ev baskınlarını, gözaltıları şiddetle kınıyoruz. Bursa ve Gemlik Dersim dernek başkanları ve yönetim kurulu üyelerinin bir an evvel serbest bırakılmasını istiyoruz.
15 Ekim 2017
Dersim Meclisi Türkiye-Avrupa Koordinasyonu
İnsanlar yaşadığı coğrafyanın kültüründen gıdasını alır, ondan beslenerek karekter kazanırlar. O kültürün doğal sıcaklığıyla ruhen gelişirler. Bu ruhi şekillenişte çekici güç, o coğrafyanın doğal kültürüdür. Tıpkı yeni doğan bir bebeğin annesinin sıcaklığı hissetmesi misali…
Sonra bu çekici sıcaklığa, gıdasını aldığı kültürel kaynağa dışarıdan aktarma, yabancı kültür ve ideolojiler müdehale ederler. Doğal gelişim sürecindeki çocuk, ona yabancı olan bu ithal kültür ve ideolojilerin hükmü altında büyür. Onun insani yanını kemiren, gıdasını aldığı kaynağı kirleten, zehirleyen, onu tepeleyen, inciten, acıtan kültür ve ideolojilerin etkisiyle kendisine yabancılaşır. Derken genç şaşar kalır ve ardından daha olumsuz sonuçlanabilecek ihtimaller…
Çünkü bebeği annesine çeken doğal sıcaklık artık buza cevrilmiştir. Ve derken hırpalamalar, incitmeler ve zehirlemeler sonrası ruhları kirlenmiş bir nesil yetişir.
Eliniz, vücudunuz kirlenince yıkar, yıkanır temizlenirsiniz. Fakat insanın ruhunun kirlenmesi bambaşka bir şey. Temizlenmesi imkansız değil, ama çok çok zor…
İşte DERSİM MECLİSİ Projesi içinde yer alan bizler bu zoru başarmayı hedeflemişiz. “Meyvesi olmayan ağaç taşlanmaz”, derler. Son zamanlarda bu iş meyve taşlamaktan öteye gitmeye ve kötü kokmaya başladı…
Genel anlamda bakıldığında, dünyada silah ve şiddet sektörünün hükmü sürüyor. Dersim fotoğrafı da maalesef bu genel gerçekliğin küçük bir karesi. Silahlı güçlerin adaleti, hakkı-hukuku belindeki kütüklükte asılı, sıra sıra şarjüre dizili..
İnsanın yaşam hakkı namluya sürülü bir mermi, eller tetikte, silahların gölgesinde. İnsansız savaş araçlarıyla havadan tek tek sayıları, yerleri belirlenebilir bir imha tekniği karşısında, savunmasız zavallı insanlar ihbarcı yapılıp katlediliyor. Ve bazı “akıllılarımız” da genel olarak insanların katledilmesine karşı çıkacağına, “ihbarcılığı kanıtlanmamış”la başlayan ifadelerle, “ihbarcılığı kanıtlanmış”ların katli vermanına okey vermiş oluyorlar.
Evet, bir yanda savaş-şiddet-kin ve kanla beslenen devlet, karşısında ise silaha silah, şddete şiddet mantığı. Sektör işliyor. Savaştan, kandan, kaostan beslenen devlet, karşısındaki silahlı güçlerin varlığına sebeb olmasının yanı sıra bu durumdan yararlanıyor. Onunla çatışacak ortam yaratıyor. Uzun vadeli hedeflerine varıncaya kadar da onların varlığını bir lütuf olarak kabul ediyor, fırsata dönüştürüyor ve adım adım hedefine ilerliyor.
İşte tam da bu noktada, Dersim yakılıp yıkılıyor, siz de birlikte yanacaksınız, yangın yerini terkedin, canınızı kurtarın; devletin Dersim’i insansızlaştırma hedefine karşı verdiğimiz mücadelede işimizi kolaylaştırmış olursunuz diyoruz, “devletin ağzıyla konuşuyorsunuz” deniliyor.
Silahlı hukusuzluğunuz, ölümlü yargılamalarınız Dersim coğrafyasına yabancı, pis kokuyor diyoruz, Şahan Ağa, Qopo vb. olayları örnek göstererek Dersim kültürüne nasıl yabacılaştıklarını ele vermiş oluyorlar.
Bazı dosların “buna deymez” şeklinde uyarılarına rağmen Ali olduğu da, Haydar olduğu da, Munzur olduğu da bir muama isim altında sarfedilenlere kısaca değinmeden geçemiyorum. Bu muamma isim, “devletin payandası”, “eski Dersimli devrimci renksiz bir grup”, “geçmişin günahkarları”, “karıştırıcı-kışkırtıcı”, “elleri devrimci ve yoldaşlarının kanına bulaşmış günahkarlar” gibi suçlamalardan sonra, “siz ortalığı bulandıran ‘elitler’ bilin ve unutmayın, …devlet ağzıyla konuşarak, yazarak yarattığınız güvensizliğin hesabını halkımıza vereceksiniz” diye kükremiş ve yazısını tehditle noktalamış.
