Bu başlığı, Cemal Kaşıkçı adındaki Suudi Arabistanlı gazetecinin, yine SA İstanbul konsolosluğunda öldürülmesinin ardından; liberal demokrat köşe yazarların yaptıkları analizlerde, Visconti’nin “Venedik’te ölüm” filminden esinlenerek kullandıkları “zamanın beklediği ölüm” tanımlamalarından esinlendiğimi belirtmeliyim.
Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi ile Dêsim’i bekleyen felaketler arasında doğrudan bir bağlantı var mı? Hayır yok. Ancak Suudi Arabistan ile Türkiye’deki politik çalkantılar ve değişimler arasında birçok benzerlik olduğunu söyleyebiliriz. Kral Muhammed bin Salman (MbS) bir yandan ülkeyi ve rejimi reforme etme ve çağdaşlaşma söylemi eşliğinde kadınların araba kullanmaları gibi küçük yumuşamalara giderken diğer yandan en küçük bir muhalefet girişimini politik şiddet ve kanla bastırıyor. Kaşıkçı ölümü muhalefete verilen o kapsamlı mesaj bağlamında bir yere oturuyor ve bir önem kazanır.
Buradan baktığımızda, Ortadoğu’da diplomat olarak çalışmış ve bürokrasi içinde önemli bağlantıları olan Aydın Selcan’ın Kaşıkçı’nın öldürülmesini; bir “çağ yangını”, “bir devrin sonu” ve arkasından gelenin, henüz bilinmeyen ancak duyumsanan dehşetini anlatır diye yazmasını doğru bir öngörü olarak kabul edebiliriz.
Türkiye’de ise, Prof. Dr. Hamit Bozarslan’ın ifadesi ile, öncesi bir yana 2015 yazından beri “askeri çözüm toplumu” her geçen gün yenide ve yeniden tahkim ediliyor. Türkiye İçişleri Bakanı birkaç ay önce çok önemli bir açıklamada bulundu. Öz olarak dedi ki; bölücü terör örgütüne finansörlük yapan tüm işverenlerin envanterini çıkarmış bulunuyoruz. Bunları araştıracağız, tespit edeceğiz demiyor. Listeyi düzenledik diyor. Tarih tekerrür etmiyor, devam ediyor. Böyle bir listeyi Tansu Çiler-Mehmet Ağar ikilisi de çıkarmışlardı ve arkasındaki dehşet hala hafızalardaki yerini ve tazeliğini koruyor.
Buna wahhabi-selefi dünyanın Dersim dendiğinde dudaklarının öne büzülmesini, burun kanatlarının ihtirasla titremesini de ekleyebilirsiniz.
Buralardan bakıldığında İçişleri Bakanı’nın açıklamaları Suudi Kralı MbS’nin gazeteci Cemal Kaşıkçı üzerinden Suudi toplumundaki cılız muhalif kesimlere verdiği mesajla bir özdeşlik göstermiyor mu? Tam da birbirini kesen bir uygulama ve içerik.
Belki şimdi bunların ‘zamanın beklediği Dersim’le nasıl bir bağıntısı var diyeceksiniz. Türkiye’de çok yönlü ve girift bir biçimde içiçe geçmiş ve birbirini emmiş Türk ve Sünni İslam dışındaki bütün toplumsal katmanlar tam bir cendere içine alınmış durumdadır. Durum sadece bu kesimler üzerindeki politik baskılarla sınırlı değil. Sistem bunlar üzerinde çok yönlü bir politik mühendislik çalışması da yapıyor.
Bu bağlamda yaygın muhalif inanç olarak Alevilik üzerinde çalışmak temel alanlardan biri oluyor. Diyanetin akademisyenleri, teologları tam bir seferberliğe çıkarılmış durumdalar. Bunlar, Aleviliğin değişik yorumları üzerinde çalışıyor, bu yorumlar arasındaki nüansları derinleştiriyor ve sonuçta düşman kamplar halinde karşı karşıya getiriyorlar. Dünya ölçeğinde yaygın ve güçlü bir örgütlülüğe sahip alevi hareketi, bugün paramparça bir hale getirilmiş. Son günlerde Dersim ve cemevine düzenlenen seferler tesadüf olmasa gerek.
