Sosyalist Meclisler Federasyonu’n (SMF)dan Aziz Kocaimamoğlu, “mikro milliyetçilik”, “mekân fetişizmi” ve “yerel şovenizm” tehlikesi’ne işaret etti. Bu büyük tehlike(!)nın merkezinde duran odak hangisidir? Dersimin o özgün konumu üzerinde çalışan oluşumlar!
31 Mart 2019 tarihinde yapılacak ‘Yerel Yönetimler’ seçimleri kampanyası ve kavgası Dersim’de normal olandan çok önce başladı. Kürdistan illerinde durum böyle değil. Dersim yerel seçimlerin nirengi noktası gibi.
HDP seçmeni ile Fatih Mehmet Maçoğlu seçmeni arasında demokratik düşünme sınırlarını çoktan aşan bu kavga, yeni ilavelerle devam ediyor. Tüm Dersimlilerin vekili olarak Alican Önlü ilk negatif çıkış yapanlardan. Maçoğlu kayyum saldırlarına karşı mücadele etmedi, seyirci kaldı sözleriyle ağız kavgasının startını da vermiş oluyordu. Halbuki Alican Önlü tüm Dersimlilerin vekiliydi. Büyle bir hakkı kendisinde görmemeliydi. Kürd hareketinin yayın organlarında bir çok köşe yazarı “eleştiri”(!)nin dozunu artıran yazılar yazdılar. Bunların dökümünü yapmak mümkün.
Söz konusu açıklama ve yorumlar, sosyal medyaya değişik kişilerce aynı içerik ve kalıplar olarak yansıyamazdı. Bu yazı ve açıklamalardan sonra, Maçoğlu’nun bir “devlet projesi” olduğu argümanı aralıksız işlenmeye devam ediyor. Kürd hareketinin yöneticileri ve HDP yönetici ve Dersim Belediye Başkan adayları, bu ağır ve haksız suçlamaları durdurun diye bir çağrı da yapmadılar bugüne kadar. Benim derdim Maçoğlu’nu savunmak, onun propagandasını yapmak değli. Ben Dersim’de yaşamıyorum. Sadece gelişmeleri izliyor ve derin kaygılar yaşıyorum. Burada haksız ve hiç bir demokratik normla bağdaşmayan karalama dalgasına işaret etmeye çalışıyorum.
Önceleri bir yana, son yirmi yıldır devlet bürokratlarıyla fotoğraflar veriliyor. Bu sistem içinde bir nokta tutanlar, bu tür ritüeleri vermek zorunda oldukalarını biliyor. Ne var ki, son aylarda karşılıklı bu ‘kötümcül’ fotoğraflar servis ediliyor. Bunlar etrafında önü arkası olmayan spekülasyonlar dur durak bilmiyor. Bilmiyorlar ki, onlar, bizler ve herkes bu Türkiye Cuhuriyeti sınırları ve yasaları içinde yaşıyoruz. O fotoğraflar, bayram günlerinde de, felaket günlerinde de verilebiliyor. Bayramda olur, kayyumda olmaz demenin hiç bir mantığı ve haklı yanı yok. Mesela milletvekili yemini, ya parlamentoya gitmeyeceksiniz, oraya gittiğinizde de, o “koca yemin”i bağırmak zorundasınız. Bu zeminlerdeki karalamalar Dersimliler arasında kalıcı bir ‘düşmanlık’ yaratmaktan başka hiç bir işlev görmez. Görmüyor. Bu karanlık tünelden çıkmalıyız.
Kara propaganda neden Dersim Meclisi’ne kadar uzatıldı?
20 Ocak 2019 tarihi Gazete Duvar’da Tunca Özlem adında biri, “Ovacık Modeli ve ‘Tek İlçede’ Sosyaliz” başlıklı bir yazı yayımladı. O makalede “Ovacık Modeli”ne dair bir hayli olumlu değerlendirme ve övgü var. Haklı eleştirileri de var. Sosyalist Meclisler Federasyonu’nun temsilcilerinden Aziz Kocaimamoğlu adında bir arkadaş dayanamamış, 21 Ocak 2019 sayılı Gazete Duvar’da, “Sosyal Belediyecilik nedir? Sosyalist Belediyecilik nedir?” başlıklıklı bir uzun yazı yazmış. Bir dizi gereksiz izahat. Nereye gidersen git geleceğin yer, bugünkü sistem içerisinde “belediye sosyalizmi”dir. Sosyal belediyecilikle sosyalist belediyecilik arasındaki temel ayırım ona göre görünür olan sosyalist perspektif oluyor. Neticede o da “toplumcu” belediyecilikten bahsediyor. Benim konum bu değil.
Aziz Kocaimamoğlu; şunları da söylüyor.
“Yerel siyaset; ulusal, bölgesel ve küresel siyasetle iç içe geçmiş durumdadır. Dolayısıyla; mikro milliyetçilik, mekân fetişizmi ve yerel şovenizm tehlikesine karşı, sosyalist modeli yaymak ve diğer toplumcu yerel yönetimlerle ortak platformlarda birleştirmek sosyalist belediyeciliğin temel görevidir.” Peki konu , sosyal belediyecilikle sosyalist belediyecilik arasındaki o kapsamlı farklılıklar olduğuna göre, “mikro milliyetçilik”, “mekan fetişizmi”, “yerel şovenizm” ve bunların “tehlikesi”nin böyle bir makalede yeri ne oluyor? Kendi konu ve çerçevesi ile alakası nedir? O büyük “tehlike” ne oluyor ki? Bu uçsuz bucaksız “yerel şovenizm” bağlamının muhatapları kimlerdir? Gönderme nereyedir? Bunlar belirsiz.
Ama son yıllardaki Dersim’e dair gelişmeleri takip edenler bu göderdemenin adresini anlamakta zorlanmaz. Dil bilinç altınadi o gereksiz korkuya uzanıyor.
Üç yıl önce bir grup Dersimli arkadaş, Dersim Meclisi başlığı altında bir çalışma başlattık. 2018 Kasım ayı ortasında Dersim Kongresi toplandı. Bir yıl önce herkese açık olarak tartışmaya açılan “Kongre Sözleşme Taslağı”, kongrde “Dersim Kongresi Sözleşmesi” olarak onaylandı ve resmileşti.
Kongre Sözleşmesi’nin çerçevesi, yönelimi ve amacı; doksan yaşındaki bir insanın durumuna benzeyen Dersimin ömrünü biraz daha uzatabilir miyiz sorusuna cevap arıyor. Dersim’in kendi tarihi boyunca “kendini yönettirmeme” çırpınışlarına ateş tutmaya çalışıyor. Bunun dışında Dersim üzerine çalışma yapan bütün oluşumların genel programları içinde Dersim tek bir madde, yalnız küçük bir ayrıntı, ama Dersim Kongresi’inin tüm ekseni Dersimdir. Kaybolmak üzere olan bütün varoluşsal bağlamlarıdır. Buradan “multi milliyetçilik” çıkar mı? Bütün gücünüz ve yeteneklerinizle yüklenirseniz belki derim.
Ya “mekan fetişizmi”? Peki SMF paralelinde çalışma yürüten DEDEF gibi oluşumlar da Dersim eksenli çalışma yürüttükleri iddiasındalar. Onlar da “mekan fetişizmi” kapsamındalar mı? Programınız “sosyalizm perspektifli” olduğu iddiası bir yana, 45 yıl boyunca Dersimde olmanız da “mekan fetişizmi” olmuyor mu? “Ovacık Modeli”ni bu denli işlemek de “mekan fetişizmi”ne girer mi? Sorular çoğaltılabilir.
Heyhat “yerel şovenizm”! Türk dil kurumu şovenizm,”Kendi ulusunu öne çıkararak değişik ırk ve uluslar arasında düşmanlık yaratmayı amaçlayan ve bu yolda kışkırtmada bulunan aşırı akım” diyor. Lenin sosyal şovenizmi (yani şovenizmi); “Sözde sosyalist, pratikte şovenist olan… kendi devletlerinin çıkarlarına alçakça ayak uydurma…” olarak tanımlar. Uzatmadan, bütün ekseni Dersim olan, Dersim Kongresi’nin “yerel şovenizm”i, bu şovenizm türlerinden hangisine giriyor sayın Aziz Kocaimamoğlu ve SMF. Şovenizm başkalarına hayat hakkı tanımaz. Tek tip bir varoluş ister. Hoşgörüsüzlük ve saldırganlıktır şovenizm. Irkçılık ve şovenizm sömürgrcilik ve faşizmin ideolojik bağlamlarıdır.
Son olarak, Dersim Kongresi Sözleşmesi ve bu üç yıl boyunca Dersim Meclisi adına yayımlanan hiç bir yazı ve açıklamada, her hangi bir gruba yönelik bırakın kışkırtma içeren cümleleri, makul sınırlarda kapsamlı ve bir haklı eleştiri bile bulamazsınız. Bilakis bütün politik çevrelerden bu çalışmaya besleyici destekler talep edilmiştir. Bunun için bir dizi görüşme yapılmıştır. Dersim üzerine çalışma yapan hiç bir oluşuma ve gruba rakip olmadığını her vesileyle açıklamıştır. Dersimin özgün tarihsel ve etno-kültürel bağlamını ısrarla dile getirmek mi “yerel şovenizm” oluyor. Yapmayın Xızır aşkına. Kendinize yazık ediyorsunuz. Bu balcığı kime atmış olursanız olun, ağır bir vebal altınasınız.
Dersim Kongresi ekseni, fikir olarak doğru ve haklılığı ile önemli ölçüde Dersimlilerin gündemine oturmuş bulunuyor. Bahse konu ettiğim tanımlamalar da buna referansdır. Ne yazık ki, kendi toprağına oturan bu haklı, doğru ve ‘an’ın ruhu, henüz “kolsuz ve bacaksız”dır. O nedenle halihazırda ‘hayalet’tir. Olaki toplumsal hayat onun hedeflediği temsiliyet konumunu kazanmasına fırsat verir, o düzey, gerçek bir organizasyon olarak toplumsal hayatta yerini almış olacak.
SMF ve Aziz Kocaimamoğlu Dersim’in özgün bir tarihi, dili, inancı, gelenek görenekleri ve kültürü olduğunu söyleyenleri, böyle ağır ve menetsiz argümanlarla suçluyor. HDP Milletvekili ve grup sözcüsü ve Kars Belediye Başkan adayı Ayhan Bildgen de, 25 Şubat günü bir televziyon programında Fatih Mehmet Maçoğlu’nun Dersim belediye başkanlığı adaylığı için; “başkalarını işine geldiğini”, “kimin projesi olduğunu biliyoruz” yollu açıklamalarla Kars’tan Dersim’e parmak salıyor. Bırakın demokratik yarış zemininin ortadan kaldırılmış olması, Dersim iradesi bir hakimyet ve tahakküm kavgası alanına çevrilmiş bulunuyor.
Her Dersimli gibi benim de şu hakkım var. Dersimliler arasında kalıcı bir düşmanlık yerleştirme modundan çıkılmalıdır. Dersim’in bunu uzun zaman taşıyacak mecali yoktur.
