KAZIM GÜNDOGAN
Merhabalar iyi akşamlar. Betül Hanim merhaba. Perihan Hatun ile tanışma olanağı bulmuş biri olarak uzunca da bir röportaj yapmış biri olarak gerçekten, Betül hanımın anlattıklarından çok etkilendim.
özellikle her iki ailesine dair 37-38 sürecinde devletin karanlık aklının başta olmak üzere 37 de 38 de yok edilen on binlerce insanı ve seyit rızayı anarak başlayayım ben tabii.
37-38 diyoruz ama o bir Vahşetin Zirvesi ama bir toplumun bütünlüklü olarak yok edilmesi projesinin Zirve cezalandırılması değil inançlarının tarihinin kültürünün yok edilmesi olarak değerlendirmesi gerekiyor.
Böyle bakınca da o akil hem İslam’ın hem cumhuriyetin kurucusudur. Bu kara kutu açılıp içine bakıldığında Bütün İslam dünyasının hilafetçi İslam’ın İslam olmayan toplumların nasıl İslamlaştırılması gerektiğine dair 500 yıllık bir programının uygulanmasının eseri Dersimde uygulanmıştır.
Aslında şimdi biz Dersim meselesi diyoruz. Alevi meselesi diyoruz, ama aslında bu Dersim meselesi, Alevi meselesi değil. Bunu bir İslam meselesi olarak görmek gerek. yok İslam ve diğer inançlar İslam ve diğer toplumlar Cumhuriyet sürecine gelindiğinde de Cumhuriyet sürecini değerlendirdi ırka dayalı ulus-devlet Devletleri’nin kuruluş sürecinde bunun bir Türklük meselesi olduğunu Yani Kürt meselesi, Ermeni meselesi diğer etnik kimlikler meselesi olarak tanımladığımız bu şeylerin Aslında egemenliği elinde bulunduran gücün problemleri olarak değerlendirmesi gerekiyor. Bu bakımdan Dersim meselesi İslami -Türk bir devlet eseri.
Daha önce özellikle Bu Devletin kuruluş felsefesinde ki Türkçülüğün 1950’lerden itibaren nasıl şekillendiğini en rafine edilmiş örneklerinden biri 1914-15 Süryani Ermeni Soykırımı devamında Pontus daha sonra 1921’de Koçgiri katliamı ve devamında Kürtlerin kendi demokratik haklarını ulusal demokratik haklarını talep etmesi ile birlikte 1923’ün Lozan Antlaşması’ndan sonra Kürtlerin 25’ten başlayan 30’lara kadar devam eden kütlenin tanımı bartech değiştirici ev politikanın eseridir bu.
Burada tabii Dersim’in özel olarak seçilmesinin ve daha sonra Kemalist devletin oraya yönelik çok sistemli bir plan hazırlanmasının birkaç nedeni var. Bir Öncelikle ırka dayalı etnik kimliğe dayalı devletin inşasında bir dönem Ermenilerin, Rumların, Suriyelilerin problemi vardı. Onları çözdükten sonra da talebi ile birlikte bir biçimde cumhuriyet kuranlara göre Cumhuriyeti benimseyen Dersimde Alevilerin ama Cumhuriyet Devleti tarafından yine de bir soykırıma uğratılması başlı başına üzerinde durulması gereken bir mesele bu arada bir isyanın olmadığını İsyan olanaklarını da olmadığını ve toplumun Aslında Cumhuriyeti benimsediğini.
Bu nedenle Mehmet Ali başka Bütün her birinin kendi alanında adeta yerel iktidar olduğu ve her birinin denetiminde yüzlerce silahlı insanın olabileceği ve toparlanması durumunda 30-40 bin organize edilebileceği Dersim’de ama Dersimliler bunu tercih etmiyor.
Çünkü dersim özellikle 1920’de meclisin açılışının bileşenlerine baktığımızda oraya 5 mebusu göndermiş olması ve bu 5 Mebus bu son da hemen hemen dersim toplumunun yüzde sekseni ne denk geliyor olması üzerinde düşünülmesi gereken bir durum.
İsyan etmek isteyen Cumhuriyeti benimsemek istemeyen bir toplum neden meclise kurucu irade neden kendi temsilcilerini göndersin.
Daha sonra yanı başında Şey Sait gibi biri dini yönleri olsa da esasta ulusal niteliği olan bir ulusal hareketin kurma projesi ya da Kürdistan özelliği oluşturma gibi bir projesi olan bir hareketi neden desteklenmemiş olsunlar.
O zaman Dersimlilerin elindeki silahların toplatılması kararında Jandarma Komutanlığı’nın bilmem kaç silahın ne kadardır ama biz henüz yani ezilenler olarak inanç kimlikleri olarak ya da siyasal kesimler düşünceye sahip kesimler olarak ezilenlerin tarihini objektif tarihini alternatif tarihini yazamadığımız için henüz ne yazık ki resmi tarih hala geçerliliğini koruyor.
Bu bakımdan burada Betül hanımın üzerinde durduğu travma toplumu toplum bireylerinin düşünüş tarzı üzerinde biraz düşünmemiz gerekiyor. Böyle olunca bu taramalı toplumların Hayli bu kadar ağır şiddet ve parçalanma durumu yaşayan toplumun strateji oluşturmaması sorunu var, birlikte olamama sorunu var.
Dolayısıyla kendi meselelerine tarihsel bağlamından kopararak günü birlik Şuradaki şu mesele burada ki bu mesele gibi ya da senin aşiretin benim aşiretim seni siyasetin benim siyasetim nedenlerinden biri de bu.
Dramatik düşünme Duygu Dünyamızın en çok problemli olmasındandır bugün toplumun düşünen insanları sorgulayan insanları araştıran insanları olarak Bizlerin bu soruna dair bazı çözümler üretmesi gerekiyor artık.
