Dersim Bütün Kimlik Öğeleriyle Yeni Türkiye Cumhuriyeti Bünyesinde Bir Çıbandı!
Alman Kamu Televizyonu ARD’nin ttt (titel-tehesen-temeperamente) adlı programında, Tertele’yi (Dersim Soykırımı) konu eden 4 dakikalık bir dokümantasyon („Das vergessene Massaker – wie Kemal Atatürk Aleviten ermorden ließ“) gösterildi. Beklenildiği üzere bildik ırkçı reflekslerin devreye girmesi pek uzun sürmedi. Hem tanrıları Atatürk’e toz kondurmayan militarist Kemalist cephe ve „sol“ soslu yedek güçleri, hem de bu ara devlet yönetimini elinde bulunduran neo-hilafetçiler bir ağızdan „Devletimizin ve Cumhuriyetimizin bekası“nı savunmak için seferber oldular.
Öncelikle, Dersimliler, özellikle kendisini „sosyal demokrat“, ya da „sol“ diye tanımlayan bazı politik yapılanmaların çeperi içinde bulunanlar, „Dersim Olayları“nı soykırım olarak adlandırmadaki çekincelerinden vazgeçmeliler. Varsa böyle bir tartışma, bu Dersimlilerin dışında yürüyen bir tartışma olmalıdır. Dersimliler, Dersim’de soykırım olmadı savını (halen hukuken olmasa da) vicdanen suç saymalıdırlar. „Dersim meselesi“, „Dersim katliamı“, „Dersim olayı“, „Dersim’de vahşi suçlar“ vb. tanımlamalarla yetinmek, soykırım gerçeğini perdelemeye yaramaktadır. Olup bitenin adı jenosittir. Dersimliler kendi dillerinde bu jenoside TERTELE demişler. Yahudiler için HOLOCOUST neyi ifade ediyorsa, Dersimliler için de TERTELE onu ifade ediyor.
Ortalığa kusulan militarist devletçi, ırkçı-hilafetçi zehirin yan etkileri Dersimliler içinde, Dersim Soykırımını kim yaptı ve Dersimliler neden soykırıma uğradı sorularının tekrardan tartışılmaya başlanması şeklinde yansımış durumda. Tertele faili ırkçı-ulusalcı ve ırkçı-hilafetçi cephe ve yedek güçlerinin ulusal çıkarları uğruna gösterdikleri hassasiyeti, ne yazık ki, Dersimliler kendi davaları söz konusu olduğunda gösteremiyorlar. Dersimli aydınlar, siyasiler, sivil toplum kurumları, doğa aktivistleri ve inanç önderleri, Dersim ve Dersim toplumunun bekası için aralarındaki ayrılıkları ve tartışmaları ikinci plana iterek bir araya gelme olgunluğuna sahip değiller. Halbuki, özellikle içinden geçtiğimiz konjonktür, güçlerini ve imkanlarını birleştirip, Tertele kurbanlarının tarafı olarak davaya müdahil olmalarını, sahip çıkmalarını zorunlu kılmaktadır. Bu ihtiyacın bilincinden hareketle, biraz daha geniş yazmayı düşündüğüm bir makale için tutuğum birkaç notu, tartışmaya faydası olur umuduyla, kısaca aşağıya aktarıyorum.
Tertele’nin Faili Kim?
Herhangi bir kafa karışıklığına mahal vermeksizin, Tertele failinin Türkiye Cumhuriyeti devleti olduğunun altı çizilmelidir Soykırıma hukuki zemin yaratan bütün kararlar Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Bakanlar Kurulu gibi devlet kurumlarında alınmış, bu kararlar doğrultusunda gerekli hazırlıklar yapılmış ve devletin idari, kolluk ve askeri güçleri tarafından Tertele gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla, muhatap da Türkiye Cumhuriyet devletidir. Devletin tartışmasız lideri olarak Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, devlet yöneticilerinin istisnasız tümü Dersim Soykırımının failleridir. Dersim’de yeri göğü ateşe veren, felaketten kurtulanları da ölmediklerine bin pişman eden politika devlet politikasıydı. Soykırımın organizatörlerinin kimin olduğu, alınan kararların altındaki imzalarla tasdik edilmiştir. Ne Kemalistler, bugünkü neo-Osmanlıcıların sonradan Demokrat Parti içinde kümelenen atalarını zorla soykırıma mecbur etmişlerdir, ne de birileri Kemalist kadroların eline kullanmak istemedikleri bir kılıcı zorla tutuşturmuştur. Neo-Hilafetçilerin, halihazırda başında bir Dersimlinin bulunmasını da fırsat bilerek, günahı CHP’nin kapısına süpürmelerinin hiçbir inandırıcılığı ve ciddiye alınır tarafı yoktur. Hepsinin ceddi, fikir birliği içinde, Türk-İslam senteziyle yoğurmak istedikleri üniter Türk ulus-devlet kılıcını doyumsuz bir iştah ve zevkle Dersimlilerin boynuna indirmiştir. Anne rahminden çıkarılan masum-u paklar „modern“ ve „medeni“ Türkiye Cumhuriyeti adına süngülenmiştir. „Şeriatçılar Kemalist kadroların eline İslam kılıcını tutuşturdu“ tezi ile neo-hilafetçilerin „soykırımı Kemalistler gerçekleştirdi, bizim ceddimiz suçsuzdu“ söylemi bir madalyonun iki yüzüdür. ya da, Dersimlilerin boynuna inen kılıcın iki keskin sivri tarafıdır.
