Dersim Kongre Meclisi Berlin Gurubu tarafından organize edilen ‘Bir Film Bir Kitap’ etkinliği 28 Nisan Pazar günü Berlin’deki Dersim diasporası ve Dersim dostu insanların yoğun ilgisi ve katılımıyla gerçekleştirildi.
On binlerce Dersimlinin doksanlı yılların ortalarında maruz kaldıkları köy boşaltmalarını sinemacı Devrim Tekinoğlu daha gençliğinin baharındayken ve ‘otuzsekizin’ hatıralarını aile büyüklerinden dinlerken maalesef halkıyla beraber bu ortak acının da tanığı olmuş. Kamerasıyla o yıllara bu olayın mağdurlarıyla bir yolculuk gerçekleştirerek izleyicisini gerçekliğin yalın ve vurucu gücüyle hem daha duyarlı kılıp ve hem de bu yaşananların tarihsel süreçten günümüze sürmekte olan devletin ve yandaşlarının bu çok boyutlu soykırım ve asimilasyoncu politikasını Dersim üzerinde hep diretiyor olduğunun kanıtı olarak kolektif hafızamızda yer edinmesini sağlamış.
Belgeselde Dersimli bir yaşlının ‘… yirmi beş yıldır cenazemiz yerde ve henüz kaldıramadık cenazemizi…’ cümlesi tüm acıları yürekte kristalize ediyor.
Dermansız bir dert, merhemsiz bir yara Dersimlinin hikayesi, öylesine tarifsiz ki bu, en değme tabip karşısında kifayetsiz kalır. Üzeri örtülemez, saklanamaz ve bastırılamaz. Varoluşunun her anında iliklerine sinen ve söküp atmanın mümkün olmayacağı bir acı. Kişiyi varlığında kaybeden ve bir daha telafisi mümkün olamayacak olan türden bir kayıp. Zulme uğrayanın giderken yarısını beraberinde götürdüğü ve geride bıraktığı diğer yarısını aldığı her nefeste sızlatan, yüreğe saplı kahpe bir düşman hançeri.
Kısa bir öğlen arasında, insanlar belgeselde duyumsadıklarını birbirleriyle paylaşıp yaşananları kendi aile ve yakın çevresi boyutunda yad ederlerken bu defa da Murat Kahraman yazdığı kitabından birkaç sayfa okumak için oturdu okuyucusu karşısına. İnsanlar sessiz ve saygılı bir bekleyişte idiler. Henüz kitabı okumamış olanların meraklı bakışların karşısında üçüncü kitabını yayımlamış olan yazar, önündeki kitaba baka kalıyor, açmıyor. Çaresiz ve hüzün dolu gözlerini önündeki kitaptan alıp karşısında kendisinden yeni romanını okumasını bekleyen o meraklı yüzleri şefkat dolu bakışlarla süzerken gözleriyle onlara tek tek dokunup ve tekrar önünde duran kitaba yöneliyor.
Murat metanetle içine akıtıyor dolmuş gözlerindeki acısını. Karşısında oturan ve kendisinden bir tane daha bilmem hangi sanat akımının hangi fiyakalı estetik örgesiyle bezenmiş bir zümre edebiyatı satırlarıyla kendi gerçekliğinden kaçıp bir nebze sanatın yapay sağaltma prosesinde dertlerine derman beklentisinde olan bu kardeşlerine ve kız kardeşlerine istediklerini vermeyip, titrek bir sesle başlıyor tevazu dolu konuşmasına.
Bu mekan Dersimlinin kültür evi ve o gün orada olanlar alelade bir kültür paylaşımı yapmak beklentilerinin ötesinde bir durumun içerisinde buluveriyorlar kendilerini. Ve Murat dokunaklı kelimeleriyle onlara kendi ailesinin başına getirilenleri dile getirdiğinde, herkes pür dikkat ve kimseden çıt çıkmıyor. Murat, en çok ‘nasıl?!’ diyor. Nasıl olur da bir halkı kurtarmak iddiasıyla yola çıkmış bir siyasi hareket böylesi zalim ve acımasız olabiliyor? Babam ‘suçumuz ne?’ diye soruyor, tıpkı piri Sey Rıza’nın Buğda Meydanı’ndaki boşluğa savurduğu o yargılayan sorusu misali. Babam yakarıyor belki yüreklerinde Hızır’dan bir parça kalmıştır diye o ikrarsız halden bilmez düşkünler sürüsüne, ‘tamam beni yapın kurşunlarınızın hedefi ama dokunmayın yavrularıma, onlar daha küçük, kıymayın’ diyor! Tıpatıp piri Sey Rıza’nın zalimlere ‘Uşen’im daha küçüktür, ona kıymayın’ demesi gibi.
