Dersim olgusu’na özgün düşüncenin sendeleye sendeleye ve ürkekçe toplumsal hayatın canlı pratiğine doğru yönelmesinin üzerinden yaklaşık iki yıla yakın bir zaman geçmiş bulunuyor. İlk günlerde ve ilk zaman diliminde belirsiz ve ne anlama geldiği görünmez olan söylemlerin bazıları giderek anlaşılır ve görünür hale geldi. Ama pek çok argüman,düşünce ya da iddia her birimizin düşünce dünyasında farklı yansımalar ve manalar almaya/taşımaya devam etti. Dersim Meclisi Düşüncesi ya da Dersim Fikriyatı; Dersimlinin pencere pervazına konan leylekler tarafından getirilmedi. Ya da derin bir mağarada yapılan arkeolojik çalışmalar neticesinde açığa çıkarılan bir bulgu da değildir, ve/ya da her hangi bir ağacın kovuğundan da çıkmadı. O dünyaya dağılmış Dersimlinin can çekişen dünyasının iniltsinin bizim bilincimizdeki yansıması ve yankısıydı. Benim ana eksenim, Dersim gerçekliği de dediğimiz bu denetlenebilir olgudur.
O halde, tarih ve toplumsal pratiğin bizim bilincimize taşıdığı Dersim Fikriyatı ve Dersim Meclisi düşüncesi; onunla kendileri arasında bir bağıntı kurmaya çalışanlaradan çok doğru ve haklı olarak hak ettiği kıymeti görmek ister.
Geride bıraktığımız tarihsel kesitte, bu fikrin toplumsal hayat içerisinde kendisine nasıl bir yol açacağını ve hangi yoldan ilerleyeceğine ilişkin hacımlı bir kitap kadar yazılı ürün üretilidi. Bu yazılanlarda “asgari müşterekler”, ortak paydalar da numaralandırıldı. Bunlar bir organizasyonun toplumsal hayat içerisinde devinim yapması için olması gereken asgari şeylerin daha da ilerisindeki kesişme noktalarıydı. Nerede ise her birimiz bunları bir solukta yeniden numaralandıracak durumdayız. Ama bir şeyler iyi gitmiyor. Neden? Eksik olan ne?
Bunun çok değişik ve kapsamlı nedenlerinden söz edebiliriz. İki yıla yakın bir zamanı geride bırakmış olsak da (önceki parçalı ve belirsiz girişimleri saymasak) Dersimin Farklılığı’nı çerçeveleyen ve bir “temsiliyet sorunu”nu kendine dert edinerek hedefine koyan ve bunu açık, net ve anlaşılır argümanlarla dillendiren bir girişim olması itibariye geniş bir Dersimli kesim içerisinde “bir görelim” beklentisi yarattı ve bu beklenti hala belirgin bir şekilde devam ediyor. Yaşadığı tüm başarısızlıklar ve yanilgiler bu ‘bekle gör’ zamanının uzamasını koşullandırıyor. Bu durumun belli bir süre daha devam edeceğini söyleyebiliriz.
Bu sürecin nasıl bir seyir izleyeceği, daha ne kadar böyle devam edeceği ise, belli bir aşamadan sonra bizim söylemlerimiz ve pratik çabalarımızın neredeyse tayın edici olduğunu/olacağını söylemeliyim. Dersim eksenli siyasi odakların, böyle bir girişimin kendi zeminlerini zorlayacağı kaygısıyla açık ya da kapalı geliştirdikleri alehte söylem, söz konusu nesnel zorluğa bir artı daha eklemektedir. Bunlar ve daha da sayabileceğimiz bir dizi nesnel ve objektif zorluk var. Gerçekçi, yöntemli ve sabırlı bir uğraş neticesinde bunların çok önemli bir kısmmını aşabiliriz. Ama bizim bunlardan daha ciddi ve kapsamlı “iç zorluk”larımız var.
“Ortak müşterekler “ ya da ortak paydalar dediğimizde, bu çalışmanın içinde yer alan hemen hemen bütün arkadaşlar neredeyse ayni şeyleri alt alta numaralıyoruz. Ama bakınız yine de bu toplantımızın temel gündem maddesi “ortak müşterekler” olmaktadır. Bunun yanlış olduğunu söylemiyorum. Bu bizim gerçekliğimiz oluyor, ondan kaçınamayız.
