Murat Kahraman’ın „Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ kitaplarını belirli alalıklarla okudum. Murat’ın kalemini, edebi yeteneğini ebetteki konunun uzmanları değerlendirecektir. Bir okuyucu olarak sadece şunu söyleyebilirim: Haydar Karataş’ın „Perperika Soe“sinden sonra,“Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ ruhumu, yüreğimi, aklımı ikinci defa esir alan ilk eserler oldu.
“Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ ile çocukluğumun toprağına, dağına taşına, börtü-böceğine dokundum. Nergisin, piltanın kokusunu aldım. Kengerin, helugenin, singa hardın tadı aşina oldu bana. Yokluğun pençesinde çırpınan asalete şahit oldum, umutlandım. Kuzenim Sey Bartal’ın (Mustafa Tekin) ruhuna dokundum, ağladım. Veli amcayla birlikte Meral’e ve Zeynep’e kol kanat germeye çalıştım, yirmi dört yerimden kurşunlandım. Meral’le masum-u-pak oldum öldüm. Zeynep’le ölüler dünyasının ruhu Çino’ya ağız dolusu küfür ettim, yüzüne tükürdüm. Çino’yla, Qoçero’yla, Ekrem’le insanlıktan çıkma halinin dipsiz kuyusunda buldum kendimi, kahroldum. Kötülükler dünyasının bu yaratıklarıyla aynı evrende nefes almaktan utandım, ölmek istedim. Bağin’de, Başbağlar’da çoluk-çocuk yaşlı demeden suçsuz insanların yaşam hakkının elinden alınmasını seyredince işkencenin, ıstırabın katmerlisini yaşadım, nefes alamadım, kaçmak istedim, insanlığa küstüm. Bu zulme sebep veren zihniyet sahiplerine karşı yıllarca sessiz kalmanın suçluluğunu yaşadım.
„İnsanlığın özgürleştirilmesi “, „toplumsal kurtuluş“ için hayatını ortaya koyarak yola çıkan insanlardan, insanlığa ve özgürleştirmek istediği topluma düşman birer canavar yaratan zihniyet, ağusunu nasıl oldu da „ziyaret, niyaz ve rızalık yurdu Jar-u-Diyar“ın (Dersim) damarlarına akıttı? Konu komşusuyla her daim ekmeğini paylaşmış, acısına ortak olmuş, hasatında muhtaç komşusunun hakkını hep gözetmiş bir kadim kültüre/inanca sahip insandan nasıl oldu da, akrabası, kapı komşusu, dert ortağı Veli Kahraman’ın hanesini ateşe veren „ork“ ordularının hizmetinde odun taşıyabilen yaratıklar türedi? Henüz on iki yaşına değmiş Meral’in üzerine kapanıp, onun günahsız vücuduna saplanan kurşunlara kendisini hedef yapacak kimse neden çıkmadı?
Bağin’de, Başbağlar’da çocuğa kurşun yağdıran zihniyet sahipleri, yaptığınız zulümle Kürt insanının da ruhunu kirlettiğinizin hiç mi farkında olmadınız? Diyarbakır’da, Şırnak’da yaşayan hangi Kürt anne çocuğu emsali Meral‘ e kendi kurtuluşu adına kurşun sıkılmasına rıza gösterebilir? Sivas’ta bedenleri ateşe verilen hangi Alevi aydını, insanı, Raa Haq’ın beşiği Dersim’i, onların adına Başbağlar’da ateşe verdiğiniz evin içinde yanarak can veren masum-u-pakın kanıyla kirletmenize müsaade ederdi? Kabesi insan olan bu canların, bir çocuğun ölümüne göz yummaktansa, bedenlerini saran alevlerin daha da harlanmasını yeğleyeceklerini hiç mi düşünmediniz? “Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“’yı okudukça, Yüzüklerin Efendisi’ndeki Sauron’un „ork orduları“ canlandı gözümde. Çino’nun, Qoçero’nun, Ekrem’in ayak bastığı Dersim‘in her karış toprağı kanla sulanıyor, ruhunu yitiriyor, can çekişiyor, insanlıktan arınıyor. Siz bütün bu yaptıklarınızı nasıl „Kürt halkının kurtuluş davası“yla özdeşleştirebiliyorsunuz? Suçsuz, günahsız insanların canı pahasına elde edilmiş bir „kurtuluş“u hangi vicdan kabul edebilir? Hangi dava, hangi ordu, hangi ideolojik önerme çaresizliğin pençesinde çırpınan bir halkın çıkarından, Masum-u-pak Meral’in gözündeki ferden, mutluluğundan, hayatından daha değerli olabilir? Yaşlı babasının arkasına sığınmış bir çocuğu kurşun yağmuruna tutmayı hangi „özgürlük davası“nın çıkarıyla meşrulaştırabilirsiniz? Bugün halen bu gibi bahanelerle katliamlarınızı aklamakta ısrar ediyorsanız, o davanız batsın, kara vicdanınızla baş başa kalın. Bir dirhem vicdan sahibiyseniz, çıkıp günahlarınızı açıklayın. Geçin Meral’in mezarının başına diz çökün, af dileyin. Kurşun yağmuruna tuttuğunuz duvarın dibine anıtını dikin. Bağin’de, Başbağlar’daki marifetinizi kuşaklar boyu hafızalara kazımak için utanç müzeleri kurun.