“Eski devrimci” tanımına takıldım. Bu yaygın bir tanım. Eski, eskimiş olandır. Yani demode. Eskiyi muhafaza eden muhafazakar, yani eskiyi savunan, kalıpçı, şabloncu… Yeniyi, gelişimi, değişimi ve moderiniteyi, çağa uyanını tercih ise eskinin karşıtı. Bu çok net anlaşılır bir şey.
Fakat burdaki ölçü başka. Eskimemenin ölçütü olarak tarikat bağlılığıyla bağlanmış olduğun örgütten ayrı düşmemektir. Örgütle yollarını ayırmışsan yandın. “Bitmiş-tükenmiş”sin. Eskimişsin. Ölmüşsen “kahraman-şehit”, kazara sağ kurtulmuş örgütten uzaklaşmışsan “korkaksın”. İşkencelerde ağzını tutmuş kimsenin canını yakmamışsan da farketmez. Yazdığın, söylediğin her şeyin karşılığı hazır: “Devletin ağzıyla konuşuyorsun.”
Örgüt adına yazılan bildirilerin, yazıların içeriğini ve özellikle sonuçta yazılı “ölülerimizle kazanacağız” sıloganlarını hatırlayın. “Ölüm hoş gelmiş sefa gelmiş”, “ölümüne kavga”, “uğruna ölüm” şiir dizeleri ve ölümü kutsayan ajitasyonlar… Peki bu mentalitenin “allah şehtliği herkese nasip etsin inşallah” kör inanış ifade tarzından özde ne farkı var?
Şiddeti, silahı-savaşı redediyor, çağdaş hukuku savunuyoruz. İnsana, doğamıza, doğadaki her canlıya değer veriyoruz. Dersim coğrafyasının zerreweşiye kültürünün, itikatının kirletilip zehirlenmesine karşı çıkıyoruz. Yok edilmek istenen, yok sayılan Kırmanc/ Zaza dilimizin tekrar yaşama kazandırılmasını istiyoruz. Dörtyüz sayfalık kongre belgelerinizde adını bile anmadığınız Dersim’in yakılıp yıkılmasına engel olmaya çalışıyoruz. Dersim’de şiddet ve ölüm hukuksuzluğuyla yaratılan korku çemberini kırmaya çalışıyoruz. Bunlar “sol silahlı güçlere karşı Dersim halkını kışkırtmak” mı oluyor?
Tek silahımız aklımız, fikrimiz, düşüncemiz. Gücümüz ise haklılığımızdan geliyor. Ne istediğimiz ve kim olduğumuz da açık ve net. Bunu çok önemsiyoruz. Geçmişinin hata ve sevaplarının farkında olan, onlardan öğrenen, dersler çıkaran, bilimi-bilgiyi kendine kılavuz edinmiş, bilgisi-birikimi olan, tabir caizse feleğin çemberinden geçmiş devrimci insanlarız. Bunu içindir ki, bizi, “Dersim halkını devrimcilere karşı kışkırtan renksiz ve telden tele oynayan” lar olarak itham edenlerin panikatak kaygılarını anlıyoruz.
Dersimli çok insanımız, yazarlarımız, aydınlarımız, edebiyatçı ve sanatçılarımız geçmişten bu yana hep tehdit edile gelmişlerdir. Değerli dostumuz Haydar Karataş, Dersim coğrafyasının gerçeklerini yazar-edebiyatçı sorumluluğuyla dile getiriyor. Sana uymuyor diye olmayan aklını sürüyorsun namluya, zehir zembelek tehditler… Hüseyin Dedesoy Apo’dan aktarma yapıyor, ne diyorsunuz diye gölgesini yitirmiş sol’a soruyor, hemen harekete geçiyor sanal alanın tetikçileri. Düşünme yetisine sahip olsalar, aktarılan şeyin Dedesoy’a deği de Öcalan’a ait olduğunu anlayacak hiddetlenmeyecekler.
Biz Dersimli edebiyatçılarımıza, yazarlarımıza, sanatçılarımıza ve tüm canlarımıza sahip çıkıyoruz. İki ayağı üzerine durma evrimini başarmış, fakat insan olmaya aday aşamasına bile gelememiş unsurların kuru tehditleri bizi bildiğimiz doğru yoldan alıkoyamaz.
Biz, bütün dikkatimizi, enerjimizi Dersim’in üstüne çökmüş siyasi-ideolojik sisin dağıtılmasına, Dersim’i nefes alamaz hale sokan orman yakmalarına, derelerimiz ve akarsularımızın kurutulması ile barajları engellemeye odaklamış durumdayız. Kimseyle atışıp zaman kaybetme niyetimiz ve lüksümüz yok.
