KAMUOYUNA ÇAĞRIMIZDIR.
Saygı Değer Yazarlara, Aydınlara, Sanatçılara ve Siyasetçilere! Sosyalist Sol Partilere, İnsan Hakları Derneklerine ve Tunceli Barosuna Sesleniyoruz.

Türkiye’de uzun bir süredir, özellikle sol muhalif kesimin dile getirdiği ve yapmak istediği, Türkiye’nin yakın siyasi tarihiyle yüzleşme talebi gittikçe daha geniş bir kesim tarafından sahiplenip, dile getirilmeye çalışılıyor. Yaşanan anti demokratik ve gayri insani süreçten çıkma ve normalleşme isteği, her kesimin arzuladığı ve ihtiyaç duyduğu zorunlu bir hale gelmiş bulunmaktadır.
Geçmişle hesaplaşmak, moda deyimle «Helalleşme», «Yüzleşme», adaletli, demokratik, halkçı, eşitlikçi, özgürlükçü bir gelecek inşası ve arzusu; herkesi ilgilendirdiği gibi Dersim halkını ve toplumunu çok daha yakından ilgilendirmektedir. Çünkü Dersim Halkı’nın yaşadığı toplumsal yıkım ve siyasi trajedinin tarihi çok daha da eskilere, 500 yıllık bir geçmişe gittiği gibi, son 100 yılda özellikle 37-38 kıyımı 70’li yılların politik atmosferi ve 90-95 trajedisi, toplumun var olan tarihsel, inançsal, kültürel ve kimliksel dokusunu tamamen darmadağan etti ve demografik yapısını altüst etti.
Yaşanan bu tarihsel süreçleri konuşmak, muhasebesini yapmak, yanlışlarla ve hatalarla yüzleşmek için uzun süredir aleni olarak yazılıyor, çiziliyor. Bu yönlü uğraşların, tartışmaların ve çalışmaların seyri inişli-çıkışlı da olsa, kayda değer bir yol aldığını da söyleyebiliriz.
Son dönem ağırlığı Dersim kökenli sol siyasi şahsiyetlerden oluşan, geçmiş devrimci, sosyalist ve sol bir hareketin içinde yer almış, gelinen süreçte bazılarının hareketle aralarına mesafe koyduğu, bazıların ise hala içinde veya çeperinde yer aldığı bu insanlar, siyasi geçmişleriyle bir yüzleşme başlatmış bulunmaktalar. Yapılan sadece geçmişi tartışmak, hayatta olan muhataplarına sordukları bazı sorulara cevap istemektir.
Bu istek ve girişime, soruların muhatabı şahıs ve kişiler normal cevap verip tartışmak ve gerçeklerin ortaya çıkmasına yardımcı olma yerine, insanları ölümle tehdit ediyorlar. Bu soruları ve tartışmaları dile getirenleri «devletle iş birliği yapmakla, örgütü dağıtmakla, devrimci düşmanlığı yapmakla» vb. biçiminde suçluyorlar. Kamuoyuna açık bildiriler yazıp, sosyal medya ve basın alanında isimleri yazıp, bu sivil ve savunmasız insanlara karşı açık açık SAVAŞ açtıklarını ilan etmiş durumdalar. Kendi dışında farklı bir sese, dışardan gelecek herhangi farklı bir soruya, farklı bir fikre, düşünceye, eleştiriye tahammül etmeyen bu arkadaşlar tam bir gaflet içindeler…
Bu arkadaşları şunu diyoruz.
Elimizdeki bir tablodan sadece kara renklerle yapılan müdahalelerle ciddi bir eser çıkmaz. Bunun için her renk cümbüşünden yararlanmak gerekir.
Herkesin fikrini beyan etme hakkı vardır ve o hakka saygılı olmamız şarttır. Hiçbir gerekçe ile kimsenin bir diğerini fikrinden dolayı suçlamadığı, demokratik ve özgür bir ortama acilen ihtiyaç var. Bunun için sükunetin sağlanması; kimin ne dediğinin anlaşılması becerisine ve kulaklara sahip olmak gerekir. Havaya sinen yoğun bir sis sonrasında, kurtların ava çıkmasına müsait bir ortam oluşturulmak isteniyor. Bunu fikirlerden korkanların en sık başvurdukları bir yöntem olduğunu biliyoruz, biliyorsunuz.
Halkın Günlüğü ve ADHK sitelerindeki yazılarda oldukça dar, tekçi ve hayali düşman yaratma üzerinden fayda sağlayacak bir kurgu kendini dışa vuruyor. “Zereweşiye” (hoşgörü) kültürünün zerresi yok burada.
Halkın Günlüğü ve ADHK tarafından bilinçli ya da bilinçsizce yaratılmaya çalışılan ortam kimin işine yarar acaba? 28 Mayıs ve 14 Haziran 2022 bildirilerinden bahsediyoruz. Anlaşılmayan bir şey yok aslında. İkinci yazıda (14 Haziran 2022) tam 82 kez tekrarladıkları “düşman”ın işine yarar. Her iki yazıda aleni olarak savaş ilan ediliyor, cinayetlere davetiye çıkarılıyor veya en azından buna uygun puslu bir ortam yaratılmak isteniyor.
“Ben merkezli” davranış ve Ego’lardan uzak kalmalıyız. Herkesin bir diğerinden öğreneceği incelik ve zarafet vuku bulmalı. Burun büktüğümüz her görüşten mutlaka öğreneceğimiz yanlar olacağını bilecek bir kemalet sahibi olmalıyız. Doğru bildiğimiz ve cidden inandığımız düşüncelerin göreli ve yanlış olabileceği gerçeğini unutmamak gerekir. Çiçero’nun dediği gibi: “Kuşkucu olmak bizi gerçeğe ulaştırır”.
Kamuoyuna sesleniyoruz. Sorumluluk alın.
Herkesin sorumlu davranması ve sorumluluklarının bilincinde olması önem arz ediyor. Halkın Günlüğü ve ADHK yazılarında gösterilen sopanın gün gelir herkese, her itiraz edene karşı kullanılan bir diktatörlüğe ortam hazırlayacağının bilincinde olmalıyız. Bu tavırla ADHK’nın kurtların özlediği sisli havaya ortam hazırladıklarını ve sonuçlardan sorumlu olacaklarının umarız en kısa sürede farkına varacaklardır.
Kişi hak ve özgürlüklerine herkesin saygılı olması insan olmanın bir gereğidir. Hiçbir dava adına, hiçbir parti, örgüt ve bayrak adına, kişinin yaşam hakkı ve ifade özgürlüğü, kişinin elinden alınamaz, yok sayılamaz. Bugünden suskun kalınan bu ihlaller gün gelir bir kartopu gibi büyür, büyür ve bizi, sizi ve herkesi altında ezecek bir çığ konumuna gelir.
Kamuoyunu, İnsan Hakları Dernekleri’ni, Hukukçuları, Baroları (özellikle Tunceli Barosu’nu) sessiz kalmamaya; ses vermeye davet ediyoruz…
İhlal edilen her hak ve özgürlüğü, kişilere yönelik şiddet ve onları düşman görme sorumsuzluğuna izin verilmemelidir. Her hak ihlallerini, bu yöndeki beyanları, kendimize karşı yapılmış bir saldırı ile eş değer olduğunu kabul etmek durumundayız. Buna yönelik gösterilecek empatik tavır ve davranış, kişiliğimizin bir yansıması olacağını ve sorumluluk gereği bunun yapılması gerektiğini hatırlatmamıza gerek yok.
Sonu gelmez çatışmaları ve ihlalleri beraberinde getirecek söylemlerden bir an evvel uzak durup, bunların farkına vararak sürecin demokratik ve hoşgörü ortamına evirileceği umuduyla.
Dersim Kongresi, 22 Hazıran 2022
AABF’nun NRW Eyaletinde „Kamu Tüzel Kişiliğe Sahip Kurum“ Olarak Kabul Edilmesini Selamlıyoruz!
Alevi Örgütlenmesini Hedef Alan Linç Kampanyasına Karşı AABF Yöneticileri ve Camiası İle Dayanışma İçinde Olduğumuzu Kamuoyuna Duyuruyoruz!
Almanya’nın NRW Eyalet Parlamentosu, 10 Aralık 2020 tarihinde aldığı bir kararla AABF’nu (Almanya Alvei Birlikleri Federasyonu) „Kamu Tüzel Kişiliğe Sahip Kurum“ (Körperschaft des öffentlichen Rechts) olarak kabul etti. AABF ve bileşenlerinin uzun yıllardır sürdürdüğü hak mücadelesinin bir ürünü olarak alınan bu karar, Alevi camiası ve dostları tarafından sevinç ve taktirle karşılandı.
Alevilerin ve Türkiye’de mağduriyet yaşayan diğer toplulukların her hak kazanımını devlete karşı bir komplo olarak algılama paranoyasından muzdarip hükümet yetkilileri, AABF’nun „Kamu Tüzel Kişiliğe Sahip Kurum“ olarak kabul edilmesi kararını, batılı güçlerin „Türkiye’yi bölme“, „Müslümanların birliğıni parçalama“, „Aleviliği ayrı bir din olarak tanıma rezaleti“ olarak gördüler. Maraş, Çorum ve Sivas katliamlarını devlet güçleri himayesinde gerçekleştiren ülkücü çetelerin başbuğu Devlet Bahçeli, ülküdaşlarının Maraş’ta ana rahminden çıkardıkları bebeğini kaynar suya attıkları „Alevi canları“nı hatırladı ve böyle bir adımın „Müslüman Türk milleti tarafından“ kabul edilemeyeceğini ortağı olduğu „Cumhur Başkanlığı Hükümet Sistemi“ adına duyurdu. Her dönem derin devlet güçlerinin ajan-provakatörlüğünü üstlenmeyi kendisine vazife edinen Doğu Perinçek’in Aydınlık Gazetesi, kararı „Emperyalizmin Aleviciliği Dayatması“ ve „ana hedefin“ ise „Türkiye“ olduğunu yazdı. Kararı „skandal“ olarak yorumlayan Yeni Şafak gibi hükümet yandaşı gazeteler mikrofonu „kendi“ Alevilerine uzattılar. Avrupa Ehl-i Beyt Alevi Federasyonu Genel Sekreteri Fuat Mansuroğlu, bu gazeteye verdiği röportajda, kararı alanların amacının „… müslümanları parçalayıp bölmek, Alevilerle Sünnileri karşı karşıya getirmek“ ve AABF’nun da „PKK ile de bağlantıları bulunan Türkiye karşıtı bir teşkilat“ olduğunu vurgulayarak safını belirledi.
Bu söylenenleri ve yazılıp-çizilenleri, Şünni-Şafi Ümmet Sözleşmesi projeleri çerçevesinde bugüne kadar paylarına sadece „katli vaciptir“ fermanları düşmüş, gerici güruhlara linç edilecek bir kitle olarak sunulmuş, ibadet mekanları en yetkili devlet görevlileri tarafından „cümbüş evi“ olarak ilan edilmiş Alevilere, muktedirlerin ayağınızı denk alın mesajı olarak da okunabilir. Denmek istenen şudur:
Sizin tek bir hakkınız vardır, o da „bizim Alevimiz“ olma hakkınızdır! Bu hakkınızı elinizde almaya çalışan her kimse „teröristtir, bölücüdür, dış mihraklarla bağlantılır.“
Ayağınızı denk almıyor musunuz? O zaman da Sünni-Şafi İslam ulemasının hakkınızdaki fermanı hatırlatırız size!
