[ss_social_share align=”left” shape=”rounded” size=”small” labels=”label” spacing=”1″ hide_on_mobile=”0″ total=”1″ all_networks=”1″]DERSİM’İN RESTORASYON SÜRECİ VE YEREL YÖNETIM POLITIKALARI
Selman Çiman
“Eğer yenilmişsek, yapmamız gereken tek şey, baştan başlamaktır” Engels
Sosyal bilim dünyası insanlarının en güzel yanı, bir konu hakkında, çeşitli teorik çıkarsamalar yaptıklarında, analiz sonuçlarına vardıklarında, hala bilgi eksikliğine, verilerin kognitif olup olmadıklarına duyulan şüpheye sahip olduklarını, itiraf etmek zorunda olmalarıdır. Bu nedenle geçen sürede yazdığım bir makalede(Risk Toplumu ve Geçmişten Geleceğe Dersim) Dersim’deki bu kaotik süreçten çıkmanın genel tanımını “yeniden inşa süreci” olarak tanımlamıştım. Bu tanımlamanın kavramsal olarak yanlış olduğunu düşünüyorum şimdi. Oysa önümüzdeki süreci kavramsal olarak “restorasyon süreci” olarak tanımlamanın daha doğru ve objektif olacağı kanısındayım. Kavramsal olarak doğru tanımlanmayan her sosyal-siyasal olgunun hipotezleri de doğru olamaz ve oluşturulamaz.
Bilim, doğruları araştırıyor ise, Sosyal bilimciler de, kurdukları teorilerinin mükemmel olmadığını ve yeniden düşünsel-kuramsal önermeler yapabilen ve endoktoryal olmak durumundadırlar. Bir diğer boyut da üretilen fikirler bilimsel olsa bile asıl sorulması gereken soru, temel kriter insanlığın etik değerlerine uygun olup olmadığıdır sorusuna verilen cevaplarla çok ilişkilidir. Bilimin temel amacı geleceğe dair öngörülerde bulunmak, spesifik düzlemde teoremler kurgulamak, hipotezler önermektir bu da ancak günümüzü anlamak-anlamlandırmak ile mümkündür. Genel olarak toplumsal davranışları değiştirmeyen bilginin hiçbir fonksiyonel değeri de yoktur. Ufkumuzu ve vizyonumuzu genişleterek, yeni ve bilinmeyen gelecek hayallerini kurmak, yeni bilinmeyen gelecekler yaratmaktır. Edgar. A. Poe’yi hatırlamak yerinde olacaktır, “Dünyanın gördüğü her büyük başarı, önce bir hayaldi”
Bizim toplumun en temel sorunu Siyaset Felsefesindeki deformasyon, çürüme ve yozlaşmadır. Bizde siyaset, felsefik olarak toplumdan uzaklaşarak bir tarikata dönüşmüştür.
Biz Dersimlilerin tarih bilinci, geçmişi tekrarlama üzerine kurulmuş, bilinç yanılgısından kaynaklı olarak, geleceğe dair perspektif konusunda bakar körlük yaşamaktayız. Oysa tarih bilinci, geçmişi tekrarlamak üzerine kurmak değil, aksine geçmişten kendimizi kurtarmak için bir bilinçtir.
Her toplumun olduğu gibi Dersim toplumunun da, bir kolektif hafızası, bilinci, davranışsal kalıpları ve travmaları vardır. Gelecek kurgusu da bu patoloji üzerinden şekillenir. Kendi siyasal tarihimizi, sorgulamadan ve gerçek anlamda bir hesaplaşma yaşanmadıkça, gelecekte bu sakat patolojinin bir “politik psişesi” ve kendisini sürekli üreterek devam edecektir. Politikadaki argümanlarımız da bu sakat patolojinin tekrarı ve “ideoloji” nin inşası seklinde boynumuzu sıkan bir kement gibi, entelektüel gelişimin, fikir üretiminin önündeki engeller olarak duracaktır. Gerçek durumu, klasik olarak tanımlanmış politik ve sosyal terminoloji ile şematize ederek, bugünki durumu paralize ederek “anlama”yı kesinlikle zorlaştırmaktadır. “Şimdinin anlaşılmaması kaçınılmaz bir şekilde geçmiş hakkındaki cehalleten kaynaklanmaktadır” diyor Marc Blach.
Şavaş sonuçları son derece ağır ve muaazzam bir bataklık, ayrıca telafisi belki de mümkün olmayan, insan, adalet, bilinç, ahlak, kültür kaybı demektir. Ayrıca ekonomik ve sosyal kalıcı tahribatlar yaratacağını bilmekte yarar vardır. Bu durumun sosyopsikolojik nedenselliğinin nosyografik bakımdan analizi yapılmadan, sosyal bilimler açısından da semptomolojik dengeleri kurmak için kritisizme ihtiyaç duyacağımız, bir sosyal komplikasyon ile karşı karşıyayız.
Fizikçi Max Planck’ ın dediği gibi “bilim cenazeden cenazeye ilerler.” toplumsal değişimde de bu kural geçerlidir. Yeni teoriler gelişmeden de toplumun köhnemiş düşünce mekanizmaları da değişmeyecektir.
Bizim toplumun en temel sorunu Siyaset Felsefesindeki deformasyon, çürüme ve yozlaşmadır. Bizde siyaset, felsefik olarak toplumdan uzaklaşarak bir tarikata dönüşmüştür. İngiliz düşünür ve filozof, Jeremy Bentham’a göre insanın siyasetin eyleminin nedenini ve en yüce değerin “çoğunluğun mutluluğu” olduğunu söylemektedir, Benthamın halefi John Stuart Mill ise bir adım daha ileri giderek mutluluğu “acının yokluğu” olarak anlaşılması gerektiğine vurgu yaparak tanımlar. Michel Foucault`a göre de siyaset felsefesi “Gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği sığınabileceği tek ev, çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir” Coğrafyamızda bir dogmaya dönüşen siyaset felsefesi, aklın üretim(sizliğini) paradigmik dogma halinden kurtarma, toplumcu düşünce felsefesi ile yeniden bağını kurmak, toplumsal ve siyasal sorunlara “eleştirel teori” ile şekillendirmek, yeni bir yol bulmamız için yegane yöntemdir. Marcuse’ nin işaret ettiği hali ile “siyasal kültür endüstrisi”nin ürettiği tek tip düşünmeden kurtulup, postmodernizmin yapısal sorunlarına belki de kafa yormaya başlayacağız. Bütün bu durumda alternatifler yaratmak mümkündür. Ancak geleneksel temel düşünsel dayanakların ve sistemin genel eleştirisi üzerinde şekillenecek yeni perspektifler ve kavramlara ihtiyaç vardır. Halen dünyanın “düşüncenin ilk ortaya çıkış formu”(Adorno)şeklinde döndüğüne inanan çok sayıda insanın olması şaşırtıcı değil midir?
Bir fikrin, teorinin doğruluğu veya yeni olması toplumda hemen karşılık bulacağı, rahat kabulleneceği anlamına gelmez, aynı zamanda doğru bir yöntemle anlatılması da teorinin kendisi kadar önemli bir konudur. Tarihsel süreç içerisinde oluşan katı fikirsel kalıplar her zaman, entelektüel gelişime, toplumsal bilinç sıçramalarına karşı birer bariyer görevi görmüşlerdir. Savundukları, inandıkları fikrin sonuçları nedeni ile hayal kırıklıkları toplumu enkaz altında kalmış gibi bir duygusal anafora sokmuşsa durum daha da kaotik ve karmaşıktır. Bu durum bazen büyük bedellere karşılık düşebilir.
Dersim toplumun bugünki durumunu açıklamak o kadar zor ki hangi olguları hangi olgularla bağlayacağımızı, kesişim noktalarını nasıl kuracağımızı bilmiyor olmaktan dolayı, gerçekten zorlanacağımız bir durumdur. Toplum analizinde de sosyal bilimlerin bütün alanları arasındaki ilişki ve geçişgenliği kullanmak, rasyonel bir denklem kurmak zorundayız,
İnsanlar bilinmeyenden korktukları için değişime açık değildirler. Yeni fikirlerin topluma taşınacağı da bir yöntem sorunu olarak, sosyal bir dönüşüm süreci olarak kurgulanan bir şey olduğunu, kitle kültür endüstrisinin manipülasyonuna açık hale geldiği gerçeğinden hareketle doğruların her zaman kabul göremeyeceğini bilmek gerekir. Spinoza bu durum için şunu söyler, “Bir fikrin doğru ve geçerli olması yetmez, fikrin gücü doğru bir yöntemle anlatılmasıdır”
Bizim cehpemizden de sorunlar yok mu? Yeni bir fikri savunanlar, aynı zamanda yeni bir davranış formu, yeni bir tarza ihtiyaç olduğu bilincinin evrimsel dönüşümünü tamamlamış mı? Oysa yeni bir fikir her boyutu ile değişimdir. Zihinsel, normatif ve entelektüel değişimin yapısal doğal sonuçları olarak fikir yeni tarz ve jargon eski olamaz. ”Yeni hedefler, yeni yöntemler gerektirir” Pyotr Kropotkin’in işaret ettiği gibi.
