Herkese Merhabalar
Bu kısa süre içerisinde ne kadar toparlayabilirim, çok emin değilim ama Osmanlı dönemindeki Dersim politikalarını kısmen de olsa değerlendirmek gerekli diye düşünüyorum.
Dersim coğrafyası, özellikle Tanzimat sonrası 2. Abdülhamit’in hükümdar olması ile beraber yürüttüğü ya da işlevselleştirdiği “İslami Birlik” politikası, haliyle Dersim üzerine de dikkatleri çekecekti. Sünnileştirme politikalarının sürdürüldüğü Anadolu coğrafyasında Dersim küçücük bir ada durumundaydı. Nüfusunun önemli bir bölümü Alevi-Kızılbaş topluluklardan oluşuyordu ve bu topluluklar, yazılan bütün raporlarda veya Lahiyalarda itaat etmeyen o dönemin diliyle “gayri mutia” bir topluluktu. Ve bu topluluğun dizayn edilmesi gerekiyordu! O yüzden ard arda Şeyhülislam fetvaları, 1890’lardan sonra da özellikle neredeyse Dersim hakkında her yıl iki hatta üç rapor çıkıyordu.
Kısaca bakarsak 16. ve 19 yüzyılı ortasına kadar henüz bir Dersim Sancağı yok ya da Vilayet oluşmamış. O dönem Çemişgezek ve Sağman sancakları olarak biliniyor bu bölge. Bunlar ilk dönemler Erzurum’a bağlı olmalarına rağmen bir dönem Diyarbakır’a bir dönem Harput’a ya da takrar Erzurum’a bağlıdırlar.
“1518 Eylül’ünde tamamlanan ilk tahrire göre Çemişgezek sancağı hayli geniş bir alanı kaplamaktaydı. Sancağın batıda sınırı Firat, doğuda Peri suyu, güneyde Murad nehri ve kuzeyde Munzur dağları idi. Bugünkü Tunceli ilinin tamamı ile Erzincan ‘ın Kemaliye ilçesi ve Malatya ilinin bazı kısımları Çemişgezek sancağına dahildi. Bu ilk tahrire göre sancak, merkez nahiye olan Belde nahiyesi ile birlikte 19 nahiyeden oluşmaktaydı. 399 köyü vardı.” (Ünal 2009)
Tanzimat sonrasında Dersime yönelim özellikle sistemli bir hale getirildi. Yeniden Alevi- Kızılbaşların Müslümanlaştırılması daha doğrusu Hanefileştirilmesi, Sünnileştirilmesi için politikalar güdüldü. Bunun için dönem dönem oranın Valileri, Kaymakamları ya da memurları tarafından dönem itibarı lahiyalar denilen raporlar sunuldu . Bu raporların hepsi, Dersim ıslahatı konusunda öz olarak aşağı-yukarı aynı içerikler taşıyordu.
Dönemin bu Sünnileştirme politikalarını irdeleyen Selim Deringil “İktidarın Sembolleri ve İdeoloji” adlı kitabında bu dönemle ilgili şu belirlemesi sürecin adeta özetidir.
“II. Abdülhamid’in hükümranlığında, Osmanlı bürokrat/entelektüelleri tarafından, yeni bir emperyal/milli ideoloji arayışının esası olarak temel İslami kurumlara, yani şeriat ve hilafete yeni bir içerik kazandırma yönünde bilinçli bir girişim ortaya çıktı.” (Age. S.15)
Osmanlı devletinin içine girdiği sürece bakmak, bu dönemde yürütülen merkezileşme ve “Sünnileştirme” siyasetinin yaratacağı değişim ve gelişmelerin beraberinde getireceği toplumsal çalkantıları göz önünde bulundurarak tarih okumaları yapmak zorundayız.
Abdulhamit döneminin bu Sünnileştirme politikasını Selçuk Akçin Somel oldukça güzel değerlendirmiş. Müsaade edersniz kısa bir alıntı ile ondan başlıyayım. Somel, Osmanlıdaki bu değişim sürecine ilişkin gelişmeleri şöyle özetliyordu:
“Osmanlı Devleti, Tanzimat modernleşmesi ile birlikte imparatorluğun taşrasını da kapsayacak kapsamlılıkta merkeziyetçi düzenlemelere girişmişti. Merkezî otoritenin artan bir üniformite ve devrinin çağdaş yöntemleriyle imparatorluğun ücra yörelerine nüfuz etme süreci, mülkî idareyi, o zamana değin doğrudan doğruya devlet bürokrasisiyle ‘yüzleşmemiş’ nüfus gruplarıyla karşı karşıya getirmiş olmalıdır.
