– Biz “Dersim’de binlerce günahsız insan öldürüldü” diyoruz…- Adamlar kalkıp “İyi ama Seyit Rıza da büyük bir haindi” diyorlar.
Dersim Bütün Kimlik Öğeleriyle Yeni Türkiye Cumhuriyeti Bünyesinde Bir Çıbandı!
Alman Kamu Televizyonu ARD’nin ttt (titel-tehesen-temeperamente) adlı programında, Tertele’yi (Dersim Soykırımı) konu eden 4 dakikalık bir dokümantasyon („Das vergessene Massaker – wie Kemal Atatürk Aleviten ermorden ließ“) gösterildi. Beklenildiği üzere bildik ırkçı reflekslerin devreye girmesi pek uzun sürmedi. Hem tanrıları Atatürk’e toz kondurmayan militarist Kemalist cephe ve „sol“ soslu yedek güçleri, hem de bu ara devlet yönetimini elinde bulunduran neo-hilafetçiler bir ağızdan „Devletimizin ve Cumhuriyetimizin bekası“nı savunmak için seferber oldular.
Öncelikle, Dersimliler, özellikle kendisini „sosyal demokrat“, ya da „sol“ diye tanımlayan bazı politik yapılanmaların çeperi içinde bulunanlar, „Dersim Olayları“nı soykırım olarak adlandırmadaki çekincelerinden vazgeçmeliler. Varsa böyle bir tartışma, bu Dersimlilerin dışında yürüyen bir tartışma olmalıdır. Dersimliler, Dersim’de soykırım olmadı savını (halen hukuken olmasa da) vicdanen suç saymalıdırlar. „Dersim meselesi“, „Dersim katliamı“, „Dersim olayı“, „Dersim’de vahşi suçlar“ vb. tanımlamalarla yetinmek, soykırım gerçeğini perdelemeye yaramaktadır. Olup bitenin adı jenosittir. Dersimliler kendi dillerinde bu jenoside TERTELE demişler. Yahudiler için HOLOCOUST neyi ifade ediyorsa, Dersimliler için de TERTELE onu ifade ediyor.
Ortalığa kusulan militarist devletçi, ırkçı-hilafetçi zehirin yan etkileri Dersimliler içinde, Dersim Soykırımını kim yaptı ve Dersimliler neden soykırıma uğradı sorularının tekrardan tartışılmaya başlanması şeklinde yansımış durumda. Tertele faili ırkçı-ulusalcı ve ırkçı-hilafetçi cephe ve yedek güçlerinin ulusal çıkarları uğruna gösterdikleri hassasiyeti, ne yazık ki, Dersimliler kendi davaları söz konusu olduğunda gösteremiyorlar. Dersimli aydınlar, siyasiler, sivil toplum kurumları, doğa aktivistleri ve inanç önderleri, Dersim ve Dersim toplumunun bekası için aralarındaki ayrılıkları ve tartışmaları ikinci plana iterek bir araya gelme olgunluğuna sahip değiller. Halbuki, özellikle içinden geçtiğimiz konjonktür, güçlerini ve imkanlarını birleştirip, Tertele kurbanlarının tarafı olarak davaya müdahil olmalarını, sahip çıkmalarını zorunlu kılmaktadır. Bu ihtiyacın bilincinden hareketle, biraz daha geniş yazmayı düşündüğüm bir makale için tutuğum birkaç notu, tartışmaya faydası olur umuduyla, kısaca aşağıya aktarıyorum.
Tertele’nin Faili Kim?
Herhangi bir kafa karışıklığına mahal vermeksizin, Tertele failinin Türkiye Cumhuriyeti devleti olduğunun altı çizilmelidir Soykırıma hukuki zemin yaratan bütün kararlar Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Bakanlar Kurulu gibi devlet kurumlarında alınmış, bu kararlar doğrultusunda gerekli hazırlıklar yapılmış ve devletin idari, kolluk ve askeri güçleri tarafından Tertele gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla, muhatap da Türkiye Cumhuriyet devletidir. Devletin tartışmasız lideri olarak Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, devlet yöneticilerinin istisnasız tümü Dersim Soykırımının failleridir. Dersim’de yeri göğü ateşe veren, felaketten kurtulanları da ölmediklerine bin pişman eden politika devlet politikasıydı. Soykırımın organizatörlerinin kimin olduğu, alınan kararların altındaki imzalarla tasdik edilmiştir. Ne Kemalistler, bugünkü neo-Osmanlıcıların sonradan Demokrat Parti içinde kümelenen atalarını zorla soykırıma mecbur etmişlerdir, ne de birileri Kemalist kadroların eline kullanmak istemedikleri bir kılıcı zorla tutuşturmuştur. Neo-Hilafetçilerin, halihazırda başında bir Dersimlinin bulunmasını da fırsat bilerek, günahı CHP’nin kapısına süpürmelerinin hiçbir inandırıcılığı ve ciddiye alınır tarafı yoktur. Hepsinin ceddi, fikir birliği içinde, Türk-İslam senteziyle yoğurmak istedikleri üniter Türk ulus-devlet kılıcını doyumsuz bir iştah ve zevkle Dersimlilerin boynuna indirmiştir. Anne rahminden çıkarılan masum-u paklar „modern“ ve „medeni“ Türkiye Cumhuriyeti adına süngülenmiştir. „Şeriatçılar Kemalist kadroların eline İslam kılıcını tutuşturdu“ tezi ile neo-hilafetçilerin „soykırımı Kemalistler gerçekleştirdi, bizim ceddimiz suçsuzdu“ söylemi bir madalyonun iki yüzüdür. ya da, Dersimlilerin boynuna inen kılıcın iki keskin sivri tarafıdır.
Kendilerine „anti-emperyalist“, „ilerici“ payesi biçilen Cumhuriyetin ırkçı Türk milliyetçisi liderlerinin soykırımla birlikte anılmasını kabule yanaşmama tutumu, „Beyaz Türkçülüğe“ öykünen ve resmi devlet ideolojisinin çarklarında zihinleri şekillenen Dersimliler içinde hatırı sayılır bir taraftara sahip. „Çağdaş Cumhuriyet“i ve soykırım kelimesini ilişki içinde telaffuz etmeye bir türlü gönülleri varmayan bu mantık sahiplerine göre, Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti aslında Doğu toplumlarının kurtuluş vizyonunu temsil ediyordu ve Dersimliye de özlem duyduğu yaşamı vaat ediyordu. Ne var ki, „Dersim’in aşiret reisleri, seyitleri, derebeyleri, Cumhuriyet’in izlediği laik ve anti feodal politikaya karşı çıkarken gerici“ydiler[1] „Osmanlı’nın haritasında bile unuttuğu bu güzel diyara, Cumhuriyet, devlet otoritesi teziyle gideceğine, insani bir demet gülle gitseydi, Dersimlinin ülkeye katkısı, tüm tasarıların üstünde olurdu.“[2] Neo-hilafetçiler, Kemalistlere karşı kullanır diye, Dersim Soykırımını uluslararası platformlara taşıma çabalarını eleştirip değersizleştirmeye çalışan Dersimli yazar-çizer ve politik figürlerin dile getirmek istedikleri aslında bu bakış açısına olan bağlılıklarıdır. Arkadaşlar halen modern Türkiye Cumhuriyetinin kendilerine sunmayı arzu ettikleri „bir demet gül“ü bekliyorlar. Ara sıra da Anıtkabir’e koşarak ya da ya da Cumhuriyetin kurucu liderlerine övgü dizerek bu beklentilerini görünür kılıyorlar. Kanımca, Dersim soykırımını, devlet kliklerinin iktidar dalaşındaki mevzilenişine kurban etmenin vebali epey ağırdır. Milletvekilliği, ya da CHP gibi partiler içinde siyasi kariyer hesabı yapan politikacı ve yazar-çizer Dersimliler tarihi bir sorumlulukları olduğunu bilerek daha hassas hareket etmeliler. Bazı Dersimli yazarların ve siyasi figürlerin Atatürk başta olmak üzere, Kemalist soykırım faillerinin avukatlığına soyunmaları Dersimliler için kabul edilmez trajik bir durumdur.
Türk devletinin, Türk ve Müslüman olmayan topluluklara karşı resmi ideolojisinde ve politikasında, kökleri Osmanlı imparatorluğuna uzanan bir süreklilikten kolaylıkla bahsedebiliriz. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde 300 bine yakın Süryani’nin, 353 bin Pontuslu Rum’un katledilmesi, Ermeni Soykırımı ve 1937-38 Dersim Tertelesi bahsini ettiğimiz süreklilik zincirinin birer halkaları olarak görülmelidir. Osmanlı devletinin ardılı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri, bu alandaki Osmanlı devlet politikasından ve pratiğinden köklü bir kopuşu hiçbir şekilde gerçekleştirmemiştir ve böyle bir kopuşu hiçbir zaman arzu etmemiştir. İttihat ve Terakkicilerin pantürkist ve panislamist fikir mirasına ise sıkıya sarılmışlardır. O dönemdeki klik çatışmalarından bağımsız olarak söylenebilir ki, Cumhuriyeti kuranların Anadolu halklarına hiçbir zaman gerçek bir etnik, ulusal, inançsal ve sosyal eşitlik vaadi olmamıştır. Özellikle Kürt hareketi çevrelerinin kurtuluş reçetesi olarak yeniden keşfettikleri 1921 Anayasası’ndaki sözde „Kürtlere muhtariyet“ iddiası da dahil, bu yönlü vaatleri, Cumhuriyetin pozitivist lider kadrolarının pragmatist politik manevraları olarak değerlendirmek daha doğru olur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunu, medeniyetin ve modernitenin Anadolu toprağına ayak basması olarak bize sunmaya çalışan çevrelerin, bunun tersini ispatlayacak tek bir kanıtı bile yoktur. Sözde bilim insanı sıfatıyla sundukları her gerekçe, baş vurdukları her „belge“ dönüp dolaşıp başlarına bela olmakta, „modern Türk ulusu“ ve „üniter bir devlet yaratma“ gayesi uğruna işledikleri insanlık suçlarının kanıtı haline gelmektedir.
Dersimliler neden soykırıma uğradı? Veya Dersimlilerin Cumhuriyet’le gerçekten mi bir sorunları yoktu?
Dersim bütün kimlik öğeleriyle yeni Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde „sökülüp atılması gereken bir çıbandı, ve kim ne derse desin, Tertele ile bu „çıban“ sökülüp atıldı. Tertele Dersim toplumsal yaşamında ve iç hukuksal düzeninde onarılması mümkün olmayan bir yıkım, bir dönüm noktasıdır. Tertele‘den sonra Dersim/Kırmanciye toplumu kendi adına konuşma ve karar verme yetisini ve durumunu yitirdi, kendisi için söz söyleme hakkı başkalarına geçti, ya da elinden alındı. Bununla da kalınmadı, Dersimlilerin ne olup olmadıklarına, etnik kimliklerini, memleketlerini, dillerini nasıl tanımlamaları gerektiğine de başkaları karar vermeye başladı. Resmi devlet ideolojisi onları ihtiyaca göre „öz be öz Türk“, „Türklükten dönme Zaza“, „Kürtleşmesi engellenmesi gereken dağ Türkleri“ vb. olarak gördü. Milliyetçi Kürt hareketi ve onun etkisindeki yazar, aydın çevreler, onları Kürt ulus kimliğinin ayrılmaz bir unsuru (bir süredir Kürt ulus kimliğinin bir alt kategorisi de deniyor), dillerini ise Kürtçe’nin bir lehçesi olarak tanımlıyor. Özellikle Kürt ulusal hareketinin yarattığı etkinin de baskısıyla, bu dünyada ulus olmadan ve milliyetçilik iksirini yudumlamadan adam olunmaz paniğine kapılan Zaza milliyetçileri ise, Dersim Kırmançlarını, inşa etmeye çabaladıkları Zaza ulusu projesi içinde görüyor. Kendilerini, nerdeyse gördükleri her canlıyı ve cismi ille de bir ulusa monte etme mecburiyetinde hisseden bu çevreler, üzerine ahkam kestikleri bu toplumun, en azından Tertele dönemine kadar, toplumsal, kültürel, etnik, hatta inançsal kimliğini KENDİ DİLİNDE nasıl tanımladığını ise hiç mi hiç dikkate almıyorlar. Ayrı ve daha kapsamlı bir tartışma konusu olduğu için fazla uzatmadan şunu not edebiliriz:
Tertele’den önce Dersim Kırmançları, etnik, kültürel kimliklerini ne Türk ne Kürt ne de Zaza ulus formasyonları içinde görmemişlerdir. Yaşlı kuşak Kırmançların aktarımları ve başka sözlü tarih çalışmaları bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Dersim Kırmançlarının „BİZ“ tanımlaması ve toplumsal bilinç hafızası Türkleri, Kürtleri ve Zazaları içermiyor. Dersim Kırmançları, her daim bu toplulukları kendilerinden ayrı görmüşlerdir. Zazalarla olabilecek muhtemel etnik köken ortaklığı ve dil birliğine rağmen bu böyledir. Bunun böyle olmasının, Dersim Kırmançlarının bu topluluklar hakkında olumlu, ya da olumsuz düşünüp düşünmediğiyle de bir alakası yoktur. Dersim/Kırmanç kimliği ne Türk ne Kürt ne de Zaza ulusal kimliklerinin ne bir parçası ne de bir alt kategorisi olarak görülebilir. Bunlardan bağımsız, uluslaşma süreci dışında kalmış ulus öncesi „etno-kültürel“[3] bir kimliktir. Ve „(…) aktüel kimlik tartışmalarında Dersim’e Kürt ya da Zaza kimliği belirlenmek istense de, hem 38 öncesi hem de sonrası süreçten 1980’li yılların ortalarına kadar Dersim kimliğinde asıl belirleyici unsur Alevilik/Kızılbaşlık olmuştur.“[4] Tertele öncesi, Dersimli Kırmançların etnik, kültürel, inançsal kimlikleri hakkında bir toplumsal hafıza bulanıklığına işaret eden ciddiye alınacak bir veri yok elimizde. Dersim Kırmançlarının kimliği tartışılırken esas referans noktası bu topluluğun kendi kimliğini KENDİ DİLİNDE nasıl tanımladığı ve bundan ne anladığı olmalıdır. Tertele bağlamındaki tartışma için de bu geçerlidir. Tartışmada, Tertele faili ideologların kurbanların etnik kimlikleri hakkındaki tespitlerine kulak asmak ve onları kurbanların kimliğini belirlemede şahit göstermek de pek aklıselim bir tutum değildir. Ayrıca, kimlik tartışması, soykırım kurbanı toplumların birbirlerine karşı kışkırtılmasının aracı haline getirilmemelidir. Etnik, ya da inançsal kimliği ne olursa olsun, hiçbir halk diğerinden ne daha fazla ne de daha az değerlidir. Kurbanların seçimi failler açısından tamamen bir hesap kitap işidir. Çizdikleri toplumsal mühendislik projelerinin önceliklerini kendileri belirler, kurbanlarının yakalarına sıra numaralarını da onlar takar. Süryani, Pontus, Kürt, Zaza, Dersimli, Alevi onlar için fark etmez. O topraklarda yaşayan ve ön gördükleri toplumsal projeye uymayan her topluluk o dönemde potansiyel olarak soykırımın hedefindeydi ve halen de öyledir. Hesap gereğidir yaptıkları.