Kendilerine „anti-emperyalist“, „ilerici“ payesi biçilen Cumhuriyetin ırkçı Türk milliyetçisi liderlerinin soykırımla birlikte anılmasını kabule yanaşmama tutumu, „Beyaz Türkçülüğe“ öykünen ve resmi devlet ideolojisinin çarklarında zihinleri şekillenen Dersimliler içinde hatırı sayılır bir taraftara sahip. „Çağdaş Cumhuriyet“i ve soykırım kelimesini ilişki içinde telaffuz etmeye bir türlü gönülleri varmayan bu mantık sahiplerine göre, Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti aslında Doğu toplumlarının kurtuluş vizyonunu temsil ediyordu ve Dersimliye de özlem duyduğu yaşamı vaat ediyordu. Ne var ki, „Dersim’in aşiret reisleri, seyitleri, derebeyleri, Cumhuriyet’in izlediği laik ve anti feodal politikaya karşı çıkarken gerici“ydiler[1] „Osmanlı’nın haritasında bile unuttuğu bu güzel diyara, Cumhuriyet, devlet otoritesi teziyle gideceğine, insani bir demet gülle gitseydi, Dersimlinin ülkeye katkısı, tüm tasarıların üstünde olurdu.“[2] Neo-hilafetçiler, Kemalistlere karşı kullanır diye, Dersim Soykırımını uluslararası platformlara taşıma çabalarını eleştirip değersizleştirmeye çalışan Dersimli yazar-çizer ve politik figürlerin dile getirmek istedikleri aslında bu bakış açısına olan bağlılıklarıdır. Arkadaşlar halen modern Türkiye Cumhuriyetinin kendilerine sunmayı arzu ettikleri „bir demet gül“ü bekliyorlar. Ara sıra da Anıtkabir’e koşarak ya da ya da Cumhuriyetin kurucu liderlerine övgü dizerek bu beklentilerini görünür kılıyorlar. Kanımca, Dersim soykırımını, devlet kliklerinin iktidar dalaşındaki mevzilenişine kurban etmenin vebali epey ağırdır. Milletvekilliği, ya da CHP gibi partiler içinde siyasi kariyer hesabı yapan politikacı ve yazar-çizer Dersimliler tarihi bir sorumlulukları olduğunu bilerek daha hassas hareket etmeliler. Bazı Dersimli yazarların ve siyasi figürlerin Atatürk başta olmak üzere, Kemalist soykırım faillerinin avukatlığına soyunmaları Dersimliler için kabul edilmez trajik bir durumdur.
Türk devletinin, Türk ve Müslüman olmayan topluluklara karşı resmi ideolojisinde ve politikasında, kökleri Osmanlı imparatorluğuna uzanan bir süreklilikten kolaylıkla bahsedebiliriz. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde 300 bine yakın Süryani’nin, 353 bin Pontuslu Rum’un katledilmesi, Ermeni Soykırımı ve 1937-38 Dersim Tertelesi bahsini ettiğimiz süreklilik zincirinin birer halkaları olarak görülmelidir. Osmanlı devletinin ardılı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri, bu alandaki Osmanlı devlet politikasından ve pratiğinden köklü bir kopuşu hiçbir şekilde gerçekleştirmemiştir ve böyle bir kopuşu hiçbir zaman arzu etmemiştir. İttihat ve Terakkicilerin pantürkist ve panislamist fikir mirasına ise sıkıya sarılmışlardır. O dönemdeki klik çatışmalarından bağımsız olarak söylenebilir ki, Cumhuriyeti kuranların Anadolu halklarına hiçbir zaman gerçek bir etnik, ulusal, inançsal ve sosyal eşitlik vaadi olmamıştır. Özellikle Kürt hareketi çevrelerinin kurtuluş reçetesi olarak yeniden keşfettikleri 1921 Anayasası’ndaki sözde „Kürtlere muhtariyet“ iddiası da dahil, bu yönlü vaatleri, Cumhuriyetin pozitivist lider kadrolarının pragmatist politik manevraları olarak değerlendirmek daha doğru olur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunu, medeniyetin ve modernitenin Anadolu toprağına ayak basması olarak bize sunmaya çalışan çevrelerin, bunun tersini ispatlayacak tek bir kanıtı bile yoktur. Sözde bilim insanı sıfatıyla sundukları her gerekçe, baş vurdukları her „belge“ dönüp dolaşıp başlarına bela olmakta, „modern Türk ulusu“ ve „üniter bir devlet yaratma“ gayesi uğruna işledikleri insanlık suçlarının kanıtı haline gelmektedir.
