İLK DEVLET
Tarihte devlet diye nitelendirebileceğimiz ilk sosyal ve siyasal yapılanmalar tarım devriminden sonra ortaya çıkarlar. İlk defa insanlar, doğaya ait olan toprak alanlarını ekip biçerek ve yanlarına evlerini yaparak özel mülkiyete adım attılar.
Kendine ait saydığı bu verimli tarımsal toprakları ve üzerindeki ekinleri yağmalamak isteyenlere karşı korumak zorundaydı. Ekilmiş ve üzerinde bol ürünler bulunan bu araziler, tarım yapmayı bilmeyen, tercih etmeyen veya uygun araziler bulamayanlar için ganimetti. Ayrıca ekili arazileri olanların ürünleri, sel ve kuraklık nedeni ile tahrip olduğunda, tahrip olmamış arazilere yönelmek de söz konusuydu.
Üzerinde tahıl, meyve, sebze yetiştirilen arazileri korumak bir zorunluluktu. Korumak için de savaşabilecek güçlü insanlara yani, erkeklere ihtiyaç vardı. Bunun için de çok erkek çocuk doğurmak gerekirdi. Kadınlar sürekli doğurmalıydı. Yeterli erkek çocuk sahibi olana dek. Çok oğlu olanlar, işgalcilere ve yağmacılara karşı koyabilirdi. Zor zamanlarda ise başkasının arazisini yağmalayabilirdi. Komşusu üzerinde tahakküm kurabilirdi veya komşusunun tahakkümüne karşı koyabilirdi.
Daha çok çocuk sahibi olmak ve artan nüfusu besleyebilmek için daha çok araziye ihtiyaç vardı. Bunun için ya yöredeki arazileri işgal etmek ya da doğada daha çok arazi açmak gerekiyordu. Bunun için de başta ormanlar olmak üzere diğer bitki örtülerini yok etmek gerekiyordu.
Giyinmek için kumaş, yemek pişirip yemek için kap kacak, ekip biçmek, kesmek için bıçak, balta, orak gerekiyordu. Yemeklerin lezzetini arttırmak, etin kokmasını önlemek için tuz ve baharat gerekiyordu. Yaşamı daha katlanılır, keyifli hale getirmek için süs eşyaları, daha dayanıklı ve güzel evler inşa etmek için duvar ustaları gerekiyordu. Arazilerin sulanabilmesi için arklar, su kanalları gerekiyordu. Tüm bunları yalnız başına yapmak mümkün olmadığı için sosyal dayanışma, işbirliği gerekiyordu ki bu da ticaret demekti. Ticaretin aracı da mal takasıydı.
Uzak mesafeler arasında el aletleri, baharat, kumaş, çanak çömlek, maden getirip götürmek gerekiyordu. Bunun sonucunda ticaret yolları oluşuyordu. Karada kervancılık, denizde gemicilik gelişiyor ve yeni bir sınıf doğuyordu; mal üretmeyen ancak hizmet üreten tüccar sınıfı.
Çiftçilerin arazilerini ve ürünlerini, zanaatkarların ürünlerini, tüccarların ticaret yollarını korumaları, güvenliklerini sağlamak gerekiyordu. Sekiz, on oğula sahip olmak hatta bir kabileye sahip olmak bunlar için yetmiyordu. Savunma ve saldırıda yetenekli, işi sadece bu olan bir sınıfa ihtiyaç vardı; o günün asker ve polisi olan savaşçılar… Bir şey üretmedikleri için ürünlerini ve canlarını korumak isteyenlerin onlara kendi ürettiklerinden pay vermeleri gerekiyordu. Bu vergiydi. Üreticiler, ihtiyaçlarından daha fazlasını üretip onlara vermek zorundaydı. Vergi denen bu şey artı değerdi. İnsanın insanı sömürmesinin önünü açacak olan sistemin sihirli değneği…
Bu geniş iş bölümü ve büyüyen sosyal ağlar tüccar ve asker sınıfının yanında bir sınıf daha doğurdu: Tüm bu işleri organize edecek yöneticiler. İşler büyüdükçe, yöneticilerin yönetim işlerini organize eden, yöneticilere hizmet eden muhasebeciler, mühendisler gibi memurlar gerekliydi. Bu da bürokrasiydi.
Üretenler, çalışanlar, üretmeyen birçok sınıfı beslemek zorundaydı: Tüccarları, askerleri, yöneticileri, bürokratları… Bunları besleyebilmek için de daha çok üretmek zorundaydılar.
Tüm bu organizasyonların belirli merkezlerde yapılması gerekiyordu. Bunun için şehir devletleri ortaya çıktı. Fiziki büyüklüğü, üretim kapasitesi, nüfusu bu günkü ortalama bir kasaba kadar olan küçük devletler.
Bu küçük devletlerin halkı aynı dili konuşuyor, aynı ahlaki değerlere ve aynı kültüre sahip, aynı tanrılara inanıyordu. Bu da kendi aralarında anlaşmalarını ve iş bölüşümünü kolaylaştırıyordu. Ortak bir geçmişe sahiplerdi. Birbirlerini tanıyorlardı.
DOĞA ANANIN AZİZLİĞİ
Son buzul çağ yaklaşık on beş bin yıl önce sona erdi. Yer kürenin ısınmasıyla birlikte, ekvator bölgesinin kuzeyinde eriyen buzulların altından verimli topraklar ve toprakları besleyen nehirler ortaya çıkıyordu. Ekvatorun altında, güneyde ise sıcaklar artıyor ve kuraklık başlıyordu. Bu nedenle büyük insan toplulukları sürekli daha bereketli topraklara, sulak alanlara doğru göçe zorlanıyordu. Sonradan göç edenler, kendilerinden önce göç edip yerleşmiş olanların topraklarına göz dikiyordu. Bu göçler büyüyerek, daha sonra insanlık tarihinde bir dönüm noktası olarak anılacak olan kavimler göçüne yol açacaktı.
İklim değişiklikleri, nüfus artışları, güvenlik, ulaşım sorunları daha büyük organizasyonları gerektirecekti. Daha fazla teknik aletler, daha fazla arazi, daha fazla gıda ve doğal olarak daha fazla işgal savaşı. Tüm bunların sonucunda küçük devletler gâh anlaşma yoluyla gâh işgallerle birleşmeye, daha büyük devletler oluşmaya başladı. Başlangıçta aynı dili konuşan, aynı tanrılara inanan, aynı ahlaki ve kültürel değerleri paylaşan halklardan oluşan bu küçük kral devletleri, farklı diller konuşan, farklı ahlaki ve kültürlere sahip, farklı tanrılara inanan halklardan oluşan imparatorluklara dönüşmeye başladı.