Peki neden Dersim? 1920’li yılların başına kadar Dersim, diğer adıyla Kırmanciye toplumu esas itibarıyla, „devletleşmemiş Dersim toplumunun belirli örf, adet, gelenek, görenek ve töreler toplamı, sözlü toplumsal kurallar bütünü“[5] olan „Qanunê Kirmanciye“ (Kırmanciye Kanunu) ile idare edilir. Farklı toplumsal gruplar arasındaki anlaşmazlıklar, ilişkiler vb. bu „sözlü toplumsal kurallar bütünü“ne[6] dayalı doğal hukuk sistemi zemininde ele alınır, çözülür. O dönemlere kadar Dersimli doğal otorite sahipleriyle devlet arasındaki ilişki, devletle vatandaşları arasındaki ilişkiden çok, iki farklı toplumun temsilcileri ve idari mekanizmaları arasındaki ilişkiyi andırır. Bir tarafta hükümranlık tekelini elinde bulunduran merkezi devlet otoritesi, diğer tarafta doğal Kırmanciye Hukuk Sistemi’ni (Qanunê Kırmanciye) temsil eden yerel otorite. Osmanlı devlet otoritesinin Dersim’de bu bir nevi ikili siyasi iktidar durumunu kendi lehine bozma girişimleri her seferinde geri teperek sonuçsuz kalır. „Dersim’e sefer olur, zafer olmaz“ ile ifade edilmek istenen esasta bu tarihsel gerçekliktir. Başından beri bu durumun farkında olan Cumhuriyetçi ideologlar ve politikacılar, hangi düzeyde olursa olsun, yeni kurulan Cumhuriyet sınırları içinde merkezi devlet otoritesine bağlı olmayan bir siyasi otorite yapılanmasına sürdürülebilir bir durum olarak hiçbir şekilde tahammül etmeyeceklerini ve meselenin kökten halledilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Çünkü, Dersim Kırmançlarının toplumsal kimliği ve bu kimlik esaslarına göre oluşturdukları idari sistem ve yaşam tarzı Cumhuriyet’in öngördüğü pantürkist ve panislamist homojen toplum vizyonuna ve üniter devlet sistemi ideolojisine ve pratiğine aykırıydı. De facto özerk bir yaşam sürdüren Dersim/Kırmanç toplumu Cumhuriyetçiler için ciddi bir tehlike oluşturuyordu. Mustafa Kemal, TBMM’nin 1936 yılının ilk yasama döneminde yaptığı bir konuşmasında durumun aciliyetine dikkat çekmek için şöyle demektedir: „İç işlerimizden en önemli bir safha varsa, o da Dersim meselesidir. İçerde bulunan bu yarayı, bu korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi, her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmelidir.“ Bu direktif doğrultusunda, otorite tanımaz aykırı bir yerel idari düzenin sosyal tabanı olabilecek nüfus ve buna liderlik yapma potansiyeli olan şahıslar ve dinamikler bir an önce tasfiye edilmeliydi. Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da Dersim’deki siyasi durumu, diğer Alevilerin, Kürtlerin, Zazaların yaşadığı bölgelerden farklı kılan en önemli faktörlerin başında bu gerçeklik gelmektedir. O tarihsel kesitte Dersim’dekine benzer bir ikili otorite durumuna başka bölgelerde rastlamak pek mümkün değildi. Irkçı eğilimlerden muzdarip milliyetçi bir bakış açısıyla konuyu tartışan çevreler sorunun bu boyutunu nedense es geçiyorlar. Özellikle ulus inşasını ideolojik ve siyasal faaliyetlerinin merkezine koyan Kürt ve Zaza milliyetçilerinin, ulus öncesi bir toplumsal oluşum olan Dersimlilere uygulanan 37-38 Soykırımının sebebini, Dersimlilere hayali olarak bindirdikleri „Kürt“ veya „Zaza“ ulusal kimlikleriyle açıklamaya çalışmaktansa, neden diğer Aleviler, ya da Kürtler değil de Dersimli Kırmançlar soykırıma uğradı sorusunu bu açıdan bakarak cevaplamaya çalışmaları daha doğru olur.
Dersimlilerin Cumhuriyet’le gerçekten mi bir sorunları yoktu?
Tertele’ye yasal meşruluk kazandırmak için faillerin uydurduğu Dersimlilerin Cumhuriyete karşı isyan ettiği tezi başından beri bir yalandan ibaretti. Bunu dile getirmek ve tarihsel gerçeklere sadık kalarak sosyal bilimsel araştırma metotlarıyla veri toplamak hem kamuoyunu doğru bilgilendirmek hem de ileride uluslararası hukuk mercilerde gündeme gelebilecek bazı davaların başarılı olabilmesi için vazgeçilmez bir zorunluluktur. Ne var ki, özellikle, Kemalizm ve Cumhuriyet hayranlığına helal getirmek istemeyen bir kısım Dersimli yazar ve politikacının bu gerçeği, Cumhuriyeti kuranların Tertele’deki rolünü flulaştırmak için kullanmalarına da müsaade edilmemelidir. Evet, Dersim’de, ne devletin bahsettiği türden bir kalkışma, ne Kürt ve diğer sol çevrelerin tanımladığı türden bir „Dersim Kürtleri isyanı“, ne de Zaza hareketi liderlerinin görmek istedikleri türden bir „Dersim Zaza Ayaklanması“[7]ından bahsetmek olanaksız. Fakat, bu, Dersimli Kırmançların, Cumhuriyeti ve liderlerini kutsamak için selamlama kıtalarında sıraya girdikleri anlamına da gelmiyor. Kalplerindeki Kemalist devletçi kıvılcımı hep diri tutan ve her seçim döneminde biraz daha harlayan bazı torunlarının aksine, dedeleri, Cumhuriyetin kendilerine ne vadettiğini Tertele’nin arifesinde idrak etmişlerdi. Dersimli Kırmançlar, “Nişto ro qanunê Cumurati! Dariyo we qanunê Kırmanciye!“ (Cumhuriyet Kanunun Geldi! Kırmanciye Kanunu Kalktı!)[8] ya da „Vanê, Anqara de qerar gureto! No nê dowılo, nê sazo! Zalimu kaf u kokê Dêsimi veto! ((Diyorlar: Ankara’da karar vermişler! Bu ne davul ne sazdır! Zalimler Dersim’in soyunu kesmişler)[9] dizeleriyle Cumhuriyet’in kendilerine çıkardığı fermanın farkında olduklarını dile getiriyorlar. Dolayısıyla, toplum olarak kendilerine ve memleketleri Kırmanciye‘ye bir nevi „Endlösung“[10]dan başka bir seçenek sunmayan bir devlet sistemi ve kurucularıyla Dersimlilerin bir sorununun olmadığını iddia etmek, saflıktan da öte, faillerin ideolojisiyle uyum içinde olan bilinçli bir duruş göstergesidir. Sözlü tarih çalışmaları ve gün yüzüne çıkan belgelerden Dersimli aşiret ve ocak ileri gelenlerinin büyük çoğunluğunun bu gerçeğin farkında olduğunu öğreniyoruz. Dersimli Kırmanç toplumu ileri gelenleri, edindikleri tarihsel tecrübelerine de dayanarak, Yeni Türkiye Cumhuriyeti devletine başından beri tedricen yaklaşmışlardır. Dersim/Kırmanç toplumu ve ileri gelenleri bu tedirginliğini „Bela Estomol u Anqara ra wusto ra amo çêverê ma“ (Bela İstanbul’dan gelip kapımıza dayanmış) sözleriyle dile getirmiş. Yeni oluşan siyasi durumu daha gerçekçi değerlendirme yetisine sahip olan Dersimliler, güçler dengesinin kendi aleyhlerine döndüğünün farkına varmış ve devlet otoritesi ile istişare yürüterek bir anlaşmaya varma yolunu aramışlardır. Yeni Cumhuriyet‘in liderlerinden etnik ve inançsal kimliklerine dayalı yaşam biçimlerine saygı gösterilmesini, yani kendileri olarak yaşamanın teminatını talep etmişlerdir. Ne var ki, Cumhuriyetçi devlet liderleri, kendilerine „Gerekçeleri önceden hazırlanmış, hazırlıkları yıllar öncesinden yapılmış, tanklarla, toplarla, zehirli gazlarla hareket eden her şeye vur emrinin verildiği büyük bir katliam“[11]a karşı toplumsal yaşam haklarını ve memleketlerini savunmaktan başka bir seçenek bırakmamıştır. Böyle yapmakla Dersimliler, hükümranlık sınırları içinde yaşayan ve azınlık durumunda olan her topluluğa dilini konuşmayı, inancını yaşamayı, etnik kimliğine sahip çıkmayı, dağını, taşını, suyunu, börtüsünü, böceğini, toprağını bildiği isimle tanımlamayı, doğan çocuğuna kendi dilinde isim vermeyi homojen bir toplum yaratma adına yasaklayan, bu gibi insani taleplere soykırımla cevap veren bir devlete karşı en doğal insan hakkı olan yaşam haklarını kullanmışlardır. Köklerini kazımak isteyen böyle bir Cumhuriyet’le Dersimlilerin nasıl sorunu olmamıştır? Böyle bir yönetim biçimi nasıl „modern“, „medeni“, hatta „ilerici“ olabiliyor? Anlayan varsa beri gelsin.
[1] Vecihi Timuroğlu, Dersim Tarihi, s. 7, Yurt Kitap-Yayın, 1991.
[2] age. S. 9
[3] Mehmet Yıldız, Dersim’in Etno-Kültürel Kimliği ve 1937-1938 Tertelesi, s. 95, Chiviyazıları Yayınları, 2014.
[4] İmran Gürtaş, Dersim Alevilerinde Kimlik İnşası ve Travma, Kızılbaşlık Alevilik Bektaşilik, Tarih-Kimlik-İnanç-Ritüel, s. 316, Derleyenler: Yalçın Çakmak-İmran Gürtaş, İletişim, 2015.
[5] Dr. Daimi Cengiz, Kırmanç ve Dersim Tanımları Üzerine, Dersim Üç Dağ İçinde, s. 92, Derleyen: Serhat Halis, NotaBene Yayınları, 2019.
[6] age.
