Dersim 1937 olayları ile 1938 olayları arasındaki farkları ve bu konudaki düşüncelerimi Dersimlilerin tertip ettiği toplantılarda konuşmacı olarak anlattım. Dostlar arası sohbetlerimizde birçok kez açıkladım. Dersim kırımı 1938 olayları üzerinden anlatılmazsa dünya halkları Dersim’in acısını kavrayamaz diye sosyal medyada çok açık ve net yazılar yazdım. Ama ideolojilerin en keskin olduğu dönemlerde yaşamış ve kültürel gıdasını bu süreçlerde almış olan benim kuşaktan Dersimli aydınlar bu konuda yazdıklarımı anlamadı veya anlamak istemediler. Bizim kuşaklar 1970’lerde çok keskin olan sol veya sağ ideolojilerden beslendi. 1980’lerden sonra ise Türk solu veya Kürt solundan etkilendi. Dersim olaylarını ve Dersim tarihini kendi atalarının kodları, kültürel mirası üzerinden okuyamadılar. Atalarımızın katliam üzerine söyledikleri kültürel vasiyetlerine sahip çıkamadılar. Bu hatalar hala devam ediyor.
Dersim davasında duyarlı olan Dersimliler ilk zamanlar “Dersim İsyanı” diyen Türkçülerin, sonraları “Dersim İsyanıyla” övünen ve slogan atan Kürt milliyetçilerinin etkisinde kalmıştı. Somut gerçeklerle hiç ilgisi olmayan “Dersim İsyanı” gibi yanlış, uydurma bir sloganı uzun yıllar bizim Dersimliler gençler de hiç irdelemeden savundular.
İki binlere yaklaşırken farkına varılan bu büyük yanlışlık birçok Dersimli aydının başlattığı eleştirilerle kısmen de olsa engellendi. Ama maalesef birçok konuda atalarımızın düşüncelerine ters düşen bazı büyük hatalar hala devam ediyor. Peşin hükümle keskin ideolojilere takıntılı olan bizim kuşak yapılan açıklamaları dinlemiyor, irdelemiyor ve kavramıyor. Bu nedenle meramımı veya sitemimi genç yazarlara, Dersimli genç aydınlara anlatmaya; atalarımızın kültürel vasiyetini genç Dersimlilere aktarmaya karar kıldım.
Her vasiyet içinde aynı zamanda ölümden izler taşıdığından olsa gerek etkili olabiliyor diye düşünenlerdenim.
Bu girişten sonra hemen esas konuya geçeyim. Dersim’de 1937’de neler oldu? 1938’de neler oldu? Ve Dersimli aydınlar bu olayları ne kadar irdeledi, ne kadar kavradı, nasıl açıklıyor ve savunuyorlar?
Sorunları anlamamız için önce Dersim 1937 ve 1938 dönemindeki olayları bu iki yıla göre ayrı ayrı belirtip ve bu olaylardan hangi yetkililerin sorumlu olduklarını da kısaca özetlememiz gereklidir.
1937 Yılında Dersim’e yapılan “Askeri Hareket” döneminde İsmet Paşa Başbakan olarak sorumluydu. Atatürk ise tek parti sürecinde baştan ölümüne kadar değişmeyen Reisicumhur ve lider olarak sorumluydu.
Dersim faciası, kırımı 4 Mayıs 1937’de Bakanlar kurulunun aldığı karara dayanıyor. Bu kararda da belirtildiği gibi ilk başlarda para dağıtmaktan çekinmediler. Parayla Dersim’in içinde ajanlar bulundu. Sahan Ağa ile Alişer gibi liderler Dersimli ajanlar kanalıyla öldürüldü. Aynı yıl 70 kişiye yakın Dersimli lider ya çok saflığından teslim oldu veya kandırılıp Elazığ’a götürüldü. 1937 yılındaki tüm bu olanlardan İsmet Paşa Başbakan olarak sorumludur.
1937 Hareketi bittikten sonra 19 Eylül 1937 tarihinde Ankara’da Meclise bilgi veren İsmet İnönü “Dersim’de ordumuzun girmediği dere ve tepe kalmamıştır. Dersim’de asayiş sorunu halledilmiştir,” gibi sözler söyledi.
Bu sözlerin anlamı çok açık ve nettir. Dersim’de asayiş sorunu vardı. Ordumuz halletti, diyor. Yani Dersim’de “isyan vardı” demiyor. Açıkça asayiş sorunu diyor İnönü. Bu sorun da çözüldü diyor. Yani ikinci bir harekete ihtiyaç yoktur diyor İnönü.
Oysa Atatürk Dersim’de askeri hareketin devam etmesini istiyordu. İlk Mecliste Mebus olan Mustafa Zeki Beyin (Saltuk) anıları da Dersim ikinci bir askeri hareket konusunda Atatürk ile İnönü arasında ayrışma başlamıştı. O yıllarda Atatürk ile İnönü’nün arasında ekonomi konusunda da ayrılıklar oluşmuştu. Atatürk ile Celal Bayar özel sermayeye ağırlık verilmesini istiyordu. İnönü ise devlet kapitalizmi kanalıyla kalkınmadan yanaydı. Atatürk ile İnönü arasında oluşan ekonomik sistem konusundaki ayrılıklara Dersim konusundaki ayrılık da eklenince İsmet İnönü Eylül 1937’de görevden ayrıldı. (Alındı diyebiliriz.) Yerine Atatürk tarafından Celal Bayar atandı.
Elazığ’daki idamlar 1937’nin Kasım ayındaydı. Yani İnönü görevden ayrıldıktan sonra bu idamlar yapıldı.
1938’de ise “ Dersim’deki Askeri Harekete” Başbakan Celal Bayar ile devam edildi.
Dersim’de onlarca yerde çocuklar, bebekler, hamile kadınlar, yaşlılar yani eli silah tutmayan masum sivil insanlar yaz ve güz ayları boyunca topluca kıyıldı. Dersim’in dağları kana bulunda, nehirleri kanlı aktı.
Dönemin Başbakanı Celal Bayar Dersim olayları üzerine yaptığı bir konuşmasında “Atatürk vurulacak dedi, biz de vurduk,” diye açıklama yapmıştı. Bu açık bir itiraftı.
Olayların tarihlerine dikkat edilirse; toplu katliamların yapıldığı 1938 yılında İnönü yetkisiz ve etkisizdi. Sahan Ağa ve Alişer’in öldürüldüğü ve Dersimli birçok liderin tutuklandığı 1937 yılının Eylül ayını kapsayan döneme kadar İnönü Başbakan olarak sorumludur. İdamların yapıldığı 1937 yılının Kasım ayında ve sonraki yıl olan 1938’de onlarca yerde yapılan ve Dersim dağlarını, nehirlerini kana bulayan toplu kırımlarda İsmet Paşa yetkisiz ve etkisizdi.
Dersim olaylarını tartışan Dersimlilerin aslında 1937 yılında neler oldu? 1938 de neler oldu? Bu acı olaylar kimin veya kimlerin döneminde oldu? Sorumlular kimlerdi? Önce iyice detaylarıyla araştırması, en azından Google Amca’dan olayların “Vikipedisini” görmesi, incelemesi, öğrenmesi ve bu tarihi kronolojiye göre konuşması lazım diye düşünüyorum. Ama olayların tarihi sıralamasından haberi olmayanlar bile çok uzun fakat içi boş yazılar yazıyorlar.
Burada amacım o dönemlerde etkili ve yetkili görevlerde bulunan herhangi birini temize çıkarmak veya aklamak değildir. Çünkü Dersim Kanunu oylanırken sadece Muğla Milletvekili “yüce Meclisin yetkileri bir komutana devredilemez,” diye küçük bir itiraz etmişti. Kanun oylanırken maalesef bu vekil de oy vermişti. Dersim kanunu Meclisten oy birliğiyle çıkmıştı.
Unutmamalıyız ki, Dersim olayları sürecinde Atatürk, İnönü, Celal Bayar, Mareşal Fevzi Çakmak, Adnan Menderes gibi politik aktörlerin hepsi adı CHP olan bu tek partinin üyesi olarak içindeydi. Yani hepsi ordaydı. Sağcıların önder kabul ettikleri siyasiler de, cumhuriyetçi solcuların önder kabul ettikleri liderler de oradaydı. CHP zihniyeti diyerek “sağ siyasi hareketi” aklamaya çalışan sağcı liderler bu günkü Dersimlilerin aklıyla dalga geçiyorlar. Demin de dediğim gibi devlette süreklilik esastır ve sorumlu bu süreklilik kabiliyetini temsil eden ise devlettir. Ülkede barış ve kardeşliğin tesisi için bu devleti temsil edenler ülke tarihindeki bu kara sayfayla yüzleşmek zorundadırlar.
Ne yazık ki benim kuşaktan Dersimliler ezberci sağ veya sol ideolojilerin etkisinde kaldıkları; 1938’de tarihi gerçeklerdeki derinlikleri, ayrıntıları gözden kaçırdıkları için halkımızın kırımını bile sağ ve sol arasındaki keskin ideolojik bölünmelere göre değerlendirdiler ve değerlendiriyorlar.
Olayları bizzat yaşayan Dersimlilerin anlatımlarına dikkat edilirse halkımız Dersim olaylarını açıklarken 38’de önce ve 38’den sonra deyimini sık sık kullanır. Yani halkımızın ortak hafızasında 1938 katliamları, kırımları travma yaratmıştır. Atalarımıza göre 1938 yılı bir milattır. Atalarımızın bu konudaki görüşleri açık ve nettir. Kafaları karışık olan bu kültürel mirasa sahip çıkmada yetersiz kalan bizim nesillerdir. Bu nesiller niçin kültüründen koptu?
1948 Birleşmiş Milletler Bildirgesine göre de suçsuz bir insanın veya bir gurubun ırk, din, inanç, cinsiyet ayrımı bahanesiyle suçsuz yere öldürmesi katliamdır, kırımdır. Sayı fazla ise toplu katliam diye anılır. 1938’de toplu katliamları, en acı olayları bizzat yaşayan halkımız; Dersim dağ ve nehirlerinin kızıl kanlara bulandığı 1938 yıllını milat kabul etmiştir. Bu doğru tespite uymamız lazım.
Ama gel görkü günümüzdeki Dersimli aydınların çoğunluğu “Dersim Kırımını” dünyaya açıklarken dağlarımızı, nehirlerimizi kızıl kana bulayan ve atalarımızın da kabul ettiği bu toplu katliamlar üzerinden değil; Buğday Meydanındaki idamlar üzerinden anlatıyorlar. Eğer inanmıyorsanız onlarca yıldır tertip edilen miting, toplantı ve konferanslar için basılan afişlere bakabilirsiniz. Değişik yıllara ait olan afişlerin hemen hemen tümünde 1937 yılında Elazığ’da yapılan idamlar ön plandadır. Kırımı bizzat yaşayan halkımızın milat kabul ettiği 1938 yılı ve binlerce suçsuz insanımızın Dersim dağlarındaki toplu katliamları; akıtılan kanları hep arka planda, gölgede kaldı ve kalıyor. Bundan dolayıdır ki Dersim dışındaki diğer halkların veya kırım, katliam konusundaki duyarlı insanların çoğu Dersim olaylarını 1937’de Elazığ’daki idamlardan ibaret sanıyor. 1938’de onlarca yerde yapılan binlerce insanımızın toplu katliamlardan habersizdirler.
Araştırma tekniklerinden biraz haberi olan bir Dersimli olarak bunu söylüyorum. İnanmayanlar bu konuda uzman bir firmaya bir araştırma yaptırabilirler. Bu yanlış algının oluşmasında maalesef Dersimli aydınların da katkısı oldu ve hala oluyor. Tek amacım bu yanlış yoldan hemen dönülmesidir. Yoksa atalarımızın yani Dersim’in haklı davası daha çok zarar görecektir.