AABF nezdinde Alevilerin bu hak kazanımını sindiremeyenler ne yazıkki yukarıda bahsini ettiğimiz bildik güç odaklarıyla sınırlı kalmadı. Alevi kurumlarının bugüne kadar dost olarak yanında bildiği bazı „popüler“ şahıslar da, bazı AABF yöneticilerinin Alevilerin inanç özgünlüğünü vurgulamak için yaptıkları „Alevilik kendine özgün bir inançtır“ gibi açıklamaları bu yöneticilerin „cahilliği“ olarak ilan edip, Alevileri „İslam şemsiyesi altında aydınlanmaya” çağırdılar. Umut ediyoruz ki, söz konusu şahıslar, bu tutumlarıyla, Alevilerin her hak mücadelesini „Müslümanların birliğini bozmak“, ya da „İslam şemsiyesini terketmek“ olarak görenlerle aynı paralele düştüklerinin kısa süre içinde farkına varırlar. Bu çevreler şu gerçeği artık idrak etmeliler:
Sünni-Şafi İslam Ümmet Sözleşmesi, ya da Türk-İslam Sözleşmesi projelerinde Alevilere yer açmaya çalışmak beyhude bir çabadır. Eğip bükerek hakikati muktedirlere kabul ettirme çabası içinde olmayı maharet saymaktan artık vazgeçin ve Alevi camiasının ve kurumlarının hak kazanımlarını taktir edin.
Alevi camiasına ve kurumlarına tanınan haklar, bugüne kadar mağdur edilen bir inanç topluluğunun verdiği mücadelenin ürünleridir. Sadece Aleviler tarafından değil, gerçek demokrasiden yana olan herkes tarafından korunmalı ve saldırılar dayanışma içinde göğüslenmelidir.
28.12.2020
Avrupa Dersim Dernekleri Federasyon (FDG)
Dersim Kongresi Meclisi
Dersim Bütün Kimlik Öğeleriyle Yeni Türkiye Cumhuriyeti Bünyesinde Bir Çıbandı!
Alman Kamu Televizyonu ARD’nin ttt (titel-tehesen-temeperamente) adlı programında, Tertele’yi (Dersim Soykırımı) konu eden 4 dakikalık bir dokümantasyon („Das vergessene Massaker – wie Kemal Atatürk Aleviten ermorden ließ“) gösterildi. Beklenildiği üzere bildik ırkçı reflekslerin devreye girmesi pek uzun sürmedi. Hem tanrıları Atatürk’e toz kondurmayan militarist Kemalist cephe ve „sol“ soslu yedek güçleri, hem de bu ara devlet yönetimini elinde bulunduran neo-hilafetçiler bir ağızdan „Devletimizin ve Cumhuriyetimizin bekası“nı savunmak için seferber oldular.
Öncelikle, Dersimliler, özellikle kendisini „sosyal demokrat“, ya da „sol“ diye tanımlayan bazı politik yapılanmaların çeperi içinde bulunanlar, „Dersim Olayları“nı soykırım olarak adlandırmadaki çekincelerinden vazgeçmeliler. Varsa böyle bir tartışma, bu Dersimlilerin dışında yürüyen bir tartışma olmalıdır. Dersimliler, Dersim’de soykırım olmadı savını (halen hukuken olmasa da) vicdanen suç saymalıdırlar. „Dersim meselesi“, „Dersim katliamı“, „Dersim olayı“, „Dersim’de vahşi suçlar“ vb. tanımlamalarla yetinmek, soykırım gerçeğini perdelemeye yaramaktadır. Olup bitenin adı jenosittir. Dersimliler kendi dillerinde bu jenoside TERTELE demişler. Yahudiler için HOLOCOUST neyi ifade ediyorsa, Dersimliler için de TERTELE onu ifade ediyor.
Ortalığa kusulan militarist devletçi, ırkçı-hilafetçi zehirin yan etkileri Dersimliler içinde, Dersim Soykırımını kim yaptı ve Dersimliler neden soykırıma uğradı sorularının tekrardan tartışılmaya başlanması şeklinde yansımış durumda. Tertele faili ırkçı-ulusalcı ve ırkçı-hilafetçi cephe ve yedek güçlerinin ulusal çıkarları uğruna gösterdikleri hassasiyeti, ne yazık ki, Dersimliler kendi davaları söz konusu olduğunda gösteremiyorlar. Dersimli aydınlar, siyasiler, sivil toplum kurumları, doğa aktivistleri ve inanç önderleri, Dersim ve Dersim toplumunun bekası için aralarındaki ayrılıkları ve tartışmaları ikinci plana iterek bir araya gelme olgunluğuna sahip değiller. Halbuki, özellikle içinden geçtiğimiz konjonktür, güçlerini ve imkanlarını birleştirip, Tertele kurbanlarının tarafı olarak davaya müdahil olmalarını, sahip çıkmalarını zorunlu kılmaktadır. Bu ihtiyacın bilincinden hareketle, biraz daha geniş yazmayı düşündüğüm bir makale için tutuğum birkaç notu, tartışmaya faydası olur umuduyla, kısaca aşağıya aktarıyorum.
Tertele’nin Faili Kim?
Herhangi bir kafa karışıklığına mahal vermeksizin, Tertele failinin Türkiye Cumhuriyeti devleti olduğunun altı çizilmelidir Soykırıma hukuki zemin yaratan bütün kararlar Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Bakanlar Kurulu gibi devlet kurumlarında alınmış, bu kararlar doğrultusunda gerekli hazırlıklar yapılmış ve devletin idari, kolluk ve askeri güçleri tarafından Tertele gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla, muhatap da Türkiye Cumhuriyet devletidir. Devletin tartışmasız lideri olarak Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, devlet yöneticilerinin istisnasız tümü Dersim Soykırımının failleridir. Dersim’de yeri göğü ateşe veren, felaketten kurtulanları da ölmediklerine bin pişman eden politika devlet politikasıydı. Soykırımın organizatörlerinin kimin olduğu, alınan kararların altındaki imzalarla tasdik edilmiştir. Ne Kemalistler, bugünkü neo-Osmanlıcıların sonradan Demokrat Parti içinde kümelenen atalarını zorla soykırıma mecbur etmişlerdir, ne de birileri Kemalist kadroların eline kullanmak istemedikleri bir kılıcı zorla tutuşturmuştur. Neo-Hilafetçilerin, halihazırda başında bir Dersimlinin bulunmasını da fırsat bilerek, günahı CHP’nin kapısına süpürmelerinin hiçbir inandırıcılığı ve ciddiye alınır tarafı yoktur. Hepsinin ceddi, fikir birliği içinde, Türk-İslam senteziyle yoğurmak istedikleri üniter Türk ulus-devlet kılıcını doyumsuz bir iştah ve zevkle Dersimlilerin boynuna indirmiştir. Anne rahminden çıkarılan masum-u paklar „modern“ ve „medeni“ Türkiye Cumhuriyeti adına süngülenmiştir. „Şeriatçılar Kemalist kadroların eline İslam kılıcını tutuşturdu“ tezi ile neo-hilafetçilerin „soykırımı Kemalistler gerçekleştirdi, bizim ceddimiz suçsuzdu“ söylemi bir madalyonun iki yüzüdür. ya da, Dersimlilerin boynuna inen kılıcın iki keskin sivri tarafıdır.
Kendilerine „anti-emperyalist“, „ilerici“ payesi biçilen Cumhuriyetin ırkçı Türk milliyetçisi liderlerinin soykırımla birlikte anılmasını kabule yanaşmama tutumu, „Beyaz Türkçülüğe“ öykünen ve resmi devlet ideolojisinin çarklarında zihinleri şekillenen Dersimliler içinde hatırı sayılır bir taraftara sahip. „Çağdaş Cumhuriyet“i ve soykırım kelimesini ilişki içinde telaffuz etmeye bir türlü gönülleri varmayan bu mantık sahiplerine göre, Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti aslında Doğu toplumlarının kurtuluş vizyonunu temsil ediyordu ve Dersimliye de özlem duyduğu yaşamı vaat ediyordu. Ne var ki, „Dersim’in aşiret reisleri, seyitleri, derebeyleri, Cumhuriyet’in izlediği laik ve anti feodal politikaya karşı çıkarken gerici“ydiler[1] „Osmanlı’nın haritasında bile unuttuğu bu güzel diyara, Cumhuriyet, devlet otoritesi teziyle gideceğine, insani bir demet gülle gitseydi, Dersimlinin ülkeye katkısı, tüm tasarıların üstünde olurdu.“[2] Neo-hilafetçiler, Kemalistlere karşı kullanır diye, Dersim Soykırımını uluslararası platformlara taşıma çabalarını eleştirip değersizleştirmeye çalışan Dersimli yazar-çizer ve politik figürlerin dile getirmek istedikleri aslında bu bakış açısına olan bağlılıklarıdır. Arkadaşlar halen modern Türkiye Cumhuriyetinin kendilerine sunmayı arzu ettikleri „bir demet gül“ü bekliyorlar. Ara sıra da Anıtkabir’e koşarak ya da ya da Cumhuriyetin kurucu liderlerine övgü dizerek bu beklentilerini görünür kılıyorlar. Kanımca, Dersim soykırımını, devlet kliklerinin iktidar dalaşındaki mevzilenişine kurban etmenin vebali epey ağırdır. Milletvekilliği, ya da CHP gibi partiler içinde siyasi kariyer hesabı yapan politikacı ve yazar-çizer Dersimliler tarihi bir sorumlulukları olduğunu bilerek daha hassas hareket etmeliler. Bazı Dersimli yazarların ve siyasi figürlerin Atatürk başta olmak üzere, Kemalist soykırım faillerinin avukatlığına soyunmaları Dersimliler için kabul edilmez trajik bir durumdur.
Türk devletinin, Türk ve Müslüman olmayan topluluklara karşı resmi ideolojisinde ve politikasında, kökleri Osmanlı imparatorluğuna uzanan bir süreklilikten kolaylıkla bahsedebiliriz. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde 300 bine yakın Süryani’nin, 353 bin Pontuslu Rum’un katledilmesi, Ermeni Soykırımı ve 1937-38 Dersim Tertelesi bahsini ettiğimiz süreklilik zincirinin birer halkaları olarak görülmelidir. Osmanlı devletinin ardılı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri, bu alandaki Osmanlı devlet politikasından ve pratiğinden köklü bir kopuşu hiçbir şekilde gerçekleştirmemiştir ve böyle bir kopuşu hiçbir zaman arzu etmemiştir. İttihat ve Terakkicilerin pantürkist ve panislamist fikir mirasına ise sıkıya sarılmışlardır. O dönemdeki klik çatışmalarından bağımsız olarak söylenebilir ki, Cumhuriyeti kuranların Anadolu halklarına hiçbir zaman gerçek bir etnik, ulusal, inançsal ve sosyal eşitlik vaadi olmamıştır. Özellikle Kürt hareketi çevrelerinin kurtuluş reçetesi olarak yeniden keşfettikleri 1921 Anayasası’ndaki sözde „Kürtlere muhtariyet“ iddiası da dahil, bu yönlü vaatleri, Cumhuriyetin pozitivist lider kadrolarının pragmatist politik manevraları olarak değerlendirmek daha doğru olur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunu, medeniyetin ve modernitenin Anadolu toprağına ayak basması olarak bize sunmaya çalışan çevrelerin, bunun tersini ispatlayacak tek bir kanıtı bile yoktur. Sözde bilim insanı sıfatıyla sundukları her gerekçe, baş vurdukları her „belge“ dönüp dolaşıp başlarına bela olmakta, „modern Türk ulusu“ ve „üniter bir devlet yaratma“ gayesi uğruna işledikleri insanlık suçlarının kanıtı haline gelmektedir.
Dersimliler neden soykırıma uğradı? Veya Dersimlilerin Cumhuriyet’le gerçekten mi bir sorunları yoktu?
