Dersim 1937 olayları ile 1938 olayları arasındaki farkları ve bu konudaki düşüncelerimi Dersimlilerin tertip ettiği toplantılarda konuşmacı olarak anlattım. Dostlar arası sohbetlerimizde birçok kez açıkladım. Dersim kırımı 1938 olayları üzerinden anlatılmazsa dünya halkları Dersim’in acısını kavrayamaz diye sosyal medyada çok açık ve net yazılar yazdım. Ama ideolojilerin en keskin olduğu dönemlerde yaşamış ve kültürel gıdasını bu süreçlerde almış olan benim kuşaktan Dersimli aydınlar bu konuda yazdıklarımı anlamadı veya anlamak istemediler. Bizim kuşaklar 1970’lerde çok keskin olan sol veya sağ ideolojilerden beslendi. 1980’lerden sonra ise Türk solu veya Kürt solundan etkilendi. Dersim olaylarını ve Dersim tarihini kendi atalarının kodları, kültürel mirası üzerinden okuyamadılar. Atalarımızın katliam üzerine söyledikleri kültürel vasiyetlerine sahip çıkamadılar. Bu hatalar hala devam ediyor.
Dersim davasında duyarlı olan Dersimliler ilk zamanlar “Dersim İsyanı” diyen Türkçülerin, sonraları “Dersim İsyanıyla” övünen ve slogan atan Kürt milliyetçilerinin etkisinde kalmıştı. Somut gerçeklerle hiç ilgisi olmayan “Dersim İsyanı” gibi yanlış, uydurma bir sloganı uzun yıllar bizim Dersimliler gençler de hiç irdelemeden savundular.
İki binlere yaklaşırken farkına varılan bu büyük yanlışlık birçok Dersimli aydının başlattığı eleştirilerle kısmen de olsa engellendi. Ama maalesef birçok konuda atalarımızın düşüncelerine ters düşen bazı büyük hatalar hala devam ediyor. Peşin hükümle keskin ideolojilere takıntılı olan bizim kuşak yapılan açıklamaları dinlemiyor, irdelemiyor ve kavramıyor. Bu nedenle meramımı veya sitemimi genç yazarlara, Dersimli genç aydınlara anlatmaya; atalarımızın kültürel vasiyetini genç Dersimlilere aktarmaya karar kıldım.
Her vasiyet içinde aynı zamanda ölümden izler taşıdığından olsa gerek etkili olabiliyor diye düşünenlerdenim.
Bu girişten sonra hemen esas konuya geçeyim. Dersim’de 1937’de neler oldu? 1938’de neler oldu? Ve Dersimli aydınlar bu olayları ne kadar irdeledi, ne kadar kavradı, nasıl açıklıyor ve savunuyorlar?
Sorunları anlamamız için önce Dersim 1937 ve 1938 dönemindeki olayları bu iki yıla göre ayrı ayrı belirtip ve bu olaylardan hangi yetkililerin sorumlu olduklarını da kısaca özetlememiz gereklidir.
1937 Yılında Dersim’e yapılan “Askeri Hareket” döneminde İsmet Paşa Başbakan olarak sorumluydu. Atatürk ise tek parti sürecinde baştan ölümüne kadar değişmeyen Reisicumhur ve lider olarak sorumluydu.
Dersim faciası, kırımı 4 Mayıs 1937’de Bakanlar kurulunun aldığı karara dayanıyor. Bu kararda da belirtildiği gibi ilk başlarda para dağıtmaktan çekinmediler. Parayla Dersim’in içinde ajanlar bulundu. Sahan Ağa ile Alişer gibi liderler Dersimli ajanlar kanalıyla öldürüldü. Aynı yıl 70 kişiye yakın Dersimli lider ya çok saflığından teslim oldu veya kandırılıp Elazığ’a götürüldü. 1937 yılındaki tüm bu olanlardan İsmet Paşa Başbakan olarak sorumludur.
1937 Hareketi bittikten sonra 19 Eylül 1937 tarihinde Ankara’da Meclise bilgi veren İsmet İnönü “Dersim’de ordumuzun girmediği dere ve tepe kalmamıştır. Dersim’de asayiş sorunu halledilmiştir,” gibi sözler söyledi.
Bu sözlerin anlamı çok açık ve nettir. Dersim’de asayiş sorunu vardı. Ordumuz halletti, diyor. Yani Dersim’de “isyan vardı” demiyor. Açıkça asayiş sorunu diyor İnönü. Bu sorun da çözüldü diyor. Yani ikinci bir harekete ihtiyaç yoktur diyor İnönü.
Oysa Atatürk Dersim’de askeri hareketin devam etmesini istiyordu. İlk Mecliste Mebus olan Mustafa Zeki Beyin (Saltuk) anıları da Dersim ikinci bir askeri hareket konusunda Atatürk ile İnönü arasında ayrışma başlamıştı. O yıllarda Atatürk ile İnönü’nün arasında ekonomi konusunda da ayrılıklar oluşmuştu. Atatürk ile Celal Bayar özel sermayeye ağırlık verilmesini istiyordu. İnönü ise devlet kapitalizmi kanalıyla kalkınmadan yanaydı. Atatürk ile İnönü arasında oluşan ekonomik sistem konusundaki ayrılıklara Dersim konusundaki ayrılık da eklenince İsmet İnönü Eylül 1937’de görevden ayrıldı. (Alındı diyebiliriz.) Yerine Atatürk tarafından Celal Bayar atandı.
Elazığ’daki idamlar 1937’nin Kasım ayındaydı. Yani İnönü görevden ayrıldıktan sonra bu idamlar yapıldı.
1938’de ise “ Dersim’deki Askeri Harekete” Başbakan Celal Bayar ile devam edildi.
Dersim’de onlarca yerde çocuklar, bebekler, hamile kadınlar, yaşlılar yani eli silah tutmayan masum sivil insanlar yaz ve güz ayları boyunca topluca kıyıldı. Dersim’in dağları kana bulunda, nehirleri kanlı aktı.
Dönemin Başbakanı Celal Bayar Dersim olayları üzerine yaptığı bir konuşmasında “Atatürk vurulacak dedi, biz de vurduk,” diye açıklama yapmıştı. Bu açık bir itiraftı.
Olayların tarihlerine dikkat edilirse; toplu katliamların yapıldığı 1938 yılında İnönü yetkisiz ve etkisizdi. Sahan Ağa ve Alişer’in öldürüldüğü ve Dersimli birçok liderin tutuklandığı 1937 yılının Eylül ayını kapsayan döneme kadar İnönü Başbakan olarak sorumludur. İdamların yapıldığı 1937 yılının Kasım ayında ve sonraki yıl olan 1938’de onlarca yerde yapılan ve Dersim dağlarını, nehirlerini kana bulayan toplu kırımlarda İsmet Paşa yetkisiz ve etkisizdi.
Dersim olaylarını tartışan Dersimlilerin aslında 1937 yılında neler oldu? 1938 de neler oldu? Bu acı olaylar kimin veya kimlerin döneminde oldu? Sorumlular kimlerdi? Önce iyice detaylarıyla araştırması, en azından Google Amca’dan olayların “Vikipedisini” görmesi, incelemesi, öğrenmesi ve bu tarihi kronolojiye göre konuşması lazım diye düşünüyorum. Ama olayların tarihi sıralamasından haberi olmayanlar bile çok uzun fakat içi boş yazılar yazıyorlar.
Burada amacım o dönemlerde etkili ve yetkili görevlerde bulunan herhangi birini temize çıkarmak veya aklamak değildir. Çünkü Dersim Kanunu oylanırken sadece Muğla Milletvekili “yüce Meclisin yetkileri bir komutana devredilemez,” diye küçük bir itiraz etmişti. Kanun oylanırken maalesef bu vekil de oy vermişti. Dersim kanunu Meclisten oy birliğiyle çıkmıştı.
Unutmamalıyız ki, Dersim olayları sürecinde Atatürk, İnönü, Celal Bayar, Mareşal Fevzi Çakmak, Adnan Menderes gibi politik aktörlerin hepsi adı CHP olan bu tek partinin üyesi olarak içindeydi. Yani hepsi ordaydı. Sağcıların önder kabul ettikleri siyasiler de, cumhuriyetçi solcuların önder kabul ettikleri liderler de oradaydı. CHP zihniyeti diyerek “sağ siyasi hareketi” aklamaya çalışan sağcı liderler bu günkü Dersimlilerin aklıyla dalga geçiyorlar. Demin de dediğim gibi devlette süreklilik esastır ve sorumlu bu süreklilik kabiliyetini temsil eden ise devlettir. Ülkede barış ve kardeşliğin tesisi için bu devleti temsil edenler ülke tarihindeki bu kara sayfayla yüzleşmek zorundadırlar.
Ne yazık ki benim kuşaktan Dersimliler ezberci sağ veya sol ideolojilerin etkisinde kaldıkları; 1938’de tarihi gerçeklerdeki derinlikleri, ayrıntıları gözden kaçırdıkları için halkımızın kırımını bile sağ ve sol arasındaki keskin ideolojik bölünmelere göre değerlendirdiler ve değerlendiriyorlar.
Olayları bizzat yaşayan Dersimlilerin anlatımlarına dikkat edilirse halkımız Dersim olaylarını açıklarken 38’de önce ve 38’den sonra deyimini sık sık kullanır. Yani halkımızın ortak hafızasında 1938 katliamları, kırımları travma yaratmıştır. Atalarımıza göre 1938 yılı bir milattır. Atalarımızın bu konudaki görüşleri açık ve nettir. Kafaları karışık olan bu kültürel mirasa sahip çıkmada yetersiz kalan bizim nesillerdir. Bu nesiller niçin kültüründen koptu?
1948 Birleşmiş Milletler Bildirgesine göre de suçsuz bir insanın veya bir gurubun ırk, din, inanç, cinsiyet ayrımı bahanesiyle suçsuz yere öldürmesi katliamdır, kırımdır. Sayı fazla ise toplu katliam diye anılır. 1938’de toplu katliamları, en acı olayları bizzat yaşayan halkımız; Dersim dağ ve nehirlerinin kızıl kanlara bulandığı 1938 yıllını milat kabul etmiştir. Bu doğru tespite uymamız lazım.
Ama gel görkü günümüzdeki Dersimli aydınların çoğunluğu “Dersim Kırımını” dünyaya açıklarken dağlarımızı, nehirlerimizi kızıl kana bulayan ve atalarımızın da kabul ettiği bu toplu katliamlar üzerinden değil; Buğday Meydanındaki idamlar üzerinden anlatıyorlar. Eğer inanmıyorsanız onlarca yıldır tertip edilen miting, toplantı ve konferanslar için basılan afişlere bakabilirsiniz. Değişik yıllara ait olan afişlerin hemen hemen tümünde 1937 yılında Elazığ’da yapılan idamlar ön plandadır. Kırımı bizzat yaşayan halkımızın milat kabul ettiği 1938 yılı ve binlerce suçsuz insanımızın Dersim dağlarındaki toplu katliamları; akıtılan kanları hep arka planda, gölgede kaldı ve kalıyor. Bundan dolayıdır ki Dersim dışındaki diğer halkların veya kırım, katliam konusundaki duyarlı insanların çoğu Dersim olaylarını 1937’de Elazığ’daki idamlardan ibaret sanıyor. 1938’de onlarca yerde yapılan binlerce insanımızın toplu katliamlardan habersizdirler.