Hiçbir gerçek özgürlük yanlısı insan bu karanlık ruhlara kol kanat germemelidir. Bağin’deki, Başbağlar’daki katliamlara sebep olanlar, Doğan’da kızlarını korumak için „bahtınıza düşmüşüm çocuklar, sadece beni öldürün!“ diye yalvaran yaşlı Veli Kahraman’a 24 kurşunla cevap verenler en geç o an „devrimci“ olma, „ulusal kurtuluşcu“ olma vasıflarını yitirmişlerdir. 12 Yaşındaki Meral’e, ablası Zeynep’e reva görülen zulüm, bu zihniyet sahiplerinin insanlığa vadettiği geleceğin resmidir, teminatıdır.
Murat Kahraman, Kırmanciye damarına sıkı sıkıya sarılıyor, vicdanını ve ruhunu bu hümanist damara teslim etmekten kaçınmıyor. Onu, temsil ettiği sol-devrimci kimlikle, „altın çağ“ ütopyası damarıyla karşıtlık içinde değil, birbirini güçlendirici ve tamamlayıcı ögeler olarak görüyor. Dersim’in bağrında sol örgütlerin açtıkları yaralar ancak ve ancak Murat’ın “Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“yla örneğini sunduğu vicdan muhasebesiyle onarılabilir. Murat, bunun yolunu açmıştır ve sadece bir başlangıç yapmıştır. Belki Murat, belki de başka biri örneğin, “Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ ‘da yerilen karanlık zihniyetin dahil oldukları saflara da nasıl sirayet ettiğini, örnekleriyle muhakkak anlatmalılar, yazmalılar. İç hesaplaşmalarda (Kardelen Hareketi gibi) hasımlarına işkence yapmanın, çocuğunu „halk ordusu“ saflarına teslim etmek istemeyen köylünün tokatlanması, suçlu olup olması bir yana, bir babanın çocuklarının gözü önünde kurşunlanması, Dersim’de onlarca insanın sorgusuz sualsiz infaz edilmesi, benzeri yaptırımların ve suçların „devrimci adalet“ adı altında meşrulaştırılmasının bu karanlık zihniyetin izdüşümünden başka bir şey olmadığını kabul etmeliler. Suça bulaşan kim olursa olsun, açık yüreklilikle bunun hesabını vermelidir.
Evet, „Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ aynı zamanda bir toplumun çaresizliğinin, her taraftan kuşatılmışlığının, içten içe tüketilmişliğinin de resmidir. Dersim’in insanı, dağları, vadileri, dereleri, ziyaretleri çığlık çığlığa, Munzur ah çekerek akıyor. Bu diyara veda edenler bu çığlığa, ah çekişe kulak vermeli. Zeynep’in, Meral’in anısı için Dersim diyarına yüzünü çevirmeliler. Kederlerini, sevinçlerini bu topraklarda paylaşmalı, hatta birbiriyle kavgalarını burada sürdürmeliler.
25 Mart 2019
Alevilik İslam içi mi, dışı mı tartışmaları, Alevi Hareketi’ni tehdit edici bir boyutta, son hızla devam ediyor. Ocakzadeler ve kurum yöneticileri de dahil, Alevi Toplumu neredeyse ortadan ikiye bölünmüş durumda. Bir delinin kuyuya attığı taşı çıkaracaklar diye kırk akıllının birbirine ettiğini kimse azılı düşmanına bile reva görmez.