Dersimliler neden soykırıma uğradı? Veya Dersimlilerin Cumhuriyet’le gerçekten mi bir sorunları yoktu?
Dersim bütün kimlik öğeleriyle yeni Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde „sökülüp atılması gereken bir çıbandı, ve kim ne derse desin, Tertele ile bu „çıban“ sökülüp atıldı. Tertele Dersim toplumsal yaşamında ve iç hukuksal düzeninde onarılması mümkün olmayan bir yıkım, bir dönüm noktasıdır. Tertele‘den sonra Dersim/Kırmanciye toplumu kendi adına konuşma ve karar verme yetisini ve durumunu yitirdi, kendisi için söz söyleme hakkı başkalarına geçti, ya da elinden alındı. Bununla da kalınmadı, Dersimlilerin ne olup olmadıklarına, etnik kimliklerini, memleketlerini, dillerini nasıl tanımlamaları gerektiğine de başkaları karar vermeye başladı. Resmi devlet ideolojisi onları ihtiyaca göre „öz be öz Türk“, „Türklükten dönme Zaza“, „Kürtleşmesi engellenmesi gereken dağ Türkleri“ vb. olarak gördü. Milliyetçi Kürt hareketi ve onun etkisindeki yazar, aydın çevreler, onları Kürt ulus kimliğinin ayrılmaz bir unsuru (bir süredir Kürt ulus kimliğinin bir alt kategorisi de deniyor), dillerini ise Kürtçe’nin bir lehçesi olarak tanımlıyor. Özellikle Kürt ulusal hareketinin yarattığı etkinin de baskısıyla, bu dünyada ulus olmadan ve milliyetçilik iksirini yudumlamadan adam olunmaz paniğine kapılan Zaza milliyetçileri ise, Dersim Kırmançlarını, inşa etmeye çabaladıkları Zaza ulusu projesi içinde görüyor. Kendilerini, nerdeyse gördükleri her canlıyı ve cismi ille de bir ulusa monte etme mecburiyetinde hisseden bu çevreler, üzerine ahkam kestikleri bu toplumun, en azından Tertele dönemine kadar, toplumsal, kültürel, etnik, hatta inançsal kimliğini KENDİ DİLİNDE nasıl tanımladığını ise hiç mi hiç dikkate almıyorlar. Ayrı ve daha kapsamlı bir tartışma konusu olduğu için fazla uzatmadan şunu not edebiliriz:
Tertele’den önce Dersim Kırmançları, etnik, kültürel kimliklerini ne Türk ne Kürt ne de Zaza ulus formasyonları içinde görmemişlerdir. Yaşlı kuşak Kırmançların aktarımları ve başka sözlü tarih çalışmaları bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Dersim Kırmançlarının „BİZ“ tanımlaması ve toplumsal bilinç hafızası Türkleri, Kürtleri ve Zazaları içermiyor. Dersim Kırmançları, her daim bu toplulukları kendilerinden ayrı görmüşlerdir. Zazalarla olabilecek muhtemel etnik köken ortaklığı ve dil birliğine rağmen bu böyledir. Bunun böyle olmasının, Dersim Kırmançlarının bu topluluklar hakkında olumlu, ya da olumsuz düşünüp düşünmediğiyle de bir alakası yoktur. Dersim/Kırmanç kimliği ne Türk ne Kürt ne de Zaza ulusal kimliklerinin ne bir parçası ne de bir alt kategorisi olarak görülebilir. Bunlardan bağımsız, uluslaşma süreci dışında kalmış ulus öncesi „etno-kültürel“[3] bir kimliktir. Ve „(…) aktüel kimlik tartışmalarında Dersim’e Kürt ya da Zaza kimliği belirlenmek istense de, hem 38 öncesi hem de sonrası süreçten 1980’li yılların ortalarına kadar Dersim kimliğinde asıl belirleyici unsur Alevilik/Kızılbaşlık olmuştur.“[4] Tertele öncesi, Dersimli Kırmançların etnik, kültürel, inançsal kimlikleri hakkında bir toplumsal hafıza bulanıklığına işaret eden ciddiye alınacak bir veri yok elimizde. Dersim Kırmançlarının kimliği tartışılırken esas referans noktası bu topluluğun kendi kimliğini KENDİ DİLİNDE nasıl tanımladığı ve bundan ne anladığı olmalıdır. Tertele bağlamındaki tartışma için de bu geçerlidir. Tartışmada, Tertele faili ideologların kurbanların etnik kimlikleri hakkındaki tespitlerine kulak asmak ve onları kurbanların kimliğini belirlemede şahit göstermek de pek aklıselim bir tutum değildir. Ayrıca, kimlik tartışması, soykırım kurbanı toplumların birbirlerine karşı kışkırtılmasının aracı haline getirilmemelidir. Etnik, ya da inançsal kimliği ne olursa olsun, hiçbir halk diğerinden ne daha fazla ne de daha az değerlidir. Kurbanların seçimi failler açısından tamamen bir hesap kitap işidir. Çizdikleri toplumsal mühendislik projelerinin önceliklerini kendileri belirler, kurbanlarının yakalarına sıra numaralarını da onlar takar. Süryani, Pontus, Kürt, Zaza, Dersimli, Alevi onlar için fark etmez. O topraklarda yaşayan ve ön gördükleri toplumsal projeye uymayan her topluluk o dönemde potansiyel olarak soykırımın hedefindeydi ve halen de öyledir. Hesap gereğidir yaptıkları.
