Merhaba Öncelikle bu güzel girişimi kutluyor, tüm katılımcı arkadaşları selamlıyorum.
Aynı ülkede birbiri ardına soykırımlara uğratılmış halkların adalet mücadelesinde birlikteliği sağlamak, birbirinin acılarına duyarlı olmanın yanında ortak muhatabı hesap vermeye daha ciddi zorlama bakımından da yararlı olacaktır.
Bu diyalog içinde soykırım süreçlerini birbirimize tanıtmaktan ziyade çözüme yönelik fikirler paylaşmayı önemli görüyorum. Biraz önce konuşan Tamer arkadaşın vurguladığı pek çok şeyi doğru buluyor ve içtenlikle paylaşıyorum.
Osmanlı devletinin parçalanma ve daralma sürecinde bir yandan yeni yayılma fırsatları kollayıp bir yandan da elinde kalanı koruma hesapları yapan Türk-İslam şovenizminin Küçük Asya’yı müstahkem bir mevziye dönüştürmek için Hristiyan nüfusundan arındırmaya ve Türkleştirmeye yöneldiği bilinen bir gerçektir. Bu yönelim daha Abdülhamit zamanında başlayıp, o dönem uluslararası gündeme giren Ermeni sorununda reform planlarını boşa çıkartmak için öncelikle özerklik talebine konu olan vilayetlerdeki Ermeni nüfus yoğunluğunu hedef almıştır. Kısmi bir imha, din değiştirtme ve göçe zorlamayla sınırlı kalan bu ilk yönelim, İttihat ve Terakki tarafından genişletilip dünya savaşı gibi elverişli bir ortamın bulunmasıyla birlikte yine ön hedef durumundaki Ermenilerden başlayarak kapsamlı bir Hristiyan imhasına çevrilmiştir. Onun uzantısı olan Kemalist hareket de bu tasfiyenin eksik yanlarını tamamlamış ve nihayet yeni Türk devleti tam bir Hristiyan halklar mezarlığı üzerine kurulmuştur.
Eski çağların yaygın ve alışılmış fetih geleneği, değişen dünyada, demokratikleşen toplumlar bünyesinde artık eskisi gibi savunulamaz hale gelmişken, Türkiye’de “ecdad”ın yürüttüğü fetih savaşları halen büyük bir gururla anlatılır ve Türklerin bu toprakları kılıç zoruyla “yurt edinmeleri”ne övgü yapılır. Bu hem resmi planda, hem de toplum çapında gözlemlenen çarpıcı bir gerçekliktir. Dünyada benzerinin hiç kalmadığını söyleyemeyiz. Ama bu tarz “yurt edinme”nin ötesinde bir de o toprakların kadim yerlilerini yok etmeye gelince, bunu da aynı rahatlıkla savunan bir örnek olarak Türkiye’nin arzettiği manzara bir hayli müstesna sayılır.
İnsanlığa karşı suçlar ve hele de soykırımlar konusunda devletin yaptığı inkarcılığın, dünyadaki başka örnekleriyle kıyaslanmayacak kadar Türkiye’de taban bulması, yani toplum içinde böyle geniş desteğe sahip olması, ayrıca düşündürücü olmalıdır. Devletin propagandası ne kadar etkili olsa da, vicdanı kuvvetli bir sivil toplumun kendi hafızasına dayanarak daha fazla karşı duruş göstermesi beklenirdi. Geçen on yıllar zarfında soykırımlarla yüzleşmeye dair onca etkinlik ve yayın yapılmasına rağmen bu konuda devleti zorlayacak çapta bir sivil irade gelişmiyorsa, nedenini ayrıca onun kendi gerçekliğinde aramak ve soykırım süreçlerinde büyük çapta suça ortak edilebilmiş bir toplum olmasında görmek gerekir. Dolayısıyla işimiz sadece devletle değil, aynı zamanda toplumladır.