Ortak müştereklerimizin ya da ortak paydalarımızın ana ekseni ve omurgası; Dersimin kendine özgü bir tarihi (bu tarihin başlama ve gelişme aşamalarına ilişkin nuanslar söz konusu olsa da), inancı, dili ve daha kapsamlı ve kuşatıcı bir kavram olarak kültürü olduğudur. Bu temel eksen üzerinde birbirimize bir itirazımız sanırım söz konusu değil. Devamla “tarihi Dersim coğrafyası” üzerinde de kesişiyoruz. Buradan ilerlediğimizde, Dersimin bir “Halklar Topluluğu” olduğu kavşağına çıkyoruz. Bu “Halklar Topluluğu”nu kaba bir tasnife kalkıştığımızda; Kırmanc/Zaza ve Kurmanc Alevi demografinin baskın damar olduğunu söyleyebiliyoruz. Keza belli bazı nuanslarla Dersim Tertelesi’nin bir Alevi soykırımı olduğunu da iddia ediyoruz. Saydıklarım kadar önemli bir şey daha var.
O da şudur: İttihat ve Terraki’den günümüze; egemen erk, devlet ve onun tüm akademiyası sistemli ve aralıksız olarak Dersim’in kadim inancı olan Alevilik ve anadili üzerinde çalışmalar yürütüyor. Bu bir asır boyunca ardışık ve zora dahalı bir asimilasyon bombardımanına tabi tutulmuştur Dersim . Bu biteviye yok etme saldırı dalgalarına rağmen Dersim hala ben varım diyebiliyor. Bilemiyorum bu denli sistemli bir yok edilme olgusuyla karşı karşıya kalmış ve ayakta kalmayı başarmış başka böyle kaç topluluk vardır. Beni böyle bir uğaraşa çeken ve ümitli kılan bu tarihsel olgudur. İnanıyorum ki, bu çalışmaya dahil olan her bir Dersimlinin kuvvet kaynağı da bu olsa gerektir.
Bütün bunlar ve daha da ilave edeceğimiz başka ara başlıklar bizim “asgari müşterekler”imiz mi? Duraksamadan evet diyebiliriz sanırım. Hepimizin üzerini boldladığı temel bir “ortak payda”mız daha var. Dersim’in şiddetten kurtulması. Dersim dağlarında, insanın yaşamadığı/kalmadığı köy ve vadilerinde devrim arayan siyasi gruplar içinde bile giderek artan oranda, Dersim’de kırk yıldır devam eden ve her yıl yüzlerce gencin yaşamına mal olan yol ve yöntemlerin artık değişmesi gerektiği düşüncesi gelişmektedir. Şimdi bu momentte de bir ortak payda bulunması güncel bir aciliyet olarak önümüze gelmektedir. Dersim Meclisi çalışması; bu denetlenebilir durumla kendi arasında nasıl bir bağıntı kuracağı, acıl bir durum olarak masamızda yerini almış bulunuyor. Böylesi güncel ve acil bir politik olguya nasıl bir anlayış, yöntem ve araçlarla yaklaşacağımız çok önemli.
Kanaatimce bunun iki yolu var. Ya Dersim’in Dersim olmaktan çıkmasının asıl sorumlusu benim tanımlamamla devrimci gruplar, bazı arkadaşların tanımlamalarıyla “sol gruplar” olduğunu söyler ve bunları hedefe koyarak, cepheden her gün teşhir ederek ilerlemeye çalışırız. Ya da bu gruplara ve onların düşünce sistemleri içinde olan Dersimlileri de bir ölçüde ‘biz’den oldukları zemin üzerinde, kapsayıcı bir inandırma çalışması yürüterek. Birinci yol biraz şuna benziyor. Aydınlanma hareketi öncülerinden Helvetius’un, koyunların otladığı bir çayırda yaşayan böceklerin, koyunları korkunç yırtıcılar, onları yiyen kurtları ise iyiliksever varlıklar olarak görebileceklerine işaret edişindeki gibi bir zemine düşeriz. İşte bu asla işlerimizi kolylaştırmaz. Bilakis işlerimizi zorlaştırır. İkinci yol, kendi “iç ilişkilerimiz”de ve sorunlarımızı ele alışta ‘zerreweşiye’ dediğimiz bağlam oluyor. Bu konuda, kesin, açık, net ve anlaşılır bir karara varmamız gerekiyor.