[7] Bkz., Ebubekir Pamukçu, Dersim Zaza Ayaklanmasının Tarihsel Kökenleri, Yön Yayıncılık, 1992
[8] Dr. Daimi Cengiz, age., s. 92
[9] Weliyê Wuşenê İmami, derleyen Dr. Daimi Cengiz, Haydar Beltan’ın „Ve Suyu Ateşe Verdiller“ romanı Üzerine.
[10] Endlösung: Yahudileri nihayi olarak yok etmek üzerine kurulu olan Nazi planı, Nihayi çözüm.
[11] R. T. Erdoğan, AKP Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı, 23.11.2011, milliyet.com.tr.
Osmanlı İmparatorluğu ve devamı olan Türkiye Cumhuriyeti tarihi aynı zamanda Anadolu, Dersim, Mezopotamya halklarına yaşatılan fiziki ve kültürel soykırımlar tarihidir.
Devlet, Amerika’da Kızılderililer, Avusturalya’da Aborjinler, Avrupa’da Yahudi soykırımlarını yaşatanların özür dileyip gerekeni yaptıkları gibi davranmalıdır. Siyasi mücadele verenler ise dar kalıpçı yaklaşımlardan arınarak, halkların dil, kültür ve inanç farklarına saygı gösterip sahiplenerek hareket etmelidirler.
Anadolu, Dersim ve Mezopotamya topraklarında inkara dayalı yaklaşımlar bitmedikçe, Türk-İslam anlayışını dayatmaktan vazgeçilmedikçe, gerçek anlamda bir yüzleşme yaşanmadıkça, sayısına bakılmaksızın tüm halklara aynı göz hizasında bakılmadıkça barış ve huzur içinde kardeşçe bir arada yaşam mümkün olmaz.
Bu aylar soykırımları hatırlama, yas tutma ve anma aylarıdır. Ermeni, Asur-Süryani-Keldani, Pontus, Ezidi, Kırmanc/Zaza vd. halklarına yaşatılanlar dile gelecek.
1948 yılında kararlaştırılan Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. Maddesinde soykırım,
„Ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir öbeğin tümünü ya da bir bölümünü yok etme niyetiyle üyelerinin öldürülmesi, üyelerine fiziki ya da ruhsal açıdan zarar verilmesi, fiziki varlığını tümüyle ya da kısmen sona erdirecek yaşam koşullarıyla yüz yüze bırakılması, öbek içi çoğalmanın engellenmesi, bünyesindeki çocukların başka bir öbeğe aktarılması“ eylemlerinden herhangi birinin işlenmesi olarak tanımlanmaktadır.
Gerek bu tanımlama gerek tüm bu acıları yaşayan halkların tanımlamaları yaşananların birer soykırım olduğunu göstermektedir.
Tertelê ‘38i / Dersim Soykırımı
Dersim’e yönelik ilk rapor Dersim’e vali olarak atanan Arif Paşa’nın 1841 yılında kaleme aldığı askeri araştırmadır[1]. Sonu gelmeyen bu raporların asıl amacı Dersim’e hükmetme çabasıdır.
“Dersime sefer olur, zafer olmaz” söylemi Osmanlı’nın yüzyıllarca saldırıp da Dersim’e hükmedemediğinin ifadesi olmakla beraber bu durum Cumhuriyetle birlikte değişir.
Cumhuriyet Osmanlı’nın bu insanlık dışı mirasını devralır ve Dersim’i yok etmek amacıyla önce tarihi Dersim coğrafyasının çeperinden başlar. 1921’de Koçgiri, 1925’de Piran, Darhani ile Elazığ’ı vurur. Ardından 1937-38 Soykırımıyla Dersim’i içten kuşatır.
6 Mart 1921’de Sivas, Erzincan ve Elazığ’da sıkıyönetim ilan edilir. 13 Mart 1921’de ise Giresunlu Topal Osman Çetesi’nin yardımıyla Sakallı Nureddin Paşa komutasındaki orduyla Koçgiri’ye saldırılır. 132 köy yakılır, yıkılır; yüzlerce Koçgirili öldürülür, binlercesi de Anadolu’nun çeşitli yerlerine sürülür.
Hedeflenen ve yok edilmek istenen coğrafya DERSİM[2]
«(…)
Dersim tarihi, dili, inancı, kültürü ve birçok başka renkleriyle farklı bir toplumdur. Bu karakteristik yapısından ötürü; bütün tarih boyunca Türkiye devletince yok edilmesi hedeflenmiştir. Uzun tarihte gerçekleştirdiği katliamlar ve ’37-38 Soykırımı ardışık dalgalarıyla bugüne kadar devam etti. 1993-’94 yıllarında bütün köylerimiz yakıldı/yıkıldı ve dünyanın dört bir yanına sürüldük. Bu saldırı ile Dersim’i boşalttılar ve demografik yapısını neredeyse sıfırladılar.
Yakın tarihlerde “Dersim’i bir koloni olarak ele almalıyız, ona göre strateji kurmalıyız” demişlerdi. Bu bakış açısı ve strateji güncelleştirilerek devam ettiriliyor. Bir koloni gibi ele almalarının sonucunda “soykırım”a çıktılar.
(…)
Türkiye Cumhuriyeti ve Vahabi-Selefi iktidar, bu küçük coğrafyayı neden bu denli tehlikeli gösteriyor?
(…)
Burada onun bağnaz inanç dünyasıyla, ırkçı-şoven ideolojik yapısıyla, tarihi ve tüm maneviyatıyla temelde uyuşmayan bir küçük dünya var, bir Dersim var…»
Ermeni Soykırımı
Osmanlı’nın Ermenilere müdahalesi 1890 yılında II. Abdülhamid tarafından kurulan Hamidiye Alayları ile başlar. 25 Şubat 1915 tarihinde ise Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından “güvenlik ve önlemleri artırmak” amacıyla hazırlanarak Osmanlı kuvvetlerinde görev yapan tüm Ermenilerin görevlerinden uzaklaştırılması ve terhis edilmeleri emrini veren 8682 sayılı kanun ile devam eder. 24 Nisan 1915 tarihinde Ermeni devrimci örgütlerinin kapatılması ve örgütün ileri gelen üyelerinin tutuklanması, akabinde uygulanan Etnik temizlik ve zorla göç ettirme ile 1,5 milyon civarında Ermeni öldürülür.
Asur-Süryani-Keldani Soykırımı
Türkiye ve Kuzey Irak-İran-Suriye Asur-Süryani-Keldanileri Asurlular, Aramiler olarak da bilinir. Katolik olan bu halka Papa tarafından “Keldaniler” adı verilmiştir.
Yaşadıkları bölgenin en güçlü Hristiyan elementi olan Keldani ve Süryanilerin tarihi zulüm, katliam, aşağılanma ve unutulma hikayeleriyle dolu. 1915 yılında Osmanlı topraklarında yaşayan Asurilerin %80-85’i katledilmiştir…[3]
1914-1920 yılları arasında Kuzey Mezopotamya ve kısmen Güneydoğu Anadolu’daki Asuri nüfusu Osmanlı birlikleri tarafından zorla göç ettirildi ve öldürüldüler.[4]
Süryanice “Seyfo”, “Saypa” (Kılıç) denen Asuri Soykırımı’nda hayatını yitirenlerin sayısı 270 bin civarındadır.
Pontus Soykırımı
Pontos Rum Soykırımı diğer ulusların yaşadığı soykırımının ötesinde daha da uzun bir sürece yayılmıştır. Hem Osmanlı hem İttihat ve Terakki hem de Mustafa Kemal’in dönemini de kapsayan bir süreçte yaşanmıştır. Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak tüm Pontos Rumları’nı imha emrini vermesinden önce 153 bin kişi katledilmiş, cumhuriyetin kuruluş sürecinde ise 200 bin kişi katledilmiştir.
(…)
Pontos ve Küçük Asya Rumlarına yönelik soykırımının az biliniyor olmasının temel sebebi, soykırımın bu evresinin Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşuyla ilgisindendir. Türkiye Cumhuriyeti, İttihat ve Terakki’nin bıraktığı mirası devralan Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmalarıyla başlayan yeni süreçte geride kalmış tek Hristiyan topluluk olan Pontoslu Rumlar ve Küçük Asya Rumları’nı da imha ederek kurulmuştur.
Sadece imha da yetmemiş, 1923 yılında Türkiye ve Yunanistan devletleri arasında yapılan Mübadele Anlaşması ile 200 bine yakını Pontoslu Rum olmak üzere, 1 milyon 250 bin Rum sürgün edilmiştir.[5]
Êzidi Soykırımı
Êzidiler, Irak Kürdistanı’nda Saddam iktidarı döneminde yaşama geçirilen Enfal operasyonlarına kadar, çoğu Osmanlı İmparatorluğu döneminde olmak üzere 73 kez katliama uğradı. Ezidiler, Saddam Hüseyin’in ‘Enfal‘ adı verilen Kürtlere dönük katliamları döneminde ise iki kez öznel olarak katledildi; bir diğer büyük katliam ise 2011 yılında Şengal’de 500’e yakın Êzidi’nin öldürüldüğü bombalı saldırı eylemi oldu. Ağustos 2014’te IŞİD’in Şengal’i işgal etmesiyse, Êzidi tarihinde yaşanan 77’inci katliam.
Êzidiler Araplar, Farslar, Türkler, Hıristiyanlar ve hatta Müslüman Kürtlerin katliamlarına uğradılar. Laleş, onlarca kez Êzidilerin başına yıkıldı; kadınları, kızları hem pazarlarda esir olarak satıldı, katledenlerin cariyeleri oldular.[6]
Hangi etnik, inanç veya siyasi gruba uygulanırsa uygulansın soykırım bir insanlık suçudur. Başta soykırımlara ve katliamlara uğramış tüm toplumlar olmak üzere yaşanan acıları birlikte hissetmek, tutulmamış yasları birlikte tutmak, ortak bir gelecek için ortak bir bellek oluşturmak zorunlu bir görevdir…
Soykırımcı zihniyetle hesaplaşmak ve yaşanan travmalarla yüzleşmek toplumların eşit haklarla bir arada yaşamasının teminatıdır…
Soykırıma ve katliamlara uğramış halkların acılarını unutmuyoruz!
Tutulmamış yaslarını tutuyoruz!
Anılarına saygıyla…
18.04.2019
Dersim Kongresi Meclisi – Yürütme Kurulu
[1] Faik Bulut, Dersim Raporları, Yön Yayıncılık, 1991.
[2] 12.08.2017, DM-Avrupa
[3] Buğra Poyraz, http://www.mirasdergi.com/keldaniler/
[4] https://tr.wikipedia.org/wiki/S%C3%BCryani_Katliam%C4%B1#cite_note-Anahit-2
[5] Tamer Çilingir, http://siyasihaber4.org/katledilen-350-bin-pontos-rumundan-haberdar-misiniz
[6] Fehmi Işık, http://www.diken.com.tr/9-sorudaezidiler-kimdir-ve-ne-yasadilar/
Almanya Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG) üyesi Berlin Dersim Kültür Cemaati’nin 2015 yılında başlattığı çalışmayla gündeme alınan 1937-1938 Dersim Tertelesi’nde hayatını kaybedenlerin anısına Berlin’de bir anıt dikilmesinin nihai kararı 27 Mart 2019 tarihinde Friedrichshein-Kreuzberg Belediyesi tarafından verildi. Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD), Yeşiller ve Sol Parti’nin lehte oylarıyla alınan karar gereği, Berlin Dersim Kültür Cemaati binasının bulunduğu mekana yakın bir parkta ‘Nişangê Tertelê ‘38i’ Anıtı dikilecek.
Dersim ‘37-38 Soykırımı’nın dünya kamuoyuna duyurulması, gelecek kuşaklar için hafıza merkezlerinin yaratılması, her zaman FDG ve Berlin Dersim Kültür Cemaati’nin öncelikli görevleri arasında olmuştur. Bu bilinçle hareket eden cematimiz, 16 Ağustos 2015 tarihinde belediye meclisinde temsilcileri bulunan partilere müracaatta bulunarak “Nişangê Tertelê ‘38i” projesinin startını verdi.
B’90 DIE GRÜNEN (Yeşiller), SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) ve DIE LINKE (Sol Parti) kendi yönetim organlarında projeyi değerlendirerek destekleme kararı aldılar. Bu amaçla, Proje 16.12.2015 tarihinde SPD, B’90 Die Grünen, DIE LINKE partilerinin önergesi ve die Piraten Partisi’nin tam desteğiyle Belediye Meclisi’nin gündemine alındı. Bu toplantıda, CDU (Hıristiyan Demokratlar) dışındaki tüm meclis üyeleri projenin desteklenmesi doğrultusunda tavır belirlediler. Kamuoyuna açık gerçekleşen bu toplantıya katılan Türk ırkçıları, „1938’de Dersim’de soykırım olmadı, ayaklanma vardı, bastırıldı“ gibi bildik yalanlar öne sürerek, projenin reddedilmesi için baskı oluşturdular, toplantıda bulunan temsilci arkadaşımıza hakaret ve şiddete yeltendiler. Meclis, projenin Berlin kamuoyunda tartışılması, bilgilendirme çalışmalarının yapılması, Uyum, Kültür ve Tarihi Anıtlar Komisyonlarında tartışması gerekliliğine işaret etti.