Ayrıca yeni bir fikirteori yeni bir dil kurmanıza niteliksel strüktürel yapısalsöküm değişimine de ihtiyaç duyar. Bu durum düşünsel evrimin başlangıç parametresidir. Ama günümüzün kronik problemi, entelektüel ve zihinsel kirliliğin yarattığı deformasyondan kaynaklı olarak, siyasetin dili, “sokağın dil”i kavramları ile doludur ve popilisttir. Entelektüel üretim ve tartışma çıtasının düştüğü bir coğrafyada, bilgi ve analizle yoğrulmuş teoriler üretmek hem riskli hem de anlaşılması uzun bir süreç alabilir ve entelektüel olarak, kavramların yarattığı kaosun enkazı altında kalmış gibiyiz.
İnsanlık, büyük emek ve mücadele ile ürettiği bütün iyi değerler her geçen gün daha da dejenere edilmektedir. Adeta kuralsızlık herkesin kanıksadığı bir çürüme sürecine hızla ilerliyoruz veya “R-Kompleks“ini yaşıyoruz gibiyiz. (R-Kompleks, sosyalpiskoloji de “sürüngen beyin bölgesi“ olarak da tanımlanan, kitlelerin ilkel içgüdüleri aktive ederek mantıklı düşünmesini baskılamak olarak tanımlanır. Alman Faşizmi üzerine Frankfurt Okulunun yaptığı çalışmalardan sonra düşünsel manipülasyonun sistematik olarak medya aygıtları ile yapılmasından sonra toplumların mantıklı davranış göstermeyeceği tezini oluşturdular. Max Horkheimer bunu “kitlesel akıl tutulması” olarak tanımlar.)
Yeniden şekillenen bu düzensizlik, ahlaksal çöküşüne, retoriksizliğine karşı düzenin ezberlerini bozacak ne entelektüel bir direnç ne de siyasal bir hareket henüz yoktur. Bütün dünyayı derin bir çürümeye doğru sürükleyen, yanılgılar-yalanlar zincirini içselleştirerek-kanıksayarak toplumsal moral değerleri “organik yalancılık”(Max Scheler) ile inşa edilmektedir. Bugün dünyanın üçte ikis, bu yalanı üreten otoriter, kültürsüz, maço ve saldırgan liderler yönetmektedir ve insanlığın tarih boyunca büyük emek ve mücadele ile ürettiği değerler büyük bir tehdit altındadır.
Dersimi bugünkü hali ile çok boyutlu, geometrik olarak “şekilsiz” bir cisime benzetebiliriz. Nasıl ki şekilsiz cisimlerle ilgili hesaplarda yüksek matematiğin birçok teoremi ve alanlarını (integral, tregrometri) kapsayan kompleks bir yöntemle doğru sonuçlar almak mümkündür. Descartes in deyimi ile “Hatalı şekiller üzerinde , doğru akıl yürütmek esastır” Bu teorem, geometride simetrik olamayan durumların temel mantığını oluşturan çözüm metodolojisini oluşturur. Pozitif bilimleri, Sosyal bilimlere uyarlayarak bazı sonuçların alınması, ya da “işin matematigi“ diye de söylenen, toplum mühendisliği kavramını vulgarize etmeden, dengeli ilişki-denklemparalizasiyonu kurmak gerklidir. (Dünyanın en ünlü matematik kuramcısı John Nash, Bilgi Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada şu ünlü cümleyi kurmuştur. “İyi matematik bilmeyen toplumlarda adelet yoktur” Dersim toplumun bugünki durumunu açıklamak o kadar zor ki hangi olguları hangi olgularla bağlayacağımızı, kesişim noktalarını nasıl kuracağımızı bilmiyor olmaktan dolayı, gerçekten zorlanacağımız bir durumdur. Toplum analizinde de sosyal bilimlerin bütün alanları arasındaki ilişki ve geçişgenliği kullanmak, rasyonel bir denklem kurmak zorundayız, teorik önermelerimizi ve toplumsal sorunları eleştirel teorinin verilerine dayandırmalıyız ancak bu yöntemle şekillendirebiliriz. “Eger gerçek diye bir kavram varsa, son derece komplekstir ve bir bütün oluşturacak şekilde kavranması imkansızdır” Bu konudaJacques Lacan`nin ünlü teorik çıkarsaması bizi düşündürmelidir.
Bütün dünyayı etkisi altına alan, çağın en hızlı kitleselleşen büyük hastalığı, çekilmez meşurluk arzusu, “histeriye” dönüşmüş popilizm, insanlığın bu pop-kültür haline “Meşhuriyet Çağı” da denilebilinir. Andy Warhol’a babanın ceddine rahmet dedirtecek şekilde, görsel kitle kültürünün anaforuna, illüzyonuna, narkotik etkisine kaptırmışız ki, hepimiz, kızgın yağın olduğu tavaya düşmek için can atan damlalar haline geliyoruz. İngiltere’ de 2002 de milen-yumun en parlak zekasına sahip çocuk diye açıklanan on yaşındaki Laura Hibbert, büyüdüğünde ne olmak istiyorsun sorusuna verdiği cevabı “meşhur” olmak istiyorum. Dünyanın içine girdiği bu yeni girdapdan bizim Çemişgezek li TEOG Türkiye birincisi olan ve astro-fizik uzmanı olmak isteyen Berdan Teloğlu’ nun henüz sanırsam haberi yok.
Modernitenin yarattığı bütün bu gerginlik ve karmaşa, günlük yaşamımızda her tür riski göze almamızı, bizim daha fazlasını istememizi her koşulda özendiren ve binlerce yıldır oluşan değerler-normlar deforme olmaktadır. “Sebepleri” ve “sonuçları” açıklamak için karmaşık ve sınırları zor çizilen bir fenomen olarak “Küreselleşme” kavramı günümüzde meydana gelen bütün siyasal, sosyal iktisadi kültürel ve uluslararası düzeydeki gelişmeleri açıklamak-tanımlamak için temel referans olarak kullanılmaktadır. Bu süreç şekilsiz, renksiz, biçimsiz geri dönüşü imkansız gibi görünen yerküresini tehdit eden karanlık bir tünele doğru yol alıyoruz.
Dersim, yerkürenin “Dezavantajlı Guruplar“ toplumsal kümelerinden birini oluşturmaktadır ve yerel iktidarın her türlü saldırıları dışında, küreseleşmenin yarattığı yıkımın kurbanı olabilecek bir toplumdur. Yeraltı zenginliklerin talanını yapan, baraj yapımındaki finansal fonlar, doğal zenginliklerini gasp eden de küresel sermayenin tekeller oligarşisidir.
Dersim’ de dünyaya soldan bakan politizasyon Latin Amerika deneyimlerinden çok şey öğrenmesi gerekli olduğu bilinci ile “yerellleşme” ve evrensel değerler ile denklemini her boyutu ile kurarak “yeni toplumsal hareketler” teorik-fiziki dinamikleri üzerine ancak şekillenebilir. Sosyal, siyasal hareketleri de tarihsel evrimini açıklayan bir sosyopiskolojik teorem olarak “gittiğin noktadan daha ileriye gidemiyorsan en iyi yöntem başlangıç noktasınına tekrardan dönerek yeniden başlamaktır”
Siyaset ham aklın bilgi-bileşim faktörü ile efektif kullanılmasıdır. Her toplumsal değişimin, bir de karşı dirençleri olduğunu unutmamak gerekir. Sosyal dinamiklerin doğru analizi, çatışma kırılma noktaları, duyarlılıkları, uygulanılan politikalar yerel kültürel doku ve özgünlükleri normatif bir paralelelik göstermelidir. Solljenitsin Ruslar için “Tanrı Ruslar’a sadece akıl verdi, ama başka da bir şey vermedi” Durum onu gösteriyor ki biz Dersimlilere de sadece akıl verdi, ama “kullanmama” ve “biraraya gelmemek” şartı ile verdiği kesindir. 21.yy da bireyin rolü toplumsal gelişimde gittikçe azalmaktadır, kişinin girişimleri, yetenekleri değil, onun kolektif eylemi olarak hayatın seyrini değiştirecektir.
Tarih de bir araya gelen ve sonrasında dağılan deneyim olarak bilince çıkarılması gereken bir süreçtir, tekerrürden ibaret olması da tekrar eden “aptallığın sürekliliği”dir. (Burda aslında 1937 nin baharındaki Halvori aşiretler cemaatini anlatmak gerekiyor, konu çok uzun olduğundan yazmak mümkün değil) bugün içinde bulunduğumuz çalışmayı anlamayanlar (Dersim Kongresi). Y. Noah Harari‘nin dedigi gibi “Tarihin sadece teknoloji, siyaset ve toplumla degil, aynı zamanda düşüncelerimizi, korkularımızı ve rüyalarımızı şekilendirdiğini unuturuz” 1776 da iç savaşta on binlerce insanın öldüğü bir yerde, Thomas Jefferson ve arkadaşlarının Amerikan Bağımsızlık Bildirgesini yayınlamaları ile dünyanın kaderini son iki yüzeli yıldır nasıl değiştirdiklerini hiç bir zaman anlamayacaklardır.
Son on yılda asgari anlamda adalet duygusu olarak tanımlanan demokrasinin yerel yönetim boyutu ile Dersim’de hiç bir pratik uygulaması ve eylemi olmadı. Bizim toplumda yerel yönetim politikası tartışılmıyor, yapılan aslında bir tartışma da degil, “siyasal aptallaşma”nın bütün verilerini ve politik diskurun bütün absürtlüğünü bulmak mümkündür.
