• Site Yönetimi
  • İletişim
  • Kütüphane / Shop
  • Video Galeri
  • Kırmancki/Zazaki
  • Kırdaski/Kurmanci
  • Deutsch
  • Français
  • Englisch
  • Üyelik Formu
  • Site Yönetimi
  • İletişim
  • Kütüphane / Shop
  • Video Galeri
  • Kırmancki/Zazaki
  • Kırdaski/Kurmanci
  • Deutsch
  • Français
  • Englisch
  • Üyelik Formu
TR TR
  • Anasayfa
  • Gündem
  • Dersim Meclisi
    • Program Tartışmaları
  • Dersim
    • Basında Dersim
      • Dış basında Dersim
      • İç basında Dersim
    • Dersim Tarihi
    • Dil/Kültür
    • Inanç
  • Röportaj
  • Bildirge
  • Yayın İlkelerimiz
  • Bağış
  • Zazaca Dil Dersleri
Menü
  • Anasayfa
  • Gündem
  • Dersim Meclisi
    • Program Tartışmaları
  • Dersim
    • Basında Dersim
      • Dış basında Dersim
      • İç basında Dersim
    • Dersim Tarihi
    • Dil/Kültür
    • Inanç
  • Röportaj
  • Bildirge
  • Yayın İlkelerimiz
  • Bağış
  • Zazaca Dil Dersleri
loading...
SON HABERLER
  • Sürü Psikolojisi ve İnsanın Yaşam Hakkı’na dair
  • Kamuoyuna
  • Zaman Tünelinde Hayat Tüketmek
  • DERSİMLİ GENÇ YAZARLARA VASİYETİM – Celal Yıldız
  • MAZLUM DÊSİM HALKININ VİCDANI VE ADALET DUYGUSUNA!
  • Dersim Halkına ve Dünya Kamuoyuna
  • Peki Biz Ne Yaptık? – Nurcan Duman
  • AABF’nun NRW Eyaletinde „Kamu Tüzel Kişiliğe Sahip Kurum“ Olarak Kabul Edilmesini Selamlıyoruz!
  • Kızılbaş-Alevilerde ‘Rıza Şehri’ ve Hakikatçılar – İlyas Yer
  • 15 KASIM 1937 – SIMA MA VİRİ DERÊ!

Peki Biz Ne Yaptık? – Nurcan Duman

Yazar: celxerTarih: Ocak 02, 2021Kategori: GündemYorum YokOkunma: 568 Views
Peki Biz Ne Yaptık? - Nurcan Duman

Muhtesem Yüzyıl dizisinde Alevilerin katli, malı, namusu helaldir diye fetva veren Ebussuud’u büyük alim gibi gösterdiler. Tuncel Kurtiz gibi alevilerin sevdiği sol tandaslı bir ismin bu rolü canlandırmasıyla Aleviler de dahil tarih bilincinden yoksun çoğunluğun gözünde Ebussuud sempatikleştirilerek aklandı. Böylece yeni dimağlara temiz bir tarih sayfası açıldı.

Kösem Sultan dizisinde Alevileri ve düzen karşıtlarını canlı canlı veya keserek kuyulara gömen toplumsal hafızaya cellad olarak geçen Kuyucu Murat karakterini, Cihan Ünal’a oynatarak büyük siyaset adamı, vezir diye sundular.

Dirilis Ertuğrul dizisinde atalarını, Hakk adına düzen kurmakla ve bunu rededip kendi inancından caymayan halkları yok etmekle görevli, kutsal davanın savaşçıları olarak dimağlara yerleştirip kabul ettirdiler.

Bugün Uyanış Büyük Selçuklu dizisinde yine aynı algı operasyonları çerçevesinde, Hasan Sabbah üzerinden Batiniler kötü ve hain ama Selçuklular melaike, Allah’ın yeryüzünde emrettiği düzenini kurmakla görevli kulları ve devleti olarak gösterip yeni beyinlere bu biçimde işliyorlar.

“Baba” akım medya yani Türk medyası sinema-film sektörünün toplumlar üzerindeki gücünün de farkındalığıyla diziler üzerinden “şanlı Türk tarihini” bir daha yazıyor, türkçülüğün silindir gibi ezip geçtiği halklara ve açıldığı dünya pazarına biz yaptığımız her şeyde haklıydık, iyiydik, güzeldik, Hakk yolunda öldük-öldürdük sübliminal mesajını veriyor.

Tüm bunları bizim Alevi ve sol camianın gerici, aptal, bir şey bilmeyen, cahil olarak gördüğü sağın kalemşörleri ve ideologları yapıyor. Devlet ve medyası sistemin ve çağın imkanlarını kendi lehine en profesyonel biçimde kullanırken, sadece güdümünde olan büyük çoğunluğun tarih bilincini çarpıtmakla kalmayıp karşıt olarak gördüğü kesimi de kazanmak amaçlı bir çeşit psikolojik savaş da veriyor. Tarihten, hakikatten, meselelerin aslından bihaber yeni nesillerimizi ya kazanıyorlar ya da şüphe içinde bırakıyorlar. Hileli işleri sayesindedir ki zaten bu hile fitratlarında var. Sonuçta takiyye ehlinden oldukları tecrübeyle bugün de sabittir.

Peki biz Aleviler, muhalifler ve solcular ne yapıyoruz bu durumda?
Her gün yeni bir tartışma çıkarıp birbirimizin gözünü oyuyoruz. Oltaya takılan her yeme atlıyoruz.
Kabül etmediğimiz, rızalık vermediğimiz bu düzenin sahipleri, zor, zorbalık, hırsızlık, talan ile yazdığı yalan tarihini, çalıp param-parça ettiği kültürlerimiz üzerinden sunup Türkiye’de ve dünyada kendilerini sevdirmeye, tanıtmaya ugraşırken; bizler ise Hakk ve hakikat yolunda ödediğimiz bedelleri, bize reva görülen katliamları, haksızlıklarla dolu yüzlerce yıllık bir gecmişi, inanç öğretimizi, insani değerlerimizi sahiplenmekten, yaşamaktan uzak bir acz içindeyiz.

Kendimizi dünyaya anlatmak da şurda dursun. Bir yanlışlık, hata, kusur, haksızlık olduğunda önce kendimize bakmamız gerektiğini unuttuk Kızılbaşlık, Raa Haqi, Alevilik adı ne olursa olsun inancımız hakkında sosyal medya hesaplarında her gün yeni bir polemiğe daha dogrusu bir kirli sanal savaşa tanık oluyoruz. Bunu biz yapıyoruz başkaları değil.