Berlin derneğimiz bu aşamadan sonra yoğun bir bilgilendirme ve tanıtım çalışması başlattı. İlk etapta liseler başta olmak üzere, çeşitli okullar davet edilerek bilgilendirme toplantıları gerçekleştirildi. Benzeri çalışmalar üniversiteler, sosyologlar ve tarihçiler başta olmak üzere bilim insanları nezdinde devam ettirildi. Önergeyi veren partilerin de onayıyla Martin Düspohl, Dr. Wolfgang Lenck, Dip. Ing. Gülshah Stapel, Natalia Bayer, Rıza Baran ve Kemal Karabulut’tan oluşan bir komisyon oluşturuldu. Bu komisyonun girişimiyle 29-30 Kasım 2018 tarihlerinde Kültür Senatörlüğü’nün himayesinde uluslararası bir kolokyum (akademik toplantı) düzenlendi. İki gün süren kolokyumda kültür senatörü, uyum senatörü, projeyi destekleyen partilerin temsilcileri, sivil toplum örgüt temsilcileri, eski Belediye Başkanı Cornelia Reinauer, Berlin Teknik Üniversitesi’nden (Technische Universität Berlin) ve Berlin Hür Üniversitesi’nden (Freie Universität Berlin) bilim insanları konuyu değerlendiler. İki gün ‘Göç Toplumunda Hafıza Kültürü, Politikaları ve Sesler’ mottosu altında atölye çalışmaları yapıldı.
Tüm bu çalışma ve tanıtım girişimlerinden sonra, 19 Mart 2019 tarihinde proje Belediye Kültür Komisyonu’nda son bir kez daha gündeme alındı ve tartışıldı. 27 Mart 2019 tarihinde yeniden Belediye Meclisi oturumu gündemine alınarak, SPD, B’90 DIE GRÜNEN ve DIE LINKE partilerinin oylarıyla kabul edildi. Belediye Meclisi’nin CDU‘lu ve AfD’li üyeleri projenin alehine oy kullandılar.
Berlin Dersim Kültür Cemaati’miz başta olmak üzere FDG ve bileşenleri Dersimliler için tarihi bir adım atmış olmanın gururunu yaşamaktadırlar.
Dersimliler, Federasyonumuz tarafından başlatılan ve ilk aşaması başarıyla sonuçlanan Dersim 1937-1938 Dersim Sözlü Tarih Projesi (DSTP) ve Berlin’de „Nisangê 38´i” gibi tarihi öneme sahip çalışmalara imza atan kurumlarına sahip çıkmalıdırlar. Bu çalışmalara ve kurumlarımıza yönelen saldırıları geri püskürtmek için birleşmelidirler.
Berlin Dersim Kültür Cemaati’mizin üyeleri ve yöneticileri başta olmak üzere, ‘Nişangê Tertelê ‘38i’ Projesi çalışması sürecine destek veren herkese, projeyi önerge olarak Belediye Meclisi’ne sunan SPD, B’90 DIE GRÜNEN ve DIE LINKE partilerine, projenin geliştirilmesi ve gerçekleşmesi için Berlin Dersim Kültür Cemaati’miz ve federasyonumuz FDG adına özveriyle büyük bir caba harcayan Kemal Karabulut’a teşekkür ediyoruz.
Andan itibaren hep birlikte anıtı dikme sürecini tamamlama mücadelesiyle yolumuza devam edeceğiz. Bu anıt mücadelenin ve dayanışmanın eseridir. Tüm Dersimliler ve dostlarınındır.
1938 Soykırımı’nda yitirdiğimiz on binlerin anısına ve geride kalanların acılarına saygıyla…
30 Mart 2019
Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG)
Berlin Dersim Kültür Cemaati
8 Nisan 2018 tarihinde Mala Gelê Kurd Mannheim’ın düzenlediği, DİDİF ve bizim de Dêsım Gemeinde Bonê Ma Rhein-Neckar e.V. olarak desteklediğimiz “Türkiye ve Kürdistandaki Son Gelişmeler ve Dersim Katliamı’nın 80. Yıldönümü” (81. yıldönümü olmalıydı) konulu konferans Mannheim’da yapıldı.
Konuşmacı sosyolog ve yazar sayın İsmail Beşikçi idi.
Moderatörlüğünü Diyarbakır’dan Ahmet Kani’nin yaptığı konferansın ilk konuşmacısı Beşikçi Vakfı’ndan yazar Cemal Temel,
“Beşikçi Hoca’mızın Kürtlerle nasıl tanıştığı, onlar üzerine bugüne kadar neler yaptığı hakkında bir konuşma yapacağım. Hocamız Ankara Siyasal Bilgiler Üniversitesini bitirmek üzereyken Keban ilçesine stajerliğini yapmaya geliyor. Orda kaymakamın köylülerle tercüman aracılığıyla görüştüğünü gözlemliyor ve soruyor, madem ki bunlar da Türktür niye görüşmelerde tercüman gerekiyor? Aldığı bilinen uyduruk cevaplarla ikna olmuyor ve bu işin peşini bırakmıyor. Bu olaydan hareketle bilimsel çalışmalara giriyor. (…)”, dedi.
Sayın Beşikçi ise özet olarak şu belirlemelerde bulundu:
“Ermeni ve Süryani kırımlarından sonra hal edilmesi gereken iki sorun vardı, Kürt sorunu, Alevi sorunu. (…) Cumhuriyet, 1923’de Kürtlerin yokluğu üzerine kuruldu. Sadece Kürtlerin değil, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, Süryanilerin ve nihayetinde Alevilerin yokluğu üzerine kurulmuştur. (…)”
Karşılaştırmalı olarak Alevilik ile Müslümanlığı işlerken “Kürtler Türklüğe, Aleviler ise Müslümanlığa asimile edileceklerdi”, dedi.
Alevilikteki insan, doğa tanrı üçlemesi, semah ve cem üzerine fikirlerini belirti. Kadın-erkek eşitliğine değindi ve Aleviliğin Müslümanlıktan ve Zerdüştlükten daha eski ve köklü bir inanç olduğunu belirtti.
Dersim 38’in bir isyan değil, soykırım olduğunu vurguladı.
Konferansın soru-cevap bölümünde kısmi açıklamalarla birlikte sayın İsmail Beşikçi’ye bir kaç soru yönelttim:
Sayın Beşikçi, sizin tane tane, vurgulu konuşmanızdan büyük bir keyif aldım. Verdiğiniz örnekler çok isabetliydi. Alevilik Zerdüştlük’tür söyleminden Alevilik Müslümanlık’tan ve de Zerdüştlük’ten daha eski ve köklü bir inançtıra; Dersim ’38 isyandırdan Dersim ’38 bir soykırımdıra gelmiş olmanız taktire değerdir. Bunlar güzel gelişmeler.
Sayın Beşikçi siz emektar bir sosyologsunuz. Dersimlilerin de sizden beklentileri var. Fakat hala çok dilli ve orjinli tarihi Dersim coğrafyasını özerk görmeme gibi bir tutum sergilemektesiniz. Dersimlileri bir bütün olarak Kürt görmektesiniz. Oysa Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu’nun yürüttüğü Dersim Sözlü Tarih Projesi ekseninde, Dersim’in kamilleriyle, tertele tanıklarıyla 400’e yakın reportaj yapılmış bulunmakta. Onlar kendilerini farklı görüp adlandırıyorlar. Kendilerine Kırmanc diyor ve kendilerini Kürt görmüyorlar.
Dersimliler kendilerini adlandırma hakkına sahip olamazlar mı?
Sözlü aktarımların sizce hiç bir değeri yok mu?
Veya Dersimlileri bir bütün olarak Kürt görmenizin bilimsel açılımı nedir?
Yönelttiğim bu soruya cevaben sayın İsmail Beşikçi, “Benim Zazaca ile ilgili bilgilerim bu konuda çalışan arkadaşlarımın bilgileridir. Munzur Çem gibi, Malmisanıj gibi, Roşan Lezgin gibi, yani Zazaki üzerine çalışan arkadaşlarımın bilgileridir. Ben o bilgileri tekrarlayabilirim. Onlar Zazaki’nin Kürtçe olduğunu, Kürtçe’nin bir lehçesi olduğunu söylüyorlar.”
Sorumun doğru anlaşılmadığı, saddece soruyu tekrar yöneltmem gerektiği belirtilince, soruyu tekrarladım. Ben Dersimlileri bir bütün olarak Kürt görmesinin bilimsel izahını beklerken, Hoca tekrar dil mi, şive mi, “arkadaşlarım güvenilir kişiler, söz sahibi kişiler ve böyle söylüyorlar” gibi bir cevap verdi…
İkinci sorum ise şuydu:
Sayın Beşikçi, kendi yaşantınız, özellikle staj dönemindeki tecrübeniz, yani Kürtler ve Türklerin birbirlerini anlamaması, tercüman kullanmaları sizin açınızdan belirleyici olmuş. Zazaca konuşanlarla Kürtçe (Khurmanci) konuşanların bin yıllarca yanyana yaşıyor olmalarına rağmen birbirlerini anlamamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sorum cevapsız kaldı…
UNESCO dahi Zazaca’nın yok olmakla karşıkarşıya olduğunu saptarken, bizim lehçecilerin çalışması hep bize karşı gelişti. Yani bizi engellemek için ne kadar gerekiyorsa o kadar çalışma prensibi ile yola koyuldular.
İster kendi başına bir dil veya lehçe olsun, “bu dil veya lehçenin yaşatılması için ne yapılıyor?” sorusu sorulduğunda, soruya cevaben ortaya çıkan tablo içler acısı.
Bakın,
- Kürtçe yayın yapan televizyon kanalları sayısı 91. 11’i devlet tarafından kapatılmış olduğundan şu an 80 kanal var.[i] Sadece Zazaca yayın yapan televizyon kanalı var mı? Yok. Arada bir bir veya iki saat yayın yapan televizyon sayısı ise 3-5’i geçmez. Bunu ne tür bir kardeşliğe saymalı?
- Kürtlerden Zazaca bilenlerin veya öğrenenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Fakat Zazaca konuşup da Kürtçe bilenlerin sayısı oldukça fazladır.
- Kürdistan’da çoğunluk Khurmanci konuşuyor, siz de öğrenin sorun çözülsün diyen Dersimli bir Kürtçümüzün fikri bir dönem Avrupa’da kurulmaya çalışılan Sürgünde Kürt Parlementosu’nda, bir ulusun bir dili olur kararına dönüşebilmişti.
- Hangi parti kendi tüzüğünde Kırmanc/Zazalara veya Kırmancki/Zazaca’ya yer vermiştir? Var mı bildiğiniz böyle bir parti tüzüğü?
Sayın Beşikçi dil bilimci değil, Kırmancki/Zazaca’yı konuşamıyor, bu dil üzerine herhangi bir araştırması da yok. Fakat bilimsel çalışmaları baz alacağına “söz sahibi kişiler” diye adlandırdığı yukarıda adı geçen arkadaşlarını baz alarak “Zazaca Kürtçe`nin lehçesidir” diyor. Kendisinden ricamız bilimsel davranmasıdır.
Oysa dilbilimci Oskar Mann ve Karl Hadank, Terry Lynn Todd, C. M. Jacobson ve M. Sandanato, Almanya Hamburg Üniversitesi´nden İranolog Prof. Dr. Ludwig Paul, Frankfurt Göthe Üniversitesinden dilbilimci ve kafkasolog Prof. Dr. Gippert gibi bu işin uzmanları Zaza dili ve grameri üzerine ayrıntılı çalışmalar yapmışlar ve Kırmancki/Zazaca’nin Kürtçe’nin bir lehçesi olmayıp, kendi başına müstakil bir dil olduğunu savunuyorlar.
Hatta Dr. Ludwig Paul, davet ettiğimiz “Veyvê Kutavu” şenliklerinden birinde, mizahi bir tarzla “Zazaca’nın Kürtçe’nin bir lehçesi olduğunu söyleyenler var. Bakın elimdeki kıtabım Zazaca üzerine bilimsel bir çalışma. Dilbilimsel çalışmalarım Zazaca’nın ayrı bir dil olduğunu ortaya koyuyor. Fakat buna rağmen lehçecilik yapanlar var. Bu kitabım bilimsel çalışmaları muteber almayanların kafasına indirilecek kalınlıkta olduğu için ikili bir işlevi de var”, demişti.