28 Şubat 2019
Bu başlığı, Cemal Kaşıkçı adındaki Suudi Arabistanlı gazetecinin, yine SA İstanbul konsolosluğunda öldürülmesinin ardından; liberal demokrat köşe yazarların yaptıkları analizlerde, Visconti’nin “Venedik’te ölüm” filminden esinlenerek kullandıkları “zamanın beklediği ölüm” tanımlamalarından esinlendiğimi belirtmeliyim.
Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi ile Dêsim’i bekleyen felaketler arasında doğrudan bir bağlantı var mı? Hayır yok. Ancak Suudi Arabistan ile Türkiye’deki politik çalkantılar ve değişimler arasında birçok benzerlik olduğunu söyleyebiliriz. Kral Muhammed bin Salman (MbS) bir yandan ülkeyi ve rejimi reforme etme ve çağdaşlaşma söylemi eşliğinde kadınların araba kullanmaları gibi küçük yumuşamalara giderken diğer yandan en küçük bir muhalefet girişimini politik şiddet ve kanla bastırıyor. Kaşıkçı ölümü muhalefete verilen o kapsamlı mesaj bağlamında bir yere oturuyor ve bir önem kazanır.
Buradan baktığımızda, Ortadoğu’da diplomat olarak çalışmış ve bürokrasi içinde önemli bağlantıları olan Aydın Selcan’ın Kaşıkçı’nın öldürülmesini; bir “çağ yangını”, “bir devrin sonu” ve arkasından gelenin, henüz bilinmeyen ancak duyumsanan dehşetini anlatır diye yazmasını doğru bir öngörü olarak kabul edebiliriz.
Türkiye’de ise, Prof. Dr. Hamit Bozarslan’ın ifadesi ile, öncesi bir yana 2015 yazından beri “askeri çözüm toplumu” her geçen gün yenide ve yeniden tahkim ediliyor. Türkiye İçişleri Bakanı birkaç ay önce çok önemli bir açıklamada bulundu. Öz olarak dedi ki; bölücü terör örgütüne finansörlük yapan tüm işverenlerin envanterini çıkarmış bulunuyoruz. Bunları araştıracağız, tespit edeceğiz demiyor. Listeyi düzenledik diyor. Tarih tekerrür etmiyor, devam ediyor. Böyle bir listeyi Tansu Çiler-Mehmet Ağar ikilisi de çıkarmışlardı ve arkasındaki dehşet hala hafızalardaki yerini ve tazeliğini koruyor.
Buna wahhabi-selefi dünyanın Dersim dendiğinde dudaklarının öne büzülmesini, burun kanatlarının ihtirasla titremesini de ekleyebilirsiniz.
Buralardan bakıldığında İçişleri Bakanı’nın açıklamaları Suudi Kralı MbS’nin gazeteci Cemal Kaşıkçı üzerinden Suudi toplumundaki cılız muhalif kesimlere verdiği mesajla bir özdeşlik göstermiyor mu? Tam da birbirini kesen bir uygulama ve içerik.
Belki şimdi bunların ‘zamanın beklediği Dersim’le nasıl bir bağıntısı var diyeceksiniz. Türkiye’de çok yönlü ve girift bir biçimde içiçe geçmiş ve birbirini emmiş Türk ve Sünni İslam dışındaki bütün toplumsal katmanlar tam bir cendere içine alınmış durumdadır. Durum sadece bu kesimler üzerindeki politik baskılarla sınırlı değil. Sistem bunlar üzerinde çok yönlü bir politik mühendislik çalışması da yapıyor.
Bu bağlamda yaygın muhalif inanç olarak Alevilik üzerinde çalışmak temel alanlardan biri oluyor. Diyanetin akademisyenleri, teologları tam bir seferberliğe çıkarılmış durumdalar. Bunlar, Aleviliğin değişik yorumları üzerinde çalışıyor, bu yorumlar arasındaki nüansları derinleştiriyor ve sonuçta düşman kamplar halinde karşı karşıya getiriyorlar. Dünya ölçeğinde yaygın ve güçlü bir örgütlülüğe sahip alevi hareketi, bugün paramparça bir hale getirilmiş. Son günlerde Dersim ve cemevine düzenlenen seferler tesadüf olmasa gerek.
Buradan baktığımızda, Ortadoğu’da diplomat olarak çalışmış ve bürokrasi içinde önemli bağlantıları olan Aydın Selcan’ın Kaşıkçı’nın öldürülmesini; bir “çağ yangını”, “bir devrin sonu” ve arkasından gelenin, henüz bilinmeyen ancak duyumsanan dehşetini anlatır diye yazmasını doğru bir öngörü olarak kabul edebiliriz.
Türkiye’de ise, Prof. Dr. Hamit Bozarslan’ın ifadesi ile, öncesi bir yana 2015 yazından beri “askeri çözüm toplumu” her geçen gün yenide ve yeniden tahkim ediliyor. Türkiye İçişleri Bakanı birkaç ay önce çok önemli bir açıklamada bulundu. Öz olarak dedi ki; bölücü terör örgütüne finansörlük yapan tüm işverenlerin envanterini çıkarmış bulunuyoruz. Bunları araştıracağız, tespit edeceğiz demiyor. Listeyi düzenledik diyor. Tarih tekerrür etmiyor, devam ediyor. Böyle bir listeyi Tansu Çiler-Mehmet Ağar ikilisi de çıkarmışlardı ve arkasındaki dehşet hala hafızalardaki yerini ve tazeliğini koruyor.
Buna wahhabi-selefi dünyanın Dersim dendiğinde dudaklarının öne büzülmesini, burun kanatlarının ihtirasla titremesini de ekleyebilirsiniz.
Bugün Dersim’in genel manzarasına baktığımızda ne mi görüyoruz? Doğasının tahribatıyla tarihinin unutturulmuş olmasını bir yana koyun, demografisi tümüyle tahrip edilmiş ve değiştirilmiş durumdadır. Bu aralar ‘rakamların diliyle dersim’ diye yayımlanan yazılar; Dersim ve yedi ilçesindeki asker, polis ve 70 yaş üstü nüfusu çıkardığınızda elinizde 20 bin gibi komik bir rakam kalıyor.
Bugün Dersim’de kalan ve dünyanın dört bir yanına dağılmış olanlar arası diyalog ve devam eden ilişkiler; 1936 yılına ön gelen günlerdeki Dersim aşiretleri arasındaki ilişki ve duruma tam olarak benziyor.
O gün ilkel ateşli silahlarla birbirlerini öldürüyorlardı Dersimliler. Bugün kalem ya da klavye ile birbirlerini öldürüyorlar. Hem de çok daha acımasızca.
Bir Ermeni sorunu atılıyor ortaya, devlet de Ermeniler de kendi evlerinde ve işinde gücündeler. Ama Dersimli başlıyor birbirini kırmaya. Son zamanlarda Alevilik inancı üzerinde savaş sahasına sürülmüş durumdalar. En kapsamlı açmaz; her bir yorum yanlısı tek tek birey, diğerlerini tolere etmiyor, edemiyor. Kendini merkeze yerleştiriyor ve bütün diğerine “Külli akıl” vermekle kalmıyor, bir yerlere bağlayarak kavgaya tutuşuyor.
Bu kalem kavgasını devletin derin birimleri kışkırtıyor. Ne yazık ki Dersimliler bu zehirli ortamı tahlil etmiyor. Bunu yapmak için yeterli kapasite ve deneye sahiptir. Ama onu şişkin egosu ve popülarite hırsı, fitne fesat ortamını temizlemeye değil, ona yeni öğeler ilave ediyor. Estirilen kin ve düşmanlıktan söz edenler, bunu sadece “bütüncül” ve “birleştirici” görünmek için yapıyor. Gerçekte ise, kendi düşünce ve kafalarındaki planlara yer açmak duruyor. Yaklaşmakta olan “yerel seçimler” günleri, bu ağız dalaşı, kin ve nefret ortamına yeni bir ivme vermiş görünüyor. Vahabi-Selefi dünya bu manzarayı huşu içinde seyrediyor ve göbeği çatlayıncaya kadar zevkten kırılıyor. Temel soru şu: ey Dersimli; sen DERSİM İÇİN neyinde vazgeçemiyorsun?
Aralık 2018
Dersim olgusu’na özgün düşüncenin sendeleye sendeleye ve ürkekçe toplumsal hayatın canlı pratiğine doğru yönelmesinin üzerinden yaklaşık iki yıla yakın bir zaman geçmiş bulunuyor. İlk günlerde ve ilk zaman diliminde belirsiz ve ne anlama geldiği görünmez olan söylemlerin bazıları giderek anlaşılır ve görünür hale geldi. Ama pek çok argüman,düşünce ya da iddia her birimizin düşünce dünyasında farklı yansımalar ve manalar almaya/taşımaya devam etti. Dersim Meclisi Düşüncesi ya da Dersim Fikriyatı; Dersimlinin pencere pervazına konan leylekler tarafından getirilmedi. Ya da derin bir mağarada yapılan arkeolojik çalışmalar neticesinde açığa çıkarılan bir bulgu da değildir, ve/ya da her hangi bir ağacın kovuğundan da çıkmadı. O dünyaya dağılmış Dersimlinin can çekişen dünyasının iniltsinin bizim bilincimizdeki yansıması ve yankısıydı. Benim ana eksenim, Dersim gerçekliği de dediğimiz bu denetlenebilir olgudur.
O halde, tarih ve toplumsal pratiğin bizim bilincimize taşıdığı Dersim Fikriyatı ve Dersim Meclisi düşüncesi; onunla kendileri arasında bir bağıntı kurmaya çalışanlaradan çok doğru ve haklı olarak hak ettiği kıymeti görmek ister.
Geride bıraktığımız tarihsel kesitte, bu fikrin toplumsal hayat içerisinde kendisine nasıl bir yol açacağını ve hangi yoldan ilerleyeceğine ilişkin hacımlı bir kitap kadar yazılı ürün üretilidi. Bu yazılanlarda “asgari müşterekler”, ortak paydalar da numaralandırıldı. Bunlar bir organizasyonun toplumsal hayat içerisinde devinim yapması için olması gereken asgari şeylerin daha da ilerisindeki kesişme noktalarıydı. Nerede ise her birimiz bunları bir solukta yeniden numaralandıracak durumdayız. Ama bir şeyler iyi gitmiyor. Neden? Eksik olan ne?
Bunun çok değişik ve kapsamlı nedenlerinden söz edebiliriz. İki yıla yakın bir zamanı geride bırakmış olsak da (önceki parçalı ve belirsiz girişimleri saymasak) Dersimin Farklılığı’nı çerçeveleyen ve bir “temsiliyet sorunu”nu kendine dert edinerek hedefine koyan ve bunu açık, net ve anlaşılır argümanlarla dillendiren bir girişim olması itibariye geniş bir Dersimli kesim içerisinde “bir görelim” beklentisi yarattı ve bu beklenti hala belirgin bir şekilde devam ediyor. Yaşadığı tüm başarısızlıklar ve yanilgiler bu ‘bekle gör’ zamanının uzamasını koşullandırıyor. Bu durumun belli bir süre daha devam edeceğini söyleyebiliriz.