Şu sis bi dağılmaya dursun, Dersimli, gökyüzünde yıldızları, maviyi görecektir umuduyla…
01 Ekim 2017
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devlet, özel yasalarla uyguladığı şiddet, ’38 Soykırımı, 12 Eylül ‘80 darbesi, 1994 köy yakma ve boşaltılmaları ile kalmamış, barajlar vb. çalışmalarla doğasını da tahrip etmiş, her tür baskı ve zorbalığa başvurarak Dersimlileri yerinden, yurdundan çıkarmaya zorlamıştır. Devlet, göç ettirilen Dersimlilerin tekrar o kutsal topraklara dönmesini ve o topraklarda barınmasını engellemek, Dersim’i insansızlaştırmak için her yolu fütursuzca denemiş ve denemektedir.
Raa Heq İnancı gereği karıncayı dahi incitmeyen, tabiatla barışık yaşamasını bilen, ağır bir suç işlenmesi halinde dahi kişiye “düşkünlük” cezasını uygulayan, cana kıymanın günah olduğunu kabul eden bu toplumda Veli Sarısaltık, Erkan Doğan, Necmettin Yılmaz ve Rıza Örük vakalarında olduğu gibi örgütlerce yapılan infazlar da Dersim’i yaşanılır kılmaktan uzaklaştırıyor.
Dersim’de demografik yapı değişiyor. Dersim’i yaşanır kılmanın yolu Dersim’de hatrı sayılır bir nufüsun barınmasından geçer. Bu da ancak Dersimliler’in kendi aralarında barışık olmaları, farklılıklarına rağmen birbirlerini kabullenmeleri, şiddetten uzak durmalarıyla mümkündür.
En kutsal değer yaşam hakkıdır. Bir insanın hayatına son vermek insanlık suçudur. Gerekçesi ne olursa olsun sivil bir insanın bu şekilde öldürülmesi kabul edilemez. Daha önceki benzer olaylarda hayatına son verip sonra “özür” dileyip hata olduğunu belirtmek de kabul edilir bir davranış değildir. Dersim’in son yüzyıllık tarihinde aşiretlerarası kavgalardaki ölümler dışında bir toplumsal mekanizma kararı ile verilen “ölüm cezası” yoktur. Tecrit ve yanlız bırakılma cezası, özelliği gereği en ağır cezadır. Son otuz yılda Dersim’de bir çok insan haksız olarak “ölümle” cezalandırıldı. Ortada adil olması bir yana, bir yargılama bile sözkonusu olmamıştır. Bu tür eylemleri şidetle kınıyoruz.
Daha önce de belirttiğimiz gibi içinde bulunduğumuz konjonktürde şiddetin her türlüsü, varlık yokluk meselesi ile cebelleşen, Dersim ve Dersimliler’in zararınadır. Dersim toplumu, kendisini kuşatan şiddet/savaş sarmalında boğulup yok edilme tehlikesi ile yüz yüzedir. Toplumuzun daha fazla şiddet ve savaş ortamını kaldırabilecek mecali kalmamıştır.
Dersimlilerin veya gençlerimizin daha fazla ölmesini istemiyoruz. İnsanın yaşam hakkı kutsaldır, ona dokunulamaz. Dersim’de yargısız-savunmasız şekilde sivillerin katledilmesini insani ve vicdani bulmuyor, tüm bu şiddet olaylarının özellikle de o kutsal topraklarımızda artık son bulmasını bekliyoruz.
Bu nedenle silahlanmaya, şiddetin örgütlenmesine hayır diyor, başta Dersim ve bölgemiz olmak üzere çeşitli coğrafyalarda sürdürülen savaşların son bulmasını istiyoruz.
26.09.2017
Dersim Meclisi – Avrupa
Dersim Meclisi ekseninde, Dersim, Türkiye ve yurtdışında yaşayan yurtseverinden milliyetçisine, sosyalistinden işverenine, ateistinden Raa Heq’cisine, demokratından Hardo Dewréş sevdalısına, esnafından bürokratına varan oldukça geniş bir çevreyi kapsayan bir çalışma söz konusu. Bu bir farklılıktır. Bu farklılığı anlamak, ona göre yol ve yöntemler bularak hareket etmek kaçınılmazdır. Bu da ancak “zereweşiye” kültürünün içselleştirilmesi ve beklentilerin abartılmamasıyla, yok olan veya edilen Dersimlilik bilincinin tekrardan canlandırılması, kendini yaşaması, yaşatılmasıyla mümkündür.