Meclisin bir çok ortak imzalı belgesinde, Dersimle ilgili çalışmalar yürüten dışımızdaki birey ve kurumlarla ilgil olarak makul sınırlar içerisinde çerçevelediğmiz gibi bir durum tespitimiz var. Ama gündelik yaşamda işler bir başka seyir izlemektedir. Bir çok temel ve ortak irade diyebileceğimiz belgelerde; Dersimin tarihsel ve toplumsal gelişim, değişim ve yeni oluşumları incelerken devrimci grupların, dolayısıyla kendi kusurlarımızı da açık ve kuvvetli vurgularla işaretledik. Dolayısıyla ilgili-ilgisiz her durumda “sol”un kusurlarını sıralamak, bu yapılar içerisindeki Meclis çabalarıyla kendi aralarında bir özdeşlik kuran Dersimlilere gına getirir. Kendimizin bu bangır bangır bağıran çelişkimizi çözmemiz gerekiyor. Hem bizimle, Dersim Meclisi çalışmasıyla birlikte çalışmak isteyen Türk ve kürt devrimcileri, sosyalistleri (gerek gruplar içinde olsun, gerek benim gibi bireyler olsun) çalışabileceğimizi yazmak ve söylemek, beri yanda ‘70’lerden sonra Dersimi kendi yolundan çıkaran ‘sol’dur demek inandırıcılığımıza halel getiriyor. Dolayısıyla bunu her somut güncel gelişme bağlamında dillendirmek, o tarafı daha da ötelere itmekten başka bir işlev görmez, başka anlama gelmez.
Daha da önemlisi bizi sonu gelmez bir kısırdöngü girdabına sürükler ve birbirilerimizi çok yormuş olacağız. Dahası, devletin yüzyıllık asimlasyonu ve yok etme saldırı dalgalarını perdelemiş olacağız. Devrimci hareketin tarih sahnesine çıkması 1972’dir Dersimde. Ama devlet daha 1920 yılında aleviliğin bir “alt islam”, yani ne olduğu tam beli olmayan bir inanca benzer bir şey diyerek, kendi o günlerdeki akademiyasında aralıksız olarak işleyerek onun humanist insancil felsefesini ve özünü bozuyordu. Sünni islam tabii ki, “üst islam”, “ortodoksi islam” oluyordu. Yani egemenler açısında, her türlü üretim aracında olduğu gibi, düşünce üretme mekanizma ve araçlarını da kendi egemenliğinde tutanlar, bizleri yüz yıl evvel ikinci sınıf insan olarak afişe ediyorladı. Biz nasıl olur da böylesi sistemli ve yüksek düzeydeki bilinçli ve kasıtlı bir asimlasyon ve bozma faaliyeti ile toy bir Dersim gencinin pirini evden kovmak gibi talihsiz bir elyemini eşitleyebiliriz. Ki bu gibi absürd davranışları çoğaltsanız bile, böyle yaklaştığımız durumda; biz her tür görüş farklılığına tolereyiz demek hiç de inandırıcı kaçmıyor. Biz istemesek de fiili olarak öyle birini içimize almamış olacağız. Ya da onlar içimize gelmezler, gelenler ise bir zaman sonra uzaklaşırlar.
1937-’38 Tertelesi/Soykırım’ının başka diyarlara sürülen artıkları geri dönüp bir “yeniden inşa”ya girişmeleriyle birlikte asimlasyonun Sıdıka Avar’la başlayan boyutu, Yatılı Bölge İlkokulları’yla daha sistemli ve planlı bir çerçeveye oturtuldu. 1940 ve 1960 yılları arası okuyan Dersimlilerin ağırlıklı bir yüzdesi tam bir hafıza yitimine uğratıldı. Daha da önemlisi onlar ana dillerini unuttular, konuşamaz oldular. Bu yıllarda artan nüfus yoğunluğuna paralel olarak asimlasyon da kuşatıcı boyutlar kazandı. 1970’lere gelindiğinde inanç ve anadil alanlarında damar tar u mar edilmişti.