Bu sürecin nasıl bir seyir izleyeceği, daha ne kadar böyle devam edeceği ise, belli bir aşamadan sonra bizim söylemlerimiz ve pratik çabalarımızın neredeyse tayın edici olduğunu/olacağını söylemeliyim. Dersim eksenli siyasi odakların, böyle bir girişimin kendi zeminlerini zorlayacağı kaygısıyla açık ya da kapalı geliştirdikleri alehte söylem, söz konusu nesnel zorluğa bir artı daha eklemektedir. Bunlar ve daha da sayabileceğimiz bir dizi nesnel ve objektif zorluk var. Gerçekçi, yöntemli ve sabırlı bir uğraş neticesinde bunların çok önemli bir kısmmını aşabiliriz. Ama bizim bunlardan daha ciddi ve kapsamlı “iç zorluk”larımız var.
“Ortak müşterekler “ ya da ortak paydalar dediğimizde, bu çalışmanın içinde yer alan hemen hemen bütün arkadaşlar neredeyse ayni şeyleri alt alta numaralıyoruz. Ama bakınız yine de bu toplantımızın temel gündem maddesi “ortak müşterekler” olmaktadır. Bunun yanlış olduğunu söylemiyorum. Bu bizim gerçekliğimiz oluyor, ondan kaçınamayız.
Ortak müştereklerimizin ya da ortak paydalarımızın ana ekseni ve omurgası; Dersimin kendine özgü bir tarihi (bu tarihin başlama ve gelişme aşamalarına ilişkin nuanslar söz konusu olsa da), inancı, dili ve daha kapsamlı ve kuşatıcı bir kavram olarak kültürü olduğudur. Bu temel eksen üzerinde birbirimize bir itirazımız sanırım söz konusu değil. Devamla “tarihi Dersim coğrafyası” üzerinde de kesişiyoruz. Buradan ilerlediğimizde, Dersimin bir “Halklar Topluluğu” olduğu kavşağına çıkyoruz. Bu “Halklar Topluluğu”nu kaba bir tasnife kalkıştığımızda; Kırmanc/Zaza ve Kurmanc Alevi demografinin baskın damar olduğunu söyleyebiliyoruz. Keza belli bazı nuanslarla Dersim Tertelesi’nin bir Alevi soykırımı olduğunu da iddia ediyoruz. Saydıklarım kadar önemli bir şey daha var.
O da şudur: İttihat ve Terraki’den günümüze; egemen erk, devlet ve onun tüm akademiyası sistemli ve aralıksız olarak Dersim’in kadim inancı olan Alevilik ve anadili üzerinde çalışmalar yürütüyor. Bu bir asır boyunca ardışık ve zora dahalı bir asimilasyon bombardımanına tabi tutulmuştur Dersim . Bu biteviye yok etme saldırı dalgalarına rağmen Dersim hala ben varım diyebiliyor. Bilemiyorum bu denli sistemli bir yok edilme olgusuyla karşı karşıya kalmış ve ayakta kalmayı başarmış başka böyle kaç topluluk vardır. Beni böyle bir uğaraşa çeken ve ümitli kılan bu tarihsel olgudur. İnanıyorum ki, bu çalışmaya dahil olan her bir Dersimlinin kuvvet kaynağı da bu olsa gerektir.
Bütün bunlar ve daha da ilave edeceğimiz başka ara başlıklar bizim “asgari müşterekler”imiz mi? Duraksamadan evet diyebiliriz sanırım. Hepimizin üzerini boldladığı temel bir “ortak payda”mız daha var. Dersim’in şiddetten kurtulması. Dersim dağlarında, insanın yaşamadığı/kalmadığı köy ve vadilerinde devrim arayan siyasi gruplar içinde bile giderek artan oranda, Dersim’de kırk yıldır devam eden ve her yıl yüzlerce gencin yaşamına mal olan yol ve yöntemlerin artık değişmesi gerektiği düşüncesi gelişmektedir. Şimdi bu momentte de bir ortak payda bulunması güncel bir aciliyet olarak önümüze gelmektedir. Dersim Meclisi çalışması; bu denetlenebilir durumla kendi arasında nasıl bir bağıntı kuracağı, acıl bir durum olarak masamızda yerini almış bulunuyor. Böylesi güncel ve acil bir politik olguya nasıl bir anlayış, yöntem ve araçlarla yaklaşacağımız çok önemli.
Kanaatimce bunun iki yolu var. Ya Dersim’in Dersim olmaktan çıkmasının asıl sorumlusu benim tanımlamamla devrimci gruplar, bazı arkadaşların tanımlamalarıyla “sol gruplar” olduğunu söyler ve bunları hedefe koyarak, cepheden her gün teşhir ederek ilerlemeye çalışırız. Ya da bu gruplara ve onların düşünce sistemleri içinde olan Dersimlileri de bir ölçüde ‘biz’den oldukları zemin üzerinde, kapsayıcı bir inandırma çalışması yürüterek. Birinci yol biraz şuna benziyor. Aydınlanma hareketi öncülerinden Helvetius’un, koyunların otladığı bir çayırda yaşayan böceklerin, koyunları korkunç yırtıcılar, onları yiyen kurtları ise iyiliksever varlıklar olarak görebileceklerine işaret edişindeki gibi bir zemine düşeriz. İşte bu asla işlerimizi kolylaştırmaz. Bilakis işlerimizi zorlaştırır. İkinci yol, kendi “iç ilişkilerimiz”de ve sorunlarımızı ele alışta ‘zerreweşiye’ dediğimiz bağlam oluyor. Bu konuda, kesin, açık, net ve anlaşılır bir karara varmamız gerekiyor.
Meclisin bir çok ortak imzalı belgesinde, Dersimle ilgili çalışmalar yürüten dışımızdaki birey ve kurumlarla ilgil olarak makul sınırlar içerisinde çerçevelediğmiz gibi bir durum tespitimiz var. Ama gündelik yaşamda işler bir başka seyir izlemektedir. Bir çok temel ve ortak irade diyebileceğimiz belgelerde; Dersimin tarihsel ve toplumsal gelişim, değişim ve yeni oluşumları incelerken devrimci grupların, dolayısıyla kendi kusurlarımızı da açık ve kuvvetli vurgularla işaretledik. Dolayısıyla ilgili-ilgisiz her durumda “sol”un kusurlarını sıralamak, bu yapılar içerisindeki Meclis çabalarıyla kendi aralarında bir özdeşlik kuran Dersimlilere gına getirir. Kendimizin bu bangır bangır bağıran çelişkimizi çözmemiz gerekiyor. Hem bizimle, Dersim Meclisi çalışmasıyla birlikte çalışmak isteyen Türk ve kürt devrimcileri, sosyalistleri (gerek gruplar içinde olsun, gerek benim gibi bireyler olsun) çalışabileceğimizi yazmak ve söylemek, beri yanda ‘70’lerden sonra Dersimi kendi yolundan çıkaran ‘sol’dur demek inandırıcılığımıza halel getiriyor. Dolayısıyla bunu her somut güncel gelişme bağlamında dillendirmek, o tarafı daha da ötelere itmekten başka bir işlev görmez, başka anlama gelmez.
Daha da önemlisi bizi sonu gelmez bir kısırdöngü girdabına sürükler ve birbirilerimizi çok yormuş olacağız. Dahası, devletin yüzyıllık asimlasyonu ve yok etme saldırı dalgalarını perdelemiş olacağız. Devrimci hareketin tarih sahnesine çıkması 1972’dir Dersimde. Ama devlet daha 1920 yılında aleviliğin bir “alt islam”, yani ne olduğu tam beli olmayan bir inanca benzer bir şey diyerek, kendi o günlerdeki akademiyasında aralıksız olarak işleyerek onun humanist insancil felsefesini ve özünü bozuyordu. Sünni islam tabii ki, “üst islam”, “ortodoksi islam” oluyordu. Yani egemenler açısında, her türlü üretim aracında olduğu gibi, düşünce üretme mekanizma ve araçlarını da kendi egemenliğinde tutanlar, bizleri yüz yıl evvel ikinci sınıf insan olarak afişe ediyorladı. Biz nasıl olur da böylesi sistemli ve yüksek düzeydeki bilinçli ve kasıtlı bir asimlasyon ve bozma faaliyeti ile toy bir Dersim gencinin pirini evden kovmak gibi talihsiz bir elyemini eşitleyebiliriz. Ki bu gibi absürd davranışları çoğaltsanız bile, böyle yaklaştığımız durumda; biz her tür görüş farklılığına tolereyiz demek hiç de inandırıcı kaçmıyor. Biz istemesek de fiili olarak öyle birini içimize almamış olacağız. Ya da onlar içimize gelmezler, gelenler ise bir zaman sonra uzaklaşırlar.
1937-’38 Tertelesi/Soykırım’ının başka diyarlara sürülen artıkları geri dönüp bir “yeniden inşa”ya girişmeleriyle birlikte asimlasyonun Sıdıka Avar’la başlayan boyutu, Yatılı Bölge İlkokulları’yla daha sistemli ve planlı bir çerçeveye oturtuldu. 1940 ve 1960 yılları arası okuyan Dersimlilerin ağırlıklı bir yüzdesi tam bir hafıza yitimine uğratıldı. Daha da önemlisi onlar ana dillerini unuttular, konuşamaz oldular. Bu yıllarda artan nüfus yoğunluğuna paralel olarak asimlasyon da kuşatıcı boyutlar kazandı. 1970’lere gelindiğinde inanç ve anadil alanlarında damar tar u mar edilmişti.
Evvet devrimciler bu durumu tahlil edemediler. Buna göre bir çalışma örgütlemeyi, yani Dersimi tüm ana damarlarıyla koruma ve yaşamda kalmasını sağlamak gibi bir perspektif geliştiremediler. Ama bu sistemin yüz yıllık düşmanca asimlasyonu ile dengelenebilir mi? Yukarıda vurguladığım gibi, bu konuda da mütemadiyen ve her güncel olayda “solun kusurları” diye sıralamaya başlarsak, egemen sistemin düşmanca faaliyet ve asimlasyonunu perdelemiş olacağız. Biz bunları temel belgelerimizde bir kaç defa dillendirdik. Bunları yazar ve söylerken devrimci grupların yeni yeni hatalarını asla görmeyelim gibi bir bakış açım yoktur. Söylemeye çalıştığım, devletin ve sistemin düşmanca saldırı ve asimlasyonu ile devrimci grupların kusurlarının dengelenmemesidir. Bunlara yönelik söyleyeceklerimizi bir tür “içeri”ye söylenecekler olarak formatlamak gerektiğinden söz ediyorum.
Bir şey daha. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yasaları içerisinde bulunan sivil toplum kuruluşları, hakikatten gerçek anlamda demokratik sivil kurumlar değildir. Dersim üzerine çalışma yapma iddiasında olanlar da içinde olmak üzere hepisi ve her biri şu ya da bu parti ve grubun paralelinde hareket ediyor. Doğal olarak kendi varoluşsal bağlam ve iddiası havada kalıyor. Bütün işleyişi ve işlevi güdümünde oldukları gruba kan taşımak oluyor.