Mal ve nüfus sayımları, vergi toplanması ve düzenli asker alımı türü rutin yönetsel uygulamalara belki de ilk kez maruz kalan periferik nüfus grupları açısından devlet idaresinin bölgelerindeki varlığı, muhtemelen bir tür yabancı işgali benzeri bir olgu şeklinde algılanmış olmalıdır.” (“Osmanlı Modernleşme Döneminde Periferik Nüfus Grupları”).
Ben bu görüşe tamamen katılıyorum Sürecin tam bir özetidir esasında bu söylenenler.
Peki ne olmuştu bu dönemde. 1848 tarihinde Dersim Sancağı teşkil edilmiş ve sancak merkezi, Hozat yapılmıştı.
1848-1851 tarihleri arasında ise Dersim Sancağı’nın idari taksimatı şöyle şekillenmişti: Dersim (Hozat) Sancağı, Kuruçay Kazası, Gürcanis Kazası, Koçgiri Kazası. Kemah Kazası, Ovacık, Mazgirt, Çarsancak, Kuzican Kazası. Bu tarihler arasında, Çemişgezek Harput Sancağı’na bağlıydı. (İbrahim Yılmazçelik, “Dersim Sancağı”)
Bu tarihlerde Çarsancak kazası Harput’a bağlı bir kazadır.
Dersim’e 1880’de Vilayet statüsü verilir. 8 yıllık bir dönemi kapsar bu Vilayet statüsü. 1888’de Dersim Vilayeti lağv edilir ve mutasarrıflık ve sonraki dönemlerde tekrar statüsü sancak olarak devam eder. Verilen lahiyalarda bu Vilayet’in lağv edilmesi, orada sıkıyönetim ilan edilmesi gerektiği; kendi başına bir sancak olmaktansa Harput’a bağlanması, oradan idare edilmesi gereken bir yer olması istendi ve öyle de oldu.
Önemli bir değişimdir. II. Abdulhamit dönemi ile beraber özellikle Dersimli Kızılbaşlardan bahsedilirken tarihte sıkça başvurulan Kızılbaş kavramı neredeyse kullanılmadı. Bunun yerine Alevilik kavramı kullanıldı ve bu kavram ön plana çıktı. Bütün raporlarda “Kızılbaş” algısı veya tanımı içerisine giren periferik o halk grupları Alevili-Alevilik kavramı kullanıılarak değerlendirildi. Bu durum Abdulhamit döneminin ve siyasetinin bir ürünü idi. Gerçekleştirmek istediği hedefler açısından bu önemli bir değişimdi.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın (93 Harbi) getirdiği ağır yenilgi ve sonrasında imzalanan Ayastefanos ve Berlin antlaşmaları (1878) Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak yapısında önemli değişikliklere neden oldu.
Osmanlı Devleti, Ayastefanos ve Berlin Antlaşması (13 Temmuz 1878) ile Hristiyan nüfusun çoğunluğu oluşturduğu topraklarının beşte ikisini, genel nüfusunun da beşte birini kaybetmişti. Kaybedilen topraklardan yaklaşık bir milyon Müslüman nüfus Anadolu’ya gelmişti. Yani bulundukları bölgelerden göç edip Anadoluya gelmişlerdi.
1850 yılından sonra Kafkasya’dan gelen Müslüman göçü, Osmanlı-Rus harbinden sonra Balkanlardan ve Girit’ten gelen göçler ile birlikte Anadolu’da Müslüman nüfusunda ciddi bir yükselme olmuştu. Haliyle bu durum Osmanlı siyasetinde “İslam Birliği”ne yönelik ideolojik bir evrilmeye neden oldu. Yani tarihsel ve konjunktürel olarak da bu siyasetin şartları vardı.
Osmanlı, daha fazla toprak kaybına neden olabilecek olayların gelişmesine mani olmak istiyor ve bunu önlemek için müdahale etmek istiyordu. Dersim’de uygulanan siyaset de bu genel politikanın bir parçasıydı veya tezahürüydü.