Dersim bütün kimlik öğeleriyle yeni Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde „sökülüp atılması gereken bir çıbandı, ve kim ne derse desin, Tertele ile bu „çıban“ sökülüp atıldı. Tertele Dersim toplumsal yaşamında ve iç hukuksal düzeninde onarılması mümkün olmayan bir yıkım, bir dönüm noktasıdır. Tertele‘den sonra Dersim/Kırmanciye toplumu kendi adına konuşma ve karar verme yetisini ve durumunu yitirdi, kendisi için söz söyleme hakkı başkalarına geçti, ya da elinden alındı. Bununla da kalınmadı, Dersimlilerin ne olup olmadıklarına, etnik kimliklerini, memleketlerini, dillerini nasıl tanımlamaları gerektiğine de başkaları karar vermeye başladı. Resmi devlet ideolojisi onları ihtiyaca göre „öz be öz Türk“, „Türklükten dönme Zaza“, „Kürtleşmesi engellenmesi gereken dağ Türkleri“ vb. olarak gördü. Milliyetçi Kürt hareketi ve onun etkisindeki yazar, aydın çevreler, onları Kürt ulus kimliğinin ayrılmaz bir unsuru (bir süredir Kürt ulus kimliğinin bir alt kategorisi de deniyor), dillerini ise Kürtçe’nin bir lehçesi olarak tanımlıyor. Özellikle Kürt ulusal hareketinin yarattığı etkinin de baskısıyla, bu dünyada ulus olmadan ve milliyetçilik iksirini yudumlamadan adam olunmaz paniğine kapılan Zaza milliyetçileri ise, Dersim Kırmançlarını, inşa etmeye çabaladıkları Zaza ulusu projesi içinde görüyor. Kendilerini, nerdeyse gördükleri her canlıyı ve cismi ille de bir ulusa monte etme mecburiyetinde hisseden bu çevreler, üzerine ahkam kestikleri bu toplumun, en azından Tertele dönemine kadar, toplumsal, kültürel, etnik, hatta inançsal kimliğini KENDİ DİLİNDE nasıl tanımladığını ise hiç mi hiç dikkate almıyorlar. Ayrı ve daha kapsamlı bir tartışma konusu olduğu için fazla uzatmadan şunu not edebiliriz:
Tertele’den önce Dersim Kırmançları, etnik, kültürel kimliklerini ne Türk ne Kürt ne de Zaza ulus formasyonları içinde görmemişlerdir. Yaşlı kuşak Kırmançların aktarımları ve başka sözlü tarih çalışmaları bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Dersim Kırmançlarının „BİZ“ tanımlaması ve toplumsal bilinç hafızası Türkleri, Kürtleri ve Zazaları içermiyor. Dersim Kırmançları, her daim bu toplulukları kendilerinden ayrı görmüşlerdir. Zazalarla olabilecek muhtemel etnik köken ortaklığı ve dil birliğine rağmen bu böyledir. Bunun böyle olmasının, Dersim Kırmançlarının bu topluluklar hakkında olumlu, ya da olumsuz düşünüp düşünmediğiyle de bir alakası yoktur. Dersim/Kırmanç kimliği ne Türk ne Kürt ne de Zaza ulusal kimliklerinin ne bir parçası ne de bir alt kategorisi olarak görülebilir. Bunlardan bağımsız, uluslaşma süreci dışında kalmış ulus öncesi „etno-kültürel“[3] bir kimliktir. Ve „(…) aktüel kimlik tartışmalarında Dersim’e Kürt ya da Zaza kimliği belirlenmek istense de, hem 38 öncesi hem de sonrası süreçten 1980’li yılların ortalarına kadar Dersim kimliğinde asıl belirleyici unsur Alevilik/Kızılbaşlık olmuştur.“[4] Tertele öncesi, Dersimli Kırmançların etnik, kültürel, inançsal kimlikleri hakkında bir toplumsal hafıza bulanıklığına işaret eden ciddiye alınacak bir veri yok elimizde. Dersim Kırmançlarının kimliği tartışılırken esas referans noktası bu topluluğun kendi kimliğini KENDİ DİLİNDE nasıl tanımladığı ve bundan ne anladığı olmalıdır. Tertele bağlamındaki tartışma için de bu geçerlidir. Tartışmada, Tertele faili ideologların kurbanların etnik kimlikleri hakkındaki tespitlerine kulak asmak ve onları kurbanların kimliğini belirlemede şahit göstermek de pek aklıselim bir tutum değildir. Ayrıca, kimlik tartışması, soykırım kurbanı toplumların birbirlerine karşı kışkırtılmasının aracı haline getirilmemelidir. Etnik, ya da inançsal kimliği ne olursa olsun, hiçbir halk diğerinden ne daha fazla ne de daha az değerlidir. Kurbanların seçimi failler açısından tamamen bir hesap kitap işidir. Çizdikleri toplumsal mühendislik projelerinin önceliklerini kendileri belirler, kurbanlarının yakalarına sıra numaralarını da onlar takar. Süryani, Pontus, Kürt, Zaza, Dersimli, Alevi onlar için fark etmez. O topraklarda yaşayan ve ön gördükleri toplumsal projeye uymayan her topluluk o dönemde potansiyel olarak soykırımın hedefindeydi ve halen de öyledir. Hesap gereğidir yaptıkları.
Peki neden Dersim? 1920’li yılların başına kadar Dersim, diğer adıyla Kırmanciye toplumu esas itibarıyla, „devletleşmemiş Dersim toplumunun belirli örf, adet, gelenek, görenek ve töreler toplamı, sözlü toplumsal kurallar bütünü“[5] olan „Qanunê Kirmanciye“ (Kırmanciye Kanunu) ile idare edilir. Farklı toplumsal gruplar arasındaki anlaşmazlıklar, ilişkiler vb. bu „sözlü toplumsal kurallar bütünü“ne[6] dayalı doğal hukuk sistemi zemininde ele alınır, çözülür. O dönemlere kadar Dersimli doğal otorite sahipleriyle devlet arasındaki ilişki, devletle vatandaşları arasındaki ilişkiden çok, iki farklı toplumun temsilcileri ve idari mekanizmaları arasındaki ilişkiyi andırır. Bir tarafta hükümranlık tekelini elinde bulunduran merkezi devlet otoritesi, diğer tarafta doğal Kırmanciye Hukuk Sistemi’ni (Qanunê Kırmanciye) temsil eden yerel otorite. Osmanlı devlet otoritesinin Dersim’de bu bir nevi ikili siyasi iktidar durumunu kendi lehine bozma girişimleri her seferinde geri teperek sonuçsuz kalır. „Dersim’e sefer olur, zafer olmaz“ ile ifade edilmek istenen esasta bu tarihsel gerçekliktir. Başından beri bu durumun farkında olan Cumhuriyetçi ideologlar ve politikacılar, hangi düzeyde olursa olsun, yeni kurulan Cumhuriyet sınırları içinde merkezi devlet otoritesine bağlı olmayan bir siyasi otorite yapılanmasına sürdürülebilir bir durum olarak hiçbir şekilde tahammül etmeyeceklerini ve meselenin kökten halledilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Çünkü, Dersim Kırmançlarının toplumsal kimliği ve bu kimlik esaslarına göre oluşturdukları idari sistem ve yaşam tarzı Cumhuriyet’in öngördüğü pantürkist ve panislamist homojen toplum vizyonuna ve üniter devlet sistemi ideolojisine ve pratiğine aykırıydı. De facto özerk bir yaşam sürdüren Dersim/Kırmanç toplumu Cumhuriyetçiler için ciddi bir tehlike oluşturuyordu. Mustafa Kemal, TBMM’nin 1936 yılının ilk yasama döneminde yaptığı bir konuşmasında durumun aciliyetine dikkat çekmek için şöyle demektedir: „İç işlerimizden en önemli bir safha varsa, o da Dersim meselesidir. İçerde bulunan bu yarayı, bu korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi, her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmelidir.“ Bu direktif doğrultusunda, otorite tanımaz aykırı bir yerel idari düzenin sosyal tabanı olabilecek nüfus ve buna liderlik yapma potansiyeli olan şahıslar ve dinamikler bir an önce tasfiye edilmeliydi. Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da Dersim’deki siyasi durumu, diğer Alevilerin, Kürtlerin, Zazaların yaşadığı bölgelerden farklı kılan en önemli faktörlerin başında bu gerçeklik gelmektedir. O tarihsel kesitte Dersim’dekine benzer bir ikili otorite durumuna başka bölgelerde rastlamak pek mümkün değildi. Irkçı eğilimlerden muzdarip milliyetçi bir bakış açısıyla konuyu tartışan çevreler sorunun bu boyutunu nedense es geçiyorlar. Özellikle ulus inşasını ideolojik ve siyasal faaliyetlerinin merkezine koyan Kürt ve Zaza milliyetçilerinin, ulus öncesi bir toplumsal oluşum olan Dersimlilere uygulanan 37-38 Soykırımının sebebini, Dersimlilere hayali olarak bindirdikleri „Kürt“ veya „Zaza“ ulusal kimlikleriyle açıklamaya çalışmaktansa, neden diğer Aleviler, ya da Kürtler değil de Dersimli Kırmançlar soykırıma uğradı sorusunu bu açıdan bakarak cevaplamaya çalışmaları daha doğru olur.
Dersimlilerin Cumhuriyet’le gerçekten mi bir sorunları yoktu?
Tertele’ye yasal meşruluk kazandırmak için faillerin uydurduğu Dersimlilerin Cumhuriyete karşı isyan ettiği tezi başından beri bir yalandan ibaretti. Bunu dile getirmek ve tarihsel gerçeklere sadık kalarak sosyal bilimsel araştırma metotlarıyla veri toplamak hem kamuoyunu doğru bilgilendirmek hem de ileride uluslararası hukuk mercilerde gündeme gelebilecek bazı davaların başarılı olabilmesi için vazgeçilmez bir zorunluluktur. Ne var ki, özellikle, Kemalizm ve Cumhuriyet hayranlığına helal getirmek istemeyen bir kısım Dersimli yazar ve politikacının bu gerçeği, Cumhuriyeti kuranların Tertele’deki rolünü flulaştırmak için kullanmalarına da müsaade edilmemelidir. Evet, Dersim’de, ne devletin bahsettiği türden bir kalkışma, ne Kürt ve diğer sol çevrelerin tanımladığı türden bir „Dersim Kürtleri isyanı“, ne de Zaza hareketi liderlerinin görmek istedikleri türden bir „Dersim Zaza Ayaklanması“[7]ından bahsetmek olanaksız. Fakat, bu, Dersimli Kırmançların, Cumhuriyeti ve liderlerini kutsamak için selamlama kıtalarında sıraya girdikleri anlamına da gelmiyor. Kalplerindeki Kemalist devletçi kıvılcımı hep diri tutan ve her seçim döneminde biraz daha harlayan bazı torunlarının aksine, dedeleri, Cumhuriyetin kendilerine ne vadettiğini Tertele’nin arifesinde idrak etmişlerdi. Dersimli Kırmançlar, “Nişto ro qanunê Cumurati! Dariyo we qanunê Kırmanciye!“ (Cumhuriyet Kanunun Geldi! Kırmanciye Kanunu Kalktı!)[8] ya da „Vanê, Anqara de qerar gureto! No nê dowılo, nê sazo! Zalimu kaf u kokê Dêsimi veto! ((Diyorlar: Ankara’da karar vermişler! Bu ne davul ne sazdır! Zalimler Dersim’in soyunu kesmişler)[9] dizeleriyle Cumhuriyet’in kendilerine çıkardığı fermanın farkında olduklarını dile getiriyorlar. Dolayısıyla, toplum olarak kendilerine ve memleketleri Kırmanciye‘ye bir nevi „Endlösung“[10]dan başka bir seçenek sunmayan bir devlet sistemi ve kurucularıyla Dersimlilerin bir sorununun olmadığını iddia etmek, saflıktan da öte, faillerin ideolojisiyle uyum içinde olan bilinçli bir duruş göstergesidir. Sözlü tarih çalışmaları ve gün yüzüne çıkan belgelerden Dersimli aşiret ve ocak ileri gelenlerinin büyük çoğunluğunun bu gerçeğin farkında olduğunu öğreniyoruz. Dersimli Kırmanç toplumu ileri gelenleri, edindikleri tarihsel tecrübelerine de dayanarak, Yeni Türkiye Cumhuriyeti devletine başından beri tedricen yaklaşmışlardır. Dersim/Kırmanç toplumu ve ileri gelenleri bu tedirginliğini „Bela Estomol u Anqara ra wusto ra amo çêverê ma“ (Bela İstanbul’dan gelip kapımıza dayanmış) sözleriyle dile getirmiş. Yeni oluşan siyasi durumu daha gerçekçi değerlendirme yetisine sahip olan Dersimliler, güçler dengesinin kendi aleyhlerine döndüğünün farkına varmış ve devlet otoritesi ile istişare yürüterek bir anlaşmaya varma yolunu aramışlardır. Yeni Cumhuriyet‘in liderlerinden etnik ve inançsal kimliklerine dayalı yaşam biçimlerine saygı gösterilmesini, yani kendileri olarak yaşamanın teminatını talep etmişlerdir. Ne var ki, Cumhuriyetçi devlet liderleri, kendilerine „Gerekçeleri önceden hazırlanmış, hazırlıkları yıllar öncesinden yapılmış, tanklarla, toplarla, zehirli gazlarla hareket eden her şeye vur emrinin verildiği büyük bir katliam“[11]a karşı toplumsal yaşam haklarını ve memleketlerini savunmaktan başka bir seçenek bırakmamıştır. Böyle yapmakla Dersimliler, hükümranlık sınırları içinde yaşayan ve azınlık durumunda olan her topluluğa dilini konuşmayı, inancını yaşamayı, etnik kimliğine sahip çıkmayı, dağını, taşını, suyunu, börtüsünü, böceğini, toprağını bildiği isimle tanımlamayı, doğan çocuğuna kendi dilinde isim vermeyi homojen bir toplum yaratma adına yasaklayan, bu gibi insani taleplere soykırımla cevap veren bir devlete karşı en doğal insan hakkı olan yaşam haklarını kullanmışlardır. Köklerini kazımak isteyen böyle bir Cumhuriyet’le Dersimlilerin nasıl sorunu olmamıştır? Böyle bir yönetim biçimi nasıl „modern“, „medeni“, hatta „ilerici“ olabiliyor? Anlayan varsa beri gelsin.