Araştırma tekniklerinden biraz haberi olan bir Dersimli olarak bunu söylüyorum. İnanmayanlar bu konuda uzman bir firmaya bir araştırma yaptırabilirler. Bu yanlış algının oluşmasında maalesef Dersimli aydınların da katkısı oldu ve hala oluyor. Tek amacım bu yanlış yoldan hemen dönülmesidir. Yoksa atalarımızın yani Dersim’in haklı davası daha çok zarar görecektir.
Dersim 1938’deki büyük acımız kamuoyuna doğru ulaşsın diye 2003 yılında yayınlanan “Dersim Dile Geldi” isimli romanımda 1938 yılında yapılan toplu kırımları; bu kırımlardan bir mucize eseri olarak kurtulan çocuk kahramanlar üzerinden anlattım. Çünkü gerçek buydu ve masum çocukların çektiği gerçek acılar insanları daha çok etkiliyor. Bu kitabımın Almancası hala www.amazon.de sitesinde de satılıyor ama maalesef geniş kamuoyuna ulaşamıyoruz.
Keskin sağ ve sol ideolojilerden etkilendiğinin farkında olmayan bizim kuşak; Dersimde kaç bin çocuk, bebek, hamile kadın, suçsuz sivil insan kurşuna dizildi? Kaç yerde toplu katliam oldu? Bu suçsuz insanların mezarları nerede diye kendisine veya kamuoyuna sorular sormadı. Afişlere bu tür sorular yazmadı. “1937’de Elazığ’da idam edilen pirlerimizin mezarları nerede?” cümlesi meşale yapıldı. Dağlarımızda kurşuna dizilen binlerce suçsuz insanın ve masum bebelerin mezarları da, isimleri unutuldu gibi. Yani bizler kaybolanların listesini bulmak için araştırmalar yapmadık, kolay yolu seçtik. Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edildiği için isimleri mahkeme tutanaklarında kayıtlı bulunan bu isimleri kolayca bulduk ve Elazığ Buğday Meydanı’nı ve bu idamları hep ön plana çıkardık. Elbette ki bu acı olay da anlatılabilirdi. Ama ön plana çıkması gereken Dersim dağlarındaki on binlerce insanın kurşuna dizildiği toplu katliamlar olmalıydı. 1938’de kızıl kanlara bulaşmış olan Dersim dağları ve nehirleri olmalıydı. İsimsiz kahramanlarımızın listeleri yapılmalıydı.
Günümüzdeki bu yanlış gidişin farkına varılıp vaz geçilmeden Dersimlilerin doğru strateji ve taktikleri yakalaması imkânsızdır.
Bir daha altını çizerek yazalım. Eğer acıları bizzat yaşamış atalarımızın sözlü anlatımlarla bize aktardıkları dikkate alınsaydı, milat 1938’di. Yani Dersim’deki toplu katliamlardı. Eğer atalarımızın anlattıklarını doğru kavramış olsaydık; kaç yerde toplu katliam oldu? Her toplu katliam yerinde, kaç yüz kişi kurşuna dizildi? Bunlar kaç yaşındaydı? Kaçı çocuk? Kaçı kadındı? Kaçı ihtiyardı? Bu gün elimizde listeleri olurdu. Her yıl kırımı anma yıldönümlerinde Dersim dağları ve nehirlerini kızıla çeviren kanlı sahneler dünyaya duyurulurdu. Her toplu katliamın bulunduğu yerde topluca kurşunlanan çocukların, bebeklerin hamile kadın ve yaşlı ihtiyarların listeleri, isimleri bu gün elimizde olurdu. Özel çabalarla bazı katliam yerleri ve kurşuna dizilenlerin isimleri tespit edildi. Ama maalesef sayısı çok az.
Her ne hikmetse bizim kuşaktan Dersimli aydınlar toplu katliamlar üzerinde yoğunlaşmadı. Güçlerini birlikte seferber etmedi. Meseleyi doğru ele alsaydık son yirmi yılda bu konuda çok mesafe almış olurduk.
Elbette ki Elazığ’da yedi Dersimlinin İstiklal Mahkemesi tarafından idam edilmesi, altmışa yakın insanımızın ağır cezalara çarptırılması da büyük bir suçtur. Ama bir Atatürkçü size İstiklal Mahkemeleri 3919* kişiye idam kararı verdi. Bunlardan sadece yedisi Dersimliydi. Bu olağan üstü mahkemelerin verdiği kararların hepsi de yanlıştı. Çağımızın modern hukukuna aykırıydı dese ne cevap verirsiniz?
Toplu katliamlar konusundaki görüşlerimi yıllardır değişik şehirlerde yapılan birçok toplantıda, sosyal medyada savunduğumu, anlattığımı belirtmiştim. Ama Dersim’in toplumsal gücünü bu konuda seferber edip doğru çizgiyi yakalayamadık. Bir daha açıkça vurgu yapayım. Dersim davasında esas sorun insanlık suçudur. Suçun yeri kızıl kanlara bulanan Dersim dağları ve nehirleridir. Toplu katliamlardır. Suçun tarihi 1938 yılının yaz aylarıdır. Bunları beynimize kazımalıyız. Bunları unutursak gücümüzü boşu boşuna yanlış yer ve yanlış tarihlere heba etmiş oluruz.
Bizim yaşlı kuşağa bunları anlatmakta yetersiz kalındı. Gerçekler genç kuşağa da ulaşmadı. Bu nedenle Dersimli genç yazarlara, aydınlara kültürel vasiyetimi aktarmak zorunda kaldım. Umarım bazı Dersimliler Elazığ Buğday Meydanındaki idamları küçümsüyor şeklinde önyargılı bir niyet okuma yoluna sapmaz ve sorunun özü üstüne düşünüp yazmayı tercih ederler.
- NOT: *İstiklal Mahkemesi’nde verilen 3919 idam kararlarının çoğu askeri kaçaklara aitti. Askeri kaçaklar haricinde 240 kişiye idam kararı verildi. Bunların yedisi Dersimliydi.
- NOT: Elazığ Buğday Meydanın 100 metre ilerisinde Şıra Meydanı var. 1926 yılındaki çatışmalardan sonra bu Şıra Meydanı’nda da 14 kişi idam edildi. Yani 1937’den 15 yıl gibi kısa bir zaman önce. Birçok kez sordum. Yine sorayım. Acaba bu Dersimli önderler niçin anılmıyor. Bunlar suçlu muydu? Niçin hatırlamıyoruz?
22.11.2021
Celal Yıldız
Dersim Kongresi Meclisi Yürütme Kurulu üyesi de olan İlyas Yer arkadaşımız Komünar Bellek adıyla farklı konularda tele-konferanslar düzenlemektedir. “simurg-news” sitesinde yayınlanmış olan mağdur halklara yönelik tele-konferanslar dizisini sayfamıza aktarıyoruz…
“Komünar Bellek Kolektifinin tarihsel-toplumsal sorunlara ilişkin ilgisi ve buna yönelik yoğunlaşma ifadesi olan tele-konferans çalışmalarını önemsiyor ve toplumsal yüzleşmenin halen gerçekleşmediği bu konulardaki çabaları ile dayanışma için site ve sosyal medya platformlarımızda dosya çalışması olarak yer veriyoruz. Bu sunum yazısı ile başladığımız konuşma metinlerini bölümler halinde okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz. Ezidi, Ermeni, Rum, Kürt ve Dersim soykırımlarını lanetliyor ve toplumsal yüzleşmeye çağırıyoruz. Simurg News”
************************************************************************
-
Sabri Atman
Seyfo Center -
Ilyas Yer
Gazeteci- Telekonf. Moderatörü
Soykırımın inkarı soykırımın devamı demektir !
Dünyanın neresinde olursa olsun, ister Afrika’da, ister Asya’da olsun, bütün soykırımların ortak özelliklerinden bir tanesi, soykırımın, yapanlar tarafından inkar edilmesidir. Bu durum Türkiye için de geçerlidir. Türkiye, 1915 yılında Osmanlı Hükümeti olan, Ittihat ve Terakki’nin organize ederek, planlı, programlı ve sistematik bir şekilde işlediği soykırımı inkar etmektedir. Ruanda’da üç ay içerisinde bir milyona yakın Tutsi katledildi.
Bu soykırımın suçlularından bazıları yakalanarak cezaevine konuldular. Yaptıkları katliam üzerine söz açılınca bunlar, ’’sözde soykırım’’ diyorlardı. Sözde soykırım deyimi de, resmi Türk düşüncesini savunanların da dilinden hiç düşmeyen bir deyimdi.. Türkiye’de Ermeni, Asur (Süryani) veya Helen soykırımını tartışmak var olan tabulardan bir tanesidir. Fakat bütün ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bu konuda farklı iki cephe var. Bir tarafta resmi düşünceyi savunanların cephesi; diğer tarafta ise, halkların çıkarlarını gözeten ve Türkiye’nin yakın geçmişiyle hesaplaşması gerektiğini söyleyenlerin cephesi. Bu iki cephe, yani tarihe farklı iki bakış, geçmişte de vardı. Bir tarafta soykırımı en ince ayrıntısına kadar planlayanların cephesi; diğer tarafta ise ölümü göze alarak, soykırıma karşı çıkan ve Hristiyanları evlerinde koruyan ve saklayanların cephesi… İyiler ve kötüler Şeyh Fethullah, Mardin bölgesinde tanınmış ve Müslüman bir din adamıydı. Bir çok Süryani onu günümüze dek rahmetle anmaktadır. Çünkü bir çok Süryani onun sayesinde kurtulmuştur. Kısacası Türkiye’de sadece kötüler değil; fakat iyiler de vardır. Bu durum, Almanya’da da, Ruanda’da böyleydi. Bütün dünyada da böyledir. Bu bir nevi iyi ile kötünün çatışmasıdır. Osmanlı İmparatorluğunun İttihat ve Terakki yönetiminde, kendi içindeki Hristiyan olan Süryani, Ermeni ve Helen halklarına karşı gerçekleştirdiği soykırımla Türkiye’yi tekleştirme ve Türkleştirme amacını güdüyordu. Bu soykırımda yüzbinlerce insan, kadın çoluk-çocuk demeden acımasızca, çok vahşi bir şekilde öldürüldü. İnsanlar topluca kuyulara canlı canlı doldurulup, kuyuların üstü kapatıldı. İnsanlar gemi ve kayıklarla açık denize taşınıp balıklara yem olarak atıldılar. On binlerce insan kılıçtan geçirildi. Kadınlara tecavüz edildi. Çocukların gözleri önünde, anne ve babaları doğrandı. Yüzbinlerce insan Mezopotamya çöllerinde aç susuz, çok bilinçli bir şekilde ölüme terkedildi. Büyük acılar, büyük olaylar, büyük trajediler yaşandı. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, on dört milyon Türkiye nüfusunun, dört buçuk milyonu Hristiyan halklardan oluşmaktaydı. Bu, toplam nüfusun neredeyse yüzde 33’ü demektir. Günümüzde ise, Türkiye’de Hristiyanların toplam nüfusu ancak yüzde 0,1 civarındadır. Ne oldu bu halklara? Asurlara, Ermenilere, Helenlere ne oldu? Neredeler? Nereye kayboldular!? İnsan çeşitliliği bir ülkenin en büyük zenginliği değil midir? Türkiye’nin en büyük zenginliğine, farklı mozaiğine ne oldu öyleyse? Sözünü ettiğim renklilik, çeşitlilik, mozaik yok edilmiştir. Bu, bilinçli bir şekilde gerçekleştirilen bir yok ediliştir. Evet, planlı, programlı ve sistematik bir şekilde yüzyılımızın ilk soykırımı Ermeni, Süryani ve Helen halklara karşı yapılmıştır. İki milyonun üzerinde insan katledilmiş ve bir o kadarı da göçe zorlanmıştır.