Bu durum Dersim politikasına dört önemli gelişme veya olgudan kaynaklı olarak yansıyordu:
Dersim “iç Dersim” ve “dış Dersim” olarak tasnif ediliyordu. Dersim’de özellikle “Dış Dersim” olarak adlandırılan kazalarda önemli bir Hristiyan (Ermeni, Süryani, Yahudi) nüfus vardı. 1878 Berlin Anlaşması
ile bu topluluk için bir takım güvenceler verilmiş veya alınmıştı. “İç Dersim” aşiretlerinin bir bağımsızlığı ya da yarı-bağımsızlığı söz konusu idi. İç Dersim aşiretlerinin içinde bulundukları konjunktürel olgudan kaynaklı olarak çeperde bulunan kesimlere yönelik “kol atışları” veya baskınları dış devletlerin müdahale girişimlerine neden olabilirdi..
Bu durum Osmanlıyı son derece rahatsız ediyor ve kaygı verici oluyordu. Gelişmeler bu yönde uzun süre devam ederse Berlin Anlaşmasından kaynaklanan güvenceler bir şekilde ortadan kalkmış olacaktı. Ve batılı güçlerin yapılan antlaşmadan kaynaklanan haklardan dolayı müdahale etmesine neden olacaktı. Dolayısıyla bu durum Osmanlıları korkutuyordu.
Bir diğer korku veya ikinci neden yukardakinin tersi bir olgudur. Berlin anlaşması sonrasında Hristiyan toplulukların kazandıkları güvenceler sonrasında Cemaat yapılanması ve örgütlenmelerinin önü epeyce açılmıştı. De facto durumdan faydalanan Amerika ve Avrupa’daki Hristiyan örgütleri misyonerlik çalışmaları için Anadolu’da çalışmalara başladılar. Okullar açıldı, dersler verildi; kliseler açıldı vs.
Dersim, bu çalışmaların ilgi odağı ve faaliyet alanları kapsamındaydı. Osmanlılar, Hristiyan misyonerlerin Alevi-Kızılbaşlarla ilişkilerinin sürekli geliştiğini, hatta gerekli önlemler alınamazsa yakın bir dönemde bunların Hristiyanlaşabileceğine dair duyumlar ve raporlar alıyordu. Bu durum İmparatorluğun Dersim politikalarını güncelleştirerek, Dersim’i ‘Müslümanlaştırma’ya yönelik karşı bir çaba içine girmesini beraberinde getirdi.
Dördüncü Ordu Müşirliğinden gönderilen 15 Mayıs 1893 tarihli bir şifrede Ermenilerle Dersim aşiretleri arasındaki yakınlaşmanın önüne geçilmesinin gerekliliğinden söz edilmekteydi.
Bir üçüncü olgu veya korku İran merkezli Şii örgütlenmesinin Güneyden, Anadolu’nun içlerine doğru bir yayılma içinde olduklarına dair duyumlardı. Bu durum bir çok raporun konusu oluyordu. Tarihten beri Şii’lerin Alevi-Kızılbaşlar üzerinde var olan etkileri bu defa yeniden bu kesimleri biribirine yakınlaştırma imkanlarını sağlayabileceği düşüncesi, Osmanlıları ciddi bir şekilde kaygılandırıyordu. Bunun önüne geçmek için politikalar geliştirilmeliydi.
Dördüncü neden: “iç Dersim”deki Dersimli aşiretlerin asker ve vergi alımına karşı gösterdikleri direnç ve silahlanma boyutları, ayrıca kendilerinin başkaları tarafından yönetilmek istemediklerine dair kararlı duruşları idi. Vergileri çok ağır buluyor ve dahası Osmanlıya güvenleri yoktu. Bu olgu da Osmanlının Dersim politikasına bir şekil veriyordu.
Esasında bu olgulardan kaynaklı olarak oluşan kaygı, endişe veya korku, Abdülhamid yönetiminin KızılbaşAlevilere şiddetle yönelmesini ve aynı zamanda karşı bir misyoner hareketi ile cevap vermesine neden olacaktı.
Yukarıda genel bir çerçevesi ortaya konulan iç ve dış siyasal konjonktür, oluşan kaygı, endişe veya korku Abdülhamid döneminde Dersim Islahatının daha sistematik bir şekilde ele alınmasının başlıca sebeplerini ortaya koymaktaydı.