TOPLUMSAL SÖZLEŞME
Büyük toplumsal yapıları ekonomik, siyasal ve iş bölümleri başta olmak üzere, büyük organizasyonları sağlamak ve bir arada tutabilmek için bir toplumsal mutabakat/ toplumsal sözleşme gereklidir. Günümüzde anayasa dediğimiz bu mutabakat, neolitik çağın yani, tarım toplumunun zirveye çıktığı dönemde din olarak ortaya çıktı. Farklı kültürlere, farklı dillere, farklı inançlara sahip toplumları bir arada tutma zorunluluğunun çözümü olarak din en uygun adaydı. Yüzlerce toplumun inandığı binlerce tanrı yerine, her toplumu kucaklayan tek bir tanrı, yüzlerce toplumu bir arada tutan bir imparatorluk için en uygun tasarımdı. Böylece imparatorluklar ve imparatorluk adayları hükmetmek istedikleri coğrafyada yaşayan farklı inançlardaki halkları tek bir dine inanmaları için zorlamaya başladılar. Modern çağa kadar yaşanan en kanlı, en zalim savaşlar da bu tasarım aracılığı ile yapıldı.
Kasaba büyüklüğündeki ufak krallık devletleri, devasa coğrafyalara, kıtalara hükmeden imparatorluk devletlerine dönüştü. Verimli arazileri, maden ve su kaynaklarını, ticaret yollarını ele geçirmek için verilen savaşlar da din adı altında gerçekleştirildi.
MAKİNELERİN MUCİZESİ
İşgal edilecek toprak, keşfedilecek yeni coğrafyalar kalmayınca, teknolojik gelişmeler imdada yetişti. Üretimi arttıracak, üretilmiş ürünleri yeni ürünlere dönüştürebilecek makineler devreye girdi. Daha az insan gücüyle daha çok ürün üreten makineler. Toprağın, doğanın dışında üretim sağlayacak alan yaratan makineler, fabrikalar…
Tahılları, meyveleri, sebzeleri, eti, sütü, yünü, madenleri daha hızlı işleyerek, çeşitliliği çoğaltarak üretim yapma olanağı… Onlarca, yüzlerce insanın kol gücüyle yapabileceğini birkaç makineyle yapabilen fabrikalar devreye girdi. Avcı ve toplayıcılıktan tarım ve hayvancılığa geçişle gerçekleştirilen o devasa devrimden sonra ikinci devasa devrim oldu; sanayi devrimi.
Buharlı makinelerin icadı, üretimde ve ulaşımda devrim yapan motorun icadını da beraberinde getirdi. Taşıma hayvanlarının yerini motorlu araçlar, insan gücünün yerine geçen makinelerin de insan gücü yerine motorla çalışması otomobillerin, trenlerin, devasa büyük ve hızlı gemilerin, uçakların, tankların yaşama hükmetmesini sağladı.
Üretilmiş ürünlerin ve insan emeğinin bedelinin ödenmesi için takasın yerini para alalı çok olmuştu fakat para hiçbir zaman ihtiyaç ürünlerinden ve insan emeğinden daha önemli olmamıştı. Sanayi devrimine kadar para günlük yaşamda çok belirgin değildi. İnsanlar kendi yiyecek içeceklerini köylerde tarlalarda üretebiliyor, hayvancılıkla yiyecek ve giyeceğini üretebiliyorlardı. Ancak, sanayi devrimiyle beraber para en belirleyici aktör haline geldi. Tarlası, hayvanı olmayan işçiler emeklerinin karşılığını para olarak almak ve ihtiyaçlarını giderecek ürünleri parayla satın almak zorundaydı. Takas edecek ürünleri yoktu ve ürettikleri her şeyin sahibi, fabrikanın da sahibi olan patrondu.
PATRONUN DOĞUŞU
Patronun da paraya ihtiyacı vardı. Üzerine fabrika kuracağı arsa için, kuracağı fabrika binası için para ödemeliydi. Fabrikanın içini donatacak makineler için para ödemeliydi. Henüz hiçbir üretim yapmadan, üretimi gerçekleştirebilmek için yapacağı bu yatırımlar için gereken paraya “sermaye” dendi. Mevcut fabrikanın kapasitesini arttırmak için de ürettiklerini tüketiciye ulaştıracak pazarlara ürün taşıması için de sermaye gerekliydi. Devletlerin de devasa bürokrasiyi yönetebilmesi için paraya ihtiyacı vardı. Fabrikalara akın eden nüfusun büyüttüğü kentlerin altyapısını geliştirmek için de devletlerin paraya ihtiyacı vardı. Dayanıklı, demir ve betondan oluşan evler, büyük kanalizasyonlar, barajlar, okullar, yollar gerekiyordu. Savaşlar için de paraya ihtiyaç vardı. Savaşlar, eskisi gibi at üzerinde elde mızrak ve kılıçlarla yapılmıyordu. Uçaklar, tanklar, tüfekler, bombalar gerekiyordu. Bunları üretmek için devasa masraflı yatırımlar yapmak veya büyük paralar ödeyerek satın almak gerekiyordu. Tüm bunları yaparken, sizi ele geçirmek isteyen diğer devletten daha iyisini, daha fazlasını yapmak zorundaydınız. Rekabet masrafları da arttırıyordu. Çözüm daha çok para elde etmekti.
Katlanarak büyüyen rekabet ve tüketimin körüklediği daha çok maden, daha çok tahıl, daha çok et, daha çok enerji ihtiyacı, daha çok para ihtiyacı demekti. Para; üretim birimleri, pazarlar ve finans sektörü arasında gidip gelirken tüm bunların akışını sağlayan, elinde tutan patronlar da güçlendikçe güçleniyor, büyüdükçe büyüyordu. Devletler paradan daha çok istifade edebilmek için üretimin artmasını teşvik ediyordu. Fabrikaların daha kolay kurulması, daha çok ve daha çeşitli üretim yapması, üretilenlerin daha çok tüketiciye ulaşması, kendi ulusal şirketlerinin diğer devletlerin şirketleriyle rekabet edebilmesi için devletler sürekli kendi patronları ve özel sektörlerini teşvik ediyor ve destekliyorlardı. Özel sektörün yani patronların yapamadığını kamu yatırımları adı altında devletler finanse ediyordu. Ürünlerin pazarlara ulaşması için gerekli asfalt yolları, tren yollarını, enerji ihtiyacını giderecek barajları, maliyeti düşürmek için işçilere daha az ödeme yapmasını sağlayacak yasal düzenlemeleri (asgari ücret belirlemesi gibi), şirketlerin yatırımlarını koruyacak silahlı güçleri, üretimde çalışacak kalifiye elemanları yetiştirecek okulları hep devletler sağlıyordu.