Dersim 1938’deki büyük acımız kamuoyuna doğru ulaşsın diye 2003 yılında yayınlanan “Dersim Dile Geldi” isimli romanımda 1938 yılında yapılan toplu kırımları; bu kırımlardan bir mucize eseri olarak kurtulan çocuk kahramanlar üzerinden anlattım. Çünkü gerçek buydu ve masum çocukların çektiği gerçek acılar insanları daha çok etkiliyor. Bu kitabımın Almancası hala www.amazon.de sitesinde de satılıyor ama maalesef geniş kamuoyuna ulaşamıyoruz.
Keskin sağ ve sol ideolojilerden etkilendiğinin farkında olmayan bizim kuşak; Dersimde kaç bin çocuk, bebek, hamile kadın, suçsuz sivil insan kurşuna dizildi? Kaç yerde toplu katliam oldu? Bu suçsuz insanların mezarları nerede diye kendisine veya kamuoyuna sorular sormadı. Afişlere bu tür sorular yazmadı. “1937’de Elazığ’da idam edilen pirlerimizin mezarları nerede?” cümlesi meşale yapıldı. Dağlarımızda kurşuna dizilen binlerce suçsuz insanın ve masum bebelerin mezarları da, isimleri unutuldu gibi. Yani bizler kaybolanların listesini bulmak için araştırmalar yapmadık, kolay yolu seçtik. Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edildiği için isimleri mahkeme tutanaklarında kayıtlı bulunan bu isimleri kolayca bulduk ve Elazığ Buğday Meydanı’nı ve bu idamları hep ön plana çıkardık. Elbette ki bu acı olay da anlatılabilirdi. Ama ön plana çıkması gereken Dersim dağlarındaki on binlerce insanın kurşuna dizildiği toplu katliamlar olmalıydı. 1938’de kızıl kanlara bulaşmış olan Dersim dağları ve nehirleri olmalıydı. İsimsiz kahramanlarımızın listeleri yapılmalıydı.
Günümüzdeki bu yanlış gidişin farkına varılıp vaz geçilmeden Dersimlilerin doğru strateji ve taktikleri yakalaması imkânsızdır.
Bir daha altını çizerek yazalım. Eğer acıları bizzat yaşamış atalarımızın sözlü anlatımlarla bize aktardıkları dikkate alınsaydı, milat 1938’di. Yani Dersim’deki toplu katliamlardı. Eğer atalarımızın anlattıklarını doğru kavramış olsaydık; kaç yerde toplu katliam oldu? Her toplu katliam yerinde, kaç yüz kişi kurşuna dizildi? Bunlar kaç yaşındaydı? Kaçı çocuk? Kaçı kadındı? Kaçı ihtiyardı? Bu gün elimizde listeleri olurdu. Her yıl kırımı anma yıldönümlerinde Dersim dağları ve nehirlerini kızıla çeviren kanlı sahneler dünyaya duyurulurdu. Her toplu katliamın bulunduğu yerde topluca kurşunlanan çocukların, bebeklerin hamile kadın ve yaşlı ihtiyarların listeleri, isimleri bu gün elimizde olurdu. Özel çabalarla bazı katliam yerleri ve kurşuna dizilenlerin isimleri tespit edildi. Ama maalesef sayısı çok az.
Her ne hikmetse bizim kuşaktan Dersimli aydınlar toplu katliamlar üzerinde yoğunlaşmadı. Güçlerini birlikte seferber etmedi. Meseleyi doğru ele alsaydık son yirmi yılda bu konuda çok mesafe almış olurduk.
Elbette ki Elazığ’da yedi Dersimlinin İstiklal Mahkemesi tarafından idam edilmesi, altmışa yakın insanımızın ağır cezalara çarptırılması da büyük bir suçtur. Ama bir Atatürkçü size İstiklal Mahkemeleri 3919* kişiye idam kararı verdi. Bunlardan sadece yedisi Dersimliydi. Bu olağan üstü mahkemelerin verdiği kararların hepsi de yanlıştı. Çağımızın modern hukukuna aykırıydı dese ne cevap verirsiniz?
Toplu katliamlar konusundaki görüşlerimi yıllardır değişik şehirlerde yapılan birçok toplantıda, sosyal medyada savunduğumu, anlattığımı belirtmiştim. Ama Dersim’in toplumsal gücünü bu konuda seferber edip doğru çizgiyi yakalayamadık. Bir daha açıkça vurgu yapayım. Dersim davasında esas sorun insanlık suçudur. Suçun yeri kızıl kanlara bulanan Dersim dağları ve nehirleridir. Toplu katliamlardır. Suçun tarihi 1938 yılının yaz aylarıdır. Bunları beynimize kazımalıyız. Bunları unutursak gücümüzü boşu boşuna yanlış yer ve yanlış tarihlere heba etmiş oluruz.
Bizim yaşlı kuşağa bunları anlatmakta yetersiz kalındı. Gerçekler genç kuşağa da ulaşmadı. Bu nedenle Dersimli genç yazarlara, aydınlara kültürel vasiyetimi aktarmak zorunda kaldım. Umarım bazı Dersimliler Elazığ Buğday Meydanındaki idamları küçümsüyor şeklinde önyargılı bir niyet okuma yoluna sapmaz ve sorunun özü üstüne düşünüp yazmayı tercih ederler.
- NOT: *İstiklal Mahkemesi’nde verilen 3919 idam kararlarının çoğu askeri kaçaklara aitti. Askeri kaçaklar haricinde 240 kişiye idam kararı verildi. Bunların yedisi Dersimliydi.
- NOT: Elazığ Buğday Meydanın 100 metre ilerisinde Şıra Meydanı var. 1926 yılındaki çatışmalardan sonra bu Şıra Meydanı’nda da 14 kişi idam edildi. Yani 1937’den 15 yıl gibi kısa bir zaman önce. Birçok kez sordum. Yine sorayım. Acaba bu Dersimli önderler niçin anılmıyor. Bunlar suçlu muydu? Niçin hatırlamıyoruz?
22.11.2021
Celal Yıldız
Dersim Kongresi’nin hazırladığı, Munzur Bava Gözeleri Peyzaj Projesi, Ovacık´taki arazi satış ihalesi ve Dersim’e yönelik diğer yıkım projeleri hakkında bilgilendirme toplantısı 10.06.2020 tarihinde gerçekleştirildi. Çevre davaları takipçisi Dersim Baro Başkanı Av. Kenan Çetin ve Av. Barış Yıldırım, Dersim sözlü kültür ve tarih çalışmaları yapan müzisyen Kemal Kahraman toplantıya konuşmacı olarak katıldılar.
İngiltere Alevi Federasyonu Başkanı İsrafil Erbil, Hollanda Kader yönetim kurulu üyesi Hasan Kaplan, Avrupa Alevi Kadınlar Birliği Başkanı Zeynep Can Ayaz, Londra Dersim Derneği yönetim kurulundan Ali Yıldırım, Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu Yönetim Kurulundan 2. Başkanı Kemal Karabulut, Hasan Yavuz ve Celal Taş, Dersim Munzur Akademi yönetiminden Dilek Kızıldağ, Hollanda’dan araştırmacı Kıvılcım Özmen, Londra BBC’den Güney Yıldız, Yeşil Sol Parti temsilcisi Rauf Uluç, Dersim Akademik Değişim Vakfı Başkanı Dr. Hıdır Eren Çelik, Akademisyen-Hukukçu Derya Bayır, Norveç Helsinki Komitesi’nden Mine Yıldırım, Londra Greenwich Üniversitesi’nden Prof. Mehmet Uğur, Open Üniversitesi’nden Dr. Cengiz Güneş, Londra Queen Mary Üniversitesi’nden Dr. Prakash Shah ve Zürih Üniversitesi’inden hukukçu Dr. Hüseyin Çelik, Dersim Akademik Değişim Vakfı kurucu üyesi Dicle Akar, İsviçre’den Etnolog Kemal Sönmez, Dersim Kongresi Meclisi’nden Nurcan Duman, Celal Yıldız, Ali Haydar Umut (Hollanda Alevi Federasyonu İnanç Kurulu), İlyas Yer (Komünar Bellek), Nuri Akyüz (Kureyşan Köyü Derneği Başkanı) Rozana Çiçek, Mercan Çiçek, Hüseyin Sevinç, Hasan Dursun, Ayhan Sarıgöl, Tahsin Tekin, müzisyen Maviş Güneşer’in moderatörlüğünde ve Zoom üzerinden yaptığımız bu bilgilendirme toplantısına katıldılar, soru ve önerileriyle katkı sundular.
Konuşmacılar, Munzur Baba’da yapılmak istenen peyzaj projesinin ekolojik, hukuksal, sosyo-kültürel, demografik ve inançsal açılardan değerlendirilmesi gereken çok boyutlu bir sorun olduğunu dile getirdiler.
Av. Barış Yıldırım, konuşmasında : “Munzur Gözeleri’nin Munzur Vadisi Milli Parkı’nın temel kaynağı olduğunu, burada her türlü projenin Munzur Nehri´ni dolayısıyla bütünüyle vadiyi temelden etkileyeceğini” söyledi. Buna bağlı olarak gözelerin Munzur Vadisi Milli Parkı dışında olmasının durumu değiştirmeyeceğini özellikle vurguladı.
Av. Barış Yıldırım, “Bulunduğumuz bu saha 2863 sayılı kültür ve tabiat varlıklarını koruma kanunları hükümlerine göre 2003 yılında Erzurum Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından birinci derecede doğal SİT alanı ilan edilmiştir.
Şimdi Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun ilke kararlarına göre birinci derecede doğal SİT alanları bilimsel amaçlı çalışmalar dışında aynen muhafaza edilmesi gereken alanlardır. Bu bölgede herhangi bir şekilde insan etkileşimine dönük faaliyetler yürütülmesi, piknik yapılması, suya girilmesi, doğal peyzajına etki edilmesi, jeolojisine, topografyasına etki edilmesi hukuğa aykırıdır.
Buna karşı burası birinci derece doğal SİT alanı olduktan sonra SİT alanı girişine herhangi bir uyarıcı tabela bugüne kadar konulmadı. 17 yıldır burası korunaksız halde. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun ilke kararına göre uyarıcı levhanın konulması, alan kılavuzu konulması, alana ilişkin bilgilendirme içeren yaklaşımların gerçekleştirilmesi ve buranın insan etkileşimine ibadet dışında kapatılması gerektiği halde bunların yapılmadığını” dile getirdi.
Munzur Gözeleri’nin ibadet alanı olmasına dikkat çeken Yıldırım, “Buranın jeolojisi, dogal peyzajına etki edilmeden insanlar geçmişten beri büyük bir saygıyla, sükunetle giriş bölgede büyük asırlık meşe ağacının olduğu yerde ibadetlerini yapıyordu, mum yakıyorlardı, dua edip lokmalarını dağıtıyorlardı. Gelinen aşama itibariyle burada maalesef Fırat Kalkınma Ajansı’nın bir projesi söz konusudur. Peyzaj deniliyor ama maalesef SİT alanı sınırları içerisinde yapılar öngörülüyor, bu hukuken yasaktır; bölgenin inanç ve kültürel geleneklerine de aykırıdır.
Fırat Kalkınma Ajansı güya revize edilmiş peyzaj projesi içerisinde bulunan tuvalet, yürüyüş parkuru, kesimhane, lavabolar, kadın, erkek ayrı ayrı yüzme havuzları, seyirlik teraslar, kamp alanı, bungalov evler, alışveriş yerleri vs. turistik amaçlı yapılacak her işin fay hattı üzerinde olan gözelerde yaratacağı jeolojik tahribata ve suyun tamamen çekilmesine kadar varabilecek tehlikelere dikkat çekti.