[1] Vecihi Timuroğlu, Dersim Tarihi, s. 7, Yurt Kitap-Yayın, 1991.
[2] age. S. 9
[3] Mehmet Yıldız, Dersim’in Etno-Kültürel Kimliği ve 1937-1938 Tertelesi, s. 95, Chiviyazıları Yayınları, 2014.
[4] İmran Gürtaş, Dersim Alevilerinde Kimlik İnşası ve Travma, Kızılbaşlık Alevilik Bektaşilik, Tarih-Kimlik-İnanç-Ritüel, s. 316, Derleyenler: Yalçın Çakmak-İmran Gürtaş, İletişim, 2015.
[5] Dr. Daimi Cengiz, Kırmanç ve Dersim Tanımları Üzerine, Dersim Üç Dağ İçinde, s. 92, Derleyen: Serhat Halis, NotaBene Yayınları, 2019.
[6] age.
[7] Bkz., Ebubekir Pamukçu, Dersim Zaza Ayaklanmasının Tarihsel Kökenleri, Yön Yayıncılık, 1992
[8] Dr. Daimi Cengiz, age., s. 92
[9] Weliyê Wuşenê İmami, derleyen Dr. Daimi Cengiz, Haydar Beltan’ın „Ve Suyu Ateşe Verdiller“ romanı Üzerine.
[10] Endlösung: Yahudileri nihayi olarak yok etmek üzerine kurulu olan Nazi planı, Nihayi çözüm.
[11] R. T. Erdoğan, AKP Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı, 23.11.2011, milliyet.com.tr.
Davut Hocam sen, ‘Dersim Soykırımı ve sürgünler‘ meselesine ilişkin, yaşanan bu sürece dair, bizlere neler aktarırsın?
Fikrini almak isteriz.isteriz[i].
‘37-38 Dersim Katliamını ele almak şüphesiz ki önemlidir. Ancak katliam öncesi ve sonrasını da bilmemiz gerekir.
Dersim özelikle 1. Dünya Savaşı’nda, Osmanlı-Rus Savaşı’nda çok önemli bir konuma gelir. Bir taraftan Ruslar, diğer taraftan Osmanlı Devleti, yani İttihat Terakki Hükümeti Dersim’i kazanmak için çok yoğun bir çalışma içine giriyor. Rus ordusu erzak tedarikini Dersim üzerinden sağlamaktadır.
Diğer taraftan güvendiği kesimlere silah yardımı yapmıştır. Osmanlı devleti de aynı şekilde Dersimi kazanmak için çok çaba göstermiştir. Maddi destek yanında, dini kimliği de kullanarak kazanmaya çalışmış, bu dönemde çok önemli subaylarını Dersim’e göndererek iç istihbaratı ve mukavemeti örgütlemeye çalışmıştır. M. Kemal de bu dönemde 9. Ordu komutanı olarak Dersim’e gelmiş, Peri Suyu kenarında karargah kurmuştur.
Dersimliler bu dönemde hem Ruslardan hem de Osmanlı’dan silah ve maddi imkanlar almış, ancak tarafsız kalmıştır.
Rusya’da Ekim Devrimi ile SSCB Osmanlı Devleti ile Erzincan Mütarekesini imzalayarak ‘Sovyet orduları, işgal edilen bütün bölgelerden çekilecek, ancak bu bölgeler, halkın temsilcilerine teslim edilecek’. Bu mütarekeden sonra Kasım 1917’de Erzincan’da “Batı ve Doğu Dersim, Erzincan ve Bayburt” temsilcilerinden “Şura Hükümeti” kurulmuş ve yönetim bu hükümete devredilmiştir. (Bu konuda daha önce yazdığım ‘Unutulan Tarih, 1917-21 Erzincan Şuura Hükümeti’ makaleme bakabilirler.)
Bu dönemde Ruslardan alınan silah ve askeri malzemeler benim çocukluğum döneminde hala kullanılıyordu.
Diğer taraftan Osmanlı Devleti de ciddi bir örgütlenmeye gitmişti ve devletin bu örgütlenmesi kalıcılaştırıldı. Daha sonraki yıllarda Dersim’de karışıklık yaratanların, çevre illere baskınlar yapan veya içerdeki çatışmalara katılanların ‘37-38 katliamlarında rol aldıklarını, yol, karakol, yapımında kolbaşı olarak çalıştıklarını görürüz. Ayrıca dikkate şayandır, devlet Dersimliler çevre illere saldırdılar der, ama bunlar hakkında hiçbir tutuklama, yargılama, mahkeme yapmaz.
Gerek Dersimliler, gerek Ermeniler, gerek Kürtler arasında sosyalist tartışmalar o zamanda da vardı. Ermeniler arasından Hıncak ve Taşnak partileri Menşevik iken Rusya’daki Ermeniler Bolşevik’ti.
Bolşevik-Menşevik savaşı başlayınca, SSCB Erzincan Mütarekesi’ni ve Şura Hükümeti’ni unutarak Kemalistlerle birlikte Menşevik Ermenileri “saf dışı” ettiler. Dersimliler ise kendi kabuğuna, bölgelerine çekildiler.
Ancak Kemalist devlet Dersim’deki yumuşak gücünü iyice tahkim etti. İşbirlikçileri ile birlikte iç çatışmaları kargaşaları kışkırttılar. Kemalistler başından beri Dersim’i işgal ve tenkil etme konusunda kararlı idi. Raporlar bunun kanıtıdır.
Dersim katliamının yapıldığı yıllarda ki dünya ve bölge koşullarını değerlendirmemiz gerekir. Kemalistler, İngiltere, Fransa ve ABD desteği ile Pakistan, İran, Irak ve Türkiye arasında ortak askeri bir pakt kuruldu. 2. Dünya Savaşı’nın başlangıç yılları idi. Kemalist hükümet, “Dersim Tenkil” hareketi için 600 bin liraya ihtiyaç duyuyordu. Bu para hazineden 1934’de ödemeyince Trakya’daki Yahudi Tehcirine başladı. Para ödemeyen Yahudilerin mallarına el kondu. 1935’de Dersim Kanunu ile birlikte Elâzığ’a özel yetkili Vali olarak atanan A. Alpdoğan’a ancak 300 bin TL verebildi. 1937’de ise general Kazım Orbay’a 300 bin Lira ödenek vererek Erzincan’a gönderdi. Ve katliam, talan, yağman, ganimet başladı.
Dersim Harekatı’nda devlet yetkililerinin Dersim’den 8 milyon lira ganimet aldıkları söylenmektedir. Elazığ’da, Alpdoğan, Ankara’da Orbay, Dersim’de yağmalanan, hayvan, tahıl, bal, yiyecek, zihniyet eşyaları ve insanlar, özelikle kızlar, taşınabilmesi için tren ve kamyonlara özel yetki belgeleri verirdi ve ganimetten pay aldırdı.
Dikkatinizi bir noktaya çekmek istiyorum. Türk Devleti ne zaman sıkıntılı bir döneme girmişse katliamlar ve yağmacılık yapmıştır. Rum, Ermeni, Pontus, Süryani, Kürt katliamları böylesi dönemlerde yapılmıştır. Dersim Katliamından sonra da sürgünler dönemi başlamıştır ve hala da devam etmektedir. Asimilasyon, jenosit politikası yumuşak güçlerce sürdürülmüştür, sürdürülmektedir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, faşizmin yenilgisi ile sosyalizmin dünya çapında yükselişi, Kore ve Vietnam Savaşı döneminde emperyalist ülkelerde yükselen 68 dalgası, Türkiye ve Kürdistan’da da yankısını buldu. İşte biz bu dalganın etkisi ile ve kendi kültürel kimliğimizle bu gelişmenin içinde yerimizi aldık ve mücadeleyi hala sürdürmekteyiz.
Bugün, T.C.’nin Avrupa’da aradığı değerleri, demokrasiyi, yaptığı bu katliamlarla yok etti. Çözüm yine başa dönmek ve kendi değerlerimiz üzerinden yeni inşa hareketine başlamaktır.
Çözüm Dersim’in sahip olduğu kültürel miras üzerinden mümkündür. Dersim çok dili, kültürü, etnik ve dini kimliği bir arada tutan, hoşgörü ve saygının olduğu bir coğrafyadır. Yani aklın yoludur.
Avrupa’da ki Reform-Rönesans hareketinin felsefi altyapısı, sahip olduğumuz kültürel alt yapıdadır. Bu devlet, halkı bölüp düşmanlaştırarak varlığını sürdürmektedir. Uzun konu bunu geçelim.
Sahip olduğumuz değerleri ancak farklı kültürleri tanıyınca, kıyaslama yöntemi ile daha iyi anlarız. Bugün dünyanın dört bir yanına dağılmış Dersimlilerin sevdası da bu yüzdendir. 1920’lerde başlayarak 1984’de kadar SSCB yayın yapan Dersim Kültür Sanat Dergisi Dersim’den göç edenlerin çabasıdır. Bende de bir nüshası var ancak Kiril harfleri ile yazıldığı için takip etme şansımız olmadı. Bütün batı dillerinde çıkan “GEO” adlı bir dergide şu satırları okumuştum: “Ant ve Ural sıradağları hariç dünyanın bütün sıradağları doğu-batı eksenlidir. Bu dağlar beşparmağın bir kolda birleşmesi gibi Dersim bölgesinde birleşip ayrışıyorlar.” Bu tespit Dersim coğrafyası, kültürü ve insani arasındaki ahenk konusunu da düşündürmektedir.
Bir başka örnek: 2012 ya da 2013 yılı olabilir. Norveç bilim adamları heyetinde yer alan bazı yurtseverler, Antarktika kıtasında Kürdistan şehitleri anısına bir anıt dikip bayrak astılar. T.C., bütün girişimleri boşa çıkınca kendileri bir buz kırma gemisi yaparak Antarktika’ya gittiler; ancak Norveç Hükümeti gemiyi kendi teritoryasına sokmayınca, gemidekiler denizaltı dalışları vs. belgeseller yaptılar. Bu günlerde de ‘dünyada ilk buz altı araştırması yapan kadın‘ diyerek TV’lerde göstermektedirler. Bugün dünyanın birçok ülkesine dağılmış, sürgün edilmiş, ya da iltica etmiş binlerce Dersimli’yi örnek göstermek mümkündür. Arjantin’deki ya da ABD’deki Dersim gettosundan bahs edebiliriz. Dünyanın en kuzeyindeki kafeteryayı, ya da güney kutbuna lama ticareti yapan, Güney Afrika’nın en güney ucundaki madenleri çalıştıran Dersimlilerden bahsetmek gerekir.