Evvet devrimciler bu durumu tahlil edemediler. Buna göre bir çalışma örgütlemeyi, yani Dersimi tüm ana damarlarıyla koruma ve yaşamda kalmasını sağlamak gibi bir perspektif geliştiremediler. Ama bu sistemin yüz yıllık düşmanca asimlasyonu ile dengelenebilir mi? Yukarıda vurguladığım gibi, bu konuda da mütemadiyen ve her güncel olayda “solun kusurları” diye sıralamaya başlarsak, egemen sistemin düşmanca faaliyet ve asimlasyonunu perdelemiş olacağız. Biz bunları temel belgelerimizde bir kaç defa dillendirdik. Bunları yazar ve söylerken devrimci grupların yeni yeni hatalarını asla görmeyelim gibi bir bakış açım yoktur. Söylemeye çalıştığım, devletin ve sistemin düşmanca saldırı ve asimlasyonu ile devrimci grupların kusurlarının dengelenmemesidir. Bunlara yönelik söyleyeceklerimizi bir tür “içeri”ye söylenecekler olarak formatlamak gerektiğinden söz ediyorum.
Bir şey daha. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yasaları içerisinde bulunan sivil toplum kuruluşları, hakikatten gerçek anlamda demokratik sivil kurumlar değildir. Dersim üzerine çalışma yapma iddiasında olanlar da içinde olmak üzere hepisi ve her biri şu ya da bu parti ve grubun paralelinde hareket ediyor. Doğal olarak kendi varoluşsal bağlam ve iddiası havada kalıyor. Bütün işleyişi ve işlevi güdümünde oldukları gruba kan taşımak oluyor.
Bu grupların bürokratik kastlaşmış hiyerarşik yapıları, adı üzerinde bürokratiktir. Bu mekanizma görece farklılıklarla, onların ekseninde çalışma yürüten “sivil toplum kurumları” için de geçerlidir. Böylesi kurumların kendi başlangıç iddiasi üzerinde gerçek demokratik sivil toplum kuruluşları işlevi görmemeleri, görememelerine bir ideoloji yön vermiyor. Burada bir ideoloji yok, bir sağlıklı dünya görüşü yoktur. Bilakis bir ideolojisizlikten söz etmek gerekiyor. Dünyaya dar ve mekanik doğmalarla bakmak bir ideolojiye sahip oldukları anlamına gelmiyor. Mesala, “yüz çiçek açsın yüz fikir yarışsın” deniyor ama bırakın yüz fikirin bir arada kalmasını ve birlikte yürümesini çok tali ve incir çekirdeğini doldurmayan nuanslarda dahi bir arada kalamıyorlar. Bizim birbirilerimizin farklılıklarımızı zerreweşiye kültürü içerisinde kabullenmeyi sözel olarak her gün dillendirip gerçek toplumsal hayattta ise zorlandımızda olduğu gibi.
Dolayısıyla, dar kastçı ve sadece kendisini amaçlaştıran yapıların bir dünya görüşleri, bir ideolojileri yoktur. Buradan hareketle biteviye bir ideolojsizlik söylemi; toplumu, var olan ve her gün açlık sınırlarına sürülen milyonları bir toplumsal uyuşukluğa sürüklemek işlevi görür. Çok kapsamlı bir uzam olması itibari ile iki cümle ebatına şu söylenebilir. Uluslararası ve uluslarüstü tekellerin besleyip büyüttüğü hakikatten yüksek beyinler, son teknik imkanlarla çalışan fabrikalar gibi yirmi dört saat durmadan, içinde şu an yaşadığımız dünyada bir tek ideoloji var diyorlar. Ve devam ediyorlar, yalnız “liberal devlet” ve “liberal demokrasi” diye noktalıyorlar. Bu sınıfsal “yakınlaştırma”cılar, dünyada her bir birey, dünya nimetlerine eşit uzaklıktadır diyorlar.
Yani dünya servetinin yüzde doksanını kasalarına dolduran dünya nüfusunun yüzde onu ile, dünya servetinin ancak yüzde onunu paylaşabilen dünya nüfusunun yüzde doksanı aynı şanslara ve imkalara sahiptirler yalanını toplumların aklına boca ediyorlar. Bundan daha ala ideoloji olabilir mi? 1950 yılından başlayarak bugüne kadar devam eden bu yönlü üretim kütüphaneleri dolduracak ciltler kadardır.