Paris Üniversitesi Doğu Dilleri ve Uygarlıkları Ulusal Enstitüsü akademisyenlerinden dil bilimci Prof. Dr. Joyce BLAU, Seyidxan Kurıj’ın “Gorani ve Kirdki (Zazaki) hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz? Bu iki diyalekt arasında ne gibi ortaklık ve farklılıklar mevcuttur?” sorusuna şu cevabı vermiştir:
“Gorani ve Zazaca‘nın aynı kökenden geldiklerini biliyoruz. Muhtemelen bu diller Kürtçe‘den önce bu bölgede konuşuyordular. Bu bölge bir çok İran ve Türk saldırısına uğradı. İran‘lılar bu bölgeye dalga dalga geldiler. Muhtemelen Gorani ve Zazaca‘nın mazisi Kürtçe‘ninkinden daha eskidir. Kürtler; Zazaların ve Goranların çoğunu asimile ettiler fakat hepsini edemediler.
Bugün Gorani‘nin fazlasıyla Sorani‘nin etkisinde olduğunu biliyoruz ve Goranların çoğu Sorani konuşuyor. Gorani İran‘ın Güney kesiminde, Kermanşah‘ın Kuzeyinde konuşuluyor. Zazalar göç ettirildiler ve şimdi Anadolu’nun ortasında bir üçgende yaşıyorlar.”
Bu işin kökeninde veteriner ve subay olan Nuri Dersimi gibilerinin asılsız beyanatları vardır. “Kürdistan Tarihinde Dersim” adlı eserinde Seyd Rıza’nın idama giderken “Yazıktır, günahtır, zulümdür, beni suçsuz yere idam ediyorsunuz, Kürdistan şehitlerine katılıyorum, yaşasın hür ve müstakil Kürdistan, dedi” gibi tahrifatları vardır.
Oysa Hoca’nın da konuşmasında belirttiği gibi İdamlara tanıklık eden Çağlayangildir. Nuri Dersimi, Dersim illerigelenlerinin idamına tanıklık etmemiştir. İdamlara tanıklık eden Çağlayangil ise şöyle demektedir: “Son sözünü sorduk, ‘kırk liram ve saatim var, oğluma verirsiniz’ dedi. Oğlunun asılacağını bilmiyordu. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti. ‘Evladı Kerbelayıh. Bihatayıh. Ayıptır. Zulümdur. Cinayettir’ dedi.”
İsmail Beşikçi Hoca, “1993’de bağımsız Eritre mücadelesini veren Eritreli gerillalar İstanbul’a gelirler. Bir arkadaşımızla reportaj yapıp sohbet ediyorlar. Arkadaşımız halkların kardeşliğinden söz ediyor. Eritreli gerillalar bu kavrama şiddetle karşı çıkıyorlar. ‘Halkların kardeşliği safsatadır; bize dayatmacadır, bizi aldatmacadır. Biz bunu kabul etmiyoruz. Biz haklarımızı istiyoruz’, derler. Ben de bu kavramı kullanmıyorum. Halkların kardeşliğinden ziyade Kürtlerin kendi kardeşliklerini pekiştirmesi gerekiyor. (…) Kürtler, düşmanı ile din kardeşi olabilirken, kendi kardeşi ile barışık olmuyor, düşman oluyor”, dedi.
Doğru ve yerinde bir belirleme. Kürtler, Kırmanc-Zazalar veya Kırmancki-Zazaca’nın inkarı üzerine çalışacaklarına “emperyalist devletler Anadolu’yu işgal edince, Kürtler ve Türkler yedi düvele karşı omuz omuza tüm cephelerde beraber çarpışarak Anadolu’yu düşman işgalinden kurtarıp Türklerin ve Kürtlerin beraber yaşayacağı ortak vatanın temelini attılar” söylemi üzerinde yoğunlaşıp attıkları temelin neye mal olduğu realitesini görsünler. O zaman çok orjinli, çok dilli, hatta çok inançlı Dersim’e Müslüman din kerdeşliğinin ne zararlar verdiğini ve de Dersim’in neden farklı olduğunu anlayabilirler.
İsmail Beşikçi saygın ve muteber alınan bir sosyolog. Uzmanı olmadığı konularda görüş belirttiğinde dahi insanlar ona inanırlar. Bu da bilimselliğe vurulabilecek en ağır darbe olur. Örneğin, bu konferansta Dersim Raa Heq İnancı’nın Zerdüştlük’ten daha eski bir inanç olduğunu belirtti. Açıklamaları doğru, fakat kendileri 20-30 yıl boyunca Raa Heq İnancı Zerdüştlük’tür propağandası yaptılar. Onların bu propağanda eksenli çalışmaları telafisi güç, Aleviliğe çokca zarar verdi.
Ayrıca İsmail Hoca, “Bengallilerin din kardeşliği ekseninde verdikleri mücadele Bengali özgürlüğe götürdü”, belirlemesinde bulundu. Raa Heq İnancı Dersim’in mayasıdır dediğimizde gösterilen tepkilere atf olunur.
Ama İsmail Hoca’nın hakkını yememek lazım. Konferansın sonlarına doğru, “son zamanlarda farkına vardığım aslında çok şey bilmediğimiz oldu”, söylemiydi.
20.05.2018
[i] https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%BCrt%C3%A7e_televizyon_kanallar%C4%B1_listesi
– Adamlar kalkıp “Ama Dersim’de de iki karakola baskın yapılmıştı” diyorlar.- Biz “Dersim halkını mağaralarda fareler gibi zehirlediler” diyoruz.
– Adamlar kalkıp “feodalite ah feodalite” falan diyorlar.
– Biz “Dersim derelerinde günlerce kan aktı” diyoruz.
– Adamlar kalkıp “İngiliz parmağı” diyorlar.
– Biz “Okuma yazma bildiği bile şüpheli 80’lik pir ü fani Seyit Rıza’ya yapılan cinayettir” diyoruz.
– Adamlar kalkıp Seyit Rıza’nın “Ekselansları” diye İngilizlere mektup yazdığından söz ediyorlar.
– Biz “İngiliz’e mektup yazılmış olsa dahi bunun bedeli 15 bin kişinin katledilmesi midir?” diye soruyoruz.
– Adamlar kalkıp “Biraz tatsız şeyler de olmuş canım, abartmayalım” diyorlar.
– Biz “Ortada bir isyan yoktu ya… Hadi diyelim ki vardı… Peki çoluk çocuk niye öldürüldü?” diye soruyoruz.
– Adamlar kalkıp “Açma o defterleri, açma o defterleri” diye cevap veriyorlar.
– Biz “katledilen bebeklerden, kadınlardan, ihtiyarlardan” söz ediyoruz.
– Adamlar kalkıp “Halk feodal derebeylerinden kurtarılmıştır” diyorlar.
– Biz “sürgünlerden, kayıp kızlardan, cinayetlerden, mezarsız ölülerden” söz ediyoruz.
– Adamlar kalkıp “Dersim’e medeniyet getirildi” diyorlar.
Dersim duası
– ALLAH kimseyi Dersim’de olup bitenlere mazeretler uydurmaya, gerekçeler bulmaya çalışanların durumuna düşürmesin.
– Allah kimseyi olmayan bir isyanı olmuş gibi göstererek bebeklerin öldürülmesini bile haklı çıkarmaya çalışanların durumuna düşürmesin.
– Allah kimseyi en haklı davasını savunmaktan bile imtina eden bir Kemal Kılıçdaroğlu aczine düşürmesin.
– Allah kimseyi en az 15 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan bir olayı bize “gayet makul tarihi bir olay” olarak yutturmaya çalışan CHP’li şahinlerin konumuna düşürmesin.
– Allah kimseyi Aleviler hakkındaki duygularını gayet iyi bildiğimiz iktidar mensuplarını bir numaralı Kızılbaş savunucusu pozisyonuna yükseltenlerin durumuna düşürmesin…
– Allah kimseyi izleri hala süren bir katliamın dile getirilmesini “milleti birbirine düşürmek” olarak yorumlayanların durumuna düşürmesin.
Tunceli neden mi CHP’yi destekliyor?
Birileri acayip şaşkın…
Hayret nidaları eşliğinde soruyorlar: “Tunceli halkı, Dersim katliamına karşın neden CHP’den kopmuyor?” Ardından da bilgiç bir edayla söyleniyorlar:
“Adamlar cellatlarına âşık olmuşlar… Bu basbayağı Stockholm sendromu canım…”
Hiç de öyle değil…
Tunceli halkı, CHP’den kopup sağ partilere gittiğinde karşısına…
– Fevzi Çakmak zihniyetinin…
– Celal Bayar acımasızlığının…
– Kazım Karabekir yaklaşımının…
– Kızılbaşlar hakkında atılan bin türlü iftiranın…
– Sünni çoğunluğun tarihsel vicdansızlığının…
– Bir türlü yasal statüye kavuşturulmayan cemevlerinin…
– “Biliyorsunuz kendisi Alevi” denilerek yuhalatmaların…
– “Yüksek yargıyı aleviler ele geçirildi” tezviratının…
– Maraş’ın, Çorum’un, Sivas’ın…
Çıkacağının gayet farkında…
O nedenle…
Veremi görüp sıtmaya razı oluyorlar.
Ey CHP’li kardeşlerim
– ERDOĞAN’a “Dersim’i istismar ediyor” diye kızacağınıza kendi partinizin liderine “böyle bir istismara neden fırsat veriyorsun” diye kızsanız daha iyi edersiniz.
– Erdoğan’a “Çorum için de, Maraş için de özür dile” falan diyeceğinize kendi partinizin liderine “Dersim için bir şeyler söyle” diye çağrıda bulunsanız daha iyi edersiniz.
– Erdoğan’ı Dersim konusunda samimiyetsiz bulmakla uğraşacağınıza kendi partinizi Dersim konusundaki samimi görüşlerini açıklamaya zorlasanız dahi iyi edersiniz.
– Erdoğan’a bugünün zulümlerini anımsatmak yerine kendi partinizin dünün zulümleriyle hesaplaşmasını talep etseniz daha iyi edersiniz.
– Erdoğan’ın çelişkilerine odaklandığınız kadar, önce “milleti birbirine düşürüyorsun” diyen, ardından da “Dersimlilerin topraklarını ver” çağrısında bulunan genel başkanınızın çelişkilerine odaklansanız daha iyi edersiniz.
– Erdoğan’ın “Devlet yapmadı CHP yaptı” sözüne kızacağınıza, “o zaman devlet CHP idi” diye cevap veremeyen partinizin yöneticilerine kızsanız daha iyi edersiniz.
– Erdoğan’ın Dersim katliamı üzerinden partinize gol atmasına kızacağınıza, gollük pası Erdoğan’ın ayağına atan partinizin yöneticilerine kızsanız daha iyi edersiniz.
– Erdoğan’ın Dersim konusunda ön almasına bozulacağınıza, konuyu ilk kez dile getiren partiliniz Hüseyin Aygün’ün neden susturulduğuna bozulsanız daha iyi edersiniz.
Ne demişti Seyit Rıza
DERSİM katliamını mazur göstermeye çalışanlar ne diyorlar?
Diyorlar ki:
– Olaylarda İngiliz parmağı vardı…
– Bir kalkışma vardı.
– Eşkıyalık yapıyorlardı.
– Vergi vermiyorlardı.
Falan filan…
En iyisi ben susayım da bütün bunlara Seyit Rıza yanıt versin.
Ne demişti Seyit Rıza?
“Ben sizin yalanlarınızla baş edemedim, bu bana dert olsun. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” demişti.
Tertele, hakikat ve yüzleşme…
Dersim Tertelesi henüz sadece Dersimlilerin sorunu olmaya devam ediyor. Oysa bu sorun öncelikle tertele/soykırımlara, kırımlara maruz kalmış Alevilerin, Kürtlerin, Kırmanç/Zazaların, Ermenilerin sorunudur. Aynı zamanda bu tertele/soykırıma sessiz kalmış, hatta onaylamış İslamcıların, Türkçülerin sorunudur. Öte yandan insanlığa karşı işlenmiş bir suç olması nedeniyle tüm insanlığın sorunudur…
Kazım Gündoğan
Tertele;
Dersimliler doğa felaketi/yıkımı olan depremi “zelzele”, yaşadıkları 1937/38 kırımını, yani toplumsal felaketi de “tertele” olarak tanımlarlar.
Tertele uzun süre kırım/katliam olarak tanımlanırken başta FDG (Avrupa Dersim Federasyonu) olmak üzere Dersim kurumları bu tanımlamayı soykırımla içeriklendirip “Tertele” olarak kavramsallaştırdılar. Tarihsel ve toplumsal olaylar, olgular gerçek içeriğiyle kavramsallaştırıldıkça düşünsel alan rafine edilir, zenginleşir ve nitelik kazanır.
Her ne kadar tertele kavramı Türkiye düşün, kültür –sanat dünyasında henüz yeterince bir karşılık bulmasa da, Dersim toplumunda önemli bir karşılık bulduğunu söylemek yanlış olmaz.