Nitekim 1890-96 yılları arasında neredeyse her yıl bir veya iki Layiha (mesela 1890 yılında üç rapor sunuluyor) ve takip eden yıllarda ise düzenli aralıklarla Dersim hakkında raporlar hazırlanıyordu. Hepsinin içeriği Dersim’in ve halkının içinde bulunduğu durumu rapor etmekti.
Ve ilk defa Dersim olgusu Mamuretül-Aziz eski Valisi Hasan Hilmi’nin 1890 tarihli raporunda bir çıban benzetmesi ile ele alınıyordu. O raporda şunları okuyoruz:
“Anadolu havâlisi bir vücûd gibi farz olunsa Dersim kıtʻası da o vücudun ciğerlerinde eski bir çıban gibidir.”
Bu rapor, bugüne kadar Cumhuriyet’e havale ettiğimiz, zira Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in 1926 tarihli raporuna atfedilen iddianın aslında Osmanlıya ait olduğunu açığı vuruyor.
Osmanlılar döneminde Dersim hakkında yazılan onlarca rapor var. Burada bunlara değinmek için zamanımız yok. Fakat Şakir Paşa’nın 1896 Dersim Raporu (3 Haziran 1896) kapsamı açısından ya da sonradan hazırlanan raporlara bir şekilde kaynaklık etmesi açısından önemlidir. Dolayısıyla kısaca buna değinmek lazım.
Hamidiye Alayları’nın kurucusu Zeki Paşa, Anadolu Umum Müfettişi Şakir Paşa’dan Dersim’in ıslahatı için bir rapor hazırlamasını istemiştir. 1896’da hazırlanan rapor Dersim ıslahı konusunda yazılan sanırım ilk ayrıntılı rapordur.
Şakir Paşa Dersim ıslahatı için 4 aşamada uygulanacak bir plan sunar ve giriş bölümünde şunları yazar:
“Aşağıdaki maddelerin arzına çabucak başlanması gereklidir.”
Islahat, zamanı ve uygulama nedenleri ile “hazırlıklar”, “icraata geçme”, “asli düzenleme” ve “sonuç” olmak üzere 4 aşamaya ayrılması kabul edildi. Birincisi Her şeyden önce alınması gereken tedbirler ve hazırlıklar, ikincisi icraata geçme, üçüncüsü Dersim bölgesine uygulanması gereken kanun hükümlerinin esaslarının konulma şekli, dördüncüsü de konulan kanun hükümlerinin istikrarlı şekilde devamı için gerekli teşebbüslerden ibaret olması lazımdır, denildi.
Özet olarak bu raporu biraz daha açarsak şunları buluruz:
Birinci aşamada yolların yapılması (örneğin Elazığ-Hozat yolunu önerirken) “Yolun 3 metresi taş döşenerek iki tarafında 2’şer metresi Toprak olmak üzere toplam 7 metre genişliğinde bir yol yapıldıktan sonra hiçbir kısmı eksik bırakılmadan Elazığ’a kadar ulaştırılmalı” der
“Daha sonra Hozat üzerinden geçmek üzere Çemişgezekten Kızılkilise (Nazımiye) ‘ye ve Pülümür’den Palu’ya bir aşamada, Ovacıktan Kemah ve Eğin taraflarına, bunların haricinde ihtiyaç olunduğu hissedilen mevkilerde ikinci aşamada, yollar inşası için şartlar oluşturulmalıdır” şeklinde önerilerini sunar.
“İkinci aşamada Dersim sancağının Elazığ’a bağlanmasından sonra burada sıkıyönetim ilan edilir. Mutasarrıf ve Kaymakamın işten elleri çekilerek Nizamiye mahkemelerini kaldırmalı, bunların yerine sıkıyönetim mahkemeleri kurulmalıdır.” denilir.
Üçüncü aşamada yapılan yollar üzerinde gerekli denetimi ve gelip geçenleri denetlemek için uygun yerlere karakolların yapılmasını, Askerin kalabileceği Kışla Konakları Jandarma koğuşları ve Hastane gibi hükümete lazım olacak şeylerin inşaatına tam olarak önem verilmesini..
Diğer taraftan da birkaç noktada ilkokul açılmalı, der. Yeni köylerin kurulması ve bu köylere göçmenlerin (muhacirlerin) yerleştirilmesi önerilir.