Yani sürekli ağlayan sürekli ağıt yakan sürekli kalu-bela’dan beri bir hale getirdiği bu acı ve yas toplumundan çıkıp meseleleri birer olguya dönüştürmek lazım. Acıyı biraz olguya dönüştürmek lazım olguya dönüştürücünün de akıl devreye girer ve sorgulama devreye girer dolayısı ile toplum kendi düşüncesini kendi stratejisini oluşturabilir.
Elbette ki bu acıları ortaya koymak kayıt altına almak önemli ama bunun nedenleri ile birlikte şekillendirdiğimiz de dünyanın neresinde olursa olsun Bütün bu benzer acılar yaşamış toplumlardan birlikte düşünmek ve onlarla birlikte mücadele etmenin gerekliliğini inanmak lazım İkincisi ise Dünyada ve Türkiye’de bu resmi tarih yalanlarının resmi kesimlerin mutlaka bu kendi alanlarıyla kendi yanlış tarihleri ile yüzleşmesini sağlayabilecek çalışmalar yapmak lazım oralara dönük. Çalışmalar ve projeler üretmek gerekiyor ki bu mesele sadece Dersim meselesi değil mesele insanlığa karşı suç insanlığa karşı işlenmiş suç olması nedeniyle tüm insanlığın sorunudur. ve Faşizme karşı diktatörlere karşı zorbalığa karşı olan insan hak ve özgürlükler mücadelesinde düşünen sorgulayan herkesin dünyasına herkesin dikkatine taşımak gerekiyor.
Öyle yapabilirsek biz bu soykırımla hesaplaşabiliriz. Dolayısıyla hesaplaşırken aynı zamanda bu toplumun kendi yanlışları ile yüzleşmesi.
Dolayısıyla bizim de kendi eksikliklerimizle Yüzleşme süreci de Bunun içerisinde gerçekleşmiş olur ve bir Hesaplaşma Yüzleşme Dolayısıyla travmanın iyileşmesi süreç.
Böyle gerçekleşmiş olur bir Hesaplaşma ile Yüzleşme süreci mücadelesi sistemli bir biçimde verir ne diyor zaman bu öyle yüzyıllar daha böyle devam eder gider ve kuşaktan kuşağa biz bu travmaları aktarmaya devam ederiz.
Bu bakımdan bu tür çalışmalar programlar ezilenlerin travma yaşayan toplumların travmayı yaratan zihniyetle hesaplaşma süreci de daha kolektif düşünen daha stratejik bir akıl oluşturan bir yaklaşımı ön plana çıkarmakta yarar var diye düşünüyorum. Dersim tartışmasız bir soykırımdır.
Birkaç yıl önce İngiltere parlamentosunda bizim ay zaman belgesel filmimizi gösterdiğimizde orada dersimi hiç bilmeyen Alevileri neredeyse hiç bilmeyen bir tarih profesörü filmi izledikten sonra dedi ki ben „dersimi ne olduğunu Alevilerin kim olduğunu çok genel anlamda biliyorum ama sırf bu film bile orada bir soykırım olduğunu anlatıyor 1948 Birleşmiş Milletler soykırım kriterlerine baktığımızda onların hepsini ben bu filmde görebiliyorum„ dedi.
O zaman bu toplum neden bunun mücadelesini uluslararası alana taşımıyor? biz neden şimdi öğreniyoruz? bunu biliyoruz şimdi. Dolayısıyla bu tür çalışmalar yani hafızayı onun olguya dönüştüren veriye dönüştüren stratejik bir akıllan bizim bunu uluslararası alanda da Türkiye’de de düşün dünyasına aşmamız lazım artık.
Duygu dünyasından çıkarmamız gerekiyor bu toplum aslında çok şey konuşmuş. Ne ile konuşmuş kendi değil edilen konuşmuş. Çığlık atmış ama bunu anlayan Bunu duyan olmadığı için aslında konuşmamış gibi duruyor Onlar belki politik kavramlarla bu süreçleri ifade etmediler ama öyle büyük zorluklar var ki öyle o ağıtların her birinin dinlediğinizde öyle gerçekten derinden tarihten gelen çocuklar var ki şimdi işte bizim bunu adım adım Elbette ki onlar bir bellektir o kağıtların her biri birer bellektir onlar bize yani ağıttan dinlediğin zaman orada nasıl bir soykırım olduğunu, baba babanın kat edilmesine dair dinlediğimizde aşiretler arasındaki ilişkilerin problemleri ne olduğunu görebiliyoruz.
devletin orada ne tür oyunlar oynadığını görebiliyoruz devlet bu sürece çok planlı bir biçimde örgütleri ve 1925 den 1947 ye kadar devam eden bir süreçtir hazırlıklar raporlar planlamalar 34 İskan kanunu 35 dersim kanunu 36 -37- 38 -39 ve daha sonra kalanlarına asimilasyonu projesi hem Sürgünde Hem orada yatılı Okullar aracılığı ile başka planları aracılığıyla bu süreç böyle devam etti ve bir şeyin daha altını çizmek gerekiyor ki gerçekten Bu öylesine bir soyut soykırım ki adeta yani devletler arasında sürdürülen bir savaş konsepti ile dünyanın ilk kadın pilotu dünyanın savaş kadın pilotu diye geçen bir Sabiha Gökçen var dünyanın ilk kadın Savaş pilotu.
Hangi savaşa katılmış Dersim Savaşı’na katılmış. Dersim Soykırımı ile katılmış Siz bu tanımlama ve Burası üzerinden pek çok şey üretilebilir öte yandan 2013 yılında hay way zaman belgesel filmimizde orada zehirli gazların kullanıldığını belgesi belgelerini Ortaya koydum hem Abdullah Alp Doğan’ın ortaya koyduğu yazışmalarda hem yerel gazetelerde hem Muhsin batur’un kendi anlatmaktan imtina ettiği çalışmalarında bütün bunları ile ortaya koyduk ve son zamanlarda araştırmalar merkezinden arkadaşların ortaya çıkardığı bir belge ile de bu gazın Almanya’dan 1937 yılında uçakların tankların en ağır silahların kullanıldığı bir soykırımdan bahsediyoruz.