Bölgede biyolojik atık su tesisinin gerekliliğine değinen Yıldırım, şunları söyledi:
Ziyaret Köyü ve diğer köylerin buradaki beşeri faaliyetleri sonucu oluşan atıklarının bile her hangi bir arıtmaya tabi tutulmadan Munzur’a karıştığını biliyoruz. Burada peyzaj düzenlemesi yapılacağına Ovacık´ta biyolojik atık su tesisi yapılmalıdır.
Aksi taktirde Munzur Nehri’nin temel eko sistemi bozulur. Bu akarsu içerisinde yaşayan endemik bir alabalık türü var. Yine bölgede su samurları var. Suyun ekosistemi bozulursa doğadaki tüm canlılar zarar görür.”
Munzur Vadisi Milli Parkı’nın, Gözelerden itibaren Dünya Kültür Mirası listesine alınması gerektiğini söyleyen Av. Barış Yıldırım, “Bizler bu konuda geçmişte bir dava da açtık. Dava hala devam ediyor. Buranın korunarak gelecek kuşaklara aktarılması yerine, burada çok sayıda tesis öngörülmesi, proje yapılması hem hukuka aykırı, hem de insanlık vicdanına aykırıdır. Dünya Kültürel ve Doğal Mirası korunması sözleşmesinin de ihlalidir”
Burası Akdeniz, İran, Kafkasya iklim kavşaklarının kesiştiği yerdir aynı zamanda. Bu bölgenin habitatlarının, görsel peyzajının, topografyasının, su kaynaklarının çok güçlü olması tabi dışarıdan bir cazibe merkezi haline gelmesine sebebiyet verecektir. Bu çok açık ve nettir. Tam da bizim bu noktada bu turizim haydutluğuna karşı durmamız gerekir ki ekoturizm diye bir kavram yeryüzünde yoktur. Ekoturizm demek doğal kaynakların yağmalanması, yok edilmesi demektir. Canlıların habitat ortamlarına girilmesi demektir. Kartalın yuvasının, balığın yüzdüğü suyun kirletilmesi, bozulması demektir. Ekoturizim budur.’’ diyerek sözlerini tamamladı.
Dersim Baro Baskanı Av. Kenan Çetin ise konuşmasında, ‘’Burada tartıştığımız genel anlamda Munzur Baba’ya yapılmak istenen peyzaj projesinin ihalesidir; ana gündemimiz budur. Bunun yanında Halvori Gözeleri, yine Ovacık arazileri ile ilgili daha önce 4 kere ihaleye çıkartılan, 5. ihalede Koç Mercan’ın aldığı arazi ihalesi de Dersim’in şu anda çevre mücadelesinin gündeminde olan gelişmelerdendir. Tabi ki birçok gündem var ama burada sizin de söylediğiniz gibi Munzur Gözeleri’ne ilişkin ne oluyor, buradaki yapılaşma süreci ne olacak, buna Dersim’deki demokratik kurumların tepkisi nedir? Özellikle 2017 de bizden önce Baro Başkanı olan Barış Yıldırım arkadaşımızın yönetim kurulunda bizler de vardık, çokca kurumun katıldığı bir Munzur Özgür Aksın Meclisi’nin ve Dersim halkının da gündeminde olan bir mevzudur.
Munzur’a peyzaj projesinin süreci önceki yıllara dayanıyor. Yani Barış beyin de dediği gibi daha önce buraya çocuk oyun alanı, amfitiyatrodan kadın erkek ayrı ayrı havuzlarına kadar inançsal boyutunun hemen hemen gözardı edildiği bir proje gündemdeydi.
Baro yönetimimiz, demokratik kurumlar gerçekten Dersimde Munzur Özgür Aksın Meclisinin bileşenlerinin de topyekün bir karşı duruşu oldu ve bu karşı duruş noktasında çok net üç farklı tavır gördük. Orada hiçbir yapılaşmanın olmaması, doğalın bozulmaması ayrıca ticarileştirilmemesiyle ilgili Baro başkanlığı, EMEP gibi birkaç kurumun kesinlikle bir karşı çıkışı oldu. Bunun yanında ‘ama olsun şöyle olsun’ diyenler oldu. ‘Olabilir, bir ödenek ayrılacak buraya gelen bu ödenek geri gitmesin.’ diyenler oldu. Şimdi bir kez şunun altını çizelim yani Avrupa’da, dünyada bu işler olurken inanç boyutunu da düşünerek Dersim gibi bir yerde Alevi-Kızılbaş inancının çok yoğun oldugu, hemen hemen her köyde, her mezrada ziyaretlerin olduğu bu bölgede ’80 sonrası anlayışın çok değişmediğini, yerelin rızasının alınmadığını gördük.
Yani altı çizilmesi gereken hem halkın rızası hem yerelde inanç ve kanaat önderlerinin rızasının alınmaması ama aynı zamanda yerel kurumlardan görüş alınmaması durumudur. Barış bey bunu çok net söyledi. Bu bir yasal zorunluluk aslında ama biz buralarda kurum görüşünün alınmadığını son yaptığımız dünkü toplantıda da gördük.
Fırat Kalkınma Ajansı, Bingöl, Dersim, Elazığ, Malatya valiliklerinin yönetim kurulunda olduğu ve Dersim Belediyesi’nin, Dersim Sanayi Odası’nın, Dersim İl Genel Meclis Başkanı’nın yönetim kurulunda olduğu bir resmi devlet kurumudur. Bu kurum ödeneğini yine bu kurumların toplam gelirinin 1000 de 2 sinden ve devletten de aldıkları ödeneklerle sosyal, kültürel, dinsel, ekonomik, turizm ve istihdam alanlarında projelere destek veriyor. Lokal görünse de aslında merkezden gelen ödenekler Fırat Kalkınma Ajansı tarafından ihalelere dönüştürülüyor. Fırat Kalkınma Ajansı’nın bileşenleri dört vali de olsa merkez belediyeler, Malatya Belediyesi, Elazığ Belediye Başkanı, Bingöl Belediye Başkanı da olsa çok rahat proje alanlarına gelip inançsal boyutu nedir, peyzaj boyutu nedir, neyi getirmeliyiz, neyi buraya yapabiliriz diye çok yakından görebilirler. Ama burada anladığımız kadarıyla bu olmuyor.
Bu şu demek aslında, yönetim tarzı nasıl tek adamla Türkiye genelinde oluyorsa burda da birileri söylüyor şuraya bir proje gerekiyor diye, tamamen Ankara’dan mühendisi, mimarı oralardan gelerek yerele müdahale ediyor. Ankara’dan gelenlerin bilmeden bir proje yapmaları akıl karı bir iş değildir. Mesela Düzgün Bava gibi Dersim’de birçok inanç merkezi var. Bu inanç merkezlerinde günlük olarak yüzlerce kurban kesiliyor. Kurbanların yapıldığı yerde kesimevi var ama orada o kanın, o iç organların taşınmasıyla ilgili hiçbir alt yapı düşünülmemiş bu projede. Yani şunu söylemek istiyoruz yereli kavramayan, yerele danışmayan, yerelin rızasını almayan proje bürolarından oluşturulmuş, bir ödenek gelmiş bu ödeneği hangi firmaya vereceğiz, hangi mütahite vereceğiz şeklinde yapılıyor.
Oysa ki Dersim’in sanatçısı, esnafı, emekçisi, sağlıkçısı, eğitimcisi, avukatı, mühendisi ile bu konuda bir anket yapıldığında bile Munzur Baba’da ve tüm kutsal mekanlarda ticarileşmeye, oradaki yapılaşmaya dair bir karşı duruş olduğunu kesin görebiliriz.
Mitingler yapıldı barajlarla ilgili, Munzur’uma dokunma denildi. Oysa ki bu dokunmaktır. Sadece dokunmak da değil yani insan bedenini düşünün rıza almadan o insan bedenine bile dokunamazsınız. Ama bugün sadece dokunulmakla kalmıyor, ben mumların yakıldığı yerde terasıyla birlikte bir ring alanı yapıp dolanacağım diyor. Bunu kim söylüyor, Fırat Kalkınma Ajansı’nın projesi söylüyor. Çevre İl Şehircilik Müdürlüğü de bunun ihalesini yapıyor.
Şunu söyleyelim tabi ki yani buradan Dersim kurumları, sanatçıları, emekçi halkı da herkes biraz kendine de vurmalıdır. Yani bu ihale gizli yapılmıştır evet son toplantıda biz yönetim kuruluna sorduğumuzda bunun cevabı bizden saklanmaya çalışılmıştır. Ama burda bizim de ciddi anlamda uğraş vermemiz, buna dikkat etmemiz gerekiyor. Şimdi Av. Barış Yıldırım beyin burada ciddi bir emeği var, küçümsenemez. Yer yer haksız tartışmaların muhatabı da oluyor kendisi. Ama herkes, her birey kendisine bu anlamda güçlü bir soru sormalı; bu proje geçmişte geliyorum dedi, itiraza uğradı, iptal oldu ama şimdi revize edilerek yani biz oradan ticaret alanını çıkarıyoruz, şunu yapıyoruz, bunu yapıyoruz diyerek halkımızın ve birçok kurumumuzun aslında görüşürken sanki rıza veriliyor gibi bir imaj yansıtılamaz. Bu yüzden projeyi incelemek lazım. Çoğu insanımız da projeyi bilmeden ya söylentilerle ya da kulağa hoş gelen şeylerle bunu yansıtmaya çalışıyor. Ama biz bu hafta içerisinde 4 köyümüzü, ilçe merkezimizi ziyaret ettik. Ovacık halkından bile, yani düne kadar ‘’ya yapılsın, niye karşı çıkıyorsunuz’ diyen köy halkı bile baro başkanlarımıza, baro yöneticilerimize, oradaki sivil toplum örgütlerine karşı duran insanlarımız bile şu anda bizden daha çok karşılar; bu da çok önemli, bu hususun altını çizmek gerekli.
Fırat Kalkınma Ajansı tarafından Munzur Baba Gözeleri Peyzaj Projesi oluşturulurken pazarlık usulüyle hızlı bir şekilde yani gazete ilanları olmadan pazarlık usulüyle Çevre Şehircilik İl Müdürlüğü eliyle yapılmış olması aslında buradaki amacın yerelin sesini dinlemek, yerelin kalbini dinlemek ve halkın rızasını almak olmadığını bizlere gösteriyor.
Munzur Bava Gözeleri Peyzaj Projesini özetle söyleyeyim: Kadın, erkek ayrı ayrı havuzlar yapılması gibi yöre inancında olmayan haremlik, selamlık yaklasimi, yine seyir terası gibi özellikle mum yakılan yerin çevresinde, Munzur Gözelerini birçok arkadaşımız görmüştür, bu alanda seyir terasları düşünülüyor. 50×50 beton kazıklar oluşturarak bu alanda ciddi bir tahribat oluşturulacağına inanıyoruz. Buranın deprem ve fay hattı bölgesi olduğunu söyledi Barış Yıldırım. Ayrıca burada özellikle 4 köyün bu projeye bağlı olacağı ve arıtma sisteminin olmaması düşündürücü bizim açımızdan.
Dersim’de ciddi bir altyapı sorunu var. Gazetelere manşet oldu. Irmakların aktığı, barajların olduğu Dersim’de büyük bir oran yani %50’nin üzerinde içme ve kullanma suyunun sağlıklı olmadığı biliniyor. Ovacık ilçe merkezinde, köylerinde, çeşmelerinde içilebilir su, kullanılabilir su noktasında bir sorun zaten var.