Bu arada patronlar güçlendikçe güçleniyordu. Ellerindeki para her geçen gün daha çok artıyordu. Paranın organize olması, bir yerden bir yere daha kolay ve güvenli ulaşabilmesi, küçük tasarrufların bir elde toplanıp büyük yatırımlara yönlendirilebilmesi için bankalar kuruluyordu. Bankaların oluşturduğu finansal güç devasa boyutlara ulaşıyor ve hayatın en belirleyici gücüne dönüşüyordu.
Devletler daha güçlü ekonomiye sahip olmak için sanayiciyi destekliyor, sanayi geliştikçe daha çok insan tarımdan sanayiye, kentlere göç ediyor, kentlerde yığılan bu devasa nüfusun geçinebilmesi için daha çok fabrikaya ihtiyaç duyuluyordu. Sanayi geliştikçe finans sektörü gelişiyor, finans sektöründe toplanan paranın kontrolü de patronların gücüne güç katıyordu.
Devlet, ekonominin yani sanayinin gelişmesi için daha çok yatırım yapmak zorunda kalıyor. Vergiler bu yatırımları karşılayamayınca finans sektöründen borç para (kredi) alıyor. Aldığı kredilerle sanayicinin işini kolaylaştırırken borç batağına gömülüyor. Borç alan direktif de almaya başlıyor. Devletleri yönetecek olanlar bu finans çevreleri tarafından belirleniyor, devletlerin yönetimleri ele geçiriliyor. İstedikleri gibi davranmayan yöneticiler ya suikastlara uğruyor ya da darbelerle alaşağı ediliyor. Devletleri zayıf düşürmek, zayıf düşen devletleri teslim almak için savaşlar çıkarılıyor. Savaş büyük maliyetler içerdiği için, savaşan devletler büyük sermaye sahipleri tarafından finanse ediliyor, satılan silahlarla ve savaş sonrası anlaşmalarla hem verdikleri parayı kat kat fazla geri alıyor hem de bu devletler daha çok borçlandırılmış oluyor.
YENİ BİR DEVLET MODELİ
Tarım ve hayvancılık küçük krallıkları, krallıklar imparatorlukları yaratırken, sanayi devrimi de üniter devletleri yarattı. Yeni palazlanmakta olan şirketler kendi iç pazarlarını koruyabilmek, diğer devletlerin şirketlerinin kendi pazarlarına girmesini engellemek için ulus devletler yarattılar. Yabancı şirket ürünlerinin kendi pazarına girmesini ve kendi kalifiye iş gücünün yabancı şirketlerin ülkelerine göç etmesini engellemek için gümrük uygulamaları geliştirilip pasaport, gümrük vergisi gibi önlemler aldılar.
Ne var ki tek bir pazarın içeride sağlam ve verimli olabilmesi için, tek bir ulusun var olması gerekiyordu. Tarım toplumlarında tek din altında tüm halkları birleştirmek sorunu çözebilirken, yeni sistemde tek din yeterli olmuyordu. Yan yana iki devletin halkları aynı dine mensup olunca sınırlarda da esneklik olmak zorundaydı. Bunun için ulus devletler yeni bir araç geliştirdiler; milliyetçilik. Devletler, kendi sınırları içinde tek din uygulamak için daha katı uygulamalara başvururken, kendi dinini komşu devletin dininden ayırabilmek için mezhep farklılıklarını geliştiriyordu. Bu yeterli olmayınca tüm halkları aynı ulusa dönüştürebilmek için farklı kültürler ve farklı diller yasaklanıyordu, tek millet dayatılıyordu.
Tüm bunlar üretimin, pazarın ve finansın güçlenmesi için yapılırken, gelişen ulusal şirketler, zayıf düşürülen devletlerin pazarlarını ele geçirmeye başlıyordu. Bunun en vahşi dönemi 1. ve 2. Dünya savaşları dediğimiz bölüşüm ve işgal savaşlarıdır. Bu savaşlarda ülkelerin toprakları işgal edilmedi. İmparatorluklar parçalandı ve yeni sisteme uygun olan ulus devletlere dönüştürüldüler. Bu iki büyük savaşı tasarlayan, organize eden ve sonuçta daha çok güçlenen sadece, tüm dünya finansının çoğunu elinde tutan birkaç aile oldu. O kadar güçlendiler ki devletlerin merkez bankalarını bile ele geçirdiler. Her devletin ekonomisinin direği olan merkez bankaları bu ailelerin şirketlerinin eline geçti. Şu an dünyada, kendi merkez bankasının tamamına sahibi olan hiçbir ulus devlet yoktur. Günümüze kadar gelinen süreçte sadece merkez bankalarını değil, devletler kendi kurdukları kamu şirketlerini bile özelleştirme adı altında bu özel şirketlere devrettiler.
Özel mülkiyet üzerine inşa olmuş, adına kapitalizm dediğimiz bu ekonomik modelde üretim tamamen özel şirketlerin elindedir. Bu şirketler, doğası gereği sürekli büyümek zorundadır. Büyümek için (tahıl, maden gibi) daha çok hammaddeye, iş gücü ve petrol gibi daha çok enerjiye ihtiyaç duyarlar. Bunun için de doğayı, kültürleri, insani değerleri, insan beden sağlığını ve psikolojisini tahrip etmekte hiçbir sakınca görmezler. Tahrip ettikleri kültürler yerine kendi tüketim kültürünü inşa ederler. Tahrip ettikleri insan beden ve ruh sağlığını da pazara dönüştürürler. Bozulan beden ve ruh sağlığı için ilaçlar, aşılar satarak hem kârlarına kâr eklerler, hem de sağlıkları üzerinden insanları kendilerine mahkum ederler.
ŞİRKETLER SINIR TANIMIYOR
Tarımsal ve sınai üretim bu şirketlerin tek elinde toplanıyor. Tüm ihtiyaçlarınız bu şirketlere ait tarlalarda ve fabrikalarda üretiliyor. Fiyatlarını onlar belirliyor. Her hangi bir ihtiyacınızı giderecek olan bir ürünü bu şirketlerden, onların belirlediği fiyattan almak zorundasınız. Ekip biçebileceğiniz tarlanız, etinden, sütünden yararlanabileceğiniz hayvanınız yok. Tüm ihtiyaç ürünlerini bu şirketlerden almak zorundasınız. İhtiyaçlarınızı satın alabilmek için gerekli parayı da bu şirketlere çalışarak elde edebilirsiniz. Onlara çalışıp onlardan para alıyorsunuz ve o parayı tekrar onlara verip, orada çalışarak kendi ürettiklerinizi satın almak zorundasınız. Tüm yaşam döngünüz onların elinde.