– Semah bizim inancımızın bir ritüelidir, seyirlik değildir diyen yol sahiplerine inat, düğünden cenazeye, festivallere, barlara kadar folklor seviyesine düşüren biz değil miyiz?

– Her biri ilim, felsefe, inanç deryası olan deyişlerimizi, klamlarımızı türkü barlarda eğlence mezesi yapan, işkence ve sürgün türküleriyle düğünlerde halay çeken bizler değil miyiz?

– Büyüklerimizin uğradığı katliamları, kıyımları unutup anmadan anmaya hatırlayan, bir daha olmaması için hiçbir hazırlığı olmayan, sadece dostlar mecliste görsün diye rahatını bozan bizler değil miyiz?

– Egzotik, ezoterik, mitolojik, başka din veya felsefelerden ne bulduysak inancımıza, kültürümüze kafadan ekleyerek yeni bir Alevilik-Kızılbaşlık-Raa Haqi yaratmaya çalışan onlarca yazar-çizer, dede- çakma dede, sanatçı, tarihçi, akademisyeni kim varsa hepsine sözde yenilik ve değişim adına eyvallah diyen biz değil miyiz?

– 72’den artırılarak 73’e dahil olan buçuğu içinde ihtiva ettiğini söyleyen Raa Haqi ögretisine, tamamen zıt olan modern milliyetçilik anlayışını dayatarak Guruhu Naciye evlatlarını insanlık seviyesinden millet seviyesine düşürenlere cevaz veren biz değil miyiz?

– Bizden çok evvel yol süren büyüklerimizin yezid diye lanetlediklerini cemevlerinde pir postuna oturtan, çocuklarını onların tarikat okullarında okutan biz değil miyiz?

– Bu kadim inancın, kültürün serçeşmesi Dersim’i, hardo dewres’i baraj için satan, evliyalarının mekanlarına, jiyarlarına zarar verenleri savunup sahip çıkan, kutsal Munzur’u eğlence mekanına dönüştüren, lağım akıtan, mesire yeri yapan biz değil miyiz?

 

Liste daha cok uzar, ama gerek yok. Meramım odur ki bütün bunları yapanda, izin verendedir kabahat.
Yani bizde…
Onlar yanlarına kâr kalan kötülüklerini “şanlı tarih” diye pazarladılar. Biz ise iyiliğimizi, haklılığımızı ve suçsuzluğumuzu bile unuttuk.
Bu durumu görüp, kabullenir ve samimiyetle çözüm ararsak, kendimizi tanırsak, bilirsek bitmeyiz. Hakikatimizi devraldığımız gibi koruyup yaşayarak muhafaza edersek, dün olduğu gibi bugün de, yarın da var oluruz. Ama bu halimizle devam edersek bir müddet daha bu parçalanmışlığımızdan, kafa karışıklığımızdan sadece egemenler faydalanacak. En sonunda varlığımız sona erince de ileri bir zamanda Amerikan yerlilerine yaptıkları gibi yeniden kültürümüzü, inancımızı keşfederek (!) aa bakın bir zamanlar böyle humanist, doğa dostu bir toplum yaşıyormuş diye filmlerimizi de yine onlar çekecek, kültürümüzü de hediyelik eşya yapıp dünyaya satacaklar.

Sonuçta kaybedeceğiz.
Bizim kaybımız onların zaferi olacak. Bu zafer bin yıldır ensemizde boza pişiren ortodoks devlet geleneğinin zor, şiddet ve hile ile kazandığı bir zafer değil, aksine bizim acizliğimiz, yola olan güvensizliğimiz, yolumuzu tartışma konusu yapmamız, kendimizi birey olarak her şeyden önde görmemiz, çok bildiğimizi sanmamız ve tüm bu hastalıklar sonucunda birbirimize ve cümle aleme karşı duyduğumuz sevgisizliğimizin sebep olduğu bir mağlubiyet olacaktır.
Çünkü Alevi inancının dayandığı tek hakikat Sevgidir. Sevgi bitmişse inanç da bitmiştir.
Yoksa gerisi siyasettir.

Aşk ile…

Paylaş
Tweetle
Paylaş
Paylaş

DÜNDEN YARINA DEVLET VE ŞİRKET – Zülfikar Akar

Yazar: celxerTarih: Mayıs 24, 2020Kategori: GündemYorum YokOkunma: 450 Views
DÜNDEN YARINA DEVLET VE ŞİRKET - Zülfikar Akar