Peki neden Dersim? 1920’li yılların başına kadar Dersim, diğer adıyla Kırmanciye toplumu esas itibarıyla, „devletleşmemiş Dersim toplumunun belirli örf, adet, gelenek, görenek ve töreler toplamı, sözlü toplumsal kurallar bütünü“[5] olan „Qanunê Kirmanciye“ (Kırmanciye Kanunu) ile idare edilir. Farklı toplumsal gruplar arasındaki anlaşmazlıklar, ilişkiler vb. bu „sözlü toplumsal kurallar bütünü“ne[6] dayalı doğal hukuk sistemi zemininde ele alınır, çözülür. O dönemlere kadar Dersimli doğal otorite sahipleriyle devlet arasındaki ilişki, devletle vatandaşları arasındaki ilişkiden çok, iki farklı toplumun temsilcileri ve idari mekanizmaları arasındaki ilişkiyi andırır. Bir tarafta hükümranlık tekelini elinde bulunduran merkezi devlet otoritesi, diğer tarafta doğal Kırmanciye Hukuk Sistemi’ni (Qanunê Kırmanciye) temsil eden yerel otorite. Osmanlı devlet otoritesinin Dersim’de bu bir nevi ikili siyasi iktidar durumunu kendi lehine bozma girişimleri her seferinde geri teperek sonuçsuz kalır. „Dersim’e sefer olur, zafer olmaz“ ile ifade edilmek istenen esasta bu tarihsel gerçekliktir. Başından beri bu durumun farkında olan Cumhuriyetçi ideologlar ve politikacılar, hangi düzeyde olursa olsun, yeni kurulan Cumhuriyet sınırları içinde merkezi devlet otoritesine bağlı olmayan bir siyasi otorite yapılanmasına sürdürülebilir bir durum olarak hiçbir şekilde tahammül etmeyeceklerini ve meselenin kökten halledilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Çünkü, Dersim Kırmançlarının toplumsal kimliği ve bu kimlik esaslarına göre oluşturdukları idari sistem ve yaşam tarzı Cumhuriyet’in öngördüğü pantürkist ve panislamist homojen toplum vizyonuna ve üniter devlet sistemi ideolojisine ve pratiğine aykırıydı. De facto özerk bir yaşam sürdüren Dersim/Kırmanç toplumu Cumhuriyetçiler için ciddi bir tehlike oluşturuyordu. Mustafa Kemal, TBMM’nin 1936 yılının ilk yasama döneminde yaptığı bir konuşmasında durumun aciliyetine dikkat çekmek için şöyle demektedir: „İç işlerimizden en önemli bir safha varsa, o da Dersim meselesidir. İçerde bulunan bu yarayı, bu korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi, her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmelidir.“ Bu direktif doğrultusunda, otorite tanımaz aykırı bir yerel idari düzenin sosyal tabanı olabilecek nüfus ve buna liderlik yapma potansiyeli olan şahıslar ve dinamikler bir an önce tasfiye edilmeliydi. Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da Dersim’deki siyasi durumu, diğer Alevilerin, Kürtlerin, Zazaların yaşadığı bölgelerden farklı kılan en önemli faktörlerin başında bu gerçeklik gelmektedir. O tarihsel kesitte Dersim’dekine benzer bir ikili otorite durumuna başka bölgelerde rastlamak pek mümkün değildi. Irkçı eğilimlerden muzdarip milliyetçi bir bakış açısıyla konuyu tartışan çevreler sorunun bu boyutunu nedense es geçiyorlar. Özellikle ulus inşasını ideolojik ve siyasal faaliyetlerinin merkezine koyan Kürt ve Zaza milliyetçilerinin, ulus öncesi bir toplumsal oluşum olan Dersimlilere uygulanan 37-38 Soykırımının sebebini, Dersimlilere hayali olarak bindirdikleri „Kürt“ veya „Zaza“ ulusal kimlikleriyle açıklamaya çalışmaktansa, neden diğer Aleviler, ya da Kürtler değil de Dersimli Kırmançlar soykırıma uğradı sorusunu bu açıdan bakarak cevaplamaya çalışmaları daha doğru olur.