Her toplumun yaşadığı özgün tarihsel ve toplumsal süreçler, olaylar vardır. Yıkım, yenilgi, kırım, soykırım, doğal felaketler gibi… Ya da demokrasi, eşitlik, özgürlük, devrim için direnenlerin zaferi gibi… Bunların her biri o toplumun düşün ve duygu dünyasında başka toplumlarda olmayan sadece o toplum için özgün bir yer aldığı gibi, tanımlaması da tamamen o toplum için özgünlük taşır.
Aleviler Osmanlı devletinin kendilerine yapılan katliamlara “kırım” dedi. Ermeni toplumu uzun süre 1915 soykırımına “büyük felaket”, “kırım”, “kesim” dedi. Hukukçu Lemkin özellikle 1915 Ermeni kırımını “soykırım” olarak kavramlaştırana kadar yaşanan felaketler farklı biçimlerde tanımlandı.
Yahudiler yaşadıkları felaketi (soykırım) kendi düşünce, duygu dünyaları ve dillerinde “Holokost” olarak tanımlayıp kavramsallaştırdılar…
Bu anlamda Dersimlilerin de 1937/38 kırımını/acılarını “Dersim Tertelesi” olarak kavramsallaştırması son derece önemlidir. Dersim soykırımının nedenleri ve sonuçlarıyla özgün olduğu gibi tanımlama ve kavramsallaştırmanın da özgün olması literatüre katkıdır aynı zamanda… Ayrıca kendi tarihlerini sahiplenişte ortak akıl ve duygunun oluşumuna güçlü bir zemin hazırladığı da söylenebilir. Her ne kadar tertele kavramı Türkiye düşün, kültür –sanat dünyasında henüz yeterince bir karşılık bulmasa da, Dersim toplumunda önemli bir karşılık bulduğunu söylemek yanlış olmaz.
Tertele kavramının düşün dünyasında henüz yeteri bir karşılık bulamamasının bazı temel nedenlerini belirtmekte yarar var.
Birincisi; Dersim Tertelesi ile bağlantılı olarak tertele kavramı, resmi ideoloji ve tarih tezinin etkisinde olan düşün dünyasına etkili ve sistemli bir tarzda taşınamıyor.
İkincisi; bu alanda pek çok çalışma; parçalı ve stratejik bir planlamadan yoksun olarak yapılıyor.
Üçüncüsü; tertele çalışmaları sürdüren kurum ve kuruluşlar bu kadar ağır tarihsel ve toplumsal bir meselenin etrafında bir araya gelip stratejik bir ortak akıl oluşturamıyor.
Dördüncüsü; tertele gibi ağır bir kavramın içeriği ve çalışmaların çerçevesi uluslararası standartlarda kavranamadığı için yapılan çalışmalar amatör ve yerel düzeyin ötesine taşınamıyor…
Beşincisi; Türkiye düşün dünyası esas olarak resmi ideolojinin tekçi zihniyetinden arınmadığı için tertele, soykırım, kırım, Büyük Felaket, holokost gibi hakikatleri yok sayan ve bu alanlardan uzak duran etik dışı bir tutumu barındırıyor…
Bunlara benzer daha başka nedenlerden ötürü Dersim Tertelesi henüz sadece Dersimlilerin sorunu olmaya devam ediyor. Oysa bu sorun öncelikle tertele/soykırımlara, kırımlara maruz kalmış Alevilerin, Kürtlerin, Kırmanç/Zazaların, Ermenilerin sorunudur. Aynı zamanda bu tertele/soykırıma sessiz kalmış, hatta onaylamış İslamcıların, Türkçülerin sorunudur. Öte yandan insanlığa karşı işlenmiş bir suç olması nedeniyle tüm insanlığın sorunudur…
Hakikat;
Dersim tarihsel, toplumsal bir hakikat olduğu gibi Dersim Tertelesi de bir hakikattir. Bu toplum esasta inanç ve etnik kimlikleri nedeniyle tertele yaşamıştır. Ancak bunu gerçekleştiren devlet “Dersim İsyanı” tanımlamasıyla hem terteleyi meşru göstermek istedi hem de bir suçluluk psikolojisi yaratarak toplumu sistemli olarak baskı altında tutmayı amaçladı.
Devletin ideolojik aygıtları ve organik aydınları da utanç verici bir seferberlikle bu hakikati yalanlarla örttüler.
Ancak hakikatlerin bir gün ortaya çıkma ve hesap sorma gibi bir huyunu/inatçılığını hesaba katmadılar. Nitekim Dersim hakikati de öyle oldu…
Dersim Tertelesi hakikati 72 yıl (2009 – 2010) sonra açığa çıktı ve kamusal alanda gündemleşti.
Gerçekten de Dersim’de herhangi bir isyan olmamıştı. Tekçi, ırkçı Kemalist devlet Dersim Kızılbaşlarını İslamlaştırma, Dersim Kürt, Zaza, Ermenilerini Türkleştirme amaçlı 1925 yılından itibaren sistemli ve planlı politikalarla 1937/38 Tertelesi’ni gerçekleştirdi.
Böylelikle tertele mağduru Dersimlilerin yıllarca ağıtlarla çığlığa dönüştürdüğü, ancak kimsenin duymak ve anlamak istemediği tertele artık kamusal alanda konuşulur ve tartışılır oldu. Bu yaygın tartışma ve hakikatin gücü karşısında dönemin başbakanın “Dersim’de isyan olmamış, orada bir katliam olmuştur” biçiminde itirafta bulunmasına neden olmuştur.
Gerçekten de Dersim’de herhangi bir isyan olmamıştı. Tekçi, ırkçı Kemalist devlet Dersim Kızılbaşlarını İslamlaştırma, Dersim Kürt, Zaza, Ermenilerini Türkleştirme amaçlı 1925 yılından itibaren sistemli ve planlı politikalarla 1937/38 Tertelesi’ni gerçekleştirdi.
Bu alanda yapılan araştırmalar, belgesel filmler, sözlü tarih çalışmalarıyla tertelenin tüm verileri ortaya çıkarıldı ve görülebilir hale geldi.
1948 Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2’nci maddesine göre soykırım etnik/ulusal veya inanç/dinsel bir grubun bütünün veya bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle uygulanan politikalarının her biridir.
- a) Grubun üyelerinin öldürülmesi,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi belgelerinde 13 bin 160 kişinin öldürüldüğü kabul edildi. Gerçek rakamı belirlemek olanaklı değil. Ancak gerçek sayının bunun en az üç katı olduğu söylenebilir
- b) Grubun üyelerine ciddi bedensel ya da ruhsal hasar verilmesi,
Yapılan araştırmalar, belgesel film ve sözlü tarih çalışmalarıyla yaşanan bedensel ve ruhsal hasar/travma ve travmanın kuşaklar arası aktarımı belgelenmiş durumdadır.
- c) Grubun yaşam koşularının/alanlarının yok edilmesi,
Evler, köyler, ormanlar ve ekinlerin neden ve nasıl yakılacağı Jandarma Umum Komutanlığı’nın belgelerinde mevcuttur. Ayrıca yüzlerce tanık anlatımı da bunu doğrulamaktadır.
- d) Grubun çoğalmasını engelleyecek yöntemlerin uygulanması,
Toplumun köklerinden; kültürü, inancı, dilinden koparılması ve ailelerin parçalanması, birbirine ulaşamayacak şekilde sürgün edilerek “zorunlu iskân”a tabi tutulması hem devlet belgelerinde (14.000 civarında), hem de tanık anlatımlarıyla belgelenmiştir.
- e) Grubun çocuklarının zorla alınıp diğer gruplara verilmesi.
Özellikle kız çocuklarının ailelerinden zorla alınarak Türk ve Sünni ailelere verilerek İslamlaştırılması ve Türkleştirilmesi politikası Dersim’in Kayıp Kızları çalışmasıyla belgelenmiştir.
Bu belgeler ulaşılabilir durumdadır. Tüm parçalı duruş ve yöntemsel eksikliklere rağmen Dersimlilerin ve demokrasi güçlerinin mücadelesiyle Dersim Tertelesi bütün yönleriyle bilinir ve geniş kesimlerce kabul edilir oldu. Bu son derece önemli bir kazanımdır.
Hakikat ortaya çıkarıldı ve tablonun dehşeti görünür, bilinir oldu. Bu tertele travmasını yaşayan toplumu kısmen rahatlattı. Ancak iyileştirmedi. Şimdi iyileşme/iyileştirme sürecinin mücadelesini veriyor Dersimliler… Bu da hesaplaşma ve yüzleşmeyle mümkün olabilir.
Yüzleşme;
Soykırım denince ilk akla gelen devlet ne yazık ki Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Osmanlı’da farklı din ve inançları İslamlaştırmak için sayısız katliamlar yapıldı. Bu katliamcı gelenek İttihat Terakki’de soykırım, Cumhuriyet’te tertele olarak devam ettirildi. Aynı katliamcı/soykırımcı devlet zihniyeti değişik biçimlerle devam ediyor…
Soykırım/tertele travması sadece mağdurlarla sınırlı değildir. Failler ve sessiz kalarak failleri onaylayanlar da bir çeşit travma yaşar. Dolayısıyla bütünlüklü bir toplumsal travmayla karşı karşıyayız. Toplumsal travmanın iyileşmesi için bütün toplumsal kesimlerin kendi payına düşen suçlar ve sorumluluklar ile yüzleşmesidir.
İslamist-Türkçü bir devlet aygıtından yüzleşme beklemek elbette saflık olur. Faşist, despotik hiçbir devlet suçlarıyla yüzleşmez/yüzleşemez. Ancak halkların demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi doğru ve etkili yöntemlerle sürdürülürse yüzleşmeye mecbur bırakabilir.
Başta Dersim Tertelesi olmak üzere Ermeni, Rum, Süryani soykırımlarıyla mücadele birbirinden ayrı ele alınamaz. Eğer 1914-1915 Rum, Süryani, Ermeni soykırımlarıyla yüzleşilebilseydi, Koçgiri, Zilan katliamları ve Dersim Tertelesi yaşanmayabilirdi. Eğer Dersim Tertelesi’yle yüzleşilebilseydi Maraş, Çorum, Sıvas, Gazi, Sur, Cizre, Ankara katliamları olmazdı…
Yüzleşmenin iki yanı var. Birincisi katliamı yapan devlet aygıtı ve zihniyetiyle hesaplaşmak ve yüzleşmek… İkincisi, bu katliamlara, soykırımlara göz yuman, hatta bundan etnik ve inanç kimliğinin inşası için çıkar gözetmenin yanı sıra maddi ve manevi çıkar elde ederek kendini var eden, objektif olarak soykırımcı zihniyeti destekleyen toplumsal kesimlerin de yüzleşmesi gerekir.
Soykırım/tertele travması sadece mağdurlarla sınırlı değildir. Failler ve sessiz kalarak failleri onaylayanlar da bir çeşit travma yaşar. Dolayısıyla bütünlüklü bir toplumsal travmayla karşı karşıyayız. Toplumsal travmanın iyileşmesi için bütün toplumsal kesimlerin kendi payına düşen suçlar ve sorumluluklar ile yüzleşmesidir. Ancak bu sayede bir iyileşme süreci ve demokratik bir toplumda barış içinde bir arada yaşanabilir…
Bunun için insanlığın başına bela olan dine ve ırka dayalı ideolojilerle hesaplaşmak, yeni travmaların yaşanmaması, neden oldukları travmaların iyileşmesi mücadelesi son derece güncel ve acil bir sorundur…
81’inci yılında Dersim Tertelesi mağdurlarının anısına saygıyla…
* Bu metinde yer alan fikirler yazarına aittir. Gazete Duvar’ın editoryal politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.
Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2018/05/04/tertele-hakikat-ve-yuzlesme/
’38 Soykırımı belgeleri her şeyi çok aleni bir şekilde ortaya koymaktadır. Kendisi de ırkçı ve faşist biri olan Perinçek’in deyimiyle “ırkçı” ve “faşist” bir “diktatörlük” olan “Kemalizm”i ve devleti aklama çabaları nafiledir.
Hele ki bunu Sey Rıza üzerinden yapması!
Sey Rıza sizin ‘yalanlarınız, hileleriniz ile baş edememiş olsa da sizin önünüzde diz çökmemiştir’. Bu asaletli duruşuyla Dersimlilerin gönlünde taht kurmuştur.
Tarih siz gibi eli kanlıları dize getirecektir.
(1) 1938’de başbakan olarak tayin edilen Celal Bayar’ın anlattımından.