Şimdi belediyecilikte şu çok önemli: Üstte yatırım yapmak harikadır, çünkü görünürdür. Ne deniyor altyapı yatırımları, yani kanalizasyon, içme suyu gibi yatırımlar ise tabiri caizse ‘keriz’ yatırımları olarak anılıyor. Bizim keriz yatırımlara ihtiyacımız var. Yani orada Munzur’un kıyısındaki o dört köyde, ilçe merkezinde, takip edilen diğer köylerde, Ana Hita’dan başlayıp diğer ticari alan ve mekanlarda bütün atık direkt Munzur’a akıyor. Sadece Munzur Gözeleri’nde değil, aşağıda kamping alanları da bugün özellikle koruma altında olması gereken Kırmızı Benekli Alabalıklarımızın yumurtlama alanıdır. Şimdi bu durum hiç düşünülmemiş.
Bizim karşı çıktığımız durum şu: Birincisi bu ödeneklerle öncelikle arıtma sistemi yapılmalıdır. Yine arıtma tesisi düşünüldüğünde bunların havuzları ve diranajın en az 2000 metre yukarıda olması gerekiyor ki biz Munzur’u kurtaralım. Başka neler olması gerekiyor, siz günlük olarak çıkan o atıkları Malatya Büyük Şehir Belediyesi’ne nasıl götüreceksiniz, nasıl nakil edeceksiniz, bunun yapılması gerekiyor. Yine bu projelerle ilgili mühendislerle konuştuğumuzda bu projenin fay hattı üzerinde olduğu söyleniyor. Bakın projeyi yapan, revize eden mühendisin kendisiyle görüşüldüğünde şunu söylüyor: Burası, bu yatırım 4 yıl sonra çöpe gidecek. Bu çok önemli bir şey, bunu bir bilim insanı söylüyor.
Bu konuda bizim karşı çıktığımız şeyler çok net:
1- Munzur Gözelerinde inançsal boyuttaki ibadetin, ritüellerin dışında bir şey olmaması gerekiyor.
2- Oraya beton yürüyüş yolları, ahşap yürüyüş yolları, köprüler, beton havuzlar yapılmaması gerekiyor. Oradan uzak durmaları gerekiyor.
3- Ne kadar az insan giderse o kadar iyi olur. Gidenlerin %10’u inançsal bakıyorsa % 90 gideni de piknik amaçlı gidiyor. Yani şunu köylüler kendisi söylüyor, çok önemlidir: Geçen yıl (2019 yazı) küçük ve büyük baş hayvanımızı dışarı çıkaramadık, kapı önündeki odunlarımıza sahip çıkamadık, mangal dumanından dolayı nefes alamadık, diye şikayet ediyor köylüler. Bakın bu çok önemli. Bu projeyleri yapanlar piknik zihniyetiyle mekanlarımıza yaklaşmamalıdırlar.
Müzisyen Kemal Kahraman da konuşmasında şunlara değindi: “Dersim geçen yüzyıla kadar Aleviliğin bir sosyal sistem olarak yaşandığı ve sığındığı son kale olmuştur. Bu durum sosyo-kültürel, etnik ve inanç boyutuyla da Dersim bölgesini, Türkiye sınırları içerisinde hatta Dünya’da özel bir yer kılar. Yani Avukat arkadaşlarımızın anlattığı üzere Dersim biyolojik çeşitliliği ve faunasıyla olduğu kadar, sosyo-kültürel, etnik ve inançsal nitelikleriyle de özel bir kültür bölgesidir. Demografik olarak Türkiye genelinde sunni nüfus hakimken sadece Dersim, Alevi nüfusun hakim olduğu tek bölgedir. Alevi inanç öğretisi asırlar boyunca sözlü gelenekle aktarılmıştır ve Dersim bu sözlü hafızanın ayakta kalmış son otantik hayat alanıdır.
Alevi inancının dünya, alem, insan, hayat, ölüm, can, canlı, cansız, cennet, cehennem, kutsiyet, ibadet, ibadethane vs. birçok konuda yaklaşımı ortodoks geleneklerden tamamen farklı ve kendine hastır. Aleviliğe göre Hakk, bütün varoluşta tecelli etmiştir. Bu yüzden Dersim Aleviliği, Dersim kutsal mekanları ve bu mekanlarda icra edilen ritüellerden bağımsız düşünülemez. Bugün Alevilik tüm sosyal ve inançsal kurumlarıyla çökmek üzereyken bu bölge bütün sözlü kültür hafızası ve bu hafızayı ayakta tutan demografisiyle koruma altına alınmalı ve Dünya Kültür Mirası Listesi’ne kabul edilmesini sağlayacak girişimlerde bulunulmalıdır.
Son yıllarda gerek devlet destekli projeler gerekse de sivil insiyatifler tarafından Dersim kutsal mekanlarına yapılan her türlü müdahale tam bir fiyaskodur, yıkımla sonuçlanmıştır. Düzgün Baba ziyaretinde eskiden insanların ibadet amacıyla ayakkabılarını ve çoraplarını çıkartarak yalın ayak çıktıkları en sarp güzergaha merdiven döşemek, Ana Fatma ziyaretinde kaynak suyunun çevresine beton dökmek, tepesine otel dikmek, Heniyo Pil (Büyük Çeşme) ziyaretinde sünni ortodoksinin normlarıyla hikaye uydurup tabela asmak, Mutu´da Linga Xızı’ın (Xızır Ayağı) üzerine cemevi diye apartman dikmek, üstüne otobüs firmalarının tabelasıyla Xızır “Dergahı” yazmak gibi sayısız yıkım örneği vermek mümkündür. Çünkü devlet bir tarafa, Dersimliler adına öne çıkan kurum ve şahıslarda da, ki bunlara belediyelerimiz de dahildir, Dersimlilik perspektifi, Alevilik algısı, vizyonu, boyası, kokusu kalmamıştır. İyi niyetle yapıyorum derken bile yıkıyoruz. Bunları aramızda konuşmalı eski adap, usul, erkan neymiş, sözlü kültür kaynaklarımızın şahitliklerine dayalı olarak yeniden öğrenip bunlara hayat alanı açmalıyız.
Dersim Alevi inancına göre ziyaretler, kutsal mekanlar oldukları halleriyle kutsaldır, dokunulmazdır. Zamanında da Dersim’in pirleri, mürşidleri, alimleri, kamilleri, inançlı ağaları, beyleri, kudretli insanları vardı. Biz sanıyoruz ki, onlar acizdiler, fakirdiler, düşünemiyorlardı o yüzden bu ziyaretlere bina, mesire yeri, merdiven yamamışlardı. Öyleyse bugün bizim gücümüz var, vizyonumuz var; her şeyi daha iyi biliyoruz, oraya merdiven döşeyelim, bina kuralım, betondan çeşmeler yapalım, çevre düzenlemsi yapalım falan. Halbuki, onların Alevilik olarak yaşadıkları inanç öğretisine göre buralar tam da oldukları halleriyle evliyalar, gerçekler mekanıdır; her birinin bir hikayesi vardır. Diyelim Düzgün Baba hikayesini biliyoruz; Düzgün Baba gençtir, newcivandır, çobandır, keçileri vardır, kartalları vardır, beyaz kurtları vardır, atı vardır, zemheri ayında yeşerten asası vardır ve bugün merdiven döşediğimiz bir dağı yani bir mekanı vardır. Bunların hiçbiri keyfi yakıştırmalar değildir; her birinin dinler tarihinde, kültür tarihinde bir yeri, bir manası vardır. Her birinin Hitit’e, Eski Mısır’a, Sümer’e kadar uzayan kökleri vardır. Ve bu kültür, bugün can çekişme sınırların getirilmiş olsa da hala ziyaretleriyle, duaları, gülbengleri, deyişleri, beyitleriyle, dini ritüelleriyle, ritüel takvimiyle bugün, bu bölgede canlı olarak yaşamakta, yaşatılmaktadır. Bu yüzden, böylesi bir farkındalıkla ilkesel olarak özellikle ziyaretlerle ilgili her türlü devlet projesine karşı çıkılmalıdır. Resmi otoritenin kutsal mekanlarla ilgili hiçbir insiyatifine alan açılmamalıdır. Sivil insiyatiflerin müdahaleleri ise bu tür işlerin getiri-götürüsünü değerlendirecek, yine sivil toplum temsilcileri tarafından seçilmiş uzman kişilerden, inanç önderlerinden oluşturulacak bir üst-kurulun insiyatifine bırakılmalıdır.’’
Sonuç ve Öneriler
Dersim Kongresi’nin hazırladığı bu toplantıya katılan akademisyen ve hukukçu arkadaşlarımızın getirdiği öneriler de dikkate alınarak acilen önümüzde duran görevler şunlardır.
1- Munzur Baba Gözeleri’nde Fırat Kalkınma Ajansı tarafından ihalesi sonuçlanan peyzaj projesinin acilen durdurulması amaçlı Dersim’de ve diasporada yaşayan Dersim halkının, Dersim dostlarının olay yerine gidip bu projeye yerinde tepki vermesini örgütlemek. Avrupa’daki cemevlerinin ziyaretlerimize duyarlılık göstermelerinin talep edilmesi.
2- Dersim’de yaşanan doğa yıkımlarının bilimsel verilere dayalı olarak ortaya konabilmesi ve kamuoyu oluşabilmesi için Türkiye’de çevre ve tabiat konularında uzman akademisyenlerden oluşan bir heyetin organize edilip baromuzun ev sahipliğinde Dersim’e gönderilmesi.
3- Dersim ve Avrupa’da yaşayan genelde çevre konuları özelde Dersim´de gelişen doğa yıkımları üzerine davaları yürüten hukukçuların bilgi alış-verişinde bulunması, davaların takibinde güç birliği yapılması ve tecrübe aktarımı amaçlı bir hukukçular birliği oluşturulması.
4- Bütün bu hukuk mücadelesine zemin oluşturulabilmek ve genel bir farkındalık yaratabilmek için Dersim coğrafyasının biyolojik çeşitliliği ve faunasıyla, jeolojisiyle açığa kavuşturulduğu bilimsel araştırma gruplarının organize edilmesi; inanç, ibadet mekanları ile ilgili sözlü kültür çalışmalarının yapılarak sunulması ve yayınlanması için uluslararası bir sempozyumun düzenlenmesi.
Özellikle bütün bu çalışmalarla Dersim kutsal mekanları, tarihi ve kültürel varlıklarının mezarlarına kadar tescillenip koruma altına alınması.
Akarsularımız, bu sularda yaşayan canlıların tespit edilmesi, dağlarımızda bulunan endemik çeşitliliğin saptanması, yaban hayatta yaşayan canlı türlerinin tespit edilmesi ve tüm bunların akademik bir çalışmayla kayıt altına alınıp yayınlanması.
5- Uluslararası genel bir duyarlılık oluşturmak amacıyla Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği, UNESCO, Uluslararası Doğayı Koruma Birliği, Dünya Doğal Hayatı Koruma Birliği gibi kurumlara mektuplar yazmak, böylece özelde Munzur Gözeleri genelde ise dağları, vadileri, nehirleri, yaban hayatı ve Alevi inancı çerçevesinde sahip olduğu sosyo-kültürel değerleri ile Dersim Kültür Havzası’nın müstesna varoluşu temelinde Dersim Kültür Havzası’nın Dünya Kültür Mirasları listesine alınmasının sağlanması.
6- Halk arasında görece karşılık bulan ‘’Ekoturizm“ söylemlerinin doğru temelleriyle anlaşılabilmesini sağlamak için Türkiye ve Dünya genelindeki somut deneyimlerin incelenerek bir rapor halinde sunulması.
13.06.2020
Dersim Kongresi Sekreteryası
Dersim tek başına bir kentin, bir coğrafyanın adı değildir. Binlerce yıllık bir aidiyetler toplamıdır!