Devletin “sosyal-siyasal dışlanma”yı (Rene Lenoir) her alanda uyguladığı Dersim toplumu genel olarak da Aleviler sivil, siyasi, ekonomik, ve sosyal olarak ayrımcılığa uğrayan, vatandaşlık-yurttaşlık haklarından önemli oranda mahrum bırakılan, bir tür kolektif cezalandırma “açık ayrımcılık”uygulamasının dinamik süreçleri ile dezavantajlı toplumun bireyleri olarak hayata başlıyoruz.
Savaş baltalarının toprağa gömülmediği bir toplumda normal şeyler olmasını beklenemez. Doğru bir yön bulmak zaten mümkün de değil. Günümüzün sorunlarını, farklılıklarımızı çatışma ve ayrışmanın potansiyeli olarak kullanmaktan artık vazgeçmenin yakıcı bir döneminden geçtiğimiz bilinci ve birlikte çalışmanın zeminini oluşturmanın,
politik vizyonu, geleceğimizi şekillendirebilir. Bu toplumsal dinamiği göremeyen ya da anlamayan bir sürü “rant siyasetçisi” var ve bu çatışmadan rant devşirmeye çalışmaktadır. Otoriter dikta rejimlerinin kullandıkları en önemli kitle manipülasyon propaganda araçlarından biri “mağduriyet teorisi”dir. Bugün de Dersim’ de yapılan bu olmak ile birlikte, erk oluşturmak sürecinde kitleyi en kolay aldatmak için kullanılan enstrümanlardandır. Dersim ile ilgili bütün bu itirazın temel dinamiği son beş yüz yıllık hegemonya kurmak isteyenlere karşı gelişen siyasal-sosyolojik bilincin tarihsel aktarımın genetik kodlarında saklıdır. Otorite kurmak isteyenlerin anlaması gereken, itirazın toplumsal enerjisinin dinamiği “otonom olma refleksi“ bu bilinçtir ve kolektif adalet duygusunun harekete geçmesi halidir. Tarihleri bu suçun ceremesi ile dolu olan Dersimliler bugün “itaatsizlik” gibi ağır bir suçu bir daha işlemektedirler. Dersim toplumu aydınlanma ve “akıl çağı”na dogru bir evrim geçiriyor, bu durum bireysel planda da “servis dışı” kalmış mantığın tekrardan aktive edilmesi şeklinde işlemektedir. Dersimli Kürt milliyetçilerinin ortak refleksleri ve düşünsel davranışlarından “protez aklın” bütün semptomlarını hemen hemen görmek mümkündür ve fikir üretiminin “fabrikasyon” olduğu hemen görülebilir. Bu evrim hiç kuşkusuz “vesayet sistemi”ne karşı itiraz ile başlamaktadır. İmmanuel Kant bu aydınlanmayı şöyle tanımlamaktadır, “İnsanlığın kendi girdiği vesayetten kurtulması” yani anlamayanlar için Türkçesi ne şah ne de sultan takarım kültürü ve idam esnasında kendi sehpasını kendisi tekmeleyenlerin bir toplumu olan Dersim‘i hala tanımamış olmanın cehaletidir. Bu tartışmaların anlamsızlığını “iktidar zehirlemesi“nin yaratığı “suçun transferi”(Jung) olarak okumak gerekir.
Son on yılda asgari anlamda adalet duygusu olarak tanımlanan demokrasinin yerel yönetim boyutu ile Dersim’de hiç bir pratik uygulaması ve eylemi olmadı. Bizim toplumda yerel yönetim politikası tartışılmıyor, yapılan aslında bir tartışma da degil, “siyasal aptallaşma”nın bütün verilerini ve politik diskurun bütün absürtlüğünü bulmak mümkündür. Bu duruma, Dersimlilerin bu haline en çok da Frantz Fanon gülmektedir, bir daha haklı çıkmanın aragantlığı ile piskopapatolojideki bu kültürel çürümenin boyutunu bir kez daha görecek ve bu cümleleri bir daha tekrarlayacaktır mutlaka. “Kimsenin elleri temiz değil, hepimiz ellerimizi toprağımızın bataklıklarında ve beyinlerimizin korkunç boşluğunda kirletme sürecindeyiz…” Burdan çıkarılması gereken ders, anlaşılması gereken konu, şidddet görenlerin şiddet uygulamaya da eğilimli oldukları gerçeğidir. Karşıya benzediği, aynı yöntemleri kullandıkları bilinen bir olgudur. Zalim ile mazlum konumlarının geçişli ve birbirinin simetriği olduğu, bunu engelleyecek tek faktörün de öznel bilinçlenme ve demokrasi kültürünü içselleştirmektir. Bu yeni toplumsal hareketin dinamikleri, siyasal dip dalgası doğru okunmaz ise heba edilmiş bir son şans olarak tarihe geçecektir ve Dersim’de gelişen bu hareket bütün alevi hareketini kapsayan ve cendereden çıkmasını sağlayan bir dalgaya dönüşebilme imkanlarını kendisinde barındırmaktadır. Eğer Dersim’ deki bu bodrumkatın`da toplananlar “işçi sınıfı öncülüğü” ham hayali ile kendini kandırmazlar ise veya Mao`nun “kültür devrimi” deli gömleğini bir daha, zavallı Dersim’in başına bela etmezler ise…..
BİR SOSYAL POLİTİKA OLARAK YEREL YÖNETİM
Yerel yönetim politikasının en genel anlamı sosyalpolitika olarak tanımlanır. Latince socius ve poli kavramların birleştirilmesi ile bir disiplin haline gelen genel politikaların tümüdür ve yerel yönetimi de kapsamaktadır. Yerel yönetim, genel anlamı ile insanların refahına yönelik olarak aldığı kararlar ve sürdürdüğü uygulamaların bütünüdür. En genel anlamda insanın sağlığı eğitimi, ulaşımı, güvenliği, beslenmesi, korunması, barınması ve istihdamının sağlanması yerel yönetimin makro düzeyindeki vizyonu sosyal politika alanıdır. İç barış ve sosyal adalet dengesini de gözeten bir çerçeve oluşturmak toplumsal refahı sosyal sorunların kapsamı ile paralellik gösteren ekonomik politikaları da dengeleyen ve sosyal boyutunu her zaman gözeten etik ve toplumsal adalet değerlerin korunması, güçlenmesi için azami bir rol oynar.
Bir sosyal ve kültürel risk toplumsal gurubu olarak sorunlu ve yetersiz yaşam koşulları içinde negatif bir süreklilik ile demografik değişim yaşayan Dersim toplumu fizyolojik, pskolojik, sosyal, sağlık, ekonomik, siyasal ve kültürel açılardan çağdaş normlara yakın bir kamusal politikanın geliştirilmesi, yerel yönetimin temel bir görevidir. Bu politikalar ve uygulamalar bölgenin ve şehrin kimlik kültür dokusuna uygun olması gerekir. Bugün Dersim’de ihtiyaç olan bu politikaların oluşması için yerel yönetimlere bilimsel ve akademik düzeyde bilgi üreten bir “Sosyal Bilimler Akademisi”ne ihtiyaç vardır. Restorasyon da ancak bu regenaratif(onarıcı) politikalar ve uygulamaları geliştirmek ile ancak sağlanabilinir.. Bu regenaratif politikalar, ekonomik gelişim ile sosyal gelişim arasında paralellik sağlayan, bütünleştiren ve bölgesel düzeyde çevrenin korunması perspektifini esas alan, bölgenin ekonomik ve sosyal dinamiklerin sürdürebilir bir gelişim projeksiyonu ile mümkündür.. Bu politikalar fırsat eşitliği sağlayan, partizanca yönetim anlayışından arınmış, etkin ve adil bir yönetim anlayışı ile sivil toplumcu, diyaloğa açık mekanizmaları oluşturan bir model olmalıdır.
Yerel Yönetimin temel perspektifi, toplumda bireylerin karşılaşabileceği tüm sosyal olumsuzluklara-sorunlara karşı korunmalarını, öngören kamusal karar ve uygulamalara konu olan sosyal-toplumsal politikaları geliştirmektir. Toplumun yaşadığı sorunlar ile bu sorunları çözmek için uygulanan politikalar arasında doğru bir korelasyon sağlanmak durumundadır. Hebermas`ın konu ettigi, “Kamusallığın Yapısal Dönüşümü“ eserindeki hali ile, “Vatandaşlar arasında şeffaf, açık, ve akılcı tartışmaya dayalı olarak oluşturulan” diye tanımladığı, kamu yararı ve kamusal sorunların çözümüne ilişkin politikalar oluşturmak “ideolojik nosyonlar” ile değil, ancak özgürlükçü, eşitlikçi, eleştirel akılcı bilgiyi esas alan, çoğulcu katılımcı demokratik bir yerel yönetim için vazgeçilmez tek yöntemdir.
Sosyal politika oluşturulurken, toplumsal refahı artırmak için, ekonomik, sosyal ve siyasal tehlikelere karşı politikaların oluşumunda sivil toplum kurumları, üniversiteler, meslek örgütleri, sendikalar, çok önemli bir rol oynayabilirler.
Dersim de insan türüne tapmanın ideolojisini, yani “Hümanizm“i coğrafyamızda egemen kılabiliriz ve yeryüzünde bu “din”e inanan tek toplum olma şansımıza sıkıca sarılarak, biz de insanlık değerleri vadisi olabiliriz.