Aydınlık Gazetesi İnsanlığa karşı suç işliyor…
Bilindiği üzere biz Dersimliler, her yıl Tunceli Tenkil Harekatına Dair Bakanlar Kurulu Kararı‘nın tarihi olan 4 Mayıs 1937 ile Dersim ileri gelenlerinden Seyd Rıza ve oğlu Seyd Usen, Hesenê İbrahimê Qıci, Hesenê Cıvrail Ağaê Arekiye, Aliê Mırzê Sılê Hemi, Fındıq Ağa, Usenê Seydi’nin idam edildikleri 15 Kasım 1937 günleri geleneksel olarak anmalar yaparız. Mağdur yakınları olarak toplu katliam yerleri ile toplu mezar yerlerinde, yurt çapında ve yurtdışında belli mekanlarda toplanıp soykırımı unutmadığımızı dile getiririz.
Dersim soykırımı, özellikle yakın tarihimizde gündem olmaya başladı. Konu TBMM gündemini de bir süre meşgul etti. 2011 Kasımı’nda Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın Dersim’de bir katliam yapıldığını ifade eden konuşması, bir süre politik tartışmaların odağında kaldı. Bu süreçte Dersim konusu süreli ve süresiz yayınlarda işlendi, medyada tartışıldı, programlar yapıldı, belgeseller çekildi, protestolar ve yürüyüşler yapıldı. Gerek operasyonun amacı gerek yöntemi, Türk siyasetçilerinin, askeri yetkililerinin, harekata katılan subayların anılarında yazdıklarında, hem kendileriyle yapılan röportajlardaki itiraflarında, hem de resmi raporlarda açıklandı. Birinci ağızlardan yapılan itiraflarla artık sır olmaktan çıktı, herkesçe bilinen bir sır oldu. Konuyla ilgili olumlu gelişmeler olsa da, siyasal çevreler başta olmak üzere bir çok kişi ve kurum tarafından Dersim meselesi istismar da edildi.
Devletin, resmi belgelerle on binlerce Dersimliyi katlettiğini, bir o kadarını sürgün ettiğini, kız çocukları zorla subaylara “evlatlık”/köle olarak verdiğini, erkek çocukları yetiştirme yurtlarına yerleştirdiğini itiraf etmişti. “Kurşun masrafı olmasın diye” çocukların bile nasıl vahşice katledildikleri hafızalarda hala duruyorken, yine bu yıl Dersim’de yapılan geleneksel anma ile ilgili, Aydınlık gazetesi 17.11.2017 günkü sayısında konuyu manşetine taşıdı. Gazete, bu manşetle biz Dersimlilerin manevi değerlerine hakaret ettiği gibi, aynı zamanda insanlığa karşı suç da işledi. Anlaşılan o ki Aydınlık Çevresi insanlığa karşı kin ve nefret suçu işlemekle yetinmiyor, Ulusal Kanal’da açık oturum ve tartışmalarda görevlendirdiği sözcüleri üzerinden provokatörlüğe devam ediyor.
Aydınlık çevresi/Perinçek geleneği bu açıklamalarıyla bu suçların faili olduğunu da böylece üstlenmiş oldu. Bu zihniyet, mağdurların yakınları olarak bize “bu suçu seksen yıl önce işledim, bu gün de bu suçu işlerim” demekte, yetmedi anmalara katılan kişileri de hedef göstererek tehdit etmektedir. Mağdur yakınları olarak bu faşist zihniyeti şiddetle kınıyoruz. Aydınlık Gazetesi ve Ulusal Kanalı Dersimlilerden derhal özür dilemeye çağırıyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Dersim soykırımıyla artık yüzleşmelidir. Yaşatılan ağır travmanın izlerini silmek için gereğini yapmalıdır. Acılarımız üzerine istismar yapan, hakaret eden, tehdit eden kişi ve kurumlar hakkında da yasal işlem yapmalıdır.
Kamuoyunu da, nerede yaşanırsa yaşansın, insanlık dışı her suça karşı duyarlı olmaya davet ediyoruz.
24.11.2017
Dersim Meclisi Türkiye-Avrupa Koordinasyonu
Tertelê ‘38i / Dersim Soykırımı (İmza) Kampanyaları
Tertelê ‘38i / Dersim Soykırımı hakkında yaklaşık 20 yıldır çalışmalar yapılmaktadır. Yapılan etkinliklerde eksik olan toplumsal ağırlığı bulunan bu tür çalışmaların olabilecek en yüksek birlikteliklerle değil de dağınık, tek tek grup, dernek, federasyon veya kurumların kendi başına yürütme çabasıdır. Bir toplumu ilgilendiren böylesi önemli çalışmalar topluma maledilebildikçe başarı şansı elde eder. Gidişat bu yönlü olmadığı için kimi çalışmalarla tavan yapılmasına rağmen, malesef bir zaman sonra hak ettiği noktaya varamamıştır.
Dersim’in sorunlarının çözümü için kurulmuş ve faaliyette olan onca kurum ve kuruluşun başarılı olamamasının, nihayi hedeflerine ulaşamamasının, Dersim dilinin, kültürünün ve inancının yok olma aşamasına gelmesinin sebeplerinin en başında projelerin bireysel yapılması, kurumların farklı projeler üzerinde teke tek çalışması ve ortak hareket edememesi gelmektedir. Bu durum sorunların çözümü arayışında gidilecek, başvurulacak mercilerin karşısında meşru temsiliyet anlamında da sorun olmaktadır. Bu yüzden çözüm arayışlarında Dersim’i kurum ve şahıslar arasında güçleri birleştirmekle olabilecek en geniş mutakabatın sağlanması, hem muhatap alınan merciler nezdinde sonuç alma açısından ciddiye alınmalarını, hem de Dersim Davası’nda samimiyetin ispatı olacaktır. Dersim Meclisi olarak tam da bu ihtiyaçları görerek, bilerek sorumlu davranmanın ve tarihi bir görevi yerine getirmenin bilinciyle sorunlarımıza çözüm arayışı içinde olan her kuruma, Dersim’i anlamda yapılan her proje ve çalışmanın ‘sahiplerine’ bu sorumluluk ve bilinçle çalışmaları ortaklaştırmaları çağrısında bulunuyoruz.
Asl olan bireysel ve politik hesaplara alet edilmeden farklı siyasi eğilimlerine rağmen tüm Dersim’i kurum ve kuruluşlarla bu tür çalışmaların yapılmasıdır.
Tertelê ‘38i / Dersim Soykırımı bağlamında yapılan çalışmalara kronolojik olarak göz attığımızda, geçen bu süre içerisinde zaman zaman uygun konjüktüre rağmen istenilen noktaya yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı ulaşılmadığı daha da rahat anlaşılacaktır.
- Ware Dergisi 1998 yılında yayınladığı 12. sayısının ön ve arka kapaklarını “Tertelê ‘38”nin 60. yılına adar; 4 Mayıs 1937 yılında yapılan Tunceli Tenkil Harekatı’na Dair Bakanlar Kurulu Kararı‘nın tam metinini Türkçe ve Almanca olarak yayınlar.
- 15-17 Haziran 2001, Berg/Eifel-Almanya’da yapılan Avrupa Dersim Örgütleri‘nin toplantısında 1937-38 Dersim Soykırımı Anma Günü’nün ilan edilmesi ile ilgili şu karar alınır:
„Köln Dersim Cemaati’nden Mehmet Doğan ve İsmail Kılıç’ın hazırlamış oldukları Dersim Soykırımı dosyası katılımcıların bilgisine sunuldu. Yapılan tartışmalardan sonra, oybirliği ile, 4 Mayıs’ın 1937-1938 Dersim Soykırımını Anma Günü olarak ilan edilmesi kararlaştırıldı.
(…)
Bu konuda Türkiye’deki kurumların da bilgilendirilip oybirliği sağlanmaya çalışılışılması kararlaştırıdı. Dersim Soykırımı’nı Anma Günü ortak çalışmayla hazırlanacak merkezi bir toplantıda ilan edilecek.
(…)“
- 05.2002 tarihinde Köln’de toplanan Avrupa Dersim Dayanışma Kurulu (ADDK) merkezi Köln’de bulunacak bir „Arşiv ve Dokumentation Zentrum“un kurulmasına karar verir.
- “Dersim 38 Girişimi 2005 yılı başlarında Dersim Soykırımı’nı dünyaya tanıtmak ve tanınmasını sağlamak amacıyla oluşturulur. Girişimi başlatan “Dersim 38’den Dolayı TC Devletinden Davacıyız!” başlıklı imza kampanyası başlatılır (29 Mart 2005).
Bu kampanya Girişime ait Dersim 38 Forumu’nda yaklaşık üç yıl boyunca (Kasım/Aralık 2005-18/19 Ağustos 2008) yoğun bir aydınlatma çabası eşliğinde yürütülür. Girişimin etkinlikleri merkezi Berlin’de bulunan Dersim 38 Merkezi aracılığıyla aralıksız şekilde devam eder. Devamında kuruluşu Eylül 2007’de gerçekleşen Berlin Dersim 38 Merkezi lobi ağırlıklı bir faaliyet yürütür.
- Eylül 2008 tarihinde Dortmund’da yapılan toplantıyla “Dersim Sözlü Tarih Projesi” hayata geçirilir.
“Daha FDG kurulmadan başta Köln Dersim Cemaati olmak üzere bir çok cemaat arşivleme çalışmaları” yapar. FDG’nin kuruluşu aşamasına paralel olarak “Dersim 1937-38 Arşiv ve Dökümantasyon Merkezi”nin kurulması çalışmaları başlatılır.
13 Haziran 2009 tarihinde yapılan 4. Avrupa Dersim Kültür Festivali’nde ise “Zaman geçirmeden 1938’in tanıkları ile mülakatların yapılacağı ve kayıtların görsel ve yazılı olarak güvence altına alınacağı” duyurulur.
“1937-38 Dersim soykırımı hakkında yapılacak çalışmaların akademik kriterlere ve uluslararası standartlara uygun olması gerektiği” belirtilir.
“Dersim Tertelesi’ni dünyaya anlatma, bu soykırımın Türkiye’nin resmi olarak kabul etmesini sağlama gibi hukuki, siyasal çalışmaları yaparken (…) alanında uzman bilim adamlarının yanısıra, Dersim halkının kültürünü, inancını ve dilini iyi bilen Dersimliler”in yanısıra “Projenin Akademik Danışma Kurulu’nu oluşturan dünyaca tanınmış uzman kişiler” ile de bu çalışmanın “akademik kriterler çerçevesinde yürütülmesinin” sağlanacağı belirtilir.
“Dersim 1937-38 Sözlü Tarih Projesi” adına “2009 yılından bu yana dünyanın dört bir yanında tanıklarla uluslararası standartlarda, 7 farklı ülke ve 43 ayrı şehirde 360 civarında tanık ile mülakatlar” yapılır.
“FDG, 1937-38 Davası’nın bütün Dersim’in davası olduğunu, dolayısıyla bu projenin bütün Dersim halkına ait olduğunu vurgulayarak geniş katılım ve sahiplenme çağrısında” bulunur.
- Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG) ile Tunceli Dernekleri Federasyonu (TUDEF) 14 Kasım 2008 tarihinde “70 yıldır kapanmayan yara / Seyitlerimizin mezarları nerede?”imza kampanyasını başlatırlar.
Dersim Seyitleri’nin mezarlarının yerinin bulunması, emanetlerin yakınlarına teslim edilmesi istemi ile 30.10.2006 tarihinde Seyit Rıza’nın kızı Leyla Ağlar ve torunu Rüstem Polat’ın avukatları Hüseyin Aygün aracılığı ile dava açılır.
Toplanacak imzalar ile “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayip Erdoğan ve TBMM’ye giderek Seyitlerimiz’in mezarlarının kutsal Dersim topraklarına taşınmasını, emanetlerinin aile yakınlarına teslim edilmesini talep edeceğiz” denilir.
- Demokratik Alevi Federasyonu, “1937-38 yılları arasında on binlerce insanın yaşamını yitirdiği katliamın ‘soykırım’olarak tanınması için Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) başvuruya hazırlanır ve 24 Kasım 2010’da Almanya’nın Berlin Eyalet Parlamentosu’nda ‘Dersim Katliam Konferansı’ düzenler; mücadelesini internet üzerinden sürdürür. “Türkiye’nin soykırım için özür dilemesi, mağdurların maddi ve manevi zararlarının tazmin edilmesi ve dil ve inancın serbestçe yaşanması için yasal düzenlemelerin yapılması” amacıyla “UCM’nin Roma Statüsü’nün 5. ve 6. maddelerinde yer alan ‘kültürel soykırım’ kapsamında başvuru yapacakları belirtilir.
- Avrupa Parlamentosu’nda 26 Mayıs (2011) günü “Dersim 38 gerçeği ile tarih, siyaset ve hukuk üçgeninde yüzleşme” başlığı altında 4. Dersim Konferansı düzenlenir. Avrupa Parlamentosu Sol Grup, Demokratik Aleviler Federasyonu, Dersim’i Yeniden İnşa Cemiyeti ve Kurmeşliler Derneği’nin ev sahipliğinde gerçekleşen konferansın sonuç bildirgesi yayınlanır.