İLK DEVLET
Tarihte devlet diye nitelendirebileceğimiz ilk sosyal ve siyasal yapılanmalar tarım devriminden sonra ortaya çıkarlar. İlk defa insanlar, doğaya ait olan toprak alanlarını ekip biçerek ve yanlarına evlerini yaparak özel mülkiyete adım attılar.
Kendine ait saydığı bu verimli tarımsal toprakları ve üzerindeki ekinleri yağmalamak isteyenlere karşı korumak zorundaydı. Ekilmiş ve üzerinde bol ürünler bulunan bu araziler, tarım yapmayı bilmeyen, tercih etmeyen veya uygun araziler bulamayanlar için ganimetti. Ayrıca ekili arazileri olanların ürünleri, sel ve kuraklık nedeni ile tahrip olduğunda, tahrip olmamış arazilere yönelmek de söz konusuydu.
Üzerinde tahıl, meyve, sebze yetiştirilen arazileri korumak bir zorunluluktu. Korumak için de savaşabilecek güçlü insanlara yani, erkeklere ihtiyaç vardı. Bunun için de çok erkek çocuk doğurmak gerekirdi. Kadınlar sürekli doğurmalıydı. Yeterli erkek çocuk sahibi olana dek. Çok oğlu olanlar, işgalcilere ve yağmacılara karşı koyabilirdi. Zor zamanlarda ise başkasının arazisini yağmalayabilirdi. Komşusu üzerinde tahakküm kurabilirdi veya komşusunun tahakkümüne karşı koyabilirdi.
Daha çok çocuk sahibi olmak ve artan nüfusu besleyebilmek için daha çok araziye ihtiyaç vardı. Bunun için ya yöredeki arazileri işgal etmek ya da doğada daha çok arazi açmak gerekiyordu. Bunun için de başta ormanlar olmak üzere diğer bitki örtülerini yok etmek gerekiyordu.
Giyinmek için kumaş, yemek pişirip yemek için kap kacak, ekip biçmek, kesmek için bıçak, balta, orak gerekiyordu. Yemeklerin lezzetini arttırmak, etin kokmasını önlemek için tuz ve baharat gerekiyordu. Yaşamı daha katlanılır, keyifli hale getirmek için süs eşyaları, daha dayanıklı ve güzel evler inşa etmek için duvar ustaları gerekiyordu. Arazilerin sulanabilmesi için arklar, su kanalları gerekiyordu. Tüm bunları yalnız başına yapmak mümkün olmadığı için sosyal dayanışma, işbirliği gerekiyordu ki bu da ticaret demekti. Ticaretin aracı da mal takasıydı.
Uzak mesafeler arasında el aletleri, baharat, kumaş, çanak çömlek, maden getirip götürmek gerekiyordu. Bunun sonucunda ticaret yolları oluşuyordu. Karada kervancılık, denizde gemicilik gelişiyor ve yeni bir sınıf doğuyordu; mal üretmeyen ancak hizmet üreten tüccar sınıfı.
Çiftçilerin arazilerini ve ürünlerini, zanaatkarların ürünlerini, tüccarların ticaret yollarını korumaları, güvenliklerini sağlamak gerekiyordu. Sekiz, on oğula sahip olmak hatta bir kabileye sahip olmak bunlar için yetmiyordu. Savunma ve saldırıda yetenekli, işi sadece bu olan bir sınıfa ihtiyaç vardı; o günün asker ve polisi olan savaşçılar… Bir şey üretmedikleri için ürünlerini ve canlarını korumak isteyenlerin onlara kendi ürettiklerinden pay vermeleri gerekiyordu. Bu vergiydi. Üreticiler, ihtiyaçlarından daha fazlasını üretip onlara vermek zorundaydı. Vergi denen bu şey artı değerdi. İnsanın insanı sömürmesinin önünü açacak olan sistemin sihirli değneği…
Bu geniş iş bölümü ve büyüyen sosyal ağlar tüccar ve asker sınıfının yanında bir sınıf daha doğurdu: Tüm bu işleri organize edecek yöneticiler. İşler büyüdükçe, yöneticilerin yönetim işlerini organize eden, yöneticilere hizmet eden muhasebeciler, mühendisler gibi memurlar gerekliydi. Bu da bürokrasiydi.
Üretenler, çalışanlar, üretmeyen birçok sınıfı beslemek zorundaydı: Tüccarları, askerleri, yöneticileri, bürokratları… Bunları besleyebilmek için de daha çok üretmek zorundaydılar.
Tüm bu organizasyonların belirli merkezlerde yapılması gerekiyordu. Bunun için şehir devletleri ortaya çıktı. Fiziki büyüklüğü, üretim kapasitesi, nüfusu bu günkü ortalama bir kasaba kadar olan küçük devletler.
Bu küçük devletlerin halkı aynı dili konuşuyor, aynı ahlaki değerlere ve aynı kültüre sahip, aynı tanrılara inanıyordu. Bu da kendi aralarında anlaşmalarını ve iş bölüşümünü kolaylaştırıyordu. Ortak bir geçmişe sahiplerdi. Birbirlerini tanıyorlardı.

DOĞA ANANIN AZİZLİĞİ
Son buzul çağ yaklaşık on beş bin yıl önce sona erdi. Yer kürenin ısınmasıyla birlikte, ekvator bölgesinin kuzeyinde eriyen buzulların altından verimli topraklar ve toprakları besleyen nehirler ortaya çıkıyordu. Ekvatorun altında, güneyde ise sıcaklar artıyor ve kuraklık başlıyordu. Bu nedenle büyük insan toplulukları sürekli daha bereketli topraklara, sulak alanlara doğru göçe zorlanıyordu. Sonradan göç edenler, kendilerinden önce göç edip yerleşmiş olanların topraklarına göz dikiyordu. Bu göçler büyüyerek, daha sonra insanlık tarihinde bir dönüm noktası olarak anılacak olan kavimler göçüne yol açacaktı.
İklim değişiklikleri, nüfus artışları, güvenlik, ulaşım sorunları daha büyük organizasyonları gerektirecekti. Daha fazla teknik aletler, daha fazla arazi, daha fazla gıda ve doğal olarak daha fazla işgal savaşı. Tüm bunların sonucunda küçük devletler gâh anlaşma yoluyla gâh işgallerle birleşmeye, daha büyük devletler oluşmaya başladı. Başlangıçta aynı dili konuşan, aynı tanrılara inanan, aynı ahlaki ve kültürel değerleri paylaşan halklardan oluşan bu küçük kral devletleri, farklı diller konuşan, farklı ahlaki ve kültürlere sahip, farklı tanrılara inanan halklardan oluşan imparatorluklara dönüşmeye başladı.

TOPLUMSAL SÖZLEŞME
Büyük toplumsal yapıları ekonomik, siyasal ve iş bölümleri başta olmak üzere, büyük organizasyonları sağlamak ve bir arada tutabilmek için bir toplumsal mutabakat/ toplumsal sözleşme gereklidir. Günümüzde anayasa dediğimiz bu mutabakat, neolitik çağın yani, tarım toplumunun zirveye çıktığı dönemde din olarak ortaya çıktı. Farklı kültürlere, farklı dillere, farklı inançlara sahip toplumları bir arada tutma zorunluluğunun çözümü olarak din en uygun adaydı. Yüzlerce toplumun inandığı binlerce tanrı yerine, her toplumu kucaklayan tek bir tanrı, yüzlerce toplumu bir arada tutan bir imparatorluk için en uygun tasarımdı. Böylece imparatorluklar ve imparatorluk adayları hükmetmek istedikleri coğrafyada yaşayan farklı inançlardaki halkları tek bir dine inanmaları için zorlamaya başladılar. Modern çağa kadar yaşanan en kanlı, en zalim savaşlar da bu tasarım aracılığı ile yapıldı.
Kasaba büyüklüğündeki ufak krallık devletleri, devasa coğrafyalara, kıtalara hükmeden imparatorluk devletlerine dönüştü. Verimli arazileri, maden ve su kaynaklarını, ticaret yollarını ele geçirmek için verilen savaşlar da din adı altında gerçekleştirildi.