Bu değerli çalışma dernek, federasyon, örgüt ve parti işlevini üstlenen bir çalışma değildir. Dersimlilik bağlamında olmazsa olmazlarının ekseninde yürütülen farkındalık yaratmaya çalışan bir yapılanma mücadelesidir.
Fakat bu bağlamda yaşadıklarımızdan bir kısmı bana yıllarca tekrarladığımız “ulusların kader tayın hakkı” eksenli tartışmaları hatırlattı. Devrim geldikten sonra her ulus kendi kader tayın hakkını kullanarak kendi değerlerini yaşayacak veya var edecektir misali. Hep yarın eksenli bir mücadele… Oysa bunu yaparken bugünü olması gerektiği gibi yaşayamadığımızdan dolayı yarına bırakacağımız çok da bir mirasımızın olmadığı dünün tecrübesi; ve akabinde Dersim’i Dersim eden değerlerin elden gittikten sonra kendimiz olamayacağımız, kendimizi yaşayamayacağımız gerçeği…
Yani bu durumun Dersimliler açısından güzel bir ütopyadan öteye geçmeyen bir şey olduğunu bizat yaşayarak öğrenmek.
Peki ne yapmalı?
Hala kimseyi incitmemek, üzmemek, hatrını kırmamak adına bu sürece çanak mı tutmalı, yoksa mümkün olduğu kadarıyla bu gidişata dur mu demeli?
İkinci seçeneği kendimize yol edinmemiz gerektiği tartışma götürmez bir gerçek. Bu duruma müdahale edebilmek için iğneyi kendimize batırmanın zamanı çoktan gelmiştir. Aynı tas aynı hamamla karınca kadar yol alamayız. Kendimizle hesaplaşmayı ilke edinerek en azından 70’li yıllardan bu yana verdiğimiz mücadelenin bir muhasebesini yaparak getirisi ve götürüsünü vicdan terazimize vurmalıyız. Özeleştiride bulunma cesaretini gösterebilmeliyiz. Barbar devletin Dersimlilere uyguladığı zülüm ve soykırımlara karşı verilen mücadeleyi sahiplenerek, ama bunu benim ve bizim bu gidişatdaki payımızın ne olduğu sorusunu sormaya karşı bir kalkan olarak kullanmadan hareket edebilmeliyiz.
Fakat hala bu aşamaya gelinmediği aşikar. Meclis eksenli yapılan kimi belirlemelere dahi tahamül edilemiyor. Kendi gerçekliğimize yönelik yapılan kısmi istisnai çalışmaların dahi bilerek veya bilmeyerek acımasızca önünü kesme girişimlerinde bulunuluyor. Bu da aklın alamayacağı “devleten ziyade sol veya Kürt düşmanlığı” yapılıyor gibi abes ifadelerle dile getiriliyor.
Dersim’in dili, kültürü, inancı, kimliği ve tarihi coğrafyası birilerine endekslenerek yol alınamaz. Geçmişte bu çokca denedi. İnsani kamillerimizin tüm direnişine rağmen,
– dil, yaşamın bütünlüğünden soyutlanarak sadece bir araç olarak görülüp, konuşulmaz duruma getirildi. Yapılan çalışmalar ağırlıklı olarak bir ulusun bir dili olur fikrinden hareketle yürütüldü. 4-5 ülkede konuşulan, 50’ye yakın TV kanalı bulunan ve devlet dili olan Kürtçe için canhıraş mücadele verilirken Unesco’nun gösterdiği hassasiyeti dahi gösteremeyip, onun farkettiği ve yok olmakla karşıkarşıya dediği bir zamanlar Dersim’in dominant dili olan Kırmancki-Zazaca’ya sahiplik edilmedi.
– tek sosyal kurumumuz olan talip-rayber-pir sistemi, insanların kardeşçe birarada yaşamasının önünde engelmiş gibi “afyon” olarak değerlendirip önemsenmedi, hatta zaman zaman hedef alındı. Bu yapılırken imamlar ordusu ile devletin en güçlü bütçesine sahip olan Dinayet İşleri Bakanlığı, dolayısıyla Müslümanlık ve Müslüman kardeşlerimize karşı hasas davranmak ihmal edilmedi. Oysa Dersim’de çoğulcu yaşamı mümkün kılan “zereweşiye” yaşam tarzıydı. Son din, son peygamber, “gavurlar” imana gelinceye kadar cihad diyen anlayış değildi.
– T.C.’nin asimilasyoncu tutumundan dolayı “Öztürkleşen”, “halis-muhlis Müslüman”laştırılan kimliğine kimlikler biçildi ve bugünden yarına misali Kürtleştirdi, Ermenileştirildi. Kendisi olması kabullenilmedi.