(…)
“Avrupa Birliğine: Türkiye’nin AB ne üyelik sürecinde tarihiyle yüzleşmesi için Hakikatleri araştırma ve Adaleti sağlama komisyonunun oluşumunun bir şarta dönüştürülmesi. Bunun için Avrupa Parlamentosunun daha aktif çaba göstermesini” talep eder.
- DEDEF, Dersim Soykırımı’nın 77 yıldönümünde (04.05.2014) Galatasaray Lisesi önünde ‘38 Katliamını lanetleyerek taleplerini şöyle dile getirir:
“Devletin idari ve siyasi uygulamalarıyla topraklarımız ve insanlarımız üzerinde dramatik mağduriyetlerin devam etmemesi, sosyal, psikolojik, kültürel ve ekonomik travmaların ortadan kaldırılması için yüzleşme yapılarak Dersim isminin tekrar ilimize verilmesini; 1934-38-94 tarihlerinde uygulanan zorunlu iskanla birlikte topraklarından koparılan tüm insanların mülkiyet hakkının tekrar iade edilmesini; evlatlık verilen insanlarımızın isimlerinin açıklanmasını; Seyid Rıza ve arkadaşlarının mezar yerlerinin açıklanmasını; baraj ve imar uygulamalarının sona erdirilmesini ve Dersimlilerin kendilerini kimliksel ve kültürel olarak özgürce ifade etmesi önündeki tüm engellerin kaldırılmasını istiyoruz.”
- “38’in tanıkları maalesef aramızdan ayrıldılar. Ama bu Dersim Tertelesinin unutulacağı anlamına gelmez. Biz tanıkların tanıklarıyız ve onların sesini sizlere taşıyoruz” ifadesiyle „Dersim Soykınımının Almanya Meclisinde görüşülmesi için #AnerkennungfürDersim“ adıyla 2017 yılı itibariyle imza kampanyası başlatılır.
Yaşanan felaketin dünya kamuoyuna duyurulması, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihiyle yüzleşmesi ve gereğini yapması, taraflar arasında nihai ve kalıcı bir barışın sağlanması, insanlık tarihinde bu türden yüzkarası soykırımların tekrar etmemesi için beraberce hareket edilmelidir.
Kişisel itibar ve ‘ben’ olgusunu bayraklaştırma, en iyimser bir anlatımla önlerde tutma tavır ve alışkanlıklarının bir kültür düzleminde katılaşması, memleketin ilerici aydınları gibi, Dersimli’nin de kolektif aidiyetini bozmuştur. Öyle bir çoraklaştırılmıştır ki, o da Dr. Claude Brunet’in 1868’de ‘var olan her şey benim ve benden başka her şey sadece benim tasarımımdır’ dediğine benzer bir noktaya gelinmiş durumdadır maalesef.
O halde, Dersim’e sahip çıkmak ve onu yaşatmak isteyen her Dersimli, devletin tarih katline karşı, mekanlarımızı, ziyaretlerimizi yok etme saldırılarına karşı, her türlü kişisel hesap ve kaygıdan sözde değil, gerçekten uzak durarak, kendi içinde yaşadığı postmodern yabancılaşmanın farkında olarak birbirleriyle ilişkilerini yeni bir formda düzenlemeli, organize olmalı ve mücadele etmelidir.
Dersim Meclisi fikrinin bu ortaklaşmacı anlayıştan hareketle önem kazanması veya bu manada değerlendirilmesi önemlidir. Kazanımların, kişisel çabaların ortak bir kanalda bir araya getirmenin yaratacağı enerjinin, heyecanın farkındalığını fark etmek ve bilince çıkarmak mutlaka sağlanmalıdır.
Dersim’e sahip çıkmaktan, Dersim’i yaşatmaktan da bunlar anlaşılmalıdır.
03.07.2017
Dersim Meclisi – Avrupa Yürütme Kurulu
Tarihte Dersim Tertelesi
Dersim sorunu çoğu kez bilinçli veya bilinçsizce Cumhuriyet döneminin bir hadisesi olarak görülür veya bu yönde değerlendirmeler yapılır. Oysa Dersim, Osmanlı döneminden beri sosyal, kültürel, toplumsal ve inançsal aykırılığı nedeniyle hep “sorun” olmuştur. Resmi kaynaklara göre Çaldıran’dan 1937/38’e kadar Dersim 108 cezalandırma seferine maruz kalmış, tedip edilmemiş aşireti kalmamış, “en az 40 katliam” görmüştür.
Osmanlı’dan iktidarı devralan Cumhuriyet rejimi, bu bölgesel sorunu “kökünden çözmek” için daha da kararlı ve kurnazca politikalar geliştirir. Bölge hakkında yazılan hemen hemen tüm raporlarda “planlı bir harekât” dan yana adeta ısrar edilir.
Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in 1926 yılında, dönemin Diyarbakır Valisi Cemal Bardakçı’nın yine 1926 yılında, Birinci Umum Müfettiş İbrahim Tali Öngören’in, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın, 3. Fırka Kumandanı Halis Paşa’nın 1930 yılında ayrı ayrı hazırladıkları raporlarda; İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın Başbakanlığa sunduğu 18 Kasım 1931 tarihli raporda, İsmet İnönü’nün 1935 raporu bu mahalde görüş belirtir.
Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in 1926 yılında yazdığı raporda Dersim için şu teşhiste bulunur: “Dersim, bir çıbandır. Bu çıban kökünden kesilip atılmalıdır.”
Mareşal Fevzi Çakmak ise Eylül 1930’da hazırladığı raporda “Dersim evvela koloni gibi nazara alınmalı” görüşü öne çıkar.
Bu raporların birçoğu tahminen 1932 yılında yazılan Jandarma Umum Komutanlığının ‘Dersim’ adı altında “Gizli ve zata mahsustur” ibaresi ile 100 adet basılan bir kitapçıkta bir araya getirilir. Kitapta verilen bilgiler oldukça kapsamlıdır. Bölgedeki aşiretlerin nüfusları, sahip oldukları silahları ve çıkarabilecekleri muhtemel savaşçı sayısı, sahip oldukları mal varlıkları en ince ayrıntılarla yazılır.
Neredeyse Dersim’de yaşayan tüm aşiretlerden birer, beşer-onar aile, sürgün listelerine alınır. Sürgün edilecek 347 ailenin adları tek tek bu kitapta yer alır. Bu ailelerden 3470 kişinin Trakya’ya hatta gereken nakil vb. Masraflar bile kuruşu, kuruşuna hesaplanır.
Kitapçığın bir bölümünde şunları okuyoruz: „ Dersim Hareketi için birinci sene şu kadar paraya ihtiyaç olduğu tahmin olunur: „600.000 lira askeri nakliyat için 600.000 lira da Dersimlilerin Garba nakilleri için tahsisat konmalıdır“.
Oysa, “1934-36 yıllarına ait istatistikler üzerinde yapılan tetkikler, umumi müfettişlik bölgelerinde olguların gittikçe azaldığını … göstermiştir.” “Tunceli mıntıkası: Şükranla arzederim ki asayiş noktasından % 99 salah bulmuştur.” (Akt. Baskın Oran)
Bütün bu olgu ve fiili duruma rağmen 1937 yılındaki Tunceli harekatına dair Bakanlar Kurulu Kararı ile adeta bir soykırım harekatına imza atılır. Karar metni şöyledir:
Gayet Gizlidir
KARAR
4 Mayıs 1937
Başvekalet Kararlar Müdürlüğü
Mülahaza:
Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar vermeyecek hale getirmek, köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.
Not: Malatya’dan ve Ankara’dan gönderilen kuvvetlerin cepheye vasıl olmaları ve cephedeki kuvvetlerin ufak tefek talimleri ve istirahatları ve bundan başka Diyarbakır’dan gelecek taburun tavzifi, bütün bunlar düşünülerek bir hafta sonra yani 12 mayısta ileri harekete başlanabileceği anlaşılmaktadır.
Not: Paraya acımaksızın içlerinden çok adam kazanıp kullanmaya çalışmak lazımdır.
……………
Askerlere dağıtılmak üzere “ev yakma klavuzu”
1938’in bahar aylarında yapılacak harekât için her şeyi düşünen hükümet, Elazığ’da Turan Matbaası’nda ‘kundaklama bilgisi‘ni içeren bir de el kitapçığı da bastırır. Köy baskınlarının, ev yakmaların nasıl yapılacağını anlatan kitapçıklar, bölgeye sevk edilen tüm subaylara dağıtılır. Bu kitapçıklarda, ‘temizlenen’ evlerin, mağaraların, nasıl yakılması gerektiği, ateşin hangi yönlerden tutuşacağı, rüzgâr ve ateş arasındaki ilişki ayrıntılarıyla açıklanır.
1956 yılında Sabiha Gökçen, Halit Kıvanç’ın kendisiyle yaptığı bir röportajda “Canlı ne görürseniz ateş edin… Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk” diye açık bir itirafta bulunuyordu.
Dersimde zehirli gaz kullanıldığını kör-sağır duydu. 1987 yılında Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisi ile yaptığı bir röportajda Eski Dışişleri Bakanlarından ve Seyit Rıza’nın idamında görev alan İhsan Sabri Çağlayangil de “…Ordu zehirli gaz kullandı. Bunları fare gibi zehirledi. Kanlı bir harekât oldu. Dersim davası da bitti” diyerek var olan gerçeği dışa vurur.
Bu itirafı yeterli veya gerçekçi bulamayanlar, 30 Mart 1937 tarihli, Tunceli Valisi Abdullah Alpdoğan’ın Başbakanlığa yazdığı yazıda “Tayyare Alay Kumandanından yangın ve Milli Müdafaa’dan yakıcı ve boğucu gaz bombaları istedim.” demesine ne diyecek, merak ediyorum.
Dersim’de bir “isyan” olduğu yalanı uzun yıllar söylenmeye devam edildi. Hoş, hala da söyleyenler var. Bu yalan Kemalistlerden olduğu gibi alındı ve kabul gördü. Oysa Dersim’de bir isyan yoktu. Devlet, “isyan” kavramını bilerek raporlara almış; bunu, katliamlarını mazur göstermenin malzemesi olarak ustaca ve kurnazca kullanmıştır. Devlet belgelerinde de görüldüğü gibi “Dersim’de bir asayiş sorunu” bile yoktu. Dersimliler silahlarını çok önceleri devlete vermişti. Dersim’de temel olan sorun, yörenin sosyal-toplumsal, kültürel, inanç ve etnik yapısının Sünni İslam ile olan aykırılığı idi. Bölgenin yarı-özerk yapısında ısrar etmesinde kararlı olmasıydı.
Her şeyden önce burada, var olan yapıya saldıran ve kendi yönetimini ve ideolojisini dayatan taraf devlettir. Dersim aşiretleri haklı olarak yüzlerce yıldır süregelen geleneksel yaşam tarzlarını, kimliklerini, bölgelerini bölük-pörçük savunmaya çalışmışlardır. Dersimlilerin direnişi saldırılara karşı korunma ve savunma amaçlıdır. Devletin ise yaptığı bir halkı, bir kimliği ele geçirme, yok etme ve kendi rejimini ve ideolojisini egemen kılmadır.
Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilmiş ve Ocak 1951’de yürürlüğe girmiştir.
Söz konusu bu Sözleşme’nin 2. Maddesinde şunları okuyoruz:
Madde 2 [Soykırım oluşturan eylemler]
“Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur:
- Gruba mensup olanların öldürülmesi;
- Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
- Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek;
- Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
- Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek;”
Resmi verilere göre 1937-1939 yılları arasında yani tertele yıllarında 13 bin 806 Dersimli öldürülmüş ve bu yıllarda 2907 aile yani fert olarak 14 bin 401 kişi Batıya 32 il ve ilçeye sürgün edilmiştir. Sayısı oldukça düşük bu veriler bile 30bine yakın insanın yerinden-yurdundan edildiğini veya öldürüldüğünü gösteriyor. Uluslararası insan hakları bildirgelerindeki soykırıma tekabül eden bu dönemin tarihi ile yüz yüze gelmek; yaşanan travmaların giderilmesi için atılması gereken önemli ve zorunlu bir adımdır.
1937-38 harekatının hedef kitlesi topyekün Dersimliler olmuştur. Burada yaşayan Alevi-Kızılbaşlar olmuştur. Dolayısı ile Dersim 37-38 soykırımı aynı zamanda bir Alevi-Kızılbaş soykırımıdır da.
Olayların bizzat şahidi olan Orgeneral Muhsin Batur’un anılarını yazarken, „Okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum…” dediği Dersim Tertelesinde yaşananlarla hesaplaşmak, yaşanan insanlık dışı vahşet ve uygulamalarla yüzleşmek; göz ardı edilmeyecek kara bir sayfadır…
Hüseyin Sevinç, 3 Mayıs 2017