MAKİNELERİN MUCİZESİ
İşgal edilecek toprak, keşfedilecek yeni coğrafyalar kalmayınca, teknolojik gelişmeler imdada yetişti. Üretimi arttıracak, üretilmiş ürünleri yeni ürünlere dönüştürebilecek makineler devreye girdi. Daha az insan gücüyle daha çok ürün üreten makineler. Toprağın, doğanın dışında üretim sağlayacak alan yaratan makineler, fabrikalar…
Tahılları, meyveleri, sebzeleri, eti, sütü, yünü, madenleri daha hızlı işleyerek, çeşitliliği çoğaltarak üretim yapma olanağı… Onlarca, yüzlerce insanın kol gücüyle yapabileceğini birkaç makineyle yapabilen fabrikalar devreye girdi. Avcı ve toplayıcılıktan tarım ve hayvancılığa geçişle gerçekleştirilen o devasa devrimden sonra ikinci devasa devrim oldu; sanayi devrimi.
Buharlı makinelerin icadı, üretimde ve ulaşımda devrim yapan motorun icadını da beraberinde getirdi. Taşıma hayvanlarının yerini motorlu araçlar, insan gücünün yerine geçen makinelerin de insan gücü yerine motorla çalışması otomobillerin, trenlerin, devasa büyük ve hızlı gemilerin, uçakların, tankların yaşama hükmetmesini sağladı.
Üretilmiş ürünlerin ve insan emeğinin bedelinin ödenmesi için takasın yerini para alalı çok olmuştu fakat para hiçbir zaman ihtiyaç ürünlerinden ve insan emeğinden daha önemli olmamıştı. Sanayi devrimine kadar para günlük yaşamda çok belirgin değildi. İnsanlar kendi yiyecek içeceklerini köylerde tarlalarda üretebiliyor, hayvancılıkla yiyecek ve giyeceğini üretebiliyorlardı. Ancak, sanayi devrimiyle beraber para en belirleyici aktör haline geldi. Tarlası, hayvanı olmayan işçiler emeklerinin karşılığını para olarak almak ve ihtiyaçlarını giderecek ürünleri parayla satın almak zorundaydı. Takas edecek ürünleri yoktu ve ürettikleri her şeyin sahibi, fabrikanın da sahibi olan patrondu.

PATRONUN DOĞUŞU
Patronun da paraya ihtiyacı vardı. Üzerine fabrika kuracağı arsa için, kuracağı fabrika binası için para ödemeliydi. Fabrikanın içini donatacak makineler için para ödemeliydi. Henüz hiçbir üretim yapmadan, üretimi gerçekleştirebilmek için yapacağı bu yatırımlar için gereken paraya “sermaye” dendi. Mevcut fabrikanın kapasitesini arttırmak için de ürettiklerini tüketiciye ulaştıracak pazarlara ürün taşıması için de sermaye gerekliydi. Devletlerin de devasa bürokrasiyi yönetebilmesi için paraya ihtiyacı vardı. Fabrikalara akın eden nüfusun büyüttüğü kentlerin altyapısını geliştirmek için de devletlerin paraya ihtiyacı vardı. Dayanıklı, demir ve betondan oluşan evler, büyük kanalizasyonlar, barajlar, okullar, yollar gerekiyordu. Savaşlar için de paraya ihtiyaç vardı. Savaşlar, eskisi gibi at üzerinde elde mızrak ve kılıçlarla yapılmıyordu. Uçaklar, tanklar, tüfekler, bombalar gerekiyordu. Bunları üretmek için devasa masraflı yatırımlar yapmak veya büyük paralar ödeyerek satın almak gerekiyordu. Tüm bunları yaparken, sizi ele geçirmek isteyen diğer devletten daha iyisini, daha fazlasını yapmak zorundaydınız. Rekabet masrafları da arttırıyordu. Çözüm daha çok para elde etmekti.
Katlanarak büyüyen rekabet ve tüketimin körüklediği daha çok maden, daha çok tahıl, daha çok et, daha çok enerji ihtiyacı, daha çok para ihtiyacı demekti. Para; üretim birimleri, pazarlar ve finans sektörü arasında gidip gelirken tüm bunların akışını sağlayan, elinde tutan patronlar da güçlendikçe güçleniyor, büyüdükçe büyüyordu. Devletler paradan daha çok istifade edebilmek için üretimin artmasını teşvik ediyordu. Fabrikaların daha kolay kurulması, daha çok ve daha çeşitli üretim yapması, üretilenlerin daha çok tüketiciye ulaşması, kendi ulusal şirketlerinin diğer devletlerin şirketleriyle rekabet edebilmesi için devletler sürekli kendi patronları ve özel sektörlerini teşvik ediyor ve destekliyorlardı. Özel sektörün yani patronların yapamadığını kamu yatırımları adı altında devletler finanse ediyordu. Ürünlerin pazarlara ulaşması için gerekli asfalt yolları, tren yollarını, enerji ihtiyacını giderecek barajları, maliyeti düşürmek için işçilere daha az ödeme yapmasını sağlayacak yasal düzenlemeleri (asgari ücret belirlemesi gibi), şirketlerin yatırımlarını koruyacak silahlı güçleri, üretimde çalışacak kalifiye elemanları yetiştirecek okulları hep devletler sağlıyordu.
Bu arada patronlar güçlendikçe güçleniyordu. Ellerindeki para her geçen gün daha çok artıyordu. Paranın organize olması, bir yerden bir yere daha kolay ve güvenli ulaşabilmesi, küçük tasarrufların bir elde toplanıp büyük yatırımlara yönlendirilebilmesi için bankalar kuruluyordu. Bankaların oluşturduğu finansal güç devasa boyutlara ulaşıyor ve hayatın en belirleyici gücüne dönüşüyordu.
Devletler daha güçlü ekonomiye sahip olmak için sanayiciyi destekliyor, sanayi geliştikçe daha çok insan tarımdan sanayiye, kentlere göç ediyor, kentlerde yığılan bu devasa nüfusun geçinebilmesi için daha çok fabrikaya ihtiyaç duyuluyordu. Sanayi geliştikçe finans sektörü gelişiyor, finans sektöründe toplanan paranın kontrolü de patronların gücüne güç katıyordu.
Devlet, ekonominin yani sanayinin gelişmesi için daha çok yatırım yapmak zorunda kalıyor. Vergiler bu yatırımları karşılayamayınca finans sektöründen borç para (kredi) alıyor. Aldığı kredilerle sanayicinin işini kolaylaştırırken borç batağına gömülüyor. Borç alan direktif de almaya başlıyor. Devletleri yönetecek olanlar bu finans çevreleri tarafından belirleniyor, devletlerin yönetimleri ele geçiriliyor. İstedikleri gibi davranmayan yöneticiler ya suikastlara uğruyor ya da darbelerle alaşağı ediliyor. Devletleri zayıf düşürmek, zayıf düşen devletleri teslim almak için savaşlar çıkarılıyor. Savaş büyük maliyetler içerdiği için, savaşan devletler büyük sermaye sahipleri tarafından finanse ediliyor, satılan silahlarla ve savaş sonrası anlaşmalarla hem verdikleri parayı kat kat fazla geri alıyor hem de bu devletler daha çok borçlandırılmış oluyor.