İşimiz o kadar zor ki, bu toplumun en ileri kesimleri sayılan sosyalist, demokrat çevreleriyle de cebelleşmeyi gerektiriyor. Dahası farklı zamanlarda aynı imha politikasının hedefi olmuş kimliklerin arasında bile bu bakımdan sorunlar var. Özellikle de önceki dönemin hedefi olmuş Hristiyan halklarla sonraki dönemin hedefi olan Kürtler arasında.
Osmanlı devletiyle üç yüzyıl boyunca ittifak halinde bulunan Kürt beylerinin II. Mahmut zamanında yerel ayrıcalıklarına son verilmesi nedeniyle bozulan ilişkileri daha sonra devletin onlara yeniden ihtiyaç duyması üzerine Abdülhamit tarafından onarılmış ve ondan itibaren M. Kemal’e kadar da sıkı bir işbirliği yapılmıştı. Bu süreç boyunca devlet Hristiyan halkların imhasında Kürtlerin gücünden genişçe yararlandı. Günümüzde Kürtlerin önemli bir kısmı bu gerçekliği kabul eder, fakat bunu basitçe bir kullanılma olarak geçiştirirler. İşin gerçeği bunda karşılıklı çıkar duyguları ve Kürtlerin maddi beklentileri de vardı.
Ama sonunda Hristiyan halklar yok edilip yeni bir ülke kurulurken, sürecin politik yönetimini elinde bulunduran Türkler bunu bir Türk ulus devleti olarak tasarladıkları durumda, bu projenin hedefine çok gecikmeden Kürtler de girmeye başladı. Çünkü Kürtler tamamen asimile edilmeye yatkın değildi. Kendi dilini, kültürünü koruma ve yaşam alanında söz sahibi olma eğilimini gösterince tabii ki problem oldu. Çeşitli direnişler, isyanlar, bastırma hareketleri ve katliamlar yaşandı.
Bu dönemin en büyük felaketi ise, hiç de isyan denilemeyecek çapta küçük ve önemsiz olayların görülebildiği bir aşamada Dersim’in başına getirildi. Bu da T. C. tarihinin içinde gerçekleşen ve fakat Osmanlı’dan beri Hristiyan halklar yanında bir o kadar “kafir” görülerek ayrık otu muamelesi yapılan Kızılbaşlara yönelik bir soykırım oldu. Eski direnişleri ve hakim ideolojiye uyumsuzluğu kadar 1915’de Ermenilere sığınak olması da Dersim’i yeni devletin kara defterinde liste başı yapmıştı.
Sünni Müslümanlıkta uyuşan, fakat Türklük potasında eritilmeye razı olmayan Kürtler son 40 yılın direniş hareketi içinde her ne kadar barışçı çözüm arayışı da gösterse çözümsüzlük devam ediyor. Ama işin ilginci, o kronik çözümsüzlüğün kaynağını sorgulamaktan kaçınan Kürt hareketinin sözcüleri, tam da göbek bağı oluşturan sürece gelince başlıyorlar bir ağızdan “Bu vatanı kurtarmak için omuz omuza savaştık, bu ülkeyi birlikte kurduk, bununla gurur duyuyoruz” demeye. Benzer şekilde “Kurucu Meclis”i kutsama ve gayet çoğulcu demokratik bir oluşum gibi savunma çabaları eksik olmuyor. Bir an için bile o mecliste neden tek bir Hristiyan temsilcinin olmadığını, M. Kemal tarafından “Anasır-ı İslam” diye tanımlanmış o ittifakın kime karşı olduğunu düşünmüyor ve imha edilmiş halklar adına duyarlılık gösterip de eleştirel yaklaşmıyorlar. Öyle olunca yaptıkları yorum “İşte o başlangıç sırasında her şey iyiydi, demokratik bir yönelim içine girmişlerdi, ama sonra onu terk ettiler ve Kürtleri karşılarına aldılar” gibi tuhaflıklarla dolu oluyor.