Bu bakımdan bunları bu biçimiyle belgeleri daha fazla üzerinde çalışarak bilimsel yöntemlerle uluslararası standartlarda Bu çalışmaları sürdürmekten başka bir yolumuz yöntemimiz yok bunun için Herkesin kendi etnik kimliği ilk kürtmüdür Zaza mıdır ermenimidir ne derse desin alevi midir işte çok özür dilerim herkesin kendini ifade etme hakkı ve özgürlüğü var. ama hiçbiri kendini var ederken kendi etnik kimliğine var ederken bir başka etnik kimliği yok ederek kendini var etmemeli .bu işte o çocuk olur O yüzden biz yere taşıma maliyeti bilmem ne değil ortak özellik onların Kızılbaş oluşudur .orada var Bunlar edilmedi bak orada kalmış bunlar aynı zamanda Türkiye’de Türkmen olarak bilinen ama Alevi olarak yaşayan insanlar hemen yanı başında çevresinde Erzincan’da Zini gediğinde 93 kişi Hiç alakası yoktur 90 kişi katledildi Bunlar hepsi oradaki işte ya da Dolayısıyla bu bir mesele Oradaki Osmanlı’dan 500 yıllık bir mesele meselesi ile cumhuriyetin kuruluşu ya da ulusal devletin kuruluşu ile birlikte buradan bir etnik kimlik meselesidir.
gündeme geliyor Dolayısıyla o meseleyi daha da ağırlaştırıyor raporlardaki türkleşiyor gibi yani tamam Bunlar Alevi Kızılbaş böyle ama biz bunları idare edebiliyoruz edilebiliyor ama ulusal bilinç gelişirse Bu ikisi başa bela olur yönünde sürekli vurgular var ve bu anlamda da bu toplumun kendi iradesiyle kendi kültürü ile değerleriyle var olmaması için ki otantik erisinde değişik biçimlerde değişik kanallarda İslam mı Entegre edilmiş İslam’dan bağlantısı kurup kurulmuş faaliyete Ama dersimdikilerin böyle bir bağlantısının kurulması nedeniyle de her kuramıyorsak bunları yok edelim. Geride kalanlar da sünilestirelim değiştirelim Geride kalanlar da bu yolla İslam’a dahil edelim yaklaşımı orada çok büyük bir çok acı bir politikanın ve çok vahşi bir katliamın gerçekleşmesine neden olmuştur diye düşünüyorum.
tesekkürler kazim
kazim gündogan sürgünler
çalışmalarda çok daha özgür yanı oluşturuyor biliyorduk nereden kaynaklandığını ve nasıl geliştiğini araştırmaya çalışırken Aslında birkaç yıllık bir çalışmadan sonra tanıkların doğrudan anlatımıyla bunun bir isyan değil bir katliam olduğu sonucuna bağırdığımızda biraz Dünya literatürüne hangi Politikalar izlenmiş asimilasyon hangi yöntemlerle gerçekleştirilmiş özellikle 1948 Birleşmiş Milletler’de soykırım kriterlerinde gerçekleştirilenler ve kabul edilenler dersinde nasıl karşılık buluyor Devleti’nin siyasi belgeleri Tüm bunları incelediğimizde şunu gördük ki aslında bütün raporlarda 1925 yılından itibaren daha sistemli halde hazırlanan raporlarda uzun hepsinde ötekileştirme bir nefret söylemi toplumu görme ıslah edilmesi gereken medenileştirmesi gereken bir toplum bir inanç bir kültür olduğu yönünde şimdi bu kavramların kullanıldığı her yerde büyük katliamlar büyük soykırımlar olur yani devletler herhangi bir toplumu herhangi bir grubu Eğer toptan ihmal etmek istiyorsa kültürel yaşamlarında toplum siyasi literatüründeki en ağır kavramlarla en insanlık dışı kavramlarla onları tanımlarlar işte Hitler’in Yahudileri ya da gece kolay tanımlaması gibi Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti de yani Osman da bunları işte rafizi gibi tanımlamalarla devlete Hedef gösterirken hedefe koyarken e-devlet’te işte Bunları özellikle Hamdi Bey’in raporunda cisimle Şen tanımlamayla olarak tanımladı ve bu kişi bana kökünden kesip atılması gerektiği yönünde bir çözüm uygulanması
aşamasında aslında bir toplumun çocuklarını zorla başka bir topluluğa nakletmek 48 sözleşmesindeki 5 litre su araştırma sürecinde bu durumla karşılaştığımızda bunun ani ortada kalan çocukların sahip gelmiştir ya da işte koruma altına Almıştır O nedenle bu çocukları götürmüştür diye düşündük sonra birbirleriyle yani Bu katliama askerler ejderha o çocuğu o Bunlar açmışlardır ve o nedenle ortada kalan çocukları sahiplenmiş Değerdir gibi düşündük sonra tabii biraz daha çalışma derin düşünce pek çok tane ulaşınca Erzincan’da ve Elazığ’da kurulan 2 toplama merkezinde Bu çocukların sadece ortada kalanlar aileleri ölenler değil aynı zamanda aileleri yaşayanların zorla alındığını öğrendik ve o ara İçişleri Bakanı Şükrü Kaya nın Milli Eğitim ve Bir ulus-devlet yaratıyoruz ulusun inşası da ayda çok önemlidir ailede kadının önemli bir yeri vardır eğitici ve dönüştürücü nedeniyle o anlamda bunların çocuklarını şimdiden yatılı okulları yerleştirmek bir kısmı da işte cumhuriyetçi ailelere vermek yönünde bu Kadınlar çocuklar üzerinden asimilasyonun belgesi ydy bunu görünce gerçekten karşılığını aramaya başladık ve Türkiye’nin 30 ilinde en çok ilçesinde Avrupa’da 5 yıl boyunca araştırma yaptık ve yüzlerce kız çocuğunun bir politika dahilinde ailelerinden zorla alındı yani