Yerel yönetimin kurumsal işlevi ve pratikleri konusunda bilgi birikimine sahip olmayan yöneticilerin iktidar eleştirisini tutarlı bir zemine oturtamazlar ve karşı direniş-direnç mekanizmaları da oluşturmazlar. Bu nedenle yerel yönetim sürecinde olan kişilerin, entelektüel ve yenilikçi politikalara açık olması ve demokratik katılımcı süreçlerini işleten kapasiteleri taşıması gereklidir. Dersim toplumunun tarihi hafızası, toplumsal karakteri, siyasal kimliği ve kültürel dokusunu hiç bilmeyen yerel yöneticilerin toplumsal sorunları çözmesi mümkün mü? Kentlerin de birer kimliklerinin olduğunu, bu kimlik oluşumun etnik yapı, kültürel ve tarihsel etmenlerden oluştuğunun bilinmesi, entelektüel olarak anlaşılması gereklidir. Kentin kültürünü sadece dikey yapılaşma(beton ve asfalt olarak anlayan bir sosyoloji) estetik ve otantik dokunun kaybolduğu rant eksenli bir yıkım ve çürüme egemen olmuştur Siyasetde sorunları çözerken, siyaseten bir algoritma kurmak durumundayız. Algoritma kurmadan sorunları çözmek bir sonuca varmak imkansızdır. Amaca varmak için kullanılan bir dizi sosyal-kültürel ve politik parametreleri görmek ve metodolejik adımlar atmak ve hesap yöntemleri geliştirmek durumundayız. Alışılmış uygulama ve politikalar dışında sorunlara kalıcı çözümler üreten bir yöntem ile toplumsal sorunlara yaklaşan bir politik anlayışda olmalıyız. Örneğin yoksul bireylere yardımı esas alan bir yaklaşımla değil, yoksulluğu ortadan kaldıracak kalıcı üretim model ve uygulamaları esas alan politikalar geliştirmek olmalıdır.
SONUÇ OLARAK
Dersim`i eşsiz olma, benzersiz olma(singularity) durumundaki bir yeryüzü fenomeni haline dönüştürebiliz. Silikon vadisi, nasıl bilimin, teknolojik gelişmenin ismi ise, Dersim de insan türüne tapmanın ideolojisini, yani “Hümanizm“i coğrafyamızda egemen kılabiliriz ve yeryüzünde bu “din”e inanan tek toplum olma şansımıza sıkıca sarılarak, biz de insanlık değerleri vadisi olabiliriz. İnsanlığın ortak değerleri kendisinde toplayan bir ada olmayı düşlemek bilim, sanat, politika ve felsefe alanlarında katkı sunmuş bütün insanların heykellerinin olduğu ve eserlerinin sergilendiği dünyanın en muhteşem açık hava müzesine dönüştürebiliriz. Ayrıca yeryüzünün baskı gören bütün ilerici insanların sığınacakları bir insanlık cenneti, sürgün edilen zorla göçertilen Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin ve Ezidilerin geriye döneceği huzurun ve kardeşliğin toprağı, tarihi kültürel renkliliğimizi yeniden kazanan bir Dersim yaratabiliriz. İnsanlığın ilerici değerlerinin yaşatıldığı evrensel bir “marka” olabiliriz.
Andaki zamanda ve yerinde kullanılmayan bir “doğru” şüphesiz ki daha sonraki bütün süreçlerde “yanlış” olarak kayıtlı kalacaktır. Dersim toplumunun içinde bulunduğu durum, bize kesinlikle doğruyu yapmayı zorunlu kılmaktadır, yoksa bütün gelecek tarihimizi belirleyecek bir yanlışın sonuçlarının yaratacağı felaketle uğraşmak zorunda kalabiliriz.
Bugün tam da eleştirel düşüncenin öncülerinden yapısökücü (dekonstrüksion), Jacques Derrida nın durduğu noktadayız, “Sistemi çözdüğünüzde ya teslim olursun, ya da direnir kendin olursun“ Bizden bir daha direnmemizi istiyorlar… Bizim tercihimiz direnmek olmalıdır ki, direnenlerin kazanmaları için bir şansı var ki direnmeyenlerin zaten hiç bir şansı yoktur. Ama bu sefer; “stratejik düşünme yöntemi” çerçevesinde “akılın-bilim yolu” ve “diplomasi” ile mümkündür. Antik Yunan düşünür Epikür der ki “Tanrılara inanmak zaman kaybıdır” ki biz Dersimlilerin doğru dürüst bir tanrımız da zaten yok. Bugün artık ”Komünist bir cennet” de şimdilik mümkün gibi görünmüyor ise…
Engels ile başladık, tabi ki son söz de onundur… Bizim de azalan yanımızı söylediği için…
“Her şeyin başı dürüstlüktür.” Engels
Okuyucuya Not: Geçen dönem yazdığım (Risk Toplumu ve Geçmişten Geleceğe Dersim) adlı makalede, Risk Toplumu kavramının kime ait olduğunu belirtmeyi bir ihmal olarak değerlendirmenizi… risk toplumu kavramını birçok sosyal bilimci (gramsci, giddens, pierson, beck) kullanmıştır. Ama bu kavramı sosyoloji alanına sokan Ulrich Beck dir…
Risk Toplumu ve Geçmişten Geleceğe Dersim
Selman Çiman
“Evrende en büyük ziyan, sorgulama yetenegini yitirmiş bir beyindir” (Einstein)
Konu başlığına bakıldığında, birçok sosyal-siyasal bilimleri ve disiplini kapsayan, karmaşık-kompilike bir durum olarak anlaşılabilinir. Oysa çok iddalı olmamak koşulu ile bugünün Dersimini anlamak, bütün bu konuları üstten bir bakış ile analiz etmek, geçişkenlik içeren, birçok konuyu birbiri ile ilişkilendirmek toplu bir fotoğrafı çıkarmak açısından gerekli gibi gürülmektedir.
Dersimliler, 1970’li yıllarda arkaplanda 37-38’de uğradıkları büyük vahşetin psikolojik motivasyonu ile çok hızlı bir şekilde politize oldular. Bir şekilde öç almak refleksi olarak da tanımlanacak bu süreç büyük bir yıkım ile sonuçlandı.
Meydanların kültürel-politik ve tarihsel hafızanın oluşmasında ciddi birer imge oluşturabilirler. Hatta bazen toplumların tarihin birim aşamasının da başlangıç noktaları olabilecekleri gibi, değişimin sembolleri; bazen de bir bütün olarak retoriksel söyleme anlamlar yükleyebileceğini görüyoruz. Yetmişli yıllarda Palavra Meydanı ile başlayan politik dinamizm kendine özgü bir tarz ve semboller yarattı. Erkeklerin bıyıklarını Marx’ın “M” si faullerini de Lenin’in “L” şeklinde kestiği, Amerikan parkasının politik olmanın kesin bir kanıtı olduğu; kadınların kot pantolon üzerine uzun çiçekli elbiseler giyindiği, yüksek sesle konuşmaların yapıldığı, herkesin koltuk altında tuğla kalınlığında düz renklerden kitaplar taşıdığı, “süreç-mekan sembolik hafızasını” ve “kültür kodlarını” oluşturmaktaydı.
Dersimliler, 1970’li yıllarda arkaplanda 37-38’de uğradıkları büyük vahşetin psikolojik motivasyonu ile çok hızlı bir şekilde politize oldular. Bir şekilde öç almak refleksi olarak da tanımlanacak bu süreç büyük bir yıkım ile sonuçlandı. Tarihsel kültürün bir mirası olan iç çatışmalar, cinayetler ve büyük trajedilerin de tekrarı oldu. Sonrasında, onbinlerce insanın büyük acılar çektiği büyük bir enkaz ve yıkım.
Bugün Dersim toplumunun kalbi başka bir meydanda, Seyit Rıza Meydanında atıyor. (meydanda bulunan Seyit Rıza heykeli kültürel-kimlik bilinci oluşmasında bir ortak sembolik anlam bile yaratamıyor, her birey farklı anlamlar yüklemektedir. Kimisi onun bir isyanın önderi, kimisi bir aşiretin lideri, kimisi bir direniş önderi, hatta bir devrimci önder olarak da görenler bile var) Bu meydanda bulunan erkelerin hipp-star tarzı sakalları, kadınların geleneksel şalvar giyindiği, yüz topografyasından kimlik tespiti yapan dört kamera tarafından izlenen ve herkesin sessiz konuştuğu, tedirgin, umutsuz, korkan ve kötü şeylerin her an olabileceği bir toplum haline gelmiş bulunmaktayız. (Öyle ki, erkeklerin, arpanın veya buğdayın hangi mevsim de ekildiğini; kadınların ise yoğurt mayalamayı bilmediği bir kuşak).
Sistemin yeni rantçıları, dışında herkesin göç etmek üzerine kaldığı; etno-coğrafik kimlik dinamikleri dağılmış, kültürel değerleri silikleşmiş, hiç kimsenin kalıcı bir şeyler yapmadığı bir coğrafya. Diasporadan gidenlerin onları anlamadığı ya da anlatamadığı, onların da diasporadan gelenleri anlamadığı; bir kaç hafta yaşadıktan sonra, insana boğulma hissi veren ve hızla insansızlaşan ve her yerinden acı akan bir coğrafıya. (Göç, gidenlerin kurtulduğu, rahat bir hayat sürdükleri, hiçbir sorun yaşamadıkları mitosu üzerine kurulan bir fenomen. Bu düşünsel yanılgı ve yanılsama göçün hızlanmasını tetiklemektedir ve süreklileşmesini sağlamaktadır.)