Çözümsüzlük bizden kaynaklanmadığı için çözümü de elimizde değil. Çözüm bize musallat olan iletin ıslahı, değişimi, o da mümkün değilse iflasıdır.
[i] Davut Kurun ile yapılan söyleşinin özetirdir.

Erdal Emre (yazar)

İyas Yer Gazeteci- Telekonf.Moderatörü
Tüm katılımcı ve dinleyici arkadaşlara merhaba,
Bütün konuşmacı arkadaşları can kulağıyla dinledim doğal olarak. Ve gerçekten de yaşanmış acıların, tarih boyunca birikmiş travmaların feryatları gibi…
Bunları yazılı belgelerden ya da sözlü tarih anlatımından da az çok biliyoruz tabî ki.
Yirminci yüzyılın bir soykırımlar yüzyılı olduğunu söyleyebiliriz. 1904’te Almanların Namibya’da başlattıkları soykırım, 1915 te doruğuna ulaşarak devam etti. ikinci dünya savaşı döneminde olup bitenler ise zaten biliniyor.
Yirminci yüzyıldaki sekiz büyük soykırımın dört tanesinin Osmanlı-Türk coğrafyasında
gerçekleşiş olması derdimizi biraz daha da ağırlaştırıyor. Gerçekten de ister 1915’i ister ittihatçıların fiilen ve toptan işbaşı yaptıkları 1913 Ocak darbesinin tarihini ölçü alalım, 1937-38’e kadarki 25 yıl içinde dört büyük soykırım gerçekleştirilmiştir. Doruğunda Ermeni halkının/uygarlığının kanlı tasfiyesi bulunan soykırımların Asuri halkların, Süryanilerin, Keldanilerin, kuzeyde Pontusların, batıda Ege Rumlarının ve son olarak da, çok hazırlıklı, tasarlanmış, hiçbir savaş bahanesi de olmayan Dersim soykırımına kadar… (1921’de Dersim’in kuzey -batısındaki Koçgiri katliamı da sözkonusu zaman dilimi içinde yaşanan soykırım ve etnik temizlikler serisine dahildir.)
Çeyrek yüzyıl içerisinde gerçekleştirilen bu dört büyük soykırımın*da failleri aynı.
Biliyorsunuz bütün soykırımlar devlet odaklı olmak üzere, öncesi, sırası ve sonrasıyla üç aşamada gerçekleştiriliyor. Tarihin devlet merkezli ve son derece organize bu büyük cinayetlerine kimi sosyolog ve tarihçiler “mega cinayetler” diyorlar.
Devletlerin -ister imparatorluk ister ulus devletler olsunlar- “iç düşmanlar”ı, “dahili tümörler”i ve “çıbanlar”ı vardır! Osmanlı coğrafyasının da, devamında ortaya çıkan askeri Türkiye Cumhuriyeti tarihinin de – yaygın deyimle- ötekileri, ötekilerin ta ötekileri, “çıban”ları ve “dahili tümör”leri vardı! Buna şunun için vurgu yapıyorum: Muhalif saflarda ya da soykırıma uğrayan halkların ve toplulukların bugünkü elitleri arasında kendi acılarının, maruz kaldıkları soykırımın izini sürerken sebep sonuç ilişkileri konusunda ve devlet bilinci meselesinde önemli bulanıklıkların olduğu görülüyor. Bu bilinç bulanıklığı ya da deformasyonu bugünü analiz etmeyi, dolayısıyla da ileriyi göremeyi zorlaştırıyor. Burası neden önemli? Çünkü sonuçta biz tarihe geleceği görmek için bakarız. İleriyi görmek ve bir gelecek inşası için bakabiliriz tarihe. Yoksa tarihle kavga etmek, didişmek ve tarihi düzeltmek için bakamayız. Amaç, yeni soykırımların önüne geçmek ve elbette geçmiş soykırımların hesabını sormak…
Biliyoruzki soykırımlar devlet merkezli büyük organizasyonlardır ve genellikle de üç aşamada gerçekleşiyor. Her şeyden evvel, hedef toplulukların düşmanlaştırılması gibi bir öncesi var. Hedef alınan topluluklara dair önyargıyla başlayan, nefret ve kindarlığa varan ve giderek onu boğazlamaya dönüşen bir süreçtir bu. Yani öncesi, sırası ve sonrasıyla bütünlüklü bir süreç… Soykırımların sonrasına damgasını vuran ise, bilinen külliyen inkâr çizgisidir. Bununla birlikte, yeri geldiğinde, “gerekirse bir daha yaparız” diye de tehditkâr bir övünç duyabiliyor soykırımcılar. Bunu 2015’te, “Yurdumuzun Ermenilerden Temizlenişinin 100. yıldönümü Kutlu Olsun. Şanlı Atalarımızla Gurur Duyuyoruz.
Genç Atsızlar” imzasıyla birkaç kente astıkları pankartlarda açıkça görmüştük.
…
Devlet olarak örgütlenmiş toplumsal/sınıfsal katmanlara ve dost-düşman ilişkilerine bakıştaki naif, bilinç bulanıklığına dayalı kaotik tavır alış birer birer yem olmaya götürüyor ve nitekim öyle oldu.
Geçen yüzyılın ilk çeyreğine ya da 1913’ten 1938’e kadarki zaman dilimine baktığımızda 25 yıla sığdırılan dört büyük soykırımın anatomisi doğru düzgün mercek altına alındığında bu gerçek görülecektir.
Bu nedenle sıkça vurgu yapıyorum. Herkesin kendi derdine ağlaması, herkesin kendi acısını acıların ve mağduriyetlerin en büyüğü görmesi -ne yaşanmış soykırımların hesabını sorma, ne de yeni soykırımları engelleme anlamında- çözüm olmuyor. Tarihten çıkarılan doğru bir ders değil bu. İnkâr edilen, kabul edilmeyen soykırım devam eden soykırım olduğuna göre, soykırıma uğramış halkların, onların bugünkü sözcülerinin, örgütlü elitlerinin yapması gereken buradan öteye de bakmaktır. Nasıl bir gelecek projesi/inşası ile bizler yeni soykırımların önünü kesebiliriz?
İsviçre’den genç hukukçu arkadaşımız Hüseyin Çelik’in söylediği değerli hukuki doğrular var. Ancak, biliyorsunuz Raphael Lemkin’in soykırım kavramı 1948 de birleşmiş milletler tarafından onaylandı. Bu kavramın kendisi 1915’deki Ermeni/Hristiyan soykırımına ve de 1930’lu yıllarda Kuzey-Irak coğrafyasında Süryanilerin başına gelen büyük pogromlara bakılarak geliştirildi.
Ve ikinci dünya savaşı içerisinde Nazilerin gerçekleştirdiği endüstriyel boyutlardaki mega suç eylemine Churchill’in, “bu nasıl bir şey, bugüne kadar hiç benzerini görmedik, nasıl adlandırmak gerekir bu suçu” sorusunu 1943’te Raphael Lemkin, “bunun bir soykırım olduğunu, jenosid olarak adlandırılabileceğini” söyleyerek yanıtlıyor.
Hukuki bir kavram olarak jenosid’in 1948’den geriye doğru işletilemeyeceğini iddia eden resmî çevreler, kavramın kendisinin 1915’e bakılarak geliştirildiğini görmezden gelerek birçok fail devletin de işini kolaylaştırmış oluyorlar.
“Geriye doğru işletilemez” diyenlerin bulunduğu yerde durmak gerekmiyor. Çünkü kavramın doğum nedeni, ona kaynaklık eden olgunun kendisi 1915 ve sonrasında işlenen büyük cinayetlerdir. Hukuki planda kabulüne yanaşılmayan, ama birer tarihsel olgu olarak varlığı bilinen nice soykırım vardır ayrıca.
Öte yandan bu kavramın çerçevesini de -geliştirilen yeni soykırım tekniklerine bakarak- biraz genişletmek de gerekiyor kanımca.
…
Soykırımlara karşı mücadele, öncelikle asli failleri hedef alan çok boyutlu bir mücadeledir. Konuşmalar içinde 1919-23 yılları arasında yaşanan soykırım(lar)ın ikinci safhasından, Kemalistlerden söz edildi. Geçerken belirtmeliyim ki “Kemalizm” denen uydurma kavramın kullanılmasından pek de yana değilim. Bu kavramın hangi tarihte uydurulduğu, üzerine neler inşa edildiği biliniyor. Kemalistler isim değiştirmiş ittihatçılardır. İTC’nin yedek ekibidir. Her biri diğerine göre okul arkadaşıdır, eniştedir, kayınçodur, Teşkilatı Mahsusa ve orduda devre arkadaşlarıdır… Aralarında çelişkiler de vardır… Jön Türkler/İttihatçılar olarak imparatorluğu pan-islamizmle kurtaramayınca pan-Türkizme döndüler. Sonra Keyzer Wilhelm’in göz kamaştıran askeri makinasının, savaş gücünün cazibesine kapılarak “savaşı kazanırsak Kudüs, Sudan ve Mısır yeniden bizimdir” hülyalarına kapılarak savaşa girdiler ve sonuçta kafayı kırdırdılar. Savaşta yenilen taraflar kaçınılmaz olarak hesaba çekilir, budanırlar. Bu nedenle de, adına “Cumhuriyet” denilen “yeni” Türk devletinin “kurtuluş savaşı” gibi uydurma mitolojik destanlarını bir yana bırakıyorum. Kendim de bu kavramı fazlaca kullanmıyorum. “Yeni” askeri Cumhuriyet, aslında küçültülmüş Osmanlıdan, Kemalistler de kılık değiştirmiş İttihatçılardan başkası değildi…
Almanlarla birlikte iştahla daldıkları paylaşım savaşını kazansalardı büyüyeceklerdi. Kaybedince küçüldüler/küçülmek zorunda kaldılar. Değişen duruma yepyeni bir maske geçirdiler. Savaş galipleri de, “halkınıza istediğiniz masalları anlatabilirsiniz ama bundan sonra böyle” diyerek bir çok kısmi reformu empoze ettiler.
Açıktır ki “kuvai milliye destanları”, “kurtuluş savaşı”, “Atatürk inkilapları” gibi argümanlar, paylaşım savaşı içinde ve sonrasında işlenen sözkonusu mega cinayetlerin hesabından kurtulmak, en önemlisi de gasp edilen bir toplumsal zenginliği vermemek için uydurulmuş şeylerdi. Ne acı ki bu minvaldeki masallar bugün hâlâ muhalif sol jargonda dahi varlığını sürdürüyor.
…
Herhangi bir milliyetçilik diğer milliyetçiliğin alternatifi değildir, hiçbir zaman da olamayacaktır. İnanç veya etnik benmerkezci yaklaşımların soykırımların tarihine/toplumsal nedenlerine ve asli sorumlularına bakışları biraz sorunludur.
İster semavi dinler, isterse heteredoks/batınî inanç sistemleri olsun tıpkı milliyetçilik türleri gibi birbirine alternatif olamıyor. Kaldı ki soykırıma uğrayan bütün halkların, inanç ve etnik toplulukların her biri -bir yanıyla da- başka dinsel, milliyetçi bağnazlıkların kurbanıdır…
Soykırım kurbanları olarak bizlerin tarihe bakıştaki amacımız, geçmişle yersiz bir kavgaya girişerek zaman kaybetmekten ziyade, “nasıl bir gelecek inşaası” meselesine yoğunlaşmak olmalıdır. Elbette tarihte işlenen suçları kabul ettirme mücadelesini elden bırakmayacağız. Ama asli hedef, birleşik mücadelelerle yeni soykırımların önünü kesmek ve daha da önemlisi soykırımsız bir gelecek inşaasıdır.
Gelecek nesiller nasıl bir toplumsal örgütlenme içinde bir arada yaşayacaklar? Tarihe böyle bakabiliriz.