Su, sadece su değildir, toprak sadece toprak, ağaç sadece ağaç değildir Dersim’i bilenler için…
Dersim, aşktır kendisini yürekten sevene; çağırana yar olan, ama hiç kimseye ait olmayan bir aşk. Yüzyıllarca padişahların sahip olmak için üzerine sefer ettiği, kötüden, beladan kaçanın sığınmak istediği, üzerine yüzlerce şiir, hikaye, roman yazılmış, her yazanın kendisine göre tarif ettiği, o tariflere haps olmayacak ve sığmayacak kadar güzel ve büyük bir aşk.
Toprağına, suyuna başka bir nazarla baktıran, kendisine yürekten bağlatan bir aşk.
Boşuna değildir Wayir’lerin onu mekan tutması, en güzel suların onda çağlaması, en güzel çiçeklerin onda açması, dağ keçilerinin, vaşağın, pepugun, cümle canlının onu yurt tutması…
Sürünün içine yavrularıyla dalan dişi ayının istediği keçiyi aldıktan sonra sürü sahibine adeta “Kendim ve yavrularımın hakkını aldım, helal et!”, dercesine gösterdikten sonra gitmesi kadar hakça olan yaşamın yurdu…
Düzgün Bava’da Hiniye Xaskare’ye sırtını yaslayıp gelene, geçene aldırmadan ağlayıp derdini dökerek yardım isteyen, ama gelecek yardımdan emin olmanın huzurunu da taşıyan insan-ı kamilin olduğu yerdir.
Çocuğu kronik hasta olanın zemherinin donduran ayazında Munzur’a “Ya senindir alırsın ya benimdir iyi edersin dayanamıyorum artık!”, diye daldırıp çıkardıktan sonra iyileştiği yerdir.
Bunun gibi yüzlerce yaşanmışlığın anlatılabileceği kutsal bir topraktır, sudur Dersim.
Sonra, dakılamı Yemos’un “Cigeram verde ra Haq eskera bi, gau ve hesura telewe de çerdene. Key ke aşiru juvin ra xorti kisti, key ke çhekê xu kerd are day ve dewlete, xu destra vile xu yinerê kerd cowt, yinu ma qir kerdime, milisu ki goniya mara perey gureti, o waxt Heq ki herediya, wayiru ki posta hu çarnê ra ma.”, dediği yer oldu Dersim.
O vakitten bu vakte düşman değişmedi, kötü değişmedi, ama Dersimli durmadan değişti; her renge, her şekle girdi, kendi izini yitirdi, gölgesi oldu başkasının; dağların, suyunun, doğasının dostluğunu kaybetti.
Maden ocakları, baraj vb. projeler var; doğa, bunca nesildir koruduğu evlatlarının eliyle yok edilecek. Düşmanlarıyla iş birliği yapan zamane milisler kanından para kazanacaklar. Ezeli düşman yardımsever dost postunda giriyor bu kez Hardo Dewrês’e. Dersim’de kendi eliyle yarattığı fukaralığını kullanarak giriyor; yol, su, hizmet, turizm sizlere kazanç sağlayacak diye giriyor. Kimi buna tav oluyor, kimi projelere ortak oluyor, kimi de çaresizlikten rıza gösteriyor. Arap sermayesine sırtını dayamış muktedirler, içimizdeki milislerin eliyle Hardo Dewrêş’in kanını içmeye geliyor. Ziyaretlerimize oteller yapıyor, çivi bile çakılmaması gereken doğal hazinelere çevre düzenlemesi adı altında gelecek sermaye sahiplerine oraya girmelerine kapı aralanıyor. Girerlerse o jiyarlara, Munzur Bava’ya, onların izni olmadan gidemeyeceğimiz zamanların yakın olduğunu, madenler işletilmeye baslarsa o bol bol fotoğraflayıp videolarını paylaştığımız doğanın yerinde yeller eseceğinin bilincinde değil halkımızın çoğu, bir kısmının da işine gelmiyor.
Oraya kendisini dininden dolayı dünyanın efendisi gören, diğer yaratılmış cümle canlıyı kendine hizmetle yükümlü görenlerle, ırkını her şeyin önünde tutanların sermayesi girecek ve lütf ederlerse hizmetkar kılacaklar yerlisini Dersimin…
Bir avuç anca kalmış kendini kaybetmemiş, yüreği yangın yeri insan direniyor bu zulme, onların da sesini duyan yok! Kulaklar tıkalı, sesler kesik, gözler yumulu ne hikmettir bilinmez? Bilinir elbet!..
Ya biz Dersimliler olarak gözümüzü, kulağımızı açıp bilincimizin önündeki perdeyi acilen kaldırıp kendimiz kalarak yaşama imkanı bulabileceğimiz tek yer, yani cennetimizin elimizden gitmesine karşı koyacağız ya da nefes alamayacağımız cehennemlere sürüleceğiz.
Düşünmek için bile zamanımız yok!
Şimdi harekete geçmezsek sonrası olmayacak Dersim’in…
05.06.2020
Rubarê virusê korona ra qomê maê Dêsım rê phoştdar be!
Virusê korona se ke têde qomê dina kerdê perişan hên ki qomê maê Dêsımi alange de verdo. No hal nia hona çıxa anceno nêzanino.
Dezgê Dêsımiyê ke cêr namê xo darino we jü kampanya gureta xo ver. Perêwê ke dinê are ebe destê dezganê maê Dêsımiyê ke welat derê resenê mıletê ma.
No mesuliyet ê ma pêroinewo. Kamo ke desbera xora êno loqmê xo kêmi mekero ke hometa mawa Dêsımi na tenge raviyarno.
Sebeta phoşdariya xo malumatê panqawo ke cêr nusiyo bıgurenê. Eke wazenê şımarê mexpuzê de mor kerdiye ruşnenime.
Nıka ra Xızır şımara razi bo, şımade yar bo.
İhtiyaç sahiplerine ulaştırmak üzere
Dersim’e korona – virüsten dolayı yardım kampanyası başlatıyoruz.
Korona virüs tüm dünyayı etkisi altına almış ve dünya halklarına olduğu gibi Dersim toplumuna da zor bir süreç dayatmış bulunmaktadır. Bu durumun ne kadar süreceği öngörülememektedir.
Biz aşağıda imzası bulunan Dersimi kurumlar toplumumuzla dayanışma sorumluluğumuzun gereği bir yardım kampanyası başlatıyoruz. Yardımı yerel kurumlarımız denetiminde ihtiyaç sahiplerine adil bir şekilde ulaştıracağız.
Yaşanan bu zor süreçte toplumumuzun yardımına koşmak isteyen sorumlu ve vicdanlı her ferdin yardımını bekliyoruz. İmkan ve olanaklarınızla kendinizin belirleyeceği katkılarınızı aşağıda verilen banka hesabı üzerinden bizlere ulaştırabilirsiniz.
Föderation der Dersim Gemeinden in Europa e.V.
IBAN: DE07 3705 0198 1929 5488 30
BIC: COLSDE33XXX
Kullanım amacı / Verwevdungszweck: Hilfe für Korona-Bedürftige in Dersim
Not: Talep edilmesi durumunda yardımsever dostlarımıza resmi bağış makbuzu gönderebiliriz.
13 Nisan 2020
Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG)
Dersim Kongresi
Dersim Bütün Kimlik Öğeleriyle Yeni Türkiye Cumhuriyeti Bünyesinde Bir Çıbandı!
Alman Kamu Televizyonu ARD’nin ttt (titel-tehesen-temeperamente) adlı programında, Tertele’yi (Dersim Soykırımı) konu eden 4 dakikalık bir dokümantasyon („Das vergessene Massaker – wie Kemal Atatürk Aleviten ermorden ließ“) gösterildi. Beklenildiği üzere bildik ırkçı reflekslerin devreye girmesi pek uzun sürmedi. Hem tanrıları Atatürk’e toz kondurmayan militarist Kemalist cephe ve „sol“ soslu yedek güçleri, hem de bu ara devlet yönetimini elinde bulunduran neo-hilafetçiler bir ağızdan „Devletimizin ve Cumhuriyetimizin bekası“nı savunmak için seferber oldular.
Öncelikle, Dersimliler, özellikle kendisini „sosyal demokrat“, ya da „sol“ diye tanımlayan bazı politik yapılanmaların çeperi içinde bulunanlar, „Dersim Olayları“nı soykırım olarak adlandırmadaki çekincelerinden vazgeçmeliler. Varsa böyle bir tartışma, bu Dersimlilerin dışında yürüyen bir tartışma olmalıdır. Dersimliler, Dersim’de soykırım olmadı savını (halen hukuken olmasa da) vicdanen suç saymalıdırlar. „Dersim meselesi“, „Dersim katliamı“, „Dersim olayı“, „Dersim’de vahşi suçlar“ vb. tanımlamalarla yetinmek, soykırım gerçeğini perdelemeye yaramaktadır. Olup bitenin adı jenosittir. Dersimliler kendi dillerinde bu jenoside TERTELE demişler. Yahudiler için HOLOCOUST neyi ifade ediyorsa, Dersimliler için de TERTELE onu ifade ediyor.
Ortalığa kusulan militarist devletçi, ırkçı-hilafetçi zehirin yan etkileri Dersimliler içinde, Dersim Soykırımını kim yaptı ve Dersimliler neden soykırıma uğradı sorularının tekrardan tartışılmaya başlanması şeklinde yansımış durumda. Tertele faili ırkçı-ulusalcı ve ırkçı-hilafetçi cephe ve yedek güçlerinin ulusal çıkarları uğruna gösterdikleri hassasiyeti, ne yazık ki, Dersimliler kendi davaları söz konusu olduğunda gösteremiyorlar. Dersimli aydınlar, siyasiler, sivil toplum kurumları, doğa aktivistleri ve inanç önderleri, Dersim ve Dersim toplumunun bekası için aralarındaki ayrılıkları ve tartışmaları ikinci plana iterek bir araya gelme olgunluğuna sahip değiller. Halbuki, özellikle içinden geçtiğimiz konjonktür, güçlerini ve imkanlarını birleştirip, Tertele kurbanlarının tarafı olarak davaya müdahil olmalarını, sahip çıkmalarını zorunlu kılmaktadır. Bu ihtiyacın bilincinden hareketle, biraz daha geniş yazmayı düşündüğüm bir makale için tutuğum birkaç notu, tartışmaya faydası olur umuduyla, kısaca aşağıya aktarıyorum.
Tertele’nin Faili Kim?
Herhangi bir kafa karışıklığına mahal vermeksizin, Tertele failinin Türkiye Cumhuriyeti devleti olduğunun altı çizilmelidir Soykırıma hukuki zemin yaratan bütün kararlar Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Bakanlar Kurulu gibi devlet kurumlarında alınmış, bu kararlar doğrultusunda gerekli hazırlıklar yapılmış ve devletin idari, kolluk ve askeri güçleri tarafından Tertele gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla, muhatap da Türkiye Cumhuriyet devletidir. Devletin tartışmasız lideri olarak Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, devlet yöneticilerinin istisnasız tümü Dersim Soykırımının failleridir. Dersim’de yeri göğü ateşe veren, felaketten kurtulanları da ölmediklerine bin pişman eden politika devlet politikasıydı. Soykırımın organizatörlerinin kimin olduğu, alınan kararların altındaki imzalarla tasdik edilmiştir. Ne Kemalistler, bugünkü neo-Osmanlıcıların sonradan Demokrat Parti içinde kümelenen atalarını zorla soykırıma mecbur etmişlerdir, ne de birileri Kemalist kadroların eline kullanmak istemedikleri bir kılıcı zorla tutuşturmuştur. Neo-Hilafetçilerin, halihazırda başında bir Dersimlinin bulunmasını da fırsat bilerek, günahı CHP’nin kapısına süpürmelerinin hiçbir inandırıcılığı ve ciddiye alınır tarafı yoktur. Hepsinin ceddi, fikir birliği içinde, Türk-İslam senteziyle yoğurmak istedikleri üniter Türk ulus-devlet kılıcını doyumsuz bir iştah ve zevkle Dersimlilerin boynuna indirmiştir. Anne rahminden çıkarılan masum-u paklar „modern“ ve „medeni“ Türkiye Cumhuriyeti adına süngülenmiştir. „Şeriatçılar Kemalist kadroların eline İslam kılıcını tutuşturdu“ tezi ile neo-hilafetçilerin „soykırımı Kemalistler gerçekleştirdi, bizim ceddimiz suçsuzdu“ söylemi bir madalyonun iki yüzüdür. ya da, Dersimlilerin boynuna inen kılıcın iki keskin sivri tarafıdır.