annelerinin kuşaklarından alınan işte amcalarının yanında olan yanında olan çocuklar şey de şöyle Sağlıklı ve güzel kız çocuklarının alınması Erzincan en çok takip ettiğimizde oradan batıya kadar Her istasyonda 12 kız çocuğu traktörler ve sağlıklı güzel kız çocuğunu da oradaki esnaflara oradaki bürokratlara veriyorlar ona da Betül hanımın dediği gibi gerçekten sizin için yani tanımlamakta zorlanıyorum çünkü bu konu Yani tarih boyunca evlatlıktan üzerine çalışma yapan Türkiye’de çok önemli profesörler evi var onlarla birlikte çalıştığımız da bu durumu Çünkü bu Politik bir şey yani Yok gerçek anlamda alan aile tarafından kendi ine takip etmediklerim hemen hemen hiç verilmemiş Öncelikle saçları kesiliyor kıyafetleri değiştiriyor yani o aslında kökünden koparmak tarihinden kültüründen koparmaktır onun yerine o toplum ilkel ve medeniyet dışı görüldüğü için medeniyetin sembolü olan kıyafetler giyilir diyor işte kısa etek şapka bilmem böyle like bunları medenileştirme Ama bu medenileştirme İyi de özellikle türkü ailelerin yanında birer besleme statüsünde yani besleme hizmetçi var kız çocukları o subayları baba demek zorunda kalıyorlar ona Aile demek zorunda kalıyorlar onların evlendirilmeli evden evde yaşadıkları hacizlerde başka başka daha ağır şeyler pek çok Öykü bu Dersim’in Kayıp Kızları filminde dtd152 ölçüsünü topladığımız Dersim’in Kayıp Kızları kitabında çok daha sistemli bir biçimde bunların yaşadıklarını anlatmaya çalıştık ve bu çalışma hala devam ediyor Biz Bir film yapalım bir kitap yazalım hedefi ile yola çıkmadık bir tarihin hakikatin ortaya çıkaralım ve kayıt altına alalım ve bugüne kadar neredeyse 300’e yakın Öykü topladık kız çocuklarının kayıp öyküsü bir kısmını 80 yıl sonra aileleriyle buluştu Digiturk brüt böyle yani 80 yıl sonra bir araya geldiklerinde ortak hiçbir şey kalmamıştı Sadece birbirlerine benziyorlar the ne demek ki sen benim ailemsin Demek ki sen benim neyimsin değil ama yani işte biz Alevi’yiz diyeyim ki dersinde biz Alevi’yiz O da diyor biz müslümanız size ne dedi ki Tamam siz de öylesiniz ama ne yapalım işte gibi böyle inanılmaz o diyalog daha çok daha bizim için 60’lı 70’li yıllarda Yalnızlık içinde yaşayan 1960’lı 70’li yıllarda aramaya çıkan hiçbir biçimde oradaki kültüre dahil olmayan köklerini aramaya çıkan ve dersinde şu veya bu biçimde ailelerini bulan kızların öyküsüne de kızlar 30’lu yaşlarda kadınlar Oraya gittiklerinde büyük bir hayal kırıklığı bir daha hiç içinde yaşayan babasıyla kardeşleriyle bir aile ilişkisi düşününce soykırım 30 yıl sonra ailesini ailesinin bulduğunda amcaları bu geldi şimdi işte araziye ortak ol oradan da Yaşamını hasretle o şeyle yaşamını yitiren öyküler kendi kültürünü hiç unutmayan yani 9 yaşında çocuğun kızları unutmaması yıllar sonra gerçekten çok sıkıcıydı Yani hala Hızır Hızır diye gizli gizli yani namaz kılarken dua eden şeyler bunlar içerisinde hacca giden ve hiçbir biçimde bizimle görüşmek istemeyen insanlar var çok önemli yerlerde çocukları torunları olanlar 14.11 MHP’li meclis başkan vekili Ömer üzgünüm eşidir parçalı da olsa katkıda bulunmak aslında bellektir bellek oluşumudur aynı zamanda Çünkü aslında bir toplumun tarihi kültürü yok etmeye çalışırken en önemli Dolayısıyla sembolleri en önemli en güçlü belge insanın kendisidir insanlar belgeleri belgelenmesi gibi belgelenmesi gibi birçok arkadaşımızın işte ben sana orada en son kitabıyla çok önemli çok önemli bir sürecin hem Dersim aşiretleri ilişkileri çelişkileri devletten olan ilişkileri inanç vesaire bunları son kitabında çok iyi bir biçimde toparladı Bunların hepsi kıymetli çalışmalar akademik düzeyde kültürde sanatta Siyasette çok iyi şeyler yapamıyorlar Tabii ki de Siyasette başkasına başkalarına çok hizmet ediyorlar çok acı olmuş vaziyette hani orada olabilirler problem yok ama gerçekten senin kendine Bu kadar yalancılar yabancı ulaşarak devlete hizmet ediyor olması başkasının sarı hizmet ediyor olması herhalde bir şey konusu uzmanlık gerektiren bir problem.
tesekkür ediyorum
Soykırımları Anmak/Ortak Belleği Örmek
Soykırım ağır bir yıkım ve yok etme sürecidir. Bu süreci yaşamış toplumlardan geriye kalan insanlar, çok özgün yöntemler geliştirerek yaşama tutunmaya çalışırlar. Derin acıların girdabında atılan sessiz çığlıkları duyulmaz çoğunlukla… Çünkü onların çığlıkları da “tehcir” ve “tecrit” edilmiştir.
Ancak, “gerçeklerin bir gün mutlaka açığa çıkma gibi bir huyu vardır.” Her çığlık kavramsal bir gerçektir!
Soykırıma uğramış toplumların yüreklerindeki sessiz çığlıklar;
Çerkezler’de / Tsitsekun,
Süryaniler’de / Sayfo,
Ermeniler’de / Meds Yeghern,
Rumlar’da / Genosid,
Dersimliler’de / Tertele,
Çingeneler’de/ Porajmos,
Yahudiler’de / Holocaust olarak kavramsallaştılar.