…
Napolyon Bonapart isimli Korsikalı savaş erbabı şunu söylüyor: “Tarih, üzerinde konsensüse varılmış bir yalanlar silsilesidir”. Bunu herhangi bir muhalif söyleseydi şüpheyle bakılabilirdi belki. Ama sözkonusu kişinin tarih yapan, yazan/yazdıran bir savaş figürü olması, bu değerli itirafa bir anlam derinliği kazandırıyor.
Resmi tarihin klişelerine, yalanlarına ve uydurma senaryolarına çok fazla takılmadan devlet bilincindeki bulanıklığı aşmak, devlet olarak örgütlenmiş sosyal sınıf ve katmanların soykırımlardaki başrollerini görmek bakımından önemlidir. Çünkü her büyük katliam gibi soykırımlar da sonuçta tarihsel bir sebep-sonuç ilişkisi içinde oluşuyor. Toplumları zapturapt altına almak, üniformize etmek devletleri kontrol eden örgütlü sınıfsal katmanların egemenliğini, yağma eylemlerini kolaylaştıran bir tercih olagelmiştir.
Devlet(ler)in tarihsel ve sınıfsal fonksiyonlarına dair her yanılsama ve bilinç deformasyonu sıklıkla hedefin şaşmasına, toplumlar/halklar arası toplu nefret ve düşmanlıklara yol verebiliyor.
Kapı komşusunun kırıma uğramasının gerçek nedenlerini anlayamayan, resmi argümanlara aldanarak ya da maddi dürtülerle soykırıma suç ortaklığı yapanların veya seyirci kalanların kendileri de bir zaman sonra benzer trajik akibetlere uğramaktan kurtulamamışlardır. Diyarbakır Süryani Derneği başkanı Murat Demir’in hatırlattığı, “biz kahvaltıysak siz de öğle bir sonraki öğünsünüz” feryadı her vesileyle anlatılan bir tecrübedir.
Gelecekte de birer birer yem olmamak için etnik ve inanç ben merkezci dar bakış tarzından, devletin/sistemin bekasına dua eden tarihsel yanılgıların açmazından çıkmak gerekiyor. Bu bir zorunluluktur. Aksi halde etrafımızda döner dururuz.
Bu buluşmayı organize eden, insiyatif alan arkadaşların çabalarını kutluyor ve de katılımcı/konuşmacı arkadaşların takdirlerine katılıyorum.
Bu tarz inisiyatiflerin devam etmesi gerekir. Yani bu bilincin, sıralanan derslerin kurumlaşması gerekiyor. Aksi halde gelecekte farklı formlarda yem olmanın önüne geçemeyiz.
Teşekkür ederim.
* Kaba notlar haricinde yazılı bir metne dayanmayan spontane tarzdaki konuşmamda Ezidilere uygulanan Soykırımın atlanması -konuşmanın asli mantığını, vizyonunu gölgelemese bile- önemli bir eksiklikti. Anlayışla karşılanacağını umarak…

Selman Çimen
(Sosyolog-Yazar)

İlyas Yer
(Gazeteci-Telekonf. Moderatörü)
Arkadaşlar hepinize merhabalar. Benden önce konuşan arkadaşlar önemli bazı noktalara vurgular yaptılar ve ōnemli bilgiler verdiler, Yeni anekdotlar düştüler bu ilk gōrüșmemize.
Yada şöyle söylemek gerekir. Bu çok geç kalmış bir ilișki durumu, bizler soykırıma uğramıș halklar için bu Plattform olușmalıydı ve aynı Coğrafyada ki aynı acılar yașamıș halklar için, geç kalmış bir adımdır.
Nedenleri belki de, benim fikrimdir, bir boyutu ile herkes kendi acısıyla, kendi yaşadıklarıyla baş başa kalmış bir tür “içe kapanma hali” diyeceğimiz, bu durum aslında biz Dersimliler içinde geçerli bir psiko-sosyal durumdur, Yașanan acının büyüklüğü ve yıkıcılığı ile ilișkilendirmek de mümkündür, bu durumu.
Bir daralma yaşamışız, bu büyük felaketin, bu büyük yıkımına sonuçlarına bağlı olarak. Hepimizi aslında sosyo-psikolojik boyutuyla ciddi bir Travma ya, “iç çōküntü hali”ve bizi daralmaya soktuğunu gerçeği ile karșı karșıya olduğumuzu bilmeliyiz.
Çünkü çok büyük bir acıdır soykırım, kușaklar boyu sosyal, kültürel ve biyolojik aktarımları olan, süreklilik içeren bir insani fenomendir soykırım ve acısı normal bir acı da değildir. Bu acıdan nasıl kurtulur insan?… Bilinmiyor.
Başka bir tanım alanına ve yeni teorik sonuçlara ihtiyaç var ki, boyutları bugün ki hali ile veya bu alan ile ilgili bilimsel çalıșmaların sonuçlandırılmadığı, soykırımın yüzyıllarca etkisini sürdüreceği bir çok gri alan henüz açıklığa kavușmamıștır.
O yüzden bu adım önemli bir adım, karșılaștırmalı bir metod ile yeni șeyler ortaya da çıkabilir. Bilimsel alanda ki tartıșmaların da bize katkıları kesinlikle olacaktır. Bu ilișkiyi sürekli hale getirmek ileriye götürmek noktasında, diğer arkadaşların temennisini bende tekrarlayarak, aynı fikirde olduğumu söylemeliyim.
Bu birinci nokta.
Birbirimizi tanıma ve konușmalardan çıkardığı sonuçlar, bazı arkadașlarım konușmalarından çıkardığı sonuç birbirimizi çok da tanımıyoruz. Birbirimizin acılarını bilmiyoruz ve birbirimizin yaşadıklarını, çektiklerini bilmiyoruz.
Zannediyoruz ki bizim acımız, en büyük acı olduğunu düșünerek ve onunla birlikte yaşıyoruz. Şimdi buradan girmişken, Erdal arkadaş dört büyük soykırım dedi. Aslında beş büyük soykırım yașandı bizim coğrafıyada. Bakınız, ne büyük bir hüzündür ki Ezidileri unuttu, Oysa tarihin en büyük alçaklığıdır, bir halka yapılmıș olan…
Belki Coşkun tamamladı. Biz bu çalışmaya başladığımızda bir şeyi anladım ki, Bu konularda ne kadar yüzeysel bilgi sahibi olduğumuzu da gōrdüm.
Ezidilerin yașadıklarının çok farklı bir dram olduğunu ōğrendim, şu anlamda bizim hepimizin yaşadıklarından daha büyük bir acı yaşıyorlar. Daha fazla bir acı yaşıyorlar. Bunu șu anekdot ile aktarayım. Bir Ezidi olan Prof. Dr İlhan Kızılhan bu tartışmaya katılacaktı. Fakat, Duhok’ta bir travma merkezi kuruyorlar şu anda. Birleşmiş Milletlerin ve uluslararası insan hakları örgütlerinin, desteklediği bir travma merkezi kuruyorlar. Kendiside șu anda orada, ve çok yoğun bir çalışma içerisinde olduğunu ve bugünde Birleşmiş Milletlerden gelen bir heyetle toplantı ve akşam yemeğinde olduğunu, katılamayacağını söyledi. Bu konferansa katılsaydı, çok daha ōnemli bilgiler verme olanağı olurdu.
Şimdi şöyle bakmanızı isterim. Onlarda yaklaşık beș bin kadın
İşid tarafından kaçırılıp, satılmış yada tecavüz edilmiş, bir kısmı da kayıp ve bu kadınlardan doğan yaklaşık 4500 çocuk var. Şöyle düşünün ki bu çocuklar Ezidi kültürüne ve inaçlarına gōre Ezidi kabul edimiyorlar…Ayrıca kadınlar da Ezidi olmayan biri ile birlikte oldukları için ailesi ve Ezidi toplumu tarafından dıșlanmaktadırlar. Öyle büyük bir travmatik durum ki, kadınları kaçırılmış, çocuklar doğmuş, kadınlar ve çocukların yașadığı bu büyük trajediden bașka daha korkunç ne olabilir? toplum korkunç bir yıkım yașamakdadır. Yani hepimizin yaşadığı büyük acılar var. Buradan Dersime dönmek istiyorum… Dersim soykırımı geç fark edilen, biz Dersimliler tarafından da geç anlaşılan, geç gündeme gelen yada geç gündeme getirdigimiz bir soykırımdır.
Son yirmi yılın tarih okuması ve bu eksenideki tartışmalarının sonucunda ve 37-38 de gerçekten neler oldu sorusuna verilen cevapların bir sonucu olarak, bunun bir soykırım olduğunu anladık ve halen de anlamayanlara anlatmaya çalıșan bir toplumuz… Bu gecikmenin iki nedeni vardır. Birinci neden, monieple edilmiș bir tarihi yazılımı vardı. Bu tarih yazılımını eleștirel bir süzgeçten geçirmeden okuyarak aslında hepimizin düşünsel dünyasını birbütün olarak domine eden, zehirleyen hatta felç eden bir rol oynadı, toplumsal aydınlanmamızı geciktirdi… bu tarih yazılımında ki kurgu irrealdi gerçeklerle bir ilișkiși de yoktur, Dersimde bir isyan olduğunu ve bir kürt devleti kurma girișiminin sonuçlarının yarattığı bir durumdan kaynaklandığını vs. böylesine sofistike hazırlanmış bir tarih kurgusu olușturulmuștu.
Baytar Nuri Dersimi’nin yazdığı bir tarihti. İkinci bir boyutuda bizim soykırımı yaşayan annelerimiz, babalarımız, dedelerimiz bizi bu işe hiç bulaştırmak istemiyorlardı. Biz 37-38 neler olduğuna dair sorularımıza, her defasında o konuyu bir șekilde kapatıyorlardı ve öğrenmemizi istemiyorlardı. En fazla bize şu öğütü yapıyorlardı. “Alevi kimliğinizi saklayın ve kendinizi koruyun bir yere gidince” șeklin de ki telkinlerde bulunuyorlardı. Yani kendinizi saklayın, bir şekilde, koruyun kendinizi. Bu bir șekli ile soykırım yașıyan toplumların hayat da kalmanın bir yolu olarak geliștirdikleri strateji…
Biz’deki gerçek bir aydınlanma, Avrupa ya gelen politik göçle birlikte, kimlik, dil, tarih, sosyoloji ve etnisite tartışmalarıyla beraber, ‘biz 37-38 de neyi yaşadık’ sorusuyla bu konu gündemimiz haline geldi.
Ne oldu? sorusuyla başlayan bir şey bu. Bu süreçte aynı zamanda “soykırım” kavramını tanıdık. Hatta bu kavramı așan bazı fazla yanlarını da gōrdük. Yani bugün Lemkin’in, tanımladığından fazlası olan bir soykırım, Raphael Lemkin’in tanımında bir etnik-kimlik tanımı var, aynı zamanda bir kabile yada bir aşiret için ölüm kararı çıkarıldığına dair bir
tanım yok. Mesela benim ailemde soykırıma uğrayanlardan, toplu bir yok etme var.
Fakat, Demenanların erkeklerinin hepsinin öldürülmesi ve her öldürülen erkek için ödül konulması, para ōdülü karşılığı her erkeğin öldürülmesi kararıda var. Yani fazlası dediğim kısmı bu. Bazı insanlar kadınları öldürüp, saçlarını kesip erkek diye ödül alıyorlarmış. Böyle vahși durumlar da var Dersim Soykırımın da. Çok açık bir soykırım. Yani bütçesi devlet tarafından hazırlanmış, devlet hazinesinden bütçeye para aktarılmış bu soykırım için, süvari birliklerinin atların ne kadar yem yiyeceği bile hesaplanan bir soykırımdır. Kimin nereye sürgün edilecegine dair yol planları yapılmıș. Dersim 37-38, bütün boyutları ile planlanmıș, bir toplumu yok etmek için uygulanmıș İnsanlığa karșı bir suçdur.