Devletler her şeyden ellerini çekerek, tüm yaşamı bu şirketlerin ellerine bırakıyor. Bir kamu hizmeti olan ve bir zamanlar devlet tarafından karşılanması zorunlu olan sağlık sistemi, hastahaneler, eğitim sistemi, okullar özel şirketlere devrediliyor. Bir zamanlar can ve mal güvenliği devlet tarafından karşılanmak zorundayken, günümüzde özel güvenlik gibi, paralı asker temini gibi uygulamalarla özel şirketlere devrediliyor.
Yollar, köprüler, barajlar, silah sanayi gibi kamusal faaliyetler, tüm dünyada artık özel şirketler tarafından yapılıyor. Demokrasi ve özgürlük gibi kavramlar da sermayenin uluslararası dolaşımının rahatlığına, yapılan uluslararası yatırımların dokunulmazlığına indirgenmiş durumda. Ne diyorlar; “demokrasi olmadan yabancı sermaye gelmez.”
Sosyal devlet anlayışı çerçevesinde devletin yapması gereken faaliyetler artık şirketlere devrediliyor. Tüm yiyecek ve içeceklerimizi şirketler üretiyor. Sağlığımız için gerekli ilaçları ve aşıları şirketler üretiyor. Eğitimi şirketler veriyor. Yolları, köprüleri, barajları şirketler yapıyor. Devletlerin elindeki büyük kurumlar şirketlere devrediliyor. Uluslararası ticareti şirketler yapıyor. Demokrasi şirketlere göre inşa ediliyor.
Şirketler kendi tüketim kültürünü körüklüyor. Her şeyin yenisini, bir üst sürümünü almakla mutlu olunacağı telkin ediyor. Neye inanıp neye inanmayacağınıza bu sistem karar veriyor.
YENİ BİR TOPLUMSAL SÖZLEŞME
Sanayi öncesi toplumda, toplumsal mutabakat, toplumsal sözleşme olarak din vardı. Bireyler arasındaki ilişki, bireyle toplum arasındaki ilişki, vatandaşların devletle olan ilişkileri, ahlak kuralları bu toplumsal sözleşmeye göre belirleniyordu. Sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan kapitalist sistemde bu durum değişti. Dinler, bu yeni sistemin istediği toplum modeline ve ortaya çıkan yeni yaşam biçimine uygun değildi. Yeni yaşamın istediği düzenlemeleri içermiyordu. Örneğin; dinlerde ümmet esasken, kapitalist pazar sisteminde millet önemliydi. Eski sistemde aile bağları önemliyken, bireyler ölünceye kadar ailelerine bağlı kalmak zorundayken, on sekiz yaşından sonra bireysel özgürlük kavramı geldi. Bu yeni toplumsal düzen için, din yerine başka bir toplumsal sözleşme gerekliydi. Bunun çözümü de “anayasa” oldu. Her devlet, kapitalist sisteme uygun olarak kendi anayasasını oluşturmaya başladı.
Ne var ki günümüzde dünyanın önemli bir kısmı hâlâ din ile ayakta duruyor. Toplumların çoğu sosyal ilişkilerini, ahlaki değerlerini, günlük yaşamlarını dinlerine göre yaşıyorlar. Bu da şirketlerin ihtiyaç duyduğu yaşam biçiminin önünde engel teşkil ediyor. Hıristiyanlık büyük ölçüde günlük ve toplumsal yaşamdan dışlanmışken, 1,5 milyar insanın inandığı İslamiyet hâlâ kontrol edilemez bir şekilde duruyordu. Bu devasa insan nüfusunun da tam kontrolünü sağlamak için bir şeyler yapmak gerekiyordu. Sosyalist sistemi yıkmak için baş tacı ettikleri İsamiyet, artık önlerinde engeldi. Ulus devletler sürecinde ve pazar genişletme sürecinde kullandıkları bu dini, rakipsiz kaldıkları ortamda kambur olarak görmeye başladılar. İşlevsiz hale getirebilmek için işe yaramadığını, kötülük kaynağı olduğunu göstermeleri gerekiyordu. Bunun için, bir taraftan üst üste tarikatlar, dini silahlı örgütler kurup bunları finanse ederek canice cinayetler, katliamlar işleterek, diğer yandan yandan da bu dinin mensuplarını cani, saldırgan, ilkel, vahşi göstermenin propagandasını geliştirdiler. Işid bunların en bariz örneğiydi. Modern çağda İslamiyet algısına ışid kadar zarar veren başka bir örgüt daha yoktur. Özellikle son bir yüzyıla yakın bir süre sonunda İslam coğrafyası için; her gün birbirini katleden, bir araya gelemeyen, bilim ve teknoloji üretemeyen çağ dışı bir dünya olduğu algısı tamamen oturmuş durumdadır.
Dinin işlevsizleşmesiyle boşalacak alanı kendi geliştirecekleri dinsel bir yapıyla yeniden dolduracaklar. Günlük yaşamdan, genel yaşam anlayışına kadar tüm paradigmayı yeniden oluşturacaklar. Özellikle sanal gerçeklik teknolojisi ve anti depresan gibi uyuşturucularla temel oluşturacakları bir kültürle insan zihnini yeniden şekillendirecekler. Yeni dinin temellerini bilimle atacaklar.
Beslenme ve günlük ihtiyaçları karşılayacak tüm ürünlerin üretimlerini ellerine geçirmiş durumdalar. Bankalar para vermeyi kestiği, şirketlerin üretimi durdurduğu an hayatı felç edecek güçteler. Resmi ve özel tüm işlerin, iletişimin internete yüklendiği günümüzde, sadece internetin kesilmesi durumunda neler olacağını bir tahmin edin.
SON KOZ; SAĞLIK
İnsanın yeryüzünde var olduğu günden beri en büyük iki korkusu, açlık ve hastalıktır. Açlığı giderecek olan tüm ürünlerin üretimi ve pazarlanması tamamen şirketlerin ellerinde. Geriye kalan tek şey sağlık. Tüm dünyada sağlık sektörü özelleştirildi. Ancak bu yetmiyor. İnsanları sağlıkları üzerinden yönetebilmek önemli. Yüz yılı aşkın bir süredir kurulan laboratuvarlarda mikroplar, bakteriler, virüsler inceleniyor ve bunlarla mücadele için ilaçlar geliştiriliyor. Sadece hastalıkların nasıl iyileştirileceği değil, hastalıkların nasıl kullanılacağı da artık çok iyi biliniyor. Daha çok gıda üretmek için kimyasal katkılar geliştirilirken, yiyeceklerin ömrünü uzatacak genetik müdahale (GDO) yöntemleri de gelişiyor.