Bu değişim sadece mekansal bir değişim ve taşınma değil, aynı zamanda kültürel, sosyolojik bir değişimi de beraberinde getirmiştir. Değişmeyen tek bir şey varki o da “şiddet”in sürekliliği ve bunun yaratığı toplumsal çöküntü-çürüme. Bu durumu “anlamak” ve “anlamdırmak” bugünün en temel sorunu ya da sorusudur. Kimsenin kimseyi anlamadığı, ortak bir hafızası olmayan, epistomolojik olarak aynı dili konuşmadığı, en genel kavramlara bile aynı anlamlar yüklemediğimiz, düşünsel olarak parçalanmış, mantık bütünlüğü dağılmış, idealleri konusunda bütünsellikleri olmayan, değer-norm çatışması yaşayan kaotik bir toplum haline gelmiş bulunmaktayız. Adeta Dostoyevski‘nin Budala’sı döneminin bütün kişilik karakteristik özellikerini taşıyan insan tipi ve devrine dönmüş bir durumadayız. Onun deyimiyle “Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı, duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak istiyen bir kuşağın devridir.”
Babaların gençliğinde savunduğu ve bugün çocuklarının gittigi yolun yanlış ve tehlikeli olduğunu, büyük bir çaresizlikle anlatmaya çalıştığı dehşet acılara tanıklık etmiş, yeryüzünün bu “özel” coğrafıyası elimizden kayıp gidiyor. Politik aktörlerin dağlarda onar-onbeşer halinde cesetleri insansız hava araçlarından atılan füzelerle paramparça edilmiş her biri “zeka küpü” (dünyada doğan her yüz çocuktan altısı süper zeki olarak doğmaktadır, bu oran Türkiyede yüzde üç, Dersim’de ciddi bir araştırma ile yüzde ona yakın bir rakamdır) bu genç-çocukların cenazelerinde, boyun damarları çatlarcasına Hamas şefleri gibi bağıran, “şehit-şaahadet“ (bu iki kavram da Dersim kültür geleneği kolleksiyonunda olmayan kavramlar. İslamik-faşizmin katilleri motive etmek için cennet motivasiyon kavramlarıdır) kavramlarının bolca dağıtıldığı, dağ yerine neden üniversitelere gitmediklerini sorgulamayan bu ortamda bu “katran” sürekli kaynamaktadır-kaynatılmaktadır. Bu “katranı sürekli kaynatarak sonuçta şeker elde edeceğini” düşünenlerin akıl tutulması yaşıyor olmalarıyla karşı karşıyayız. Oysa dünyanın gittiği yönü anlamak hiç de zor bir durum değil, endüstüride 5-0 tasarlanırken, iletişimde inovasiyon teknolojisinin vardığı boyut, siyaset ve felsefede post-modernizmi tartışırken, demokraside yerel-direk yönetimi öngörürken, biz ise nohut-fasulye ekmenin ne kadar önemli bir şey olduğunu birbirimize anlatıyoruz.
Dünyada yaklaşık ikiyüz yıllık siyasi yönetim biçimi olan “özerklik” kavramının başına “demokratik” geçirilmiş hali ile ne kadar önemli bir teori olduğunu söyler dururuz. Ama dünya kültür mirası, insanlığın ortak malı, yeryüzünde az kalan temiz su kaynağı, ruhsal dünyamızda da manevi değeri olan, Munzur Nehri’nin kaynağının hemen yanında olan Ovacık’ın kanalizasiyonu neden akmaktadır, sorusunu soramıyoruz kendimize.
Bütün bunlarla birlikte, etki yaratmak ve toplumsal dönüşümün kesinlikle birincil yolu düşünsel paradiğma eleştirisi, kalıp ezberlerden kurtulmak en önemlisi de aklın özgürleşmesinin dinamiğini oluşturmak ve buradan çıkacak aydınlanmadır. Bakınız aydınlanma konusunda, Alman felsefesinin kurucularından, Immanuel Kant’ın iki asır önce söylediğine tekrardan gitmek gerekiyor: “Aydınlanma, kişinin kendi aklını kullanmaya cesaret etmesidir.”
Ortaya çıkan küresel çatışmanın yaratığı risk haritasının ve hayatımızın her alanını etkisi altına almış çatışma dinamiklerinin tam ortasında olmamız nedeniyle, doğru sorular soran ve nedensel hipotezlerini düşüncenin spekulatif gücünün ancak bir ampirizm dahilinde, nesnel durumla “gerçeklikle” ilişkilendiren bir bakış açısına ihtiyaç olduğu bir dönemden geçiyoruz.
Günümüz dünyasında “bilgi” yeni bir siyasi anlam yaratıyor. Bununla bağlantılı olarak risk toplumunun siyasi potansiyelini ve gücünü, toplumun karşı karşıya olduğu riskler hakkındaki bilginin kökeni ile çok ilişkilidir. Yani yaşanan toplumsal felaketin siyasi potansiyelini görerek, doğru bir makro eylem planı, “yerelleşme” (local politics), “yenilenme” (policy renaissance) ve siyasetin rasyonalleşmesi gerekmektedir. Yerelleşme siyasetinin global boyutunu, önemini anlamayanlar “mikro miliyetçilik” gibi negatif bir kavramın arkasına saklanmaktadırlar. Oysa bugünün dünyasında, evrensel değerlere ve projeksiyona sahip olmayanlar, yerel değerleri de üretemez ve yerel değerleri koruyamazlar.
Ortaya çıkan küresel çatışmanın yaratığı risk haritasının ve hayatımızın her alanını etkisi altına almış çatışma dinamiklerinin tam ortasında olmamız nedeniyle, doğru sorular soran ve nedensel hipotezlerini düşüncenin spekulatif gücünün ancak bir ampirizm dahilinde, nesnel durumla “gerçeklikle” ilişkilendiren bir bakış açısına ihtiyaç olduğu bir dönemden geçiyoruz.
Siyaset, demagoji ve anlamsız hayallerin savunusu veya eylemi kesinlikle değildir. Aksine hayatı analitik çerçevede kıyaslamak aklını esas alır ve dürüstlük gerektirir. Siyaset toplumsal sorunların çözümü ve hayat kalitesini her açıdan arttırmak için yapılan bilinçli “nesnel karşılığı” olan bir eylemdir.
Dersim toplumu olarak son elli yıldır, “travmatik süreklilik” gibi psikopatolojik bir toplumsal fenomenle karşı karşıyadır. Buna Dersim 37-38 Soykırımı’nın genetik mutasyon yolu ile aktarılmış soykırım travmasının etkilerini de eklersek durumun ne kadar komplike ve karmaşık olduğunu anlamış oluruz. (New York’daki Mount Sinai hastahanesinden Prof. Rachel Yehuda başkanlığında ki ekibi, Nazi döneminde soykırıma tanıklık etmiş Yahudiler üzerinde yaptığı çalışmada tarvmanın genetik aktarımla yapıldığını tespit ettiler.-bbc news)
Bu ağır kaotik şartlar Dersim’i, çoğunlukla ütopyaları nesnel olarak değişmiş, birçok negatif imgelerle şekilenmiş gelecek perspektifsizliği, sosyal hayatın rasyonaliziminden uzaklaşarak “kriz toplumu” haline gelmiştir.
“Savaş bunalımı” bütün toplumu adeta çürümenin eşiğine getirmiş, savaştan kaynaklı nevrotik durum üniter bir sendrom olarak sürekli tetiklenmekte, bir bütün olarak doğal gelişim rezonanslarını felç etmiş, realitesini ve kültürel normlarını kaybetmiş, adeta “Posttravmatik stres bozukluğu” sendromunun ciddi septomlarını taşıyan bir toplum haline gelmiş bulunmaktayız. (Posttravmatik stres bozukluğu-savaş, kaza, tecavüz, katliam ve feci şekilde ölüme tanıklık gibi durumlar sonrası travma yaratan bir olayın yaşanmasında, kişilerde bu gibi olaydan uzun zaman geçtikten sonra kalıcı bir travmatik sendromlar yaşaması durumudur. 1970’lerde ABD’de Viyetnam Savaşı’ndan dönen askerlerde savaşta karşılaştıkları sinir bozucu olayların tekrar yaşandığı, olayları hatırlatan durumlardan şiddetle kaçınma, uyumakta zorlanma, arkadaş ve aile ilişkilerinde sorunlar yaşama, dikkat dağınıklığı ve öfkelenme egilimi gösterdikleri, olayı hatırlatan durumdan kaçınmaya yol açan aşırı uyarlanmışlık, kaygı ve kolayca irkilmeyi içermektedir. Psikiyatri disiplini, mental bir anksiyete bozukluğu olarak tanımlamaktadır.)
Bu patolojik durumun daha önemli bir noktası da, sadece “savaş-şok”larının toplumdaki çok boyutlu etkilerinin ürettiği ve savaş yükü ile bağlantılı etiyolojik faktörlerin görüldüğünden çok daha karmaşık olmasıdır. Uzun süreli şavaşın ürettiği dehşet, kaygı ve öfke, ayrıca fiili olaylara tekabül eden temsiller, toplumun bütün bireylerinde analitik algının dağılmasına, toplumsal olarak ruhsal çöküntüye yol açmıştır. Bu durum bireylerde utanma ve mahçubiyet duygusunun yıpranmasına, hiç farkında olmadan, sosyal-adalet duygusunun da yitirmesine neden olmaktadır.