Bunları burada söylerken iki konuşmacı arkadaşım, Hosvep ve galiba birde Tamer arkadaşlar, Kürt kimligi vurgusunu sık sık yaptılar, Dersim için. Bu sōylemlerde şu anlașılıyor ki, Dersimlilerin etno-kimlik tartıșmalarından çok haberdar olmadıklarını söylemeliyim. Bu da birbirimizi gerçekten tanımıyoruz, sonucuna beni gōtürdü tekrardan. Dersimlilerin, Kürt kimliğine karşı bir itirazı var. Ve çok ciddi ve güçlü bir itirazdır. Bunun bir çok nedeni ve bir çok siyasal, sosyal ve sosyolojik parametresi var. Tarihsel boyutu var, dil boyutu var, inanç boyutu var, konu bu olmadığı için, detay yapmayı da doğru bulmuyorum. Bizim de için de olduğumuz, Dersim Kongresi diye bir süreç var. Bu Kongre sözleşmesin de Kürt kavramı hiçbir yerde geçmiyor. O yüzden Dersim Kürt resmi tarih gözüyle, ezber ve ōğretilmiș hali ile Kürt soykırımı, Kürt İsyanı gibi değerlendirmek, bir yanlıștır, nesnel hiç değil.
Hüseyin Çelik adlı hukukçu arkadaşımızın söylediği gibi tarihsel okumalar, tarihsel yanılgılar ve tarihsel ezberlerin yarattığı tahrifatlar, bizim sağlıklı ve sonuç alıcı yol almamız ōnünde ki en büyük engellerdir. Mesela ben şöyle desem yada şöyle öğrendiğimiz hali ile ‘Karadenizin hepsi lazdır’.
Tamer arkadaşım, hemen itiraz edecektir. Aynı şey Dersimliler içinde geçerlidir. Aynı șey, Dersim tarihi içinde geçerli. 500 yıl boyunca bu coğrafyada, kendini koruyan, barbarlığa direnen, kendi kimliğiyle yașayan bir toplum olarak var olmuș. Birinci meclis’te de
Dersim milletvekilleri olarak varlar. Ve bir tarafta da Kürdistan milletvekilleri var. Ayrıca bu günkü konumuz olan soykırımlar da Kürtlerin yaptıklarını da doğru konușmalıyız, Suryanileri kesen “Seyfo” (Kılıç) kimin elindeki kılıçtır? Bedirxanların yaptıklarını açık bir șekilde konușmalıyız. Tarihde ki Ezidi katliamlarının çoğunu kim yaptı? Hamidiye Alayları kimlerdi ve Ermeni Soykırımında yaptıkları da biliniyor.
Kısacası bu tarihin biz Dersimliler ile bir ilișkisi yoktur, bu șuçların da ortağı hiç degiliz. Ortak tarihi olmayan farklı halklardan sōz ediyoruz. Dersim kimligi bu tarihsel arkaplan nedeni ile bir kimliktir. Kendi kimliğine bağlılığını sürdüren kadim bir coğrafya. Yine arkadaşım Hüseyin Sevinç, birkaç rapordan alıntılar yaptı. Bu raporlar gösteriyor ki bu coğrafyanın kendine özgü, kendi kimliği, kendi duruşu, kendi yaşam tarzı, kendine ait bir otonomisi, kendi hukuku olmuștur. Bugün kü siyasal bilim de ki karșılığı olarak söylersek, tanımlayabileceğimiz bir “otonom bölge” oluşturduğunu görebiliriz.
Bilmiyorum zamanımı aştım mı? Birkaç şey daha söyleylemek isterim. Hiçbir soykırım kendi kendine başlamaz, onun yapılması için de devletler psikolojik, kültürel boyutunu ōnceden hazırlarlar. Soykırımı yapanlar uygulayacağı toplumu bu soykırımın meșruluğuna da hazırlarlar. Kafa yorduğum meselelerden bir tanesi de, soykırım teorisini-fikrinin ittihat terakkiciler mi ilk böyle bir şeyi düşündükleri, yani bir toplumu komple ortadan kaldırmak gibi böyle korkunç ve dehșet fikrin üretimi ittihat terakkinin eserimidir? Yoksa Almanların empoze ettiği bir fikir mi? Bu konuda aslında bilgisizim. Ama maalesef ki coğrafyamızda bu fikrin devamcıları bugün halen iktidardalar. Halen bu fikri savunan fașizan bir sistemle karşı karşıyayız. Bu soykırımlar hepsi bir psikolojik, kültürel arkaplan üzerine inșaa edildiklerini gōrüyoruz. Bugün de bu șekli ile devam etmektedir. Hüseyin Sevinç arkadaşın, söylediği gibi Dersimlileri insan göremeyen, vahși, barbar ve kesinlikle öldürülmesi gerektiğinde bir sorun olmayacak varlıklar olarak gören ve propaganda eden, bu diğer etnik gruplar, diğer inanç grupları içinde geçerli bir yōntem olarak yapılmıș.
Ermeniler, Ezidiler, Asuriler içinde aynı kavramlar kullanılmıştır, hala da söylenmektedir.
Soykırımı sadece bir toplumun fiziki olarak yok etme üzerinden inșaa eden çok kaba bir bakış açısı var genel anlamda. Oysa ki, Soykırıma uğrayan toplumlar ve kimlikler darbeli kimliklerdir. Şiddet gören kimliklerdir ve travmalı kimliklerdir. O yüzden iç bütünlüklerini olușturması, ortak refleks göstermeleri, ortak davranış göstermeleri çok zordur, nedeni ise bütűn toplumsal gelișim dinamikleri kırılmıștır. Uğradıkları şiddet öyle ağır, öyle yıkıcıdır ki birbirine karşı şiddet kullanmaya çok açık bir duruma gelebilirler, “șiddettin içe dōnme” hali durumu bir sosyal fenomen degil, realite olarak da karșımıza çıkabilir. Dersimlilerde bugün yaşanan da birazda böyle bir durum, bunun üzerinden biraz da bakmak gerekir diye düșünüyorum.
Aslında Ezidiler ile benzer bir kaderi paylaşıyoruz, ve aynı siyasal girdabın yaratığı kaos da boğuluyoruz. Ezidiler bir yandan uğradıkları katliamı, Soykırımı Ezidi Soykırımı olarak tanımlamak istiyorlar. Doğru olan da bu degil mi? Ama Kürt hareketi ile politik iliskiden kaynaklı bir kesim de kürt katliamı olarak tanımlamak istiyor. Dersimlilerdede aynı durum, çok açık sōylemeliyim ki, burdan hiç bir şey de çıkmaz kesinlikle…
Bu aslında birbirinin önünü kesen, bazen doğru yol yürümesini bile engelleyen bir durumdur. Bir örnek vereyim. Dersim Kongresi Meclisi olarak bizim bir çalışmamız vardı. Dersimde kullanılan kimyasal silahlarla ilgili. Birkaç belgede elde ettik. Ama bu çalışmamızı duyan bu çevreler bu şekilde alman parlamentosuna taşıdı. Toplumların acılarını Politik rant alanı olarak görmenin bir refksinden hareketle. Alman parlamentosuna, Kürt soykırımı, diye bir önerge verdiler. İnanırmısınız, parlamento kayıtlarına Dersim soykırımı değil, Dersim İsyanı diye geçti. Bu durum neye maloldu biliyormusunuz. Bizim çalışmamızı engelleyen, onu bloke eden, hatta bazı belgelere ulaşmamızı engelleyen bir duruma geldi. Bu, durumu kısmen bu gün Süryanilerde yaşıyor. Ezidiler çok daha yakıcı helde yaşıyorlar şimdi.
Dersimliler bu durum ile şu an cebelleşiyorlar, enerjisini boș yere tüketmek böyle bir șey. Yani bir yandan kürt kimliği dayatması, bir yandan bağımsız dersim kimliğinin üzerinden şekillenen tarihi okuması, geçmiş sorgulaması ve gelecek perspektifi konusunda ciddi problemler yaşıyoruz.
Uzattımsa burda bitirebilirim, bir kaç cümle daha söyleyelim zaman var ise.
Önerilerim; Aslında arkadaşlar ōneriler yaptılar, tekrarlamak da istemiyorum.
Birincisi şöyle yapsak çok iyi olur. Bir kere birbirimizi tanıma konusunda bir zemin oluşturalım, birbirimizi anlamaya çalışalım.
Birbirimizin acılarından öteye birbirimizin tarihsel sürecleri konusunda aydınlatalım, yaşadıklarını ve gelecek perspektifi konusunda birlikte neler yapabiliriz. Bölgemizde çok açıktır ki, bir çatışma alanı ve savaş bölgesel niteliktedir. Bu süreç hepimiz için büyük riskler, felaketler taşıyor. Çok büyük bir buhranın kapısındayız, hatta toplum olarak yok olmamıza da sebep olabilir. Bundan dolayı hem uluslararası
boyutta, hem yerel ölçekte bir konsensüs politikası, bir gelecek perspektifine hepimizin ihtiyacı var, bunu oluşturabiliriz. Bu birinci olabilir. İkincisi bu soykırımlar konusunda Erdal arkadaşın söylediği gibi bazı girişimlerde bulunabiliriz. Yani bu bazı hukuksal otoriteleri zorlayan süreçleri gündeme getirebiliriz. Bence bu anlamlı diyaloğu sürdürelim. Bu çalışmayı sistemli hale getirmek için öneriler yapalım. Sadece bunları söyleyebilirim.
Bir şey daha, birkaç, cümle daha kurayım. Hüseyin Sevinç bilir. 20 yıl önce 2000 yılı olmalıydı bir araya gelmiștik ve 20 kişiydik. 4 Mayıs tarihini Dersim Soykırımı günü olarak karar almıştık. Düşünün ki 20 yıl önce 20 kişi bu toplumun soykırıma uğradığına inaniyordu. Ve bu bir bakanlar kurulu kararı olan ve altında Atatürk imzası olan. Öyle bir sorun ile karşı karşıyayız ki birimizin katili, birimiz için idol olabiliyor. Bunu neden söylüyorum. dersimlilerin içerisinde de çok ciddi bir sorun ama son yirmi yıldır bu çalışmalarla beraber epey aşıldı. Düşünün. Bize soykırım yapan biri. Ama başka etnik bir grup için idol olabiliyor. Bunu sosyal medyada ki profil analizlerinden anlamak mümkündür. Kaos ve yıkım en çok da bilginin kirletilmiș hali ile bizi vuruyor. Hepinize teşekkür ediyorum, dinledigimiz için .
Saygılar sunuyorum.

İlyas Yer Gazeteci – TelKonf. Yöneticisi

Murat Demir (Diyarbakır Süryani Derneği Başkanı)
Teşekkürler. Öncelikle böyle bir programı hazırladığınız için hepinize teşekkür ederim. Bizlerin Diyarbakır’da ki Süryani‘lerin şu anki durumu biraz daha farklı . Bizler Hristiyan Süryaniler değilde Müslüman Süryanileriz. Bunun sebebi de muhakkak daha önce duymuşsunuzdur. Kayıp Ermeniler, Müslüman Ermeniler diye. Aynı şekilde kayıp Süryaniler ve müslüman Süryaniler var. Bizler Seyfo döneminde bizlerinki daha çok soykırımdır. İltica değildi, yani bizleri yollama değildi. Direk soykırımdı bu. Soykırıma en büyük destekçide maalesef bizim yüzyıllarca kapı komşularımız ola nKürtlerdi. Kürt komşularımızdı. Az önce konuşmacılardan yine bir arkadaş güzel bir söylemde bulundu.
Kürtler kandırıldı diye bir durum yoktur. Karşılıklı Türklerle menfaat üzeri işbirliği yapıldı ve dinimiz bahane edildi. Bizi katletme sebepleride dindi ve o zaman bizim büyüklerimiz kendilerine söylediler.
Kürtlere söylediler. Eğer biz sabah kahvaltısıysak sizlerde öğlen yemeği olacaksınız.
Çünkü bizlerin sizlere hiçbir zararı olmadan bunu yaptınız. Ve biz sağ kalanlarda hala hala o asimilasyona devam ediyor.
