Dersim 1937 olayları ile 1938 olayları arasındaki farkları ve bu konudaki düşüncelerimi Dersimlilerin tertip ettiği toplantılarda konuşmacı olarak anlattım. Dostlar arası sohbetlerimizde birçok kez açıkladım. Dersim kırımı 1938 olayları üzerinden anlatılmazsa dünya halkları Dersim’in acısını kavrayamaz diye sosyal medyada çok açık ve net yazılar yazdım. Ama ideolojilerin en keskin olduğu dönemlerde yaşamış ve kültürel gıdasını bu süreçlerde almış olan benim kuşaktan Dersimli aydınlar bu konuda yazdıklarımı anlamadı veya anlamak istemediler. Bizim kuşaklar 1970’lerde çok keskin olan sol veya sağ ideolojilerden beslendi. 1980’lerden sonra ise Türk solu veya Kürt solundan etkilendi. Dersim olaylarını ve Dersim tarihini kendi atalarının kodları, kültürel mirası üzerinden okuyamadılar. Atalarımızın katliam üzerine söyledikleri kültürel vasiyetlerine sahip çıkamadılar. Bu hatalar hala devam ediyor.
Dersim davasında duyarlı olan Dersimliler ilk zamanlar “Dersim İsyanı” diyen Türkçülerin, sonraları “Dersim İsyanıyla” övünen ve slogan atan Kürt milliyetçilerinin etkisinde kalmıştı. Somut gerçeklerle hiç ilgisi olmayan “Dersim İsyanı” gibi yanlış, uydurma bir sloganı uzun yıllar bizim Dersimliler gençler de hiç irdelemeden savundular.
İki binlere yaklaşırken farkına varılan bu büyük yanlışlık birçok Dersimli aydının başlattığı eleştirilerle kısmen de olsa engellendi. Ama maalesef birçok konuda atalarımızın düşüncelerine ters düşen bazı büyük hatalar hala devam ediyor. Peşin hükümle keskin ideolojilere takıntılı olan bizim kuşak yapılan açıklamaları dinlemiyor, irdelemiyor ve kavramıyor. Bu nedenle meramımı veya sitemimi genç yazarlara, Dersimli genç aydınlara anlatmaya; atalarımızın kültürel vasiyetini genç Dersimlilere aktarmaya karar kıldım.
Her vasiyet içinde aynı zamanda ölümden izler taşıdığından olsa gerek etkili olabiliyor diye düşünenlerdenim.
Bu girişten sonra hemen esas konuya geçeyim. Dersim’de 1937’de neler oldu? 1938’de neler oldu? Ve Dersimli aydınlar bu olayları ne kadar irdeledi, ne kadar kavradı, nasıl açıklıyor ve savunuyorlar?
Sorunları anlamamız için önce Dersim 1937 ve 1938 dönemindeki olayları bu iki yıla göre ayrı ayrı belirtip ve bu olaylardan hangi yetkililerin sorumlu olduklarını da kısaca özetlememiz gereklidir.
1937 Yılında Dersim’e yapılan “Askeri Hareket” döneminde İsmet Paşa Başbakan olarak sorumluydu. Atatürk ise tek parti sürecinde baştan ölümüne kadar değişmeyen Reisicumhur ve lider olarak sorumluydu.
Dersim faciası, kırımı 4 Mayıs 1937’de Bakanlar kurulunun aldığı karara dayanıyor. Bu kararda da belirtildiği gibi ilk başlarda para dağıtmaktan çekinmediler. Parayla Dersim’in içinde ajanlar bulundu. Sahan Ağa ile Alişer gibi liderler Dersimli ajanlar kanalıyla öldürüldü. Aynı yıl 70 kişiye yakın Dersimli lider ya çok saflığından teslim oldu veya kandırılıp Elazığ’a götürüldü. 1937 yılındaki tüm bu olanlardan İsmet Paşa Başbakan olarak sorumludur.
1937 Hareketi bittikten sonra 19 Eylül 1937 tarihinde Ankara’da Meclise bilgi veren İsmet İnönü “Dersim’de ordumuzun girmediği dere ve tepe kalmamıştır. Dersim’de asayiş sorunu halledilmiştir,” gibi sözler söyledi.
Bu sözlerin anlamı çok açık ve nettir. Dersim’de asayiş sorunu vardı. Ordumuz halletti, diyor. Yani Dersim’de “isyan vardı” demiyor. Açıkça asayiş sorunu diyor İnönü. Bu sorun da çözüldü diyor. Yani ikinci bir harekete ihtiyaç yoktur diyor İnönü.
Oysa Atatürk Dersim’de askeri hareketin devam etmesini istiyordu. İlk Mecliste Mebus olan Mustafa Zeki Beyin (Saltuk) anıları da Dersim ikinci bir askeri hareket konusunda Atatürk ile İnönü arasında ayrışma başlamıştı. O yıllarda Atatürk ile İnönü’nün arasında ekonomi konusunda da ayrılıklar oluşmuştu. Atatürk ile Celal Bayar özel sermayeye ağırlık verilmesini istiyordu. İnönü ise devlet kapitalizmi kanalıyla kalkınmadan yanaydı. Atatürk ile İnönü arasında oluşan ekonomik sistem konusundaki ayrılıklara Dersim konusundaki ayrılık da eklenince İsmet İnönü Eylül 1937’de görevden ayrıldı. (Alındı diyebiliriz.) Yerine Atatürk tarafından Celal Bayar atandı.
Elazığ’daki idamlar 1937’nin Kasım ayındaydı. Yani İnönü görevden ayrıldıktan sonra bu idamlar yapıldı.
1938’de ise “ Dersim’deki Askeri Harekete” Başbakan Celal Bayar ile devam edildi.
Dersim’de onlarca yerde çocuklar, bebekler, hamile kadınlar, yaşlılar yani eli silah tutmayan masum sivil insanlar yaz ve güz ayları boyunca topluca kıyıldı. Dersim’in dağları kana bulunda, nehirleri kanlı aktı.
Dönemin Başbakanı Celal Bayar Dersim olayları üzerine yaptığı bir konuşmasında “Atatürk vurulacak dedi, biz de vurduk,” diye açıklama yapmıştı. Bu açık bir itiraftı.
Olayların tarihlerine dikkat edilirse; toplu katliamların yapıldığı 1938 yılında İnönü yetkisiz ve etkisizdi. Sahan Ağa ve Alişer’in öldürüldüğü ve Dersimli birçok liderin tutuklandığı 1937 yılının Eylül ayını kapsayan döneme kadar İnönü Başbakan olarak sorumludur. İdamların yapıldığı 1937 yılının Kasım ayında ve sonraki yıl olan 1938’de onlarca yerde yapılan ve Dersim dağlarını, nehirlerini kana bulayan toplu kırımlarda İsmet Paşa yetkisiz ve etkisizdi.
Dersim olaylarını tartışan Dersimlilerin aslında 1937 yılında neler oldu? 1938 de neler oldu? Bu acı olaylar kimin veya kimlerin döneminde oldu? Sorumlular kimlerdi? Önce iyice detaylarıyla araştırması, en azından Google Amca’dan olayların “Vikipedisini” görmesi, incelemesi, öğrenmesi ve bu tarihi kronolojiye göre konuşması lazım diye düşünüyorum. Ama olayların tarihi sıralamasından haberi olmayanlar bile çok uzun fakat içi boş yazılar yazıyorlar.
Burada amacım o dönemlerde etkili ve yetkili görevlerde bulunan herhangi birini temize çıkarmak veya aklamak değildir. Çünkü Dersim Kanunu oylanırken sadece Muğla Milletvekili “yüce Meclisin yetkileri bir komutana devredilemez,” diye küçük bir itiraz etmişti. Kanun oylanırken maalesef bu vekil de oy vermişti. Dersim kanunu Meclisten oy birliğiyle çıkmıştı.
Unutmamalıyız ki, Dersim olayları sürecinde Atatürk, İnönü, Celal Bayar, Mareşal Fevzi Çakmak, Adnan Menderes gibi politik aktörlerin hepsi adı CHP olan bu tek partinin üyesi olarak içindeydi. Yani hepsi ordaydı. Sağcıların önder kabul ettikleri siyasiler de, cumhuriyetçi solcuların önder kabul ettikleri liderler de oradaydı. CHP zihniyeti diyerek “sağ siyasi hareketi” aklamaya çalışan sağcı liderler bu günkü Dersimlilerin aklıyla dalga geçiyorlar. Demin de dediğim gibi devlette süreklilik esastır ve sorumlu bu süreklilik kabiliyetini temsil eden ise devlettir. Ülkede barış ve kardeşliğin tesisi için bu devleti temsil edenler ülke tarihindeki bu kara sayfayla yüzleşmek zorundadırlar.
Ne yazık ki benim kuşaktan Dersimliler ezberci sağ veya sol ideolojilerin etkisinde kaldıkları; 1938’de tarihi gerçeklerdeki derinlikleri, ayrıntıları gözden kaçırdıkları için halkımızın kırımını bile sağ ve sol arasındaki keskin ideolojik bölünmelere göre değerlendirdiler ve değerlendiriyorlar.
Olayları bizzat yaşayan Dersimlilerin anlatımlarına dikkat edilirse halkımız Dersim olaylarını açıklarken 38’de önce ve 38’den sonra deyimini sık sık kullanır. Yani halkımızın ortak hafızasında 1938 katliamları, kırımları travma yaratmıştır. Atalarımıza göre 1938 yılı bir milattır. Atalarımızın bu konudaki görüşleri açık ve nettir. Kafaları karışık olan bu kültürel mirasa sahip çıkmada yetersiz kalan bizim nesillerdir. Bu nesiller niçin kültüründen koptu?
1948 Birleşmiş Milletler Bildirgesine göre de suçsuz bir insanın veya bir gurubun ırk, din, inanç, cinsiyet ayrımı bahanesiyle suçsuz yere öldürmesi katliamdır, kırımdır. Sayı fazla ise toplu katliam diye anılır. 1938’de toplu katliamları, en acı olayları bizzat yaşayan halkımız; Dersim dağ ve nehirlerinin kızıl kanlara bulandığı 1938 yıllını milat kabul etmiştir. Bu doğru tespite uymamız lazım.
Ama gel görkü günümüzdeki Dersimli aydınların çoğunluğu “Dersim Kırımını” dünyaya açıklarken dağlarımızı, nehirlerimizi kızıl kana bulayan ve atalarımızın da kabul ettiği bu toplu katliamlar üzerinden değil; Buğday Meydanındaki idamlar üzerinden anlatıyorlar. Eğer inanmıyorsanız onlarca yıldır tertip edilen miting, toplantı ve konferanslar için basılan afişlere bakabilirsiniz. Değişik yıllara ait olan afişlerin hemen hemen tümünde 1937 yılında Elazığ’da yapılan idamlar ön plandadır. Kırımı bizzat yaşayan halkımızın milat kabul ettiği 1938 yılı ve binlerce suçsuz insanımızın Dersim dağlarındaki toplu katliamları; akıtılan kanları hep arka planda, gölgede kaldı ve kalıyor. Bundan dolayıdır ki Dersim dışındaki diğer halkların veya kırım, katliam konusundaki duyarlı insanların çoğu Dersim olaylarını 1937’de Elazığ’daki idamlardan ibaret sanıyor. 1938’de onlarca yerde yapılan binlerce insanımızın toplu katliamlardan habersizdirler.
Araştırma tekniklerinden biraz haberi olan bir Dersimli olarak bunu söylüyorum. İnanmayanlar bu konuda uzman bir firmaya bir araştırma yaptırabilirler. Bu yanlış algının oluşmasında maalesef Dersimli aydınların da katkısı oldu ve hala oluyor. Tek amacım bu yanlış yoldan hemen dönülmesidir. Yoksa atalarımızın yani Dersim’in haklı davası daha çok zarar görecektir.
Dersim 1938’deki büyük acımız kamuoyuna doğru ulaşsın diye 2003 yılında yayınlanan “Dersim Dile Geldi” isimli romanımda 1938 yılında yapılan toplu kırımları; bu kırımlardan bir mucize eseri olarak kurtulan çocuk kahramanlar üzerinden anlattım. Çünkü gerçek buydu ve masum çocukların çektiği gerçek acılar insanları daha çok etkiliyor. Bu kitabımın Almancası hala www.amazon.de sitesinde de satılıyor ama maalesef geniş kamuoyuna ulaşamıyoruz.
Keskin sağ ve sol ideolojilerden etkilendiğinin farkında olmayan bizim kuşak; Dersimde kaç bin çocuk, bebek, hamile kadın, suçsuz sivil insan kurşuna dizildi? Kaç yerde toplu katliam oldu? Bu suçsuz insanların mezarları nerede diye kendisine veya kamuoyuna sorular sormadı. Afişlere bu tür sorular yazmadı. “1937’de Elazığ’da idam edilen pirlerimizin mezarları nerede?” cümlesi meşale yapıldı. Dağlarımızda kurşuna dizilen binlerce suçsuz insanın ve masum bebelerin mezarları da, isimleri unutuldu gibi. Yani bizler kaybolanların listesini bulmak için araştırmalar yapmadık, kolay yolu seçtik. Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edildiği için isimleri mahkeme tutanaklarında kayıtlı bulunan bu isimleri kolayca bulduk ve Elazığ Buğday Meydanı’nı ve bu idamları hep ön plana çıkardık. Elbette ki bu acı olay da anlatılabilirdi. Ama ön plana çıkması gereken Dersim dağlarındaki on binlerce insanın kurşuna dizildiği toplu katliamlar olmalıydı. 1938’de kızıl kanlara bulaşmış olan Dersim dağları ve nehirleri olmalıydı. İsimsiz kahramanlarımızın listeleri yapılmalıydı.
Günümüzdeki bu yanlış gidişin farkına varılıp vaz geçilmeden Dersimlilerin doğru strateji ve taktikleri yakalaması imkânsızdır.
Bir daha altını çizerek yazalım. Eğer acıları bizzat yaşamış atalarımızın sözlü anlatımlarla bize aktardıkları dikkate alınsaydı, milat 1938’di. Yani Dersim’deki toplu katliamlardı. Eğer atalarımızın anlattıklarını doğru kavramış olsaydık; kaç yerde toplu katliam oldu? Her toplu katliam yerinde, kaç yüz kişi kurşuna dizildi? Bunlar kaç yaşındaydı? Kaçı çocuk? Kaçı kadındı? Kaçı ihtiyardı? Bu gün elimizde listeleri olurdu. Her yıl kırımı anma yıldönümlerinde Dersim dağları ve nehirlerini kızıla çeviren kanlı sahneler dünyaya duyurulurdu. Her toplu katliamın bulunduğu yerde topluca kurşunlanan çocukların, bebeklerin hamile kadın ve yaşlı ihtiyarların listeleri, isimleri bu gün elimizde olurdu. Özel çabalarla bazı katliam yerleri ve kurşuna dizilenlerin isimleri tespit edildi. Ama maalesef sayısı çok az.
Her ne hikmetse bizim kuşaktan Dersimli aydınlar toplu katliamlar üzerinde yoğunlaşmadı. Güçlerini birlikte seferber etmedi. Meseleyi doğru ele alsaydık son yirmi yılda bu konuda çok mesafe almış olurduk.
Elbette ki Elazığ’da yedi Dersimlinin İstiklal Mahkemesi tarafından idam edilmesi, altmışa yakın insanımızın ağır cezalara çarptırılması da büyük bir suçtur. Ama bir Atatürkçü size İstiklal Mahkemeleri 3919* kişiye idam kararı verdi. Bunlardan sadece yedisi Dersimliydi. Bu olağan üstü mahkemelerin verdiği kararların hepsi de yanlıştı. Çağımızın modern hukukuna aykırıydı dese ne cevap verirsiniz?
Toplu katliamlar konusundaki görüşlerimi yıllardır değişik şehirlerde yapılan birçok toplantıda, sosyal medyada savunduğumu, anlattığımı belirtmiştim. Ama Dersim’in toplumsal gücünü bu konuda seferber edip doğru çizgiyi yakalayamadık. Bir daha açıkça vurgu yapayım. Dersim davasında esas sorun insanlık suçudur. Suçun yeri kızıl kanlara bulanan Dersim dağları ve nehirleridir. Toplu katliamlardır. Suçun tarihi 1938 yılının yaz aylarıdır. Bunları beynimize kazımalıyız. Bunları unutursak gücümüzü boşu boşuna yanlış yer ve yanlış tarihlere heba etmiş oluruz.
