Bir süreden beri Dersim Meclisi oluşumu ve oluşumun meşruyeti üzerine tartışılıyor.
Tartışmalarda öne çıkan temel vurgu kimilerine göre böylesi bir oluşumun Dersim’in
“… geleceğin(in) felaketinin yeni adı” olacağı ve dahası henüz bir oluşum aşamasında bulunan bir girişime “Dersim Kongresi, Şiddetin Felsefesini yapmaktadır!” tespiti iyi niyetle yapılmış bir eleştiri olsa bile Dersimli kurum ve bireyler arasındaki diyaloğu başından bitirerek, birlikte çalışmanın önünü tıkamaktadır. Bu durumda getirilen diğer eleştiriler haklı da olsa, eleştiri sahibini haksız bir zemine iterek, yapılan eleştiri ve önerileri anlamsızlaştırmaktadır.
Dersim Meclisi girişimini başlatan arkadaşlar ise son bir kaç yıldan beri „Dersim Meclisi“ adı altında oluşturmaya çalıştıkları ve bu yılın sonunda yapmayı düşündükleri Dersim Kongresi’ni, bu oluşumun Dersim’in kültürel, siyasal ve ekonomik yok oluşuna karşı bir ihtiyaçtan doğduğunu ve kurumsal bir örgütlenmenin geç kalınmış bir girişim olduğuna dikkat çekmektedirler.
Tartışmalarda bir çok konu ele alınmasına rağmen esas olarak üzerinde durmak istediğim devlet ve iktidarlara karşı mücadelenin meşru olup olmadığı üzerinedir. Elbette mücadele biçimleri ve yöntemleri üzerinde tartışılır ve tartışılmalıdır. Geçmişte ve günümüzde örgütler adına işlenen cinayetler meşru olmadığı gibi bu tür eylemlere karşı en sert bir şekilde kitlesel tepki de gösterilmelidir. Tam da bu noktada Dersim bileşenlerinin birlikte ve birada olmaları gerekiyor. Dersim’i gelecek felaketlerden korumanın yolu, yerelde (Dersim coğrafyası) kitlelerle bütünleşmiş ve diaspora’da (Türkiye ve Avrupa) yaşıyan Dersimlilerin sorunlarını da dikkate alan ortak akıldan geçer.
Her siyasi duruşun kendisine göre haklı yönleri olmakla birlikte yapılan tartışmalar kavramlar üzerine sürdürüldüğünde bizleri yanlış sonuçlara sürüklemekte ve sonuç itibariyle yanlış anlaşmalara ve daha doğrusu Dersim’in kaybolmak üzere olan kültürel kimliğinin ve inancının yaşatılması mücadelesi veren kurum ve bireylerin yıpratılmasına ve itibarsızlaştırılmalarına yol açmaktadır.
Kullandığımız kavramları seçerken onların ne anlama geldiğini ve neyi ifade ettiğine biraz daha özen göstermemiz olaylara daha doğru ve sağlıklı yaklaşmamızı sağlar.
Bu tartışmalarda kullanılan „Meşru“ ve „Meşruyet“ kavramları neyi ifade ediyor?
Meşru kavramının Fransızca anlamı légitimement, Latincesi legittime, Almancası Legitim ve aynı zamanda Türkçe’de de çoğu zaman meşru yerine leğitim olarak kullanılmaktadır.
Meşruyet ise Franzsızca’da légitimation olarak kullanılmaktadır. Bu kavram hemen hemen dünya konuşulan birçok dilde yer edinmiştir. Türkçe’de de leğitimasyon olarak kullanılıyor.
Peki ‚Meşru‘ ve ‚Meşruyet‘ kelimeleri ne anlama geliyor?
Bu iki kelime daha çok hukuki ve siyasal kavramlar olarak kullanılıyor ve özellikle de siyasal ve uluslararası ilişkilerde devletlerin, toplulukların, kurum ve bireylerin hak talepleri ve kullanacakları yetkilerin sınırlarını belirlemekte ve onlara tanınma yetkisi sağlamaktadır.
Politik bilimlerde bir çok devletin oluşumu ve meşruluğu hep tartışılmıştır. Örneğin İsrail Devleti’nin oluşumu meşru mudur? sorusu tartışmalı bir sorudur. 1948 Bileşmiş Milletler üyesi birçok devlet İsrail’i devlet olarak tanıyarak, 1948 yılında çizilen sınırlara batılı devletler tarfından meşruyet kazandırılmıştır. Ama Filistin halkına göre meşru değildir ve Filistin halkından İsrail Devleti’ni meşru görmeleri beklenemez. Bu diktatörlükler ve kimi iktidarlar için de geçerlidir. 1933 sonrası Hitler’in iktidara geliş biçimi meşru olmamakla birlikte Hitler, baskı ve zorbalıkla buna Alman halkının büyük bir kısmının nezdinde meşruyet kazandırmıştır. Hitlere karşı mücadele ise meşruydu. Bu soru bugün Erdoğan’ın oluşturduğu, adım adım meşrulaştırmaya çalıştığı ve devletin totaliter bir biçimde yapılandırılarak kurulan tek adam diktatörlüğü içinde geçerlidir.