YENİ BİR DEVLET MODELİ
Tarım ve hayvancılık küçük krallıkları, krallıklar imparatorlukları yaratırken, sanayi devrimi de üniter devletleri yarattı. Yeni palazlanmakta olan şirketler kendi iç pazarlarını koruyabilmek, diğer devletlerin şirketlerinin kendi pazarlarına girmesini engellemek için ulus devletler yarattılar. Yabancı şirket ürünlerinin kendi pazarına girmesini ve kendi kalifiye iş gücünün yabancı şirketlerin ülkelerine göç etmesini engellemek için gümrük uygulamaları geliştirilip pasaport, gümrük vergisi gibi önlemler aldılar.
Ne var ki tek bir pazarın içeride sağlam ve verimli olabilmesi için, tek bir ulusun var olması gerekiyordu. Tarım toplumlarında tek din altında tüm halkları birleştirmek sorunu çözebilirken, yeni sistemde tek din yeterli olmuyordu. Yan yana iki devletin halkları aynı dine mensup olunca sınırlarda da esneklik olmak zorundaydı. Bunun için ulus devletler yeni bir araç geliştirdiler; milliyetçilik. Devletler, kendi sınırları içinde tek din uygulamak için daha katı uygulamalara başvururken, kendi dinini komşu devletin dininden ayırabilmek için mezhep farklılıklarını geliştiriyordu. Bu yeterli olmayınca tüm halkları aynı ulusa dönüştürebilmek için farklı kültürler ve farklı diller yasaklanıyordu, tek millet dayatılıyordu.
Tüm bunlar üretimin, pazarın ve finansın güçlenmesi için yapılırken, gelişen ulusal şirketler, zayıf düşürülen devletlerin pazarlarını ele geçirmeye başlıyordu. Bunun en vahşi dönemi 1. ve 2. Dünya savaşları dediğimiz bölüşüm ve işgal savaşlarıdır. Bu savaşlarda ülkelerin toprakları işgal edilmedi. İmparatorluklar parçalandı ve yeni sisteme uygun olan ulus devletlere dönüştürüldüler. Bu iki büyük savaşı tasarlayan, organize eden ve sonuçta daha çok güçlenen sadece, tüm dünya finansının çoğunu elinde tutan birkaç aile oldu. O kadar güçlendiler ki devletlerin merkez bankalarını bile ele geçirdiler. Her devletin ekonomisinin direği olan merkez bankaları bu ailelerin şirketlerinin eline geçti. Şu an dünyada, kendi merkez bankasının tamamına sahibi olan hiçbir ulus devlet yoktur. Günümüze kadar gelinen süreçte sadece merkez bankalarını değil, devletler kendi kurdukları kamu şirketlerini bile özelleştirme adı altında bu özel şirketlere devrettiler.
Özel mülkiyet üzerine inşa olmuş, adına kapitalizm dediğimiz bu ekonomik modelde üretim tamamen özel şirketlerin elindedir. Bu şirketler, doğası gereği sürekli büyümek zorundadır. Büyümek için (tahıl, maden gibi) daha çok hammaddeye, iş gücü ve petrol gibi daha çok enerjiye ihtiyaç duyarlar. Bunun için de doğayı, kültürleri, insani değerleri, insan beden sağlığını ve psikolojisini tahrip etmekte hiçbir sakınca görmezler. Tahrip ettikleri kültürler yerine kendi tüketim kültürünü inşa ederler. Tahrip ettikleri insan beden ve ruh sağlığını da pazara dönüştürürler. Bozulan beden ve ruh sağlığı için ilaçlar, aşılar satarak hem kârlarına kâr eklerler, hem de sağlıkları üzerinden insanları kendilerine mahkum ederler.

ŞİRKETLER SINIR TANIMIYOR
Tarımsal ve sınai üretim bu şirketlerin tek elinde toplanıyor. Tüm ihtiyaçlarınız bu şirketlere ait tarlalarda ve fabrikalarda üretiliyor. Fiyatlarını onlar belirliyor. Her hangi bir ihtiyacınızı giderecek olan bir ürünü bu şirketlerden, onların belirlediği fiyattan almak zorundasınız. Ekip biçebileceğiniz tarlanız, etinden, sütünden yararlanabileceğiniz hayvanınız yok. Tüm ihtiyaç ürünlerini bu şirketlerden almak zorundasınız. İhtiyaçlarınızı satın alabilmek için gerekli parayı da bu şirketlere çalışarak elde edebilirsiniz. Onlara çalışıp onlardan para alıyorsunuz ve o parayı tekrar onlara verip, orada çalışarak kendi ürettiklerinizi satın almak zorundasınız. Tüm yaşam döngünüz onların elinde.
Devletler her şeyden ellerini çekerek, tüm yaşamı bu şirketlerin ellerine bırakıyor. Bir kamu hizmeti olan ve bir zamanlar devlet tarafından karşılanması zorunlu olan sağlık sistemi, hastahaneler, eğitim sistemi, okullar özel şirketlere devrediliyor. Bir zamanlar can ve mal güvenliği devlet tarafından karşılanmak zorundayken, günümüzde özel güvenlik gibi, paralı asker temini gibi uygulamalarla özel şirketlere devrediliyor.
Yollar, köprüler, barajlar, silah sanayi gibi kamusal faaliyetler, tüm dünyada artık özel şirketler tarafından yapılıyor. Demokrasi ve özgürlük gibi kavramlar da sermayenin uluslararası dolaşımının rahatlığına, yapılan uluslararası yatırımların dokunulmazlığına indirgenmiş durumda. Ne diyorlar; “demokrasi olmadan yabancı sermaye gelmez.”
Sosyal devlet anlayışı çerçevesinde devletin yapması gereken faaliyetler artık şirketlere devrediliyor. Tüm yiyecek ve içeceklerimizi şirketler üretiyor. Sağlığımız için gerekli ilaçları ve aşıları şirketler üretiyor. Eğitimi şirketler veriyor. Yolları, köprüleri, barajları şirketler yapıyor. Devletlerin elindeki büyük kurumlar şirketlere devrediliyor. Uluslararası ticareti şirketler yapıyor. Demokrasi şirketlere göre inşa ediliyor.
Şirketler kendi tüketim kültürünü körüklüyor. Her şeyin yenisini, bir üst sürümünü almakla mutlu olunacağı telkin ediyor. Neye inanıp neye inanmayacağınıza bu sistem karar veriyor.