– Bırakalım diğer bölgeleri, Merkez-Dersim’in yanıbaşındaki, çoğu Pülümür ve Nazmiye kökenli olan Koçgirililer dahi tarihi Dersim coğrafyasından görülmezden gelindi. Bu yapılırken sadece Türkler’in istilacı yaklaşımından rahatsızlık duyuldu. Kürtler’in Kuzey Kürdistan ile Ermeniler’in Batı Ermenistan planları hiç kimseyi rahatsız emedi.
– Daha düne kadar ’38 Soykırımı’na olan yaklaşımdan da bahs etmek istemiyorum.
Ve hala bu bakış açısı karşımıza kırmızı çizgiler olarak çıkıyor. Başkaları rahatsız olmasın, alınmasın, küsmesin diye kendimiz olmaktan feragat etmemiz bekleniyor. Bunun adı da Dersim sevdası oluyor!
Dersim Meclisi çalışması Dersim’i sahiplenmek adına yapılan ilk çalışma değildir. Daha önce bu türden girişimler oldu. Kısmi olarak yapılmış olan çalışmaların gerisine düşüldüğünü de saptıyorum. Bu bir süreçtır, içselleçtirilmesi için belki de bu şekliylen yaşanması gerekiyor diye düşünüyorum. Fakat tüm bu değişim ve dönüşümlerde bizim payımız ne idi, katkımız ne olacak sorularının sorulup cevaplandırılmasının zamanı gelmiştir.
Burda önemli olan bir kimliği diğerine giydirmeden, Kürtçe, Türkçe ve Ermenice konuşan Dersimlilerin birbirlerine kenetlenerek vicdani davranıp yok olmakla karşıkarşıya olan Kırmancki-Zazaca dili ile Raa Heq İnancı’na positivist bir tutum takınarak hareket edebilmektir.
Lütfen daha işin başındayken olmazsa olmazlarımızdan taviz vererek yol almaya çalışmayalım. Aksi takdirde meclis oluşturulamaz, klasik örgüt, federasyon veya parti gibi bir yapılanma olur. Oysa Dersimlilerin bahsi geçen kurumlardan fazlasıyla var. Dersimlilerin beklentisi tüm farklılıklarına rağmen asgari müşterekler etrafında kenetlenip birarada yürüyen bir meclistir.
Terörle Mücadele Yöntemi: Dersim Orman Yangınları
By Ümit Altaş
Çevrenin silah olarak kullanılmasının yasaklanması
Çatışmalar ve savaşlar, çevrenin en fazla zarar gördüğü süreçler. 1990-91 tarihleri arasında yaşanan “Körfez Savaşı”nı, Irak’ın Kuveyt petrol kuyularını ateşe verip büyük miktarda petrolü denize döküşünü ve sonuçlarını hatırlayın. Aradan 20 yıldan fazla süre geçti fakat savaşın yol açtığı ekolojik zarar hala ortadan kaldırılamadı.
(Bkz. http://www.dw.com/tr/saddam%C4%B1n-zehirli-miras%C4%B1/a-5857911)
Çevre silahlı çatışmalarda bazen doğrudan düşmanca amaçlarla bir savaş aracı olarak kullanılırken bazen de kullanılan silahlar nedeniyle dolaylı olarak zarar görüyor.
Doğrudan kullanılma tekniğinin en bilindik ve tanıdık örneği ormanların yakılması. Savunma ve gerekçe de tanıdık: Düşmanın gizlenmesinin engellenmesi ve terörle mücadele. Peki ama bu gerekçe ve savunma ormanların yakılmasını kabul edilebilir bir zemine oturtur mu? Elbette hayır.
18 Mayıs 1977 tarihli Askeri Amaçlarla ya da Daha Başka Düşmanca Amaçlarla Çevrenin Değiştirilmesi Tekniklerinin Kullanılmasına İlişkin Sözleşme (ENMOD) devletlere, düşmanca amaçla çevrelere zarar vermeme, bunun için orman yakma gibi teknikleri kullanmama yükümlülüğü getiriyor. Bu anlaşma 20 Devletin onaylamasıyla 5 Ekim 1978 tarihinde yürürlüğe girdi. Türkiye de bu anlaşmayı yorum bildirimi ile imzaladı fakat hala onaylamadı (Pazarcı, 1992:103; Ankara SBF Dergisi, C.47, S.1)
Yine 10 Haziran 1977 tarihli 1949 Cenevre Sözleşmelerine ek Cenevre I. Protokolü “Doğal çevrede yaygın, uzun süreli ve ağır zararlara neden olan ya da neden olması beklenen savaş yöntemlerinin ya da araçlarının kullanılmasını” yasaklıyor. Bu protokol aynı zamanda ceza sorumluluğunu da düzenleyen tek uluslararası belge. Protokolün 85/3 maddesi, insanlara ve çevreye zarar vereceğini bilerek saldırı yapılmasını savaş suçu olduğunu belirtirken, bu suçu işleyenlere karşı taraf devletlerine de işbirliği yaparak ceza sorumluklarının ileri sürülmesi yükümlülüğü getiriyor.