Bu grupların bürokratik kastlaşmış hiyerarşik yapıları, adı üzerinde bürokratiktir. Bu mekanizma görece farklılıklarla, onların ekseninde çalışma yürüten “sivil toplum kurumları” için de geçerlidir. Böylesi kurumların kendi başlangıç iddiasi üzerinde gerçek demokratik sivil toplum kuruluşları işlevi görmemeleri, görememelerine bir ideoloji yön vermiyor. Burada bir ideoloji yok, bir sağlıklı dünya görüşü yoktur. Bilakis bir ideolojisizlikten söz etmek gerekiyor. Dünyaya dar ve mekanik doğmalarla bakmak bir ideolojiye sahip oldukları anlamına gelmiyor. Mesala, “yüz çiçek açsın yüz fikir yarışsın” deniyor ama bırakın yüz fikirin bir arada kalmasını ve birlikte yürümesini çok tali ve incir çekirdeğini doldurmayan nuanslarda dahi bir arada kalamıyorlar. Bizim birbirilerimizin farklılıklarımızı zerreweşiye kültürü içerisinde kabullenmeyi sözel olarak her gün dillendirip gerçek toplumsal hayattta ise zorlandımızda olduğu gibi.
Dolayısıyla, dar kastçı ve sadece kendisini amaçlaştıran yapıların bir dünya görüşleri, bir ideolojileri yoktur. Buradan hareketle biteviye bir ideolojsizlik söylemi; toplumu, var olan ve her gün açlık sınırlarına sürülen milyonları bir toplumsal uyuşukluğa sürüklemek işlevi görür. Çok kapsamlı bir uzam olması itibari ile iki cümle ebatına şu söylenebilir. Uluslararası ve uluslarüstü tekellerin besleyip büyüttüğü hakikatten yüksek beyinler, son teknik imkanlarla çalışan fabrikalar gibi yirmi dört saat durmadan, içinde şu an yaşadığımız dünyada bir tek ideoloji var diyorlar. Ve devam ediyorlar, yalnız “liberal devlet” ve “liberal demokrasi” diye noktalıyorlar. Bu sınıfsal “yakınlaştırma”cılar, dünyada her bir birey, dünya nimetlerine eşit uzaklıktadır diyorlar.
Yani dünya servetinin yüzde doksanını kasalarına dolduran dünya nüfusunun yüzde onu ile, dünya servetinin ancak yüzde onunu paylaşabilen dünya nüfusunun yüzde doksanı aynı şanslara ve imkalara sahiptirler yalanını toplumların aklına boca ediyorlar. Bundan daha ala ideoloji olabilir mi? 1950 yılından başlayarak bugüne kadar devam eden bu yönlü üretim kütüphaneleri dolduracak ciltler kadardır.
Şimdilik şunu söylemekle yetineyim. “İdeolojinin Sonu”, “Son İnsan”, “Tarihin Sonu” gibi alanlardaki çalışmaların tarihini 1950 yılına, sanayi devriminin son yıllarına kadar uzatabilirsiniz. Bu alandaki ‘üretim’ yapan uzman ve yüksek otoritelerin daha çok Amerikan ve sonra İngiliz ve diğer Avrupa ülkelerinin istihbarat ve güvenlik politikları birimlerinin başında bulunan prof.Sosyolog ve stratejistler olması bir tesaddüf olmasa gerek. Mesela, “merkez-çevre paradiğması”nın mimarı Edward Shils gibi, onu takip eden meşhur “Politik İnsan” kitabının yazarı Seymour Martin Lipset, Daniel Bell’in “İdeolojinin Sonu” kitabının tanıtımını yapan ve orada “sosyalist ülkünün sonu”nun geldiğini teorileştiren İrving Kristol gibi. Post-Modernizm ve Post-Modern felsefenin öncülerinden Jean Francois Lyotard gibi. Yakın tarih açısından; “Tarihin Sonu ve Son İnsan” kitabın yazarı ABD’nin istihbarat direktörlerinde Francis Fukuyama gibi. Ve onun açıklarını “Medeniyetler Çatışması” başlıklı kitabıyla dolduran ABD’nin Strateji otoritesi Samuel Huntington ve daha niceleri…
Sonuç olarak, Dersim Meclisi çalışmasında bu iki yıllık zaman diliminde açığa çıkan yeterli “asgari müşterekler”imiz şekillenmiş bulunuyor. Eksik olan yazdıklarımız ve her fırsatta dile getirmeye çalıştığımız demokratik kültürdür. Birbirimizin farklılıkları konusunda demokrasi normlarını zorlayan alışkanlıklarımızdır. “Zerreweşiye” kavramının içeriğini günlük uğraşlarımızda boş bırakmamızdır eksik olan. Her günkü aktüel gelişmede kendi farklılıklarımızı ısrarla dillendirmektir eksik olan. Mesela, ben “ideolojisizlik” teorisini insanları ve toplumsal organizasyonları toplumsal uyuşukluğa sürükleyen tehlikeli bir teori olduğunu burada iddia ediyorum.
Bunu burada söyledim ve yazdım. Ama her yeni durumda bu teoriyi savunan arkadaşlarımı bir polemik sağanağına tutmam gerekmiyor. Böyle bir yol ve yöntem izlemeye çalışmak, farklılıklarımzla birlikte birbirimizle ortaklık kurmak esprisine de uygun olmaz. Önemsediğim bu düşünce farklılığına rağmen, Dersim Fikriyatı ve Dersim Meclisi çalışmasında saptadığımız “ortak paydalar” çerçevesinde bu arkadaşlarımla sorunsuz ve uyumlu çalışma konusunda en küçük bir duraksama göstermem. Açık bir ifade ile böyle bir taahhütte bulunurum. Üzerinde çalışacağımız Dersim’e dair bir konudur. Biz artık kesin ve açık bir biçimde Dersim için pratik işlere yönelelim. O işlerin nasıl hızlı ilerletilebileceği konularını tartışalım, fikir alışverşlerinde bulunalım.
Bir şeyi daha unutmayalım. Dünyaya dağılmış ve bahse konu her hangi bir gruba angaje olmayan Dersimlilerin ezici bir yüzdesi bile başka grup ve kurumlarla bir polemik ve çatışma moduna girmemize asla sıcak bakmıyorlar. Siz kendi işinizi yapın diyorlar. Yani “sessiz çoğunluk” dediğimiz bu kategorinin ağırlıklı bir bölümü “sol gruplar”la çatışmayı ve sosyalizm alehtarı bir edebiyat gelştirilmesine karşıdır. Bunlar başkalarıyla çatışma, başkalarına saldırmak zorunda değilsiniz, önce bir yüzleşme hattında yürümelisiniz diye uyarılarda bulunuyorlar. Bu nötr durumdaki Dersimli geniş kesimlerin beklentisidir. Dersim toplulukları içerisinde kısa bir gezintiye çıkmanız veya mini bir anket yapmanız durumunda bu rahatlıkla görülecektir.
Artık farkılılıklarımızı konuşmaya kesin bir nokta kayma vakti çoktan geldi. Hepimiz aynı göz hizası’nda ve bir eşit bireyler topluluğu olarak; küçük küçük pratik işler başarma moduna girmeliyiz.
Haydi yolumuz açık olsun.
08 Aralık 2017
Bir kaç gün önce sevgili kardeşimiz Ali Haydar Çavuş Face’de Dersim Meclisi ile ilgili düşüncelerini, önerilerini, özlemlerini ve duygularını özetleyen güzel bir yazı yayımladı. Her yönüyle içtenlikli bir yazıydı. Yazıya küçük bir notla, kavramları açmak ve anlaşılır kılmanın önemine işaret ettim. Ardından konu ile alakası olmayan edebiyattan felsefeye bir dizi cümle kuruldu. Daha elverişli yönetmlerle, tarihten ve yerküreden silinmek istenen şu Dersim’in orada kalması ve bu halkın yüz-eli yıl önceki “doğa durumu”nu, günümüzün bilimsel olanaklarıyla sentezleyerek yaşamsı için neler yapabiliriz gibi bir arayışa yönelsek, çok daha anlamlı işler yapmış olacağız. Neyse, asıl söylemek istediğime gelecek olursam.
Ali Haydar’ın yazısının altına düştüğüm uyarı notu; yazıda sıkça kullanılan “ortak akıl” kavramına yönelikti. Dersim Meclisi çalışması yürüten arkadaşlarımız sık sık bir “ortak akıl”dan Dersim davasına ve sorunlarına bakmaktan söz ediyor. Kanımca bu kavram tümüyle yanlış değil, ama en iyimser ifadeyle zamansız kullanılıyor. Bazen zamanı gelmemiş doğruların da yanlış olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu bakımdan “ortak akı literatürümüze erken ve yanlış olarak dahil omuş.
Belli bir amaç için bir arayan gelen her hangi bir topluluğun önce amaçlarının her alanında bütünlüklü bir “ortak akıl”ları yoktur. En genel konularda bir örtüşmeden söz edilebilir. Her konuda asgari ölçüde bir düşünce birliğini elde etmek için “arama” çalışmaları; konferanslar, paneller, tartışmalar düzenleyerek “ortak akıl” oluştururlar. Bu nedenle “arama” başladığında bir düşünce birliğnden, “ortak akıl”dan söz edilemez, bunlar “arama”nın sonunda oluşurlar ancak.
Dersim Meclisi; açık, barışçı, demokratik, kapsayıcı ve kucaklayıcı bir çalışma ve örgütlenmedir. Bu onun en genel bir tanımını veriyor. Dünya ve bölgedeki gelişmelerden kopmadan, tüm dikkat ve enerjisini tarihi Dersim dolayımına odaklıyor. Bu varsayımlar, binanın bazı temel taşları oluyor. Bunların aralarını tartışmak, ayrıntılarını açıklığa kavuşturmak için etkin bir düşünce alışverişi gerekiyor. Bunun sonucunda, “tek bir kişinin düşünemeyeceği kadar büyük bir akıl”, ileri bir düşünce yakınlaşması, yani ortak aklın ortaya çıkması sağlanmış olacak.
Bir “temsiliyet” meselesini ele alalım; bunun nasıl olması ve elde edilmesi gerektiği sorununda mümkün olduğunca en geniş Dersimli aydın ve bireyin kendi “öznel fikirleri”ni ortaya koyduğu, yöntemli bir tarışma süreci sonunda “ortak akıl” ve kapsamlı bir düşünce, bir düşünce birliği ortaya çıkabilir.
Hepimizin ortak bir söylemi ya da fikri de şudur:
Bu konularda yazı yazan her kişi ya da her birimiz, Dersimliler kadar dünyaya dağılmış başka bir toplum yoktur diye başlıyoruz söze. Kendi realitesi ölçeğinde Dersim kadar aydını olan başka bir toplum da yoktur diyor ve devam ediyoruz; Dersimliler kadar birbirine düşman başka bir toplum hiç yoktur diyerek noktalıyoruz. Bu son tümce ya da belirleme aynı zamanda kapsamlı ve büyük bir bozulmanın yaşanıyor olduğunun da itirafı değil mi? Öyle ise, bu alanda bir hesaplaşmaya, bir “fikir temizliği”ne ihtiyaç yok mu? Bu tarihsel hesaplaşmayı gerçekleştirmeden “ortak akıl”a nasıl ulaşabiliriz. Bunu ancak Dersimliler arası “barış”ı sağlamak için bir fikir tartışması başlatarak sağlayabiliriz.