Tarafların edep-erkan edebiyatı bir yana, tartışmaların andaki haliyle devam etmesi, bin bir süreğiyle kadim Alevi İnancı’na indirilmek istenen nihai darbeye hizmet sunmaktan başka pek bir işe yaramıyor.
Tartışmaya “sol”dan iştirak edenlerin tutumuna ilişkin bir kaç noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Tartışmada konunun bilimsellik boyutu ve teolojik boyutu kesinlikle birbirinden ayrıştırılmalıdır. “Yol”da ve süreklerde bir reform, ya da İslam öncesi “Raa Haq” inanışına bir rücu gerekiyorsa, bunu sağlamak yol/inanç önderlerinin ve Alevi/Raa Haq İnancı’na bağlı entelektüellerin işidir. İnançlar ve dinler tarihine diyalektik tarihi materyalist dünya görüşü ekseninde baktıklarını iddia edenler, Alevi İnancı’na karşı başlatılan kötü niyetli kampanyalara “bilimsellik” adına alet olmamalıdırlar.
Asırlar boyu toplumsal altüst oluşlardan etkilenerek bugünkü şeklini almış Alevi İnancı’na yeni format vermek bilim dünyasının işi değildir. Alevi/Raa Haq inanç dünyasının bu “yeni bilimsel” önermeleri kabul etmelerinin sosyal ve kültürel şartları da mevcut değildir. Aleviler, yaşadıkları her coğrafyada tarihte insanlığın aydınlık yüzü olmuşlardır ve bunun için soykırımlara varan bedeller ödemişlerdir. Bunu, başkalarının dışarıdan kendilerine empoze etmeye çalıştığı kimlikle değil, “KENDİ” Alevi/ Raa Haq inanç kimliğiyle yapmışlardır. Alevi/Raa Haq İnancı’nın değişik tarihi dönemlerdeki her ritüeli, sembolü ve kutsal saydığı kişisi bu o andaki “KENDİ” olma halinin bileşenidir. Bilimsellik adına bunları “özüne uygun” ve “özüne aykırı” zıtlıklar diye tasniflemek ve bundan dolayı Alevi/Raa Haq yol/inanç önderlerini gericilikle suçlamanın mazur görülecek tarafı olamaz.
Bilimde “tartışılamaz” diye bir konu yoktur. Her inanç, her dogma, her bilimsel bulgu tartışılabilir ve edilen tecrübeler ışığında tashih edilebilir. Ne var ki, bilimsel bulgular ve tarihi gerçekler bugün artık yeni bir din ya da inanç yaratmak için kullanılamaz, inanç ritüellerinin yerine ikame edilemez. Alevilerden/Raa Haq inanç sahiplerinden, yüzyıllardır uyguladıkları inanış pratiklerini ve ritüellerini terk edip, İslam öncesi inanç dünyasına rücu etmelerini beklemenin hiçbir bilimselliği yoktur. Sosyal bilimciler, diyalektik ve tarihi materyalist araştırmacılar, ateist solcu yazar ve aydınlar “Aleviliği/Raa Haq İnancı’nı takkiyeden arındırma” ve Alevileri/Raa Haq inanç sahiplerini asırlardır uyguladıkları, içselleştirdikleri inanış ritüellerinden vazgeçirme çabalarından uzak durmalılar. Böyle davranmakla hem kendilerine hem de Alevi inanç dünyasına zarar vermektedirler.
Aleviliğin tarihten gelen, zulme ve haksızlığa karşı direniş geleneği damarına atıf yaparak Aleviliğe/Raa Haq İnancı’na toplumsal kurtuluş felsefesi misyonunu yüklemek de günümüz şartlarında doğru değildir. Örneğin, toplumsal ve siyasal kurtuluş vaat eden Türkiye sol hareketinin çıkmazı, Aleviliğin/Raa Haq İnancı’nın “takkiyeden arındırılarak özüne kavuşturulması”ıyla da tazmin edilemez. Türkiye’de Aleviliğe karşı ciddi oyunların sahnelendiği ve Alevi kitlelerin büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğu bir gerçektir. Ne var ki, bu tehlikeleri savmak için, Aleviler dışındaki toplumsal güçleri de kapsayan ciddi politik örgütlenmeler gerekiyor. Sadece Alevi/Raa Haq inanç sistemi içinde bu devası saldırılara karşı çözüm bulmaya çalışmak beyhude bir çabadır.