Birkaç yıl öncesine kadar gıda sektörü ile sağlık sektörü kavgalıydı. Sağlık sektörü, gıda sektörünü gıdaların sağlığını bozmakla suçluyordu. Gıda sektörü de sağlık sektörünü yetersizlikle suçluyordu. Fakat son birkaç yıldır bu iki sektör el ele vermiş durumdalar. Ben sağlığı bozarak sana pazar oluşturayım, sen de ilaç üretip satarak para kazan. Kazan ve kazandır anlaşması…
HEDEF; AMANSIZ KONTROL
Dünyanın bir çok yerinde savaşan ordular, çoğunlukla özel şirketlerin oluşturduğu paralı askerlerdir. Tıp fakültelerinin eğitim müfredatlarının ilaç şirketleri tarafından oluşturulması gibi tüm dünyada okullar özel şirketlerin elindedir. Tarımsal ve sınai üretim özel şirketlerin elindedir. Bilim ve teknoloji özel şirketlerin elindedir. Uzaya giden, uzayda maden arayanlar özel şirketlerdir. Sağlık özel şirketlerdedir. Tüm bu şirketler, dünyanın parasının çoğunu elinde tutan ve yöneten birkaç şirketin elindedir ve bu birkaç şirket, birkaç ailenin elindedir. Bu corona virüsü günlerinde yaşananlara bakınca, daha önceden distopik filmlerde ve romanlarda gördüğümüz uygulamaların yaşama geçirildiğini görüyoruz. Dünyayı yöneten bir avuç insan ve onlar tarafından insanlığı unutturularak hayvan sürüleri gibi yönetilen milyarlarca insan…
ÇÖZÜM; MÜDAHALE
Geleceğin bu ürkütücü durumu karşısında korkan, ne yapacağını bilmeyen milyarlarca insan çözümü geçmişte buluyor. Geçmişte kalan inancından, kültüründen, yaşam biçiminden medet umuyor. Dünyayı yöneten bir avuç insan gözlerini geleceğe dikmiş onu ele geçirmeye çalışırken, bu şaşkın milyarlarca insan da gelecekten kaçarcasına geçmişine sığınmaya çalışıyor. Çözümü geçmişinde ararken meydanı daha çok egemenlere bırakıyor.
Çözüm geçmişte veya geçmişteki herhangi bir şeyde değil. Çözüm, geçmişi iyi anlayarak, geleceği daha iyi öngörerek geleceğe müdahale etmektir. Geleceğe müdahale edecek bir yöntem, bir anlayış geliştirmedikçe çözümsüz kalmaya devam edeceğiz. Kimi inancıyla, kimi etnik kökeniyle avunup oyalandıkça, atı alan Üsküdarı geçecek.
Sevgili arkadaşlar, bu güne kadar yola çıkanlardan bir adım önde yola çıkıyorsunuz. Bu güne kadar kurulmuş olan derneklerden, vakıflardan, federasyonlardan bir adım önde başlıyorsunuz. Çıtanız onların çıtalarının üstünde duruyor. Onlardan bir adım önde olmanız, çıtanızın, onların çıtalarından yukarıda olması da onlar sayesindedir. Yanlışlarıyla, doğrularıyla on yıllardır onların ortaya koydukları pratiklerin oluşturduğu eleştirel bilinci sayesindedir.
Ortak bilinç oluşturmaya çalıştığınız bu süreçte, doğal ortak bilince zaten sahip olduğunuzu görmek durumundasınız. Sizler, bu güne kadar oluşan yapılanmaların el uzatamadığı, giremediği bir alana girdiniz. Onların bu alanı boş bırakmaları sayesinde buradasınız. Sahip oldukları kurumlar ve tüzükleri gereği bu alana giremediler. Bu alanı sizlere bıraktılar. Bu nedenle onlar, bu alanda sizleri desteklemek, sizler de onların olduğu alanlarda onları beslemek zorundasınız. Sizleri var eden ortak bilincin zorunlu gerekliliğidir bu.
Sizler, yönetici bir meclis değilsiniz. Bu nedenle, adına hareket ettiğiniz toplumun tüm sorunlarına çözüm üretmek gibi bir sorumluluğunuz yoktur. Önünüze böyle bir hedef koymanızın gereği de yoktur. Çalışma alanınıza giren veya ilgilendiren konuları, o alanda faaliyet gösteren yapılara bırakmanız ve hatta bu konuda onları desteklemeniz gerekmektedir. Aynı şekilde o yapılar da sizin çalışma alanınıza giren konularda sizlere desteklerini sunmalıdır.
Beraber hareket etmenin, bu hareket içinde birbirine olan saygıyı korumanın ve geliştirmenin en önemli yolu; her kesin birbirinin çalışma alanına müdahale etmesi değil, destek olmasıdır.
Sizler, yönetici bir meclis değilsiniz ancak, var olan ortak bilinci üst bilince dönüştürmekle yükümlü teknokrat bir meclissiniz. Temsiliyetiniz yönetsel değil, tanımlamaya yöneliktir. Diğer bir ifade ile hitap ettiğiniz toplumun bireylerini değil, o bireyleri var eden tarihsel ortak bilinci temsil ediyorsunuz. Bu günkü ortak bilinç değil, tarihsel ortak bilinç… Bu günkü ekonomik, sosyal, siyasal, ideolojik, etnik dayatmaların şekillendirdiği bir ortak bilinç değil; bin yıllar boyu zihinlerde taşınmış, günlük yaşamlarına yön vermiş, kendi kültürünü oluşturabilmiş olan ortak bilinçten söz ediyorum.
Meclisinizin, yönetici bir meclis olup olmamasının doğuracağı farklar çok büyüktür. Örneğin, yönetici meclis gibi hareket ederseniz, kongreniz öncesinde nüfus tespiti yapmanız, nüfus dağılımına göre delegasyon belirlemeniz ve bu ölçüde sandıklar kurmanız gerekir. Buna ne insan kaynaklarınız ne de finansal gücünüz el vermez. Zaten gereği de yoktur.
Ya da bir çağrıda bulunup, katılmak isteyen her kesi kongreye davet ettiniz ve seçiminizi öyle yapacaksınız ki bu da temsiliyetiniz açısından çok büyük ve haklı eleştirilerin doğmasına neden olacaktır. Kongrenizi yurt dışında yaptığınız takdirde oraya gelmek isteyip de gelemeyenlere ne açıklama yapacaksınız. Ayrıca bu meclisi, varlık amacının dışına sürükleyecek en önemli hatanıza dönüşebilir. Düşünün ki böyle bir kongrede Düşünün ki faaliyetlerinizi engellemek isteyen bir yapı, sizden üç kişi fazla geldi ve seçimde üç el fazla kalktı. Bütün yönetiminiz sil baştan değişir.
Bunlar illa olabilecek şeyler olmasa da meclisin sorumlulukları ve çalışma konuları ele alındığında, sahip olduğu ciddiyetin büyüklüğüne paralel olarak gelişebilecek büyük risklerdir.