Bizim yaşlı kuşağa bunları anlatmakta yetersiz kalındı. Gerçekler genç kuşağa da ulaşmadı. Bu nedenle Dersimli genç yazarlara, aydınlara kültürel vasiyetimi aktarmak zorunda kaldım. Umarım bazı Dersimliler Elazığ Buğday Meydanındaki idamları küçümsüyor şeklinde önyargılı bir niyet okuma yoluna sapmaz ve sorunun özü üstüne düşünüp yazmayı tercih ederler.
- NOT: *İstiklal Mahkemesi’nde verilen 3919 idam kararlarının çoğu askeri kaçaklara aitti. Askeri kaçaklar haricinde 240 kişiye idam kararı verildi. Bunların yedisi Dersimliydi.
- NOT: Elazığ Buğday Meydanın 100 metre ilerisinde Şıra Meydanı var. 1926 yılındaki çatışmalardan sonra bu Şıra Meydanı’nda da 14 kişi idam edildi. Yani 1937’den 15 yıl gibi kısa bir zaman önce. Birçok kez sordum. Yine sorayım. Acaba bu Dersimli önderler niçin anılmıyor. Bunlar suçlu muydu? Niçin hatırlamıyoruz?
22.11.2021
Celal Yıldız
Cumhuriyet hükümetinin 1937 yılında Elazığ’da kurduğu İstiklal Mahkemesi’nde İhsan Sabri Çağlayangil’in anlatımına göre 72 Dersimli yargılandı. Bunlardan; Sey Rıza, Usenê Seydi, Fındıq Ağa (Qemer oğlu Fındık), Ali Ağa (Aliyê Mirzaliyê Sıli), Usênê Sey Rızay (Usen Resık), Hesen Ağa ve Hesenê İvraimê Qıji Buğday Meydanı’nda kurulan Darağacı’nda 15 Kasım sabahı karanlığında öldürüldü.
Yargılananların dördü ömür boyu, bir kısmı da otuz yıl hapis cezalarına çarptırıldılar. Bir kısmı ise beraat ediyordu. Hapis cezalarına çarptırılanlar da bir tür ölüme gönderiliyorlardı. Ömür boyu ve otuz yıl hapisle cezalandırılanların büyük çoğunluğu sürüldükleri batı illeri hapıshanelerinde hayatlarını kaybettiler. Onların da mezar yerleri meçhule kaydedildi. Bunlardan bilinen örnek; Cıvrayıl Ağayê Arekiyê’dir. İzmit hapishanesinde öldü ve mezar yeri bilinmiyor.
Gerek 15 Kasım 1937 karanlığında araba farlarıyla aydınlatılan Buğday Meydanı’nda darağacında öldürülenler, gerek batı illeri hapishanelerine ölüme göderilenlerden hiç biri devlete bir kurşun atmadığı gibi, ne Dersim ağalarıydılar, ne de her biri “isyan” diye propaganda edilen yalanın önderleriydiler.
Ancak bundan çok daha önemli bir şey vardı. O da; buğday Meydanı’nda, batı illeri hapishanelerinde, Derê Laçi’de, Bayaz Dağ’da, Saan’ın Sıncık Dağı’nda, Derê Avlosu’da, Mosımo Pak’ta, Cıvraklı Bertal Efendi’nin 53 kişilik aile kafilesinin katledildiği Remedan’da ve daha onlarca toplu katliam yerlerinde bize anlatılanlar: Dersim’in tarhi, inancı, kültürü, kendi kedini yönetme sanatı ve kısaca bütün bir kesintisiz yaşam felsefesinin ÖLDÜRÜLMESİDİR.
Dersim Tertelesi ve 15 Kasım idamları üzerinden tam 83 yıl geçti, yani bir asıra yakın bir zaman. Bu bir asır boyunca devlet, Dersimliyi farklı kılan; tüm damarları üzerinde sistemli, planlı ve aralıksız çalıştı. Soykırım fiziki tasfiye ile sınırlı kalmadı. Prof. Fuat Köprülü gibileri ile Alevliğin özünü bozma, Sıdıka Avar projesi ile ana dili Kırmancki/Zazaki/Dımılki’yi unutturma kırımı sürdürüldü. Daha bir dizi başka alan çalışmalarıyla devam etti soykırım.
Dersim denilen tarih ve bu kara parçasının, yalın görününmü ve aktif figürllerinin Cumhuriyet’in komuta kademesinin özel olarak görevlendirdiği dönemin Malatya Emniyet Genel Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’i hayretler ve hayranlık içerisine sürükleyen akıl ve hikmet; Dersim fikriyat dediğimiz şeyin ta kendisidir. Bu nedenle onları yalnızca 15 Kasım’larda değil, Dersim üzerinde düşündüğümüz her an, onların o Dersim tarihi, inancı, kültürü, gelenek ve görenekleri yüklü güzel hayatlarını hatırlamadan işe başlamayacağız.
Onları her zaman darağacına yürürken cumhuriyet kurucularını hayretler ve hayranlık içerisinde bırakan ve İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarında özetlediği o VAKUR ve SOYLU duruşlarıyla bütün tarih boyunca anmaya devam edeceğiz.
Şiarımız boyun eğmemektir:
“Ben, senin yalan ve hilelerinle baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de senin önünde diz çökmedim, bu da sana dert olsun.”
(Seyit Rıza)
12.11.2020
Dersim Kongresi Meclisi
Uzun bir aradan sonra BirGün okurlarıyla yeniden buluşmaktan duyduğum memnuniyetle başlamak isterim. Daha çok güncel ve tarihsel sosyoloji alanında düşüncelerimi paylaşacağım, bu buluşmaya aracılık ettikleri için BirGün gazetesi emekçilerine teşekkür ederim.
Bu ilk paylaşımın konusu biraz kişisel sayılabilir ama gerçekte toplumsaldır. Annemden ve dolayısıyla Dersim’im kayıp kızlarından söz ediyorum. Gazeteye bu ilk yazımın yayını annemin ölüm yıldönümüne denk gelince kendisinin de zaman zaman okuduğu BirGün’de onu anmak daha da anlamlı oldu. Annem, 23 Haziran 2019’da akşam, Sayın Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini kazandığının belli olduğu saatlerde son nefesini vermişti. Bu hüzün, o günkü sevinci de bütün diğer hüzünleri de unutturacak kadar güçlüydü.
Annem (Huriye Aslan), kamuoyunun Nezahat ve Kazım Gündoğan’ın İki Tutam Saç belgeseli ile hatırlayacağı Dersimli kayıp kız çocuklarından biriydi. Tertele (katliam) zamanlarında annesiz, babasız, kardeşsiz büyümek zorunda bırakılan neslin bir üyesiydi. Son nefesine kadar bu öykünün izlerini anlattı. Şimdi, kendi topraklarında Dersimli kız çocuklarının öyküsünü dünyaya hatırlatıyor.
Dersim 38, ara ara ‘gündeme’ getirilen ama umumiyetle geçmişe ait bir mazi olarak bırakılması tercih edilen; yine de ayırt edici nitelikleriyle unutulması imkânsız kitlesel kırım deneyimidir. Resmi verilerden çıkarılabilen sonuçlara göre bu kırımda 20 bin dolayında insan öldürülmüş, 20 bin dolayında insan da sürgüne gönderilmiştir.
Dersim’in kayıp kız çocuklarının öyküsü bu modern vahşetin bir parçasıdır. Samsun’da, daimi olarak iki askerin görev yaptığı ve Türkan, Ayhan ve Nurhan adlarında üç çocuğu olan bir üst düzey kamu görevlisinin evine, Ovacık’ın bir dağ köyünden bir kız çocuğunun getirilme öyküsü ne tekildir ne de tesadüf. Bugün artık yüzlerce örneği bilinen bir politik edimdir.
Ben, uzun zamandır bu en çaresiz kuşağın öykülerini dinledim. Sadece bir politik tahayyülün cereyan etme biçimini değil, aynı zamanda Dersimli kız çocukların ömürlerine yüklenen o ağırlığı nasıl taşıyabildiklerini anlamaya çalıştım. Açıkça söylemeliyim ki binlerce sayfalık kitapların bile anlatmakta kifayetsiz kalacağı ağır yükler yüklenmiştir bu ömürlere. Huriye’nin, Altun’un, Sekine’nin, Fatma’nın ve daha yüzlercesinin.
Onlardan bir detayı paylaşmak isterim. Bir arkadaşım Dersim’in el konulmuş çocuklarından biri ile aynı binada ikamet ettiklerini söylemişti. Adı Müfide olan annenin hikâyesinden çok etkilenmiş ve bizi görüştürmek için girişimde bulunmuştu. Bir gün sabah saatlerinde heyecanla arkadaşımın İstanbul’da ikamet ettiği binaya girdiğimde olağandışı bir durumla karşılaşmıştım. Müfide Anne’nin yurtdışında yaşayan ‘milliyetçi’ çocukları bu buluşmayı engellemek için gerekli tüm tedbirleri almışlardı. O anları tarif edecek sözcüğüm yok. Bir süre bekledim orada, hiç değilse telefonla sesini duymak istedim Müfide Anne’nin. Mümkün olamadı.
Bu görüşme girişiminden yaklaşık bir yıl sonra Dersim’in bu kayıp çocuğu, ikamet mekanı bina yıkılacağı için çocukları tarafından oradan götürüldü. Bu apar topar gidişin ardından boşaltılmış ve kısmen sökülmüş binanın atık malzemeleri içinde, komşuları tarafından Müfide Anne’ye ait dört kıymetli şey bulundu: Eski çerçeveli bir fotoğrafı, ayakkabıları, çantası ve pasaportu. Bu öykünün anlamını bilenler için kıymetli dört hatıra…
Bunları, kendisi ve diğer Dersim’in kayıp kız çocuklarının öyküleriyle birlikte Dersim’de müze-kışlaya koymayı hayal etmiştim. Bu milliyetçi tarihin öteki yüzünü gösterebilelim diye. Ama ne mümkün! Bu vesileyle Dersim Müzesi’nde bu coğrafyanın yüzyıllık toplumsal tarihi yoksa diğer nesnelerin ve söylemlerin hiçbirinin anlamlı bir karşılığı olamayacağını da söylemek isterim.
Dersim’in kayıp kız çocuklarının öyküsü bu yüzyıllık tarihin anahtarı gibidir. Bu tarihi anlamak için önce bu kapı açılmalıdır.
Annemin şahsında Dersim’in tüm kayıp kızlarını sevgiyle, saygıyla, minnetle anıyorum.
2020.06.24
Dersim Bütün Kimlik Öğeleriyle Yeni Türkiye Cumhuriyeti Bünyesinde Bir Çıbandı!
Alman Kamu Televizyonu ARD’nin ttt (titel-tehesen-temeperamente) adlı programında, Tertele’yi (Dersim Soykırımı) konu eden 4 dakikalık bir dokümantasyon („Das vergessene Massaker – wie Kemal Atatürk Aleviten ermorden ließ“) gösterildi. Beklenildiği üzere bildik ırkçı reflekslerin devreye girmesi pek uzun sürmedi. Hem tanrıları Atatürk’e toz kondurmayan militarist Kemalist cephe ve „sol“ soslu yedek güçleri, hem de bu ara devlet yönetimini elinde bulunduran neo-hilafetçiler bir ağızdan „Devletimizin ve Cumhuriyetimizin bekası“nı savunmak için seferber oldular.
Öncelikle, Dersimliler, özellikle kendisini „sosyal demokrat“, ya da „sol“ diye tanımlayan bazı politik yapılanmaların çeperi içinde bulunanlar, „Dersim Olayları“nı soykırım olarak adlandırmadaki çekincelerinden vazgeçmeliler. Varsa böyle bir tartışma, bu Dersimlilerin dışında yürüyen bir tartışma olmalıdır. Dersimliler, Dersim’de soykırım olmadı savını (halen hukuken olmasa da) vicdanen suç saymalıdırlar. „Dersim meselesi“, „Dersim katliamı“, „Dersim olayı“, „Dersim’de vahşi suçlar“ vb. tanımlamalarla yetinmek, soykırım gerçeğini perdelemeye yaramaktadır. Olup bitenin adı jenosittir. Dersimliler kendi dillerinde bu jenoside TERTELE demişler. Yahudiler için HOLOCOUST neyi ifade ediyorsa, Dersimliler için de TERTELE onu ifade ediyor.
Ortalığa kusulan militarist devletçi, ırkçı-hilafetçi zehirin yan etkileri Dersimliler içinde, Dersim Soykırımını kim yaptı ve Dersimliler neden soykırıma uğradı sorularının tekrardan tartışılmaya başlanması şeklinde yansımış durumda. Tertele faili ırkçı-ulusalcı ve ırkçı-hilafetçi cephe ve yedek güçlerinin ulusal çıkarları uğruna gösterdikleri hassasiyeti, ne yazık ki, Dersimliler kendi davaları söz konusu olduğunda gösteremiyorlar. Dersimli aydınlar, siyasiler, sivil toplum kurumları, doğa aktivistleri ve inanç önderleri, Dersim ve Dersim toplumunun bekası için aralarındaki ayrılıkları ve tartışmaları ikinci plana iterek bir araya gelme olgunluğuna sahip değiller. Halbuki, özellikle içinden geçtiğimiz konjonktür, güçlerini ve imkanlarını birleştirip, Tertele kurbanlarının tarafı olarak davaya müdahil olmalarını, sahip çıkmalarını zorunlu kılmaktadır. Bu ihtiyacın bilincinden hareketle, biraz daha geniş yazmayı düşündüğüm bir makale için tutuğum birkaç notu, tartışmaya faydası olur umuduyla, kısaca aşağıya aktarıyorum.
Tertele’nin Faili Kim?
Herhangi bir kafa karışıklığına mahal vermeksizin, Tertele failinin Türkiye Cumhuriyeti devleti olduğunun altı çizilmelidir Soykırıma hukuki zemin yaratan bütün kararlar Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Bakanlar Kurulu gibi devlet kurumlarında alınmış, bu kararlar doğrultusunda gerekli hazırlıklar yapılmış ve devletin idari, kolluk ve askeri güçleri tarafından Tertele gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla, muhatap da Türkiye Cumhuriyet devletidir. Devletin tartışmasız lideri olarak Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, devlet yöneticilerinin istisnasız tümü Dersim Soykırımının failleridir. Dersim’de yeri göğü ateşe veren, felaketten kurtulanları da ölmediklerine bin pişman eden politika devlet politikasıydı. Soykırımın organizatörlerinin kimin olduğu, alınan kararların altındaki imzalarla tasdik edilmiştir. Ne Kemalistler, bugünkü neo-Osmanlıcıların sonradan Demokrat Parti içinde kümelenen atalarını zorla soykırıma mecbur etmişlerdir, ne de birileri Kemalist kadroların eline kullanmak istemedikleri bir kılıcı zorla tutuşturmuştur. Neo-Hilafetçilerin, halihazırda başında bir Dersimlinin bulunmasını da fırsat bilerek, günahı CHP’nin kapısına süpürmelerinin hiçbir inandırıcılığı ve ciddiye alınır tarafı yoktur. Hepsinin ceddi, fikir birliği içinde, Türk-İslam senteziyle yoğurmak istedikleri üniter Türk ulus-devlet kılıcını doyumsuz bir iştah ve zevkle Dersimlilerin boynuna indirmiştir. Anne rahminden çıkarılan masum-u paklar „modern“ ve „medeni“ Türkiye Cumhuriyeti adına süngülenmiştir. „Şeriatçılar Kemalist kadroların eline İslam kılıcını tutuşturdu“ tezi ile neo-hilafetçilerin „soykırımı Kemalistler gerçekleştirdi, bizim ceddimiz suçsuzdu“ söylemi bir madalyonun iki yüzüdür. ya da, Dersimlilerin boynuna inen kılıcın iki keskin sivri tarafıdır.