Bu kavramların her biri tarihsel, toplumsal bir çığlıktır. Mağdur toplumların çığlıklarının bu kavramlarla rafine edilmesidir…
Duyabilen ve anlayabilen her insan için bir tarih, bir kültür, bir coğrafya, bir inanç, bir dildir… Yani bu kavramların her biri, bir bellektir…
Ve bu kavramların her biri, “büyük insanlık”ın ortak suçu ve utancıdır!
Aynı zamanda her biri, dinlerin ve ulusların mezarlığıdır…
- Yüzyılın ilk soykırımlarını gerçekleştiren ve bunlarla asla yüzleşmek istemeyen ceberut bir devletin vatandaşı ve soykırımlarda suç ortağı olmuş Türkiye toplumunun bireyi olmanın ağır yükü altında ezildiğimi, küçüldüğümü ve kirlendiğimi hissediyorum. Biliyorum ki sessiz kalmak ve inkar etmek suça ortak olmaktır!..
Gerçekleri anlatmak ve suçları tanımlamak!..
Hukukçu Raphael Lemkin’in (1900-1959) sistemli çabasıyla 9 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler tarafından “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” kabul edildi. Aynı zamanda bu sözleşme soykırımı uluslar arası bir suç olarak aşağıdaki gibi tanımladı.
Sözleşmede şöyle denildi: “Ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu, kısmen ya da tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur:
(a) Gruba mensup olanların öldürülmesi,
(b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel ya da zihinsel zarar verilmesi,
(c) Grubun bütünüyle ya da kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını değiştirmek,
(e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.”
Şüphesiz her katliam büyük bir acı, yıkım ve yok oluştur. Ancak her katliam, yıkım ve sürgün bir soykırım değildir. Katliamlar ile soykırımlar benzer yanları olmakla birlikte hem politik hem de hukuksal olarak farklı kavramlardır. Dolayısıyla bunların anılması, hatırlanması ve hesaplaşması da farklı politikalar ve farklı yöntemlerle sürdürülmek durumundadır. Katliamlar genel olarak ülkelerin iç politika ve iç hukukunda, “suç” olarak karşılık bulurken, soykırımlar uluslar arası hukuk ve siyasette, “suç” olarak kabul edilmektedir…
İnsanlığa karşı soykırım suçu işleyen egemen güçler ve devletlerin suçunu kabul etmesi, samimi ikrarda bulunması ve yüzleşip özür dilemesi ancak büyük toplumsal mücadeleler sonrası mümkün olabilmektedir.
Aslında soykırım suçları sadece devletler tarafından işlenmemektedir. Aynı zamanda toplumların da (aktif katılarak, sessiz kalarak, inkar ederek…) suç ortağı olmaları nedeniyle “toplumsal yüzleşme”nin de önemini belirtmek gerekir.
BM soykırım tanımı ve hukuksal çerçevesi nedense genellikle 20.yüzyıl soykırımlarıyla sınırlandırılmaktadır. “Soykırımlar ulus devlet inşa döneminin sorunları” olmakla birlikte, bununla sınırlandırılması doğru değildir. Din veya herhangi bir ideoloji adına yapılan soykırımların varlığı da bilinmektedir. Soykırımlar insanlığa karşı işlenmiş suçlardır ve bunlarda zaman aşımı olmaz, olmamalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. Osmanlı devlet akılının katliamcı ve soykırımcı politikalarını sistemli biçimde sürdürmüş; suç işlemeye devam etmiştir. Elbette soykırımları sadece Osmanlı ve Türk devletiyle sınırlamak gerçekçi bir yaklaşım olamaz. ABD’den tutun Rusya’ya, Almanya’dan tutun Avusturalya’ya kadar dünyanın bütün egemenleri farklı etnik kimlikleri, inançları, dinleri, dilleri, kültürleri yok ederek haksız ve meşru olmayan egemenliklerini sürdürmüşlerdir.
Bunlardan bazıları;
TSİTSEKUN: Çerkez Soykırımı
Çerkezler 1864’de uğradıkları soykırımı, yok olan Ubıh dilindeki bir kavramla sembolleştirmekteler. Norveçli dilbilimci Hans Vogt’un hazırladığı, 1963 yılında basılan Ubıhça Sözlüğü’nde yer alan ve soykırımı en iyi ifade eden, “toplu katliam, kırım” anlamına gelmektedir.
1864’te Kafkaslar’ı ele geçirmek isteyen dönemin Çarlık Rusyası, halkların direnişiyle karşılaşmıştır. Bunun üzerine bölge halklarının evlerini yurtlarını yakarak, yıkarak zorla göç ettirilen yaklaşık iki milyon insanın önemli bir bölümü yollarda açlık hastalık, iklim şartları sonucu yaşamını yitirmiştir. Sağ kalanlar Osmanlı İmparatorluğu topraklarına sığınmıştır. Ancak burada da asimilasyona tabi tutularak Türkleştirilmişlerdir.
Anma Günü: 21 Mayıs.
21 Mayıs 1864 yılı Kafkas halklarının (Çerkez, Abhaz vb) Çarlık Rusya tarafından sürgüne gönderilmesinin başlangıç tarihi olması nedeniyle Kafkas halkları tarafından anma günü olarak kabul edilmektedir. 21 Mayıs Tsitsekun/Çerkez Soykırımı’nı anma günüdür.
SAYFO: Süryani Soykırımı
Süryani – Asurî – Arami – Keldani – Nasturi halkının yaşadıkları soykırımı Süryanice’de Kılıç anlamına gelen “Sayfo” olarak tanımladılar. Çünkü onlar tarih boyunca “kılıçtan geçirilerek” katledilmişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu, egemenliğinde yaşayan Süryani nüfusunun üçte ikisini katlettiği tespit edilmektedir.