Yönetici bir meclis olmadığınız için, teknik olarak bu yöntemlerle seçim yapma zorunluluğunuz da yoktur. Sizler, amacınıza uygun olarak emek ve zamanlarını sunacak, buna uygun birikime, yeteneğe sahip insanlarla yürümek zorunda olduğunuz için, seçimlerinizi de bu insanlar arasından yapmak durumundasınız.
Diğer hassas bir konu da çalışma organizasyonunuzdur. Doğal olarak komisyonlarınızı oluşturma sürecindesiniz. Olması gereken de budur. Komisyonlardaki sorumluluk ve yapılacak işlere bakıldığında insan kaynaklarındaki yetersizlik de kendini gösterecektir. Komisyon sorumlularının, yöneticilerinin yalnız başlarına halledemeyeceği işler için alt komisyonların oluşturulması gerekmektedir ki bunun ilkelerini çok hassas belirlemek gerekir. Naçizane önderim, alt komisyonların proje bazlı olmasıdır. Alt komisyonun ömrü, meclis komisyonunun öngördüğü projenin ömrü kadar olmalıdır. Komisyonun belirlediği projelerin yürütülmesi için atanan alt komisyon, projenin bitiminden sonra fesih olmalıdır. Bu idari organizasyonda kolaylık sağlayacağı gibi, yürütülen projelerin de uygun insanlarla ve uygun nitelikte yürütülmesini sağlayacaktır.
Web sayfanızın yayın ilkelerini de yeniden gözden geçirmenizi tavsiye ederim. İnsancıl yönden, duygusal açıdan oldukça güzel bir metin oluşturmuşsunuz. Bunun yanı sıra çekingenlik ve endişe de had safhada. Kısır tartışmalardan, sizleri çalışmalardan alıkoyan tartışmalardan, moralinizi, motivasyonunuzu kıran süreçlerden uzak durmaya çalışmanız anlaşılır ve haklı bir tutumdur. Ancak, bu tutumdan ötürü, sizleri doğrudan ilgilendiren konuların dışında kalmanız, bazı çalışmaları sadece arkadaşların bireysel çalışmaları olarak kalmasını önermeniz, kanımca doğru bir yaklaşım değildir.
Özellikle inanç konusunda ve Aleviliğin tarihçesi konusunda bu hassasiyeti gösterdiğinizin farkındayım. Gösterdiğiniz hassasiyete de katılıyorum. Ancak bu konu, sizin dışında kalamayacağınız bir konudur. Çünkü değerleriyle ilgilendiğiniz toplumun üst kimliği inancıdır. Bir toplumun ürettiklerinin, değerlerinin toplamı kültürüdür. Kültürün üst ifadesi ise inancıdır. Semavi dinlerde göremediğimiz bu özellik, pagan inançların neredeyse varlık nedenidir. Bir toplum, ürettiklerini, kimliğini ortak bilince inanç ile taşır. Bu nedenle sizlerin yapması gereken, bu alanın dışında kalmak değil, tam içinde olmaktır.
Anadolu uygarlık birikiminin ürünü olan bir kültürü ve onun ürünü-üst yapısı olan inancı, faaliyet konusunun dışında bırakmak yerine bu kültür ve inancın, bir uygarlık ürünü olarak bu günlere nasıl geldiğini, hangi dönemlerde İslamiyet’in içine taşındığını ve hangi dönemlerde hangi asimilasyonlara maruz kaldığını incelemek, bilimsel yöntem verilerle ortaya koymak gerekir. Bunun dışındaki her tutum Meclis’in, mevcut yapı içerisinde kendisine egemen olmuş inanç ve sistemlerle bir uzlaşı arayışı içerisinde olduğu kanısını uyandıracaktır.
Hemen belirtmem gerekir ki, nitelikli ve bilimsel temellerde yaşanacak bir tartışma er veya geç kaçınılmaz olacaktır. Çünkü karşınızda inancınızı kendi içinde tanımlayan dinler, kültürünüzü kendi tarihine mal etmeye çalışan ideolojiler yüzyıllardır başınızda duruyor ve bugün, her zamankinden fazla araçla kültürünüzü, inancınızı, tarihinizi yok etmeye, asimile etmeye çalışıyor. Bunların karşısında kararsız her duruş, çekingen her söylem, tüm bunlara razı olduğunuzu ve yaptıklarına rağmen onlarla bir uzlaşı hevesi taşıdığınız kanaatini doğurur.
Kahin değilim fakat bu güne kadar öngörülerimde yanılmamış olmama güvenerek, henüz ele avuca gelmemiş bir konu hakkında da uyarıda bulunmak istiyorum. Her oluşumun kendi içinde kanatlara ayrılması, farklı eğilimleri oluşturması kaçınılmazdır. Bu eğilimler, bireysel çekişmeleri aşıp, aynı hedefe yönelme konusunda farklı anlayış ve önerilere dayanıyorsa olumludur ancak, bu kadar olumlu bir çekişmeyi mümkün görecek kadar iyimser değilim.
Kısa dönemde ortaya çıkacak olan oluşacak eğilimlerden birinin argümanının “ortaya ürün koymuş olmak” üzerinden gelişeceğini seziyorum. Bu söylemlere cılız seslerle de olsa başlanmış olması acı vericidir. Bir kültürün, tarihin bilincine erişmeden, dönemsel eğilimleri değerlendirerek, bir bütünün içinden öne çıkmış acılar veya yaşanmış olayları kaleme alarak kendini otorite gibi görme eğiliminde olan bu arkadaşlar umarım ki bu eğilimlerini daha fazla ileriye götürmezler. Araştırmacılığın, romancılığın ne olduğunu bütün dünya görüyor. Cılız çalışmalar da olsa, damlaya damlaya göl olur, zaman içinde hak ettiği kaliteye ulaşır diye kendilerine gösterilen hoşgörünün değerini fark edip daha mütevazı davranacaklarını umut ediyorum. Aksi halde söylemleri, siyasilerin “yol yaptık, köprü yaptık, çok büyük işlerdir bunlar” söyleminden öteye gidemeyecek, siyasilerin bu söyleminden daha değerli olamayacaktır.
Meclisin, yaptığı işin büyüklüğünün ve öneminin farkında olmaması durumunda, büyük vaatler ve büyük söylemlerle yola çıkan ancak, süreç içerisinde kendi alanını daraltan, kendi dışındaki ve karşısındakilerle uzlaşı zeminlerinde durulan diğer kurumların kaderini paylaşmaktan öteye gidemez. Meclis bünyesindeki insanların, meclisi tanımlarken veya ifade ederken sergiledikleri farklılık, bu endişeyi taşımama neden oluyor. Kafa karışıklığı demek istemiyorum ama tam bir netlik olmadığı da su götürmez bir gerçektir.