Kendilerine „anti-emperyalist“, „ilerici“ payesi biçilen Cumhuriyetin ırkçı Türk milliyetçisi liderlerinin soykırımla birlikte anılmasını kabule yanaşmama tutumu, „Beyaz Türkçülüğe“ öykünen ve resmi devlet ideolojisinin çarklarında zihinleri şekillenen Dersimliler içinde hatırı sayılır bir taraftara sahip. „Çağdaş Cumhuriyet“i ve soykırım kelimesini ilişki içinde telaffuz etmeye bir türlü gönülleri varmayan bu mantık sahiplerine göre, Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti aslında Doğu toplumlarının kurtuluş vizyonunu temsil ediyordu ve Dersimliye de özlem duyduğu yaşamı vaat ediyordu. Ne var ki, „Dersim’in aşiret reisleri, seyitleri, derebeyleri, Cumhuriyet’in izlediği laik ve anti feodal politikaya karşı çıkarken gerici“ydiler[1] „Osmanlı’nın haritasında bile unuttuğu bu güzel diyara, Cumhuriyet, devlet otoritesi teziyle gideceğine, insani bir demet gülle gitseydi, Dersimlinin ülkeye katkısı, tüm tasarıların üstünde olurdu.“[2] Neo-hilafetçiler, Kemalistlere karşı kullanır diye, Dersim Soykırımını uluslararası platformlara taşıma çabalarını eleştirip değersizleştirmeye çalışan Dersimli yazar-çizer ve politik figürlerin dile getirmek istedikleri aslında bu bakış açısına olan bağlılıklarıdır. Arkadaşlar halen modern Türkiye Cumhuriyetinin kendilerine sunmayı arzu ettikleri „bir demet gül“ü bekliyorlar. Ara sıra da Anıtkabir’e koşarak ya da ya da Cumhuriyetin kurucu liderlerine övgü dizerek bu beklentilerini görünür kılıyorlar. Kanımca, Dersim soykırımını, devlet kliklerinin iktidar dalaşındaki mevzilenişine kurban etmenin vebali epey ağırdır. Milletvekilliği, ya da CHP gibi partiler içinde siyasi kariyer hesabı yapan politikacı ve yazar-çizer Dersimliler tarihi bir sorumlulukları olduğunu bilerek daha hassas hareket etmeliler. Bazı Dersimli yazarların ve siyasi figürlerin Atatürk başta olmak üzere, Kemalist soykırım faillerinin avukatlığına soyunmaları Dersimliler için kabul edilmez trajik bir durumdur.
Türk devletinin, Türk ve Müslüman olmayan topluluklara karşı resmi ideolojisinde ve politikasında, kökleri Osmanlı imparatorluğuna uzanan bir süreklilikten kolaylıkla bahsedebiliriz. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde 300 bine yakın Süryani’nin, 353 bin Pontuslu Rum’un katledilmesi, Ermeni Soykırımı ve 1937-38 Dersim Tertelesi bahsini ettiğimiz süreklilik zincirinin birer halkaları olarak görülmelidir. Osmanlı devletinin ardılı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri, bu alandaki Osmanlı devlet politikasından ve pratiğinden köklü bir kopuşu hiçbir şekilde gerçekleştirmemiştir ve böyle bir kopuşu hiçbir zaman arzu etmemiştir. İttihat ve Terakkicilerin pantürkist ve panislamist fikir mirasına ise sıkıya sarılmışlardır. O dönemdeki klik çatışmalarından bağımsız olarak söylenebilir ki, Cumhuriyeti kuranların Anadolu halklarına hiçbir zaman gerçek bir etnik, ulusal, inançsal ve sosyal eşitlik vaadi olmamıştır. Özellikle Kürt hareketi çevrelerinin kurtuluş reçetesi olarak yeniden keşfettikleri 1921 Anayasası’ndaki sözde „Kürtlere muhtariyet“ iddiası da dahil, bu yönlü vaatleri, Cumhuriyetin pozitivist lider kadrolarının pragmatist politik manevraları olarak değerlendirmek daha doğru olur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunu, medeniyetin ve modernitenin Anadolu toprağına ayak basması olarak bize sunmaya çalışan çevrelerin, bunun tersini ispatlayacak tek bir kanıtı bile yoktur. Sözde bilim insanı sıfatıyla sundukları her gerekçe, baş vurdukları her „belge“ dönüp dolaşıp başlarına bela olmakta, „modern Türk ulusu“ ve „üniter bir devlet yaratma“ gayesi uğruna işledikleri insanlık suçlarının kanıtı haline gelmektedir.
Dersimliler neden soykırıma uğradı? Veya Dersimlilerin Cumhuriyet’le gerçekten mi bir sorunları yoktu?
Dersim bütün kimlik öğeleriyle yeni Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde „sökülüp atılması gereken bir çıbandı, ve kim ne derse desin, Tertele ile bu „çıban“ sökülüp atıldı. Tertele Dersim toplumsal yaşamında ve iç hukuksal düzeninde onarılması mümkün olmayan bir yıkım, bir dönüm noktasıdır. Tertele‘den sonra Dersim/Kırmanciye toplumu kendi adına konuşma ve karar verme yetisini ve durumunu yitirdi, kendisi için söz söyleme hakkı başkalarına geçti, ya da elinden alındı. Bununla da kalınmadı, Dersimlilerin ne olup olmadıklarına, etnik kimliklerini, memleketlerini, dillerini nasıl tanımlamaları gerektiğine de başkaları karar vermeye başladı. Resmi devlet ideolojisi onları ihtiyaca göre „öz be öz Türk“, „Türklükten dönme Zaza“, „Kürtleşmesi engellenmesi gereken dağ Türkleri“ vb. olarak gördü. Milliyetçi Kürt hareketi ve onun etkisindeki yazar, aydın çevreler, onları Kürt ulus kimliğinin ayrılmaz bir unsuru (bir süredir Kürt ulus kimliğinin bir alt kategorisi de deniyor), dillerini ise Kürtçe’nin bir lehçesi olarak tanımlıyor. Özellikle Kürt ulusal hareketinin yarattığı etkinin de baskısıyla, bu dünyada ulus olmadan ve milliyetçilik iksirini yudumlamadan adam olunmaz paniğine kapılan Zaza milliyetçileri ise, Dersim Kırmançlarını, inşa etmeye çabaladıkları Zaza ulusu projesi içinde görüyor. Kendilerini, nerdeyse gördükleri her canlıyı ve cismi ille de bir ulusa monte etme mecburiyetinde hisseden bu çevreler, üzerine ahkam kestikleri bu toplumun, en azından Tertele dönemine kadar, toplumsal, kültürel, etnik, hatta inançsal kimliğini KENDİ DİLİNDE nasıl tanımladığını ise hiç mi hiç dikkate almıyorlar. Ayrı ve daha kapsamlı bir tartışma konusu olduğu için fazla uzatmadan şunu not edebiliriz:
Tertele’den önce Dersim Kırmançları, etnik, kültürel kimliklerini ne Türk ne Kürt ne de Zaza ulus formasyonları içinde görmemişlerdir. Yaşlı kuşak Kırmançların aktarımları ve başka sözlü tarih çalışmaları bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Dersim Kırmançlarının „BİZ“ tanımlaması ve toplumsal bilinç hafızası Türkleri, Kürtleri ve Zazaları içermiyor. Dersim Kırmançları, her daim bu toplulukları kendilerinden ayrı görmüşlerdir. Zazalarla olabilecek muhtemel etnik köken ortaklığı ve dil birliğine rağmen bu böyledir. Bunun böyle olmasının, Dersim Kırmançlarının bu topluluklar hakkında olumlu, ya da olumsuz düşünüp düşünmediğiyle de bir alakası yoktur. Dersim/Kırmanç kimliği ne Türk ne Kürt ne de Zaza ulusal kimliklerinin ne bir parçası ne de bir alt kategorisi olarak görülebilir. Bunlardan bağımsız, uluslaşma süreci dışında kalmış ulus öncesi „etno-kültürel“[3] bir kimliktir. Ve „(…) aktüel kimlik tartışmalarında Dersim’e Kürt ya da Zaza kimliği belirlenmek istense de, hem 38 öncesi hem de sonrası süreçten 1980’li yılların ortalarına kadar Dersim kimliğinde asıl belirleyici unsur Alevilik/Kızılbaşlık olmuştur.“[4] Tertele öncesi, Dersimli Kırmançların etnik, kültürel, inançsal kimlikleri hakkında bir toplumsal hafıza bulanıklığına işaret eden ciddiye alınacak bir veri yok elimizde. Dersim Kırmançlarının kimliği tartışılırken esas referans noktası bu topluluğun kendi kimliğini KENDİ DİLİNDE nasıl tanımladığı ve bundan ne anladığı olmalıdır. Tertele bağlamındaki tartışma için de bu geçerlidir. Tartışmada, Tertele faili ideologların kurbanların etnik kimlikleri hakkındaki tespitlerine kulak asmak ve onları kurbanların kimliğini belirlemede şahit göstermek de pek aklıselim bir tutum değildir. Ayrıca, kimlik tartışması, soykırım kurbanı toplumların birbirlerine karşı kışkırtılmasının aracı haline getirilmemelidir. Etnik, ya da inançsal kimliği ne olursa olsun, hiçbir halk diğerinden ne daha fazla ne de daha az değerlidir. Kurbanların seçimi failler açısından tamamen bir hesap kitap işidir. Çizdikleri toplumsal mühendislik projelerinin önceliklerini kendileri belirler, kurbanlarının yakalarına sıra numaralarını da onlar takar. Süryani, Pontus, Kürt, Zaza, Dersimli, Alevi onlar için fark etmez. O topraklarda yaşayan ve ön gördükleri toplumsal projeye uymayan her topluluk o dönemde potansiyel olarak soykırımın hedefindeydi ve halen de öyledir. Hesap gereğidir yaptıkları.
Peki neden Dersim? 1920’li yılların başına kadar Dersim, diğer adıyla Kırmanciye toplumu esas itibarıyla, „devletleşmemiş Dersim toplumunun belirli örf, adet, gelenek, görenek ve töreler toplamı, sözlü toplumsal kurallar bütünü“[5] olan „Qanunê Kirmanciye“ (Kırmanciye Kanunu) ile idare edilir. Farklı toplumsal gruplar arasındaki anlaşmazlıklar, ilişkiler vb. bu „sözlü toplumsal kurallar bütünü“ne[6] dayalı doğal hukuk sistemi zemininde ele alınır, çözülür. O dönemlere kadar Dersimli doğal otorite sahipleriyle devlet arasındaki ilişki, devletle vatandaşları arasındaki ilişkiden çok, iki farklı toplumun temsilcileri ve idari mekanizmaları arasındaki ilişkiyi andırır. Bir tarafta hükümranlık tekelini elinde bulunduran merkezi devlet otoritesi, diğer tarafta doğal Kırmanciye Hukuk Sistemi’ni (Qanunê Kırmanciye) temsil eden yerel otorite. Osmanlı devlet otoritesinin Dersim’de bu bir nevi ikili siyasi iktidar durumunu kendi lehine bozma girişimleri her seferinde geri teperek sonuçsuz kalır. „Dersim’e sefer olur, zafer olmaz“ ile ifade edilmek istenen esasta bu tarihsel gerçekliktir. Başından beri bu durumun farkında olan Cumhuriyetçi ideologlar ve politikacılar, hangi düzeyde olursa olsun, yeni kurulan Cumhuriyet sınırları içinde merkezi devlet otoritesine bağlı olmayan bir siyasi otorite yapılanmasına sürdürülebilir bir durum olarak hiçbir şekilde tahammül etmeyeceklerini ve meselenin kökten halledilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Çünkü, Dersim Kırmançlarının toplumsal kimliği ve bu kimlik esaslarına göre oluşturdukları idari sistem ve yaşam tarzı Cumhuriyet’in öngördüğü pantürkist ve panislamist homojen toplum vizyonuna ve üniter devlet sistemi ideolojisine ve pratiğine aykırıydı. De facto özerk bir yaşam sürdüren Dersim/Kırmanç toplumu Cumhuriyetçiler için ciddi bir tehlike oluşturuyordu. Mustafa Kemal, TBMM’nin 1936 yılının ilk yasama döneminde yaptığı bir konuşmasında durumun aciliyetine dikkat çekmek için şöyle demektedir: „İç işlerimizden en önemli bir safha varsa, o da Dersim meselesidir. İçerde bulunan bu yarayı, bu korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi, her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmelidir.“ Bu direktif doğrultusunda, otorite tanımaz aykırı bir yerel idari düzenin sosyal tabanı olabilecek nüfus ve buna liderlik yapma potansiyeli olan şahıslar ve dinamikler bir an önce tasfiye edilmeliydi. Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da Dersim’deki siyasi durumu, diğer Alevilerin, Kürtlerin, Zazaların yaşadığı bölgelerden farklı kılan en önemli faktörlerin başında bu gerçeklik gelmektedir. O tarihsel kesitte Dersim’dekine benzer bir ikili otorite durumuna başka bölgelerde rastlamak pek mümkün değildi. Irkçı eğilimlerden muzdarip milliyetçi bir bakış açısıyla konuyu tartışan çevreler sorunun bu boyutunu nedense es geçiyorlar. Özellikle ulus inşasını ideolojik ve siyasal faaliyetlerinin merkezine koyan Kürt ve Zaza milliyetçilerinin, ulus öncesi bir toplumsal oluşum olan Dersimlilere uygulanan 37-38 Soykırımının sebebini, Dersimlilere hayali olarak bindirdikleri „Kürt“ veya „Zaza“ ulusal kimlikleriyle açıklamaya çalışmaktansa, neden diğer Aleviler, ya da Kürtler değil de Dersimli Kırmançlar soykırıma uğradı sorusunu bu açıdan bakarak cevaplamaya çalışmaları daha doğru olur.
Dersimlilerin Cumhuriyet’le gerçekten mi bir sorunları yoktu?
Tertele’ye yasal meşruluk kazandırmak için faillerin uydurduğu Dersimlilerin Cumhuriyete karşı isyan ettiği tezi başından beri bir yalandan ibaretti. Bunu dile getirmek ve tarihsel gerçeklere sadık kalarak sosyal bilimsel araştırma metotlarıyla veri toplamak hem kamuoyunu doğru bilgilendirmek hem de ileride uluslararası hukuk mercilerde gündeme gelebilecek bazı davaların başarılı olabilmesi için vazgeçilmez bir zorunluluktur. Ne var ki, özellikle, Kemalizm ve Cumhuriyet hayranlığına helal getirmek istemeyen bir kısım Dersimli yazar ve politikacının bu gerçeği, Cumhuriyeti kuranların Tertele’deki rolünü flulaştırmak için kullanmalarına da müsaade edilmemelidir. Evet, Dersim’de, ne devletin bahsettiği türden bir kalkışma, ne Kürt ve diğer sol çevrelerin tanımladığı türden bir „Dersim Kürtleri isyanı“, ne de Zaza hareketi liderlerinin görmek istedikleri türden bir „Dersim Zaza Ayaklanması“[7]ından bahsetmek olanaksız. Fakat, bu, Dersimli Kırmançların, Cumhuriyeti ve liderlerini kutsamak için selamlama kıtalarında sıraya girdikleri anlamına da gelmiyor. Kalplerindeki Kemalist devletçi kıvılcımı hep diri tutan ve her seçim döneminde biraz daha harlayan bazı torunlarının aksine, dedeleri, Cumhuriyetin kendilerine ne vadettiğini Tertele’nin arifesinde idrak etmişlerdi. Dersimli Kırmançlar, “Nişto ro qanunê Cumurati! Dariyo we qanunê Kırmanciye!“ (Cumhuriyet Kanunun Geldi! Kırmanciye Kanunu Kalktı!)[8] ya da „Vanê, Anqara de qerar gureto! No nê dowılo, nê sazo! Zalimu kaf u kokê Dêsimi veto! ((Diyorlar: Ankara’da karar vermişler! Bu ne davul ne sazdır! Zalimler Dersim’in soyunu kesmişler)[9] dizeleriyle Cumhuriyet’in kendilerine çıkardığı fermanın farkında olduklarını dile getiriyorlar. Dolayısıyla, toplum olarak kendilerine ve memleketleri Kırmanciye‘ye bir nevi „Endlösung“[10]dan başka bir seçenek sunmayan bir devlet sistemi ve kurucularıyla Dersimlilerin bir sorununun olmadığını iddia etmek, saflıktan da öte, faillerin ideolojisiyle uyum içinde olan bilinçli bir duruş göstergesidir. Sözlü tarih çalışmaları ve gün yüzüne çıkan belgelerden Dersimli aşiret ve ocak ileri gelenlerinin büyük çoğunluğunun bu gerçeğin farkında olduğunu öğreniyoruz. Dersimli Kırmanç toplumu ileri gelenleri, edindikleri tarihsel tecrübelerine de dayanarak, Yeni Türkiye Cumhuriyeti devletine başından beri tedricen yaklaşmışlardır. Dersim/Kırmanç toplumu ve ileri gelenleri bu tedirginliğini „Bela Estomol u Anqara ra wusto ra amo çêverê ma“ (Bela İstanbul’dan gelip kapımıza dayanmış) sözleriyle dile getirmiş. Yeni oluşan siyasi durumu daha gerçekçi değerlendirme yetisine sahip olan Dersimliler, güçler dengesinin kendi aleyhlerine döndüğünün farkına varmış ve devlet otoritesi ile istişare yürüterek bir anlaşmaya varma yolunu aramışlardır. Yeni Cumhuriyet‘in liderlerinden etnik ve inançsal kimliklerine dayalı yaşam biçimlerine saygı gösterilmesini, yani kendileri olarak yaşamanın teminatını talep etmişlerdir. Ne var ki, Cumhuriyetçi devlet liderleri, kendilerine „Gerekçeleri önceden hazırlanmış, hazırlıkları yıllar öncesinden yapılmış, tanklarla, toplarla, zehirli gazlarla hareket eden her şeye vur emrinin verildiği büyük bir katliam“[11]a karşı toplumsal yaşam haklarını ve memleketlerini savunmaktan başka bir seçenek bırakmamıştır. Böyle yapmakla Dersimliler, hükümranlık sınırları içinde yaşayan ve azınlık durumunda olan her topluluğa dilini konuşmayı, inancını yaşamayı, etnik kimliğine sahip çıkmayı, dağını, taşını, suyunu, börtüsünü, böceğini, toprağını bildiği isimle tanımlamayı, doğan çocuğuna kendi dilinde isim vermeyi homojen bir toplum yaratma adına yasaklayan, bu gibi insani taleplere soykırımla cevap veren bir devlete karşı en doğal insan hakkı olan yaşam haklarını kullanmışlardır. Köklerini kazımak isteyen böyle bir Cumhuriyet’le Dersimlilerin nasıl sorunu olmamıştır? Böyle bir yönetim biçimi nasıl „modern“, „medeni“, hatta „ilerici“ olabiliyor? Anlayan varsa beri gelsin.