Kendilerine „anti-emperyalist“, „ilerici“ payesi biçilen Cumhuriyetin ırkçı Türk milliyetçisi liderlerinin soykırımla birlikte anılmasını kabule yanaşmama tutumu, „Beyaz Türkçülüğe“ öykünen ve resmi devlet ideolojisinin çarklarında zihinleri şekillenen Dersimliler içinde hatırı sayılır bir taraftara sahip. „Çağdaş Cumhuriyet“i ve soykırım kelimesini ilişki içinde telaffuz etmeye bir türlü gönülleri varmayan bu mantık sahiplerine göre, Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti aslında Doğu toplumlarının kurtuluş vizyonunu temsil ediyordu ve Dersimliye de özlem duyduğu yaşamı vaat ediyordu. Ne var ki, „Dersim’in aşiret reisleri, seyitleri, derebeyleri, Cumhuriyet’in izlediği laik ve anti feodal politikaya karşı çıkarken gerici“ydiler[1] „Osmanlı’nın haritasında bile unuttuğu bu güzel diyara, Cumhuriyet, devlet otoritesi teziyle gideceğine, insani bir demet gülle gitseydi, Dersimlinin ülkeye katkısı, tüm tasarıların üstünde olurdu.“[2] Neo-hilafetçiler, Kemalistlere karşı kullanır diye, Dersim Soykırımını uluslararası platformlara taşıma çabalarını eleştirip değersizleştirmeye çalışan Dersimli yazar-çizer ve politik figürlerin dile getirmek istedikleri aslında bu bakış açısına olan bağlılıklarıdır. Arkadaşlar halen modern Türkiye Cumhuriyetinin kendilerine sunmayı arzu ettikleri „bir demet gül“ü bekliyorlar. Ara sıra da Anıtkabir’e koşarak ya da ya da Cumhuriyetin kurucu liderlerine övgü dizerek bu beklentilerini görünür kılıyorlar. Kanımca, Dersim soykırımını, devlet kliklerinin iktidar dalaşındaki mevzilenişine kurban etmenin vebali epey ağırdır. Milletvekilliği, ya da CHP gibi partiler içinde siyasi kariyer hesabı yapan politikacı ve yazar-çizer Dersimliler tarihi bir sorumlulukları olduğunu bilerek daha hassas hareket etmeliler. Bazı Dersimli yazarların ve siyasi figürlerin Atatürk başta olmak üzere, Kemalist soykırım faillerinin avukatlığına soyunmaları Dersimliler için kabul edilmez trajik bir durumdur.
Türk devletinin, Türk ve Müslüman olmayan topluluklara karşı resmi ideolojisinde ve politikasında, kökleri Osmanlı imparatorluğuna uzanan bir süreklilikten kolaylıkla bahsedebiliriz. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde 300 bine yakın Süryani’nin, 353 bin Pontuslu Rum’un katledilmesi, Ermeni Soykırımı ve 1937-38 Dersim Tertelesi bahsini ettiğimiz süreklilik zincirinin birer halkaları olarak görülmelidir. Osmanlı devletinin ardılı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri, bu alandaki Osmanlı devlet politikasından ve pratiğinden köklü bir kopuşu hiçbir şekilde gerçekleştirmemiştir ve böyle bir kopuşu hiçbir zaman arzu etmemiştir. İttihat ve Terakkicilerin pantürkist ve panislamist fikir mirasına ise sıkıya sarılmışlardır. O dönemdeki klik çatışmalarından bağımsız olarak söylenebilir ki, Cumhuriyeti kuranların Anadolu halklarına hiçbir zaman gerçek bir etnik, ulusal, inançsal ve sosyal eşitlik vaadi olmamıştır. Özellikle Kürt hareketi çevrelerinin kurtuluş reçetesi olarak yeniden keşfettikleri 1921 Anayasası’ndaki sözde „Kürtlere muhtariyet“ iddiası da dahil, bu yönlü vaatleri, Cumhuriyetin pozitivist lider kadrolarının pragmatist politik manevraları olarak değerlendirmek daha doğru olur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunu, medeniyetin ve modernitenin Anadolu toprağına ayak basması olarak bize sunmaya çalışan çevrelerin, bunun tersini ispatlayacak tek bir kanıtı bile yoktur. Sözde bilim insanı sıfatıyla sundukları her gerekçe, baş vurdukları her „belge“ dönüp dolaşıp başlarına bela olmakta, „modern Türk ulusu“ ve „üniter bir devlet yaratma“ gayesi uğruna işledikleri insanlık suçlarının kanıtı haline gelmektedir.
Dersimliler neden soykırıma uğradı? Veya Dersimlilerin Cumhuriyet’le gerçekten mi bir sorunları yoktu?
Dersim bütün kimlik öğeleriyle yeni Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde „sökülüp atılması gereken bir çıbandı, ve kim ne derse desin, Tertele ile bu „çıban“ sökülüp atıldı. Tertele Dersim toplumsal yaşamında ve iç hukuksal düzeninde onarılması mümkün olmayan bir yıkım, bir dönüm noktasıdır. Tertele‘den sonra Dersim/Kırmanciye toplumu kendi adına konuşma ve karar verme yetisini ve durumunu yitirdi, kendisi için söz söyleme hakkı başkalarına geçti, ya da elinden alındı. Bununla da kalınmadı, Dersimlilerin ne olup olmadıklarına, etnik kimliklerini, memleketlerini, dillerini nasıl tanımlamaları gerektiğine de başkaları karar vermeye başladı. Resmi devlet ideolojisi onları ihtiyaca göre „öz be öz Türk“, „Türklükten dönme Zaza“, „Kürtleşmesi engellenmesi gereken dağ Türkleri“ vb. olarak gördü. Milliyetçi Kürt hareketi ve onun etkisindeki yazar, aydın çevreler, onları Kürt ulus kimliğinin ayrılmaz bir unsuru (bir süredir Kürt ulus kimliğinin bir alt kategorisi de deniyor), dillerini ise Kürtçe’nin bir lehçesi olarak tanımlıyor. Özellikle Kürt ulusal hareketinin yarattığı etkinin de baskısıyla, bu dünyada ulus olmadan ve milliyetçilik iksirini yudumlamadan adam olunmaz paniğine kapılan Zaza milliyetçileri ise, Dersim Kırmançlarını, inşa etmeye çabaladıkları Zaza ulusu projesi içinde görüyor. Kendilerini, nerdeyse gördükleri her canlıyı ve cismi ille de bir ulusa monte etme mecburiyetinde hisseden bu çevreler, üzerine ahkam kestikleri bu toplumun, en azından Tertele dönemine kadar, toplumsal, kültürel, etnik, hatta inançsal kimliğini KENDİ DİLİNDE nasıl tanımladığını ise hiç mi hiç dikkate almıyorlar. Ayrı ve daha kapsamlı bir tartışma konusu olduğu için fazla uzatmadan şunu not edebiliriz:
Tertele’den önce Dersim Kırmançları, etnik, kültürel kimliklerini ne Türk ne Kürt ne de Zaza ulus formasyonları içinde görmemişlerdir. Yaşlı kuşak Kırmançların aktarımları ve başka sözlü tarih çalışmaları bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Dersim Kırmançlarının „BİZ“ tanımlaması ve toplumsal bilinç hafızası Türkleri, Kürtleri ve Zazaları içermiyor. Dersim Kırmançları, her daim bu toplulukları kendilerinden ayrı görmüşlerdir. Zazalarla olabilecek muhtemel etnik köken ortaklığı ve dil birliğine rağmen bu böyledir. Bunun böyle olmasının, Dersim Kırmançlarının bu topluluklar hakkında olumlu, ya da olumsuz düşünüp düşünmediğiyle de bir alakası yoktur. Dersim/Kırmanç kimliği ne Türk ne Kürt ne de Zaza ulusal kimliklerinin ne bir parçası ne de bir alt kategorisi olarak görülebilir. Bunlardan bağımsız, uluslaşma süreci dışında kalmış ulus öncesi „etno-kültürel“[3] bir kimliktir. Ve „(…) aktüel kimlik tartışmalarında Dersim’e Kürt ya da Zaza kimliği belirlenmek istense de, hem 38 öncesi hem de sonrası süreçten 1980’li yılların ortalarına kadar Dersim kimliğinde asıl belirleyici unsur Alevilik/Kızılbaşlık olmuştur.“[4] Tertele öncesi, Dersimli Kırmançların etnik, kültürel, inançsal kimlikleri hakkında bir toplumsal hafıza bulanıklığına işaret eden ciddiye alınacak bir veri yok elimizde. Dersim Kırmançlarının kimliği tartışılırken esas referans noktası bu topluluğun kendi kimliğini KENDİ DİLİNDE nasıl tanımladığı ve bundan ne anladığı olmalıdır. Tertele bağlamındaki tartışma için de bu geçerlidir. Tartışmada, Tertele faili ideologların kurbanların etnik kimlikleri hakkındaki tespitlerine kulak asmak ve onları kurbanların kimliğini belirlemede şahit göstermek de pek aklıselim bir tutum değildir. Ayrıca, kimlik tartışması, soykırım kurbanı toplumların birbirlerine karşı kışkırtılmasının aracı haline getirilmemelidir. Etnik, ya da inançsal kimliği ne olursa olsun, hiçbir halk diğerinden ne daha fazla ne de daha az değerlidir. Kurbanların seçimi failler açısından tamamen bir hesap kitap işidir. Çizdikleri toplumsal mühendislik projelerinin önceliklerini kendileri belirler, kurbanlarının yakalarına sıra numaralarını da onlar takar. Süryani, Pontus, Kürt, Zaza, Dersimli, Alevi onlar için fark etmez. O topraklarda yaşayan ve ön gördükleri toplumsal projeye uymayan her topluluk o dönemde potansiyel olarak soykırımın hedefindeydi ve halen de öyledir. Hesap gereğidir yaptıkları.