Kimse dünyanın bir çok tarafında günümüzde yaşanan savaş, katliam ve zulümlere bakarak, sözüm ona geçmişte ‘unutulan’ bir katliamı konuşmanın, hak talep etmenin anlamsızlığını düşünme hakkına sahip değildir. Çünkü böylesi bir düşünce, doğru bir düşünce değildir. Soykırım suçu, zaman aşımına uğramayan, insanlığa karşı gerçekleştirilen bir suçtur. Unutulmaması gereken böylesi bir suç, unutkanlığa vurulduğunda, yeni facialara yol açar.
Hitler, Yahudilere, Romanlara, ve tüm demokrasi güçlerine karşı İkinci Dünya Savaşı’nda gerçekleştirdiği soykırım esnasında, ”kim Ermeni halkına yapılan soykırımdan günümüzde bahsediyor” diyerek, dünya kamuoyunun sessizliğini, duyarsızlığını ve unutkanlığını fırsat bildiği herkes tarafından bilinir. Eğer uluslararası demokratik kamuoyu ve ülkeler, Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde halklarımıza karşı gerçekleştirilen katliama seyirci ve tepkisiz kalmasaydı, Hitler İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde yüzyılımızın ikinci büyük soykırımını gerçekleştirebilir miydi? İşte bu yüzden size; sessiz çoğunluğa seslenmeye devam etmeliyiz. Geçmişte yaşanan katliamları günümüzde dile getirmenin, tartışmanın amacı tek başına yapılan barbarlıkları lanetlemek değildir. Bu haykırış, aynı zamanda farklı din, ırk ve kültürden insanların bir arada demokratik bir toplumda güvenli bir yaşam sürdürmeleri açısından da önemlidir. Ancak demokratik mekanizmaya ve işleyişe sahip toplumlar, her türlü baskı ve katliamdan uzak olabilirler. Dünyada şimdiye kadar gerçekleşen bütün katliam ve soykırımların ortak özelliğinin, bunların demokratik olmayan ülkelerde ve demokrasi karşıtı güçler tarafından gerçekleştirilmiş oldukları iyi bilinmelidir! Bu yüzden nasıl bir toplumda ve nasıl bir dünyada yaşamak istediğimiz önemlidir! Ayrı ırk, din, dil ve etnik kökenden insanların, eşit ve kardeşçe bir arada yaşayabileceği toplumlarda mı; yoksa bazı cani güçlerin en küçük hoşgörüye dahi tahammül edemediği toplumlarda mı yaşamak istiyoruz? Sorun, insanların ayrı etnik kökenden gelmelerinden kaynaklanmıyor. Esas sorun, böylesi bir farklılığı ve güzelliği kabul ve tahammül edememekten kaynaklanıyor! Birinci Dünya savaşının gölgesinde Türkiye’de yapılan işte budur.
Türkiye Cumhuriyeti Hristiyan katliamı üzerine kurulmuş bir devlettir. Günümüz Türkiye’sinde halen Talat, Enver, Cemal paşalar ve Bahattin Şakir gibi katiller itibar görmektedir. Çünkü Türkiye’yi tekleştiren ve Türkleştirilenlerin mimarları bunlardır. Erdoğan, Perinçek ve diğer inkarcılar günümüzdeki soykırım zihniyetini devam eden güçleri temsil etmektedirler. Talat Paşa’yı savunmakla Adolf Hitler’i savunmak arasında bir fark yoktur.
Soykırım inkar etmek ikinci kez öldürülmek demektir. Türkiye Cumhuriyeti ve onu yönetenler işte böylesi bir suç işliyorlar. Soykırım kurbanı halkların torunlarına daha da fazla acı yaşatıyorlar. Soykırımın inkarı soykırımın devam ettiği anlamına gelir. İnsanlık ve uygar dünya buna izin vermemelidir.
Sabri Atman, Seyfo Center
Soykırımları Anmak/Ortak Belleği Örmek
Soykırım ağır bir yıkım ve yok etme sürecidir. Bu süreci yaşamış toplumlardan geriye kalan insanlar, çok özgün yöntemler geliştirerek yaşama tutunmaya çalışırlar. Derin acıların girdabında atılan sessiz çığlıkları duyulmaz çoğunlukla… Çünkü onların çığlıkları da “tehcir” ve “tecrit” edilmiştir.
Ancak, “gerçeklerin bir gün mutlaka açığa çıkma gibi bir huyu vardır.” Her çığlık kavramsal bir gerçektir!
Soykırıma uğramış toplumların yüreklerindeki sessiz çığlıklar;
Çerkezler’de / Tsitsekun,
Süryaniler’de / Sayfo,
Ermeniler’de / Meds Yeghern,
Rumlar’da / Genosid,
Dersimliler’de / Tertele,
Çingeneler’de/ Porajmos,
Yahudiler’de / Holocaust olarak kavramsallaştılar.
Bu kavramların her biri tarihsel, toplumsal bir çığlıktır. Mağdur toplumların çığlıklarının bu kavramlarla rafine edilmesidir…
Duyabilen ve anlayabilen her insan için bir tarih, bir kültür, bir coğrafya, bir inanç, bir dildir… Yani bu kavramların her biri, bir bellektir…
Ve bu kavramların her biri, “büyük insanlık”ın ortak suçu ve utancıdır!
Aynı zamanda her biri, dinlerin ve ulusların mezarlığıdır…
- Yüzyılın ilk soykırımlarını gerçekleştiren ve bunlarla asla yüzleşmek istemeyen ceberut bir devletin vatandaşı ve soykırımlarda suç ortağı olmuş Türkiye toplumunun bireyi olmanın ağır yükü altında ezildiğimi, küçüldüğümü ve kirlendiğimi hissediyorum. Biliyorum ki sessiz kalmak ve inkar etmek suça ortak olmaktır!..
Gerçekleri anlatmak ve suçları tanımlamak!..
Hukukçu Raphael Lemkin’in (1900-1959) sistemli çabasıyla 9 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler tarafından “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” kabul edildi. Aynı zamanda bu sözleşme soykırımı uluslar arası bir suç olarak aşağıdaki gibi tanımladı.
Sözleşmede şöyle denildi: “Ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu, kısmen ya da tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur:
(a) Gruba mensup olanların öldürülmesi,
(b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel ya da zihinsel zarar verilmesi,
(c) Grubun bütünüyle ya da kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını değiştirmek,
(e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.”
Şüphesiz her katliam büyük bir acı, yıkım ve yok oluştur. Ancak her katliam, yıkım ve sürgün bir soykırım değildir. Katliamlar ile soykırımlar benzer yanları olmakla birlikte hem politik hem de hukuksal olarak farklı kavramlardır. Dolayısıyla bunların anılması, hatırlanması ve hesaplaşması da farklı politikalar ve farklı yöntemlerle sürdürülmek durumundadır. Katliamlar genel olarak ülkelerin iç politika ve iç hukukunda, “suç” olarak karşılık bulurken, soykırımlar uluslar arası hukuk ve siyasette, “suç” olarak kabul edilmektedir…
İnsanlığa karşı soykırım suçu işleyen egemen güçler ve devletlerin suçunu kabul etmesi, samimi ikrarda bulunması ve yüzleşip özür dilemesi ancak büyük toplumsal mücadeleler sonrası mümkün olabilmektedir.
Aslında soykırım suçları sadece devletler tarafından işlenmemektedir. Aynı zamanda toplumların da (aktif katılarak, sessiz kalarak, inkar ederek…) suç ortağı olmaları nedeniyle “toplumsal yüzleşme”nin de önemini belirtmek gerekir.
BM soykırım tanımı ve hukuksal çerçevesi nedense genellikle 20.yüzyıl soykırımlarıyla sınırlandırılmaktadır. “Soykırımlar ulus devlet inşa döneminin sorunları” olmakla birlikte, bununla sınırlandırılması doğru değildir. Din veya herhangi bir ideoloji adına yapılan soykırımların varlığı da bilinmektedir. Soykırımlar insanlığa karşı işlenmiş suçlardır ve bunlarda zaman aşımı olmaz, olmamalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. Osmanlı devlet akılının katliamcı ve soykırımcı politikalarını sistemli biçimde sürdürmüş; suç işlemeye devam etmiştir. Elbette soykırımları sadece Osmanlı ve Türk devletiyle sınırlamak gerçekçi bir yaklaşım olamaz. ABD’den tutun Rusya’ya, Almanya’dan tutun Avusturalya’ya kadar dünyanın bütün egemenleri farklı etnik kimlikleri, inançları, dinleri, dilleri, kültürleri yok ederek haksız ve meşru olmayan egemenliklerini sürdürmüşlerdir.
Bunlardan bazıları;
TSİTSEKUN: Çerkez Soykırımı
Çerkezler 1864’de uğradıkları soykırımı, yok olan Ubıh dilindeki bir kavramla sembolleştirmekteler. Norveçli dilbilimci Hans Vogt’un hazırladığı, 1963 yılında basılan Ubıhça Sözlüğü’nde yer alan ve soykırımı en iyi ifade eden, “toplu katliam, kırım” anlamına gelmektedir.