Önsel bir soru; birbiriyle tartışmalı ya da kavgalı iki Dersimli, acının cendresinde can çekişen Dersim toplumu ve insanı için, nelerinden vaz geçemeyecekleri sorusunu kendilerine sormaları gerekmiyor mu? Paylaşılmayan hangi sermayedir. Sadece “ben”dir yüksekte olan. Barışık olmadığımız birinin uyuşamadığımız ve sorun yaptığımız kusurlardan pek çoğu bende, sende ve hepimizde de yok mu? Bu nedenlerle Dersimliler arası gerçek barış için bir “beyin fırtınası” sürecine acıl ihtiyaç vardır. Bu alanda bir temizlik hareketi ve “ortak akıl” yaratma süreci başlamalı mıdır? Er ya da geç, ama mutlaka. O durumda İmmanuel Kant’ın bilmem kaç yıl önce dile getirdiği “benlik duygusundan arınmış” bir ön varsayımla ve devamla “içinde gizlenmiş yeni bir harp vesilesi bulunan hiç bir anlaşma, bir barış anlaşması sayılmaz” hatırlatması eşliğinde olmalı. Hiç bir Dersimli kendisini yaşamakta olduğumuz bozulmanın dışında tutmadan “öznel fikirleri”yle tartışmaya katılırsa, kısa zamanda önemli bir Dersimli kesim içinde/arasında gerçek bir barış sağlama şansını yakalayabiliriz. Dersim davası her türlü “benlik duygusu”nun önüne konulursa bunu başarmak mümkün.
Son olarak, bundan yüz-eli ya da daha fazla yıl evvel Dersim toplumu bir tür “doğa toplumu durumu”ndaydı. Onun mahkemeleri, hapishaneleri, seçilmiş hükümetleri, yasa ve kanunları yoktu. Doğada işaretlenen bütün kutsal mekanların toplamı, onların üzerinde birbirlerine söz verdikleri bir anayasaları olduğunu söyleyebiliriz.
Geçen zaman içerisinde her toplumda yaşandığı gibi Dersim toplumunda da çok büyük ve kapsamlı değişimler yaşanmıştır. Bunların çok önemli bir kısmı normal tarihsel-toplumsal dönüşümlerdir. Ancak çok büyük bir kısmı da eğemen erkin uyguladığı şiddet ve asimlasyon sonucu olarak gerçekleşmiştir. Bu değişimleri ayıklamak ve bilimsel gelişme ve değişimler ışığında yeniden sentezlemek bir kolektif tartışı süreci sonundan gerçekleşir. Bu alanda bir ürün ortaya çıkarma ve “ortak akıl” oluşturma ihtiyacını sanırım kimse reddetmez.
Kısaca tarih biz Dersimli aydınlara, Dersimi ilgilendiren her konu hakkında akıl kapasitelerimizi ve düşünce güçlerimizi birleştirme görevini dayatmış bulunuyor. Ortak akıl sanırım bu yoldan sağlanır. Artık birbirimize Dersim için ne yapmamız gerektiğini değil, nasıl yapmamız gerektiğini anlatalım. Yanlış düşünüyorsam söyleyin, zaman kaybetmeden yeniden “arama” işine koyulayım. Bir arkadaşımın deyimiyle eleştiri benim için ibabettir.
Nisan 2017
Mıslet/Meclis ve devlet/sistem bağlamı! – Hüseyin Tekin
Mıslet/Meclis ve devlet/sistem bağlamı!
Dersim için son sözü söyleyebilecek, tüm Dersim topraklarında gündelik hayatın çalkantı ve karmaşalarına da söz söyleyecek özgün bir Dersim iradesinin şekillenmesini amaçlıyoruz. Öyle ya, “bir sorunun formülasyonu, onun çözümüdür”. Bunun daha açık ve yalın ifadesi; biz Dersim’in “özgürleşmesi”ni istiyoruz. Bugüne kadar Dersim Meclis Girişimi’ne dair konuşulan ve yazılanların özü ve özeti; Dersim ‘kendisi olmalı’, “Dersim özgürleşmelidir.” Sorunu doğru formüle etmişiz. Belki tam “bir Dersim “özgürleşmesi” olarak vurgu belirginleştirilmemiştir ama tüm yazdıklarımız, bu “özgürleşme” kategorisinin altında toplanıyor.
Tam da burada bir şeylerin daha tam açıklığa kavuşması gerekiyor. Söz konusu yapılan özgürleşmeden ne anlıyoruz, ne anlamalıyız ve bu özgürleşme; özünde ne tür koşulları barındırmalıdır? Bugüne kadar yazılan ve söylenenler, dillendirilen istemler; “Désim Özgürleşmesi” formülasyonu’nun, bağrında taşıdığı koşulları da açığa çıkarmış bulunmaktadır. Evet, bu dosdoğru bir “politik özgürleşme”dir.
Her vesile ile dile getirilen şu istemler, en yalın politik istemlerdir:
-Anadolu ve Kürdistan coğrafyalarının yanı sıra Dersim coğrafyasının tarihi sınırlarıyla tanınması ve adının iade edilmesi
-Dersim’in Kırmanc/Zaza kimliğinin tanınması
-Raa Heqi İnanç felsefesi’nin tanınması
-Anadilde eğitim hakkının tanınması, Zazaca’ya pozitif yaklaşım
-Dersim ’38 Soykırımı’yla yüzleşmek, idam edilenlerin itibarlarının iadesi ve yaşanan mağduriyetlerin giderilmesi
-15 Kasım 1937’de ‘Elazığ Buğday Meydanı’nda darağacında öldürülen Désim Kâmilleri’nin mezar yerlerinin açıklanması.
Yukarıda sıralananlar ve bir dizi başka ayrıntı, Dersimlinin son yüzyıldır ve değişik görünümler altında biteviye dile getirdiği, uğruna öldüğü hayal ve özlemler oluyor.
Peki, bunlar nasıl ve hangi yollardan kazanılabilir? Türkiye ve dünyanın dört bir yanına dağılmış biz Dersimliler bir şemsiye altında toplansak (bu bir hayal tabii) ve hep bir ağızdan haykırsak bu konumları koparıp almak ve kazanmak mümkün mü?
Dersim/Désim ve bu talepleri, etrafımızı saran koşulardan soyut ve yalıtık ele almak ve düşünmek; yukarıdaki sorulara olumlu yanıtlar için fazla elverişli görünmüyor.
Bunu değişik açılardan ve pek çok boyuttan irdelemek ve tartışmak mümkün. Ama en asgarisinden, sömürgeci sistemin yakın yüz yıllık tarihi ve onun halkları kıyım makinasından geçiren özü ve işleyişi; bu son derece makul ve demokratik istemlerin bugünden yarına biz Désimlilere sunulmayacağının dersleriyle doludur.
Fazla detaylara girmeden bir tek örnek durumu anlatmak için yeterli. Bilindiği gibi cumhuriyetin kuruluşunu takip eden zamanda Mustafa kemal, Hasan Hayri’yi Désim mebusu tayın eder. Araya fazla zaman girmeden uydurma gerekçelerle O’nu Diyarbakır’da Darağacı’nda öldürdüler. Tek suçu Dersimi renkler ve tonlar taşımasıydı. Geçmiş tarihe doğru kısa bir yolculuk yaparsanız benzer sayısız örnek bulabilirsiniz.
Dolayısıyla yukarıda sıraladığımız istemler; gerçek anlamda ve bütünüyle bir rejim değişikliği neticesinde elde edilecek ve ulaşılacak konumlardır. Bu bağlam; uzun erimli, sabırlı ama çok emek isteyen bir uğraş ve mücadeleyi gerektiriyor. Yüzyıllardır inkâr edile gelen ağır bir sorunla karşı karşıyayız.
Buradan iki esaslı sonuç çıkartabiliriz.
1 -Dersim sorunu, onu çevreleyen ve Türkiye genelinde ezilen ve politik şiddet altında hayatları cehennem kılınan insan topluluklarının sorunlarından tecrit düşünülemez.
2- Bu genel tablo ya da görünüm içerisinde tabii ki, Dersim Meclisi (eğer bu düzeyi yakalayabilirsek) kendi aktüel sorunlarını esas uğraşı yapacak. Bugün kendi mücadele ve olanaklarıyla yapabileceklerini yakın zamanın işleri olarak programlamayı başarmak güncel görev olmalı.
Yukarıda özetlenen istemler ve gösterilen hedefi her vesile ile dile getirmek, onları canlı tutmak bir şeydir. Onların elde edilmesi ise, Türkiye’nin ve rejimin, en asgarisinde bir demokrasiye evirilmesi sorunudur. Amiyane tabirle tam bir devrim sorunudur. Dersim Meclisi’nin devrim diye ne bir hedefi, ne de bir programı vardır. Olamaz da. Dersim Meclisi mevcut toplu durum içinde var olan hak kırıntıları çemberinde devinim yapacak açık bir sivil toplum örgütlenmesidir.
Mevcut devlet ve onun yönetimi tepeden tırnağa çıplak faşist bir yapılanmadır. Sorun bununla da sınırlı değil. Son on yıldır geniş halk toplulukları bu faşist yapılanmaya güdümlenmiş durumdadır. 80 milyonluk bir toplumun yüzde altmışı faşist ideolojiye yandaş kılınmış, beyinleri ve düşünce dünyaları, kendilerinden başka etnik ve mezhep guruplarına en küçük bir tahammül göstermiyor. Bunlar, kendileriyle aynı inançsal, ideolojik ve politik zeminde bulunanları dahi köprübaşlarında boğazlayabiliyorlar. Kendileriyle her yönde apayrı dünyalara sahip insan topluluklarını yediden yetmişe katliamlardan geçirmekte asla en küçük bir duraksama göstermezler.
Bugün Orta Doğu’da yaşanan etnik ve mezhep savaşlarının yarattığı toplumsal bilinç yoğunlaşması ve ruh halinin sonuçları, önümüzdeki birkaç on yılda Türkiye toplumlarının bilinç dünyalarını yönlendirmeye devam edeceğe benziyor. Bu verili durum, orta vade açısından Türkiye’de bir demokratik dönüşümün ufukta görünmediğine işaret ediyor.
Bu nedenlerle Dersim Meclisi, Kürt halkı kendi ulusal demokratik taleplerini tok bir sesle dile getirirken, başına sömürgeci sistemin savaş uçaklarının bombaları yağdığında, bunu kendine dert edinmeli. İşçi bölükler güvencesiz bir şekilde maden ocaklarında toplu mezarlara gömülürken bir acı hissetmeli. İlerici aydınlar kendi araştırma ve düşüncelerini yayın organları vasıtasıyla dile getirirken ellerine kelepçe takılarak demir kapılar arkasına
atıldıklarında Dersim Meclisi manzarayı uzaktan seyredemez. Çünkü orada anlatılan bir nevi onun da hikâyesidir. Bu listeyi çok daha uzatmak mümkün, ama bu kadar yeterli.
Hâsılı, bu dünyanın demokratikleşmesini arzulayan her hangi bir organizasyon, kendisini, demokrasi kavgası yürüten odaklardan ayrı tutamaz ve tecrit düşünemez.