Bilmiyorum hangi kalleş, yaşlı bir adamın yirmi dört mermiyle canını almak ister ve arkasına sakladığı iki dağ çiçeğini söküp alır dalından? Neden? Neden!..
Önce evi talan edilir, ganimet olarak ve gözleri önünde tavuğuna varana dek tüm hayvanları bir bir ahıra doldurulup ateşe verilir ve neden seyrettirilir biraz sonra kurşuna dizilecek bir aileye tüm bunlar? Manası nedir bunun?..
Murat devam ederken hikayesine dayanamayan kimi insanlar çıkıp koridorda ve kimisi de oracıkta biraz evvel Murat’ın metanetle içine akıttığı o gözyaşlarını kendi yanaklarından süzerek paylaşıyorlar bu acıyı onunla, ama bu öylesine bir paylaşım ki halden bilmeyenin anlamasına imkan yok. Orada olan insanların hepsinin aslında bu toplumun tarihindeki her kuşağına bir şekilde yaşanmış katliamların mağduru olduğu gerçekliğinden bihaber bulunan bir yabancı için bu durum anlaşılması imkansız bir sır ve bu sır buna yabancı herkes için böyle kalmaya mahkum.
Murat sorularını yöneltiyor kendi insanına ve insanlar kendi üzerlerindeki görünmez bir baskı sultasını savurup başlıyorlar kendilerinde olanı anlatmaya. Hepsi Kırmanciye yurdunun güzelim çocukları ve hepsine değmiş bu ‘thofan’. Kiminin abisini koparıp almış, kiminin babasını, kiminin ablasını, kız kardeşini, kuzenini, kirvesini koparıp almış kiminin, kiminin pirini ve kimi müsahipsiz kalmış. Devlet ki ezeli düşman hep yapmış en alçakça zulmünü ve ama bu halkın kendi içerisinden çıkan ve kendisini kurtaracağı iddiası taşıyan tüm bu hareket ve guruplar nasıl olmuşta dönüşmüş böylesi bir canavara?
Nasıl olmuş bu nasıl?
O gün orada bir salon dolusu Dersimli yaralarını açtı birbirine ve o gün orada Dersim ve Dersimli tarihinde ilk defa kalleş devletin değil kendinden çıkan ve kendi halkını kurtarma iddiasında olan siyasi hareketlerin nasıl olup da kendi halkına ve çocuklarına karşı korkunç bir canavara dönüştüğünü sorguladı. Bizden çıkan ve bizi korkunç yaralamış bu canavarın ne olduğu soruldu karşılıklı ve sorgulandı böylesi yıkıcı bir zihniyet ve hepsi tarafından lanetlendi.
Bir yazar kendi elleriyle yazdığı kitabından tek bir satır okuyamadı, ama yarasını açtı kendi insanına ve insanları ona yaralarını açtı. Her siyasi yapıdan Dersimli vardı o gün orada ve belki ilk defa kimse kendi siyasi yapısını saçma kalıp cümlelerle savunup karşılıklı bağırtılarla küfürler savurmadı birbirine. Herkes bir korku duvarını aştı o gün. O gün orada Murat Kahraman bir nebze de olsa gördüğü o güzel halkın o güzel çocuklarının karşılıklı ikrarında bunu sağlamayı başardı. O gün orada birbirine kenetlenen bu insanlara ancak özlerine dönüp birbirlerine kenetlenerek Dersimin yiten tılsımını bulabilecekleri ayan oldu.
Ve o gün orada sağalan Dersimi duyguyu sevgili Maviş Güneşer’in insanın yüreğini titreten sesinden bir Dersim ağıdı olarak hissettik.