Dersimlilerin Cumhuriyet’le gerçekten mi bir sorunları yoktu?
Tertele’ye yasal meşruluk kazandırmak için faillerin uydurduğu Dersimlilerin Cumhuriyete karşı isyan ettiği tezi başından beri bir yalandan ibaretti. Bunu dile getirmek ve tarihsel gerçeklere sadık kalarak sosyal bilimsel araştırma metotlarıyla veri toplamak hem kamuoyunu doğru bilgilendirmek hem de ileride uluslararası hukuk mercilerde gündeme gelebilecek bazı davaların başarılı olabilmesi için vazgeçilmez bir zorunluluktur. Ne var ki, özellikle, Kemalizm ve Cumhuriyet hayranlığına helal getirmek istemeyen bir kısım Dersimli yazar ve politikacının bu gerçeği, Cumhuriyeti kuranların Tertele’deki rolünü flulaştırmak için kullanmalarına da müsaade edilmemelidir. Evet, Dersim’de, ne devletin bahsettiği türden bir kalkışma, ne Kürt ve diğer sol çevrelerin tanımladığı türden bir „Dersim Kürtleri isyanı“, ne de Zaza hareketi liderlerinin görmek istedikleri türden bir „Dersim Zaza Ayaklanması“[7]ından bahsetmek olanaksız. Fakat, bu, Dersimli Kırmançların, Cumhuriyeti ve liderlerini kutsamak için selamlama kıtalarında sıraya girdikleri anlamına da gelmiyor. Kalplerindeki Kemalist devletçi kıvılcımı hep diri tutan ve her seçim döneminde biraz daha harlayan bazı torunlarının aksine, dedeleri, Cumhuriyetin kendilerine ne vadettiğini Tertele’nin arifesinde idrak etmişlerdi. Dersimli Kırmançlar, “Nişto ro qanunê Cumurati! Dariyo we qanunê Kırmanciye!“ (Cumhuriyet Kanunun Geldi! Kırmanciye Kanunu Kalktı!)[8] ya da „Vanê, Anqara de qerar gureto! No nê dowılo, nê sazo! Zalimu kaf u kokê Dêsimi veto! ((Diyorlar: Ankara’da karar vermişler! Bu ne davul ne sazdır! Zalimler Dersim’in soyunu kesmişler)[9] dizeleriyle Cumhuriyet’in kendilerine çıkardığı fermanın farkında olduklarını dile getiriyorlar. Dolayısıyla, toplum olarak kendilerine ve memleketleri Kırmanciye‘ye bir nevi „Endlösung“[10]dan başka bir seçenek sunmayan bir devlet sistemi ve kurucularıyla Dersimlilerin bir sorununun olmadığını iddia etmek, saflıktan da öte, faillerin ideolojisiyle uyum içinde olan bilinçli bir duruş göstergesidir. Sözlü tarih çalışmaları ve gün yüzüne çıkan belgelerden Dersimli aşiret ve ocak ileri gelenlerinin büyük çoğunluğunun bu gerçeğin farkında olduğunu öğreniyoruz. Dersimli Kırmanç toplumu ileri gelenleri, edindikleri tarihsel tecrübelerine de dayanarak, Yeni Türkiye Cumhuriyeti devletine başından beri tedricen yaklaşmışlardır. Dersim/Kırmanç toplumu ve ileri gelenleri bu tedirginliğini „Bela Estomol u Anqara ra wusto ra amo çêverê ma“ (Bela İstanbul’dan gelip kapımıza dayanmış) sözleriyle dile getirmiş. Yeni oluşan siyasi durumu daha gerçekçi değerlendirme yetisine sahip olan Dersimliler, güçler dengesinin kendi aleyhlerine döndüğünün farkına varmış ve devlet otoritesi ile istişare yürüterek bir anlaşmaya varma yolunu aramışlardır. Yeni Cumhuriyet‘in liderlerinden etnik ve inançsal kimliklerine dayalı yaşam biçimlerine saygı gösterilmesini, yani kendileri olarak yaşamanın teminatını talep etmişlerdir. Ne var ki, Cumhuriyetçi devlet liderleri, kendilerine „Gerekçeleri önceden hazırlanmış, hazırlıkları yıllar öncesinden yapılmış, tanklarla, toplarla, zehirli gazlarla hareket eden her şeye vur emrinin verildiği büyük bir katliam“[11]a karşı toplumsal yaşam haklarını ve memleketlerini savunmaktan başka bir seçenek bırakmamıştır. Böyle yapmakla Dersimliler, hükümranlık sınırları içinde yaşayan ve azınlık durumunda olan her topluluğa dilini konuşmayı, inancını yaşamayı, etnik kimliğine sahip çıkmayı, dağını, taşını, suyunu, börtüsünü, böceğini, toprağını bildiği isimle tanımlamayı, doğan çocuğuna kendi dilinde isim vermeyi homojen bir toplum yaratma adına yasaklayan, bu gibi insani taleplere soykırımla cevap veren bir devlete karşı en doğal insan hakkı olan yaşam haklarını kullanmışlardır. Köklerini kazımak isteyen böyle bir Cumhuriyet’le Dersimlilerin nasıl sorunu olmamıştır? Böyle bir yönetim biçimi nasıl „modern“, „medeni“, hatta „ilerici“ olabiliyor? Anlayan varsa beri gelsin.