„Meşru“ ve „Meşruyet“ hukuki kavramlar olarak devletler hukukunda Napolyon’un Avrupa‘daki hakkimiyeti sonrası 18 Eylül 1814 tarihinde toplanan Viyana Kongresi’nde Avrupa’da sınırların yeniden çizilmesi ve Fransızların 1789 Fransız Devrimi sonrasında 1792 yılından itibaren Avrupa’nın diğer devletlerine karşı sürdürdüğü savaş sonrası gelişen özgürlük ideali ve ulusal devletler oluşumuna hukuki bir tanım getirmek ve Avrupa’da devletler arası sınırların çizilmesi için kullanılmıştır. Viyana Konferansı’nda alınan birbirlerini karşılıklı tanıma anlaşması 9 Haziran 1815’ten itibaren kısmen uygulanmış ve bugünkü sınırların temeli o günden beri (birinci ve ikinci dünya savaşları ve Sovyetler’in dağılması sonrası Doğu Avrupa’da 90’lı yıllarda sınırların yeniden çizilmesi hariç) kısmen de olsa uygulanmıştır.
„Meşru“ ve „Meşruyet“ kavramı tarihsel olarak Osmanlı imparatorluğu ve sonrası Orta Doğu‘da büyük güçler (İngiliz ve Fransızlar) tarafından birinci dünya savaşı sonrası oluşturulan devletler ve çizilen sınırlar için de geçerlidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve çizilen sınırlar bu çoğrafyada yaşıyan etnik ve kültürel kimliklerin varlığı dikkate alınmadan yapılmıştır. Kurulan Türkiye Cumhuriyeti Kürtler için ne kadar meşrudur? Kürtleri bir yana bırakırsak kültürel kimliklerin harmanlaştığı çok kültürlü, çok inançlı ve çok dilli Dersim coğrafyasında yok olmakla karşı karşıya bulunan bizler, bireyler olarak, bizleri yok olmakla karşı karşıya getiren, asimilayonun yetmediği alanlarda şiddet ve güç kullanarak (1937/1938 Dersim Tertelesi) yok etmeyi hedefleyen bir devlet meşru mudur? Değilse buna karşı mücadele de bir o kadar meşrudur. Fakat meşru olan her mücadele şiddeti temel almaz, almamalıdır. Barışçıl ve sivil örgütlenmeler de bir mücadele biçimidir. Pasif bir oturma eylemi, Dünya’ya duyurulan her çığlık bir direniştir. Yok olmamak için girişilen her eylem ve bir ihtiyaç olarak ortaya çıkan her oluşum meşrudur. Önemli olan oluşturulan örgütlenmelerin kitleler tarafından meşru görülmesidir. Meşruyeti sağlamak ise bu oluşumda rol alan birey ve bileşenlerin sorumluluğundadır. Her oluşum sancılı doğar. Sancısız doğumlar sağlıklı da değildir. Bu yönüyle oluşturulan bir Dersim Meclisi ve Kongre çağrısı geçmişte örgütlerin ve bireylerin birbirlerine karşı kullandığı şiddet ve baskı yöntemlerinden uzaklaşarak, barışçıl ama eleştirel yeni bir siyasal hoşgörü kültürünün yaratılmasına bir araç olabilir.
Bunu yaparken elbette aynı zamanda siyasal iktidarlara karşı da Dersim coğrafyasında yapılan barajlarla doğanın yok edilmesine, kültürel ve inançsal asimilasyona ve sürdürülen her türlü savaşa karşı şiddeti temel almayan direniş biçimleri geliştirilir ve geliştirilmelidir.
Sonuç olarak çizilen Türkiye Cumhuriyeti Devlet’i sınırları içinde azınlıklara, etnik ve kültürel kimliklere yaşam hakkı tanımayan bir devlet meşru değildir ve meşruyeti tartışmalıdır.
Bu aynı zamanda örgüt, kurumlar ve bireyler içinde geçerli bir kuraldır. Bugün kendisinden başka hiç bir düşünceyi dikkate almayan, kendisi dışında her oluşuma ve bireye yaşam hakkı tanımıyan kurum ve hareketler de meşru değildir.
„Daha çok Demokrasi için” direnmek bir haktır. (Willy Brandt) Almanya Sosyal Demokrat Partisinin (SPD) 1945 yıllarından sonraki döneminin en önemli siyasi kişiliklerinden biri olan Willy Brandt’ın yukardaki sözleri demokrasi isteyen ve demokrasiyle yönetilmek isteyen tüm toplumlar için bir yol göstergesidir. Willy Brandt’ın savaş sonrası Almanya’sının demokratik kurumlarının inşaası ve demokrasi kültürünün geliştirilerek desteklemesi için 1969 yılında Federal Almanya Cumhuriyeti’nin ilk sosyal demokrat Başbakanı olarak parlamentoda Alman halkına yaptığı bu çağrı bugünkü Türkiye toplumu ve bizler için daha da anlamlıdır.
Buğün gelinen bu süreçte sınırları değiştirmek ve yeniden çizmek hedeflerimiz arasında olmadığına göre, yaşadığımız coğrafya’da kültürel kimliğimizi dikkate alan, bizlere özgür demokratik anayasal bir toplumda eşit şartlarda yaşam hakkı tanıyan örgütlenmelerden uzak durmamakla birlikte, kendimize özgü kurumları yaratmak zorundayız.
Mart 2018