Son olarak, 30 Ekim 1980 tarihli Aşırı Ölçüde Zarar Verici ya da Ayrım Gözetmeyen Etkisi Olan Bazı Konvansiyonel Silahların Kullanımının Yasaklanmasına ya da Sınırlandırılmasına İlişkin Sözleşme’ye bakalım. Bu sözleşme de, ormanların ya da bitki örtüsünün ve diğer türlerinin yakıcı silahlarla saldırıya hedef yapılmasını yasaklıyor.
Tüm bu sözleşmelerde geçen “askeri gereklilik” kavramı üzerinde asgari bir mutabakata varılmış durumda. “Askeri gereklilik” kavramını gerekçe olarak kullanabilmek için; savaşın kazanılması için zorunlu, gerekli ve başkaca bir yöntem kalmadığı ispatlamanız gerekiyor. Bunu yapamadığınız sürece çevreye zarar verecek tüm eylem ve silahlar bir suçun konusunu oluşturur. Özetle; çevreyi yok etme, zarar uğratma kendi başına doğrudan veya dolaylı bir savaş amacı ve aracı olarak “askeri gereklilik” başlığı altında meşrulaştırılamaz.
Yapılırsa ne olur? İşte burada kocaman bir boşluk var. Çevre zararını tespit edebilme ve devletlerin bu zarar ile sorumluluk bağını kurabilmek pek mümkün olmuyor. Politik paslaşmalar da devreye girdiğinde bu zorluk bir derece daha yükseliyor. Bugüne kadar devletlerin uluslararası sorumluluğu bulunduğunun açıkça kabul edildiği tek uluslararası belge “Körfez Savaşı” sırasında lrak’ın çevreye verilen zararlardan doğrudan sorumlu olduğunu bildiren 3 Nisan 1991 tarihli ve 687 sayılı Güvenlik Konseyi kararı. (Pazarcı, 1992:104)
Mücadele yöntemi: Orman yangınları
90’lı yıllar silahlı çatışmaların sebep gösterildiği orman yangınlarının ülkemizde en sık yaşandığı dönem. Human Rights Watch’un hazırladığı, “Göç Ettirilmiş ve Yüzüstü Bırakılmış: Türkiye’nin Başarısız Köye Dönüş Programı” ve AB İlerleme Raporları’nda bu orman yangınlarına ve bunların bir savaş stratejisi olarak kullanılmasına sıkça değinildi. Yine İnsan Hakları Derneği, “Ocak 1990 – Mart 2009 Döneminde Köy Korucuları Tarafından Gerçekleştirilen İnsan Hakları İhlalleri” raporunda köy korucularının 17 ormanlık alanı yaktığı iddiasında bulundu.
Orman Bakanı Veysel Eroğlu, 2008’de soru önergesine verdiği cevapta, “1990’dan 2008 yılına kadar ülkenin doğu ve güneydoğusunda 390 orman yangınının çıktığını ve bu yangınlarda 9.100 hektarlık ormanlık alan zarar gördüğünü” açıkladı. (Hakkari Milletvekili Hamit Geylani’nin 7/5004 Esas Numaralı Yazılı Soru Önergesi Hakkında Çevre ve Orman Bakanlığı’nın Cevabı, 11.11.2008, http://www2.tbmm.gov.tr/d23/7/7-5004c.pdf)
Bakan Veysel Eroğlu 2010 yılındaki başka bir soru önergesine de, “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde son yirmi yıl içerisinde çıkan orman yangınları sonucunda 5.649 hektarlık alan zarar görmüştür. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerindeki ormanların hâkim ağaç türü meşe olup, bu ağaçlar biyolojileri gereği yangın sonrası yaşama yeteneğini kaybetmeyerek yeniden sürgün vermektedir. Bu nedenle yangından zarar gören meşe alanlarına ağaç dikilmemektedir” şeklinde cevap vermiştir. (Iğdır Milletvekili Pervin Buldan’ın 7/15924 Esas Numaralı Yazılı Soru Önergesi Hakkında Çevre ve Orman Bakanlığı’nın Cevabı, 28.10.2010, http://www2.tbmm.gov.tr/d23/7/7-15924c.pdf )
Bakanın cevabından da anlaşılacağı üzere 2010 yılana kadar bölgede meydana gelen orman yangınlarının sonrasında hiçbir alanda yeniden ağaç dikimi yapılmadı.