Buradan baktığımızda, Ortadoğu’da diplomat olarak çalışmış ve bürokrasi içinde önemli bağlantıları olan Aydın Selcan’ın Kaşıkçı’nın öldürülmesini; bir “çağ yangını”, “bir devrin sonu” ve arkasından gelenin, henüz bilinmeyen ancak duyumsanan dehşetini anlatır diye yazmasını doğru bir öngörü olarak kabul edebiliriz.
Türkiye’de ise, Prof. Dr. Hamit Bozarslan’ın ifadesi ile, öncesi bir yana 2015 yazından beri “askeri çözüm toplumu” her geçen gün yenide ve yeniden tahkim ediliyor. Türkiye İçişleri Bakanı birkaç ay önce çok önemli bir açıklamada bulundu. Öz olarak dedi ki; bölücü terör örgütüne finansörlük yapan tüm işverenlerin envanterini çıkarmış bulunuyoruz. Bunları araştıracağız, tespit edeceğiz demiyor. Listeyi düzenledik diyor. Tarih tekerrür etmiyor, devam ediyor. Böyle bir listeyi Tansu Çiler-Mehmet Ağar ikilisi de çıkarmışlardı ve arkasındaki dehşet hala hafızalardaki yerini ve tazeliğini koruyor.
Buna wahhabi-selefi dünyanın Dersim dendiğinde dudaklarının öne büzülmesini, burun kanatlarının ihtirasla titremesini de ekleyebilirsiniz.
Bugün Dersim’in genel manzarasına baktığımızda ne mi görüyoruz? Doğasının tahribatıyla tarihinin unutturulmuş olmasını bir yana koyun, demografisi tümüyle tahrip edilmiş ve değiştirilmiş durumdadır. Bu aralar ‘rakamların diliyle dersim’ diye yayımlanan yazılar; Dersim ve yedi ilçesindeki asker, polis ve 70 yaş üstü nüfusu çıkardığınızda elinizde 20 bin gibi komik bir rakam kalıyor.
Bugün Dersim’de kalan ve dünyanın dört bir yanına dağılmış olanlar arası diyalog ve devam eden ilişkiler; 1936 yılına ön gelen günlerdeki Dersim aşiretleri arasındaki ilişki ve duruma tam olarak benziyor.
O gün ilkel ateşli silahlarla birbirlerini öldürüyorlardı Dersimliler. Bugün kalem ya da klavye ile birbirlerini öldürüyorlar. Hem de çok daha acımasızca.
Bir Ermeni sorunu atılıyor ortaya, devlet de Ermeniler de kendi evlerinde ve işinde gücündeler. Ama Dersimli başlıyor birbirini kırmaya. Son zamanlarda Alevilik inancı üzerinde savaş sahasına sürülmüş durumdalar. En kapsamlı açmaz; her bir yorum yanlısı tek tek birey, diğerlerini tolere etmiyor, edemiyor. Kendini merkeze yerleştiriyor ve bütün diğerine “Külli akıl” vermekle kalmıyor, bir yerlere bağlayarak kavgaya tutuşuyor.
Bu kalem kavgasını devletin derin birimleri kışkırtıyor. Ne yazık ki Dersimliler bu zehirli ortamı tahlil etmiyor. Bunu yapmak için yeterli kapasite ve deneye sahiptir. Ama onu şişkin egosu ve popülarite hırsı, fitne fesat ortamını temizlemeye değil, ona yeni öğeler ilave ediyor. Estirilen kin ve düşmanlıktan söz edenler, bunu sadece “bütüncül” ve “birleştirici” görünmek için yapıyor. Gerçekte ise, kendi düşünce ve kafalarındaki planlara yer açmak duruyor. Yaklaşmakta olan “yerel seçimler” günleri, bu ağız dalaşı, kin ve nefret ortamına yeni bir ivme vermiş görünüyor. Vahabi-Selefi dünya bu manzarayı huşu içinde seyrediyor ve göbeği çatlayıncaya kadar zevkten kırılıyor. Temel soru şu: ey Dersimli; sen DERSİM İÇİN neyinde vazgeçemiyorsun?
Aralık 2018