1864’te Kafkaslar’ı ele geçirmek isteyen dönemin Çarlık Rusyası, halkların direnişiyle karşılaşmıştır. Bunun üzerine bölge halklarının evlerini yurtlarını yakarak, yıkarak zorla göç ettirilen yaklaşık iki milyon insanın önemli bir bölümü yollarda açlık hastalık, iklim şartları sonucu yaşamını yitirmiştir. Sağ kalanlar Osmanlı İmparatorluğu topraklarına sığınmıştır. Ancak burada da asimilasyona tabi tutularak Türkleştirilmişlerdir.
Anma Günü: 21 Mayıs.
21 Mayıs 1864 yılı Kafkas halklarının (Çerkez, Abhaz vb) Çarlık Rusya tarafından sürgüne gönderilmesinin başlangıç tarihi olması nedeniyle Kafkas halkları tarafından anma günü olarak kabul edilmektedir. 21 Mayıs Tsitsekun/Çerkez Soykırımı’nı anma günüdür.
SAYFO: Süryani Soykırımı
Süryani – Asurî – Arami – Keldani – Nasturi halkının yaşadıkları soykırımı Süryanice’de Kılıç anlamına gelen “Sayfo” olarak tanımladılar. Çünkü onlar tarih boyunca “kılıçtan geçirilerek” katledilmişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu, egemenliğinde yaşayan Süryani nüfusunun üçte ikisini katlettiği tespit edilmektedir.
1914-1915 yıllarında önce Hakkâri bölgesinde, devamında Serhat, Diyarbakır, Urfa, Adıyaman, Malatya ve Turabdin de Süryani-Asuri-Arami-Keldani halkından yaklaşık 300 bin insan katledildi, yüz binlercesi tehcir edildi. Mezopotamya’nın kadim halklarından olan Süryaniler’in tarihi, kültürü, mülkleri, inancı, sembolleri tamamen yok edilmekle karşı karşıya bırakıldı.
1914 – 1924 yılları arasında dinleri Hristiyan olan Süryani/ Asuri, Ermeni, Pontus/Rum toplumlarına yönelik gerçekleştirilen soykırım aynı zihniyetle yapılmıştır: İslamlaştırma ve Türkleştirme…
Anma Günü: 15 Haziran.
Sayfo/ Süryani Soykırımı’nı anma günü olarak kabul edilmektedir.
MEDS YEGHERN: Ermeni Soykırımı.
Ermenice’de büyük acı, büyük felaket anlamına gelmektedir Meds Yeghern. Ama soykırım olarak kavramsallaştı.
Her ne kadar 1915 yılında gerçekleştirilen katliamlara soykırım denildiyse de aslında Osmanlı Devleti’nin Ermenilere yönelik katliam saldırıları 1890’lı yıllarda II. Abdülhamid tarafından kurulan Hamidiye Alayları ile başladı. 1895-96 yıllarında büyük katliamlar yapıl dı. 16.yüzyıldan itibaren uygulanan “İslah Programları”yla İslam olmayan toplumlara yönelik çeşitli baskılar ve mülkiyetin gasp edilmesi biçiminde süregeldi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetimindeki Osmanlı Hükümeti, diğer Hristiyan topluluklar gibi Ermenileri tehcir ve katliamlarla yok etmeye başladı. Bu sürecin sonunda ölen Ermeniler’in sayısının 800.000 ile 1,5 milyon arasında olduğu birçok tarihçi tarafından kabul edilmektedir.
Meds Yeghern / Soykırım sürecinde sağlıklı erkek nüfus genellikle toptan öldürüldü ya da askere alınarak zorla çalıştırıldı ve sonra öldürüldü. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar ise Suriye Çölü’ne sürülmek üzere ölüm yürüyüşüne çıkarıldı. Açlık, susuzluk ve hastalıktan ölenlerin yanı sıra, devletin organize ettiği veya desteklediği çeteler tarafından da soygun, tecavüz ve katliamlara maruz kaldı…
Anma Günü: 24 Nisan.
Osmanlı Devleti /İttihat ve Terakki hükümeti 250 Ermeni aydınını İstanbul’da gözaltına alarak Ankara’daki toplama kamplarına götürür ve orada çoğunluğunu öldürür. Bu nedenle 24 Nisan 1915 Ermeni Soykırımı’nın başlangıcı olarak kabul edilir. Ermeni toplumu ve soykırımı kabul eden devletler 24 Nisan’ı Meds Yeghern / Ermeni Soykırımı’nı anma günü olarak kabul etmiştir.
GENOSİD: Pontus/Rum Soykırımı
19 Mayıs 1919 Cumhuriyeti kuracak kadroların, İttihat ve Terakki İktidarı’ndan soykırımcı politikaları ve iktidarı devraldığı tarihin başlangıcıdır. Pontus/Rum halkı 1914- 1918 İttihat ve Terakki iktidarı tarafından, 1918-1923 yılları arasında ve sonrasında da Kemalistler tarafından uygulanan politikalarla tarihsel yurtlarından sökülüp atıldılar.
İttihatçıların 1908’den itibaren Anadolu’yu, Kürdistan’ı, Lazistan’ı, Trakya’yı Türkleştirme ve İslamlaştırma politikaları vahşice uygulandı. Kemalistler ise 1919’dan itibaren aynı mirası devraldı ve sürdürdüler.
1914-1918 tarihleri arasındaki katliam ve tehcirde yaklaşık 353 bin Pontoslu/Rum, İttihatçılar tarafından katledildi. 1919-1923 yılları arasında Mustafa Kemal’in emri ve işbirliğiyle çetelere (Topal Osman gibi), ordu kuvvetlerince evleri/yurtları yaktırıldı, sürüldü, katledildi, kültürel değerleri yağmalandı ve mülklerine el konuldu…
19 Mayıs 1919’da M. Kemal’in, Samsun Rumları’nı imha emrini vermesinden önce 153 bin kişi, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde ise 200 bin kişi katledilmiştir.
Bu süreç boyunca yaklaşık 1 milyon 250 bin Rum “mübadele”yle yerlerinden sürüldü. Geride kalan Rumlar yoğun bir asimilasyon politikasıyla Türkleştirildi ve İslamlaştırıldı.
Anma Günü: 19 Mayıs.
Mustafa Kemal’in Samsun’a giderek Rum halkını yok eden Topal Osman vb çetelerle birleştiği, geride kalan Rumların yok edilmesi politikalarının uygulandığı tarihin başlangıcı olması nedeniyle, Rum/Pontus halkı bu günü “Genosid” Soykırım günü olarak kabul etmiştir.
TERTELE’38: Dersim Soykırımı
Tertele Kırmançki/ Zazaki dilinde soykırım demektir. Dersimliler deprem gibi ağır doğa olaylarına “zelzele”, kırım, soykırım gibi ağır toplumsal yıkımlara da “tertele” demektedirler…
4 Mayıs 1937 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Bakanlar Kurulu Dersim toplumuna yönelik “tedip ve tenkil harekatı”(cezalandırma ve yok etme) kararı alır.
Ancak süreç çok önceden başlar. 1925 yılında hazırlanan “Şark Islahat Planı”, devamında düzenlenen “raporlar” ve 1935 yılında çıkarılan “Tunç-eli Kanunu”yla tamamlanan ırkçı ve dinci politikalar Tertele’nin politik, toplumsal ve hukuki zeminini hazırlamıştır.
Dersim toplumu Kızılbaş/Alevi inancı nedeniyle Hilafetçi Osmanlı Devleti tarafından İslamlaştırılmaya çalışılır. Bu nedenle yüz yıllar boyunca sistemli olarak katliamlara ve asimilasyona tabi tutulur.
Osmanlı’dan devralınan politikalar Cumhuriyet Hükümeti tarafından da devam ettirilir. Bu yeni dönemde İslamlaştırma politikalarına Türkleştirme de eklenir. Dersim’de yaşayan Kürtler’in, Kırmançlar/Zazalar’ın, Ermeniler’in Türk ve İslamlaştırılması merkezi bir devlet politikası olarak vahşice uygulanır.
4 Mayıs 1937 yılında uygulanmaya başlanan karar, 1938 yılında uçakların, ağır silahların, zehirli gazların kullanıldığı Dersim’de yaklaşık 35 bin ile 40 bin insan öldürülür, on binlerce insan ise sürgüne gönderilerek “zorunlu iskan”a tabi tutulur.
Anma Günü: 4 Mayıs.
4 Mayıs 1937 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti Bakanlar Kurulu kararıyla Dersim toplumuna yönelik “Tedip ve Tenkil Harekatı”(cezalandırma ve yok etme) kararı aldığından Dersim toplumu 4 Mayıs’ı “Tertele’yi Anma Günü” olarak kabul etmiştir.
PORAJMOS: Çingene (Roman/Sinti) Soykırımı
1933 ile 1945 yılları arasında Nazi İktidarı’nın Almanya’da ve işgal ettiği ülkelerdeki Çingeneler’e/Romanlar’a/Sintiler’e uyguladığı soykırıma Çingeneler kendi dillerinde Porajmos demektedirler.
Porajmos veya Pharrajimos kelime anlamı olarak “yok etme ve yıkım” anlamına gelmektedir. Ayrıca Samudaripen kelimesi de toplu katliam anlamında kullanılmaktadır.
Alman Faşizmi’nin ari ırk yaratma iddiasıyla uyguladıkları politikalar diğer soykırımlarla benzer nitelik taşısa da uygulamada çok özgün yanları vardır.
Çingene/Romanlar’a yönelik soykırım Holokost’dan önce başlamış ve aynı dönemde devam etmiştir. Ari ırk yaratma fikri; hastalıklı, sakat ve aşağı ırklardan olup, Alman saflığını kirleten yabancı unsurların “temizlenmesi” üzerine kurgulanmış ve uygulanmıştır.
Hatta bunun için “Alman Kanını ve Onurunu Koruma Kanunu” çıkarılarak Çingenelerin Alman kanını nasıl bozdukları üzerine çalışmalar yapmışlardır.
1936 yılından itibaren Çingeneler’in/Romanlar’ın seçme hakları da tıpkı Yahudiler’e olduğu gibi ellerinden alındı. Alman İçişleri Bakanlığınca 5 Temmuz 1936’da “Çingenelerle mücadele” adıyla yayınlanan genelgeyle genel bir “Çingene taraması” yapılmaya başlandı. Devamında Çingene toplama kampları kuruldu.
Çingeneler ağırlıklı olarak Avusturya’daki Daçau, Sachsenhausen, Buchenwald, Lackenburg gibi toplama kamplarına konuldu. Savaş yıllarında değişik kamplardaki gaz odalarına gönderilerek öldürüldüler.
Ağırlıklı olarak Almanya, Avusturya, Hırvatistan, Macaristan, Romanya da işgal sonrası Nazilerce çıkartılan kanunlar ve uygulamalarla “Çingene” nüfusunun önemli bölümünün mal ve mülklerine el konulduktan sonra toplama kamplarına gönderildiler.
Gerek Almanya ve Avusturya, gerekse Balkan ülkelerinden öldürülen Çingene/Roman/ Sinti sayısının 220.000 ila 800.000 arasında olduğu belirtilmektedir.