[1] Vecihi Timuroğlu, Dersim Tarihi, s. 7, Yurt Kitap-Yayın, 1991.
[2] age. S. 9
[3] Mehmet Yıldız, Dersim’in Etno-Kültürel Kimliği ve 1937-1938 Tertelesi, s. 95, Chiviyazıları Yayınları, 2014.
[4] İmran Gürtaş, Dersim Alevilerinde Kimlik İnşası ve Travma, Kızılbaşlık Alevilik Bektaşilik, Tarih-Kimlik-İnanç-Ritüel, s. 316, Derleyenler: Yalçın Çakmak-İmran Gürtaş, İletişim, 2015.
[5] Dr. Daimi Cengiz, Kırmanç ve Dersim Tanımları Üzerine, Dersim Üç Dağ İçinde, s. 92, Derleyen: Serhat Halis, NotaBene Yayınları, 2019.
[6] age.
[7] Bkz., Ebubekir Pamukçu, Dersim Zaza Ayaklanmasının Tarihsel Kökenleri, Yön Yayıncılık, 1992
[8] Dr. Daimi Cengiz, age., s. 92
[9] Weliyê Wuşenê İmami, derleyen Dr. Daimi Cengiz, Haydar Beltan’ın „Ve Suyu Ateşe Verdiller“ romanı Üzerine.
[10] Endlösung: Yahudileri nihayi olarak yok etmek üzerine kurulu olan Nazi planı, Nihayi çözüm.
[11] R. T. Erdoğan, AKP Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı, 23.11.2011, milliyet.com.tr.
Davut Hocam sen, ‘Dersim Soykırımı ve sürgünler‘ meselesine ilişkin, yaşanan bu sürece dair, bizlere neler aktarırsın?
Fikrini almak isteriz.isteriz[i].
‘37-38 Dersim Katliamını ele almak şüphesiz ki önemlidir. Ancak katliam öncesi ve sonrasını da bilmemiz gerekir.
Dersim özelikle 1. Dünya Savaşı’nda, Osmanlı-Rus Savaşı’nda çok önemli bir konuma gelir. Bir taraftan Ruslar, diğer taraftan Osmanlı Devleti, yani İttihat Terakki Hükümeti Dersim’i kazanmak için çok yoğun bir çalışma içine giriyor. Rus ordusu erzak tedarikini Dersim üzerinden sağlamaktadır.
Diğer taraftan güvendiği kesimlere silah yardımı yapmıştır. Osmanlı devleti de aynı şekilde Dersimi kazanmak için çok çaba göstermiştir. Maddi destek yanında, dini kimliği de kullanarak kazanmaya çalışmış, bu dönemde çok önemli subaylarını Dersim’e göndererek iç istihbaratı ve mukavemeti örgütlemeye çalışmıştır. M. Kemal de bu dönemde 9. Ordu komutanı olarak Dersim’e gelmiş, Peri Suyu kenarında karargah kurmuştur.
Dersimliler bu dönemde hem Ruslardan hem de Osmanlı’dan silah ve maddi imkanlar almış, ancak tarafsız kalmıştır.
Rusya’da Ekim Devrimi ile SSCB Osmanlı Devleti ile Erzincan Mütarekesini imzalayarak ‘Sovyet orduları, işgal edilen bütün bölgelerden çekilecek, ancak bu bölgeler, halkın temsilcilerine teslim edilecek’. Bu mütarekeden sonra Kasım 1917’de Erzincan’da “Batı ve Doğu Dersim, Erzincan ve Bayburt” temsilcilerinden “Şura Hükümeti” kurulmuş ve yönetim bu hükümete devredilmiştir. (Bu konuda daha önce yazdığım ‘Unutulan Tarih, 1917-21 Erzincan Şuura Hükümeti’ makaleme bakabilirler.)
Bu dönemde Ruslardan alınan silah ve askeri malzemeler benim çocukluğum döneminde hala kullanılıyordu.
Diğer taraftan Osmanlı Devleti de ciddi bir örgütlenmeye gitmişti ve devletin bu örgütlenmesi kalıcılaştırıldı. Daha sonraki yıllarda Dersim’de karışıklık yaratanların, çevre illere baskınlar yapan veya içerdeki çatışmalara katılanların ‘37-38 katliamlarında rol aldıklarını, yol, karakol, yapımında kolbaşı olarak çalıştıklarını görürüz. Ayrıca dikkate şayandır, devlet Dersimliler çevre illere saldırdılar der, ama bunlar hakkında hiçbir tutuklama, yargılama, mahkeme yapmaz.
Gerek Dersimliler, gerek Ermeniler, gerek Kürtler arasında sosyalist tartışmalar o zamanda da vardı. Ermeniler arasından Hıncak ve Taşnak partileri Menşevik iken Rusya’daki Ermeniler Bolşevik’ti.
Bolşevik-Menşevik savaşı başlayınca, SSCB Erzincan Mütarekesi’ni ve Şura Hükümeti’ni unutarak Kemalistlerle birlikte Menşevik Ermenileri “saf dışı” ettiler. Dersimliler ise kendi kabuğuna, bölgelerine çekildiler.
Ancak Kemalist devlet Dersim’deki yumuşak gücünü iyice tahkim etti. İşbirlikçileri ile birlikte iç çatışmaları kargaşaları kışkırttılar. Kemalistler başından beri Dersim’i işgal ve tenkil etme konusunda kararlı idi. Raporlar bunun kanıtıdır.
Dersim katliamının yapıldığı yıllarda ki dünya ve bölge koşullarını değerlendirmemiz gerekir. Kemalistler, İngiltere, Fransa ve ABD desteği ile Pakistan, İran, Irak ve Türkiye arasında ortak askeri bir pakt kuruldu. 2. Dünya Savaşı’nın başlangıç yılları idi. Kemalist hükümet, “Dersim Tenkil” hareketi için 600 bin liraya ihtiyaç duyuyordu. Bu para hazineden 1934’de ödemeyince Trakya’daki Yahudi Tehcirine başladı. Para ödemeyen Yahudilerin mallarına el kondu. 1935’de Dersim Kanunu ile birlikte Elâzığ’a özel yetkili Vali olarak atanan A. Alpdoğan’a ancak 300 bin TL verebildi. 1937’de ise general Kazım Orbay’a 300 bin Lira ödenek vererek Erzincan’a gönderdi. Ve katliam, talan, yağman, ganimet başladı.
Dersim Harekatı’nda devlet yetkililerinin Dersim’den 8 milyon lira ganimet aldıkları söylenmektedir. Elazığ’da, Alpdoğan, Ankara’da Orbay, Dersim’de yağmalanan, hayvan, tahıl, bal, yiyecek, zihniyet eşyaları ve insanlar, özelikle kızlar, taşınabilmesi için tren ve kamyonlara özel yetki belgeleri verirdi ve ganimetten pay aldırdı.
Dikkatinizi bir noktaya çekmek istiyorum. Türk Devleti ne zaman sıkıntılı bir döneme girmişse katliamlar ve yağmacılık yapmıştır. Rum, Ermeni, Pontus, Süryani, Kürt katliamları böylesi dönemlerde yapılmıştır. Dersim Katliamından sonra da sürgünler dönemi başlamıştır ve hala da devam etmektedir. Asimilasyon, jenosit politikası yumuşak güçlerce sürdürülmüştür, sürdürülmektedir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, faşizmin yenilgisi ile sosyalizmin dünya çapında yükselişi, Kore ve Vietnam Savaşı döneminde emperyalist ülkelerde yükselen 68 dalgası, Türkiye ve Kürdistan’da da yankısını buldu. İşte biz bu dalganın etkisi ile ve kendi kültürel kimliğimizle bu gelişmenin içinde yerimizi aldık ve mücadeleyi hala sürdürmekteyiz.
Bugün, T.C.’nin Avrupa’da aradığı değerleri, demokrasiyi, yaptığı bu katliamlarla yok etti. Çözüm yine başa dönmek ve kendi değerlerimiz üzerinden yeni inşa hareketine başlamaktır.
Çözüm Dersim’in sahip olduğu kültürel miras üzerinden mümkündür. Dersim çok dili, kültürü, etnik ve dini kimliği bir arada tutan, hoşgörü ve saygının olduğu bir coğrafyadır. Yani aklın yoludur.
Avrupa’da ki Reform-Rönesans hareketinin felsefi altyapısı, sahip olduğumuz kültürel alt yapıdadır. Bu devlet, halkı bölüp düşmanlaştırarak varlığını sürdürmektedir. Uzun konu bunu geçelim.
Sahip olduğumuz değerleri ancak farklı kültürleri tanıyınca, kıyaslama yöntemi ile daha iyi anlarız. Bugün dünyanın dört bir yanına dağılmış Dersimlilerin sevdası da bu yüzdendir. 1920’lerde başlayarak 1984’de kadar SSCB yayın yapan Dersim Kültür Sanat Dergisi Dersim’den göç edenlerin çabasıdır. Bende de bir nüshası var ancak Kiril harfleri ile yazıldığı için takip etme şansımız olmadı. Bütün batı dillerinde çıkan “GEO” adlı bir dergide şu satırları okumuştum: “Ant ve Ural sıradağları hariç dünyanın bütün sıradağları doğu-batı eksenlidir. Bu dağlar beşparmağın bir kolda birleşmesi gibi Dersim bölgesinde birleşip ayrışıyorlar.” Bu tespit Dersim coğrafyası, kültürü ve insani arasındaki ahenk konusunu da düşündürmektedir.
Bir başka örnek: 2012 ya da 2013 yılı olabilir. Norveç bilim adamları heyetinde yer alan bazı yurtseverler, Antarktika kıtasında Kürdistan şehitleri anısına bir anıt dikip bayrak astılar. T.C., bütün girişimleri boşa çıkınca kendileri bir buz kırma gemisi yaparak Antarktika’ya gittiler; ancak Norveç Hükümeti gemiyi kendi teritoryasına sokmayınca, gemidekiler denizaltı dalışları vs. belgeseller yaptılar. Bu günlerde de ‘dünyada ilk buz altı araştırması yapan kadın‘ diyerek TV’lerde göstermektedirler. Bugün dünyanın birçok ülkesine dağılmış, sürgün edilmiş, ya da iltica etmiş binlerce Dersimli’yi örnek göstermek mümkündür. Arjantin’deki ya da ABD’deki Dersim gettosundan bahs edebiliriz. Dünyanın en kuzeyindeki kafeteryayı, ya da güney kutbuna lama ticareti yapan, Güney Afrika’nın en güney ucundaki madenleri çalıştıran Dersimlilerden bahsetmek gerekir.
Çözümsüzlük bizden kaynaklanmadığı için çözümü de elimizde değil. Çözüm bize musallat olan iletin ıslahı, değişimi, o da mümkün değilse iflasıdır.
[i] Davut Kurun ile yapılan söyleşinin özetirdir.
DERSİM 37/38 SOYKIRIMINI UNUTMA, UNUTTURMA!
TERTELE ‘38 XOVİRA MEKE!
15-16 Kasım 1937’de idam edilen Dersimin ileri gelenlerini unutmadık!
Dersim Soykırımı planları eskiye dayanır. Çakmak, İnönü, Bardakçı, Öngören raporlarında dile getirilir.
14 Haziran 1934 de Türkiye’yi etnisite esasına göre 3 bölgeye ayıran 2510 sayılı iskan kanunu ile Dersim yasak bölge ilan edilir.
25 Aralık 1935’te “Tunç Eli” kanunu kabul edildiğinde bölgenin resmi adı hala Dersim idi.
Soykırımın bütün alt yapısı hazırdı. İstiklal mahkemeleri kurulmuş, Abdullah Aldoğan olağanüstü yetkiler ile donatılarak bölge valisi olarak atanmıştı. 1936’da halkın elindeki silahlar toplatılmıştı. Karakol, kışla, cami ve yol yapımına başlanmıştı. Basın soykırımın psikolojik zeminini hazırlayan yayınlara başlamıştı bile. Önceden bütün ayrıntıları ile planlanan soykırım ‘37 baharında start alıyordu.
Soykırımdı, çünkü 1948 Birleşmiş Milletler Soykırım suçunun engellenmesi ve cezalandırılması Sözleşmesinin 2. Maddesinde belirlendiği gibi; soykırım, Etnik/ulusal veya bir dini/inanç grubunun bütününü veya bir bölümünün yok edilmesi politikalarının her biri belirlemesi ile birebir örtüşüyor.
Bu tanımlamaya göre:
- Grubun üyelerinin öldürülmesi
- Grubun üyelerine ciddi bedensel ya da ruhsal zarar verilmesi
- Grubun koşullarının, yaşam alanlarının yok edilmesi.
- Grubun çoğalmasını engelleyecek yöntemlerin uygulanması
- Grubun çocuklarının zorla alınıp diğer gruplara verilmesi.
4 Mayıs 37 de alınan karar ile Dersim soykırımı başlatıldı. On binlerce Dersimli çocuk, yaşlı, kadın ayırımına tabi tutulmadan kitlesel olarak katledildiler. Dersimliler ölülerini gömme fırsatına dahi sahip olamadılar. Soykırımdan kurtulanlar önceden belirlendiği şekliyle yurdun her tarafına serpiştirilerek dillerinden, inançlarından, kültürel değerlerinden ve köklerinden arındırılarak Türkleştirilmek, Müslümanlaştırılmak istendi. Köyleri, ekinleri yakıldı. Yaşam alanları askeri yasak bölge ilan edildi. Kız çocukları zor ile alınarak subay ve zengin eşrafa verildi.
Dersim ileri gelenleri istiklal mahkemelerinde yargılanarak ağır cezalara çarptırıldı. 15-16 Kasım 1937 tarihinde Elazığ Buğday Meydanı’nda hukuksuz bir şekilde Dersimin ileri gelenlerinden Seyid Rıza, Uşêne Seydi, Fındıq Ağa, Hesen Ağa, Resık Usen, Ali Ağa, Hesenê İvraimê Qizi idam edildiler. Ve mezar yerleri hala bilinmemektedir!
Bundan dolayıdır biz Dersimleler diyoruz ki Seyid Rıza, Uşêne Seydi, Fındıq Ağa, Hesen Ağa, Resık Usen, Ali Ağa, Hesenê İvraimê Qizi ve katledilen on binlerce Dersimli kadın, çocuk adına iki elimiz yakanızdadır!