1914-1915 yıllarında önce Hakkâri bölgesinde, devamında Serhat, Diyarbakır, Urfa, Adıyaman, Malatya ve Turabdin de Süryani-Asuri-Arami-Keldani halkından yaklaşık 300 bin insan katledildi, yüz binlercesi tehcir edildi. Mezopotamya’nın kadim halklarından olan Süryaniler’in tarihi, kültürü, mülkleri, inancı, sembolleri tamamen yok edilmekle karşı karşıya bırakıldı.
1914 – 1924 yılları arasında dinleri Hristiyan olan Süryani/ Asuri, Ermeni, Pontus/Rum toplumlarına yönelik gerçekleştirilen soykırım aynı zihniyetle yapılmıştır: İslamlaştırma ve Türkleştirme…
Anma Günü: 15 Haziran.
Sayfo/ Süryani Soykırımı’nı anma günü olarak kabul edilmektedir.
MEDS YEGHERN: Ermeni Soykırımı.
Ermenice’de büyük acı, büyük felaket anlamına gelmektedir Meds Yeghern. Ama soykırım olarak kavramsallaştı.
Her ne kadar 1915 yılında gerçekleştirilen katliamlara soykırım denildiyse de aslında Osmanlı Devleti’nin Ermenilere yönelik katliam saldırıları 1890’lı yıllarda II. Abdülhamid tarafından kurulan Hamidiye Alayları ile başladı. 1895-96 yıllarında büyük katliamlar yapıl dı. 16.yüzyıldan itibaren uygulanan “İslah Programları”yla İslam olmayan toplumlara yönelik çeşitli baskılar ve mülkiyetin gasp edilmesi biçiminde süregeldi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetimindeki Osmanlı Hükümeti, diğer Hristiyan topluluklar gibi Ermenileri tehcir ve katliamlarla yok etmeye başladı. Bu sürecin sonunda ölen Ermeniler’in sayısının 800.000 ile 1,5 milyon arasında olduğu birçok tarihçi tarafından kabul edilmektedir.
Meds Yeghern / Soykırım sürecinde sağlıklı erkek nüfus genellikle toptan öldürüldü ya da askere alınarak zorla çalıştırıldı ve sonra öldürüldü. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar ise Suriye Çölü’ne sürülmek üzere ölüm yürüyüşüne çıkarıldı. Açlık, susuzluk ve hastalıktan ölenlerin yanı sıra, devletin organize ettiği veya desteklediği çeteler tarafından da soygun, tecavüz ve katliamlara maruz kaldı…
Anma Günü: 24 Nisan.
Osmanlı Devleti /İttihat ve Terakki hükümeti 250 Ermeni aydınını İstanbul’da gözaltına alarak Ankara’daki toplama kamplarına götürür ve orada çoğunluğunu öldürür. Bu nedenle 24 Nisan 1915 Ermeni Soykırımı’nın başlangıcı olarak kabul edilir. Ermeni toplumu ve soykırımı kabul eden devletler 24 Nisan’ı Meds Yeghern / Ermeni Soykırımı’nı anma günü olarak kabul etmiştir.
GENOSİD: Pontus/Rum Soykırımı
19 Mayıs 1919 Cumhuriyeti kuracak kadroların, İttihat ve Terakki İktidarı’ndan soykırımcı politikaları ve iktidarı devraldığı tarihin başlangıcıdır. Pontus/Rum halkı 1914- 1918 İttihat ve Terakki iktidarı tarafından, 1918-1923 yılları arasında ve sonrasında da Kemalistler tarafından uygulanan politikalarla tarihsel yurtlarından sökülüp atıldılar.
İttihatçıların 1908’den itibaren Anadolu’yu, Kürdistan’ı, Lazistan’ı, Trakya’yı Türkleştirme ve İslamlaştırma politikaları vahşice uygulandı. Kemalistler ise 1919’dan itibaren aynı mirası devraldı ve sürdürdüler.
1914-1918 tarihleri arasındaki katliam ve tehcirde yaklaşık 353 bin Pontoslu/Rum, İttihatçılar tarafından katledildi. 1919-1923 yılları arasında Mustafa Kemal’in emri ve işbirliğiyle çetelere (Topal Osman gibi), ordu kuvvetlerince evleri/yurtları yaktırıldı, sürüldü, katledildi, kültürel değerleri yağmalandı ve mülklerine el konuldu…
19 Mayıs 1919’da M. Kemal’in, Samsun Rumları’nı imha emrini vermesinden önce 153 bin kişi, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde ise 200 bin kişi katledilmiştir.
Bu süreç boyunca yaklaşık 1 milyon 250 bin Rum “mübadele”yle yerlerinden sürüldü. Geride kalan Rumlar yoğun bir asimilasyon politikasıyla Türkleştirildi ve İslamlaştırıldı.
Anma Günü: 19 Mayıs.
Mustafa Kemal’in Samsun’a giderek Rum halkını yok eden Topal Osman vb çetelerle birleştiği, geride kalan Rumların yok edilmesi politikalarının uygulandığı tarihin başlangıcı olması nedeniyle, Rum/Pontus halkı bu günü “Genosid” Soykırım günü olarak kabul etmiştir.
TERTELE’38: Dersim Soykırımı
Tertele Kırmançki/ Zazaki dilinde soykırım demektir. Dersimliler deprem gibi ağır doğa olaylarına “zelzele”, kırım, soykırım gibi ağır toplumsal yıkımlara da “tertele” demektedirler…
4 Mayıs 1937 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Bakanlar Kurulu Dersim toplumuna yönelik “tedip ve tenkil harekatı”(cezalandırma ve yok etme) kararı alır.
Ancak süreç çok önceden başlar. 1925 yılında hazırlanan “Şark Islahat Planı”, devamında düzenlenen “raporlar” ve 1935 yılında çıkarılan “Tunç-eli Kanunu”yla tamamlanan ırkçı ve dinci politikalar Tertele’nin politik, toplumsal ve hukuki zeminini hazırlamıştır.