Désim/Dersim Meclisi kendi aktüel istemlerini bu genel tablo ile bağıntı içinde düşünebilirse, bazı güncel hakları koparma olanağına kavuşması mümkün.
Dersim Meclisi, Türkiye’de yaşanan gelişme, değişim ve dönüşümlere kayıtsız kalamaz derken, O’nun işi-gücü Dersim üzerine olmalı gerçeği kararmamalı. Ya da bundan yanlış sonuçları çıkarılmamalı.
Güncel görevler bağlamında yapılacak çok iş var. Ve asıl işi de bu olmalı. Yani “kendi içine yönelme” de diyebiliriz buna. Burada hayati önemdeki sorun, geniş ve çok değişik çeşitlilikte bir örgütlenme yaratabilmekte düğümleniyor.
Bütünüyle faşist baskıcı ortam, Dersimlilerdeki büyük dağılma ve yaşanılan ağır çekişme ve önyargılara karşın, bu örgütlenme ayaklarını Désim toprağına basmayı başarırsa, yapabileceği çok iş var.
Yapıcı bir inandırma çalışmasıyla Dersimli gençleri ve genel olarak Désim insanını, Dersimde korumacı araç ve metotlar kullanma konusunda bir mesafe alabilir.
Dersim tarihindeki “Raa Haq”, adalet kültürünü yeniden ayağa kaldırma zemininde; daha ileri bir sentez oluşturma gibi düzeyler yakalamak şansı olur.
Dersim davasını uluslararası platformlara taşımak için diplomasi çalışmaları yürütecek birim ya da birimler örgütlemek zor olmasa gerek.
Şimdiye kadar yaşadığımız deneylere de bakarak, bir ana dili seferberliği çerçevesinde profesyonelce bazı projeler örgütlenebilir. Bütün bu çalışmaları finanse edecek imkânlar oluşturmak çok önemli. Araç ve personel sorunu bu olanaklarla giderilir.
Sonuç olarak; bu çalışmaya gönül vermiş Dersimliler; kendi aralarında içtenlikli bir sevgi, saygı ve güven üretirlerse, bu çalışmaya mesafeli duran, hatta karşı olan pek çok Dersimliyi özendirecektir. Dersim Meclisi kaderinin bir sırrı burada gizlidir.
Dersimliler arasında (şimdilik Meclis çalışması yürütenler arasında kaydıyla) içtenlik, doğruluk ve alçakgönüllülük bütün kaide ve kuralların başına yazılmalıdır. Burada güçlü bir damar inşa ettiğimizde; bileceğiz ki, artık “bir yol açmak” işi çok kolaylaşmış, gerekli malzeme birikmiştir. Yürüyüşümüzü hızlandırabiliriz.
Ekim 2016
Hüseyin Tekin
DERSİM BİR GÜN HERKESE GEREKEBİLİR!
Bu aralar bir kaç kez Dersim’in başına biriken kara bulutlardan söz ettim. Yeni ve gelecek nesillere borcumuz var. Her gün söz etsek de azdır. Tarih boyunca devletin zulüm, hile ve entrikaları koca koca ciltleri doldurdu. Bunlardan artık söz etmek gerekmiyor. Ama birbirimizle ve “kendi aramızdaki” ilişkiler sistemi bağlamında geride bıraktığımız yığınağı “düzeltmek” hiç de kolay değil.
Derdimi anlatmaya bir anımla başlayayım. 1980 yılı başında, İzmir TARİŞ işçileri sıkıyönetime rağmen, greve başlamış ve iş-yerlerini işgal etmişlerdi. Direniş tüm İzmir yayılmıştı. Türkiye’nin pek çok yerinde direnişi destekleme eylemleri gerçekleşiyordu. Dersim’de de tüm devrimci grupların temsilcileri bir toplantı yaptık. Devletin Dersim’deki sıkıyönetimi, çok daha ‘sıkı’ıydı. 14 Şubat 1980 tarihi için bir eylem kararı aldık. Gelecek saldırılara karşı bir takım önlemler de tartışarak, bir plana bağladık.
14 Şubat sabahı sloganlar eşliğinde mahallelerden şehrin merkezine indik. Devletin polisi ve askeri her müdahaleye yeltendiğinde geri çekilmek zorunda kaldı. Kucaklarımıza doldurduğumuz “taşlar”la onları geri püskürtüyorduk. İçlerinden en yaşlıları bendim. Grup sözcüleri “Piro, gençlere sen göz-kulak olacaksın” demişlerdi. Gençlere gelecek her hangi bir tehlike‘bana gelsin’ diye gün boyu koşturdum. Bazı gençler kontrol edilmeyi dolaştırıyorlardı. Özellikle benim örgütümden olmayanlar.
Akşama doğru tedricen, yukarıdan gözü üstümüzde olan o muhteşem “Düldül Tepesi”ne doğru tırmandık. O ana kadar hiç bir kaybımız yoktu. Dağıldık. Düldül Tepesi’nin Yusufan köyleri yüzüne geçmişken, arkadan koşarak gelen bir arkadaş; “Hüseyin Demir’i öldürdüler” dedi. Olduğum yerde kaldım. Halbuki akşama olmuştu ve dağılma kararı almıştık. Ona rağmen bir kaç genç tekrar çıkmış, açıktan aşağılara doğru silah sıkmış, bir yüzbaşı aşağıdan dürbünlü silahla Hüseyin Demir adındaki Vankuk’lu gencimizi öldürmüş. Diğer gün köyünde bir törenle onu uğurladık.
Hüseyin Demir’in cenazesinin başında tüm Dersimle birlikte, acı çekerek ağladım. Bir yandan da 14 Şubat günü yaşadığımız durum üzerinde kendimle bir iç çatışmaya girmeye başladım. Siz buna bir iç muhasebe de diyebilirsiniz. O gün Dersim idaresi, bir nevi Dersimlilere geçmişti. Devlet tüm birimleriyle kendi sığınaklarına çekilmişti. Duruma bakılırsa biz Dersimi daha uzun günler de idare edebilirdik. Ama nasıl ve ne zamana kadar?
Birkaç gün geçmeden 14 Şubat günü sabahtan akşama, büyük bir dikkatle en rizikolu noktalarda elinde kocaman bir mavzerle dolaşan benden hayli yaşlı olan Demenanlı bir köylü ile karşılaştım. Direniş günü birbirimizi çok sevmiştik. Konuşmak istiyordu. (O başka bir örgüt taraftarıydı.) Mameki merkezde oturan Gaffat Köyü’nden bir akrabasının evine götürdü beni. Çok düşünceliydi. Kendi içinde uzun bir süre düşündükten sonra; o esaslı sorusunu ihtiyatlı sözcüklere soruverdi. “Piro, biz şimdi bu Dersimi tümüyle ele geçirsek, devleti bir zaman buralara yaklaştırmayabiliriz. Ama bu durumu ne kadar sürdürebiliriz.” Ne, hangi hikmet beni ve kırklı yaşlardaki o Demnanlıyı benzer düşüncelere savurmuştu ki? Demenanlı Köylü, sadece okuryazardı. Ama Tertele’den kurtulan atalarının deney ve tecrübelerini dinlemişti. Oradan hareketle; devletin başka kentler ve toplumlara yaklaştığı gibi Dersime yaklaşmayacağına dair güçlü sezgileri vardı. Bunu bana uzun uzadıya anlatmaya çalışmıştı. O Demenanlı köylü tarifi zor bir öfkeli tedirginlik içindeydi. Akıl ışığı, ona bunları yaşatıyordu.
Sonraki yıllarda, Demenanlı köylü ağabeyimle ulaştığımız görüş birliğini, birçok yoldaşımla paylaştım. Dersimde daha farklı mücadele biçim ve yöntemlerinin uygulanması gerektiğine ilişkin görüşlerimi değişik zamanlarda dile getirmeye çalıştım. Dersimde daha özenli, korumacı bir yol izlemeliydik. Başarabilir miydik? Ayrı bir konu. Ama en azından, “en otoriter” araçlara başvurmadan, Dersimi bir aydınlanma alanı olarak koruyabilirdik. Devamla yaşananlardan baktığımızda, bunun hiç de öyle kolay bir şey olmadığı görülüyor. Zira Dersim, Türkiye ve Kürdistan’dan bütünüyle tecrit bir olgu değil. Benim hayalini kurmaya çalıştığım durumun gerçeğe yaklaşabilmesi için, o toplumun, en az son yüz yıllık toplumsal, siyasal, kültür ve hatta ekonomik (olduğu ölçülerde) gelişme evriminin “tam”a yakın bir incelenmesi gerekiyordu. Bizim gerçekliğimiz, başka türlü olmasına imkânlar sunmadığı için, yaşadıklarımız bir nevi yazgımız oldu.
Son otuz yılda yaşananlar, bir dizi geçeği açığa çıkarmış bulunmaktadır. Sömürgeci kıyıcı sistem, Dersimi bir nevi yuttu. Mamekiye ve yedi ilçesinde bir miktar imkanlardan hala söz edebiliriz. Buralarda yılda belki bir miktar üreme’den de söz edilebilir. Ancak köylük alanlarda toplumsal hayat tüm özellikleriyle durmuş durumdadır. Her köyde yılda, en mübalağalı haliyle ortalama üç-dört çocuk dünyaya gelmektedir. Anneler dünyaya getirdikleri çocuklarıyla Kırmançki/ Zazaki konuşmuyorlar. Onlarla Türkçe konuşuyorlar. Üretim tümüyle sıfırlanmış durumda.
Ve şimdi kalan bu kalıntıların, izlerin ve zorlukla vuran kalp atışlarının son nefeslerini vermemeleri için ne yapılabilir? Kalan damarı güçlendirmek, ayağa kalkmasını ve yaşamasının devamını sağlamak olanaklı mı?
Bu, birbiriyle sıkı sıkıya bağıntılı iki durumun gerçeğe yakın bir anlaşılmasıyla mümkündür. Birincisi AKP devleti, Dolmabahçe toplantısının hemen ardından bir “iç savaş” kararı aldı. Bunun koşullarını hazırlamak için her türlü hile ve entrikayı çevirdi. Sokaklarda faşist terör estirmeye bir ivme daha verdi. Tam “iç savaş” işaretini, Türkiye’nin dört bir yanından Suruç’a toplanmış üç- yüz akademisyen adayı sosyalist gencin tümünü katletmeye çalışmakla verdi. O gün bugündür “iç savaş” her geçen gün boyutlanarak sürdürülmektedir. Bir elin parmaklarını geçmeyen onur ve vicdan sahibi aydın dışında toplumun bütün yazar-çizer kesimini de yedeklemiş durumdadır. Geçmişte Kürdlerin ulusal demokratik haklarından bahseden bütün liberal “köşe yazarları”, cümlelerine; “PKK’nin çözüm sürecini bitirmesiyle birlikte” diye başlıyorlar. Tüm egemen sınıf klikleri ve devlet birimleri giderek bir kurallı kalmayan bu kirli “iç savaş”ı can başla desteklemektedirler.