[1] Vecihi Timuroğlu, Dersim Tarihi, s. 7, Yurt Kitap-Yayın, 1991.
[2] age. S. 9
[3] Mehmet Yıldız, Dersim’in Etno-Kültürel Kimliği ve 1937-1938 Tertelesi, s. 95, Chiviyazıları Yayınları, 2014.
[4] İmran Gürtaş, Dersim Alevilerinde Kimlik İnşası ve Travma, Kızılbaşlık Alevilik Bektaşilik, Tarih-Kimlik-İnanç-Ritüel, s. 316, Derleyenler: Yalçın Çakmak-İmran Gürtaş, İletişim, 2015.
[5] Dr. Daimi Cengiz, Kırmanç ve Dersim Tanımları Üzerine, Dersim Üç Dağ İçinde, s. 92, Derleyen: Serhat Halis, NotaBene Yayınları, 2019.
[6] age.
[7] Bkz., Ebubekir Pamukçu, Dersim Zaza Ayaklanmasının Tarihsel Kökenleri, Yön Yayıncılık, 1992
[8] Dr. Daimi Cengiz, age., s. 92
[9] Weliyê Wuşenê İmami, derleyen Dr. Daimi Cengiz, Haydar Beltan’ın „Ve Suyu Ateşe Verdiller“ romanı Üzerine.
[10] Endlösung: Yahudileri nihayi olarak yok etmek üzerine kurulu olan Nazi planı, Nihayi çözüm.
[11] R. T. Erdoğan, AKP Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı, 23.11.2011, milliyet.com.tr.
Asmên ra Astare Qurıfiya!
Biyena xo çıxa ke nıfıs de 1337 (1921) nusiya ki Ap Sılêma (Sılo Qız / Süleyman Doğan) serra 1912ine de Dewa Mılu de êno riyê dina. Ewro serra xuya 107ine de rêşto rama Heqi.
Çıxa ke ze Sa Heyderi, Weliyê Usênê İmami, Alaverdi u ê bina xêlê ozan u şairê Kırmanciye estê ki Sey Qaji ra tepia Dêsım de hurinda Ap Sılêmani (Sılo Qız) zaf gırana. O roê lauk u şüaru be kêf u eşqê Dêsımiyo, zanıka Dêsımiyo. Çı ke êy weşiya Dêsımi de çı ke diyo, çı ke heşno ebe veng u kemanê xo ina sero sınate icra kerda.
Hetê ra ki tarıxê Dêsımiyo, şaadê Tertelê ‘38iyo. Her çi jü be jü ebe lauk u şüara aqılê xode qeyd kerdo. Dec u derdê qomê ma, birin u khulê hometa ma ardê ra zon.
Her çi ra ravêr êy ze jü xelekha zincıla kotane sınat u sınatkarê verên u nıkayêni resnê pê.
Şairê welati tı ma vira nêşona, veng u seda to dami goşanê ma dera. Mekanê to wertê gul u nuri bo, dewrê to qaim bo.
Asırlık Çınar Sılo Qız…
Doğumu her ne kadar kütükte 1337 (1921) olarak kayda geçmişse de Ap Sılêma (Sılo Qız / Süleyman Doğan) 1912 yılında Mılu Köyü’nde dünyaya gelir. Asırlık çınar, Dersimin büyük ozanı bu gün 107 yaşında hakka yürüdü.