Dersim toplumu Kızılbaş/Alevi inancı nedeniyle Hilafetçi Osmanlı Devleti tarafından İslamlaştırılmaya çalışılır. Bu nedenle yüz yıllar boyunca sistemli olarak katliamlara ve asimilasyona tabi tutulur.
Osmanlı’dan devralınan politikalar Cumhuriyet Hükümeti tarafından da devam ettirilir. Bu yeni dönemde İslamlaştırma politikalarına Türkleştirme de eklenir. Dersim’de yaşayan Kürtler’in, Kırmançlar/Zazalar’ın, Ermeniler’in Türk ve İslamlaştırılması merkezi bir devlet politikası olarak vahşice uygulanır.
4 Mayıs 1937 yılında uygulanmaya başlanan karar, 1938 yılında uçakların, ağır silahların, zehirli gazların kullanıldığı Dersim’de yaklaşık 35 bin ile 40 bin insan öldürülür, on binlerce insan ise sürgüne gönderilerek “zorunlu iskan”a tabi tutulur.
Anma Günü: 4 Mayıs.
4 Mayıs 1937 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti Bakanlar Kurulu kararıyla Dersim toplumuna yönelik “Tedip ve Tenkil Harekatı”(cezalandırma ve yok etme) kararı aldığından Dersim toplumu 4 Mayıs’ı “Tertele’yi Anma Günü” olarak kabul etmiştir.
PORAJMOS: Çingene (Roman/Sinti) Soykırımı
1933 ile 1945 yılları arasında Nazi İktidarı’nın Almanya’da ve işgal ettiği ülkelerdeki Çingeneler’e/Romanlar’a/Sintiler’e uyguladığı soykırıma Çingeneler kendi dillerinde Porajmos demektedirler.
Porajmos veya Pharrajimos kelime anlamı olarak “yok etme ve yıkım” anlamına gelmektedir. Ayrıca Samudaripen kelimesi de toplu katliam anlamında kullanılmaktadır.
Alman Faşizmi’nin ari ırk yaratma iddiasıyla uyguladıkları politikalar diğer soykırımlarla benzer nitelik taşısa da uygulamada çok özgün yanları vardır.
Çingene/Romanlar’a yönelik soykırım Holokost’dan önce başlamış ve aynı dönemde devam etmiştir. Ari ırk yaratma fikri; hastalıklı, sakat ve aşağı ırklardan olup, Alman saflığını kirleten yabancı unsurların “temizlenmesi” üzerine kurgulanmış ve uygulanmıştır.
Hatta bunun için “Alman Kanını ve Onurunu Koruma Kanunu” çıkarılarak Çingenelerin Alman kanını nasıl bozdukları üzerine çalışmalar yapmışlardır.
1936 yılından itibaren Çingeneler’in/Romanlar’ın seçme hakları da tıpkı Yahudiler’e olduğu gibi ellerinden alındı. Alman İçişleri Bakanlığınca 5 Temmuz 1936’da “Çingenelerle mücadele” adıyla yayınlanan genelgeyle genel bir “Çingene taraması” yapılmaya başlandı. Devamında Çingene toplama kampları kuruldu.
Çingeneler ağırlıklı olarak Avusturya’daki Daçau, Sachsenhausen, Buchenwald, Lackenburg gibi toplama kamplarına konuldu. Savaş yıllarında değişik kamplardaki gaz odalarına gönderilerek öldürüldüler.
Ağırlıklı olarak Almanya, Avusturya, Hırvatistan, Macaristan, Romanya da işgal sonrası Nazilerce çıkartılan kanunlar ve uygulamalarla “Çingene” nüfusunun önemli bölümünün mal ve mülklerine el konulduktan sonra toplama kamplarına gönderildiler.
Gerek Almanya ve Avusturya, gerekse Balkan ülkelerinden öldürülen Çingene/Roman/ Sinti sayısının 220.000 ila 800.000 arasında olduğu belirtilmektedir.
Anma Günü: 2 Ağustos.
2 Ağustos 1944 yılında Alman faşizmi Auschwitz kampında bir günde 3 bin Roman’ı katlettiği için Porajmos “Dünya Çingene Soykırımı Kurbanlarını Anma Günü” olarak kabul edilmiştir.
HOLOCAUST: Yahudi Soykırımı
Yahudi toplumu kendi dillerinde (İbranice) yaşadıkları felakete “Shoa” dediler. Yunanca da holos “bütün” ve kaustos “ yanmış” demek. Alman faşizmi tarafından bütünüyle yanmış, yakılmış milyonlarca insanın uğradığı soykırım “Holocaust” olarak kavramlaştırıldı.
Yer yer “Nazi Soykırımı” veya “Yahudi Soykırımı” olarak tanımlanan bu felaket Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Partisi‘nin yönettiği Almanya Devleti tarafından gerçekleştirildi.
Alman faşizmi ve Hitler işgal ettiği ülke sınırları içerisinde yaklaşık altı milyon Yahudi’yi (kaynaklara göre bu sayı değişir) sistemli bir politikayla öldürdüğü soykırımın adıdır, Holocaust.
Bazı bilim insanları, Çingene/Roman/Sinti kırımının da bu tanımla anılması gerektiğini savunsa da Holocaust esas olarak Yahudi Soykırımı’nı tanımlamak için kullanılmaktadır. Alman Faşizmi’nin (1939-45), başta Sovyet savaş esirleri, Polonyalılar, eşcinseller, özürlüler olmak üzere ortalama 10-11 milyon insanı öldürdüğü belirtilmektedir.
Avrupa’nın değişik ülkelerinde dokuz milyon Yahudi yaşamaktaydı. Holocaust’da bunların yaklaşık üçte ikisinin öldürüldüğü tespit edilmektedir. Öldürülen Yahudi çocuk sayısı bir milyondan fazla, öldürülen Yahudi kadın sayısı yaklaşık iki milyon, erkek sayısı ise yaklaşık üç milyon… Toplam 6 milyon Yahudi öldürüldü…
Elbette tüm soykırımlarda olduğu gibi Holocaust’da bir anda olmadı. Ekonomik, siyasi ve toplumsal süreçlerin adım adım hazırlanmasıyla gerçekleşti.