YENİ BİR TOPLUMSAL SÖZLEŞME
Sanayi öncesi toplumda, toplumsal mutabakat, toplumsal sözleşme olarak din vardı. Bireyler arasındaki ilişki, bireyle toplum arasındaki ilişki, vatandaşların devletle olan ilişkileri, ahlak kuralları bu toplumsal sözleşmeye göre belirleniyordu. Sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan kapitalist sistemde bu durum değişti. Dinler, bu yeni sistemin istediği toplum modeline ve ortaya çıkan yeni yaşam biçimine uygun değildi. Yeni yaşamın istediği düzenlemeleri içermiyordu. Örneğin; dinlerde ümmet esasken, kapitalist pazar sisteminde millet önemliydi. Eski sistemde aile bağları önemliyken, bireyler ölünceye kadar ailelerine bağlı kalmak zorundayken, on sekiz yaşından sonra bireysel özgürlük kavramı geldi. Bu yeni toplumsal düzen için, din yerine başka bir toplumsal sözleşme gerekliydi. Bunun çözümü de “anayasa” oldu. Her devlet, kapitalist sisteme uygun olarak kendi anayasasını oluşturmaya başladı.
Ne var ki günümüzde dünyanın önemli bir kısmı hâlâ din ile ayakta duruyor. Toplumların çoğu sosyal ilişkilerini, ahlaki değerlerini, günlük yaşamlarını dinlerine göre yaşıyorlar. Bu da şirketlerin ihtiyaç duyduğu yaşam biçiminin önünde engel teşkil ediyor. Hıristiyanlık büyük ölçüde günlük ve toplumsal yaşamdan dışlanmışken, 1,5 milyar insanın inandığı İslamiyet hâlâ kontrol edilemez bir şekilde duruyordu. Bu devasa insan nüfusunun da tam kontrolünü sağlamak için bir şeyler yapmak gerekiyordu. Sosyalist sistemi yıkmak için baş tacı ettikleri İsamiyet, artık önlerinde engeldi. Ulus devletler sürecinde ve pazar genişletme sürecinde kullandıkları bu dini, rakipsiz kaldıkları ortamda kambur olarak görmeye başladılar. İşlevsiz hale getirebilmek için işe yaramadığını, kötülük kaynağı olduğunu göstermeleri gerekiyordu. Bunun için, bir taraftan üst üste tarikatlar, dini silahlı örgütler kurup bunları finanse ederek canice cinayetler, katliamlar işleterek, diğer yandan yandan da bu dinin mensuplarını cani, saldırgan, ilkel, vahşi göstermenin propagandasını geliştirdiler. Işid bunların en bariz örneğiydi. Modern çağda İslamiyet algısına ışid kadar zarar veren başka bir örgüt daha yoktur. Özellikle son bir yüzyıla yakın bir süre sonunda İslam coğrafyası için; her gün birbirini katleden, bir araya gelemeyen, bilim ve teknoloji üretemeyen çağ dışı bir dünya olduğu algısı tamamen oturmuş durumdadır.
Dinin işlevsizleşmesiyle boşalacak alanı kendi geliştirecekleri dinsel bir yapıyla yeniden dolduracaklar. Günlük yaşamdan, genel yaşam anlayışına kadar tüm paradigmayı yeniden oluşturacaklar. Özellikle sanal gerçeklik teknolojisi ve anti depresan gibi uyuşturucularla temel oluşturacakları bir kültürle insan zihnini yeniden şekillendirecekler. Yeni dinin temellerini bilimle atacaklar.
Beslenme ve günlük ihtiyaçları karşılayacak tüm ürünlerin üretimlerini ellerine geçirmiş durumdalar. Bankalar para vermeyi kestiği, şirketlerin üretimi durdurduğu an hayatı felç edecek güçteler. Resmi ve özel tüm işlerin, iletişimin internete yüklendiği günümüzde, sadece internetin kesilmesi durumunda neler olacağını bir tahmin edin.

SON KOZ; SAĞLIK
İnsanın yeryüzünde var olduğu günden beri en büyük iki korkusu, açlık ve hastalıktır. Açlığı giderecek olan tüm ürünlerin üretimi ve pazarlanması tamamen şirketlerin ellerinde. Geriye kalan tek şey sağlık. Tüm dünyada sağlık sektörü özelleştirildi. Ancak bu yetmiyor. İnsanları sağlıkları üzerinden yönetebilmek önemli. Yüz yılı aşkın bir süredir kurulan laboratuvarlarda mikroplar, bakteriler, virüsler inceleniyor ve bunlarla mücadele için ilaçlar geliştiriliyor. Sadece hastalıkların nasıl iyileştirileceği değil, hastalıkların nasıl kullanılacağı da artık çok iyi biliniyor. Daha çok gıda üretmek için kimyasal katkılar geliştirilirken, yiyeceklerin ömrünü uzatacak genetik müdahale (GDO) yöntemleri de gelişiyor.
Birkaç yıl öncesine kadar gıda sektörü ile sağlık sektörü kavgalıydı. Sağlık sektörü, gıda sektörünü gıdaların sağlığını bozmakla suçluyordu. Gıda sektörü de sağlık sektörünü yetersizlikle suçluyordu. Fakat son birkaç yıldır bu iki sektör el ele vermiş durumdalar. Ben sağlığı bozarak sana pazar oluşturayım, sen de ilaç üretip satarak para kazan. Kazan ve kazandır anlaşması…

HEDEF; AMANSIZ KONTROL
Dünyanın bir çok yerinde savaşan ordular, çoğunlukla özel şirketlerin oluşturduğu paralı askerlerdir. Tıp fakültelerinin eğitim müfredatlarının ilaç şirketleri tarafından oluşturulması gibi tüm dünyada okullar özel şirketlerin elindedir. Tarımsal ve sınai üretim özel şirketlerin elindedir. Bilim ve teknoloji özel şirketlerin elindedir. Uzaya giden, uzayda maden arayanlar özel şirketlerdir. Sağlık özel şirketlerdedir. Tüm bu şirketler, dünyanın parasının çoğunu elinde tutan ve yöneten birkaç şirketin elindedir ve bu birkaç şirket, birkaç ailenin elindedir. Bu corona virüsü günlerinde yaşananlara bakınca, daha önceden distopik filmlerde ve romanlarda gördüğümüz uygulamaların yaşama geçirildiğini görüyoruz. Dünyayı yöneten bir avuç insan ve onlar tarafından insanlığı unutturularak hayvan sürüleri gibi yönetilen milyarlarca insan…

ÇÖZÜM; MÜDAHALE
Geleceğin bu ürkütücü durumu karşısında korkan, ne yapacağını bilmeyen milyarlarca insan çözümü geçmişte buluyor. Geçmişte kalan inancından, kültüründen, yaşam biçiminden medet umuyor. Dünyayı yöneten bir avuç insan gözlerini geleceğe dikmiş onu ele geçirmeye çalışırken, bu şaşkın milyarlarca insan da gelecekten kaçarcasına geçmişine sığınmaya çalışıyor. Çözümü geçmişinde ararken meydanı daha çok egemenlere bırakıyor.
Çözüm geçmişte veya geçmişteki herhangi bir şeyde değil. Çözüm, geçmişi iyi anlayarak, geleceği daha iyi öngörerek geleceğe müdahale etmektir. Geleceğe müdahale edecek bir yöntem, bir anlayış geliştirmedikçe çözümsüz kalmaya devam edeceğiz. Kimi inancıyla, kimi etnik kökeniyle avunup oyalandıkça, atı alan Üsküdarı geçecek.