Her ne kadar Sa Heyderi, Weliyê Usênê İmami, Alaverdi vb. gibi çokca şair ve ozanı varsa da Dersim’in Sey Qaji’den sonra adı en çok anılan ve hafızalarda yer edinen Ap Sılêma’dır. O Dersim ‘kılam’ları ve ağıtlarının, aşk türkülerinin ruhudur, hafızasıdır. Çünkü o Dersim’de yaşanan, görüp duyduğu her şeyi söz ve kemanesi ile dile getiren büyük bir değerdir.
Aynı zamanda Dersim’in tarihi, ’38 Soykırımı’nın da şahididir. O, kutsal toprakların acılarını, tasalarını, gam ve kederlerini dile getiren yeri doldurulamaz bir halk ozanımızdır.
En önemlisi de alanında geçmiş ile geleceğin arasındaki bağdır, geçmişin birikimini geleceğe taşıyandır.
Seni unutmayacağız. O kendine özgü sedan hep yaşayacaktır. Işıklar içinde uyu, devrin tamama ersin.
14.12.2019
Mısletê Kongra Dêsımi / Dersim Kongresi Meclisi
Federasyonê Komelunê Dêsımi yê Ewropa / Almanya Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG)
Murat Kahraman’ın „Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ kitaplarını belirli alalıklarla okudum. Murat’ın kalemini, edebi yeteneğini ebetteki konunun uzmanları değerlendirecektir. Bir okuyucu olarak sadece şunu söyleyebilirim: Haydar Karataş’ın „Perperika Soe“sinden sonra,“Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ ruhumu, yüreğimi, aklımı ikinci defa esir alan ilk eserler oldu.
“Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ ile çocukluğumun toprağına, dağına taşına, börtü-böceğine dokundum. Nergisin, piltanın kokusunu aldım. Kengerin, helugenin, singa hardın tadı aşina oldu bana. Yokluğun pençesinde çırpınan asalete şahit oldum, umutlandım. Kuzenim Sey Bartal’ın (Mustafa Tekin) ruhuna dokundum, ağladım. Veli amcayla birlikte Meral’e ve Zeynep’e kol kanat germeye çalıştım, yirmi dört yerimden kurşunlandım. Meral’le masum-u-pak oldum öldüm. Zeynep’le ölüler dünyasının ruhu Çino’ya ağız dolusu küfür ettim, yüzüne tükürdüm. Çino’yla, Qoçero’yla, Ekrem’le insanlıktan çıkma halinin dipsiz kuyusunda buldum kendimi, kahroldum. Kötülükler dünyasının bu yaratıklarıyla aynı evrende nefes almaktan utandım, ölmek istedim. Bağin’de, Başbağlar’da çoluk-çocuk yaşlı demeden suçsuz insanların yaşam hakkının elinden alınmasını seyredince işkencenin, ıstırabın katmerlisini yaşadım, nefes alamadım, kaçmak istedim, insanlığa küstüm. Bu zulme sebep veren zihniyet sahiplerine karşı yıllarca sessiz kalmanın suçluluğunu yaşadım.
„İnsanlığın özgürleştirilmesi “, „toplumsal kurtuluş“ için hayatını ortaya koyarak yola çıkan insanlardan, insanlığa ve özgürleştirmek istediği topluma düşman birer canavar yaratan zihniyet, ağusunu nasıl oldu da „ziyaret, niyaz ve rızalık yurdu Jar-u-Diyar“ın (Dersim) damarlarına akıttı? Konu komşusuyla her daim ekmeğini paylaşmış, acısına ortak olmuş, hasatında muhtaç komşusunun hakkını hep gözetmiş bir kadim kültüre/inanca sahip insandan nasıl oldu da, akrabası, kapı komşusu, dert ortağı Veli Kahraman’ın hanesini ateşe veren „ork“ ordularının hizmetinde odun taşıyabilen yaratıklar türedi? Henüz on iki yaşına değmiş Meral’in üzerine kapanıp, onun günahsız vücuduna saplanan kurşunlara kendisini hedef yapacak kimse neden çıkmadı?