Anma Günü: 2 Ağustos.
2 Ağustos 1944 yılında Alman faşizmi Auschwitz kampında bir günde 3 bin Roman’ı katlettiği için Porajmos “Dünya Çingene Soykırımı Kurbanlarını Anma Günü” olarak kabul edilmiştir.
HOLOCAUST: Yahudi Soykırımı
Yahudi toplumu kendi dillerinde (İbranice) yaşadıkları felakete “Shoa” dediler. Yunanca da holos “bütün” ve kaustos “ yanmış” demek. Alman faşizmi tarafından bütünüyle yanmış, yakılmış milyonlarca insanın uğradığı soykırım “Holocaust” olarak kavramlaştırıldı.
Yer yer “Nazi Soykırımı” veya “Yahudi Soykırımı” olarak tanımlanan bu felaket Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Partisi‘nin yönettiği Almanya Devleti tarafından gerçekleştirildi.
Alman faşizmi ve Hitler işgal ettiği ülke sınırları içerisinde yaklaşık altı milyon Yahudi’yi (kaynaklara göre bu sayı değişir) sistemli bir politikayla öldürdüğü soykırımın adıdır, Holocaust.
Bazı bilim insanları, Çingene/Roman/Sinti kırımının da bu tanımla anılması gerektiğini savunsa da Holocaust esas olarak Yahudi Soykırımı’nı tanımlamak için kullanılmaktadır. Alman Faşizmi’nin (1939-45), başta Sovyet savaş esirleri, Polonyalılar, eşcinseller, özürlüler olmak üzere ortalama 10-11 milyon insanı öldürdüğü belirtilmektedir.
Avrupa’nın değişik ülkelerinde dokuz milyon Yahudi yaşamaktaydı. Holocaust’da bunların yaklaşık üçte ikisinin öldürüldüğü tespit edilmektedir. Öldürülen Yahudi çocuk sayısı bir milyondan fazla, öldürülen Yahudi kadın sayısı yaklaşık iki milyon, erkek sayısı ise yaklaşık üç milyon… Toplam 6 milyon Yahudi öldürüldü…
Elbette tüm soykırımlarda olduğu gibi Holocaust’da bir anda olmadı. Ekonomik, siyasi ve toplumsal süreçlerin adım adım hazırlanmasıyla gerçekleşti.
1935 yılında çıkarılan “Nürnberg Yasaları”yla (Türkiye’de 1925 yılında Şark Islahat planı ve 1935 yılında çıkarılan “Tunç-eli Kanunu”nu hatırlayın!) Yahudilerin yurttaşlık hakları ellerinden alındı. Yahudiler ve politik tutsaklar için hazırlanan çalışma kampları ve sonrasında gaz odaları…
Alman faşizminin işgal ettiği topraklarda 40.000 civarında “tesis” kuruldu. Yahudiler, muhalifler ve diğer kurbanların toplandığı, hapsedildiği, öldürüldüğü ve gaz odalarına gönderildiği tesislerdi.
Deyim yerindeyse Alman Devleti tam bir “Soykırım Devleti”ne, Alman Toplumu ise “Soykırım Toplumu”na dönüşerek büyük bir suç işledi…
Anma Günü: 27 Ocak.
Alman faşizminin en büyük toplama kamplarından biri olan Auschwitz’in Sovyetler Birliği askerleri tarafından kurtarıldığı tarih olan 27 Ocak 1945 Birleşmiş Milletler tarafından “Yahudi Soykırımı kurbanlarını Uluslararası Anma Günü” olarak kabul edilmiştir…
Ruanda Soykırımı
Ruanda’da Hutularla Tutsiler arasındaki tarihi anlaşmazlık eskiye dayanır. Ruanda, 1962’ye kadar Belçika’nın sömürgesiydi. Sömürgeci Belçika devleti 1890-1950 yılları arasında azınlıkta olan Tutsileri destekleyerek yönetimde tuttu. Hutular çoğunluk olmasına rağmen baskı ve haksızlıklara uğradı. 1950’den sonra yönetime gelen Hutular, yaşadıklarından Tutsileri sorumlu tuttular. İki toplum arasında 1990-1992 yıllarında iç savaş yaşandı.
6 Nisan 1994’te Hutulu devlet başkanın uçağının düşmesi yeni bir süreci başlattı. Hutular bunu gerekçe yaparak Tutsiler’e ve ılımlı Hutular’a yönelik sistemli şiddete başvurdular.
Ruanda Hükümeti Hutular’dan oluşuyordu ve soykırımı önlemek için hiçbir şey yapmadığı gibi el altından soykırımcı grupları destekledi.
BM’nin 2500 kişilik askeri gücü olmasına rağmen soykırımı engellemedi, asker sayısını 240’a düşürerek sadece “gözlem”ledi. Soykırımdan 3 ay sonra yaklaşık 800 bin insan öldükten sonra, BM Barış Gücüyle soykırıma müdahale etti.
Soykırımda 1 milyona yakın insan öldürüldü. 300 bine yakın kadın tecavüze uğradı. Yaşları 14-21 arasında değişen 100 binden fazla çocuk ailesiz kaldı. 3 milyondan fazla insan yurtlarından göç etmeye zorlandı.
Kişiler yargılandı ve devletlerin suçu örtüldü. Tanzanya’daki BM Savaş Suçları Mahkemesi’nde Ruanda Silahlı Kuvvetleri generali Augustin Bizimungu yargılandı ve 30 yıl ceza aldı. Jean-Paul Akeyesu soykırımdan suçlu bulundu. Birkaç isim dışında yargılamalar tam olarak gerçekleştirilemedi. Halkın vicdanında açılan yaraların dinmesi için üçten fazla insanı öldüren kişilerin halk mahkemelerinde yargılanmasına izin verildi.. Ancak bunlar hiçbir zaman gerçekleşmedi… Fransa ve Belçika’nın rölü tartışılmaya devam ediyor.
Anma Günü: 7 Nisan
Bosna/Srebrenitsa Soykırımı
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti 1945 yılında kuruldu. Hırvatistan, Slovenya, Sırbistan, Bosna, Makedonya, Karadağ’dan oluşan 6 Cumhuriyet ve Kosova, Voyvodina’dan oluşan iki özerk bölgeden oluşmaktaydı.
Halklar ve kültürler arasında eşitlik ve karşılıklı saygı vardı.
Ancak sistemin kendini yenileyememesi ve kapitalizmin baskısıyla sistem sürdürülemedi. 4 Mayıs 1980 yılında Sosyalist Federal Cumhuriyetin lideri Josip Broz Tito yaşamını yitirdikten sonra; Doğu Avrupa’daki değişiklikler ve dağılmaların da etkisiyle sistem parçalandı ve kapitalizme teslim oldu… Sonrası malum… Çatışmalar, savaşlar, kırımlar, soykırımlar…
- yüzyılda Avrupa’nın merkezinde ve dünyanın gözleri önünde 1991-1995 Yugoslavya’da İç Savaşyaşandı. BM müdahale etti ve sözde güvenli bölgeler oluşturdu. General Ratko Mladiç komutasındaki “Sırp Cumhuriyeti Ordusu” “Sırp özel güvenlik güçleri olarak bilinen “Akrepler”in Srebrenitsa‘ya karşı giriştiği “Krivaya ’95 Harekâtı”nda resmi rakamlara göre en az 8.372 Boşnak öldürüldü. Kadınlara tecavüz edildi…Soykırımlarda gerçek rakamlar hiçbir zaman öğrenilemeyecektir…
Anma Günü: 11 Temmuz
BM‘nin en üst mahkemesi sayılan Lahey Uluslararası Adalet Divanı Srebrenitsa Soykırımı’nı Sırbistan Devleti’nin değil, devlet içindeki bazı odak ve kişilerin yaptığına karar vererek sadece dönemin bazı askeri görevlilerini yargılamış ve değişik hapis cezaları vermiştir. Mahkemenin devleti yargılamaktan kaçınması düşündürücüdür… BM ve bazı AB ülkelerinin bu süreçteki rolü hala tartışma konusudur.
Ezidi Soykırımı
Ezidiler Ortadoğu’nun kadim halklarından biridir. Etnik kimliklerine dair tartışmalar olsa da kendilerini “Kürt” olarak tanımlarlar ve dilleri de Kürtçedir.
Onları özgün kılan inançları ve yaşam felsefeleridir. Museviliğin, Hristiyanlığın ve İslam’ın doğup geliştiği bu coğrafyada Ezidi inancının çok daha eski olduğu söylenmektedir. Ezidilik bir doğa dini/inancı olmakla birlikte tanrısı, kurucusu ve kitabı olan bir dindir. Ezidilik’de Tanrı “yaratıcı”dır ancak “sürdürücü” değildir. Sürüdürücülük görevini Tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak görülen Melek Tavus yerine getirir.
Bu dinin kurucusu ve Peygamberi olarak kabul edilen kişi aslen Hakkârili olup Lübnan’a göçmüş bir ailenin çocuğu olarak 1072 yılında Baalbek’te doğan Şeyh Adi bin Musafir’dir.
Ezidiler’in iki kutsal kitabı vardır.
- Yüzyılda yazıldığı söylenen Meshaf Reş (Kara Kitap)
- Kitab el Celve ( Tanrısal İzahatlar)
Bugün Ezidiler Irak’ta, iki ayrı bölgede yaşamaktadırlar. Biri, Ezidilerin kutsal mekanı Laleş’in de içinde olduğu Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) sınırları içinde kalan Şeyhan Bölgesi, diğeri ise Musul’a bağlı Şengal Bölgesi. İnançlarından dolayı yüz yıllardır baskı altında olan Ezidiler için Şengal Dağı her daim bir sığınak olmuştur. Tarihlerinde birçok saldırı görmüş olan Ezidiler Şengal Dağına sığınarak varlıklarını sürdürmüşler.
Tarihleri boyunca inançları nedeniyle saldırılara uğradılar. Osmanlı’nın İslamlaştırma saldırıları hiç bitmedi. Haklarında 72 ferman çıkarıldı ve 72 kez katliama uğradılar.
73.fermanla anayurtları’ndan sökülüp atıldılar…
2011yılında Irak diktatörü Saddam’ın saldırıları nedeniyle 500 civarında Ezidi katledildi.
3 Ağustos 2014’te dünyanın gözü önünde islamist terör örgütü İŞİD’in Şengal’i işgal etmesiyle Ezidi Halkı tam anlamıyla bir soykırıma uğradı. Yurtları yakıldı, yıkıldı. Tarihleri, kültürleri, inanç yerleri ve sembolleri yok edildi. Kadınlara, kızlara köle ve “cariye” olarak el konuldu. On binlerce Ezidi öldürüldü…
Anma Günü: 3 Ağustos
Bu soykırım 21. yüzyılda başta BM olmak üzere tüm uluslararası kuruluşların, devletlerin gözü önünde gerçekleşti. Ancak 2016 Haziran’ında BM İnsan Hakları Konseyi Ezidi halkına yönelik bu katliamı soykırım olarak kabul ve ilan etti.