Bu ağır kaotik şartlar Dersim’i, çoğunlukla ütopyaları nesnel olarak değişmiş, birçok negatif imgelerle şekilenmiş gelecek perspektifsizliği, sosyal hayatın rasyonaliziminden uzaklaşarak “kriz toplumu” haline gelmiştir. Bir toplum rasyonalitesini nasıl kaybeder ve bu durum nasıl sonuçlar doğurur? Bu durum intikam duygusunu sürekli doğuran bir toplum olarak kini ve şiddetti politize ederek, şiddetin günlük hayata girmesinin normalleşmesi algısının yerleşmesine ve kalıcılaşmasını sağlar. Ayrıca bur durum, farklı formlarda, sürekli yeni araçlarla kendisini ürettirerek pratik “şiddet kültürü”nün yaygınlaşmasına bir sosyo-patolojiye dönüşmesine yol açmaktadır.
Şiddet ve şiddetten sakınmak da toplumsal olarak öğrenilen bir şeydir. Bu kadar şiddetle yoğrulmuş bir ortamada, kişi hiç farkında olmadan sosyal problemlerini şiddetle çözebileceğini öğreniyor. Bu “öğrenmeyi” kırmak ve normaleşmesini sağlamak için çok zor ve uzun eğitim-rehabilite süreçleri gereklidir. Hatta bu durumlar için insan üstü bir çaba da gerekebilir. Yetersizlik, başarısızlık, değersizlik duygusu toplumda inanılmaz boyutlarda yer etmiş ve bununla başa çıkmak için çoğunlukla bireysel planda “tükenmişlik sendromu”nun etkisiyle tam tersini yapmaya çalışıyoruz.
Moderleşme, şiddetin ve savaşın yaratığı zorunlu göçün ve savaşın bütün toplumu çürüttüğü gibi, kültürel normları dejenere ettiği; kişilikli insan yetişmesinin bütün zeminini de yok etmektedir. Özgür bireylerde kişilik gelişir, baskı altındaki bireyler, doğru bildiği gibi değil, kendisinden istendiği gibi davranmak zorurda kalır. Uzun süreli savaşlarda, yeni yetişen jenerasyonda bu davranış ve kültürel kalıplar itrazsız ve normalmiş gibi kabul edilir. Savaşan güçlerin fiili, fiziki baskısı ve uyguladıkları “duygusal şiddetin” etkisi ile nasıl kişilikli davranabilir ki insan. Çok doğaldır ki, bireyler kişilik parçalanması yaşayacaktır. Esasında bu durum toplumun bir bütün olarak realite kaybı yaşamasına ve “sosyal şizofreni”ye sürüklenmesine yol açmıştır.
Dersim, kendisine benzeyen, kendi kültürel kodları ile dünyada hetrodoksi denilebilenecek ve “Dünya Kültür Mirası“nın her boyutu ile korumaya alacağı uluslarası ve insanlığın ortak kültürel mirası olarak kabul edileceği bir topluluktur. Dersim, bu koruma kriterlerini fazlası ile taşımaktadır. Dersim toplumunun içinde bulunduğu objektif durumu, herşeyi ile tehdit altında olan bir “Risk Toplumu” olarak tanımlamak gerekir.
Kanıksanan ve içselleştirilen bu durum, genel anlamda sosyolojik ve psikolojik düzlemde davranışsal bozukluk, norm dejenarasyonu, ahlaki çöküntü ve süreç içerisinde kültürel kodları yaratan referans çerçevesinin kırılmasına, silikleşmesine yol açar. Patolojik bir eylemsellik olarak şiddet ve şiddetin üretimi, çoğunlukla uygulayan ve mağdurlar arasında bir süre sonra asimetrik bir güç ve otorite ilişkisi oluşmaya başlar. Örgütlü Bir şiddet aygıtı olarak devletin, potansiyel olarak yok edilmesi gereken bir toplum olarak gördüğü Dersim toplumu, giderek devlete tersten benzeyen siyasal örgütlerin şiddeti de eklenince bu noktaya geldi.
Şayet normalizasyon koşulları tekrardan sağlanamazsa, toplum ya çökecek veya anormalleşmeyi büyütecek ölümcül bir tercih ile karşı karşıya kalacaktır. Eğer yeniden rasyonalite kazanma seçenekleri dışarda bırakılırsa toplum, geçmişte yaşadıklarından dolayı geleceği düşünme enerjisini tüketmiş, sürekli krizler yaşayan bir topluma dönüşmüş, sürekli tekrarlanan döngüsel bir anafora sürüklenecektir.
Dersim, kendisine benzeyen, kendi kültürel kodları ile dünyada hetrodoksi denilebilenecek ve “Dünya Kültür Mirası“nın her boyutu ile korumaya alacağı uluslarası ve insanlığın ortak kültürel mirası olarak kabul edileceği bir topluluktur. Dersim, bu koruma kriterlerini fazlası ile taşımaktadır. Dersim toplumunun içinde bulunduğu objektif durumu, herşeyi ile tehdit altında olan bir “Risk Toplumu” olarak tanımlamak gerekir.
Risk Toplumu aynı zamanda bir normatif özeleştiri toplumu olmalıdır ki riskleri ve toplumu tehdit eden potansiyelleri anlama konusunda nesnel sonuçları algılanabilsin ve karşı koymanın fiziksel dinamiklerini oluşturmanın nesnel zemini yaratabilsin.
Risk toplumunun kurtuluşu için politik epistomolojinin parametreleri olarak gerçek bir siyasi hareket ve aydınların yaratacağı güven hareketidir. Bütün bu riskleri toplumsal bakımdan tanıma, önleyici konseptlerin bilimsel bilgi ve siyasi eylemi ile arasındaki diyalektik bir denklem kurulursa, toplum sosyal-politik önleyici eylemi ile risk süreçlerinden çıkarılabilinir.
Dersim toplumun bir bütün olarak etno-kültürel, etno-politik, etno-demoğrafik ve etno-coğrafik yapısını tehdit eden birçok veri tabiki sunulabilinir.
Konu uzayacağından ben sadece bunun bir boyutu olan etno-coğrafik risklerin büyüklügünü görmek açısından coğrafyamızda yaşam alanlarının nasıl ortadan kaldırıldığının ve etnik yoğunluğumuzun tahrip edildiğinin; kültürel dokunun ortadan kaldırıldığının kanıtı niteliğindeki barajlar örneğini belirtmekle yetineyim.
“Munzur havzasına 4 baraj ve 5 HES projesi planlanmış, 1985’de yapılan Mercan HES kaçak olarak yapılmış. Peri suyu üzerinde 3 baraj kaçak ve hukuksuz yapılmış. Çemizgezek Tağar suyu üzerine HES projesi, 1967’de planlanan Gökçek Köyü İnderesi HES projesi. Pertek-Singeç 2 HES projesi-Çobanyünak-. Dinar deresi HES, Uzunçayır barajı, Pülümür vadisi1-2 Regülatörü ve HES projeleri, Hakis deresi HES projesi. Haskar deresi HES projesi. Kutuderesi HES projesi ve Derman HES projesi, Karasu üzerinde Sansa ve Armağan HES projeleri, ayrıca 3 baraj, Pülümür-Abdalan HES projesi, Kiği-Yedisu 6 HES pojesi (3’ü yapılmış durumda), Tercan’da 2 HES projesi, Elbistan’da 1 HES projesi. 145 maden çıkarma projesi bulunmaktadır ve bu projelerin taahhütname ve sözleşmeleri yapılmıştır. Bu projelerin en büyük ve yıkıcı olan ilk 3’ünü sıralarsak;
- 43 bin hektarlık alanı kapsayan Merkez-Geyiksu dan başlayıp Munzur vadisine paralel ve güneyde Yılan dağı olmak üzere Munzur gözelerine kadar ki bölge Altın Madeni çıkarılmak için Çalık Holding lisans ve sözleşmeler yapılmıştır. Bu projenin ölümcül etki alanı yaklaşık 250 kilemetrekaredir.
- Mercan dağlarında krom çıkarılması-işletilmesi.
- Pertek-Vaskürt (Çakırözü) Mermer çıkarma alanı.”
(Kaynak: Dersim Barosu ve Sanayi ve Ticaret Odası)
Risk toplumunun kurtuluşu için politik epistomolojinin parametreleri olarak gerçek bir siyasi hareket ve aydınların yaratacağı güven hareketidir. Bütün bu riskleri toplumsal bakımdan tanıma, önleyici konseptlerin bilimsel bilgi ve siyasi eylemi ile arasındaki diyalektik bir denklem kurulursa, toplum sosyal-politik önleyici eylemi ile risk süreçlerinden çıkarılabilinir. Rasyonal bir siyasetin, öngörüleri ve sonuçları analitik bir mantık çerçevesinde açıklayamayan her politik hareket, çözümler de üretemez. Ayrıca bizim coğrafyamızda bu hareketler fiilen miadını doldurmuş, sorunun birer parçaları haline gelmişlerdir.