Raporda asimilasyon için de öneriler sunulur ve şunlar yazılır. “Bir de doğru inanç meselesi göz önüne alınarak Kürtler içinde bulunan Nakşibendi şeyhlerinden uygun olan birkaç kişinin uygun olan yerlerde birer tekke açmasıyla halkı doğru yola getirmeye çalışmaktan başka bu maksadı gerçekleştirmek çok zordur. Fakat bahsedilen şeyhlerin hükümet tarafından görevlendirilmesi halkın bu şeyhlere güvenmesine hizmet etmeyecektir Bu nedenle bu kişilerin gayri resmi şekilde yardım edilmesine ve gereği kadar maaş bağlanmasına özen gösterilir. Bununla beraber memurlukları gizli tutularak, güya bunlar Allah rızası için girişimlerde bulunuyorlarmış gibi görünmelidirler”
Dördüncü aşama: “Bahsedilen vergi alımı çerçevesinde yerleştirilen ıslahat doğal bir düzene girip idare işlerinin uygulanması bir düzene girene kadar idarenin durumunu denetlemek için mülkiye ve askeriye tarafından müfettişler tayin edilmelidir… Geçici bir askeri hükümetin kurulması önerisinde bulunur.
Rapor, ayrıca itaat edenlerin affa uğrayacağı ve etmeyenlerin yakalanarak uzak yerlere Yemen ve Trablusgarp’a gönderilmesini önerir. Ayrıca itaat edenlerin birikmiş vergi borçlarının affedilmesini ister.
Bu özet haliyle bu rapor değerlendirildiğinde şunları söylemek mümkündür:
Edilen söylem ve istekler ile, sonrasında yazılan lahiya yani raporlarda aynı görüşlerin tekrar edilmesi nedeniyle bu raporun Dersim tarihinde aynı zamanda Kızılbaş inanç ve kültürüne de ciddi saldırılar için önemli bir rol oynadığını belirtmek gerekir.
Buradan II. Abdülhamit ile başlayan “İslam Birliği” ve merkezileşme politikasının gerçekleşmesine yönelik açıkça bir çaba görülüyor.
Bu süreçte Dersim’in tamamen yaşamsal, inançsal, kültürel ve düşünüş tarzı ile hakim olacak klasik bir sömürge ve ilhak politikası ile karşı karşıya olduğu ortaya çıkıyor.
Nitekim bu sömürge politikasını savunan ve çeşitli nedenlerle önemsenmesi gereken sanırım Osmanlı döneminde yazılan son bir rapordan veya bir başka kişiden söz etmek istiyorum. Yani Mikdâd Midhat Bedirhan’dan.
Mikdad Midhat Bedirhan 30 Eylül 1912 tarihinden 26 Şubat 1913 tarihine kadar Dersim sancağı mutasarrıflığı yapmıştır. Mutasarrıflıktan ayrılmadan kısa bir süre önce, 17 Şubat 1913 tarihinde bir Layiha hazırlar. Bu layihada,
Dersimlilerden “medeniyet” ve “görgüden uzak”, “insanlığın ne olduğunu bilmeyen” “görünüşte insan, ahlakta hayvan” diye bahseder; Dersimlileri “vahşi ve ilkel Afrika kavimleri”ne benzeterek “onlardan “çırılçıplak, ot kökü ve meşe palamutu ile geçinir” diye söz eder.
Bedirhan, İngilizlerin Sudan’da icra ettikleri kolonyalist (sömürge) politikasının “bizim için de nazar-ı dikkate alınacak ve numune-i emsal addolunacak” türden olduğunu belirtir. Bedirhan’a göre Dersimlileri şekavete sevk eden birinci sebep zaruret ve açlık, ikinci sebep de “başlarında bulunan ağaların sevk ve tahrikidir”.
Bitirmeden önce bir başka konuya da değinmek veya bir algıdan bahsetmek gerek. Bu algı solun da bilinç altına yereleşen bir algıdır. Bu “Eşkiyalık” meselesidir
“Dersimliler rahat durmuyorlardı”, “sağa-sola kol atıyorlardı” söylemi sıkça tekrarlanıyor. O nedenle Dersim Islahatı konusunda çokça tekrar edilen, Islahata neden gösterilen veya malzeme edilen “Eşkiyalık” meselesine kısaca değinmekte yarar var.
Dersimlilerin “kol atma” olarak adlandırdıkları baskınları, içinde bulunulan durumdan soyutlayarak ele almak anakronik bir hata olur. Askeri operasyon veya baskınlarla evleri yakılmış, ekinleri ateşe verilmiş, hayvanları ellerinden alınmış, değerli eşyalarına el konulmuş; yaşam koşullarının son derece zorlaştığı, yoksulluğun yaşandığı olağanüstü bir süreçten söz ediyoruz.