Alevi inanç dünyası, kendi iç sorunlarını tartışırken, düşmanlarının Alevilere ve diğer mazlumlara karşı kullandıkları metotları ve dili birbirine karşı kullanmaktan imtina etmelidir. Alevilerin ve dostlarının birbirine karşı kışkırtılmalarına karşı her kes uyanık olmak zorundadır. Devletin böl-parçala-yönet politikası hepimizin malumu. Bunu böl-parçala-yok et olarak da okuyabiliriz.
Kimse aklından çıkarmasın: Aleviler, solcular, ateistler de dahil, mazlumlar cephesinin her rengi bu yok etme eyleminin hedefidir.
30.12.2018
“Ortak akıl” lafı soyut bir kavram olarak kaldığı sürece, üzerine tartışmaya oturmak pek akıllı bir uğraş gibi gelmiyor bana. Bu kavram ekseninde kaleme alınan makalelerden ve iştirak ettiğim toplantılardan duyduklarımdan hareketle “ortak akıl” lafının aşağıdaki manalarda kullanılmış olabileceği sonucunu çıkarabilirim:
a) Dersimlilerin, aralarındaki politik, ideolojik vb. farklılıkları bir yana bırakarak, yan yana durmaları, kendi çaresizliklerine ve toplum olarak karşı karşıya bulunulan devasa tehlikelere birlikte meydan okuma ihtiyacını ve arzusunu dile getirmek.
b) Meclis ya da Kongre oluşum sürecinin sonunda herkesin benimseyeceği, kadim Dersim toplumunun değer yargıların ifade eden bir politik-ideolojik “Dersim Fikriyatı” programı umudu dile getirmek.
c) Dersim toplumunun ekseriyetine ve Meclis/Kongre faaliyetine katılanlara kendi temsil ettiği düşünce yapısını empoze etme beklentisini ifade etmek. Bunu, kendi “Dersim Fikriyatı” tahlilini “ortak akıl” olarak kabul ettirme gayreti içinde olmak olarak da okuyabiliriz.
Mıslet, daha doğrusu Dersim Kongresi, Dersim’de varlığını sürdüren sosyal-katmanların/grupların, sınıfların ve diasporadaki Dersim orijinli toplumun en üst siyasi temsil organı olmaya aday olarak sahneye çıkmayı hedeflemelidir. Önümüzdeki süreçte koordineli tartışmalar sonucu ete kemiğe bürünmüş, Dersim toplumunun desteğini almış bir Dersim Kongresi Sözleşmesi bu organın anayasası fonksiyonunu oynayacak. Dersim Kongresi Sözleşmesini kabul eden, Kongre kararları zemininde toplumun nezdinde temsil gücüne erişmiş her siyasi-ideolojik oluşum (parti, grup, meslek örgütü, başka sivil toplum örgütü vb.) Kongre’nin, ya da Meclis’in bileşeni olacaktır.
Dolayısıyla, eğer somut tarif edilebilecek bir “ortak akıl”dan bahsedeceksek, bu, birlikte yürütmeye karar verdiğimiz çalışmamızın her aşamasında vardığımız ortak konsensus seviyesi ile birlikte Dersim Kongresi Sözleşmesi (Dersim Kongresi Anayasası da diyebiliriz) olmalıdır.