Her zaman söylediğim bir şeyi tekrar söylemek istiyorum. Geçmişe özlem duymak ve geçmişi yeniden yaşamayı hayal etmek, tükenmişliğin, umutsuzluğun, geleceğe yürüyememenin göstergesidir, ifadesidir. Bunun yerine geçmişi tüm gerçekliği ile bilmek ve anlamak gerekir. Geçmişi bu güne çağırmak, onun tekrarına düşmeden güncelleyerek yarına taşımak gerekir. Bunun bilincini ve yöntemlerini geliştirmeden bunu yapmak mümkün değildir. Diliyorum ki bu meclis, bu bilinci oluşturan, bu yöntemleri geliştiren bir kurum olsun.
Meclise emeği geçen her kese istisnasız olarak her kese teşekkürlerimi ve saygılarımı özellikle sunuyor, başarılı olmalarını diliyorum.
Zülfikar Akar·/ MECLİS GİRİŞİMİNE ÖNERİ -II-
Toplumların örgütlenmelerinde en büyük güç inançtır. Örgütlenme, hangi amaca yönelik olursa olsun, toplumu bir arada güçlü tutabilmenin, ortak değerler oluşturabilmenin, ortak hedefe yöneltebilmenin en güçlü aracı hep inanç olmuştur. İnsanlık tarihine baktığımızda, görebildiğimiz en uzun ömürlü örgütlenmeler, hep inanç temelli örgütlenmelerdir. Dinler, ideolojiler, sınıflar, egemenlikler değiştiğinde bile, bu değişimlerin içinde kendini yeniden yaratan ve devam eden en güçlü örgütlenmeler, inanç temelli örgütlenmelerdir. Dinlerin dahi değiştiği coğrafyalarda, inanç temelli örgütlenmeler, yeni dinlerin çatısı, egemenliği altında kendilerini revize ederek, özlerini bozmadan, değiştirmeden varlıklarını sürdürebiliyorlar.
İnancı sosyolojik bir gerçeklik, dini ise ideolojik, egemen sınıfsal bir gerçeklik olarak görüp, farklarını ayırt ettiğimizde, insan doğasındaki yerlerini de daha net görebileceğiz. Gelişmişliğin kriterleri tartışılabilir fakat alışılagelmiş anlamıyla, gelişmiş toplumlara baktığımızda, hiçbir toplum kendi inançlarını ret ederek, inançlarına savaş ilan ederek ilerlememiş, gelişmemiştir. Bunu, Ortaçağın, feodal yapının ideolojisi olmuş dinlerle karıştırmamak gerekir. Özellikle semavi adledilen dinler, toplumların genel çerçevesini belirlerken inançlar, on binlerce yıllık insan deneyimlerinden kaynaklı değerleri toplumun ve bireyin yaşamının her alanına ince ince işler ve düzenler.
Dersim inancını da bu perspektifte görmenin ve değerlendirmenin yararlı ve gerekli olduğunu düşünüyorum. 1960 sonrası sol, sosyalist gençliğin kendinden önceki nesille ve tarihiyle kopuşunu da büyük ölçüde bu perspektiften yoksun olmasına bağlıyorum; din ile inancı birbirinden ayıramamasına.
Bir insanın doğumundan ölümüne kadar tüm süreçlerini oluşturan değerler, inanç hamuruyla yoğrulmuş, inanç ile sistematik bir düzene konmuş. Doğum ritüeli, emekleme ritüeli, diş çıkarma ritüeli, nişan ritüeli, düğün ritüeli, ölüm ritüeli… Bireyin bireysel gelişim, yaşam süreçleri de, toplumun diğer bireyleri ile olan ilişkileri de (musahiplik, kirvelik, annelik, babalık, kardeşlik vb…) hep inanç temelli ritüel ve değerlerle şekillenmiş. Sadece bireyin ve toplumun ilişkilerini değil, insan ile evren ilişkisini açıklayan bilgi ve düşünceler de inanç çatısı altında ifade edilmiş. Bir toplumun inancını yadsıdığınızda, yok saydığınızda, o inançla taşınan tüm bireysel ve toplumsal değerleri de bir çırpıda kaldırıp atmış oluyorsunuz. Bunu yaptığınızda da karşınızda ne hitap edebileceğiniz bir birey ne de hitap edebileceğiniz bir toplum bırakıyorsunuz. Topluma bir gelecek sunayım derken, geleceği sunuyorsunuz ancak o geleceğe taşınacak toplumu geçmişe gömüyorsunuz.
Dersim Meclisini oluşturmanın eşiğinde olan Dersim Meclis Girişiminin bu konuyu ciddiyetle ele alması gerektiğini düşünüyorum. Pir, mürşit, rayber makamlarının yeniden toplumda inşasına yönelik girişimde bulunmasını öneriyorum. Bu makamlara kısaca “Dedelik Kurumu” diyerek devam etmek istiyorum. Dedelik kurumunu oluşturmak elbette Meclisin ve Meclis Girişiminin görevi değildir. Dedelik kurumunun Meclis dahil tüm kurumlardan bağımsız olması, doğasının gereğidir. Ancak, Meclisten bağımsız olacak olan Dedelik kurumunun Mecliste temsil edilmesi de zorunludur diye düşünüyorum.
“El ele, el Hakka” ve “Elden ele, Elden Hakka” şeklinde genel olarak ifade edilen dedelik örgütlenmesinin yeniden aktif hale getirilmesi, erkânın kurulması gerektiğine inanıyorum. Süregelen gelenek ve değerlere bağlı olarak, bunun nasıl inşa edileceğine yine dedeler yani, ocak sahipleri karar vereceklerdir. Tarihten beri Dersim’in değerlerini taşıyan bu kurumun yeniden güçlü bir şekilde oluşması, yaşama müdahale edebilecek bir konumda olması için, Meclis Girişiminin de üstüne düşeni yapması gerektiği inancındayım.
Zülfikar Akar / 3 Mayıs 2016
ZÜLFIKAR AKAR/ DERSİM MECLİSİ’ne ÖNERİ
“Dersim meclisinin temsiliyeti, meclisin üyeleri, kanımca en önemli konulardan biridir. Meclisin, üyelerin, delegasyonun kimlerden oluşacağı konusu, bu günden sağlam temellere oturtulamazsa ileride, büyük kavgaların, sürüşmelerin ve hatta çöküşün nedeni olabilir.
Meclis, her şeyden önce bir örgütlenme modelidir. Dersim’in en zengin olduğu konu örgütlerdir. “Dersim dışarıya örgüt ihraç etse, en zengin bölge olurdu” şeklinde bir espiriyi de yapmadan edemiyorum.