İkincisi, bu savaş neredeyse tarihte yaşanan iç savaşlardan çok büyük farklılıklar gösteriyor. Kürdistan’da sürmekte olan “iç savaş”, sivil insan hayatını hiç önemsemiyor. Devlet Kürdistan şehirlerini çağın en gelişmiş vahşi savaş teknikleriyle dövüyor. Savaş öyle bir seyir almış ki, artık kimse her geçen gün artan sivil kayıpları saymıyor ve önemsemiyor. Bu yeni bir durumdur. Tarihte şehir şehir süren savaşlar da belki çok azdır. En son Nusaybin’e on binlerce asker yığdırıldı. Dahası kimyasal silah kullanmaya başladı devlet. Yaşanan bir nevi Kürd soykırımıdır.
Görünen o ki, hükümet, genelkurmay, bürokrasi, yargı, bütün medya çeşitleri tüm şehirlerimizi cehenneme çevirecekler. Çizre ve Nusaybin’i tank-top ve kimyasallarla alt üst eden zihniyetin altında Rojava paranoyası yatmaktadır.
Sonuç olarak, devletin Dersime daha acı bir ’37-’38 yaşatmasına fırsat verilmemelidir. Yaşanan deneylerden hareketle, başka yerlerde sürdürülen askeri eylem çizgisini Dersime uyarlamaya çalışmanın çok büyük acılara yol açacağını görmek gerekiyor. Bunları öngörebilmek için büyük askeri strateji dehası olmamız gerekmiyor.
Bu dalga Dersime uzandığında iç savaş makinasının bilinçaltı neler hatırlamaya başlar. Onun hemen aklına bu diyarın her vakit, bu devlet için “bir çıban” olduğu gerçeği gelir. Devam eder, alevinin “bu topraklarda” onun birlikte yaşaması haliyle “haram”dır. Üstüne üstlük, son kırk yıldır her gün, bir “terörist üretme fabrikası” gibi nefes alıp veriyor. Bütün bunlar ve sayılacak birçok kendine özgün yapısal orijin, AKP devletine üzerinde “kesin bir ameliye” yapma olanağı verir. Tüm hesaplar bu gerçeğe uygun yapılmalı.
Yaklaşan gerçek tehlikeyi sezinleyerek Dersimi koruyalım. Dersim, bir Cizre ya da bir Nusaybin’i yaşarsa; gelecek günlerde Dersim diye bir olgu göremeyebiliriz. Şirnak, Hakkâri ve Silopi yerlerini değiştirme planları son aşamaya geldi. Devletin bu yönlü provokasyonlarına açılacak en küçük bir kapı; ırkçı faşist katliam planlarının hayata geçmesini son derece kolaylaştıracaktır.
Bu bir panik ya da felaket talallığı değildir. Sur’dan, Cizre’den, Silvan’dan, Silopi’den, Şirnak’, Nusaybin’den ve sırayla devam eden şehir ve kentlerden görünen budur.
Ali Haydar Yıldız’dan Hüseyin Demir’e; oradan, geçen Son Bahar’da Dersim ormanlarında kimyasal gazlarla yakılan İsmail Aydemir’e kadar uzanan tarih diliminde; bunlar gibi binlerce Dersimli ve Dersimli olmayan kahraman devletçe katledildi. O vadiler tarafından yutuldu. Göç ve katliamlar, Dersimi yukarıda çizmeye çalıştığım resim karesine çekti.
Sonuç olarak, devletin Dersime daha acı bir ’37-’38 yaşatmasına fırsat verilmemelidir. Yaşanan deneylerden hareketle, başka yerlerde sürdürülen askeri eylem çizgisini Dersime uyarlamaya çalışmanın çok büyük acılara yol açacağını görmek gerekiyor. Bunları öngörebilmek için büyük askeri strateji dehası olmamız gerekmiyor.
Yaklaşan gerçek tehlikeyi sezinleyerek Dersimi koruyalım. Dersim, bir Cizre ya da bir Nusaybin’i yaşarsa; gelecek günlerde Dersim diye bir olgu göremeyebiliriz. Şirnak, Hakkâri ve Silopi yerlerini değiştirme planları son aşamaya geldi. Devletin bu yönlü provokasyonlarına açılacak en küçük bir kapı; ırkçı faşist katliam planlarının hayata geçmesini son derece kolaylaştıracaktır.
Ümit erdim ki benim bu “uğursuz öngörü”m gerçekleşmez. Ama yaşanması durumunda tesadüfler eseri kurtulan ve başka başka diyarlara sığınan Dersimlileri yeni ve şimdiye kadar yaşananlardan çok daha ağır travmaların beklenmesi olacak. Yanı sıra; Dersimin etrafındaki komşu toplumların, Dersimin tarihinde birikmiş ilerici kültür, siyasal bilinç, felsefi inanış ögelerden yararlanma imkanını yitirmiş olacaklar.
O durumda; tarih okumaları yapan yeni nesiller, bir Dersim aramaya koyulur. Sıralanan ve yazılmayan daha bir dizi başka nedenden ötürü bir gün Dersim her kese gerekebilir diyorum.
Mart 2016, Hüseyin Tekin
Désim/Dersim Meclisi nedir ve nasıl bir yol izlemesi gerekiyor? Sanırım herkesin kabul edeceği genel bir kural vardır. O da, kuram ve metodolojinin iç içe bir seyir izliyor olmasıdır. Biz bir Désim/Dersim Meclisi inşa edeceğiz. Bunun ilk anlamı; bir şeye, bir alan’daki aktör, olgu ve öğelere dâhil olma, orada kendine bir yer açma ve daha önce yer kapmış olanlara karşı kendi formunda bir itiraz ve benim, bütün hepinizden daha fazla burada yer alma hakkım var demektir. İşte burada çok özel bir politika ve stratejiye ihtiyaç var.
Désim/Dersim Meclisi, o ‘saha’da bir iktidar arayışıdır. Dolayısıyla o “saha” çok önceden tutulmuştur. Kendine yer açabilmesi, ya da o alanda yer alabilmesi, o alanda önceden yer tutmuş olanları, sağdan-soldan, önden ve arkadan öyle biraz dirseklemesi gerekiyor. O durumda azıcık öteye, yana itmeye çalıştıklarınız, size karşı yüzünü ekşiteceklerdir.
Bunu bir saha ve oyun metaforuyla izah edecek olursak; sahadaki her aktörün hedeflerine bağlı olarak, çıkarları ölçeğinde belli yatırımları ve stratejileri vardır. Her oyuncunun sahip olduğu avantajları vardır. Oyundaki hedeflerini ve amaçlarını elde etmek için de belli bir risk alırlar. Asıl sorun ise her oyuncunun ellerindeki imkanlardır. Ya da kartlardır.
Yine genel kural olarak, toplumlarda, ekonomik çıkarlar ve istemler tayın edicidir. Öyle görünüyor ki, bizde daha çok kültürel arayış daha başattır. Bizim kendi özümüzün izini sürme derdinde olduğumuzdur. Son zamanlarda, Désim/Dersim diye bir olgunun, bundan böyle yaşayıp yaşamayacağı yeni bir boyut daha eklendi. Öyle hissediyorum ki, bu boyut yeterince hesaba katılmıyor.
Désim/Dersim’in ifade ettiği bütün coğrafik sahanın, kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya olan tarihi, dili, gelenek-görenekleri, inançlar bütünü ve büyük bir saldırı altında olan ekolojik yapısı, Désim/Dersim Meclisi’nin temel sorunudur. O sebeple “kültürel sorun” ya da “çıkar” başta duruyor diyorum. Yani kalanı koruma ve yeniden üretme çabası/çalışması.
Şimdi “saha”ya biraz daha yakından bakalım, neler göreceğiz. İlk önce bütün tarihsel vahşetiyle Türkiye Cumhuriyeti devleti Désim/Dersim’in tüm maneviyatını bozan, yabancı bir ur olarak karşımıza çıkıyor. Buraya büyük sermaye yatırmış olsa da,( Dersimi Vahabi Sünni- Türk’e asimile etmek için geliştiren strateji anlamında) ellerinde bulundurdukları kartlar çok değişken ve güçlü olsa da, eninde sonunda O, Désim/Dersim bünyesine yabancı bir urdur. Dersim halkının ona karşı birbirinde “yatkınlıklar” bulması zor değil.
Ama Désim/Dersim gibi bir sahada; (o’nu, çok doğru olarak yalnız mevcut resmi Tunceli ve yedi kazasını çok aşan bir alan olduğu hepimizin kabul ettiği bir gerçek) Désim/Dersim Meclis Girişimi’nden çok önce yer tutmuş olan güçler var. Kürd ulusal özgürlük hareketi ve onun irili ufaklı türevleri Désim/Dersim olarak düşündüğümüz o geniş coğrafi alanda devletten sonra en güçlü etkiye sahip bir saha oyuncusudur. Bütün Dersim/Désim sahasında yaygın bir örgütsel dizilişe ve siyasal etkiye sahiptir. Devletten sonra en yaygın, en etkili hegemonya sahibi güçtür. Sonra devrimci sosyalist örgüt ve partiler var sahada.
Désim/Dersim Meclis Girişimi en son gelen ve o alanda kendine yer bulmaya ya da yer açmayı planlamaya çalışan aktör olacaktır.
Bu nesnel durum, çok açık bir şekilde, bir Désim/Dersim Meclisi oluşturmayı murad edinenlerin dezavantajlarını da çerçeveliyor. Désim/Dersim Meclisi Girişimi hedef ve amaçlarına zemin olacak çalışma ve girişimler var. Bu birikimden yararlanmak önemlidir. Ancak böylesi çalışmaların neredeyse bütün girişimleri zamanla krize girmiş ve kriz aşılamamış neticede dağılmışladır.
Ve ancak, bu çalışmaların geride bıraktığı küçümsenmeyecek bir kültürel miras da vardır. Ana dil’de; Zazaca/Kırmançca/Dımıliki’de verilen önemli bir neşriyat dolaşımdadır. Yakın zamana kadar yazılı bir tarihimizden söz edilemeyeceğini varsayarak, bunun önemi ve değerini vurgulamak gerekiyor. Bir de”saha”nın dört bir kenarında “saha”dakileri izleyen/gözlemleyen azımsanmayacak bir külliyattan söz edilmelidir. Bu girişim, dikkatini bu “gözlemci” kategoriye yoğunlaştırmalıdır.
Désim/Dersim olgusu, salt Mamekiye ve yedi kasaban ibaret olmadığına göre; söz konusu ettiğim imkânların çapı ve boyutları daha bir çeşitlilik ve zenginlik kazanıyor. Tam bir gözlem olmayabilir, ama bana öyle geliyor ki; bu çalışmaya ilgi, Mamekiye dışındakilerde en azında şu günlerde ve aşamada pek görülmüyor. Ya da çok cılız gibi duruyor. Tekman’dan Koçgiri’ye Varto’dan daha bilmem nereler uzanan coğrafyadan, Désim/Dersim Meclisi Girişimi çalışmasına en azından ilgi zayıf görünüyor. Tabii daha işin başında olduğumuz gerçeğini gözden kaçırıyor değilim.
Bu özet verili durumdan nasıl bir yol?
Stratejiler ya da “yol haritaları”, başarının kapılarını açan, bir amaca, hedefe doğru yürüyen insan gruplarını amaca yaklaştıran ve başarıya götüren formüller yığını değildir. Süreç içerisinde kurulan, oluşan ve şekillenen yakınlıklar ve yatkınlıklardır.