17.04.2017
Giriş:
Dersimliler, belki de en son olarak 37-38 Tertelesi öncesi ve mecalleri el verdiği ölçüde esnasında toplum olarak kendileri için konuştular. Odur budur, Kırmanciye’nin ve Raa Haq’ın ruhuyla şekillenen son kuşak Dersimliler, kendilerinin ya da kendileri olanın, aynı zamanda katliamlarına ferman sebebi olduğunun bilinci ve korkusuyla sustular. Çocukları, ATA’larının telkiniyle de, jar u diyarlarıyla birlikte hard u dewresi ateşe verenlerin diliyle konuşmanın kurtuluşları olacağını sandılar. Torunları ise “kendi evleri yanarken, başkalarının haline ağlama” metaforuna bağlı kalarak ifade edecek olursak, yananın kendi evleri olduğunun farkında bile olmadılar. Onlar, atalarının başına “bela” olmuş ve halenyanmakta olan “evlerini” görünmez kılmayı, Yavuz ve İdris’i Bitlisli kıyımından sonra Anadolu topraklarında Alevi toplumunun yüz yüze kaldığı en vahşi kırım olan 37-38 Tertelesini anlaşılması güç bir şekilde kanıksamayı yeğlediler.Yürekleri pür u paktı, kefenleri boynundaydı. Lakin, bir karış mezar toprağı bile kendilerine nasip olmamış ceset yığınları altında şans eseri kurtulmuş ve süngü izlerini bedenlerinde bir sır gibi taşıyan nenelerinin ve dedelerinin, tekrar yaşıyacaklarmış korkusuyla uyarı amaçlı kendilerine anlattıkları vahşete kurban gidenlerin kemik yığınları halen kendilerinin bu vahşeti dinledikleri mekanlarda gözlerinin önündeyken, zulmü tasvir edip görünür hale getirmeyi binlerce kilometre uzaklardaki dramları konu alan romanlarda arama paradoksunu düşmelerini anlamak pek kolay değil. “Dırvet”li nenelerinin anlattıkları yoksa kendi hikayeleri değil miydi?
Dolayısıyla, tertele artıklarının torunları diyebileceğimiz kuşak Dersimlilerin, kendi evlerinin derdine, ya da “kendi evleri”nin de derdine düşmeleri yenidir. 90’ların ortasında başlayan ve günümüze kadar süren kısa sayılabilecek bu sürede atılan bazı mütevazi adımların önemini küçümsemeden söyleyebiliriz ki, Meclis girişimi bu çabanın en kapsamlısı olmaya adaydır. Belki de ilk defa, Dersimliler, kendileri olmaya, kendi kaderini tayin etme uğraşına kendi pencerelerinden ve kendi diliyle bakıyor, bunun için gerekli olacak öz teşkilatlanma uğraşı içine, FDG girişiminden daha üst bir boyutta bakabiliyorlar. Bu sevindirici ve umut verici bir gelişme.
Diğer tarafta sevincimizi kursağımızda bırakabilecek, iradi müdahalelerimizle yönünü değiştirmeye muktedir olmadığımız objektif gerçeklikler ve gelişmelerle yüz yüzeyiz.
Malumumuz sebeplerle erozyona uğrayan, kaybolan, giderek flulaşan etno-kültürel bir kimlikle karşı karşıyayız. Toplumuzun gövdesi bilmem kaçıncı kuşaktır göçer durumda. Türkiye ve diğer ülkelerde hayatlarını idame eden Dersimi nüfus mensuplarının bulundukları toplumların hakim kültürlerine karşı tekil köken kültürlerini muhafaza etmelerişansı sıfır denecek noktadır. Göçer toplum unsurlarının tekil kimlik/identide kurgularının, bunların konuştukları dillerle birlikte giderek muğlaklaştığı/melezleştiği, hatta parçalandığı Avrupa ülkelerinde kendi iradeleri dışında köken kültür kimliklerine bir yabancılaşma sürecini yaşayan çocuklarımız ve onlardan sonraki kuşakların Dersim’le ve Dersimi kimlik kültürü ile ne bağı olabilir? Farklı kültürel kimliklerin üst üste bindiği, içice geçtiği bu ülkelerde Dersimi kültürel kimliğinesas akım kültürlere karşı ne kadar yaşamı şansı var? Aynı soruyu Türkiye’nin metropollerine savrulmuş Dersimliler için de başka bir boyutta sorabiliriz.