Seyid Rıza ve Dersim ileri gelenlerinin anısına „KOMÜNAR BELLEK“ olarak 19 Kasım 2019 Salı günü, saat 18.00 de Dersim yazarlarından
Betül Fatima Günday (Adın Perihan Olsun kitabının yazarı)
Davut Kurun (Araştırmacı-Yazar- 68 kuşağı devrimci önderlerinden)
Haydar Beltan (Ve Suyu Ateşe Verdiler kitabının yazarı)
Kazım Gündoğan (Dersimin Kayıp Kızları kitabının yazarı) ile birlikte bir Tele-konferans düzenledik.
19 Kasım 2019 tarihinde Komünar Bellek adına düzlemiş olduğumuz bu konferans oldukça uzun bir dokümantasyon oluşturmaktadır. Biz bunun özet halini okuyucuyla paylaşmak istiyoruz.
İlyas Yer
BETÜL FATIMA GÜNDAY:
Beni bu programa katıp, bu kıymetli insanlarla buluşturduğunuz için çok teşekkür ederim.
Soykırımı sosyolojik ve psikolojik olarak ele almak istiyorum. Diğer konuşmacılar meselenin diğer yanlarını daha detaylı ve ayrıntılı ve net anlatacaklardır. Sözlerime başlarken Seyid Rıza ve arkadaşlarının Dersim 38’de katledilen tüm insanlarımızın ve ailemin önünde saygı ile eğiliyorum. Öncelikle bu çok önemli çünkü. Bizim bir meselemiz var! Elbette ki onların hak savunuculuğunu yapmak bizim boynumuzun borcu olmalı diye düşünüyorum.
Bizler büyük bir trajediye, soykırıma maruz kalarak travma ve büyük şok yaşayan bir halkın travmasının tam ortasına doğmuş bir nesiliz aslında. Bilimsel olarak Travma “gerçek bir ölüm veya ölüm tehdidinin bulunduğu ağır yaralanmanın fiziksel veya yaşamsal bütünlüğe yönelik bir tehdidin ortaya çıktığı ve kişinin kendisinin yaşadığı, şahit olduğu veya sevdiği bir kişinin başına geldiğini öğrendiği olağan dışı olaylar” olarak tanımlanmaktadır. Travmatik olayı olağan dışı kılan yalnızca beklenmedik olması değil, aynı zamanda yaşam olaylarında uyumu sağlayan baş etme yollarını felce uğratmasıdır. Travmatik bir olayla karşı karşıya kalmanın kişiyi travma öncesi durumdan daha güçlü hale getirmesi de mümkündür. Bu da travma sonrası büyüme olarak tanımlanmaktadır.
Travma sonrası büyümeyi Richard G. Tedeschi ve Lawrence G. Calhoun tarafından “Yüksek derecede zorlayıcı yaşam olayları ile mücadele sonrası oluşan olumlu değişiklikler“ şeklinde tanımlamaktadırlar. Buradan Dersim’in travma yaşamış halkına ve travmanın içine doğmuş bizlere gediğimizde Dersimlilerin yaşadıkları bu büyük trajedi sonrası travmanın, büyük şokun etkilerini önceleri susarak alt etmeye çalışmış olduklarını görürüz.
Uzun bir süre susmuşlar.
Annemin anlattığı bir anekdotta evine misafir olan savcının, “ 38’i hatırlıyor musunuz?“ sorusuna, verdiği yanıt çok sert oluyor:
„Siz kanun adamısınız bu olayı deşeceğinize üstüne bir kürek toprak da siz atın.”
Buradan da anlaşılıyor ki bizimkiler şimdilik susmayı tercih etmişler, soykırımın konuşulması pek de hoşlarına gitmiyor aslında. Çünkü yaşadıkları şoku henüz üzerlerinden atmış değiller. Yüzleşmeye hazır değiller aslında. Onlar için „yüksek derecede zorlayıcı yaşam koşulları“ devam ediyor çünkü.
Soykırımın asıl nedeni, ta Yavuz dan beri Osmanlının coğrafyasıyla ve insanıyla baş edemediği, etnik kimliği Alevi olan bir halkı yok etme istemidir. Burada birçok bahanenin yansıra en önemli nedenin Dersim’in baş eğmemezliğidir.
Sunulan tüm raporlar da Dersim‘in kimliği Kürt olarak ele alınmıştır. Hal bu ki yaşam tarzı, dini inançları, ritüelleri, kültürleri tamamen orta yerdeyken Alevi kimliği değil Kürt kimliği ön plana çıkarılmıştır. Dersimlilerin konuştuğu dil de otoriteyi rahatsız etmektedir. Dersimin daha fazla güçlenmesi de istenmiştir.
1926 yılında mülkiye müfettişi Hamdi Bey raporunda şöyle der:
“Dersim gittikçe Kürtleşiyor, tehlike büyüyor, Dersim Cumhuriyet için bir çıbandır, bu çıban üzerinde kesin bir ameliyat yaparak acı sonuç ihtimali önlenmelidir”.
Başvekil İsmet Paşa 31 Ağustos 1930 tarihli Milliyete der ki, “Bu ülkede sadece Türk Ulusu ırksal haklar talep Etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” Demek oluyor ki Dersim‘in böyle bir hak talep etmesinden korkup önü alınmıştır. Devletin Dersim ıslahı ile ilgili çalışmalara 1925’lerde başlamış 37-38 de son noktayı koymuştur.
Genç Cumhuriyeti yönetenler Dersim‘in etnik kökeninden, gücünden , dilinden, kültüründen, talep edeceklerinden, kolay kolay yönetilmeyeceklerinden korkarak acımasızca ve içerden Dersimlilerden eskilerin söylemiyle söylüyorum „keklik soyu“ dediklerinden ve aşiretlerin birbiriyle olan çatışmalarından destek alarak topyekün bir soykırım yapmışlardır.
Anneme sorduklarında biz ikinci Kerbela’yı yaşadık derdi annem. Bu soykırım Dersim‘in gücünü elinde tutan ağalara ve onların yakınlarına Dersim‘in inancını dilden dile anlatarak cem törenleri ile kutsayarak yapan dedelere; Pirlere, köylülere, kadın- erkek, genç- yaşlı, çocuk ayırt etmeden uygulanmıştır. Ben geçen sene bir yaşlı akrabamızla görüştüğümde bilmiyorduk anneannemin nasıl öldürüldüğünü. Bana anneannemin nasıl öldürüldüğünü askerler tarafından anlatılmış şekliyle aktarayım.
Annem Nare Xatun Cemşi Ağa’nın eşi ve Diyap Ağa’nın kızıdır. Askerler önden ve arkadan anneannemi süngülerken o hep ayakta kalmaya çalışmıştır. Önden süngülediklerinde anneannem geriye, arkadan süngülediklerinde ise öne doğru sendeliyor. Bu süngüleme defalarca devam ediyor, yani anneannem yere yıkılmamak için elinden gelen gücü sarf ediyor ve yaralı olarak bırakıyorlar kendisini. Bu çok acı bir durum benim için. Yani bunu dinlemek dahi çok acı verdi bana, ürkütücüydü. Anneannemin bu dik duruşu çok önemliydi. Bir Dersim kadınının, bir Dersimli olarak baş eğmeme duruşu söz konusu aslında.
Askerler bunu hayretler içerisinde anlatmışlar gittikleri yerlerde. Bu olay tabii bizim travmalarımızın en büyüklerinden biri. Öldürülme şekli kolay kolay içinden çıkılması zor bir durum. Bu nedenle Dersim bizim çıkmaz sokağımız aslında, yani bu çıkmaz sokakta ilerlerken gelip, gelip tosluyoruz, tosladığımız yer çok sert. Bu travmadan kurtulmanın birtakım yolları var elbet. Ama bu ne zaman, nasıl, hangi koşullarda gerçekleşir, bunu el birliği ile yapacağız tabi. Bunu sizlerin, herkesin, bütün Dersimlerin katkılarıyla yapacağız. Benim soykırımla ilgili söylemek istediğim bunlar. Ben, bu travmayı yaşamış halkın nelerle yoğrulmuş olabileceğini düşünerek hareket ettim. Ailemin, her iki ailemin de yaşadığı soykırım çok büyük. Ben her iki aşiretin de kızıyım hem Karaballı Aşireti, hem de Ferhatuşağı Aşireti’nin. Bir tarafta Mehmet Ali Ağa, bir tarafta Cemşi Ağa. İşte büyük iki aşiret, bunların ikisi de ciddi soykırıma uğruyor. Dersim İsyanı denilen şey, yani isyan varsa bu insanlar güçlerini niye kullanmadılar? Yani aşiretler güçlerini niye kullanamadılar? Neden dedelerim, iki dedem de evlerinden alınarak öyle rahat rahat alındılar? Bu insanların en az iki bin kişi adamları yok muydu? Eğer isyansa tabi, bu hani “Dersim İsyanı” deniliyor ya! Oysa isyan olmadığı apaçık ortada. İnsan memleketinde İsyan varsa rahat rahat çadır kura biliri mi? Çadırında rahat oturabilir mi? Dedelerim çadır kurmuşlar, sanki güzel ve rahat bir ortamdalarmış gibi! Birkaç asker gelip onları evinden alıp götürüp öldürüyor, bu o kadar kolay mı? Demek ki hazırlıksız yakalanmışlar. İsyan olsaydı bu kadar hazırlıksız mı olurlardı?
Burada sıkıntı şu:
Bu soykırımın bu kadar büyük ölçekte gerçekleşmesinin asıl nedenlerinden birinin aşiretler arası kopuk olduğunu, bu kopukluktan kaynaklandığını düşünüyorum.
Devlete güvenme. İşte benim Cemşi Ağa tarafım ile Mehmet Ali Ağa arasında şöyle bir konuşma geçiyor:
Mehmet Ali Ağa diyor ki “Hazırlık yapalım, bunlar bizi öldürecekler, kıracaklar”. Cemşi Ağa da diyor ki, “Yok, onlar yapsa yapsa bizi sürgün ederler”. Yani sürgünü aslında kabul ediyorlar bir yerde, ama ikisinin kaderi de birkaç askerin elinde. Aynı yerde Çirik Deresi’nde, Kurkurik‘in Çirik Deresi’nde önce Cemşi Ağa’yı, daha sonra da Mehmet Aliağa’yı öldürüyorlar. Yani burada ben Dersim‘in biraz zaaf içinde olduğunu düşünüyorum. Aşiretler arası sıkıntıdan kaynaklı zafiyet olarak görüyorum. Elbette İçerde satın alınan kişiler, özellikle Seyit Rıza’dan bahsedersek Rayber’in yaptıkları bu konuda çok ciddi şeyler, öncesinde de var Rayberi‘n yaptıklarının. Çünkü aşiretlerin herhangi bir adamı bir şey yaptığında bu aşiretin liderine mal ediliyordu. Rayberin yaptığı da yenilir yutulur şeyler değildi. Rayber ne yaptı? Gitti Şavak Aşireti’nin kadınlarının, annemin anlatımı ile aktarıyorum size bütün bunları, boyunlarındaki altınları koparıp aldı, koyunlarını aldı, Sünni köylerine Elkağın‘a, Ulukale‘ye gidip onların sürülerine el koydu. Şimdi bunlar ne oldu? Hepsi Seyit Rıza’nın hanesine yazıldı ve sonra ne oldu? İşte kendini kurtarmaya kalktı, ama sonuç feci oldu tabii ki, ama en büyük zararı Dersim ve Seyit Rıza gördü.
Seyit Rıza’nın idamı kabul edilebilir bir şey değildir. Annem Seyit Rıza ile ilgili şöyle derdi:
Çadıra gelmiş, Diyap Ağa ile falan bir toplantı var, onu tanımlarken anlatırken küçük yaşta görmüş hz. Ali’yi gördüğünüz o resim var ya derdi Annem, Seyit Rıza tıpkı ona benzer derdi. Çocukluğunda da öyle bir figür görmüş annem ve onun tek suçunun aslında oğlunu öldürdüklerinde Sin Köyü’ne yaptığı baskın ve orada yaptığı ev olarak nitelendirirdi annem. Seyit Rıza‘nın suçsuz olduğunu anlatırdı. Seyit Rızan‘ın aşiretler üstü bir şahsiyet olduğunu söylerdi. Bu da bir gerçek tabii ki yani burada mesela Seyit Rızan‘ın kandırılması ile ilgili devlet arşivlerinden okuyacağım size. Artık kış bastırmak üzeredir. Ordu harekatı sürdüremeyecektir, ancak Dersimliler de zor durumdadır. Yalnız ordu da harekatı sürdüremeyecek deniliyor burada. Çarpışmalar bahara kadar durmuş vaziyettedir. Baytar Nuri bu durumu şöyle özetlemektedir:
Bu mıntıkalarda Türkler için kış mevsiminde harp etmek imkansızdı. Bu sebeple çarpışmalara ara vermek zarureti vardı. Sükunet mevsiminde hile yoluyla çalışmanın maslahata daha ziyade uygun olduğunu takdir eden ordu kumandanı Munzur Dağları’nda mevzi almış Seyit Rıza’ya Erzincan valisi vasıtasıyla haber göndererek Dersimlilerin isteklerinin kabul edileceğini, şimdiden bütün orduya ateşkes emri verilmiş olduğunu, esasen Dersim’in münferit bazı aşiretleri müstesna diğer aşiretler üzerine henüz askeri hareket yapılmadığını, yapılmasına da lüzum görülmediğini ve vaki zararları tazmine hükümetin hazır olduğunu bildirerek Seyit Rıza’yı Erzincan merkezine getirmeye muvaffak olmuş ve maiyetiyle birlikte tevkif ettirmişti. İşte yani Seyit kandırılmıştı aslında Devlet tarafından, çünkü ele geçirilemeyecekti. Bu nedenle de Seyit Rıza böyle bir tuzağa düşürüldü.
Bizler için Tabii ki çok vahim ve ciddi bir olay, mezar yerleri yok, söylenmiyor, akıbetleri ve mezar akıbetleri ve yerlerinin nerde olduğu da belli değil.