Bir adım öncesi Hristiyan kırımlarında beraberlik göstermiş olmayı görmezden gelen, ya da onu “siyasi iradeden yoksun Kürtlerin kandırılma ve kullanılması” şeklinde geçiştiren bir bakış açısı, hemen sonra yeni ülkenin kurulmasında aynı Kürtleri “iki asli kurucu unsurdan biri” olarak tanımlıyor ve eşit düzeyde ittifak yapabilecek kadar da önemli bir siyasi iradenin varlığını ima ediyor. Gerçekte Kürt yerel yöneticilerin Türk merkezi yönetimiyle ittifakı iki durumda da vasal bir karaktere sahip, yani eşit olmayan ve bağımlı tarzda bir ortaklıktı. Hristiyanların imhasında onların gücünden yararlanan devlet, gelecekte onlara özerklik düzeyinde olsun hak tanımayı asla düşünmemiş, ve işin gerçeği, eğer bir kandırma varsa onları asıl bu noktada ve çok önceden kandırmıştı. Yoksa son anda Lozan’a giderken değil. Bu basit gerçekliği de görüp kendi tarih
yorumlarındaki çelişkileri gidermedikçe Kürt özgürlük hareketinin tutarsızlıkları sürecek demektir.
Aynı şekilde Türkiye solunun Kemalizm’e sempati duyan, hayırhah bakan kesimleri de bu tarihle yüzleşmelidir. Onların bütün “ilericilik”, “anti-emperyalistlik”, “ulusal kurtuluşçuluk” atıfları, Tamer arkadaşın da belirttiği gibi bu ülkenin istenmeyen unsurlarına karşı yürütülen bir imha savaşının savunusudur özünde. Onlar İngilizlerle Fransızlarla çok güzel anlaşabilirlerdi ve anlaştılar da zaten. Hiç bir şekilde savaşmadılar. O efsanenin bir gerçekliği yok. Adına “Kurtuluş Savaşı” dedikleri şey bu ülkenin Rumundan, Ermenisinden, Süryanisinden, bilcümle Hristiyan halklarından bütünüyle ve ilelebet kurtulmanın mücadelesiydi. Mütareke döneminde yurtlarına geri dönebilen Ermenilerin tekrar sökülüp atılması, yeni dönüşlerin engellenmesi, gaspedilmiş mülklerin elde tutulabilmesi, Pontus Rumlarının benzer akibete uğratılması ve batıdaki Rumların da kısmen imha, kısmen kaçırtma ve en sonu mübadeleyle bitirilmesiydi.
Yeni devletin kuruluşundan önce tasfiye edilen halkların yalnız canlı nüfusu yok edilip mal ve mülkleri gasp edilmekle kalmadı, aynı zamanda tarihsel yurtları çalınmış oldu. O yurtların geçmişte hangi halklara ait olduğunu belli eden ne kadar uygarlık eseri ve kültürel miras varsa harabeye çevrilip yer isimleri de değiştirilerek aynı zamanda bir tarih silinmek istendi. Şimdi sadece soykırımların gerçekliğini tanıtma bakımından değil, fakat o halkların yok edilmeden önceki varlık boyutlarını, o topraklardaki köklü geçmişlerini ve tarih içindeki değerlerini tanıtma ve bütün o gerçekliklere saygılı yaklaşılmasını sağlama bakımından da ciddi zorluklarla uğraşmak gerekiyor.
Yakın tarihin yüzleşme konularını günümüzün sorunlarıyla birleştirme ve adil demokratik çözümler geliştirme konusunda birbirini anlayan, öncelikle kendi içinde tutarlı yaklaşımları teşvik etmek için kendimce önemli gördüğüm noktalara dikkat çektim. Yararlı olmasını umuyor ve bu diyaloğun olumlu şekilde devamını diliyorum