Murat Kahraman’ın „Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ kitaplarını belirli alalıklarla okudum. Murat’ın kalemini, edebi yeteneğini ebetteki konunun uzmanları değerlendirecektir. Bir okuyucu olarak sadece şunu söyleyebilirim: Haydar Karataş’ın „Perperika Soe“sinden sonra,“Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ ruhumu, yüreğimi, aklımı ikinci defa esir alan ilk eserler oldu.
“Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ ile çocukluğumun toprağına, dağına taşına, börtü-böceğine dokundum. Nergisin, piltanın kokusunu aldım. Kengerin, helugenin, singa hardın tadı aşina oldu bana. Yokluğun pençesinde çırpınan asalete şahit oldum, umutlandım. Kuzenim Sey Bartal’ın (Mustafa Tekin) ruhuna dokundum, ağladım. Veli amcayla birlikte Meral’e ve Zeynep’e kol kanat germeye çalıştım, yirmi dört yerimden kurşunlandım. Meral’le masum-u-pak oldum öldüm. Zeynep’le ölüler dünyasının ruhu Çino’ya ağız dolusu küfür ettim, yüzüne tükürdüm. Çino’yla, Qoçero’yla, Ekrem’le insanlıktan çıkma halinin dipsiz kuyusunda buldum kendimi, kahroldum. Kötülükler dünyasının bu yaratıklarıyla aynı evrende nefes almaktan utandım, ölmek istedim. Bağin’de, Başbağlar’da çoluk-çocuk yaşlı demeden suçsuz insanların yaşam hakkının elinden alınmasını seyredince işkencenin, ıstırabın katmerlisini yaşadım, nefes alamadım, kaçmak istedim, insanlığa küstüm. Bu zulme sebep veren zihniyet sahiplerine karşı yıllarca sessiz kalmanın suçluluğunu yaşadım.
„İnsanlığın özgürleştirilmesi “, „toplumsal kurtuluş“ için hayatını ortaya koyarak yola çıkan insanlardan, insanlığa ve özgürleştirmek istediği topluma düşman birer canavar yaratan zihniyet, ağusunu nasıl oldu da „ziyaret, niyaz ve rızalık yurdu Jar-u-Diyar“ın (Dersim) damarlarına akıttı? Konu komşusuyla her daim ekmeğini paylaşmış, acısına ortak olmuş, hasatında muhtaç komşusunun hakkını hep gözetmiş bir kadim kültüre/inanca sahip insandan nasıl oldu da, akrabası, kapı komşusu, dert ortağı Veli Kahraman’ın hanesini ateşe veren „ork“ ordularının hizmetinde odun taşıyabilen yaratıklar türedi? Henüz on iki yaşına değmiş Meral’in üzerine kapanıp, onun günahsız vücuduna saplanan kurşunlara kendisini hedef yapacak kimse neden çıkmadı?
Bağin’de, Başbağlar’da çocuğa kurşun yağdıran zihniyet sahipleri, yaptığınız zulümle Kürt insanının da ruhunu kirlettiğinizin hiç mi farkında olmadınız? Diyarbakır’da, Şırnak’da yaşayan hangi Kürt anne çocuğu emsali Meral‘ e kendi kurtuluşu adına kurşun sıkılmasına rıza gösterebilir? Sivas’ta bedenleri ateşe verilen hangi Alevi aydını, insanı, Raa Haq’ın beşiği Dersim’i, onların adına Başbağlar’da ateşe verdiğiniz evin içinde yanarak can veren masum-u-pakın kanıyla kirletmenize müsaade ederdi? Kabesi insan olan bu canların, bir çocuğun ölümüne göz yummaktansa, bedenlerini saran alevlerin daha da harlanmasını yeğleyeceklerini hiç mi düşünmediniz? “Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“’yı okudukça, Yüzüklerin Efendisi’ndeki Sauron’un „ork orduları“ canlandı gözümde. Çino’nun, Qoçero’nun, Ekrem’in ayak bastığı Dersim‘in her karış toprağı kanla sulanıyor, ruhunu yitiriyor, can çekişiyor, insanlıktan arınıyor. Siz bütün bu yaptıklarınızı nasıl „Kürt halkının kurtuluş davası“yla özdeşleştirebiliyorsunuz? Suçsuz, günahsız insanların canı pahasına elde edilmiş bir „kurtuluş“u hangi vicdan kabul edebilir? Hangi dava, hangi ordu, hangi ideolojik önerme çaresizliğin pençesinde çırpınan bir halkın çıkarından, Masum-u-pak Meral’in gözündeki ferden, mutluluğundan, hayatından daha değerli olabilir? Yaşlı babasının arkasına sığınmış bir çocuğu kurşun yağmuruna tutmayı hangi „özgürlük davası“nın çıkarıyla meşrulaştırabilirsiniz? Bugün halen bu gibi bahanelerle katliamlarınızı aklamakta ısrar ediyorsanız, o davanız batsın, kara vicdanınızla baş başa kalın. Bir dirhem vicdan sahibiyseniz, çıkıp günahlarınızı açıklayın. Geçin Meral’in mezarının başına diz çökün, af dileyin. Kurşun yağmuruna tuttuğunuz duvarın dibine anıtını dikin. Bağin’de, Başbağlar’daki marifetinizi kuşaklar boyu hafızalara kazımak için utanç müzeleri kurun.