En önce gelen iş; Désim/dersim Girişimi açısından bir ilk yakınlığa (hala yatkınlık diyemiyorum) bir ucundan girmiş bulunmaktayız. Amaçlanan hedefe yakınlaşmak ve giderek varmak için bu bağlamda daha çok büyük emeklerin israfı gerekiyor. Sahaya önceden inmiş ve yer tutmuş aktörlerin dışında kalan ve şimdi kendine yer açmaya çalışan dağınık Dersimlilerin kendi aralarındaki yakınlaşmayı, tüm önyargılardan ve kişisel zaaflardan arındırmak, daha tam bir güvene ve daha derinlikli yatkınlıklara ilerletmek için de özgün bir çalışma ve eğitim politikasına acilen ihtiyaçları vardır.
Her bir bireyin yıllarca edindiği alışkanlıklar, ideolojik, felsefi, siyasal ve daha birçok disipline dair öncelikleri vardır. Yıllar içerisinde kendi dünyalarımızda üretilen ve oluşan bir üslup ve lügatlerimiz vardır. Bunlar bugünden yarına değişecek bağıntılar değil. Bu konuda belli bir ilerlemenin sağlanabilmesi; çok kasıtlı entelektüel bir çalışmaya mutlak gereksinim duyar. Bunu öylesine söyleyerek üzerinde geçmekle olmuyor elbette.
Mesela somut bazı şeylerden başlayabiliriz. Désim/Dersimi; “Désim” olarak mı adlandırmalı ve tanımlamalıyız, yoksa “Dersim” ve daha başka bir şey mi demeliyiz. Orta erimde Désim/Dersim hakkında söz söyleme, onun adına kararlar alma ve iş yapma, ya da bir Désim/Dersim parlamentosu, iktidarı olmayı hedefleyen bir oluşum açısında bu son derece lüks bir tartışma değil mi? Bazı kardeşlerimiz bunun gerekliliği üzerine sayfalar tutan izahat, ispatlama ve inandırma çabasına girebilirler. Birinci olarak, bu tartışmanın sonu gelmez. Zira bizde teori çok. İkinci ve önemlisi; bu iki tanımlama da bize ait olsun. “Désim” de “Dersim” de bizimdir. Malatya’dan öteye; Türkiye, Avrupa ve hata Amerika’ya gitmiş, sürülmüş kendi kökleri üzerinde büyümüş bu insan toplulukları kendi vatanlarını Désim” olarak da tanımlıyorlar, “Dersim” olarak da tanımlıyorlar. Bu ve daha başka nedenlerle; evet bu iki tanımlama, adlandırma da bize aittir.
Bu aynı şey, Ana Dil’imiz için de söylenebilir. Şimdi bile yazılarımızda ısrarla, daha önceleri yaptığımız ve kendimizi ikna ettiğimiz çalışmalarımızda kullandığımız kavram ve kategorilerle kendimizi ifade ediyoruz. Kimimiz “dilimiz Kırmancki yok oluyor” diye başlıyoruz. Kimimiz “dilimiz Zazaki yok olma tehlikesiyle karşı karşıya” diyoruz. Henüz “dilimiz Dımılki tehlike altındadır” diye yazan çıkmadı. Böyle düşünenlerden daha bu çalışmaya dâhil olan yok galiba. Bilmem hangimiz; illa ve mutlaka içerdekiler ve “dışarı”lara dağılmış Désim/Dersimlilerin tümü; Ana Dil’imizi yalnızca Kırmancki olarak tanımlıyor, ya da yalnızca Zazaki ya da Dımılki olarak adlandırıyor, diye kesin postulatlar ortaya koyabilir?
Şayet gerçekleri utandırmayacaksak; bu üç kategori de bize aittir. Ana Dil’imiz üzerinde kesin bir konsensüs oluşturmalıyız. “Zazaca” da, “Kırmancki de, Dımılki de bize aittir. Bunları Désim/Dersim’de Kurmançca’nın da önemli bir toplumsal kesimce konuşulduğunu varsayarak söylemekteyim. Bunu anmamamın nedeni, tartışmanın diğerlerinin tanımlanması üzerinde devam ediyor olmasındandır. Bu bağlamda Dersim/Désim’in Ana Dil’i; (aynı içerikte olmak üzere) Zazaki/Kırmancki/Dımılki ve yanı sıra Kurmançki (Kırdaşki) dır. Bunlar ve daha pek çok nüansta bir yakınlaşma, yatkınlaşma dağlayabilirsek, başka bağlamlarda da bir ilerleme gösterebilmenin imkânlarını biriktirmek mümkün olur.
Bu özgün süreçte, bir şeyden daha sakınmakta yarar görüyorum. “Zazaca” ve “Kürtçe” , gibi yazmaktan çok; “Zazaca, Kurmancça”, ya da “Zazaki/Kırmacki7Dımılki ve “Kurmancki/Kırdaşki” vb. olarak ifadelendirmek; bazı tartışmaların önünü almaya katkı yapabilir. Bu asla, bir üst ve alt kimlik anlamında anlaşılmamalıdır. Somut durumu idrak etmek, ona göre yol çizmek bakımından söylemeye çalışıyorum. Gerçek fikirlerimize örtü çekelim demiyorum. Bir toplumsal güç olma yolundaki özel bir tutum olacak bu. Öcalan ve PKK ısrarla “devlet istemiyoruz”, “iktidar istemiyoruz” diyorlar. Ama gerçek bu değil. Şimdi bile bal gibi devlettirler. Kürdistan’da bir nevi iktidarlar. Rojava’da devlet durumundalar. Bunları toplumda yaratılan, “bölücülük” çarpıtmalarını etkisiz kılmak için yazıp söylüyorlar, Bununla Şovenizmin şahlanışını dizginlemeyi hedefliyorlar.
Bu zeminlerde, Désim/Dersimlilerin en geniş birliğini hedeflenmeli. Bu coğrafik alanın dışında yaşayanları da bir nevi “sürgündekiler” ve “dışarıdakiler” olarak varsaydığımızda, belki bizim bu meclise de; “Sürgündeki Désim/Dersim Parlamentosu” tanımlaması daha isabetli olabilir. Bunu sadece üzerinde düşünelim amacıyla söylüyorum. Yoksa böyle katı bir şekilde oluşmuş, bir düşünceye sahip değilim. Sesli düşünmeye çalışıyorum.
Bu çalışmalar bir Désim/Dersim Kongresi’ni toplama, gerçekleştirme hedefine bağlamalıyız ki, yapacağımız tüm çalışmalar, kongre hazırlık çalışmaları olarak anlam kazansın. Bunun için ilk önce; en geniş ve kapsamlı bir birliği hedeflemek fikrinde hepimiz birleşiyoruz. Bu olumlu bir giriş niteliğindedir. birliği elde etmek için; “dışarıdaki” ve içerideki, Désim/Dersim kimliği ve fikriyatına sıcak bakan insanlarla iletişim kurmak zorundayız. Bunu basın-yayın üzerinde yapmamız gerektiği gibi, böyle bir çalışmayı yürütecek çalışma gurupları da oluşturmalıyız. Aydınlarla, sanatçılar, bağımsız dernek ve sivil inisiyatifleri bu çalışmaya çekecek değişik çalışma grupları aracılığıyla somut sonuçlar almayı hedeflemeliyiz. Bunu belli zaman aralıklarıyla değerlendirmek, denetlemek ve daha yeni adımlar planlamalıyız. Yerel alanlarda toplantılar vb. gibi yayılmış öneriler ya da girişimlerin, çok biçimsel ve bürokratik kalacağı pek çok örnekle kesin gibi gözüküyor. Ama İstanbul ve Avrupa’nın pek çok ülkesinde 2. Toplantı öncesinde birer toplantı yapılabilir. Bu toplantılar; Genel Koordinasyonun hazırlayacağı çalışma planı esas alınarak, katkı sunana tartışmalarla devam etmeli.
Bu çalışmaya birkaç aylık bir zaman ayrılmalı. Ardından; ilk toplantı benzeri, geniş katılımı hedefleyen bir toplantı gerçekleştirmeliyiz. Bu toplantıya, o toplantının üzerinde tartışma yürüteceği, değişik konulardaki meclis anlayışlarını inceleyen metinler hazırlamak ve bu bağlamda tartışmaların çerçevesini ve gidişatını yönlendiren bir yöntemle ilerlemeye çalışmalıyız.
Koordinasyon’un Haziran toplantısında çalışma planı, bazı yanlarıyla netleştirilmesi gerekiyor. Savaşın Désim/Dersim’den uzak tutulması içerikli paneller gibi bir takım etkinlikler ilk akla gelenler. Dış kamuyu ile (Avrupa Parlamentosu, Birleşmiş Milletler, Uluslar arası Af örgütü gibi) diyalog sağlayan bir grubu işe koymak hayati önemde. Bu çalışma grubu, bunun için TERTELE’ye göndermeler yaparak ikinci ve daha derin bir yok edilme planıyla karşı karşıya olduğumuzu anlatan bir dosya hazırlamalı. Bu dosya öyle hazırlanmalı ki, hem inandırıcılığı güçlü olmalı ve hem de onu kitapçık formuna getirirsek belki beli bir maddi geliri de olur.
Désim/Dersim’e yönelik yeni saldır hazırlıklarına karşı yürütülecek çalışma ile ekolojik tahribata(barajlar vb.) karşı çalışmayı iç içe yürütmeliyiz. Bu konularda önceden yürütülen çalışmalarla kesişmenin imkanlarını irdelemeliyiz.
Désim/Dersim Meclis Girişimi çalışmasının; siyasi ve kültürel/sosyal, maddi fonlar gibi bölümlerini oluşturmalıyız. Bu birimlerin ürettiklerini değerlendirecek yayın organı ve bunu nispeten geniş bir yayın kurulu olmalı. Bunları koordinasyon’un haziran toplantısında netleştirmeli ve 2. Meclis Girişimi toplantısında takviye etmeliyiz.
Meclis Girişimi, Haziran’daki toplantısında Ana Dil’e ilişkin neler yapabileceğimizi konuşmalıyız.
Meclis Girişimi 2. Toplantısında; koordinasyon’un yeni katılımlarla genişlemesi gerekiyor. Aynı zamanda çalışmaların ulaştığı düzeyi değerlendirerek, gelişmenin bir Désim/Dersim Kongresi toplama aşamasına gelip gelmediğini saptamalı. Eğer çalışma bir Kongre toplama aşamasına gelmişse, bunun tarihi ve o tarihe kadar yapılacak işlerin planlanması gerekiyor.
Son olarak gidişata bağlı olarak, kongre için “yerel seçimler” ve delege, gibi girişimler geçekçi değil. Eğer önceden çalışmalar iyi organize edilirse, biraz hayal kuralım; diyelim ki kongre’ bin ve daha fazla insan katıldı ve o insanların seçeceği bir Meclis tasavvur edin. Bunu temsil gücü ve meşruiyeti “saha” dediğim yerde kedisine, kimsenin itiraz edemeyeceği “bir yer” açar. Daha işin başındayız. “Kendi işinizi kendiniz yapın; en alttan başlayın”
Hüseyin Tekin, Nisan 2016