İsterseniz yaşananları 1908 yılında askeri harekete katılmış bir Tuğgeneralin yazdığı “Harbiye’den Dersim’e” adıyla yazdığı anılarındaki kısa bir paragraftan okuyalım. Bu kişi Tuğgeneral Ziya Yergök’tür. 1908 yılında Dersim’e yaptıkları dört aylık bir askeri hareket ile ilgili anılarında yapılan çapulculukları ve talanı şöyle anlatır.
“Erzincan’da doğruluğu ile tanınan bizim binbaşı arslan payı almakta gecikmedi. Vurgunculukta, soygunculukta bir atmaca gibi o komdan bu koma, o mağaradan bu mağaraya atlayan, yorgunluk nedir bilmeyen Yüzbaşı Eğinli Mehmet Efendi ile çapulculuk yüzünden kapıştılar. Mehmet Efendi kös dinlemiş gibi bir adamdı. Savaşa, çatışmaya üsteğmeni Sünmüzade Halis Efendi’yi sürer, kendisini hiç tehlikeye atmazdı. Ama çapulculukta eşi, benzeri yoktu. Kilim, keçe, yağ toplarken binbaşıya pay ayırmadığı, veyahut devede kulak ayırdığı için aralarında kavga eksik olmazdı.” (Age. S. 193)
Ziya Yergök anılarında ilk vardıkları Söğütlü köyünü, sonra Karataş köyünü ve devamla Seyit Rızanın evini yaktıklarını, top ateşi ile bu evi yerlebir ettiklerini adeta gurur duyarak anlatır. İşte böylesi olağanüstü koşullarda Dersimliler hayat sürdürüyorlardı.
Son olarak şunu da belirtmek lazım:
Sonraki resmi belirlemelerde Osmanlı döneminde Dersime yönelik 11 büyük ve 108 küçük çaplı askeri harekatın yapıldığı söylenir. Bunların hiçbirinin amacına varmadığı veya çözüm sağlamadığı itiraf edilir. Bunlar devlet kaynaklarındaki söylemlerdir.
Diğer yandan kendimize de dönüp bakmakta yarar var. Çünkü konuyla ilgili olarak Dersim sorununu ele alış tarzımızda, solun ele alış tarzında anakronik bir hata söz konusudur. Dönemin koşullarından, konjonktüründen bağımsız olarak düşünülüyor. Ve hatta ideolojik, ajitatif yaklaşımlarla Dersim sorunu anlatılmaya çalışılıyor. Dersim’in dönemin sosyolojik ve toplumsal yapılanması çok ciddi bir şekilde ele alınmadan ya da o dönem, coğrafyamızda hüküm süren imparatorlukların geçirdiği evreler, karşı karşıya geldikleri sorunları da çok dikkate almadan dar bir ideolojik çerçevede ele alındığını düşünüyorum.
Sosyal bir olgu olarak Dersim’in dinamikleri olan, orayı var eden Aşiret ve Ocak yapılanmasına yönelik sol çevrelerin yaklaşımı ile devletin layiha ve raporlarındaki bakış açıları neredeyse aynıdır.
Bilinç altında Lahiyalarda yazılan “eşkiya”, “itiat tanımaz”, “disipline gelmez” yönündeki bu kavramları zaman zaman sol çevrelerden de duyduğumu söyliyebilirim. Bu kavramların sol çevrelerin bilinç altnda yer edindiklerini düşünüyorum.
Son olarak iki cümle ile bu sunumu bitireyim. Osmanlılardan beri Dersim’e yönelik sözde “modernleştirme” retoriği siyaset dünyamızı yakından şekillendirmiştir. Bunun farkındalığında kalarak Dersim tarihine yeni bir yaklaşım önem taşıyor. Egemen ve resmi bakış açısı ile yer yer iç içe geçmiş paradigma dünyamız ile bizim de mutlaka yüzleşmemiz gerekiyor. Bu kaçınılmaz olmalı diye düşünüyorum.
Wes u war bırê. Çok teşekkür ederim…
Hüseyin Sevinç
13 Temmuz 2019
Kaynak: https://www.simurg-news.com/komunar-bellek-tele-konferanslari-dersim-soykirimi-huseyin-sevinc/