Hiçbir gerçek özgürlük yanlısı insan bu karanlık ruhlara kol kanat germemelidir. Bağin’deki, Başbağlar’daki katliamlara sebep olanlar, Doğan’da kızlarını korumak için „bahtınıza düşmüşüm çocuklar, sadece beni öldürün!“ diye yalvaran yaşlı Veli Kahraman’a 24 kurşunla cevap verenler en geç o an „devrimci“ olma, „ulusal kurtuluşcu“ olma vasıflarını yitirmişlerdir. 12 Yaşındaki Meral’e, ablası Zeynep’e reva görülen zulüm, bu zihniyet sahiplerinin insanlığa vadettiği geleceğin resmidir, teminatıdır.
Murat Kahraman, Kırmanciye damarına sıkı sıkıya sarılıyor, vicdanını ve ruhunu bu hümanist damara teslim etmekten kaçınmıyor. Onu, temsil ettiği sol-devrimci kimlikle, „altın çağ“ ütopyası damarıyla karşıtlık içinde değil, birbirini güçlendirici ve tamamlayıcı ögeler olarak görüyor. Dersim’in bağrında sol örgütlerin açtıkları yaralar ancak ve ancak Murat’ın “Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“yla örneğini sunduğu vicdan muhasebesiyle onarılabilir. Murat, bunun yolunu açmıştır ve sadece bir başlangıç yapmıştır. Belki Murat, belki de başka biri örneğin, “Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ ‘da yerilen karanlık zihniyetin dahil oldukları saflara da nasıl sirayet ettiğini, örnekleriyle muhakkak anlatmalılar, yazmalılar. İç hesaplaşmalarda (Kardelen Hareketi gibi) hasımlarına işkence yapmanın, çocuğunu „halk ordusu“ saflarına teslim etmek istemeyen köylünün tokatlanması, suçlu olup olması bir yana, bir babanın çocuklarının gözü önünde kurşunlanması, Dersim’de onlarca insanın sorgusuz sualsiz infaz edilmesi, benzeri yaptırımların ve suçların „devrimci adalet“ adı altında meşrulaştırılmasının bu karanlık zihniyetin izdüşümünden başka bir şey olmadığını kabul etmeliler. Suça bulaşan kim olursa olsun, açık yüreklilikle bunun hesabını vermelidir.
Evet, „Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ aynı zamanda bir toplumun çaresizliğinin, her taraftan kuşatılmışlığının, içten içe tüketilmişliğinin de resmidir. Dersim’in insanı, dağları, vadileri, dereleri, ziyaretleri çığlık çığlığa, Munzur ah çekerek akıyor. Bu diyara veda edenler bu çığlığa, ah çekişe kulak vermeli. Zeynep’in, Meral’in anısı için Dersim diyarına yüzünü çevirmeliler. Kederlerini, sevinçlerini bu topraklarda paylaşmalı, hatta birbiriyle kavgalarını burada sürdürmeliler.
25 Mart 2019