Bağin’de, Başbağlar’da çocuğa kurşun yağdıran zihniyet sahipleri, yaptığınız zulümle Kürt insanının da ruhunu kirlettiğinizin hiç mi farkında olmadınız? Diyarbakır’da, Şırnak’da yaşayan hangi Kürt anne çocuğu emsali Meral‘ e kendi kurtuluşu adına kurşun sıkılmasına rıza gösterebilir? Sivas’ta bedenleri ateşe verilen hangi Alevi aydını, insanı, Raa Haq’ın beşiği Dersim’i, onların adına Başbağlar’da ateşe verdiğiniz evin içinde yanarak can veren masum-u-pakın kanıyla kirletmenize müsaade ederdi? Kabesi insan olan bu canların, bir çocuğun ölümüne göz yummaktansa, bedenlerini saran alevlerin daha da harlanmasını yeğleyeceklerini hiç mi düşünmediniz? “Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“’yı okudukça, Yüzüklerin Efendisi’ndeki Sauron’un „ork orduları“ canlandı gözümde. Çino’nun, Qoçero’nun, Ekrem’in ayak bastığı Dersim‘in her karış toprağı kanla sulanıyor, ruhunu yitiriyor, can çekişiyor, insanlıktan arınıyor. Siz bütün bu yaptıklarınızı nasıl „Kürt halkının kurtuluş davası“yla özdeşleştirebiliyorsunuz? Suçsuz, günahsız insanların canı pahasına elde edilmiş bir „kurtuluş“u hangi vicdan kabul edebilir? Hangi dava, hangi ordu, hangi ideolojik önerme çaresizliğin pençesinde çırpınan bir halkın çıkarından, Masum-u-pak Meral’in gözündeki ferden, mutluluğundan, hayatından daha değerli olabilir? Yaşlı babasının arkasına sığınmış bir çocuğu kurşun yağmuruna tutmayı hangi „özgürlük davası“nın çıkarıyla meşrulaştırabilirsiniz? Bugün halen bu gibi bahanelerle katliamlarınızı aklamakta ısrar ediyorsanız, o davanız batsın, kara vicdanınızla baş başa kalın. Bir dirhem vicdan sahibiyseniz, çıkıp günahlarınızı açıklayın. Geçin Meral’in mezarının başına diz çökün, af dileyin. Kurşun yağmuruna tuttuğunuz duvarın dibine anıtını dikin. Bağin’de, Başbağlar’daki marifetinizi kuşaklar boyu hafızalara kazımak için utanç müzeleri kurun.
Hiçbir gerçek özgürlük yanlısı insan bu karanlık ruhlara kol kanat germemelidir. Bağin’deki, Başbağlar’daki katliamlara sebep olanlar, Doğan’da kızlarını korumak için „bahtınıza düşmüşüm çocuklar, sadece beni öldürün!“ diye yalvaran yaşlı Veli Kahraman’a 24 kurşunla cevap verenler en geç o an „devrimci“ olma, „ulusal kurtuluşcu“ olma vasıflarını yitirmişlerdir. 12 Yaşındaki Meral’e, ablası Zeynep’e reva görülen zulüm, bu zihniyet sahiplerinin insanlığa vadettiği geleceğin resmidir, teminatıdır.
Murat Kahraman, Kırmanciye damarına sıkı sıkıya sarılıyor, vicdanını ve ruhunu bu hümanist damara teslim etmekten kaçınmıyor. Onu, temsil ettiği sol-devrimci kimlikle, „altın çağ“ ütopyası damarıyla karşıtlık içinde değil, birbirini güçlendirici ve tamamlayıcı ögeler olarak görüyor. Dersim’in bağrında sol örgütlerin açtıkları yaralar ancak ve ancak Murat’ın “Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“yla örneğini sunduğu vicdan muhasebesiyle onarılabilir. Murat, bunun yolunu açmıştır ve sadece bir başlangıç yapmıştır. Belki Murat, belki de başka biri örneğin, “Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ ‘da yerilen karanlık zihniyetin dahil oldukları saflara da nasıl sirayet ettiğini, örnekleriyle muhakkak anlatmalılar, yazmalılar. İç hesaplaşmalarda (Kardelen Hareketi gibi) hasımlarına işkence yapmanın, çocuğunu „halk ordusu“ saflarına teslim etmek istemeyen köylünün tokatlanması, suçlu olup olması bir yana, bir babanın çocuklarının gözü önünde kurşunlanması, Dersim’de onlarca insanın sorgusuz sualsiz infaz edilmesi, benzeri yaptırımların ve suçların „devrimci adalet“ adı altında meşrulaştırılmasının bu karanlık zihniyetin izdüşümünden başka bir şey olmadığını kabul etmeliler. Suça bulaşan kim olursa olsun, açık yüreklilikle bunun hesabını vermelidir.
Evet, „Çığlık“ ve „Bitmeyen Veda“ aynı zamanda bir toplumun çaresizliğinin, her taraftan kuşatılmışlığının, içten içe tüketilmişliğinin de resmidir. Dersim’in insanı, dağları, vadileri, dereleri, ziyaretleri çığlık çığlığa, Munzur ah çekerek akıyor. Bu diyara veda edenler bu çığlığa, ah çekişe kulak vermeli. Zeynep’in, Meral’in anısı için Dersim diyarına yüzünü çevirmeliler. Kederlerini, sevinçlerini bu topraklarda paylaşmalı, hatta birbiriyle kavgalarını burada sürdürmeliler.
25 Mart 2019