Benim atalarım dinleri bahane edilerek katledildi ama biz sağ kalanlar ben ve benim ailede benim gibi yüz binlercesi hatta bizlerdeki bazı araştırmalara göre iki milyona yakın Müslüman Süryani yaşıyor. Bunlar Türk ve Kürtlerin işbirliğiyle asimile edilmiş Süryaniler. Gerek dilleri, gerek kültürleri ve gerekte dinleri. Ve şu anda bizler celladımıza aşık insanlar olmuşuz. Kasabın bıçağını yalayan dana misali. Beni katleden bir din, beni katleden bir ırk ama hem o dinin mensubu hem o ırkla aynı dili konuşup aynı bayramı kutlayıp aynı şeyleri yapıyoruz.
Yaw bu Seyfo dönemi, Ermeniler ermeni katliamı der, biz Seyfo deriz.Yani Süryanice bir terim. Kılıç anlamına gelir. Seyfo dönemini biz halada yaşıyoruz. Ve ben şunu belirtmek istiyorum. Kürt ve Türk biz kardeşiz dediği sürece, Kürt ve Türk biz din kardeşiyiz dediği sürece kesinlikle bizim ne Kürde ne Türk‘e güvenimiz kalmaz.Kimse kusura bakmasın.
Bu süreçte bize en yakın olan, Dersimlilerdir. Seyit Rıza‘nın soyundan gelen
insanlardır. Çünkü bu coğrafyada, bu Ortadoğu coğrafyasında en çağdaş insanlar onlardı.
Güvenebileceğimiz insanlar da onlardı. Ve hala hala biz burada bu asimileyi yaşıyoruz. Ve bu asimilasyon politikaları hala devam etmektedir.
Önemli bir buluşma gerceklestirdiniz. Soykırım yaşamış toplumların evlatlari olarak acılarımızı ortaklastırarak, geleceğimize dönük ciddi çabaların içinde olmamız gerekmektedir.
Diyarbakır Süryani Derneği Başkanı olarak, yeniden görüşmek dileğiyle başarılarınızın devamını diliyorum.
Dersim Kongresi Meclisi Yürütme Kurulu üyesi de olan İlyas Yer arkadaşımız Komünar Bellek adıyla farklı konularda tele-konferanslar düzenlemektedir. “simurg-news” sitesinde yayınlanmış olan mağdur halklara yönelik tele-konferanslar dizisini sayfamıza aktarıyoruz…
“Komünar Bellek Kolektifinin tarihsel-toplumsal sorunlara ilişkin ilgisi ve buna yönelik yoğunlaşma ifadesi olan tele-konferans çalışmalarını önemsiyor ve toplumsal yüzleşmenin halen gerçekleşmediği bu konulardaki çabaları ile dayanışma için site ve sosyal medya platformlarımızda dosya çalışması olarak yer veriyoruz. Bu sunum yazısı ile başladığımız konuşma metinlerini bölümler halinde okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz. Ezidi, Ermeni, Rum, Kürt ve Dersim soykırımlarını lanetliyor ve toplumsal yüzleşmeye çağırıyoruz. Simurg News”
Ezidi Soykırımı !
21 yüzyılda -2014 yılında- Emperyalist güçlerin denetiminde insanlığın gözü önünde, İŞİD barbarlığınca gerçekleştirildi. Ezidi soykırımını lanetliyorum!

Bundan 5 sene önce 3 Ağustos 2014 yılında, İŞİD, Irak’ın Şengal şehrini işgal edip 10.000 Ezidi´yi katletti. Binlerce Ezidi kadını, kızı rehin alınarak ya öldürdü ya da pazarlarda seks kölesi olarak sattı. Sayısı tam olarak bilinmemesine karşın binlerce kadın tecavüze uğradı. Bugün tecavüz edilen bu kadınlar tecavüz ürünü çocuklar dünyaya getirdi. Bu büyük bir travma. Öyle büyük bir travma ki Ezidi dinine göre tecavüz mağdurları Ezidi olarak kabul edilmemektedir. Büyük bir acı. Tam olarak sayıları bilinmemesine karşın tecavüze uğramış kadınlardan doğan yaklaşık 4500 çocuk olduğu söyleniyor. Bu durumda olanlar Ezidi topluluğu tarafından dıştalanıyor. Bundan daha büyük bir acı ve travma olabilir mi?
“Birleşmiş Milletler(BM)tarafından da tanınan bu soykırım üzerinden beş yıl geçmiş olmasına rağmen 2 bin 500 kadın ve kız çocuğu halen esaret altında.”

Komünar Bellek sivil insiyatifi, uzunca bir süreden beridir gündeme dair telekonferanslar düzenlemektedir. Bu telekonferanslardan birini de geçtiğimiz ay 13 Temmuz 2019 tarihinde gerçekleştirdi. Ana teması soykırımlarla ilgiliydi. Ezidileri temsilen dostumuz Prof.Dr. Jan İlhan Kızılhan da bu konferansa katılacaklardı. Kendilerinin Dahok da bulunmaları dolaysıyla telekonferansa katılamadılar. -Bir başka komünar bellek tele-konferansında bu topraklarda soykırımlara maruz kalmış halkların sözcüleri ile yeniden bir arada bulunacağız. – Dostumuz Prof.Dr Jan İlhan Kızılhan ; “1.400 kadın ve kız çocuğunu bizzat muayene ederek, henüz Irak ve Irak Kürdistan Bölgesel yönetimince karşılanamayan tedavi teknikleri nedeniyle, 1100 kadın ve çocuğun Almanyada tedavi altına alınması sağlanmıştır“ buda durumun vahametının ne kadar ağır olduğunu bize göstermektedir.
Osmanlı imparatorluğu ve Türkiye cumhuriyeti devletinin egemen olduğu topraklarda, tarihin farklı dönemlerinde, bu toprakların kadim halklarına dönük soykırımlar yaşandı. Soykırıma maruz kalmış bu halkların yaşayan evlatları olarak ; 13 Temmuz 2019 tarihinde, saat 18.00 de, yaşanan soykırımları konuşmak üzere “Komünar Bellek” sivil insiyatifi bir Tele-konferans gerçekleştirdi. Komünar Bellek Kollektifi olarak organize ettiğimiz Tele-konferansımıza, aşağıda ismi geçen aydın ve azınlık sivil toplum sözcüleri sunumlar yaptılar.
Konuşmacılar: Koçgiri soykırımı : Dr.Dilek Kızıldağ Soileau Gazeteci Erdal Emre , Pontus soykırımı: Yazar Tamer Çilingir, Ermeni soykırımı: Yazar. Hovsep Hayreni, Süryani soykırımı: Seyfo Center Başkanı Sabri Atman, Diyarbakır Süryani Der.Başkanı Murat Demir, Dersim soykırımı; Eğitmen Hüseyin Sevinç, Sosyolog Selman Çimen Uluslararası İnsan hakları ceza hukuku uzmanı Doç.Dr.Hüseyin Çelik, Moderatör; Komünar Bellek sivil insiyatifinden İlyas Yer. 13 temmuz 2019 (Cumartesi) Almanya saati ile Saat 18.00 de gerçekleştirdiğimiz Tele-konferans yaklaşık dört saat sürdü. Her bir konuşmacı kendi alanına ilişkin oldukça önemli bilgiler aktardılar. Bir hayli uzun bir konuşma olmasından kaynaklı bu konuşma metnini, önce özet ve daha sonrada bölümler halinde okuyucuya sunacağız. Oldukça uzun( yazıya dokülmüş hali 45 sayfa civarında ) olmasından kaynaklı tümünü yayımlama imkanımız bulunmamaktadır. Anlayışla karşılayacağınızı ümit ediyorum.
Bu topraklarda soykırım yaşamış halkların bir araya gelerek acılarını ortaklaştırmaları gerektiğini düşünüyorum. Yoksa yeni soykırımlar kapıda!

Komünar Bellek Kollektifi adına İlyas Yer
4Ağustos 2019
Sol Ortak
Dersim Tertelesi´nde TKP´nin ortaklıĝı Komüntern´e sunulan raporla sınırlı deĝil. Rasim Davaz imzası ile yayınlanan yazıdan da ibaret deĝil. Rasim Davaz´ın TKP´nin uzun dönem sekreterliĝini yapan İsmail Bilen olduĝu söyleniyor. Fark etmez. TKP bir bütün olarak aynı çizgideydi. Bu çizgiye H. Kıvılcımlı´nın muhalefet ettiĝi yönünde bir görüş var. O dahi sorunludur.
TKP´nin Dersim Tertelesi´ne ortak olması, Şıx Sait direnişinin bastırılması vesilesiyle yaşadıĝı sevincin saĝlam temelleri vardır.
Önce TKP´de, Kemalistler de Türk milliyetcisidirler. Osmanlının yerine kurulan devletin, Kürtleri, Zazaları, Rumları, Ermenileri ezmesi, Türklerin kurtuluşu olarak görülüyordu. Bu görüşün kabaca özeti şudur. Türkler kurtuluş savaşı veriyor. Kürtler, Zazalar, Ermeniler, Rumlar, Asur-Süryaniler emperyalistlerle birlikte bu kurtuluşu engellemek istiyorlar. Türklerin devlet kurmaları, yabancı devletlerle siyasi, ekonomik, askeri antlaşmalar, birlikler kurması normaldır. İlericiliktir. Öteki halkların böyle bir sürece girmeleri gericiliktir.
İkinci önemli neden, TKP de, Kemalistler de İttihat-Terakki´den çıkmışlardır. Ortak geçmiş, sonraki birlikteliklerinin hafızasıdır. Öyle ki Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi dahi bu ortaklıĝı bozmamıştır.
TKP yasaklı, illegal bir partiydi. Ama yasal alanda faaliyetleri vardı. Partiye yakın gazete ve dergiler vardı. Bunlardan birisi de sonradan CHP´li faşistler tarafından yakılan Tan gazetesiydi. Tan´ın sahiplerinden birisi de Zekeriya Sertel´di. Zekeriya Sertel sol görüşlüdür. Kendisi hakkında yazılanlara bakılırsa TKP´ye yakındır. TKP üyesi olduĝu da yazılıyor. Tan´da yazarlık yapan Sabiha Sertel ise TKP üyesidir. Merkez Komite üyeliĝi de var.
Tan´ın Dersim Tertelesi´nde izlediĝi çizgi ile öteki gazetelerin izlediĝi çizgi arasında bir fark yoktur. Tan, Abdullah Alpdoĝan´ın basın bürosu gibidir. 15 Haziran 1937´de yazılanları aktarmam yeterlidir.
„Mazideki hataları tekrar etmemek için yıllarca araştırmalar yapıldı ve izlenecek yol teferruatlı noktalara kadar karar verildi. Bir sene evvel de tatbikata geçildi fena hatıralarla dolu Dersim ismi atıldı. Anavatanın tabii hayatına yeniden karışacak olan bu kıtaya Tunceli ismi verildi. Islahat hareketinin başına da büyük salahiyetlerle General Alpdoğan getirildi.
Bu kıymetli generalimiz, çok geniş görüşlü ve tedbirli bir asker ve idare adamı olduğunu Tunceli’de işbaşında ispatlamıştır. Tunceli halkına cezalandırılacak bir suçlu değil şifa bekleyen bir hasta gözüyle bakmıştır… Köle sınıfının yüzü gülmüş onlar için insanca bir hayat başlamıştır.“
Ìki gün sonra ise, Abdullah Alpdoĝan´ın yönetimini „saadet devri“ olarak görmüştü.
Tan, Dersimlileri „haydut, çapulcu, eşkiya“ diye isimlendiriyordu. Tan´da çıkan haberlerde Dersimliler „ilkel“, „hırsız“ gösteriliyor, hükümetin „medeni“ siyaseti savunuluyordu.
Tan aynı çizgisini daha sonra da sürdürdü.
10 Kasım 1938 sayısında Zekeriya Setel, Atatürk´ün ölümü üzerine, „Babamızı kaybettik“ diye bir yazı yazmıştı.
Şimdi öyle deĝil. Sol da deĝişti denilebilinir. Kısmen doĝrudur da. Ama , o milliyetci temel, ittihatcı gelenek doĝru dürüst rededilmez, özeleştirisi verilmezse, zamanı geldiĝinde yeniden yeşerir.
Yeşeriyor da.
26.05.2019