Paylaş
Tweetle
Paylaş
Paylaş

Mıslet/Meclis ve devlet/sistem bağlamı! – Hüseyin Tekin

Yazar: Hüseyin TekinTarih: Ekim 31, 2016Kategori: Dersim Meclis Girişimi, Gündem, Program TartışmalarıYorum YokOkunma: 1.604 Views
Mıslet/Meclis ve devlet/sistem bağlamı! - Hüseyin Tekin

Mıslet/Meclis ve devlet/sistem bağlamı!

Dersim için son sözü söyleyebilecek, tüm Dersim topraklarında gündelik hayatın çalkantı ve karmaşalarına da söz söyleyecek özgün bir Dersim iradesinin şekillenmesini amaçlıyoruz. Öyle ya, “bir sorunun formülasyonu, onun çözümüdür”. Bunun daha açık ve yalın ifadesi; biz Dersim’in “özgürleşmesi”ni istiyoruz. Bugüne kadar Dersim Meclis Girişimi’ne dair konuşulan ve yazılanların özü ve özeti; Dersim ‘kendisi olmalı’, “Dersim özgürleşmelidir.” Sorunu doğru formüle etmişiz. Belki tam “bir Dersim “özgürleşmesi” olarak vurgu belirginleştirilmemiştir ama tüm yazdıklarımız, bu “özgürleşme” kategorisinin altında toplanıyor.

umit_sizsiniz
Tam da burada bir şeylerin daha tam açıklığa kavuşması gerekiyor. Söz konusu yapılan özgürleşmeden ne anlıyoruz, ne anlamalıyız ve bu özgürleşme; özünde ne tür koşulları barındırmalıdır? Bugüne kadar yazılan ve söylenenler, dillendirilen istemler; “Désim Özgürleşmesi” formülasyonu’nun, bağrında taşıdığı koşulları da açığa çıkarmış bulunmaktadır. Evet, bu dosdoğru bir “politik özgürleşme”dir.

Her vesile ile dile getirilen şu istemler, en yalın politik istemlerdir:

-Anadolu ve Kürdistan coğrafyalarının yanı sıra Dersim coğrafyasının tarihi sınırlarıyla tanınması ve adının iade edilmesi

-Dersim’in Kırmanc/Zaza kimliğinin tanınması

-Raa Heqi İnanç felsefesi’nin tanınması

-Anadilde eğitim hakkının tanınması, Zazaca’ya pozitif yaklaşım

-Dersim ’38 Soykırımı’yla yüzleşmek, idam edilenlerin itibarlarının iadesi ve yaşanan mağduriyetlerin giderilmesi

-15 Kasım 1937’de ‘Elazığ Buğday Meydanı’nda darağacında öldürülen Désim Kâmilleri’nin mezar yerlerinin açıklanması.

Yukarıda sıralananlar ve bir dizi başka ayrıntı, Dersimlinin son yüzyıldır ve değişik görünümler altında biteviye dile getirdiği, uğruna öldüğü hayal ve özlemler oluyor.

Peki, bunlar nasıl ve hangi yollardan kazanılabilir? Türkiye ve dünyanın dört bir yanına dağılmış biz Dersimliler bir şemsiye altında toplansak (bu bir hayal tabii) ve hep bir ağızdan haykırsak bu konumları koparıp almak ve kazanmak mümkün mü?

Dersim/Désim ve bu talepleri, etrafımızı saran koşulardan soyut ve yalıtık ele almak ve düşünmek; yukarıdaki sorulara olumlu yanıtlar için fazla elverişli görünmüyor.

Bunu değişik açılardan ve pek çok boyuttan irdelemek ve tartışmak mümkün. Ama en asgarisinden, sömürgeci sistemin yakın yüz yıllık tarihi ve onun halkları kıyım makinasından geçiren özü ve işleyişi; bu son derece makul ve demokratik istemlerin bugünden yarına biz Désimlilere sunulmayacağının dersleriyle doludur.

Fazla detaylara girmeden bir tek örnek durumu anlatmak için yeterli. Bilindiği gibi cumhuriyetin kuruluşunu takip eden zamanda Mustafa kemal, Hasan Hayri’yi Désim mebusu tayın eder. Araya fazla zaman girmeden uydurma gerekçelerle O’nu Diyarbakır’da Darağacı’nda öldürdüler. Tek suçu Dersimi renkler ve tonlar taşımasıydı. Geçmiş tarihe doğru kısa bir yolculuk yaparsanız benzer sayısız örnek bulabilirsiniz.

Dolayısıyla yukarıda sıraladığımız istemler; gerçek anlamda ve bütünüyle bir rejim değişikliği neticesinde elde edilecek ve ulaşılacak konumlardır. Bu bağlam; uzun erimli, sabırlı ama çok emek isteyen bir uğraş ve mücadeleyi gerektiriyor. Yüzyıllardır inkâr edile gelen ağır bir sorunla karşı karşıyayız.

Buradan iki esaslı sonuç çıkartabiliriz.

1 -Dersim sorunu, onu çevreleyen ve Türkiye genelinde ezilen ve politik şiddet altında hayatları cehennem kılınan insan topluluklarının sorunlarından tecrit düşünülemez.

2- Bu genel tablo ya da görünüm içerisinde tabii ki, Dersim Meclisi (eğer bu düzeyi yakalayabilirsek) kendi aktüel sorunlarını esas uğraşı yapacak. Bugün kendi mücadele ve olanaklarıyla yapabileceklerini yakın zamanın işleri olarak programlamayı başarmak güncel görev olmalı.

Yukarıda özetlenen istemler ve gösterilen hedefi her vesile ile dile getirmek, onları canlı tutmak bir şeydir. Onların elde edilmesi ise, Türkiye’nin ve rejimin, en asgarisinde bir demokrasiye evirilmesi sorunudur. Amiyane tabirle tam bir devrim sorunudur. Dersim Meclisi’nin devrim diye ne bir hedefi, ne de bir programı vardır. Olamaz da. Dersim Meclisi mevcut toplu durum içinde var olan hak kırıntıları çemberinde devinim yapacak açık bir sivil toplum örgütlenmesidir.