Peki neden Dersim? 1920’li yılların başına kadar Dersim, diğer adıyla Kırmanciye toplumu esas itibarıyla, „devletleşmemiş Dersim toplumunun belirli örf, adet, gelenek, görenek ve töreler toplamı, sözlü toplumsal kurallar bütünü“[5] olan „Qanunê Kirmanciye“ (Kırmanciye Kanunu) ile idare edilir. Farklı toplumsal gruplar arasındaki anlaşmazlıklar, ilişkiler vb. bu „sözlü toplumsal kurallar bütünü“ne[6] dayalı doğal hukuk sistemi zemininde ele alınır, çözülür. O dönemlere kadar Dersimli doğal otorite sahipleriyle devlet arasındaki ilişki, devletle vatandaşları arasındaki ilişkiden çok, iki farklı toplumun temsilcileri ve idari mekanizmaları arasındaki ilişkiyi andırır. Bir tarafta hükümranlık tekelini elinde bulunduran merkezi devlet otoritesi, diğer tarafta doğal Kırmanciye Hukuk Sistemi’ni (Qanunê Kırmanciye) temsil eden yerel otorite. Osmanlı devlet otoritesinin Dersim’de bu bir nevi ikili siyasi iktidar durumunu kendi lehine bozma girişimleri her seferinde geri teperek sonuçsuz kalır. „Dersim’e sefer olur, zafer olmaz“ ile ifade edilmek istenen esasta bu tarihsel gerçekliktir. Başından beri bu durumun farkında olan Cumhuriyetçi ideologlar ve politikacılar, hangi düzeyde olursa olsun, yeni kurulan Cumhuriyet sınırları içinde merkezi devlet otoritesine bağlı olmayan bir siyasi otorite yapılanmasına sürdürülebilir bir durum olarak hiçbir şekilde tahammül etmeyeceklerini ve meselenin kökten halledilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Çünkü, Dersim Kırmançlarının toplumsal kimliği ve bu kimlik esaslarına göre oluşturdukları idari sistem ve yaşam tarzı Cumhuriyet’in öngördüğü pantürkist ve panislamist homojen toplum vizyonuna ve üniter devlet sistemi ideolojisine ve pratiğine aykırıydı. De facto özerk bir yaşam sürdüren Dersim/Kırmanç toplumu Cumhuriyetçiler için ciddi bir tehlike oluşturuyordu. Mustafa Kemal, TBMM’nin 1936 yılının ilk yasama döneminde yaptığı bir konuşmasında durumun aciliyetine dikkat çekmek için şöyle demektedir: „İç işlerimizden en önemli bir safha varsa, o da Dersim meselesidir. İçerde bulunan bu yarayı, bu korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi, her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmelidir.“ Bu direktif doğrultusunda, otorite tanımaz aykırı bir yerel idari düzenin sosyal tabanı olabilecek nüfus ve buna liderlik yapma potansiyeli olan şahıslar ve dinamikler bir an önce tasfiye edilmeliydi. Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da Dersim’deki siyasi durumu, diğer Alevilerin, Kürtlerin, Zazaların yaşadığı bölgelerden farklı kılan en önemli faktörlerin başında bu gerçeklik gelmektedir. O tarihsel kesitte Dersim’dekine benzer bir ikili otorite durumuna başka bölgelerde rastlamak pek mümkün değildi. Irkçı eğilimlerden muzdarip milliyetçi bir bakış açısıyla konuyu tartışan çevreler sorunun bu boyutunu nedense es geçiyorlar. Özellikle ulus inşasını ideolojik ve siyasal faaliyetlerinin merkezine koyan Kürt ve Zaza milliyetçilerinin, ulus öncesi bir toplumsal oluşum olan Dersimlilere uygulanan 37-38 Soykırımının sebebini, Dersimlilere hayali olarak bindirdikleri „Kürt“ veya „Zaza“ ulusal kimlikleriyle açıklamaya çalışmaktansa, neden diğer Aleviler, ya da Kürtler değil de Dersimli Kırmançlar soykırıma uğradı sorusunu bu açıdan bakarak cevaplamaya çalışmaları daha doğru olur.
Dersimlilerin Cumhuriyet’le gerçekten mi bir sorunları yoktu?
Tertele’ye yasal meşruluk kazandırmak için faillerin uydurduğu Dersimlilerin Cumhuriyete karşı isyan ettiği tezi başından beri bir yalandan ibaretti. Bunu dile getirmek ve tarihsel gerçeklere sadık kalarak sosyal bilimsel araştırma metotlarıyla veri toplamak hem kamuoyunu doğru bilgilendirmek hem de ileride uluslararası hukuk mercilerde gündeme gelebilecek bazı davaların başarılı olabilmesi için vazgeçilmez bir zorunluluktur. Ne var ki, özellikle, Kemalizm ve Cumhuriyet hayranlığına helal getirmek istemeyen bir kısım Dersimli yazar ve politikacının bu gerçeği, Cumhuriyeti kuranların Tertele’deki rolünü flulaştırmak için kullanmalarına da müsaade edilmemelidir. Evet, Dersim’de, ne devletin bahsettiği türden bir kalkışma, ne Kürt ve diğer sol çevrelerin tanımladığı türden bir „Dersim Kürtleri isyanı“, ne de Zaza hareketi liderlerinin görmek istedikleri türden bir „Dersim Zaza Ayaklanması“[7]ından bahsetmek olanaksız. Fakat, bu, Dersimli Kırmançların, Cumhuriyeti ve liderlerini kutsamak için selamlama kıtalarında sıraya girdikleri anlamına da gelmiyor. Kalplerindeki Kemalist devletçi kıvılcımı hep diri tutan ve her seçim döneminde biraz daha harlayan bazı torunlarının aksine, dedeleri, Cumhuriyetin kendilerine ne vadettiğini Tertele’nin arifesinde idrak etmişlerdi. Dersimli Kırmançlar, “Nişto ro qanunê Cumurati! Dariyo we qanunê Kırmanciye!“ (Cumhuriyet Kanunun Geldi! Kırmanciye Kanunu Kalktı!)[8] ya da „Vanê, Anqara de qerar gureto! No nê dowılo, nê sazo! Zalimu kaf u kokê Dêsimi veto! ((Diyorlar: Ankara’da karar vermişler! Bu ne davul ne sazdır! Zalimler Dersim’in soyunu kesmişler)[9] dizeleriyle Cumhuriyet’in kendilerine çıkardığı fermanın farkında olduklarını dile getiriyorlar. Dolayısıyla, toplum olarak kendilerine ve memleketleri Kırmanciye‘ye bir nevi „Endlösung“[10]dan başka bir seçenek sunmayan bir devlet sistemi ve kurucularıyla Dersimlilerin bir sorununun olmadığını iddia etmek, saflıktan da öte, faillerin ideolojisiyle uyum içinde olan bilinçli bir duruş göstergesidir. Sözlü tarih çalışmaları ve gün yüzüne çıkan belgelerden Dersimli aşiret ve ocak ileri gelenlerinin büyük çoğunluğunun bu gerçeğin farkında olduğunu öğreniyoruz. Dersimli Kırmanç toplumu ileri gelenleri, edindikleri tarihsel tecrübelerine de dayanarak, Yeni Türkiye Cumhuriyeti devletine başından beri tedricen yaklaşmışlardır. Dersim/Kırmanç toplumu ve ileri gelenleri bu tedirginliğini „Bela Estomol u Anqara ra wusto ra amo çêverê ma“ (Bela İstanbul’dan gelip kapımıza dayanmış) sözleriyle dile getirmiş. Yeni oluşan siyasi durumu daha gerçekçi değerlendirme yetisine sahip olan Dersimliler, güçler dengesinin kendi aleyhlerine döndüğünün farkına varmış ve devlet otoritesi ile istişare yürüterek bir anlaşmaya varma yolunu aramışlardır. Yeni Cumhuriyet‘in liderlerinden etnik ve inançsal kimliklerine dayalı yaşam biçimlerine saygı gösterilmesini, yani kendileri olarak yaşamanın teminatını talep etmişlerdir. Ne var ki, Cumhuriyetçi devlet liderleri, kendilerine „Gerekçeleri önceden hazırlanmış, hazırlıkları yıllar öncesinden yapılmış, tanklarla, toplarla, zehirli gazlarla hareket eden her şeye vur emrinin verildiği büyük bir katliam“[11]a karşı toplumsal yaşam haklarını ve memleketlerini savunmaktan başka bir seçenek bırakmamıştır. Böyle yapmakla Dersimliler, hükümranlık sınırları içinde yaşayan ve azınlık durumunda olan her topluluğa dilini konuşmayı, inancını yaşamayı, etnik kimliğine sahip çıkmayı, dağını, taşını, suyunu, börtüsünü, böceğini, toprağını bildiği isimle tanımlamayı, doğan çocuğuna kendi dilinde isim vermeyi homojen bir toplum yaratma adına yasaklayan, bu gibi insani taleplere soykırımla cevap veren bir devlete karşı en doğal insan hakkı olan yaşam haklarını kullanmışlardır. Köklerini kazımak isteyen böyle bir Cumhuriyet’le Dersimlilerin nasıl sorunu olmamıştır? Böyle bir yönetim biçimi nasıl „modern“, „medeni“, hatta „ilerici“ olabiliyor? Anlayan varsa beri gelsin.
[1] Vecihi Timuroğlu, Dersim Tarihi, s. 7, Yurt Kitap-Yayın, 1991.
[2] age. S. 9
[3] Mehmet Yıldız, Dersim’in Etno-Kültürel Kimliği ve 1937-1938 Tertelesi, s. 95, Chiviyazıları Yayınları, 2014.
[4] İmran Gürtaş, Dersim Alevilerinde Kimlik İnşası ve Travma, Kızılbaşlık Alevilik Bektaşilik, Tarih-Kimlik-İnanç-Ritüel, s. 316, Derleyenler: Yalçın Çakmak-İmran Gürtaş, İletişim, 2015.
[5] Dr. Daimi Cengiz, Kırmanç ve Dersim Tanımları Üzerine, Dersim Üç Dağ İçinde, s. 92, Derleyen: Serhat Halis, NotaBene Yayınları, 2019.
[6] age.
[7] Bkz., Ebubekir Pamukçu, Dersim Zaza Ayaklanmasının Tarihsel Kökenleri, Yön Yayıncılık, 1992
[8] Dr. Daimi Cengiz, age., s. 92
[9] Weliyê Wuşenê İmami, derleyen Dr. Daimi Cengiz, Haydar Beltan’ın „Ve Suyu Ateşe Verdiller“ romanı Üzerine.
[10] Endlösung: Yahudileri nihayi olarak yok etmek üzerine kurulu olan Nazi planı, Nihayi çözüm.
[11] R. T. Erdoğan, AKP Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı, 23.11.2011, milliyet.com.tr.
Asmên ra Astare Qurıfiya!
Biyena xo çıxa ke nıfıs de 1337 (1921) nusiya ki Ap Sılêma (Sılo Qız / Süleyman Doğan) serra 1912ine de Dewa Mılu de êno riyê dina. Ewro serra xuya 107ine de rêşto rama Heqi.
Çıxa ke ze Sa Heyderi, Weliyê Usênê İmami, Alaverdi u ê bina xêlê ozan u şairê Kırmanciye estê ki Sey Qaji ra tepia Dêsım de hurinda Ap Sılêmani (Sılo Qız) zaf gırana. O roê lauk u şüaru be kêf u eşqê Dêsımiyo, zanıka Dêsımiyo. Çı ke êy weşiya Dêsımi de çı ke diyo, çı ke heşno ebe veng u kemanê xo ina sero sınate icra kerda.
Hetê ra ki tarıxê Dêsımiyo, şaadê Tertelê ‘38iyo. Her çi jü be jü ebe lauk u şüara aqılê xode qeyd kerdo. Dec u derdê qomê ma, birin u khulê hometa ma ardê ra zon.
Her çi ra ravêr êy ze jü xelekha zincıla kotane sınat u sınatkarê verên u nıkayêni resnê pê.
Şairê welati tı ma vira nêşona, veng u seda to dami goşanê ma dera. Mekanê to wertê gul u nuri bo, dewrê to qaim bo.
Asırlık Çınar Sılo Qız…
Doğumu her ne kadar kütükte 1337 (1921) olarak kayda geçmişse de Ap Sılêma (Sılo Qız / Süleyman Doğan) 1912 yılında Mılu Köyü’nde dünyaya gelir. Asırlık çınar, Dersimin büyük ozanı bu gün 107 yaşında hakka yürüdü.