Dersim’de bu kadar çok örgütün olması, her şey bir yana gerçekten bir zenginliktir ve çağdaş yaşamda yer arayışının pozitif bir ürünüdür. Dersim’deki legal ve illegal her örgütlenme, Dersimin modern dünyayla, modern dünyanın dinamikleriyle, fikirleriyle bir köprü oluşturmuştur. Bu yanıyla bakmamız çok önemlidir. Dersimdeki bu örgütlenmeler geleneksel, kadim yapıya, kültürel dokuya zarar vermiştir tezi, tamamen yanış olmamakla birlikte, bu zararı da tamamen bu örgütlenmelerin sırtına yıkarak, onları mahkum etmek ve ötekileştirmek de yanlışların en büyüğüdür.
Dersim’in kadim yapısının yıkılmasının en büyük nedeni devletin asimilasyonu, baskısıdır. Belki de ikinci sırada gelen neden, Dersim’in kadim yapısını binlerce yıl sürdüren ve çağımızda temsil eden kurum ve insanlarının, kendilerini yenileyememeleri, örgütlülüklerinden, ifade biçimlerine kadar kendilerini üretememeleri ve kendilerini kuşatan dünyayla bir diplomasi geliştirememeleridir. Tüm bu nedenleri bir kenara bırakıp daha geniş bir çerçeveden bakacak olursak; dünya ve toplumlar sürekli gelişmek zorundadır. Gelişerek değişmek zorundadır. Gelişerek değişemeyen toplumlar, kendileri dışındaki dinamiklerle değiştirilirler ki bu da o toplumların yok edilmesi demektir.
Dersim Meclisi ile Dersim’deki özellikle ideolojik örgütler arasındaki bağa, ilişkiye gelince:
İdeolojisi olan her örgütün, toplumlara, geleceğe, örgütlenmeye dair bir modeli, bir önerisi zaten mevcuttur. Görebildiğimiz kadarı ile bu önermeler arasında Dersim’in tarihi, kültürel dokusu, inanç dokusu hakkında tatmin edici bir önermeye de sahip değiller. İdeolojileri ve hedefleri gereği, bu sorunu ötelemek durumdadırlar. Bir de bu örgütlülüklerin ve önermelerinin dışında, Dersim konusundaki bazı çözümleri geleceğe ötelemek yerine, bugünden bir şeyler yapılmasını isteyen büyük bir talep ve ihtiyaç vardır. Bu durum birinin yanlış, ötekinin doğru olduğu anlamına kesinlikle gelmiyor. Geleceğe ve gelişmeye yönelik farklı bakış açıları ve örgütlenme biçimleri birbirlerinin rakipleri veya birbirlerinin olumsuzlayıcıları değil, birbirinin tamamlayıcılarıdır ve böyle olması da geleceğe taşınabilme ve gelişebilme konusunda zorunludur.
Bütün bu perspektifle benim önerim, Dersim Meclisinde, zaten örgütlü olan insanların değil, mevcut örgütlenmelerde aradığını bulamayan, mevcut örgütlenmelerin boş bıraktıkları alanlarda üretim ve gelişim sağlayabilme arzusunda olan insanlar olmalıdırlar. Önerdiğim bu prensip Dersim Meclisini, kesinlikle diğer örgütlenmelerin muhalifi niteliğine büründürmemeli, diğer örgütlülükleri dışlamamalı ve karşılarında konumlandırmamalıdır. Her örgütlülüğün kendi özgün hedefi, kendi ideolojisi olduğu gibi, farklı sorunlar temelinde oluştuğu göz ardı edilmemelidir. Bu nedenle, tüm diğer örgütlülüklerden bağımsız oluşacak olan Dersim Meclisi, diğer tüm örgütlülüklerle de dayanışma içinde olmalı, fikir alışverişinde olmalı, gerektiğinde ortak tavır ve perspektif geliştirebilecek yetenekte ve niyette olabilmelidir.
Sivil toplum örgütlerinden siyasi partilere kadar tüm örgütsel yapılarla bir diplomasi yürüteceği gibi devletle de uluslararası yapılarla da diplomasi yürütmek her meclis gibi bu meclisin de temel ve zorunlu görevlerinden biri olacaktır. Bu nedenle ve bu bilinçle daha işin başındayken titiz ve doğru adımlarla ilerlemelidir.
Meclisin, bir örgütlülükler konfederasyonuna dönüşmek yerine, daha özgün ve bağımsız olması gerektiğini düşünüyorum.”
Saygılarmla.
5 Nisan 2016
Zülfikâr Akar.
“Haftalardır Meclis girişiminin niteliği üzerine bir fikir alışverişi sürüyor. Önemlidir ve saygındır. Bu değerli ve önemli olan fikir alışverişi, nitelikli bir ortak akıl oluşturmaya doğru umut verici bir şekilde ilerlerken, niceliksel en ufak bir hata tüm süreci sekteye uğratabilir, öteleyebilir.
Meclisin niteliği hepimize bağlı iken, niceliği bugün, bu girişimde sorumluluk almış, faaliyetlerini yürüten insanlarda ve özellikle de yürütmesindedir.
Meclis girişiminin bu gün attığı, atacağı adımlar bizlerin tasarrufunda değildir. Karar mercileri değiliz. Ancak yürütme, bugün atılan, atılacak adımları belirleyen tek organdır. Gözlerini, yüzlerini, gönüllerini, ellerini meclise dönmüş insanlara karşı olan sorumluluklarını iyi değerlendirmeliler ve kılı kırk yarmadan adım atmamalıdırlar.
Bu güne kadar yürütülen fikir alışverişlerinde önemli mesafeler kat edildi. Birçok ilke netleşmeye başladı. Bunlardan biri de oluşacak meclisin, diğer kurumlara karşı olan tutumlarıdır.
Kurumlar arası kavgalara, kurumların iç sorunlarına taraf olmamak, meclisi bu tür çekişmelere göre konumlandırmamak, gördüğüm kadarı ile netleşmeye başlayan ilkelerimizden biridir. Güçlü bir talep olmadığı sürece, bu talep o kurumun çoğunluğu ve ya kurumun ilgilendirdiği kitlenin çoğunluğu tarafından gelmediği sürece, iç işlerine karışmak veya içişlerindeki sorunlara göre meclisi konumlandırmak ne akıllıcadır, ne meclisin sorumluluğundadır ne de meclisin haddinedir.
NOT:
Katılmamız gereken ancak, taraf olmamak adına katılmayacağımız etkinliklere katılmamamız, o etkinliği protesto ettiğimiz anlamına gelecektir. Katılmak taraf olmak ise, katılmamak da aynı ölçüde taraf olmak demektir.
_Zülfikâr Akar_