Sürgünler Bölümü:
Keki Ağa askeri teslim alıyor, atın üzerinde böyle uzun uzun, hatta at hızlı koşarken sakalı ikiye ayrılır. Keki ağa son derecede ihtişamlı bir adam. Askeri aslında teslim alıyor. Teslim alırken askerin silahı Keki Ağa‘ya dönük oluyor. Tabi Keki Ağa fark edemiyor ve asker çekip vuruyor. Vurduktan sonra da diyorlar ki asker gidiyor, saçından sakalından ötürü diyor ki ben bir papaz vurdum, ben bir papaz vurdum. Ölüm şekli böyle oluyor aslında. Annem 9 yaşında annesi, babası katlediliyor aynı gün. Abisi, ablaları, herkes tek başına çadırda otururken akşam üstü köy muhtarı Memiş tarafından, işte daha doğrusu Hozat‘tan arıyorlar ve Cemşi Ağa’nın kimi kaldı diye soruyorlar. Ve deniliyor ki muhtara soruyor, muhtar da diyor ki bir tane kızı kaldı. Muhtar geliyor bir atla anneme diyor ki, Ane diyor, Annemin adı ANE. Ane diyor, seni baban istiyor. Hozat’a götüreceğim seni diyor ve annemi alıyor ata bindiriyor, Hozat‘ta akşamın karanlığında götürüyor ve o sırada giderken Hozat‘ın içine giriyorlar artık hava kararmış, loş aydınlanma fenerler falan var. Kadının biri diyor ki Memiş o kızı nereye götürüyorsun; diyor, götürme bana ver diyor. Tabii ki çok ısrar ediyor kadın adama. Memiş diyor ki anam, anam beni rahat bırak yüzbaşı istemiş, götürüp vereceğim, diyor. Ve götürüp yüzlerce askerin içine bırakıyor. Önce bir astsubaya teslim ediyor. Bırakırken annem diyor ki Memiş gitme! Hiç takmıyor Memiş, annemi onlarca, yüzlerce askerin içine, o 9 yaşındaki kız çocuğunu bırakıyor ve çekip gidiyor. Annemin sürgün macerası da burada başlıyor. Annemin yetişme şekli cesareti, kendine güveni, annemin babasını savunması yüzünden öldürülmeye götürüyor aslında orada. Paşa’nın yaveri annemi tembihliyor. Kızım eğer sena babana, annene gitmek ister misin diye sorarsa hayır istemiyorum de, diyor. Tabi o böyle saatlerce ifadesi alınıyor o 9 yaşındaki çocuğun. Daha sonra ifadesini almaya, ama saatlerce sonra, bir çadıra götürüyorlar. Orda da bir paşa adını soruyor. Adını söylüyor efendim. Türkçe biliyor diyor işte annem. Türkçe kendini ifade ediyor. Hadi ya şu Cemşi Ağa’nın kızı diyor, şu Seyit Rıza’ya portakal sandıkları içerisinde silah gönderen Cemşi Ağa‘nın kızısın öyle mi!, diyor. Annem itiraz ediyor, diyor ki hayır diyor, benim babam müteahhit, Seyit Rıza Abasan‘lı benim babam Ferhat Uşağı Aşireti’nden diyor. Neden silah göndersin! deyince, paşa yerinden kalkıyor annemin saçını şurasında tutarak çekiyor, hala babanı mı savunuyorsun diyor. Annem de Tabii dayanamayarak ağlıyor ve diyor ki biliyorsan bana sorma. Onun üzerine Paşa yaverine inanılmaz sert bir şekilde bağırarak, “Yeter artık, bu apoletlerin söküp atmak istiyorum”, diyor. Rütbeleri için söylüyor. “Bunlar insan artık bana göndermesin, götür kendisi ne yaparsa yapsın diyor”. Onun üzerine annemin hayatı kurtuluyor. 3 gün orada bir nezarette askerlerin eşliğinde ve yaverin yardımıyla nezarette kalıyor ve Elazığ Kesrik’e sürgüne gönderiliyor. Orada da şansı yaver gidiyor. İşte ailesini tanıyanlar çıkıyor ve annemin o şeyden ayırıyorlar, orada birkaç gün misafir ediyorlar akrabaları gelinceye kadar. Tabii Annem orada da birçok şeye şahit oluyor. Hozat’ta da çok şahitliği oluyor. Annemi, sonra akrabaları gelince teslim ediyorlar. Sürgün başlıyor kara vagonlarla. Tabi ben yine sürgünü sosyolojik ve psikolojik olarak ele almak isterim. Soykırımı tamamlayan Devlet sürgünlerle asimilasyonu pekiştirmek istemiştir, yani sürgünün asıl amacı geri kalanların asimilasyonudur aslında. Çünkü dilini konuşmak yasaklanmış, inancını yerine getirmek için cem törenleri yasaklanmış, izinsiz bir yerden bir yere gitmek yasaklanmış. Kısacası “terbiye” edilmek üzere büyük bir hapishanenin içine atılmış Dersimliler. Dersimliler garbe ve sürgüne gönderilince çaresizce ve sessizce bu zamanın onları bu durumdan kurtarmasını beklemiş. Bu süre zarfında asimilasyonun diğer bir ayağı kız çocuklarını evlatlık vermekti. Kazım Bey zaten bunu çok değerli kitabıyla da anlatmıştı zaten. Sandılar ki bu çocuklar hani geçmişlerini unutacak, asimile olacak, öyle bir şey olmadı tabi yani bizim kız çocuklarımız geçmişlerini unutmadılar devletin Dersimli Sürgüne gönderme biçimlerine tam bir aşağılamadır aslında Elazığ’ın Kesrik mevkiinde kurdukları kampa gelenlerin çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşmaktaydı. Çünkü erkeklerin çoğu öldürülmüş.
Kaderlerine razı olmuş kadın ve çocukların tek sıra halinde saçlarının böyle o makinelerle kazınmasını beklerken ve hele o kadınların kutsal saydıkları saçlarının kendilerinden koparılarak yerlere atılması, aşağılamanın en üst noktasıydı. Aslında, yere düşen o tutam tutam saçlarda şerefleri ve onurları saklıydı. Oysa ki şimdi o sakladıkları yerlerde hayvanların yüklerin taşındığı kara vagonlara hayvanlar gibi çoluk çocuk tıka basa doldurularak saatlerce aç susuz bırakıldılar. Mecbur kaldıkları için çocukların ihtiyaçlarını giderdikleri o kara vagonlar kokmaya başlamıştı artık ve bu kokuya maruz kalarak saatlerce yol gitti bu Dersimliler. Bu da bir aşağılamaydı aslında. Yerinden yurdundan zorla koparılmış aralarında büyük kültür yaşam şekli ve etnik fark ve dilleri, yedikleri içtikleri, alışkanlıkları, giysileri, eğlenceleri, yasları birbirinin tam zıttı olan bu iki halk nasıl paylaşacaklar gittikleri yerlerde?
Annem anlatmıştı aslında orada yemek konusuna, zeytinyağını alışamamışlar, zeytini tanımıyorlar, bilmiyorlar. Sonra uzun süre bu yiyecekleri yiyememişler. Çok sonraları mecbur kaldıkları için yemek zorunda kalmışlar. Asimilasyonun diğer bir şekli ise isimlerin değiştirilmesiydi. Annem o gün Hozat’ta işte ifadesi alınırken gece ikilere üçlere kadar işte bu meşhur Paşa annemin adını soruyor. Diyor ki senin adın ne? Diyor ki Ane. Şu kadar kadının adı diyor burada simge olmuş bu kadının adı bundan sonra Perihan olsun, diyor ve annem Perihan ismiyle sürgüne gönderiliyor. Yani bu isim değiştirmeleri de bir asimilasyon aslında. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 1930 yılında şunları söylemiş: Benim fikrim ve kanaatim şudur ki; memleketin kendisi Türk’tür öztürk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da köle olmaktır”. Kız çocuklarının evlatlık alınmasındaki asıl gerekçe de hizmetçi olarak kullanılmak, hatta köle gibi kullanılmak. Yani o derece şiddetli bir zulüm altında bu kız çocukları. Akademik bir tanım olarak sürgün, iktidarların toplumsal ve ahlaki normlarla uyuşmayan, politik olarak aykırı olan, dini öğretileri ve kurumları benimsemeyen ya da eleştiren insanları etki alanlarından uzaklaştırma, bir cezalandırma yöntemi olarak ifade edilir. Ve bunların tamamı Dersim‘de uygulanmıştır, mevcuttur. Soykırımının ardından geri kalanları sürgün ederek operasyonun asimilasyon ayağı tamamlanmıştır aslında. Tabi umdukları gibi olmamış aslında tam bir asimilasyon gerçekleşmemiştir. Sürgüne gidenlerin tek istekleri bir gün memleketlerine dönmektir o zor koşullarda ayakta duracak gücü kuvveti de bu dönme isteğinden alıyorlardı aslında. Her Dersimlide bu kuvvet yoktu. Çünkü parçalanmış aileler bu trajedinin en büyük sorununu oluşturuyordu. Kiminin karısı öldürülmüş, kiminin kocası öldürülmüş çocuklar ile yapayalnız kalmışlar. Bu insanlar bu nedenle ikinci, üçüncü evliliklerini yapmak zorunda kalmışlar. Daha doğrusu garpte hastalıklar peşini bırakmamış, yoksulluk inanılmaz boyutta olduğu için yetersiz beslenme sonucu ciddi hastalıklara yakalanıp hayatlarını kaybetmişler. Birçok Dersimlinin mezarı sürgün edildikleri yerlerdedir. Kimisi de annem gibi ismi ANE iken Perihan olarak değiştirilip 9 yaşında tüm yakınlarını soykırımda kaybetmiş, aile reisi unvanıyla tek başına sürgüne gönderilmiş, çocuğu olmayan uzaktan bir akrabasına teslim edilmiştir. Sürgün yılları boyunca refleksleriyle hareket etmiştir bizim Dersimliler. Annem iki kez evlatlık verilmek istenmiş, kendisinin o çocuk yaştaki doğru refleksi annemi evlatlık olmaktan kurtarmıştır. Diğer reflekslerden biri de çocuklarını Türk okullarında okutmama refleksidir ki bunu annem yaşamıştır. Annem Dersim‘de İnciğa‘da doğmuş biri, İnciğa’da dedem okulu kendisi yapmış ve eğitim almış. Annem ikinci sınıftan 3. sınıfa geçmiş sürgüne gitmeden önce evet tabi çok okuma isteği var, çok akıllı, çok zeki kız çocuğu. Orda da devlet annemi aile reisi ilan ettiği için ona da ayrı bir bütçe vermişler. İşte o bütçeyle annem gidiyor kendisine 3. sınıf kitabı kalem, defter alıyor ve okulun bahçesine gidiyor ve okul müdürü ile konuşurken müdür bunu sınıfı alıyor. Dayısı Diyap Ağa’nın oğlu Hüseyin Ağa bunu duyuyor ve derhal müdahale ediyor. Okulun bahçesine geliyor müdürle tartışıyor. Dayım şöyle konuşurmuş „ Ne keçe ne! „ diye başlarmış lafına. Hüseyin ağa diyor ki, Diyap Ağa’yla Atatürk’ün resmini çıkartıyor cebinden meşhur resmi, bak diyor ne keçe ne! bak diyor bu adam var ya bu adam diyor bu vatana çok hizmet etti, ama biz şimdi bu haldeyiz, biz Türk devletinin ne eğitimini istiyoruz ne bir şeyini istiyoruz diyor. Tabi ki annem çok ağlıyor, çok üzülüyor o nedenle anneme kıyamıyor ve eğitime devam etmesini istiyor Diyap Ağa’nın oğlu dayım müsaade ediyor. Bu nedenle, yani onların Türkiye Devleti’nden istedikleri hemen hemen pek bir şey yok. Sadece memleketlerine geri dönmek istiyorlar. Onların refleksleri bu, sadece istekleri de bu zaten. Bu da 1947 geldiğinde neredeyse tamamı memleketine geri dönüyorlar. Döndüklerinde ne ile karşılaştı bizim Dersimliler? Çok mu mutlu oldular? Döndüler memleketlerine hiçte umdukları gibi olmadı, büyük hayal kırıklığı, büyük hüsranla karşılaştılar aslında.
Yine annemden örnek verecek olursam annem işte 1947’de köyüne dönüyor. Döndüğünde tabii bütün araziler devlet tarafından satılmış, evler köylülere dağıtılmış. Köyde Peyik‘teki babasının konağında karakol var. Gidiyor köye. Tabii denklerini köyün meydanında bir dut ağacının altına koyuyor. Tabi köylüler davet ediyor. Böyle zaman geçiyor falan. Fakat aradan 20 gün geçiyor havalarda soğumaya başlıyor, ev yok, bark yok, nerede yaşayacaklar? Köylüler de evlerini boşaltmak istemiyorlar doğal olarak devlet dağıtmış vermiş bunlara. Sinirleniyor annem, çok da üzülüyor. O sinirle, o hınçla yürüyerek doğru Hozat’a kaymakama gidiyor. Kaymakam bir toplantıda! Kapıyı çalıyor, içeri giriyor. Kaymakam annemi görünce tabi şaşırıyor. Hayırdır Perihan Hanım diyor. Annem diyor ki, bana bir yazı verin ben iskanıma dönmek istiyorum. Neden diye soruyor ve ne güzel sizi getirdik memleketinize diyor. Ne güzeli diyor, ben ağaç kovuğunda mı kalacağım? Kış odur kapıda. yani yer yok, yurt yok diyor. Nerede barınacağım, diye soruyor kaymakama. Tam bunu söylerken oradan biri lafa giriyor, neredeydiniz diyor? Batıda ne güzel Hanım olarak gelmişsiniz diyor, niye döndünüz demeye çalışıyor. Annem diyor ki, ben batı hanımı değilim. Ben hanım olarak gitmiştim. Orada fabrikalarım mı çalışıyor, ben soğan çapaladım… Derken Kaymakam devreye giriyor. Kusura bakmayın Perihan Hanım, savcı bey sizi tanımadı diyor. Annem de dönüp diyor ki, kusura bakmayın. Ben de Savcı beyi tanımadım diyor. Onun üzerine tabii diyaloglar gelişiyor. Annem geri dönüyor, muhtarı çıkartıyor evinden. Annem orada bir köy evine yerleşiyor. E tabi yoksulluk var, para yok, pul yok, hiçbir şey yok. Yani barınacak bir tek ev bulmuş onunla da idare etmeye çalışıyor. Yani sürgün edilmiş Dersimliler devletin bir başka ciddiyetsizliğiyle karşı karşıya bırakılmışlar, çünkü gönderilmişler ama nasıl barınacaklar, nerelerde yurt edinecekler? Hiçbir bilgileri yok. O nedenle de çok zorluk çekmişler sürgün dönüşünde, aslında yani bu bizimkilerin yaşadığı zor bir durum. Devletin gözünde Dersimliler birer hiç zaten. Yani elbette ki annem bir istisna, çünkü hakkını arayabilen konuşabilen cesur bir kadın olduğu için istisna ve başta söylediğimi şimdi tekrarlamak isterim aslında Dersimlilerin yaşadıkları tüm bu olaylar onları travma öncesi durumdan daha güçlü bir hale getirmiştir. Zaman içerisinde yani bilimsel olarak tanımlanan travma sonrası büyüme Dersim‘de ete kemiğe bürünmüştür derim ben. Son zamanlar için söylemek isterim ben bunu.
19 Kasım 2019
4ê Gulane Roca Xoviriardena Tertelê ‘38i
4 Mayıs Dersim ’38 Soykırımı Anması
İsyan Yalanı ve Mitsel Yaklaşım
Devletin 1937-38 yıllarında Dersim ve Dersimlilere uyguladığı zulüm, yapılan o kadar çalışmalara, ortaya konan tüm belgelere rağmen hala kimi Kürt ve sol çevreler tarafından isyan olarak adlandırılıp yansıtılmakta. Oysa bu çevereler de biliyor ki Dersimliler bu zulmü “Tertele/Soykırım” olarak ifade etmişler.
Ne amaçla olduğu bir yana T.C. devletinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dahi katliam olarak ifade etttiği bu zulüm, Wikipedia’nın “https://de.wikipedia.org/wiki/Dersim-Aufstand” linkinde olduğu gibi “Türkiye’deki son Kürt İsyanı (der letzte große Kurdenaufstand)” olarak işlenmiş.
Sayfayı hazırlayanlar, aşağıda görüleceği gibi her şeye rağmen bunu yapmışlar. Çünkü kendilerinin faydalandığı yazıların (linlklerin) çoğunda katliam (Massacare), soykırım (jenosid) denmesine rağmen „Dersim İsyanı“ olarak başlık atmışlar.
Hans-Lukas Kieser: „Dersim Massacre, 1937-1938“, Online Encyclopedia of Mass Violence
Mustafa Akyol: „How Turkey massacred the Kurds of Dersim“, Hürriyet, 17. November 2009
İsmail Beşikçi: Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi. Istanbul 1990
http://dersim-tertele.com/index.php/de/ Website der Dersimer Gemeinden in Deutschland welche ein 1937-1938 Dersim Oral History Project unterstützten.
Yazılanlar eskiden kalmadır da denemez. Çünkü sayfa 21.03.2019 tarihinde yenilenmiş (Diese Seite wurde zuletzt am 21. März 2019 um 19:49 Uhr bearbeitet).
Bu söylemlerde bulunanlar, bu türden bilgi kirliliği yaratanlar devletin “isyan ettiler, devlet de isyanı bastırdı” yalanına hizmet ettiklerini bilmiyorlar mı?
Silahlarının önemli bir bölümünü devlete teslim eden bir toplum nasıl isyan edebilir?
Sanırım bu bilgi kirliliğinin iki nedeni var.
Biri TKP’nin önemli isimlerinden İsmail Bilen 1937 Temmuz’unda Komintern’e yazdığı Dersim Raporu, ötekisi ise ideolojilerine zemin hazırlamak için kullandıkları mitsel yaklaşım.
Sey Rıza’nın dediği gibi, “ayıptır, günahtır…”.
01.05.2019
Osmanlı İmparatorluğu ve devamı olan Türkiye Cumhuriyeti tarihi aynı zamanda Anadolu, Dersim, Mezopotamya halklarına yaşatılan fiziki ve kültürel soykırımlar tarihidir.
Devlet, Amerika’da Kızılderililer, Avusturalya’da Aborjinler, Avrupa’da Yahudi soykırımlarını yaşatanların özür dileyip gerekeni yaptıkları gibi davranmalıdır. Siyasi mücadele verenler ise dar kalıpçı yaklaşımlardan arınarak, halkların dil, kültür ve inanç farklarına saygı gösterip sahiplenerek hareket etmelidirler.