Mevcut devlet ve onun yönetimi tepeden tırnağa çıplak faşist bir yapılanmadır. Sorun bununla da sınırlı değil. Son on yıldır geniş halk toplulukları bu faşist yapılanmaya güdümlenmiş durumdadır. 80 milyonluk bir toplumun yüzde altmışı faşist ideolojiye yandaş kılınmış, beyinleri ve düşünce dünyaları, kendilerinden başka etnik ve mezhep guruplarına en küçük bir tahammül göstermiyor. Bunlar, kendileriyle aynı inançsal, ideolojik ve politik zeminde bulunanları dahi köprübaşlarında boğazlayabiliyorlar. Kendileriyle her yönde apayrı dünyalara sahip insan topluluklarını yediden yetmişe katliamlardan geçirmekte asla en küçük bir duraksama göstermezler.

Bugün Orta Doğu’da yaşanan etnik ve mezhep savaşlarının yarattığı toplumsal bilinç yoğunlaşması ve ruh halinin sonuçları, önümüzdeki birkaç on yılda Türkiye toplumlarının bilinç dünyalarını yönlendirmeye devam edeceğe benziyor. Bu verili durum, orta vade açısından Türkiye’de bir demokratik dönüşümün ufukta görünmediğine işaret ediyor.

Bu nedenlerle Dersim Meclisi, Kürt halkı kendi ulusal demokratik taleplerini tok bir sesle dile getirirken, başına sömürgeci sistemin savaş uçaklarının bombaları yağdığında, bunu kendine dert edinmeli. İşçi bölükler güvencesiz bir şekilde maden ocaklarında toplu mezarlara gömülürken bir acı hissetmeli. İlerici aydınlar kendi araştırma ve düşüncelerini yayın organları vasıtasıyla dile getirirken ellerine kelepçe takılarak demir kapılar arkasına

atıldıklarında Dersim Meclisi manzarayı uzaktan seyredemez. Çünkü orada anlatılan bir nevi onun da hikâyesidir. Bu listeyi çok daha uzatmak mümkün, ama bu kadar yeterli.

Hâsılı, bu dünyanın demokratikleşmesini arzulayan her hangi bir organizasyon, kendisini, demokrasi kavgası yürüten odaklardan ayrı tutamaz ve tecrit düşünemez.

Désim/Dersim Meclisi kendi aktüel istemlerini bu genel tablo ile bağıntı içinde düşünebilirse, bazı güncel hakları koparma olanağına kavuşması mümkün.

Dersim Meclisi, Türkiye’de yaşanan gelişme, değişim ve dönüşümlere kayıtsız kalamaz derken, O’nun işi-gücü Dersim üzerine olmalı gerçeği kararmamalı. Ya da bundan yanlış sonuçları çıkarılmamalı.

Güncel görevler bağlamında yapılacak çok iş var. Ve asıl işi de bu olmalı. Yani “kendi içine yönelme” de diyebiliriz buna. Burada hayati önemdeki sorun, geniş ve çok değişik çeşitlilikte bir örgütlenme yaratabilmekte düğümleniyor.

Bütünüyle faşist baskıcı ortam, Dersimlilerdeki büyük dağılma ve yaşanılan ağır çekişme ve önyargılara karşın, bu örgütlenme ayaklarını Désim toprağına basmayı başarırsa, yapabileceği çok iş var.

Yapıcı bir inandırma çalışmasıyla Dersimli gençleri ve genel olarak Désim insanını, Dersimde korumacı araç ve metotlar kullanma konusunda bir mesafe alabilir.

Dersim tarihindeki “Raa Haq”, adalet kültürünü yeniden ayağa kaldırma zemininde; daha ileri bir sentez oluşturma gibi düzeyler yakalamak şansı olur.

Dersim davasını uluslararası platformlara taşımak için diplomasi çalışmaları yürütecek birim ya da birimler örgütlemek zor olmasa gerek.

Şimdiye kadar yaşadığımız deneylere de bakarak, bir ana dili seferberliği çerçevesinde profesyonelce bazı projeler örgütlenebilir. Bütün bu çalışmaları finanse edecek imkânlar oluşturmak çok önemli. Araç ve personel sorunu bu olanaklarla giderilir.

Sonuç olarak; bu çalışmaya gönül vermiş Dersimliler; kendi aralarında içtenlikli bir sevgi, saygı ve güven üretirlerse, bu çalışmaya mesafeli duran, hatta karşı olan pek çok Dersimliyi özendirecektir. Dersim Meclisi kaderinin bir sırrı burada gizlidir.

Dersimliler arasında (şimdilik Meclis çalışması yürütenler arasında kaydıyla) içtenlik, doğruluk ve alçakgönüllülük bütün kaide ve kuralların başına yazılmalıdır. Burada güçlü bir damar inşa ettiğimizde; bileceğiz ki, artık “bir yol açmak” işi çok kolaylaşmış, gerekli malzeme birikmiştir. Yürüyüşümüzü hızlandırabiliriz.

Ekim 2016

Hüseyin Tekin

Paylaş
Tweetle
Paylaş
Paylaş

Welat ra

Ça „mayin“i en zêde Gola Dêsımi de estê?

Son Yazılar

Sürü Psikolojisi ve İnsanın Yaşam Hakkı’na dair
Sürü Psikolojisi ve İnsanın Yaşam Hakkı’na dair

Sürü Psikolojisi ve İnsanın Yaşam Hakkı’na dair

Kasım 14, 2022
Kamuoyuna
Kamuoyuna

Kamuoyuna

Haziran 22, 2022
Zaman Tünelinde Hayat Tüketmek
Zaman Tünelinde Hayat Tüketmek

Zaman Tünelinde Hayat Tüketmek

Mart 30, 2022
DERSİMLİ GENÇ YAZARLARA VASİYETİM – Celal Yıldız
DERSİMLİ GENÇ YAZARLARA VASİYETİM – Celal Yıldız

DERSİMLİ GENÇ YAZARLARA VASİYETİM – Celal Yıldız

Kasım 22, 2021
MAZLUM DÊSİM HALKININ VİCDANI VE ADALET DUYGUSUNA!
MAZLUM DÊSİM HALKININ VİCDANI VE ADALET DUYGUSUNA!

MAZLUM DÊSİM HALKININ VİCDANI VE ADALET DUYGUSUNA!

Ağustos 25, 2021

Yazarlar

Arşiv