Silahlı çatışmaların durduğu 2010 yılına kadar ülkenin doğu ve güneydoğusundan orman yangın haberi neredeyse hiç gelmedi. Çatışmaların kısmen başlamasıyla yeniden orman yangınları haberleri duyulmaya başlandı. Delil Fırat, bir ay içerisinde silahlı kuvvetler tarafından 33 ormanlık alanın yakıldığı iddiasında bulundu. (Delil Fırat, TSK bir ayda 33 alanda ormanları ateşe verdi, 2010, http://www.sendika1.org/2010/12/tsk-birayda-33-alanda-ormanlari-atese-verdi-delil-firat/)
2015 yılında bölgede çatışmaların yoğunlaşması ile birlikte orman yangını haberleri de artmaya başladı. Sırasıyla Lice, Kulp, Silvan, Hazro, Dersim’den orman yangınları görüntüleri sınırlı alandaki medyaya yansıdı. Bu yangınlarda çok sayıda ağaç yok olurken, geçim ve yaşam kaynağı olan bir çok ürün ve hayvanda zarar gördü. (Ayrıntılı bilgi için HDP’nin hazırlamış olduğu “Savaş Stratejisi’nin Bir Uzantısı Olarak Orman Yangınları” raporuna bkz.: https://yesilgazete.org/wp-content/uploads/2015/08/Temmuz-%E2%80%93-A%C4%9Futos-2015%E2%80%99te-K%C3%BCrdistan%E2%80%99daki-Orman-Yang%C4%B1nlar%C4%B1na-%C4%B0li%C5%9Fkin-G%C3%B6zlemler-ve-Teknik-%C4%B0nceleme-Raporu-%E2%80%93-Sava%C5%9F-Stratejisi%E2%80%99nin-Bir-Uzant%C4%B1s%C4%B1-Olarak-Orman-Yang%C4%B1nlar%C4%B1.pdf)
Konuya ilişkin yangına sebebiyet verdiği ve söndürmek için müdahale etmediği iddia edilen kamu görevlileri hakkında defalarca suç duyurularında bulunuldu. Fakat bu güne kadar bildiğimiz kadarıyla hiçbir kamu görevlisi hakkında bu şikayetler üzerinden bir kovuşturma başlatılmadı.
Dersim dört dağ içinde dört dağ yangın içinde
Silahlı çatışmaların sebebiyet verdiği iddia edilen orman yangınları geçtiğimiz hafta yeniden gündeme geldi. Derneklerin yaptıkları açıklamalara göre rüzgarın da etkisiyle hektarlarca büyüklükteki orman alanları küle döndü. Aynı açıklamada Dersim’in Pülümür, Hozat, Nazimiye, Ovacık ve Elazığ’ın Kararkoçan ilçelerinde devam eden yangınlarda hektarlarca büyüklükteki orman alanlarının yok olma tehlikesinin olduğu vurgulandı.(http://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2017/08/12/alevi-kurumlarindan-dersim-yangini-protestosu/)
İşin ilginç yönü, ilde meydana gelen yangınlar Orman Bakanlığı veri tabanına girmedi. Bakanlık güncel tüm orman yangınlarını ve bu yangınlara ilişkin son durumu sitesinde yayınlıyor. (http://www.ogm.gov.tr/Lists/GuncelOrmanYanginlari/AllItems.aspx) Sayfayı incelediğinizde de göreceksiniz ki, yakın zamanda basına yansıyan Dersim ilindeki orman yangınları Bakanlık web sayfasında yok.
Dersim ilindeki orman yangınları Bakanlık web sitesinde yer almazken Tunceli Valiliği ise 11.08.2017 tarihli basın açıklaması ile orman yangınlarının var olduğunu kabul etti. (http://www.tunceli.gov.tr/basin-aciklamasi11082017) Basın açıklamasında, “orman yangınlarının ‘terör örgütüne yönelik operasyonlar’ kapsamında meydana geldiği ve bir kısmının söndürüldüğü bir kısmınında operasyon bittiğinde söndürüleceği” ifade edildi. Valilik daha sonra 15.09.2017 (15.08.2017 olmalı-Editor) tarihli basın açıklamasıyla da “orman yangınları kontrol altında alındı” duyurusunu yaparken Bakanlık web sayfasında hala Dersim orman yangınlarıyla ile kayıt yoktu.
Orman Yangınlarının Önlenmesi ve Söndürülmesinde Görevlilerin Görecekleri İşler Hakkında Yönetmelik uyarıca her orman yangını sonrasında idarenin resmi bir belge düzenleme yükümlülüğü var. Ormanlık alanlarda risk tespiti yapılması ve bu risklere karşı mücadele için teknik ve personel altyapısının sağlanması ise bu zorunluluk. Peki idarenin bu yükümlülükleri ve zorunlulukları yerine getirdiğine dair bir bilgilendirme mevcut mu? Hayır.
Güvenlik nedeni ile görevliler yangına müdahale edemediklerini açıklarken halk kendi imkanlarıyla yangını söndürmeye çalıştı.