Anadolu, Dersim ve Mezopotamya topraklarında inkara dayalı yaklaşımlar bitmedikçe, Türk-İslam anlayışını dayatmaktan vazgeçilmedikçe, gerçek anlamda bir yüzleşme yaşanmadıkça, sayısına bakılmaksızın tüm halklara aynı göz hizasında bakılmadıkça barış ve huzur içinde kardeşçe bir arada yaşam mümkün olmaz.
Bu aylar soykırımları hatırlama, yas tutma ve anma aylarıdır. Ermeni, Asur-Süryani-Keldani, Pontus, Ezidi, Kırmanc/Zaza vd. halklarına yaşatılanlar dile gelecek.
1948 yılında kararlaştırılan Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. Maddesinde soykırım,
„Ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir öbeğin tümünü ya da bir bölümünü yok etme niyetiyle üyelerinin öldürülmesi, üyelerine fiziki ya da ruhsal açıdan zarar verilmesi, fiziki varlığını tümüyle ya da kısmen sona erdirecek yaşam koşullarıyla yüz yüze bırakılması, öbek içi çoğalmanın engellenmesi, bünyesindeki çocukların başka bir öbeğe aktarılması“ eylemlerinden herhangi birinin işlenmesi olarak tanımlanmaktadır.
Gerek bu tanımlama gerek tüm bu acıları yaşayan halkların tanımlamaları yaşananların birer soykırım olduğunu göstermektedir.
Tertelê ‘38i / Dersim Soykırımı
Dersim’e yönelik ilk rapor Dersim’e vali olarak atanan Arif Paşa’nın 1841 yılında kaleme aldığı askeri araştırmadır[1]. Sonu gelmeyen bu raporların asıl amacı Dersim’e hükmetme çabasıdır.
“Dersime sefer olur, zafer olmaz” söylemi Osmanlı’nın yüzyıllarca saldırıp da Dersim’e hükmedemediğinin ifadesi olmakla beraber bu durum Cumhuriyetle birlikte değişir.
Cumhuriyet Osmanlı’nın bu insanlık dışı mirasını devralır ve Dersim’i yok etmek amacıyla önce tarihi Dersim coğrafyasının çeperinden başlar. 1921’de Koçgiri, 1925’de Piran, Darhani ile Elazığ’ı vurur. Ardından 1937-38 Soykırımıyla Dersim’i içten kuşatır.
6 Mart 1921’de Sivas, Erzincan ve Elazığ’da sıkıyönetim ilan edilir. 13 Mart 1921’de ise Giresunlu Topal Osman Çetesi’nin yardımıyla Sakallı Nureddin Paşa komutasındaki orduyla Koçgiri’ye saldırılır. 132 köy yakılır, yıkılır; yüzlerce Koçgirili öldürülür, binlercesi de Anadolu’nun çeşitli yerlerine sürülür.
Hedeflenen ve yok edilmek istenen coğrafya DERSİM[2]
«(…)
Dersim tarihi, dili, inancı, kültürü ve birçok başka renkleriyle farklı bir toplumdur. Bu karakteristik yapısından ötürü; bütün tarih boyunca Türkiye devletince yok edilmesi hedeflenmiştir. Uzun tarihte gerçekleştirdiği katliamlar ve ’37-38 Soykırımı ardışık dalgalarıyla bugüne kadar devam etti. 1993-’94 yıllarında bütün köylerimiz yakıldı/yıkıldı ve dünyanın dört bir yanına sürüldük. Bu saldırı ile Dersim’i boşalttılar ve demografik yapısını neredeyse sıfırladılar.
Yakın tarihlerde “Dersim’i bir koloni olarak ele almalıyız, ona göre strateji kurmalıyız” demişlerdi. Bu bakış açısı ve strateji güncelleştirilerek devam ettiriliyor. Bir koloni gibi ele almalarının sonucunda “soykırım”a çıktılar.
(…)
Türkiye Cumhuriyeti ve Vahabi-Selefi iktidar, bu küçük coğrafyayı neden bu denli tehlikeli gösteriyor?
(…)
Burada onun bağnaz inanç dünyasıyla, ırkçı-şoven ideolojik yapısıyla, tarihi ve tüm maneviyatıyla temelde uyuşmayan bir küçük dünya var, bir Dersim var…»
Ermeni Soykırımı
Osmanlı’nın Ermenilere müdahalesi 1890 yılında II. Abdülhamid tarafından kurulan Hamidiye Alayları ile başlar. 25 Şubat 1915 tarihinde ise Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından “güvenlik ve önlemleri artırmak” amacıyla hazırlanarak Osmanlı kuvvetlerinde görev yapan tüm Ermenilerin görevlerinden uzaklaştırılması ve terhis edilmeleri emrini veren 8682 sayılı kanun ile devam eder. 24 Nisan 1915 tarihinde Ermeni devrimci örgütlerinin kapatılması ve örgütün ileri gelen üyelerinin tutuklanması, akabinde uygulanan Etnik temizlik ve zorla göç ettirme ile 1,5 milyon civarında Ermeni öldürülür.
Asur-Süryani-Keldani Soykırımı
Türkiye ve Kuzey Irak-İran-Suriye Asur-Süryani-Keldanileri Asurlular, Aramiler olarak da bilinir. Katolik olan bu halka Papa tarafından “Keldaniler” adı verilmiştir.
Yaşadıkları bölgenin en güçlü Hristiyan elementi olan Keldani ve Süryanilerin tarihi zulüm, katliam, aşağılanma ve unutulma hikayeleriyle dolu. 1915 yılında Osmanlı topraklarında yaşayan Asurilerin %80-85’i katledilmiştir…[3]
1914-1920 yılları arasında Kuzey Mezopotamya ve kısmen Güneydoğu Anadolu’daki Asuri nüfusu Osmanlı birlikleri tarafından zorla göç ettirildi ve öldürüldüler.[4]
Süryanice “Seyfo”, “Saypa” (Kılıç) denen Asuri Soykırımı’nda hayatını yitirenlerin sayısı 270 bin civarındadır.
Pontus Soykırımı
Pontos Rum Soykırımı diğer ulusların yaşadığı soykırımının ötesinde daha da uzun bir sürece yayılmıştır. Hem Osmanlı hem İttihat ve Terakki hem de Mustafa Kemal’in dönemini de kapsayan bir süreçte yaşanmıştır. Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak tüm Pontos Rumları’nı imha emrini vermesinden önce 153 bin kişi katledilmiş, cumhuriyetin kuruluş sürecinde ise 200 bin kişi katledilmiştir.
(…)
Pontos ve Küçük Asya Rumlarına yönelik soykırımının az biliniyor olmasının temel sebebi, soykırımın bu evresinin Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşuyla ilgisindendir. Türkiye Cumhuriyeti, İttihat ve Terakki’nin bıraktığı mirası devralan Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmalarıyla başlayan yeni süreçte geride kalmış tek Hristiyan topluluk olan Pontoslu Rumlar ve Küçük Asya Rumları’nı da imha ederek kurulmuştur.
Sadece imha da yetmemiş, 1923 yılında Türkiye ve Yunanistan devletleri arasında yapılan Mübadele Anlaşması ile 200 bine yakını Pontoslu Rum olmak üzere, 1 milyon 250 bin Rum sürgün edilmiştir.[5]
Êzidi Soykırımı
Êzidiler, Irak Kürdistanı’nda Saddam iktidarı döneminde yaşama geçirilen Enfal operasyonlarına kadar, çoğu Osmanlı İmparatorluğu döneminde olmak üzere 73 kez katliama uğradı. Ezidiler, Saddam Hüseyin’in ‘Enfal‘ adı verilen Kürtlere dönük katliamları döneminde ise iki kez öznel olarak katledildi; bir diğer büyük katliam ise 2011 yılında Şengal’de 500’e yakın Êzidi’nin öldürüldüğü bombalı saldırı eylemi oldu. Ağustos 2014’te IŞİD’in Şengal’i işgal etmesiyse, Êzidi tarihinde yaşanan 77’inci katliam.
Êzidiler Araplar, Farslar, Türkler, Hıristiyanlar ve hatta Müslüman Kürtlerin katliamlarına uğradılar. Laleş, onlarca kez Êzidilerin başına yıkıldı; kadınları, kızları hem pazarlarda esir olarak satıldı, katledenlerin cariyeleri oldular.[6]
Hangi etnik, inanç veya siyasi gruba uygulanırsa uygulansın soykırım bir insanlık suçudur. Başta soykırımlara ve katliamlara uğramış tüm toplumlar olmak üzere yaşanan acıları birlikte hissetmek, tutulmamış yasları birlikte tutmak, ortak bir gelecek için ortak bir bellek oluşturmak zorunlu bir görevdir…
Soykırımcı zihniyetle hesaplaşmak ve yaşanan travmalarla yüzleşmek toplumların eşit haklarla bir arada yaşamasının teminatıdır…
Soykırıma ve katliamlara uğramış halkların acılarını unutmuyoruz!
Tutulmamış yaslarını tutuyoruz!
Anılarına saygıyla…
18.04.2019
Dersim Kongresi Meclisi – Yürütme Kurulu
[1] Faik Bulut, Dersim Raporları, Yön Yayıncılık, 1991.
[2] 12.08.2017, DM-Avrupa
[3] Buğra Poyraz, http://www.mirasdergi.com/keldaniler/
[4] https://tr.wikipedia.org/wiki/S%C3%BCryani_Katliam%C4%B1#cite_note-Anahit-2
[5] Tamer Çilingir, http://siyasihaber4.org/katledilen-350-bin-pontos-rumundan-haberdar-misiniz
[6] Fehmi Işık, http://www.diken.com.tr/9-sorudaezidiler-kimdir-ve-ne-yasadilar/
Dersim Kongresi Başarıyla Sonuçlandı!
(Sonuç Bildirgesi ve Kongre Sözleşmesi’ni yayınlıyoruz.)
16-18 Kasım tarihleri arasında Almanya’nın Frankfurt am Main şehrinde, Dersim, Türkiye metropolleri ve Avrupa’nın değişik ülkelerinden gelen çok sayıda katılımcıyla gerçekleştirilen Dersim Kongresi başarıyla sonuçlandı. 51 kişilik Dersim Kongresi Meclisi’ni seçen katılımcılar, Dersim için tarihi bir adım atmanın haklı gururunu yaşadılar.
Dersim Meclisi’nin (Mısletê Dêsımi) ev sahipliğinde yapılan Kongremiz, 15 Kasım 1937’de Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilen Dersim ileri gelenlerini (ağlerê Dêsımi) anma programı ile açıldı.
Bir yılı aşkın bir süredir tartışmaya açılmış olan Dersim Kongresi Sözleşme Taslağı kongreye sunuldu. Oldukça verimli ve öğretici tartışmalardan sonra, yapılan değişikliklerle birlikte katılımcıların onayına sunulan taslak, Dersim Kongresi Sözleşmesi olarak kabul edildi.
Çok sayıda kurumun ve kişinin mesajlarıyla selamladığı ve destek verdiği kongremizde, akademi ve bilim dünyasından insanlar ve katılımcılar Dersim’in temel sorunlarına ilişkin sunumlar yaptı.
Kongreye sunulan karar tasarıları tartışıldı ve bir kısmını aşağıya aktaracağımız önemli kararlar alındı.
- Dersim Kongresi, ‘38 Tertelesi’ni soykırım olarak, 04 Mayıs gününü de toplumsal yas günü olarak kabul eder. Kongre Meclisini, Dersim Soykırımı’nı başta Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği olmak üzere uluslararası platformlara taşımakla görevlendirir. Kongre Meclisi’ne, Türkiye Cumhuriyeti devletini, uluslararası sözleşmelerden doğan görev ve sorumluluklarını kabul edip yerine getirmesi için bütün Dersimli kurumlarla birlikte çalışmasını telkin eder.
- Dersim Kongresi, UNESCO’nun yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan diller arasında saydığı Kırmancki/Dımılki/Zazaki dilinin korunması için özel bir çaba sarf edilmesi gerekliliğine dikkat çeker. Bu alanda çalışma yürüten akademisyen ve kurumlarla birlikte hareket edilmesini önerir.
- Kongremiz, Dersim İtikatı’na yönelen her türlü asimilasyoncu ve misyoncu çabayı mahküm eder. Dersim İtikatı’nın özgüllüğü temel alınarak yol önderleri tarafından incelenmesine ve tarihsel dinamikleri üzerinde yeniden güçlendirilmesi gerekliliğine vurgu yapar.
- Dersim Kongresi, Dersim coğrafyasının yaşanılabilir bir bölge olarak yeniden inşa edilmesinin zorunluluğuna dikkat çeker. Bunun için ekonomik kalkınmayı ve yeniden yerleşmeyi teşvik edecek projeler hazırlayacak, çevre tahribatına karşı faaliyet yürütecek, uluslararası sözleşmeleri ve tecrübeleri değerlendirerek yerel idareler hakkında fikir geliştirecek komisyonlar oluşturulmasını karar altına alır.
- Dersim Kongresi, başta Sılo Qız olmak üzere kültürümüzün taşıyıcılarına özel şükranlarını sunar, onlarla dayanışma içinde olduğunu beyan eder.
Kongremiz, Dersim toplumunun olağanüstü koşullar ve ciddi tehditlerle karşıya karşıya bulunduğu gerçeğini bir an bile göz ardı etmeme zorunluluğuna dikkat çekerek, Dersimli her bireyin ağır sorumluluk altında olduğuna bir daha dikkat çekti. Kongremiz, Dersim’in geleceği için umutları yeşerten bir kıvılcım yakmıştır. Bütün Dersimlileri, Şimdi Dersimli Olmanın Zamanıdır! şiarıyla bu kıvılcıma sahip çıkmaya ve Dersim umudunu yeşertmeye çağırıyoruz.
Dersim Kongresi Meclisi
18 Kasım 2018
Frankfurt am Main (Almanya)
Dersim Kongresi Sözleşmesi
Giriş
Dersim toplumu bütün diğer toplumlar gibi son yüzyılda her açıdan çok büyük değişimler yaşadı. Dersim toplumundaki bu değişim ve başkalaşım, diğer pek çok topluma benzer normal bir gelişme ve ilerleme seyri izleyemedi. Sanayileşme ve kırdan kente doğru başlayan göç ve bu göçün yarattığı görece normal değişimleri dışta tutacak olursak farklı düzeylerdeki diğer bütün değişimler tümüyle egemen devletlerin/iktidarların ve yakınlarındaki daha güçlü toplumların her alanda uyguladıkları sistematik asimilasyon politikaları yoluyla gerçekleştirildi.
Dersim, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi boyunca hep “halledilmesi gereken” bir sorun, sökülüp atılması gereken bir “çıban” olarak görüldü. İtikat, dil, tarih, kültür, etnik mensubiyet ve her alanda bir asimilasyon sürecinin hedefi haline getirildi. Altmışlı yıllarda ve sonrasında Dersim coğrafyasında faaliyet gösteren siyasi yapılar ise Dersim toplumunun özgünlüğünü göremediler. Dersim toplumunun tarihini, etnik-kültürel kimliğini, dilini çevre halklarının tarihine, etnik-kültürel kimliklerine ve diline tabi kılarak ele aldılar. Yüzyıllar boyu inanç eksenine dayalı bir iç bütünsellik arz eden ve çevre toplumlarından tamamen farklı olan toplumsal değerleri önemsenmedi.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar, dönem dönem küçülerek de olsa Dersim, defakto otonom/özerk bir statüye sahip idi. Bunun iki boyutu ve kaynağı vardı. Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun örgütlenme sisteminden, ikincisi de Dersim’in kendi kendini yönetme ve “kendini yönettirmeme” kararlılığı ve ısrarından besleniyordu. Bir devleti yoktu. Yazılı bir anayasası ve ceza yasaları yoktu. Seçilmiş politik temsilcileri de yoktu. Bütün bu kavram ve kategorilerden daha yalın, daha tabii, daha inandırıcı ve oldukça güçlü manevi bağları vardı. Bu bağları formüle eden ritüelleri ve sembolleri vardı. Kırmanciye İtikattı ve bunun “cem, cemat” sistemi bütünselliğine dayanan gerçek manada bir “toplumsal sözleşme”ye sahiplerdi. Dersimliler, Tertele/Soykırım günlerine kadar ısrarla bunu korumaya, yaşatmaya ve kendi kaderini kendileri belirlemeye çabalamışlardır. ’38 Soykırımı, Dersim’in anahtarını yitirdiği, iç hukukunun bozulduğu miladıdır. Sonraki yıllarda Dersimli, kendi adına söz söyleme hakkından men edilmiştir. Dersimliler olarak, toplumumuzun kendi adına karar vermesi, yerel ve uluslararası platformlarda temsilini sağlamak amacıyla Dersim Kongresi’ni gerçekleştirdik.