Sonuç olarak;
Soykırımlar, mazlum ve mağdur insanlığın acısı, faillerin ve sessiz kalan insanlığın da utancıdır…!
Hangi etnik, inanç veya siyasi gruba uygulanırsa uygulansın soykırım bir insanlık suçudur. Başta soykırımlara ve katliamlara uğramış tüm toplumlar olmak üzere yaşanan acıları birlikte hissetmek, tutulmamış yasları birlikte tutmak, ortak bir gelecek için ortak bir bellek örmek insanlığın ödevidir.
Bu anlamda, soykırıma uğramış her halkın acısı ve yası aynı zamanda diğer halkların da acısı ve yasıdır. Bu acıları paylaşmak için; birlikte hatırlamak, birlikte yas tutmak, birlikte anmak ve birlikte mücadele etmek yaşamsal bir öneme sahiptir. Bu ortak bilincin ve davranışın hem toplumsal yüzleşmenin gerçekleşmesine, hem de yaşanan travmaların iyileşmesine çok önemli katkısı olacağı görüşündeyim…
Temmuz 2019
Kazım Gündoğan
Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/07/23/soykirimlari-anmak-ortak-bellegi-ormek/
DERSİM Belediye Meclisi 22 Mayıs tarihinde Tunceli Belediyesi yerine ismini Dersim Belediyesi olarak değiştirdi.
Belediye Meclisi’nin aldığı bu karar haklı bir karardır.
Zaten kayyumdan önceki Belediye de Dersim ismini kullanıyordu.
Dêsım/Dersim geçmişte idari ve coğrafi olarak daha geniş bir bölgeyi kapsıyordu.
Etnik ve kültürel olarak bugünkü Tunceli’den daha geniş bir coğrafyadır.
Dêsım köklü inanç, etnik, sosyal, tarihi geçmişi olan bir yurttur.
Tunceli ismi dışarıdan, zorla, zulümle verilmiştir.
Fevzi Çakmak’ın „Dersim sömürge gibi yönetilmelidir“ dediği anlayış, 1936’da kanunlaşmış ve Dersim ismi yerine Tunceli geçirilmiştir.
Tunceli Kanunu 1935 yılı 2884 ve 2885 sayılı kararlarla çıkarılmış, Ocak 1936’da yürürlüğe girmiş, 1 Ocak 1947’de de yürürlükten kalkmış.
Şimdiki tartışma ve saldırılar bir kez daha gösteriyor ki, Tunceli Kanunu hala yürürlüktedir.
Tunceli ’37-38 Tertele’nin/Soykırımı’nın adıdır.
Bize yabancıdır. Bir geçmişi, kültürel, sosyal dayanağı yoktur.
Red ediyoruz, red edilmelidir.
Aldığı bu haklı karardan dolayı Dersim Belediye Meclisi, azılı ırkçı-faşist cephenin saldırıları karşısında geri adım atmamalıdır.
Saldırılara barışçıl, demokratik mevzide cevap vermeliyiz.
Belediye Meclisi aynı tarihte, “İlimizde yaşayanların Türkçe’nin yanı sıra çoğunluğunun Zazaca ve Kürtçe konuştuğu göz önünde bulundurularak belediye hizmetlerinin, ilde yaşayanların ihtiyaçları doğrultusunda Zazaca ve Kürtçe dillerinde de yürütülmesi oy çoğunluğu ile kabul edildi” kararını alması da son derece olumludur.
Belediye bu kararını hayata geçirmeli, çocuk yuvalarında ana dilde eğitim olanakları yaratılmalıdır.
Tunceli, inkar, kırım ve asimilasyon demektir.
Devletin tekçi politikaları Dersim toplumuna büyük acılar çektirmiştir. Türkiye’nin demokratik güçleri ırkçıların ve dincilerin tekçi zihniyetine karşı demokratik, onurlu bir duruş göstererek resmi tarih ve resmi ideolojiyle hesaplaşmalı, yüzleşmelidirler. Dersim tarihine, kültürüne ve kararlarına saygı göstermelidirler.
Tunceli adı, şiddet, kırım, korku, sürgündür.
Dêsım/Dersim, tarih, kültür, doğa ve hafızadır; barış, güven ve huzurdur.
24.05.2019
Dersim Kongresi Meclisi – Yürütme Kurulu
100 YILDIR SOYKIRIM 100 YILDIR İNKAR
Soykırım Kurbanlarına Saygı, Soykırım Mağduru Halklar için ADALET!
Soykırımı inkarın, soykırımın devamı olduğu gerçeğinin bilincindeyiz. Bu nedenle tarihimizin kanlı karanlık sayfaları ile yüzleşmek, mücadelemizin odak noktasındaki en temel gündemimiz olmaya devam edecektir. Ermeni, Asuri-Süryani soykırımını inkar eden Türkiye Cumhuriyeti devlet geleneği, bu halklarla aynı kaderi paylaşmış olan Pontos Helen halkına karşı işlemiş olduğu soykırım suçunu da inkar etmektedir. 1894 ve 1924 yılları sürecinde işlenen halklar cinayeti, sürgünler ve 100 yıldır devam eden inkar geleneği, sadece soykırım sabıklı bir devlet aygıtı yaratmakla kalmamış, aynı zamanda insanlığın ortak değerlerine sırtını dönmüş bir de Sünni İslam eksenli inkar toplumu yaratmıştır. O günlerden bu yana, tarih adına yalan ve iftira temelinde mağdur edilmiş halklara karşı propaganda, failin kurban, kurbanın katil yerine konması ve insanlığa karşı tekrar tekrar işlenen suçlar, sistemi ayakta tutmak için bir zorunluluk haline gelmiştir.
Osmanlı egemenliği ile başlayan baskı ve zulüm politikası, başta Ermeni halkı olmak üzere Küçük Asya Helenlerine, Süryanilere ve Ezidilere karşı, 1894, 1909, 1912 yılları itibariyle başlayan kitlesel katliamlar ve sürgünler, 1915 ve sonrasında tam bir soykırım faciasına dönüşmüştür. Pontos soykırımı, yenilgiye uğramış Osmanlının ve onun devamı olan TC devletinin, Birinci Dünya Savaşının galibi “uygar” devletlerin gözleri önünde işlediği büyük bir insanlık suçudur. Dersim Soykırımı ise sanki HOLOKOST için bir “önsöz”dür.
Hesabı sorulmayan, cezasız kalan soykırım suçları, sanki bir bumerang gibi insanlığa geri dönmüştür. Bu nedenle 20. Yüzyıl tam bir soykırımlar yüzyılı olmuştur. İnsanlık, tarihinin o güne kadar tanıdığı bütün toplu cinayetleri ve soykırımları gölgede bırakan Nazi karanlığının HOLOKOST barbarlığı ile tanışmıştır.
Soykırım inkar edildiği, kurbanları kanayan yaralarını hala ellerinde taşıdığı, ADALET’in devletlerin çıkarlarına kurban edildiği sürece, insanlık soykırım tehdidi altında yaşamaya devam edecektir. Bu gün soykırım sabıkalı devlet egemenliği altında asimilasyona direnen Kürt halkı ve Alevi inancı mensubu halklar, soykırım tehlikesinin odak noktasındadırlar.
Soykırım mağduru halklar için ADALET yoksa, Pontos Helenleri için ADALET yoksa, o zaman ADALET ayaklar altında demektir. İnkar, soykırım kurbanlarının geleceğe olan umudunu yıkma stratejisi, ortak yaşam atmosferini zehirleyerek imkansız hale getirme çabasıdır.
Bu nedenle bizler, Pontos Soykırımı Kurbanlarının Anılarına saygı, geride bıraktığı çocukları ve torunlarına yaşam hakkı, Pontos halkı için ADALET talep ediyoruz!
İnsan onuruna layık bir gelecek için, yeni soykırımları engellemek için kanlı karanlık geçmişimizle yüzleşmek istiyoruz.
Wiesbaden Mezopotamya Asuri Derneği, Soykırım Karşıtları Derneği, Pontos Soykırımının 100. yılı vesilesi ile 13 Nisanda düzenlemekte oldukları etkinliğe, insan hak ve özgürlüklerine saygılı insanları candan davet ederler.
Wiesbaden Mezopotamya Asuri Derneği
Soykırım Karşıtları Derneği (SKD)
Almanya Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG) üyesi Berlin Dersim Kültür Cemaati’nin 2015 yılında başlattığı çalışmayla gündeme alınan 1937-1938 Dersim Tertelesi’nde hayatını kaybedenlerin anısına Berlin’de bir anıt dikilmesinin nihai kararı 27 Mart 2019 tarihinde Friedrichshein-Kreuzberg Belediyesi tarafından verildi. Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD), Yeşiller ve Sol Parti’nin lehte oylarıyla alınan karar gereği, Berlin Dersim Kültür Cemaati binasının bulunduğu mekana yakın bir parkta ‘Nişangê Tertelê ‘38i’ Anıtı dikilecek.
Dersim ‘37-38 Soykırımı’nın dünya kamuoyuna duyurulması, gelecek kuşaklar için hafıza merkezlerinin yaratılması, her zaman FDG ve Berlin Dersim Kültür Cemaati’nin öncelikli görevleri arasında olmuştur. Bu bilinçle hareket eden cematimiz, 16 Ağustos 2015 tarihinde belediye meclisinde temsilcileri bulunan partilere müracaatta bulunarak “Nişangê Tertelê ‘38i” projesinin startını verdi.
B’90 DIE GRÜNEN (Yeşiller), SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) ve DIE LINKE (Sol Parti) kendi yönetim organlarında projeyi değerlendirerek destekleme kararı aldılar. Bu amaçla, Proje 16.12.2015 tarihinde SPD, B’90 Die Grünen, DIE LINKE partilerinin önergesi ve die Piraten Partisi’nin tam desteğiyle Belediye Meclisi’nin gündemine alındı. Bu toplantıda, CDU (Hıristiyan Demokratlar) dışındaki tüm meclis üyeleri projenin desteklenmesi doğrultusunda tavır belirlediler. Kamuoyuna açık gerçekleşen bu toplantıya katılan Türk ırkçıları, „1938’de Dersim’de soykırım olmadı, ayaklanma vardı, bastırıldı“ gibi bildik yalanlar öne sürerek, projenin reddedilmesi için baskı oluşturdular, toplantıda bulunan temsilci arkadaşımıza hakaret ve şiddete yeltendiler. Meclis, projenin Berlin kamuoyunda tartışılması, bilgilendirme çalışmalarının yapılması, Uyum, Kültür ve Tarihi Anıtlar Komisyonlarında tartışması gerekliliğine işaret etti.