Tunceli Barosu idarenin yükümlülüklerini yerine getirmediği görüşünde. Yangına sebep olan ve söndürülmesinde sorumluklarını yerine getirmeyenler hakkında Baro suç duyurusunda bulundu. (https://bianet.org/bianet/cevre/189053-dersim-de-devam-eden-yanginlar-icin-suc-duyurusu) Yapılan suç duyurusunda, “Yangınların ağır silahların kullanılması sonucunda bilerek çıkarıldığı ve güvenlik gerekçe gösterilerek yangınlara müdahale edilmediği” tespitleri yapıldı.
“Etkisiz hale getirildi”
Tunceli Valiliği orman yangınlarına ilişkin web sitesinde, 11.08.2017 tarihli “Basın Açıklaması”, 14.08.2017 ve 15.08.2017 tarihli “Orman Yangınları Kontrol Altına Alındı” eş başlıklarıyla üç açıklama yayınladı. Orman yangınlarının çıkış sebebi ve alınan önlemlerin yeterliliğine ilişkin ayrıntı bilgi beklerken her üç metinde de aynı cümle ile karşılaştık: “İlimizde terörist unsurların bulunmasına ve etkisiz hale getirilmesine yönelik çalışmalar azim ve kararlılıkla sürdürülmektedir.”
“Terörist unsur” ve “terör” kavramı başka bir yazının ve araştırmanın konusu. Fakat başka bir yazıya bırakılmayacak bir gerçek var. O da, ormanlarımızın etkisiz hale getirilmesine yönelik çalışmaların takdire şayan bir şekilde azim ve kararlılıkla sürdürüldüğü.
KAYNAK:
http://www.hukukpolitik.com.tr/2017/08/17/terorle-mucadele-yontemi-dersim-orman-yanginlari/
Basın Açıklaması
Dersim’de doğa, doğal alanlar ve hayvanlar kasten yok edilmekte ve telef edilmektedir.
Dersim’deki ormanlar yanıyor ve Munzur’un eşsiz bitki örtüsü ve hayvanlar alemi büyük bir tehlike altındadır.
Orman yangınları devlet tarafından kasten çıkarılmaktadır. Gayri resmi söylemlerde bunların gerillaların takibini kolaylaştırma amaçlı olduğu iddia edilmektedir. Gerçekte ise bu orman yangınlarıyla Dersimlilerin bütün kültür ve yaşam temelleri yok edilmektedir.
Bu yöntem yeni de değil. Dersimlilerin bu konuda uzun ve acı bir geçmişi vardır. 1937/38 yıllarında Dersimliler soykırım yaşadı. Yaşam alanlarını (Köylerini) tekrar kurduklarının ertesinde 90 yıllardan itibaren yeni baskı yöntemlerine maruz kaldılar.
Köylüler köylerinden uzaklaştırılıyor, ormanlar ateşe veriliyor, doğal alanlar barajlarla yok edilmekte ve siyanürle altın arama faaliyetleriyle zehirlenmektedir. Kutsal Munzur Çayının doğası bozularak, ölümüne sebep olunmaktadır.
Bölgenin bombalanmasından dolayı çıkan orman yangınları halihazırda büyük bir alanı sarmış durumdadır. Son iki yıl içerisinde çıkartılan orman yangınlarında yok edilen ormanlık alanın kaç hektar olduğunu kimse bilmiyor.
Bu politikadan derhal vazgeçilmelidir. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini aşağıdaki istemlerimizi yerine getirmeye çağırıyoruz:
• Bölgenin afet bölgesi olarak ilan edilmesi ve gereken önlemlerin alınmasını,
• Yerel makamlar halkın kendi olanaklarıyla yangım söndürme çalışmalarım güvenlik bahanesiyle engellemektedir. Bu engellemenin derhal kaldırılmasını,
• Dersim’deki orman yangınlarıyla ilgili derhal bir meclis araştırma komisyonunun kurulmasını, komisyonun bölgedeki orman yangınlarının nedenini araştırarak tespit etmesini ve bunları yayınlamasını,
• Darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL durumu bahane edilerek her türlü demokratik hak arayışı hemen anında susturulmaktadır. Dolayısıyla ne doğaya karşı yapılan ihlaller ne de şahsi mala verilen zararlar sorgulanamamaktadır. Bu yüzden OHAL durumun derhal ortadan kaldırılmasını,
• Her şeyden önce Dersim’deki orman yangınlarının bir an önce durdurulmasını talep ediyoruz.
Çağrıyı yapan kurumlar:
Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG)
Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF)
Avrupa Demokratik Dersim Birlikleri Federasyonu (ADEF)
Demokratik Alevi Federasyonu (FEDA)
Dersim Meclisi – Avrupa
Yeşil Sol Parti- Almanya Temsilciliği
AGADEKA (Avrupa Mağdur Halklar Platformu)
13.08.2017