Her ne kadar Sa Heyderi, Weliyê Usênê İmami, Alaverdi vb. gibi çokca şair ve ozanı varsa da Dersim’in Sey Qaji’den sonra adı en çok anılan ve hafızalarda yer edinen Ap Sılêma’dır. O Dersim ‘kılam’ları ve ağıtlarının, aşk türkülerinin ruhudur, hafızasıdır. Çünkü o Dersim’de yaşanan, görüp duyduğu her şeyi söz ve kemanesi ile dile getiren büyük bir değerdir.
Aynı zamanda Dersim’in tarihi, ’38 Soykırımı’nın da şahididir. O, kutsal toprakların acılarını, tasalarını, gam ve kederlerini dile getiren yeri doldurulamaz bir halk ozanımızdır.
En önemlisi de alanında geçmiş ile geleceğin arasındaki bağdır, geçmişin birikimini geleceğe taşıyandır.
Seni unutmayacağız. O kendine özgü sedan hep yaşayacaktır. Işıklar içinde uyu, devrin tamama ersin.
14.12.2019
Mısletê Kongra Dêsımi / Dersim Kongresi Meclisi
Federasyonê Komelunê Dêsımi yê Ewropa / Almanya Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG)
“Rocê textê şıma ki rıjino…”
Dewleta Tırki na sedserra 21ine de hona kerdenanê xo nênana re xo, tarıxê xode nêna têrü. Ebe zur u xafıla xo mudafa kena. Hama raştiye se ke reportajê İhsan Sabri Çağlayangili de ama re zon her waxt ze zü şilmaqe gınena rüyê inara.
Mordem owo ke kerdenanê xora bımuso, fênd u dubara ra raxelesiyo ke axiriya xo xêr bêro. Dewlete u raşte çı hêf ke jümini ra hondê hard u asmêni duriyê. Hona ze waxtê cahiliye kunê be sınatkaranê ma dıme. Na gama xuya pêêne de ki sınatkarê hometa ma Yılmaz Çelik guret pê, êşt hepıs.
Yılmaz Çelik teyna niyo. O ki, têde sınatkarê ke zon, kultur, kamiye, itıqat u coğrafya xorê wair vecinê qimet u rumetê mae. Bêro zanıtene ke ma sınatkaranê xorê wair vecinime.
Ma na rusiyaina dewlete kenime naletme.
Veng u renge welatê ma, sınatkaranê maê delaliya sero ni esareti gamê ravêr wedarê ke, wa bıresê serbestiya xo.
“Elbet yıkılır tahtınız…”
Tarihiyle yüzleşmeye yanaşmayan T.C., hala gerçekleri hasır altı etmeye çalışıyor. Oysa gerçekler tıpkı İhsan Sabri Çağlayangil’in röportajında olduğu gibi kendi yüzlerine bir şamar gibi iniyor. Bu inkarcı, lanetli hal son bulmalı. Ama nafile! Devlet hilelerinde ısrarlı ve “cadı avı” misali halkın sesi olan sanatçılarımıza yöneliyor. Son olarak da sanatçımız Yılmaz Çelik’i tutuklattı.
Yılmaz Çelik yalnız değildir. Onun nezdinde kimliğini, dilini, kültürünü, inancını ve doğasını yaşatmaya çalışan tüm Dersimli sanatçılarımıza sahip çıktığımız bilinmelidir.
Kınıyoruz, lanetliyoruz. Sanatçılarımız derhal serbest bırakılmalıdır.
14.12.2019
Mısletê Kongra Dêsımi / Dersim Kongresi Meclisi
Federasyonê Komelunê Dêsımi yê Ewropa / Almanya Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG)
Bu yaz başında gittiğim Dersim’den işlerim nedeniyle kasım başı gibi ayrılabildim. Zamanımın çoğunu da Ovacık’da geçirdiğimden bir çok konuda gözlem yapma şansım oldu. Bu gözlemlerimden en önemlisi de Munzur Gözeleriyle ilgili olandı. Munzur Gözeleri Dersim bölgesi içinde en çok ilgi gören ve ziyaret edilen alanlardan biri. Yani nerdeyse Dersimin gözbebeği. Dolayısıyla çevremden bir çok arkadaşım bu yaz Dersim’e gelip, Ovacık ve Gözeleri ziyaret ettiler. Onlar ile yaptığım sohbetlerde; Ovacık nasıldı, beğendiniz mi, diye sorduğumda neredeyse büyük çoğunluğun “Muhteşemdi, ama Gözeler çok kötüydü!” demeleri açıkçası beni çok şaşırtmadı. Zira yıldan yıla artan ziyaretçi akınıyla Munzur Gözeleri’nin uğradığı tahribatın farkındaydım. Bunu yalnız ben değil burayı ziyaret eden herkes görüyordu. Değerli bir arkadaşım ise bununla yetinmeyip, “Bir şey yapın yoksa birkaç yıla kalmaz Gözeler bitecek. İnsan kalabalığı, kirlilik, araçlar, dokuyu bozacak, üstelik kutsallığı olan bir mekân, en azından buna hürmeten bir şeyler yapmak lazım. Aydınlarınız ile konuşun, yazın çizin, ama elinizi çabuk tutun.” dedi kaygılanarak. Haklıydı, “Munzur Gözeleri”ne sahip çıkıp, bir şeyler yapmamız gerekiyordu.
Gözelere giden yol Munzur Vadisi’nden geçer. Munzur Vadisi’nin girişinde başlıyor trafik. Ama ne trafik! Sanki İstanbul-Ankara otobanı… Oysa bu yol Ovacık yolu, kimi zaman keskin virajlı, dar bir yol. Güzel yanı Munzur Suyu’nun kimi zaman sağımızda kimi zaman solumuzda çağıldayarak bize eşlik etmesi. Üstelik geçen kış kar çok yağdığı için gürül gürül akıyor.
Gidiş geliş, peşi sıra dizilmiş özel araçlar, bazen aralarında tırlar hızla yol alıyorlar. Plakalara bakıldığında ağırlıklı çevre iller, Güneydoğu’dan olmak üzere ülkenin neredeyse her bölgesinden araç var. Bir arkadaşımın söylediği, insanın ve arabanın girdiği her yer bozulur, sözü Gözeler’de nasıl da oturuyor yerine.
Uzun yıllardır Dersim’in gözdesi olan Munzur Gözeleri çözüm süreciyle birlikte başlayan ve yerel seçimlerin ardından “Komünist Başkan”, “Komünist İlçe Ovacık” tanımlaması ile yoğun ziyaretçi akınına uğruyor. Her yer insan kaynıyor.
Adım atacak yer yok, dumandan göz gözü görmüyor, patika yollar tıklım tıklım, her yerde et kokusu… Karşılaştığım manzara hiç açıcı değil. Daha kötüsü, aşağılarda insanlar su içerken yukarılarda ayaklarını suda serinletenler… Taşların arasından suyun fışkırdığı yerlerin yanıbaşında çocuklarının tuvalet ihtiyacını gidermeye çalışanlar… Etrafa saçılan çöpleri de siz canlandırın gözünüzde artık. Dehşete kapılmamak mümkün değil. Ya derme çatma barakalardaki hijgenden uzak gözleme, kahvaltı ve hediyelik eşya satıcılarına ne demeli. Halkın mum yakıp dilek dilediği kayanın önü bile çaycılar tarafından işgal edilmiş, mum yakmaya gitmek bile artık o kadar kolay değil.
Görülen odur ki Gözeler artık dua edip çıra yakmak, kurban kesmek için gidilen yer olmaktan çıkmış; piknik alanı ve ticarethaneye dönüşmüş.
Keşke bu tahribat, kirlilik yalnızca gözelerle sınırlı kalsa… Munzur’un gözelerden doğduğu Ziyaret köyünden başlayarak Mamekiye (Dersim merkezi) varana kadar vadi boyunca su kenarında piknikçiler konuşlanıyor. Suya girenler, mangal yapanlar ve geride bıraktıkları çöpleri… Munzur Gözeleri SİT alanı olması nedeniyle mülkiyeti Tunceli Valiliği İl Özel İdaresinde. Dolayısıyla sorunlar Ovacık Belediyesi’ne iletilse de belediye yetki ve sınırları dışında kaldığı için bir şey yapılamıyor.
Munzur bizim kutsalımız, bunu her Dersimli bilir. Hatta çevre illerden gelenler de bilir. Herkes bilir, ama kendi hemşehrilerimiz dahil niyeyse kimse bu kutsallığa saygı göstermez. Hadi diyelim ki kutsallığı umurumuzda olmasın ya doğasına verdiğimiz zarar?
Munzur Gözeleri’ne ilk gittiğim zamanları hatırlıyorum. Nenem geliyor aklıma… Kurbanımızı alıp Gözelere gittiğimizde rahmetli Haydar dedem rakı içerdi; 1980’lerin sonlarıydı. Nenem, kızar ve dedeme arkasını döner, bütün gün suratını asardı. 12 İmamlar orucunu tam tutan itiqatlı bir Dersim kadınıdır nenem. Munzur’un kutsallığına atfen, o suda yetişen kırmızı benekli alabalığı da yemezdi. O günlerde Munzur Gözeleri’nde rakı içen dedeme kızan, 90 yaşındaki nenem, iyi ki Gözelere gidemiyor ve bu halini görmüyor, eminim ki yüzünü asmakla kalmaz kahrından ağlardı.
Dersim’de herkes gidişattan pek memnun değil. Bu kirlenmeye dur denmeli, Munzur korunmalı deniyor. Herkesin kendince bir fikri ya da projesi var. Ama hangisi Munzur gözeleri’ne uygun tartışmalı. Ve bugünlerde en çok konuşulan ise çevre düzenlemesi adıyla Tunceli Valiliği himayesinde Fırat Kalkınma Ajansı’nın hazırladığı ve Erzurum Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunca onaylanan 8 milyon liralık proje. Bu proje hayata geçirilecek olursa şimdiden daha mı iyi olacak orası muamma. Projenin doğayı ve gözeleri korumaktan çok mevcut alanı turizme dönüştürme kaygısı mevcut deniliyor. Bu da demektir ki Munzur Gözeleri resmen turizme açılarak ticarileşmiş olacak. Ne kutsallığı kalacak ne de doğal güzelliği.
Bu yılın yazı bitti. Sonbaharı da bitmek üzere; kalabalık gitti. Ovacık ve diğer ilçeler de dahil, Dersim kaderine terk edilmiş bir kasaba gibi kendiyle kaldı. Sokaklar sakin, yerli halk kendi meşguliyetiyle başbaşa. Seneye baharda karlar eriyip doğa kış uykusundan uyandığında önce emekli yazlıkçılar gelecek; teker teker. Sonra turistler gelecek; akın akın.. Turlar cabası… Gelsinler, herkes gelsin, ama doğayı tahrip etmeden, getirdiklerinin çöpünü bırakmadan, kutsalımıza saygı duyarak gelsinler…
Ve bizler, her sözün başında “Dersim de Dersim, Munzur da Munzur!” diyen bizler, bir şeyler yapmalıyız. Belediyelerimiz, Derneklerimiz, STK’larımız, siyasilerimiz, aydınlarımız, yazan çizenlerimizle bir şeyler yapmalıyız. 2020 yılı yazı gelmeden tedbir almalıyız. Başkalarından beklememeliyiz.
Bir araya gelelim, elele verelim, dağımızı, taşımızı, toprağımızı, suyumuzu nasıl koruyacağımıza dair kafa yoralım. Bunu yalnızca Munzur Gözeleri veya Munzur Vadisi için değil; Düzgün Baba, Dereova Şelaleri, Buyer Gölü, Tujik Dağı, kısacası tüm coğrafyamız için yapalım. Kutsalımızı incitmeyelim, Atalarımızın kemiklerini sızlatmayalım, çocuklarımızdan emanet aldığımız coğrafyamızı onlara temiz ve yaşanılır bırakalım.
skrnyilmaz@yahoo.com