Dersim Kongresi’nin Amaçları:
-
- Dersim Kongresi, bir bütün olarak Dersim toplumunun temsiliyetini hedefler. Çağımızdaki her toplum gibi Dersim toplumu da kendi içinde değişik etnik, dilsel, inançsal, siyasal farklılıklar barındırır. Bu farklı toplumsal kesimlerin oluşturduğu her kuruluş/oluşum (siyasi partiler, inanç kurumları, sivil toplum örgütleri, mesleki birlikler vs.) Dersim Kongresi Sözleşmesi’ni kabul etmekle Dersim Kongresi’nin bileşenidir. Sivil bir oluşum olarak Dersim Kongresi hiçbir politik yapının ya da grubun denetiminde değildir.
- Dersim Kongresi, Dersim’i sadece bugünkü “Tunceli ili” sınırlarından ibaret görmez. Dersim Kongresi’nin temsil etmeyi öngördüğü coğrafya, defalarca sınırları değiştirilmesine rağmen tarihi Dersim’dir.
- Kendini Dersimli olarak gören ve Dersimli kimliğinde buluşan toplumsal grup ve bireyler Dersim Kongresi’nin sosyal tabanını oluşturur. Dersimlilik, kendisini etnik inançsal ve kültürel olarak farklı tanımlayan, Dersimli kimliği, bu kimlikle kendisini ifade eden sosyal kümelerin, etnik ve inanç kimliklerini asimile yoluyla potasında eriten bir üst kimlik değil, tam tersine, bunların Dersim coğrafyasında kendisini farklı tanımlamaya devam edebilmelerinin teminatıdır.
- Dersim Kongresi, Dersim’de konuşulan bütün dillerin özgürce kullanılmasını savunur. UNESCO tarafından kaybolma tehlikesi altında olan diller arasında sayılan Kırmancki/Dımılki/Zazaki’ye pozitif ayrımcılık uygulanmasını benimser.
- Dersim Kongresi, komşu halklarla karşılıklı saygı temelinde barış içinde yaşamaya özel önem verir, komşu halkların demokratik temsil kurumlarıyla birlikte çalışmak için çaba sarfeder. Bölge halkları arasında birbirini karşılıklı tanımaya ve hak eşitliğine dayalı ilişki geliştirir. Irkçılığa, milliyetçiliğe, dini bağnazlığa ve her türlü ayırımcılığa karşıdır.
- Dersim Kongresi, toplum yaşamını çağdaş seküler normlara göre şekillenmesini benimser.
- Dersim Kongresi, şiddeti ve savaşı ret eder. Dersim’in sorunlarını ve taleplerini uluslararası hukukun normları çerçevesinde gündeme getirmeyi ve çözüme ulaştırmayı esas alır. Dersim Meclis Girişimi’nin Zwingenberg Sonuç Bildirgesi’nde (19-20 Şubat 2016) Dersim’deki somut duruma ilişkin yaptığı aşağıdaki tespitin önemine vurgu yapar: “İçinde bulunduğumuz konjonktürde şiddetin her türlüsü, varlık yokluk meselesi ile cebelleşen, Dersim ve Dersimlilerin zararınadır. Dersim toplumu, kendisini kuşatan şiddet/savaş sarmalında boğulup yok edilme tehlikesi ile yüz yüzedir. Toplumumuzun daha fazla şiddet ve savaş ortamını kaldırabilecek mecali kalmamıştır. Bu nedenle silahlanmaya, şiddetin örgütlenmesine hayır diyor, başta Dersim ve bölgemiz olmak üzere çeşitli coğrafyalarda sürdürülen savaşların son bulmasını istiyoruz.”
- Dersimliler, Dersim coğrafyasına “Hardo Dewres” tanımlamasıyla “kutsallık” addederler. Dersim Kongresi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlayıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından devam ettirilen Dersim coğrafyasını Dersimlilerden arındırma, yaşanmaz bir bölge haline getirme politikasına karşı çıkar. Devlet tarafından gündeme getirilen baraj projelerini, doğaya ve onun bir parçası olan canlılara zarar verici metotlarla maden arama girişimlerini, orman yangınlarını vb. ekolojik tahribata neden olan ve tarihi doğal kültür mirasımızın yok edilmesini hedefleyen pratikleri kabul etmez. Dersim’in bütün yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynakları tarihi toplumsal ve doğal mirasımızın bir parçasıdır. Dünya kültürel mirasının da bir parçası olan Dersim coğrafyasının hiçbir gerekçeyle suistimal edilmesine müsamaha gösterilemez.
- Dersim’in yaşanılır bir bölge olarak yeniden inşası, bu inşa için zaruri olan ekonomik ve yerleşim projelerinin üretilmesi, hayata geçirilmesi için faaliyette bulunmak Dersim Kongresi’nin öncelikli görevleri arasındadır.
- Dersim toplumu, günümüzde bir nevi diaspora toplumu haline getirilmiştir. Türkiye ve Avrupa başta olmak üzere dünyanın dört bir yanına dağılmış Dersim kökenli nüfus, Dersim coğrafyasında yaşayan nüfustan kat be kat fazladır. Diasporada yaşayan yeni kuşak Dersimliler giderek köken ve kültürel mirasından koparak, içinde sosyalleştikleri hakim kültürel kimliklere adapte olmaktadırlar. Kökeninden ve kültüründen kopuş, Dersimliler arasındaki ruhi şekillenme ortaklığının bozulmasına, birkaç kuşak sonra da yok olmasına neden olacaktır. Dersim Kongresi, diasporadaki Dersim toplumunu, Dersim’in tarihi kolektif hafızasıyla buluşturmaya gayret ederek, Dersimlilerin “biz” olmasını sağlayacak bilincin gelişmesi için çalışmalar yürütür.
- Dersim Kongresi, başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere; kadın, çocuk, işçi, çevre, hayvan, iklim, vb. hakları önceleyen ve koruyan uluslararası sözleşmeleri kabul eder.
- Dersim Kongresi, ’38 Tertelesi’ni bir soykırım, 04 Mayıs gününü toplumsal yas günü olarak kabul eder.
Dersim Kongresi
17 Kasım 2018
Frankfurt am Main, Almanya
Cumhuriyet hükümetinin 1937 yılında Elazığ’da kurduğu İstiklal Mahkemesi’nde İhsan Sabri Çağlayangil’in anlatımına göre 72 Dersimli yargılandı. Bunlardan; Sey Rıza, Usenê Seydi, Fındıq Ağa (Qemer oğlu Fındık), Ali Ağa (Aliyê Mirzaliyê Sıli), Usênê Sey Rızay (Usen Resık), Hesen Ağa ve Hesenê İvraimê Qıji Buğday Meydanı’nda kurulan Darağacı’nda 15 Kasım sabahı karanlığında öldürüldü.
Yargılananların dördü ömür boyu, bir kısmı da otuz yıl hapis cezalarına çarptırıldılar. Bir kısmı ise beraat ediyordu. Hapis cezalarına çarptırılanlar da bir tür ölüme gönderiliyorlardı. Ömür boyu ve otuz yıl hapisle cezalandırılanların büyük çoğunluğu sürüldükleri batı illeri hapıshanelerinde hayatlarını kaybettiler. Onların da mezar yerleri meçhule kaydedildi. Bunlardan bilinen örnek; Cıvrayıl Ağayê Arekiyê’dir. İzmit hapishanesinde öldü ve mezar yeri bilinmiyor.
Gerek 15 Kasım 1937 karanlığında araba farlarıyla aydınlatılan Buğday Meydanı’nda darağacında öldürülenler, gerek batı illeri hapishanelerine ölüme göderilenlerden hiç biri devlete bir kurşun atmadığı gibi, ne Dersim ağalarıydı ne her bir “isyan” diye propaganda edilen yalanının önderiydi.
Ancak bundan çok daha önemli bir şey vardı. O da; buğday Meydanı’nda, batı illeri hapishanelerinde, Derê Laçi’de, Bayaz Dağ’da, Saan’ın Sıncık Dağı’nda, Derê Avlosu’da, Mosımo Pak’ta, Cıvraklı Bertal Efendi’nin 53 kişilik aile kafilesinin katledildiği Remedan’da ve daha onlarca toplu katliam yerlerinde bize anlatılanlar: Dersim’in tarhi, inancı, kültürü, kendi kedini yönetme sanatı ve kısaca bütün bir kesintisiz yaşam felsefesinin ÖLDÜRÜLMESİDİR.
15 Kasım’da Elazığ Buğday Meydanı’nda darağacında öldürülenler; bütün bir varoluşsal Dersim’in en yalın, en katı ve en doğru bir görünümü olarak ele alındılar ve bu gerçek bağlam üzerinden sonraki nesillere bir mesaj bırakıldı.
Dersim Tertelesi ve 15 Kasım idamları üzerinden tam 80 yıl geçti, yani bir asıra yakın bir zaman. Bu bir asır boyunca devlet, Dersimliyi farklı kılan; tüm damarları üzerinde sistemli, planlı ve aralıksız çalıştı. Soykırım fiziki tasfiye ile sınırlı kalmadı. Prof. Fuat Ürgüplü gibileri ile Alevliğin özünü bozma, Sıdıka Avar projesi ile ana dili Kırmancki/Zazaki/Dımılki’yi unutturma kırımı sürdürüldü. Daha bir dizi başka alan çalışmalarıyla devam etti soykırım.
Dersim denilen tarih ve bu kara parçasının, yalın görününmü ve aktif figürllerinin Cumhuriyet’in komuta kademesinin özel olarak görevlendirdiği dönemin Malatya Emniyet Genel Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’i hayretler ve hayranlık içerisine sürükleyen akıl ve hikmet; Dersim fikriyat dediğimiz şeyin ta kendisidir. Bu nedenle onları yalnızca 15 Kasım’larda değil, Dersim üzerinde düşündüğümüz her an, onların o Dersim tarihi, inancı, kültürü, gelenek ve görenekleri yüklü güzel hayatlarını hatırlamadan işe başlamayacağız.
Onları her zaman darağacına yürürken cumhuriyet kurucularını hayretler ve hayranlık içerisinde bırakan ve İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarında özetlediği o VAKUR ve SOYLU duruşlarıyla bütün tarih boyuna anmaya devam edeceğiz.
İhsan Sabri Çağlayangil anılarında o günlerin çadır tiyatrosu ile Dersimlinin asaletini şöyle özetliyordu:
(…)
Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer Bey bana diyor ki;
“Atatürk, Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. Dersim hareketi bitti. Beyaz donlu altı bin doğulu Elazığ’a dolmuş, Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Beyaz donluların Atatürk’ün karşısına çıkarmalarına meydan vermeyelim.”
1937 yılında resmi tatil günü Cumartesi öğleden sonra. Atatürk Pazartesi günü Elazığ’a gelecek. Bizden istenenler “asılacak asılsın” ve Atatürk’ün karşısına Beyaz Donlular çıktığı zaman iş işten geçmiş olsun. O dönemde Elazığ Valisi Şükrü Bey, Savcı Hatemi Senihi Bey, Emniyet Müdürü Sezerli İbrahim Bey, savcı yardımcısı arkadaşıydı.
(…)
Savcıya gittim. Durumu kendisine anlattım. Bu konuda Adalet Bakanlığı’ndan da bir şifre aldığını, ama mahkemelerin Cumartesi tatil olduğunu, tatilde ise sonuç almanın mümkün olmadığını bana bildirdi. Ve ekledi:
“Ben de mahkemeleri etkileyemem.”
Oysa biz mahkemenin kararını Atatürk gelmeden evvel vermesini ve geldiğinde Seyit Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk. Ben bunu halletmek için hükümet tarafından buraya gönderilmiştim.
Savcı yardımcısı hukuktan sınıf arkadaşım. Bana, “Sen valiye söyle bu savcı rapor alsın gitsin, ben senin istediğini yaparım.” dedi. Biz mahkemenin tatil günü işlemesini ve alınacak sonucun infazını istiyorduk. Savcı, rapor aldı. Arkadaşım vekil olarak savcının yerine geçti. Mahkeme hakimini evinde buldum. Gittiğinde mahkemenin aldığı kararı yazdırıyordu. Hakimle konuştuk. Kendisi kararı daktiloya çektirmekle meşguldü. Devir, CHP devri. Herkes çekiniyor.
Hakim bana, “Cumartesi mahkeme toplanmaz, ancak Pazartesi günü mahkemeyi toplar, kararı veririz. Salı günü de idam hükümlerini yerine getiririz,” dedi.
O zamanlar dördüncü bölgede temyiz hakkı yok.
Abdullah Paşa, sıkıyönetim kumandanı olarak kararı tasdik edecek. O da, “yukarıdaki karar tasdik olunur” demiş, basmış boş kâğıda imzasını. Yukarıya “Abdullah Paşa’nın idamı” diye yazsanız kendisi asılacak. Hakime dedik ki:
“Bu dediğiniz gün Atatürk geliyor. Maksat hasıl olmuyor ki.”
Hakim, “başkaca bir şey yapılamaz” diyerek kestirdi attı. Ben de kendilerine sordum:
“Sizin saat 17:00’den sonra davaya devam ettiğiniz olmuyor mu?”
“Ooo, çok oluyor. Gün oluyor, dokuzlara, onlara kadar çalışıyoruz,” cevabını verdi.
“Eee, sondan beş saat ihlal ediyorsunuz da baştan beş saat ihlal etseniz, olmuyor mu? Yani Pazar akşamı sahurdan sonra mahkemeyi açarız. Pazartesi günü 24.00’te başlıyor, dedim.
Hakim: Elektrikler kesiliyor, dedi.
Ona da çare bulduk. Otomobil farları ile hapishaneyi aydınlatırız. Halkevi’ne lüksler koyarız.
Hakim bu defa ; samiin yok, dedi. Ona da çare bulduk. Samiin de getiririz. Kaç kişi asılacak? Onu karardan önce söyleyemem, dedi.
Ama ekledi: Savcı 27 kişinin idamını istedi. Biz ona göre mi hazırlığımızı yapalım? Bilemem, dedi.
“BENİ ASMAYA MI GELDİN?”
Ceza İnfaz Kanunu her asılanın ayrı bir yerde asılmasını, asılanların birbirini görmemesini emrediyordu. Bu şartı da yerine getirmeye çalıştık. Her meydana dört sehpa kurduk. Vali bir de çingene cellat buldu.
Gece 12:00′de hapishaneye gittik. Farlarla çevreyi aydınlattık. Mahkemenin 72 sanığı var. Sankıları aldık. Mahkemeye götürdük. Çingene de geldi. Adam başına on lira istedi. “Peki” dedik. Sanıklar Türkçe bilmiyor.
Mahkeme kararı açıklandı. Yedi kişi ölüm cezasına çarpıtırılmış, sanıklardan bazıları beraat etmiş, bazıları da çeşitli hapis cezaları almıştı. Kararlar okununca hakim ilamda idam lafını kullanmadığı ve ölüm cezasına çarpıtırılmaktan bahsettiği için verilen hükmü iyi anlamadılar. “İdam Çino” diye bir vaveyle koptu.
Biz, Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle polis Müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza, sehpaları görünce durumu anladı:
-Asacaksınız, dedi ve bana döndü:
-Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?
Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüzyüze geliyorum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi.
Son sözünü sorduk.
-Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz, dedi.
Bu sırda Fındık Hafız asılıyordu. Asarken iki kez ip koptu. Ben Fındık Hafız asılırken, Seyit Rıza görmesin diye pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız’ın idamı bitti.
“Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir!“
Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza, meydan insan doluymuş gibi sesizliğe ve boşluğa hitap etti:
-Evladı Kerbelayime, bê gunayme, Ayvo zulmo, Cinayeto, (-Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir ) dedi.
Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi. Oğlu yaşında bir subayı öldürecek kadar katı yürekli olan bir insanın bu mukadder akibetine acımak zor. Ama ihtiyarın bu cesaretini takdir etmekten kendimi alamadım. Asabım çok bozuldu. Emniyet Müdürüne;
–Ben üşüdüm, otele gidiyorum, dedim.”
Şiarımız boyun eğmemektir:
“Ben, senin yalan ve hilelerinle baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de senin önünde diz çökmedim, bu da sana dert olsun.”
(Seyit Rıza)
12.11.2017
Dersim Meclisi – Avrupa