Şimdilik şunu söylemekle yetineyim. “İdeolojinin Sonu”, “Son İnsan”, “Tarihin Sonu” gibi alanlardaki çalışmaların tarihini 1950 yılına, sanayi devriminin son yıllarına kadar uzatabilirsiniz. Bu alandaki ‘üretim’ yapan uzman ve yüksek otoritelerin daha çok Amerikan ve sonra İngiliz ve diğer Avrupa ülkelerinin istihbarat ve güvenlik politikları birimlerinin başında bulunan prof.Sosyolog ve stratejistler olması bir tesaddüf olmasa gerek. Mesela, “merkez-çevre paradiğması”nın mimarı Edward Shils gibi, onu takip eden meşhur “Politik İnsan” kitabının yazarı Seymour Martin Lipset, Daniel Bell’in “İdeolojinin Sonu” kitabının tanıtımını yapan ve orada “sosyalist ülkünün sonu”nun geldiğini teorileştiren İrving Kristol gibi. Post-Modernizm ve Post-Modern felsefenin öncülerinden Jean Francois Lyotard gibi. Yakın tarih açısından; “Tarihin Sonu ve Son İnsan” kitabın yazarı ABD’nin istihbarat direktörlerinde Francis Fukuyama gibi. Ve onun açıklarını “Medeniyetler Çatışması” başlıklı kitabıyla dolduran ABD’nin Strateji otoritesi Samuel Huntington ve daha niceleri…
Sonuç olarak, Dersim Meclisi çalışmasında bu iki yıllık zaman diliminde açığa çıkan yeterli “asgari müşterekler”imiz şekillenmiş bulunuyor. Eksik olan yazdıklarımız ve her fırsatta dile getirmeye çalıştığımız demokratik kültürdür. Birbirimizin farklılıkları konusunda demokrasi normlarını zorlayan alışkanlıklarımızdır. “Zerreweşiye” kavramının içeriğini günlük uğraşlarımızda boş bırakmamızdır eksik olan. Her günkü aktüel gelişmede kendi farklılıklarımızı ısrarla dillendirmektir eksik olan. Mesela, ben “ideolojisizlik” teorisini insanları ve toplumsal organizasyonları toplumsal uyuşukluğa sürükleyen tehlikeli bir teori olduğunu burada iddia ediyorum.
Bunu burada söyledim ve yazdım. Ama her yeni durumda bu teoriyi savunan arkadaşlarımı bir polemik sağanağına tutmam gerekmiyor. Böyle bir yol ve yöntem izlemeye çalışmak, farklılıklarımzla birlikte birbirimizle ortaklık kurmak esprisine de uygun olmaz. Önemsediğim bu düşünce farklılığına rağmen, Dersim Fikriyatı ve Dersim Meclisi çalışmasında saptadığımız “ortak paydalar” çerçevesinde bu arkadaşlarımla sorunsuz ve uyumlu çalışma konusunda en küçük bir duraksama göstermem. Açık bir ifade ile böyle bir taahhütte bulunurum. Üzerinde çalışacağımız Dersim’e dair bir konudur. Biz artık kesin ve açık bir biçimde Dersim için pratik işlere yönelelim. O işlerin nasıl hızlı ilerletilebileceği konularını tartışalım, fikir alışverşlerinde bulunalım.
Bir şeyi daha unutmayalım. Dünyaya dağılmış ve bahse konu her hangi bir gruba angaje olmayan Dersimlilerin ezici bir yüzdesi bile başka grup ve kurumlarla bir polemik ve çatışma moduna girmemize asla sıcak bakmıyorlar. Siz kendi işinizi yapın diyorlar. Yani “sessiz çoğunluk” dediğimiz bu kategorinin ağırlıklı bir bölümü “sol gruplar”la çatışmayı ve sosyalizm alehtarı bir edebiyat gelştirilmesine karşıdır. Bunlar başkalarıyla çatışma, başkalarına saldırmak zorunda değilsiniz, önce bir yüzleşme hattında yürümelisiniz diye uyarılarda bulunuyorlar. Bu nötr durumdaki Dersimli geniş kesimlerin beklentisidir. Dersim toplulukları içerisinde kısa bir gezintiye çıkmanız veya mini bir anket yapmanız durumunda bu rahatlıkla görülecektir.
Artık farkılılıklarımızı konuşmaya kesin bir nokta kayma vakti çoktan geldi. Hepimiz aynı göz hizası’nda ve bir eşit bireyler topluluğu olarak; küçük küçük pratik işler başarma moduna girmeliyiz.
Haydi yolumuz açık olsun.
08 Aralık 2017