Soruların nasıl sorulduğu, nedensel hipotezlerin nasıl oluştuğu, bizi doğru bir çözüme götürecek tek yol olarak duruyor. Suriye’deki şavaşla birlikte devlet ve iktidar erki sürekli ve sistemetik olarak “alevi fobisi” propagandası ile Alevileri bir bütün olarak kamusal alanın dışına çıkardı. Alevilere karşı yapılacak bir “soykırım”ın fiziki-piskolojik arkaplanını ve motivasiyonunu oluşturmuş durumdadır. (1915 öncesinde, Ermeni aydınları büyük bir yanılgı yaşadılar. Bu yanılgı ve öngörüsüzlük büyük bir felaketle sonuçlanıdı. Oysa önleyici mekanizmalar geliştirebilirlerdi.)
Türk Devletindeki niteliksel-yapısal değişiklikten sonra, Alevi toplumu potansiyel ve içdüşman kateğorisine alındı ve İran’nın nüfus alanı olarak tanımlandı; bölgesel çatışmanın temel ekseni olarak da böyle şekillendi.
Soğuk savaşın kilit ülkesi Türkiye’de dört ana sorunlu alan olarak tanımlanan, Karadenizdeki Laz etnik yapısı, Hatay’daki Arap-Alevi stoku, Kürt etnik nüfusu ve coğrafyası ve Alevilerin yoğun yaşadığı coğrafya (Hatay’dan başlayıp Varto’da son bulan Alevi yayı).
Devlet açısından bu asimetrik savaş stratejinin birçok parametresi ve boyutları kesinlikle vardır ve normal durumda yapamayacağı birçok politik hedefi, bu savaşı gerekçe göstererek, devlet terörünü meşrulaştırarak, yerel ve uluslararası tepkileri-itrazları tolere etmektedir.
Karadeniz de 1980lerde başlayan ve derin-devletin planlı milliyetçi hareketi güçlendirme, Hatay da sistematik şekilde sürdürülen ve demografik yapıyı bozmak için nüfus transferleri, yabancı ülkelerden gelenlerin zorunlu iskanı ile etnik yapısı değiştirildi. Asıl sorun ise Kürt sorunu ve Alevi sorunudur. Hem iç içe geçen hem de ayrı yanları olan, fizikte ki birleşik kaplardaki ilişki gibi tanımlanacak bir durum gibi. Devletin en büyük korkusu, bu iki güçlü muhalefetin potansiyelinin birlikteliğidir.
Bir Pentagon stratejisi olarak bilinen ve Türkiye’nin de Osmanlı’dan devir aldığı politika ile sentezlenen etnik temelli düşük yoğunluklu savaş politikasının labutuvarı hiç kuşku yok ki son kırk yıldır Dersimdir.
Devlet açısından bu asimetrik savaş stratejinin birçok parametresi ve boyutları kesinlikle vardır ve normal durumda yapamayacağı birçok politik hedefi, bu savaşı gerekçe göstererek, devlet terörünü meşrulaştırarak, yerel ve uluslararası tepkileri-itrazları tolere etmektedir. Bu gerekçe ile köyleri yakmakta, göç hareketini hızlandırmaktadır. Devlet, özel güvenlik alanları oluşturarak bölgeyi insandan arındırma, toplu katliamlar yaparak, demokratik-hukuksal işleyişin bir bütün olarak ortada kaldırıldığı kendisi için ideal bir ortam yaratmış olmaktadır.
Bölgede bulunan silahlı hareketler ya direk ya da dolaylı olarak bu politik stratejinin sürmesinde temel rol oynadıkları bir varsayım değil. Her yıl dalları budanan ve bir sonraki yıla tekrar filiz verecek şekilde bırakılan, Dersimlilerin “bizim çocuklar” dedikleri kesimin bu durumu anlamaları zaten mümkün değil. Çünkü “konuyu” bilmiyorlar.
Ama Kürt hareketinin son yirmi yıllık pratiği “hizmete hazırım” ile başlayan süreç bu denklem üzerine oturmaktadır. Bu denklemi doğru çözenler, bu kirli siyasetin labirentlerinden çıkmak için okun yönünü doğru takip edenler, tarihin en büyük trajedisini görebilirler. En azında kısa dönemi anlamak için Selahattin Demirtaş’ın neden cezaevinde olduğunu, Roboski davasının neden AHİM’e taşınmadığını, ya da Kürt şehirlerinin nasıl yerle bir edildiğini ve binlerce gencin bodrumlarda napalm bombaları ile kül edildiğini anlayabilmek için aşağıda verdiğim alıntı bu perspektifle okunursa anlaşılır:
“Bakın, bunlar ben olmasam orda çoktan ABD-İsrail ittifakına yem olmuşlardı. Siyaset bilmiyorlar, Dersimden çekilme kararı aldılar. Dersim bırakılır mı, böyle şey yapılır mı? Bana hemen bildirdiler, Sayın Ecevit’e de bu konuda mektup yazdım. Dedim burdan çekilme olmaz, bir iki birlik sayıları 200-300 geçmeyecek bir gücü orda tutmak lazım. Burda (Dersim) ortaya çıkacak bir boşluk başkaları tarafından doldurulur. Biliyorlar, Sayın Atasagun (MİT Müşteşarı) bildirmiş, demiş biz de istemiyoruz o bölgeden tamamen çekilmesine” (Öcalan’ın Avukat Görüşme Notları. Yeni Özgür Politka)
Tarihsel olarak siyaset bilinci ve eylemi, kendisi ile ve iktidar arasındaki muhalefet üzerine kurulmuş toplumun en temel sorunları siyasetin konusu olamamıştır. Bir siyaset projesi olarak “Dersim Meclisi” ne karşı yapılan itirazların veya engellemelerin Dersimlilerden gelmesi kronik bir durumun göstergeleridir.
Dersimliler, tarih boyunca ve gerekse yakın tarihte kendileri için “Dersim Siyaseti” ile bağlantılı siyaset yapmanın herhangi bir parametresini oluşturacak hiçbir eylem yaratamadılar. Ne kendilerinin farkındalığının farkında oldular ne de toplumsal sorunları konusunda kollektif bir ortak hafıza ve stratejik bir eylem planına dönüşecek ortak aklı yaratabildiler.
Bunun bir çok nedeni var elbette. Başlıca iki temel faktör, kendi olma bilinci, kendi kendini yönetme kapasitesinden yoksun görme ve iktidar kurma kültürü konusundaki tarihsel mirastan yoksunluk ya da iktidar olma bilincinin olmaması.
Tarihsel olarak siyaset bilinci ve eylemi, kendisi ile ve iktidar arasındaki muhalefet üzerine kurulmuş toplumun en temel sorunları siyasetin konusu olamamıştır. Bir siyaset projesi olarak “Dersim Meclisi” ne karşı yapılan itirazların veya engellemelerin Dersimlilerden gelmesi kronik bir durumun göstergeleridir. Oysa “öteki”lerin itirazları olması gerekirken, Dersimlilerin itirazı paradoksal bir durumdur.
Bizim kuşak (50-70 arası) abartısız söylemek gerekirse tarihsel bir görev ve ağır bir sorumlulukla ile karşı karşıyadır. Bu durumun oluşmasında kısmen payı olan bizler, toplumun içine girdigi bu ölümcül girdaptan çıkması için bir çığır açmamız olanaklı görülüyor. Daha doğrusu bunu yapmak zorundayız.
Bunun için düşünsel alışkanlıklarımızı ve siyaset yapma tarzımızdan köklü bir kopuşla ve paradigma değiştirerek, ezberlerimizi bozduğumuz ve sorunların kollektif aklın oluşması ile aşılabileceğini veya bu yönde bir bilincin oluşması ile mümkün olacağını anlamak ilk aşamadır.
Bu siyasi akıl, Dersimi kendisine eksen alan; toplumun karşı karşıya bulunduğu bu ağır duruma ve sorunlara akılcı-analitik ve nesnel öneriler de bulunan bir “Dersim Siyaseti” olmalıdır. Biz Dersimliler bu son şansı kullanmak durumu ile yüz yüze olmanın ciddiyetini ve sorumluluğu ile hareket etmeliyiz.
Modern örgütlenmelerin parametrelerini oluşturmak, bugün olanaklı değilse bile bu konuda miras bırakmak, bizden sonraki kuşaklara fundament tarih ve bilinci oluşturmak açısından önem arzetmektedir. Bu depolitizasyonu fırsat bilen bazı çıkar grupları, Avrupa’nın ortasında dini ve siyasi güç devşirmek isteyenler, aşiret toplantıları organize etmektedirler. Viktor Hugo dediği tam da bu durumu anlatır, “Din, hırsızlar ve kalpazanlar için mükkemel bir araçtır”
Biz modern toplumun siyasal mekanizmalarını, dünyadaki insanlığın ileri değerleri, evrimsel dönüşümleri, çağın gelişmelerini iyi okuyan bir “siyaset vizyonu” ile “toplumsal konsensüs hareketi” yaratarak oluşturabiliriz. Makro düzeyde oluşturulacak bir siyasetle, toplumun bütün sorunlarına çözümler ve yol haritası oluşturan ve yeniden inşaasını şekillendiren “yerel yönetim politikası” ile ancak bir kalkınma yaratılabilinir, risk toplumu olmaktan çıkarılabilinir.