Berlin derneğimiz bu aşamadan sonra yoğun bir bilgilendirme ve tanıtım çalışması başlattı. İlk etapta liseler başta olmak üzere, çeşitli okullar davet edilerek bilgilendirme toplantıları gerçekleştirildi. Benzeri çalışmalar üniversiteler, sosyologlar ve tarihçiler başta olmak üzere bilim insanları nezdinde devam ettirildi. Önergeyi veren partilerin de onayıyla Martin Düspohl, Dr. Wolfgang Lenck, Dip. Ing. Gülshah Stapel, Natalia Bayer, Rıza Baran ve Kemal Karabulut’tan oluşan bir komisyon oluşturuldu. Bu komisyonun girişimiyle 29-30 Kasım 2018 tarihlerinde Kültür Senatörlüğü’nün himayesinde uluslararası bir kolokyum (akademik toplantı) düzenlendi. İki gün süren kolokyumda kültür senatörü, uyum senatörü, projeyi destekleyen partilerin temsilcileri, sivil toplum örgüt temsilcileri, eski Belediye Başkanı Cornelia Reinauer, Berlin Teknik Üniversitesi’nden (Technische Universität Berlin) ve Berlin Hür Üniversitesi’nden (Freie Universität Berlin) bilim insanları konuyu değerlendiler. İki gün ‘Göç Toplumunda Hafıza Kültürü, Politikaları ve Sesler’ mottosu altında atölye çalışmaları yapıldı.
Tüm bu çalışma ve tanıtım girişimlerinden sonra, 19 Mart 2019 tarihinde proje Belediye Kültür Komisyonu’nda son bir kez daha gündeme alındı ve tartışıldı. 27 Mart 2019 tarihinde yeniden Belediye Meclisi oturumu gündemine alınarak, SPD, B’90 DIE GRÜNEN ve DIE LINKE partilerinin oylarıyla kabul edildi. Belediye Meclisi’nin CDU‘lu ve AfD’li üyeleri projenin alehine oy kullandılar.
Berlin Dersim Kültür Cemaati’miz başta olmak üzere FDG ve bileşenleri Dersimliler için tarihi bir adım atmış olmanın gururunu yaşamaktadırlar.
Dersimliler, Federasyonumuz tarafından başlatılan ve ilk aşaması başarıyla sonuçlanan Dersim 1937-1938 Dersim Sözlü Tarih Projesi (DSTP) ve Berlin’de „Nisangê 38´i” gibi tarihi öneme sahip çalışmalara imza atan kurumlarına sahip çıkmalıdırlar. Bu çalışmalara ve kurumlarımıza yönelen saldırıları geri püskürtmek için birleşmelidirler.
Berlin Dersim Kültür Cemaati’mizin üyeleri ve yöneticileri başta olmak üzere, ‘Nişangê Tertelê ‘38i’ Projesi çalışması sürecine destek veren herkese, projeyi önerge olarak Belediye Meclisi’ne sunan SPD, B’90 DIE GRÜNEN ve DIE LINKE partilerine, projenin geliştirilmesi ve gerçekleşmesi için Berlin Dersim Kültür Cemaati’miz ve federasyonumuz FDG adına özveriyle büyük bir caba harcayan Kemal Karabulut’a teşekkür ediyoruz.
Andan itibaren hep birlikte anıtı dikme sürecini tamamlama mücadelesiyle yolumuza devam edeceğiz. Bu anıt mücadelenin ve dayanışmanın eseridir. Tüm Dersimliler ve dostlarınındır.
1938 Soykırımı’nda yitirdiğimiz on binlerin anısına ve geride kalanların acılarına saygıyla…
30 Mart 2019
Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG)
Berlin Dersim Kültür Cemaati
Dersim Kongresi Başarıyla Sonuçlandı!
(Sonuç Bildirgesi ve Kongre Sözleşmesi’ni yayınlıyoruz.)
16-18 Kasım tarihleri arasında Almanya’nın Frankfurt am Main şehrinde, Dersim, Türkiye metropolleri ve Avrupa’nın değişik ülkelerinden gelen çok sayıda katılımcıyla gerçekleştirilen Dersim Kongresi başarıyla sonuçlandı. 51 kişilik Dersim Kongresi Meclisi’ni seçen katılımcılar, Dersim için tarihi bir adım atmanın haklı gururunu yaşadılar.
Dersim Meclisi’nin (Mısletê Dêsımi) ev sahipliğinde yapılan Kongremiz, 15 Kasım 1937’de Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilen Dersim ileri gelenlerini (ağlerê Dêsımi) anma programı ile açıldı.
Bir yılı aşkın bir süredir tartışmaya açılmış olan Dersim Kongresi Sözleşme Taslağı kongreye sunuldu. Oldukça verimli ve öğretici tartışmalardan sonra, yapılan değişikliklerle birlikte katılımcıların onayına sunulan taslak, Dersim Kongresi Sözleşmesi olarak kabul edildi.
Çok sayıda kurumun ve kişinin mesajlarıyla selamladığı ve destek verdiği kongremizde, akademi ve bilim dünyasından insanlar ve katılımcılar Dersim’in temel sorunlarına ilişkin sunumlar yaptı.
Kongreye sunulan karar tasarıları tartışıldı ve bir kısmını aşağıya aktaracağımız önemli kararlar alındı.
- Dersim Kongresi, ‘38 Tertelesi’ni soykırım olarak, 04 Mayıs gününü de toplumsal yas günü olarak kabul eder. Kongre Meclisini, Dersim Soykırımı’nı başta Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği olmak üzere uluslararası platformlara taşımakla görevlendirir. Kongre Meclisi’ne, Türkiye Cumhuriyeti devletini, uluslararası sözleşmelerden doğan görev ve sorumluluklarını kabul edip yerine getirmesi için bütün Dersimli kurumlarla birlikte çalışmasını telkin eder.
- Dersim Kongresi, UNESCO’nun yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan diller arasında saydığı Kırmancki/Dımılki/Zazaki dilinin korunması için özel bir çaba sarf edilmesi gerekliliğine dikkat çeker. Bu alanda çalışma yürüten akademisyen ve kurumlarla birlikte hareket edilmesini önerir.
- Kongremiz, Dersim İtikatı’na yönelen her türlü asimilasyoncu ve misyoncu çabayı mahküm eder. Dersim İtikatı’nın özgüllüğü temel alınarak yol önderleri tarafından incelenmesine ve tarihsel dinamikleri üzerinde yeniden güçlendirilmesi gerekliliğine vurgu yapar.
- Dersim Kongresi, Dersim coğrafyasının yaşanılabilir bir bölge olarak yeniden inşa edilmesinin zorunluluğuna dikkat çeker. Bunun için ekonomik kalkınmayı ve yeniden yerleşmeyi teşvik edecek projeler hazırlayacak, çevre tahribatına karşı faaliyet yürütecek, uluslararası sözleşmeleri ve tecrübeleri değerlendirerek yerel idareler hakkında fikir geliştirecek komisyonlar oluşturulmasını karar altına alır.
- Dersim Kongresi, başta Sılo Qız olmak üzere kültürümüzün taşıyıcılarına özel şükranlarını sunar, onlarla dayanışma içinde olduğunu beyan eder.
Kongremiz, Dersim toplumunun olağanüstü koşullar ve ciddi tehditlerle karşıya karşıya bulunduğu gerçeğini bir an bile göz ardı etmeme zorunluluğuna dikkat çekerek, Dersimli her bireyin ağır sorumluluk altında olduğuna bir daha dikkat çekti. Kongremiz, Dersim’in geleceği için umutları yeşerten bir kıvılcım yakmıştır. Bütün Dersimlileri, Şimdi Dersimli Olmanın Zamanıdır! şiarıyla bu kıvılcıma sahip çıkmaya ve Dersim umudunu yeşertmeye çağırıyoruz.
Dersim Kongresi Meclisi
18 Kasım 2018
Frankfurt am Main (Almanya)
Dersim Kongresi Sözleşmesi
Giriş
Dersim toplumu bütün diğer toplumlar gibi son yüzyılda her açıdan çok büyük değişimler yaşadı. Dersim toplumundaki bu değişim ve başkalaşım, diğer pek çok topluma benzer normal bir gelişme ve ilerleme seyri izleyemedi. Sanayileşme ve kırdan kente doğru başlayan göç ve bu göçün yarattığı görece normal değişimleri dışta tutacak olursak farklı düzeylerdeki diğer bütün değişimler tümüyle egemen devletlerin/iktidarların ve yakınlarındaki daha güçlü toplumların her alanda uyguladıkları sistematik asimilasyon politikaları yoluyla gerçekleştirildi.
Dersim, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi boyunca hep “halledilmesi gereken” bir sorun, sökülüp atılması gereken bir “çıban” olarak görüldü. İtikat, dil, tarih, kültür, etnik mensubiyet ve her alanda bir asimilasyon sürecinin hedefi haline getirildi. Altmışlı yıllarda ve sonrasında Dersim coğrafyasında faaliyet gösteren siyasi yapılar ise Dersim toplumunun özgünlüğünü göremediler. Dersim toplumunun tarihini, etnik-kültürel kimliğini, dilini çevre halklarının tarihine, etnik-kültürel kimliklerine ve diline tabi kılarak ele aldılar. Yüzyıllar boyu inanç eksenine dayalı bir iç bütünsellik arz eden ve çevre toplumlarından tamamen farklı olan toplumsal değerleri önemsenmedi.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar, dönem dönem küçülerek de olsa Dersim, defakto otonom/özerk bir statüye sahip idi. Bunun iki boyutu ve kaynağı vardı. Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun örgütlenme sisteminden, ikincisi de Dersim’in kendi kendini yönetme ve “kendini yönettirmeme” kararlılığı ve ısrarından besleniyordu. Bir devleti yoktu. Yazılı bir anayasası ve ceza yasaları yoktu. Seçilmiş politik temsilcileri de yoktu. Bütün bu kavram ve kategorilerden daha yalın, daha tabii, daha inandırıcı ve oldukça güçlü manevi bağları vardı. Bu bağları formüle eden ritüelleri ve sembolleri vardı. Kırmanciye İtikattı ve bunun “cem, cemat” sistemi bütünselliğine dayanan gerçek manada bir “toplumsal sözleşme”ye sahiplerdi. Dersimliler, Tertele/Soykırım günlerine kadar ısrarla bunu korumaya, yaşatmaya ve kendi kaderini kendileri belirlemeye çabalamışlardır. ’38 Soykırımı, Dersim’in anahtarını yitirdiği, iç hukukunun bozulduğu miladıdır. Sonraki yıllarda Dersimli, kendi adına söz söyleme hakkından men edilmiştir. Dersimliler olarak, toplumumuzun kendi adına karar vermesi, yerel ve uluslararası platformlarda temsilini sağlamak amacıyla Dersim Kongresi’ni gerçekleştirdik.