Bunun yanında hepimizin hissedilir bir tedirginlikle iç içe vurgu yaptığı bölgedeki konjonktürel gelişmelerin yarattığı ciddi yıkım tehlikesi, tüm iyimserliğimize rağmen ayaklarımızın yerden kesilmemesi gerektiğini bize hatırlatıyor.Biz de dahil toplumumuz, bu durum karşısında esas itibarıyla bi çare durumda diyebiliriz. Dersim’i, nerede olursa olsun Dersimli bireyi çevreleyen koşullar aslında pek iyimser olmamızı mümkün kılmıyor. Dersimi toplum etno-kültürel ve inanç kimliğini savunabilecek, koruma altına alabilecek ve temsilini sağlayabilecek öz teşkilatlanma mekanizmalarını oluşturmaya pek istekli görünmüyor, ya da bunun için hali hazırda esas itibarıyla harekete geçirilmiş durumda değil.Dersim toplumu neredeyse göçer/sürgün bir topluluk durumuna gelmiş. Dersimi topluma ilişkin pozitif referanslarımızın hemen hemen hepsi, objektif tarihsel gelişmeleri yontup idealize etmekten muzdarip, sözlü aktarımlardan ibaret. İradi müdahaleyle Dersimi etno-kültürel ve inançsal kimliği ne ölçüde tekrar ayakları üzerine doğrultabiliriz? Çerçevesi Kendi dönemlerinin objektif toplumsal koşulları tarafından belirlenen atalarımızın raa Haq inanç kültürüne dayalı doğal hukuk sistemine avdet ederek devası toplumsal sorunlarımızı çözmenin reel bir zemini var mı? Bu doğal toplumsal hukuk sistemini diriltme arzumuzun dayandığı sosyal dinamikler var mı? Ya da Raa Hag felsefesini günümüz şartlarına uyarlanmış transformasyonu söz konusu olabilir mi? Kolaylıkla anlaşılacağı gibi şartlar pek lehimize görünmüyor. Bazen çabamızı “göle maya atmak” olarak da görmüyor değilim. Lakin başka şansımızın olmadığı da bir gerçek. Ola ki, “Xızır” yüzünü bize döner, gölün maya tutması kudretini gösterir
Toplumumuzun gerçekliği bizi işe başlarken aynayı kendimize tutma zorunluluğuyla karşı karşıya bırakıyor. Her ögesiyle tarihimizle ve toplumumuzun bugünkü durumuyla eleştirel bir yüzleşme ve bu yüzleşme ve tahlil sürecinde ortaya çıkabilecek sonuçlar ışığında asgari müştereklerimiz üzerinde şekillenen bir Toplumsal Sözleşme (buna Dersim Toplumunun Anayasası da diyebiliriz) Meclis Girişimi sürecinin öncelikleri arasında olmalı. Süreç içerisinde temsiliyet sorunu halledilerek oluşturulacak bir Dersim Meclisi öyle görünüyor ki, hem yasama hem de yürütme fonksiyonlarını üstlenecek bir çatı organı durumunda olacak. Söz konusu Dersim Toplum Sözleşmesi, sınırları belirlenmiş bir zaman dilimi içinde koordine edilerek yürütülen bir tartışma sürecinde şekillenir, bir konferans ya da kongrede tartışılarak karar altına alınabilir. Buna paralel olarak, oluşacak meclisin teşkilatlanma ve temsiliyet gibi kurallarını belirleyen bir iç tüzük/charta belgesi hazırlığı da ele alınmalı. Bu çalışmalar için gerekli komisyonlar en geç Meclis Girişimi 2. Toplantısında oluşturulmalıdır.
Konjonktürel gelişmeler ve mutat meselelere ilişkin tavır alma dışında kalan diğer konular (kendi kaderini tayin hakkı, özerklik vb.) Dersim Toplumsal sözleşmesinin konuları olarak ele alınmalı. Bu süreçte, bu tartışmaya katılması muhtemel olan FDG, DEDEF, Çevre ve Köy dernekleri gibi kurum, siyasi örgütler, dergi ve başka sosyal çevrelerin içişleyişine hiç bir şekilde müdahale edilmemeli,bunlarla ilişki sadece karşılıklı saygı ve gönüllülük ilkesine dayanmalıdır. Tartışma süreci mümkün oldukça toplumun bütün kesimlerini kapsamalı, hatta meclis girişimi sürecine eleştirel bakan kesimleri de içermelidir. İleriki bir dönemde, Dersim Toplumsal Sözleşmesi’ne onay verme koşuluyla, farklı siyasi yapılanmalar Dersim Meclisinde temsil edilebilinmelidir.
Meclis Girişimi 2. Toplantısı için çok acele etmenin yararlı olacağını düşünmüyorum. İlk etapta Koordinasyon Komitesinin toplanıp, kendi içinde yapması gerekli olan daha somut bir görev bölümüyle 2. Toplantının hazırlığı startınıvermeli. Koordinasyon Komitesinin toplantısı Haziran ayında yapılabilir. Meclis Girişimi 2. Toplantısı için Eylül, Ekim ayları uygun olabilir.
Tahsin Tekin