Bir Fransız atasözüdür, “Kurt postu içinde ölür”. Durum gösteriyor ki Dersim’de bir süre sonra hiçbir kurt postunda ölmeyecek. Tarih bir kez daha Bertholt Brechht ’i haklı çıkardı, “Her savaşta geriye üç ordu kalır, ölüler ordusu, yas tutanlar ordusu, hırsızlar ordusu”. Dersimdeki durum ne yazık ki, bugün budur…
Toplumun Theodor Herzl gibi idealistlere, Che Guevara gibi romantiklere, Jean Paul Sartre gibi kişilikli aydınlara, isim listesi çok uzun olan, herbiri ile büyük onur duyduğumuz, Dersimin yiğit insanlarına, bugün daha cok ihtiyaç var kesinlikle…
“Düşünmeyi ögrenmiş hiç kimse, bir şeye körü körüne inanmaz.” (Tolstoy)
YAZARIN DİP NOTU: Bu yazının asıl konusu Dersim’de yapılan ve bir alan çalısmasını kapsayan travma ve savaş şartlarında doğmuş, büyümüş 18-25 yaş kuşağının “psiko-sosyal durumu” ve “risk toplumu analizi”ni anlamak için kognitif veriler elde etmek amacıyla yapılandırmış bir kontex içindeki sorulara cevaplar aramak ve nesnel bulgular elde etmek konulu araştırmadan oluşmaktadır. Bazı sorularda kontex dışında, görüşme esnasında sorulma tekniğinden yararlanılanarak yapılandırılmıştır. Bu çalışma 2017 yılının Aralık ayın da “ülkeye süresiz giriş yasağı” konulduğu için tamamlanamadı. Ama bu yarım kalmış çalışmada, “Munzur suyunun ışıltılarını” görür gibi olanlar kesinlikle yanılmıyorlar.
Dersim Meclisi üzerine uzun bir zamandır bir makale yazmak istiyordum, ancak şimdi olanaklı oldu. Bu konuda yazan arkadaşlar önemli noktalara vurgular yaptılar. Ancak anlaşılan yazılanlar ya yeterince kamuoyu tarafından takip edilmemiş ya da dikkatli olarak incelenememiş. Dersimliler neden Meclis kuruyor sorusu hala soruluyor. Bazı konulara kendimce açıklık getirmeye çalışacağım.
Dersim Meclisini yaklaşık otuz yıldır devam eden, Dersimin etno-kültürel kimliği, tarihsel duruşu, kültürel farklılığı, özgün ve özerk yapısı üzerine yapılan tartışmaların evrimsel dönüşüm aşamasının bir sonucu veya sentezi olarak kabul etmek gerekir.
Dersim Meclisi büyük Dersim coğrafyasını kendine esas alan, Dersim’e ait kültürel renkliliği ve siyasi çeşitliliği demokrasinin bir realitesi olarak kabul eder. Dersim Meclisi bütün bu farklılıkları barış içinde yaşamasını öngören, Dersimin tarihsel kimliğini yaşatmak ve kendi kendini yönetmek projesidir. Herkesin hem fikir olduğu “Özerk Dersim” in siyasal ve yönetsel olarak reorganize etmek, siyasetini oluşturmak ve bunun altyapısını hazırlamaktır. Bu adım ile Dersim kendi kimliği, tarihsel duruşu ve özgür bayrağıyla tarihin sahnesine çıkıyor.
Her toplumun yaşadığı belli tarihsel momentler vardır. Bu tarihsel momente örgütlü ve politik hedefleri konusunda netlemiş ve buna uygun örgütler kurmuş toplumlar özgürlüklerini çoğunlukla kazanmışlardır. Bu proje, Dersimin geleceğini tayin eden bir özgürleşme hareketidir. Dersimlilerin var olan kurumları önemli kısmı yarı politik kurumlardır. Bu kurumlar da toplumun bütün eğilimlerin yansıtan ortak oluşumlar değildir. Yani Dersim’in direkt siyasi temsilcileri değildirler, aksine Dersim’in ihtiyacı olan kurumlar oluşturmak güncel ve acil politik bir görevdir. Dersim Meclisi, bu nesnel ihtiyacın bir ürünüdür.
Reel-politik durum ve bölgesel savaş Dersim için bir tehdit oluşturmaktadır. Türkiye’nin içinde bulunduğu buhran bir içsavaşa evrilme riski taşımaktadır. Bu durum karşısında Dersimlilerin diplomatik platformlarda kendilerini ifade edeceği ve caydırıcı girişimlerde bulunacağı siyasi bir oluşuma ihtiyaçları vardır.
Dersim toplumu, içinde bulunduğumuz bu jeo-politik denklemde, bölgesel alt-üst oluşta kendi geleceğini belirleme konusunda tarihsel bir dönüm noktasında olduğunu söylemeliyiz. Bu çatışmalar Dersim toplumunun bütün kaderini değiştirebilir veya ciddi bir felakete de götürebilir. Bölgesel bu çatışmanın ve içsavaş tehdidini ilk hedefleyeceği etno-toplulukladan birinin Dersim olacağını söylemek için çok derin analiz ve öngörülere gerek yoktur. Dersimliler bu yakın tehditti görerek ortak bir refleks ve eylem birliği geliştirmeleri gerekiyor. Bu duruma uygun siyasi oluşumlar ve önleyici siyasetler oluşturmak zorundayız. Dersim’in özgün ve özerk kimliğine denk düşecek siyasi bir oluşum yaratmak tarihsel bir zorunluluk olarak aydınların, siyasi hareketlerin, demokratik kurumların ertelemeyeceği acil bir görevdir.
Dersim bir çok acıdan sorunlu bir alan, üst üste koyduğumuzda dört haritaya denk gelen bir siyasi hegemonya iddiası orta yerinde durmaktadır. (Ermenistan, Kürdistan, Zazaistan, Türkiye) Bu hegemonya iddialar farklı siyasi angajmanları yaratarak, özgün bir Dersim siyasetinin yaratılmasına, rasyonel politik kimlik gelişimini ve ortak bir siyasi oluşumun şekillenmesini ciddi şekilde engellemektedir. Bu nedenle, Dersim toplumunun ortak siyasi-rasyonal akil gelişimi bir çok açıdan ciddi handikaplar barındırmaktadır. Bu ancak çoğulcu demokrasi anlayışıyla aşılabilir.
Bir handikap ise, 40 yıldır savaş koşullarında yasayan bir toplum olarak ve ’38’de yaşanan travmatik durum da buna eklenince, toplum olarak sağlıklı düşünme ve analitik sonuçlara varmamız konusunda bir hayli zor bir süreçle karşı karşıya olduğumuzu bilmeliyiz. Bu travmatik durum sadece akil parçalanması yaratmamış, realiteden kopuş ve nesnel olma duygusunu da kaybetmemize neden olmuştur. Siyasi bölünmüşlük, ortak bir siyasi hedef konusunda anlaşmamızı, ortak yönelim ve hedefler için bir araya gelmemizi güçleştiren önemli faktörlerdir. Dersimliler bu zorlu süreci yıpranmış ve dejenere olmuş normlar yerine, yeni normlar inşa ederek, kültürel değişimi sağlayarak, demokratik kültür ve fikir farklılıklarına karşı toleranslı olmayı güçlendirerek aşabilirler.
En basta belirtmek gerekir ki, Dersim Meclisi, Dersim’in geleceğini çok ilgilendiren önemli politik bir projedir. Dersimliler tarihlerinde kendi politik talepleri için ilk kez bir araya geliyor ve kendilerini uluslararası politik düzlemde temsil edecek kurum ve meşru bir temsiliyet yaratmış olacaklardır. Dersimlilerin asgari düzeyde ortak iradesini yansıtacak bir “Temsilciler Meclisi” oluşturmak istiyorlar.
Dersim Meclisi, Avrupa’da, Dersim’de ve Türkiye metropollerindeki meclis çalışmaları bir olgunluğa kavuştuktan sonra, genel bir “Dersim Kongresi”ni toplamayı nihai hedef olarak önüne koymuştur. Dersim Kongresi katılımcı ve demokratik çoğulculuk temeline dayanan bir nitelik ile birlikte “Dersim Toplumsal Sözleşmesi”ni de deklere etmeyi öngörmektedir. Bu sözleşme, herkesi kapsayan ideolojik önyargılardan arınmış, nesnel durumun analizine dayanan, ampirik ve tarihsel olguları esas alan natürel bir karakteri olacaktır.
Dersim büyük bir aydın potansiyeli olan dinamik bir toplumdur. Dünyanın evrensel ve demokratik değerleri ile barışık yaşayan, yaşadığı toplumun sempatisini kendi kültürel değerleri ile birleştiren modern bir toplumdur. Bu objektif durum, Dersimin uluslararası politik arenada tanınması için önemli bir avantajdır. Bu avantaj profesyonel politik yöntemlerle Dersim’in etno-kültürel kimliğinin tanınması için önemli bir şanstır. Dersim Meclisi, diplomasi ve siyasi çalışmalar yapacak, Dersim’in karsı karşıya olduğu bu tehlikeyi ve olası saldırılar karsısında dünya siyaset arenasında destek ve kamuoyu oluşturmak için girişimlerde bulunacak. Dersim’in büyük bir aydın diasporası ve büyük bir potansiyeli var. Bu potansiyel ve entelektüel aklın kolektif şekilde harekete geçmesi Dersim’in geleceğine, şekillenmesine büyük katkı sağlayacak.
Sonuç olarak, Dersimlilerin kendi özgürlüklerini kazanması ve kendi kaderlerini belirlemesinde, özgür iradeleriyle hareket etmelerinin objektif koşulları oluşmuştur. Bunu adı “Dersim Rönesans’ı”dır.
Dersim kendi kimligi, tarihsel duruşu ve özgür bayrağıla tarihin sahnesine çıkıyor.
06.04.2017