Dersim Kongresi’nin Amaçları:
-
- Dersim Kongresi, bir bütün olarak Dersim toplumunun temsiliyetini hedefler. Çağımızdaki her toplum gibi Dersim toplumu da kendi içinde değişik etnik, dilsel, inançsal, siyasal farklılıklar barındırır. Bu farklı toplumsal kesimlerin oluşturduğu her kuruluş/oluşum (siyasi partiler, inanç kurumları, sivil toplum örgütleri, mesleki birlikler vs.) Dersim Kongresi Sözleşmesi’ni kabul etmekle Dersim Kongresi’nin bileşenidir. Sivil bir oluşum olarak Dersim Kongresi hiçbir politik yapının ya da grubun denetiminde değildir.
- Dersim Kongresi, Dersim’i sadece bugünkü “Tunceli ili” sınırlarından ibaret görmez. Dersim Kongresi’nin temsil etmeyi öngördüğü coğrafya, defalarca sınırları değiştirilmesine rağmen tarihi Dersim’dir.
- Kendini Dersimli olarak gören ve Dersimli kimliğinde buluşan toplumsal grup ve bireyler Dersim Kongresi’nin sosyal tabanını oluşturur. Dersimlilik, kendisini etnik inançsal ve kültürel olarak farklı tanımlayan, Dersimli kimliği, bu kimlikle kendisini ifade eden sosyal kümelerin, etnik ve inanç kimliklerini asimile yoluyla potasında eriten bir üst kimlik değil, tam tersine, bunların Dersim coğrafyasında kendisini farklı tanımlamaya devam edebilmelerinin teminatıdır.
- Dersim Kongresi, Dersim’de konuşulan bütün dillerin özgürce kullanılmasını savunur. UNESCO tarafından kaybolma tehlikesi altında olan diller arasında sayılan Kırmancki/Dımılki/Zazaki’ye pozitif ayrımcılık uygulanmasını benimser.
- Dersim Kongresi, komşu halklarla karşılıklı saygı temelinde barış içinde yaşamaya özel önem verir, komşu halkların demokratik temsil kurumlarıyla birlikte çalışmak için çaba sarfeder. Bölge halkları arasında birbirini karşılıklı tanımaya ve hak eşitliğine dayalı ilişki geliştirir. Irkçılığa, milliyetçiliğe, dini bağnazlığa ve her türlü ayırımcılığa karşıdır.
- Dersim Kongresi, toplum yaşamını çağdaş seküler normlara göre şekillenmesini benimser.
- Dersim Kongresi, şiddeti ve savaşı ret eder. Dersim’in sorunlarını ve taleplerini uluslararası hukukun normları çerçevesinde gündeme getirmeyi ve çözüme ulaştırmayı esas alır. Dersim Meclis Girişimi’nin Zwingenberg Sonuç Bildirgesi’nde (19-20 Şubat 2016) Dersim’deki somut duruma ilişkin yaptığı aşağıdaki tespitin önemine vurgu yapar: “İçinde bulunduğumuz konjonktürde şiddetin her türlüsü, varlık yokluk meselesi ile cebelleşen, Dersim ve Dersimlilerin zararınadır. Dersim toplumu, kendisini kuşatan şiddet/savaş sarmalında boğulup yok edilme tehlikesi ile yüz yüzedir. Toplumumuzun daha fazla şiddet ve savaş ortamını kaldırabilecek mecali kalmamıştır. Bu nedenle silahlanmaya, şiddetin örgütlenmesine hayır diyor, başta Dersim ve bölgemiz olmak üzere çeşitli coğrafyalarda sürdürülen savaşların son bulmasını istiyoruz.”
- Dersimliler, Dersim coğrafyasına “Hardo Dewres” tanımlamasıyla “kutsallık” addederler. Dersim Kongresi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlayıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından devam ettirilen Dersim coğrafyasını Dersimlilerden arındırma, yaşanmaz bir bölge haline getirme politikasına karşı çıkar. Devlet tarafından gündeme getirilen baraj projelerini, doğaya ve onun bir parçası olan canlılara zarar verici metotlarla maden arama girişimlerini, orman yangınlarını vb. ekolojik tahribata neden olan ve tarihi doğal kültür mirasımızın yok edilmesini hedefleyen pratikleri kabul etmez. Dersim’in bütün yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynakları tarihi toplumsal ve doğal mirasımızın bir parçasıdır. Dünya kültürel mirasının da bir parçası olan Dersim coğrafyasının hiçbir gerekçeyle suistimal edilmesine müsamaha gösterilemez.
- Dersim’in yaşanılır bir bölge olarak yeniden inşası, bu inşa için zaruri olan ekonomik ve yerleşim projelerinin üretilmesi, hayata geçirilmesi için faaliyette bulunmak Dersim Kongresi’nin öncelikli görevleri arasındadır.
- Dersim toplumu, günümüzde bir nevi diaspora toplumu haline getirilmiştir. Türkiye ve Avrupa başta olmak üzere dünyanın dört bir yanına dağılmış Dersim kökenli nüfus, Dersim coğrafyasında yaşayan nüfustan kat be kat fazladır. Diasporada yaşayan yeni kuşak Dersimliler giderek köken ve kültürel mirasından koparak, içinde sosyalleştikleri hakim kültürel kimliklere adapte olmaktadırlar. Kökeninden ve kültüründen kopuş, Dersimliler arasındaki ruhi şekillenme ortaklığının bozulmasına, birkaç kuşak sonra da yok olmasına neden olacaktır. Dersim Kongresi, diasporadaki Dersim toplumunu, Dersim’in tarihi kolektif hafızasıyla buluşturmaya gayret ederek, Dersimlilerin “biz” olmasını sağlayacak bilincin gelişmesi için çalışmalar yürütür.
- Dersim Kongresi, başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere; kadın, çocuk, işçi, çevre, hayvan, iklim, vb. hakları önceleyen ve koruyan uluslararası sözleşmeleri kabul eder.
- Dersim Kongresi, ’38 Tertelesi’ni bir soykırım, 04 Mayıs gününü toplumsal yas günü olarak kabul eder.
Dersim Kongresi
17 Kasım 2018
Frankfurt am Main, Almanya
’38 Soykırımı belgeleri her şeyi çok aleni bir şekilde ortaya koymaktadır. Kendisi de ırkçı ve faşist biri olan Perinçek’in deyimiyle “ırkçı” ve “faşist” bir “diktatörlük” olan “Kemalizm”i ve devleti aklama çabaları nafiledir.
Hele ki bunu Sey Rıza üzerinden yapması!
Sey Rıza sizin ‘yalanlarınız, hileleriniz ile baş edememiş olsa da sizin önünüzde diz çökmemiştir’. Bu asaletli duruşuyla Dersimlilerin gönlünde taht kurmuştur.
Tarih siz gibi eli kanlıları dize getirecektir.
(1) 1938’de başbakan olarak tayin edilen Celal Bayar’ın anlattımından.
Aydınlık Gazetesi İnsanlığa karşı suç işliyor…
Bilindiği üzere biz Dersimliler, her yıl Tunceli Tenkil Harekatına Dair Bakanlar Kurulu Kararı‘nın tarihi olan 4 Mayıs 1937 ile Dersim ileri gelenlerinden Seyd Rıza ve oğlu Seyd Usen, Hesenê İbrahimê Qıci, Hesenê Cıvrail Ağaê Arekiye, Aliê Mırzê Sılê Hemi, Fındıq Ağa, Usenê Seydi’nin idam edildikleri 15 Kasım 1937 günleri geleneksel olarak anmalar yaparız. Mağdur yakınları olarak toplu katliam yerleri ile toplu mezar yerlerinde, yurt çapında ve yurtdışında belli mekanlarda toplanıp soykırımı unutmadığımızı dile getiririz.
Dersim soykırımı, özellikle yakın tarihimizde gündem olmaya başladı. Konu TBMM gündemini de bir süre meşgul etti. 2011 Kasımı’nda Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın Dersim’de bir katliam yapıldığını ifade eden konuşması, bir süre politik tartışmaların odağında kaldı. Bu süreçte Dersim konusu süreli ve süresiz yayınlarda işlendi, medyada tartışıldı, programlar yapıldı, belgeseller çekildi, protestolar ve yürüyüşler yapıldı. Gerek operasyonun amacı gerek yöntemi, Türk siyasetçilerinin, askeri yetkililerinin, harekata katılan subayların anılarında yazdıklarında, hem kendileriyle yapılan röportajlardaki itiraflarında, hem de resmi raporlarda açıklandı. Birinci ağızlardan yapılan itiraflarla artık sır olmaktan çıktı, herkesçe bilinen bir sır oldu. Konuyla ilgili olumlu gelişmeler olsa da, siyasal çevreler başta olmak üzere bir çok kişi ve kurum tarafından Dersim meselesi istismar da edildi.
Devletin, resmi belgelerle on binlerce Dersimliyi katlettiğini, bir o kadarını sürgün ettiğini, kız çocukları zorla subaylara “evlatlık”/köle olarak verdiğini, erkek çocukları yetiştirme yurtlarına yerleştirdiğini itiraf etmişti. “Kurşun masrafı olmasın diye” çocukların bile nasıl vahşice katledildikleri hafızalarda hala duruyorken, yine bu yıl Dersim’de yapılan geleneksel anma ile ilgili, Aydınlık gazetesi 17.11.2017 günkü sayısında konuyu manşetine taşıdı. Gazete, bu manşetle biz Dersimlilerin manevi değerlerine hakaret ettiği gibi, aynı zamanda insanlığa karşı suç da işledi. Anlaşılan o ki Aydınlık Çevresi insanlığa karşı kin ve nefret suçu işlemekle yetinmiyor, Ulusal Kanal’da açık oturum ve tartışmalarda görevlendirdiği sözcüleri üzerinden provokatörlüğe devam ediyor.
Aydınlık çevresi/Perinçek geleneği bu açıklamalarıyla bu suçların faili olduğunu da böylece üstlenmiş oldu. Bu zihniyet, mağdurların yakınları olarak bize “bu suçu seksen yıl önce işledim, bu gün de bu suçu işlerim” demekte, yetmedi anmalara katılan kişileri de hedef göstererek tehdit etmektedir. Mağdur yakınları olarak bu faşist zihniyeti şiddetle kınıyoruz. Aydınlık Gazetesi ve Ulusal Kanalı Dersimlilerden derhal özür dilemeye çağırıyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Dersim soykırımıyla artık yüzleşmelidir. Yaşatılan ağır travmanın izlerini silmek için gereğini yapmalıdır. Acılarımız üzerine istismar yapan, hakaret eden, tehdit eden kişi ve kurumlar hakkında da yasal işlem yapmalıdır.
Kamuoyunu da, nerede yaşanırsa yaşansın, insanlık dışı her suça karşı duyarlı olmaya davet ediyoruz.
24.11.2017
Dersim Meclisi Türkiye-Avrupa Koordinasyonu