1935 yılında çıkarılan “Nürnberg Yasaları”yla (Türkiye’de 1925 yılında Şark Islahat planı ve 1935 yılında çıkarılan “Tunç-eli Kanunu”nu hatırlayın!) Yahudilerin yurttaşlık hakları ellerinden alındı. Yahudiler ve politik tutsaklar için hazırlanan çalışma kampları ve sonrasında gaz odaları…
Alman faşizminin işgal ettiği topraklarda 40.000 civarında “tesis” kuruldu. Yahudiler, muhalifler ve diğer kurbanların toplandığı, hapsedildiği, öldürüldüğü ve gaz odalarına gönderildiği tesislerdi.
Deyim yerindeyse Alman Devleti tam bir “Soykırım Devleti”ne, Alman Toplumu ise “Soykırım Toplumu”na dönüşerek büyük bir suç işledi…
Anma Günü: 27 Ocak.
Alman faşizminin en büyük toplama kamplarından biri olan Auschwitz’in Sovyetler Birliği askerleri tarafından kurtarıldığı tarih olan 27 Ocak 1945 Birleşmiş Milletler tarafından “Yahudi Soykırımı kurbanlarını Uluslararası Anma Günü” olarak kabul edilmiştir…
Ruanda Soykırımı
Ruanda’da Hutularla Tutsiler arasındaki tarihi anlaşmazlık eskiye dayanır. Ruanda, 1962’ye kadar Belçika’nın sömürgesiydi. Sömürgeci Belçika devleti 1890-1950 yılları arasında azınlıkta olan Tutsileri destekleyerek yönetimde tuttu. Hutular çoğunluk olmasına rağmen baskı ve haksızlıklara uğradı. 1950’den sonra yönetime gelen Hutular, yaşadıklarından Tutsileri sorumlu tuttular. İki toplum arasında 1990-1992 yıllarında iç savaş yaşandı.
6 Nisan 1994’te Hutulu devlet başkanın uçağının düşmesi yeni bir süreci başlattı. Hutular bunu gerekçe yaparak Tutsiler’e ve ılımlı Hutular’a yönelik sistemli şiddete başvurdular.
Ruanda Hükümeti Hutular’dan oluşuyordu ve soykırımı önlemek için hiçbir şey yapmadığı gibi el altından soykırımcı grupları destekledi.
BM’nin 2500 kişilik askeri gücü olmasına rağmen soykırımı engellemedi, asker sayısını 240’a düşürerek sadece “gözlem”ledi. Soykırımdan 3 ay sonra yaklaşık 800 bin insan öldükten sonra, BM Barış Gücüyle soykırıma müdahale etti.
Soykırımda 1 milyona yakın insan öldürüldü. 300 bine yakın kadın tecavüze uğradı. Yaşları 14-21 arasında değişen 100 binden fazla çocuk ailesiz kaldı. 3 milyondan fazla insan yurtlarından göç etmeye zorlandı.
Kişiler yargılandı ve devletlerin suçu örtüldü. Tanzanya’daki BM Savaş Suçları Mahkemesi’nde Ruanda Silahlı Kuvvetleri generali Augustin Bizimungu yargılandı ve 30 yıl ceza aldı. Jean-Paul Akeyesu soykırımdan suçlu bulundu. Birkaç isim dışında yargılamalar tam olarak gerçekleştirilemedi. Halkın vicdanında açılan yaraların dinmesi için üçten fazla insanı öldüren kişilerin halk mahkemelerinde yargılanmasına izin verildi.. Ancak bunlar hiçbir zaman gerçekleşmedi… Fransa ve Belçika’nın rölü tartışılmaya devam ediyor.
Anma Günü: 7 Nisan
Bosna/Srebrenitsa Soykırımı
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti 1945 yılında kuruldu. Hırvatistan, Slovenya, Sırbistan, Bosna, Makedonya, Karadağ’dan oluşan 6 Cumhuriyet ve Kosova, Voyvodina’dan oluşan iki özerk bölgeden oluşmaktaydı.
Halklar ve kültürler arasında eşitlik ve karşılıklı saygı vardı.
Ancak sistemin kendini yenileyememesi ve kapitalizmin baskısıyla sistem sürdürülemedi. 4 Mayıs 1980 yılında Sosyalist Federal Cumhuriyetin lideri Josip Broz Tito yaşamını yitirdikten sonra; Doğu Avrupa’daki değişiklikler ve dağılmaların da etkisiyle sistem parçalandı ve kapitalizme teslim oldu… Sonrası malum… Çatışmalar, savaşlar, kırımlar, soykırımlar…
- yüzyılda Avrupa’nın merkezinde ve dünyanın gözleri önünde 1991-1995 Yugoslavya’da İç Savaşyaşandı. BM müdahale etti ve sözde güvenli bölgeler oluşturdu. General Ratko Mladiç komutasındaki “Sırp Cumhuriyeti Ordusu” “Sırp özel güvenlik güçleri olarak bilinen “Akrepler”in Srebrenitsa‘ya karşı giriştiği “Krivaya ’95 Harekâtı”nda resmi rakamlara göre en az 8.372 Boşnak öldürüldü. Kadınlara tecavüz edildi…Soykırımlarda gerçek rakamlar hiçbir zaman öğrenilemeyecektir…
Anma Günü: 11 Temmuz
BM‘nin en üst mahkemesi sayılan Lahey Uluslararası Adalet Divanı Srebrenitsa Soykırımı’nı Sırbistan Devleti’nin değil, devlet içindeki bazı odak ve kişilerin yaptığına karar vererek sadece dönemin bazı askeri görevlilerini yargılamış ve değişik hapis cezaları vermiştir. Mahkemenin devleti yargılamaktan kaçınması düşündürücüdür… BM ve bazı AB ülkelerinin bu süreçteki rolü hala tartışma konusudur.
Ezidi Soykırımı
Ezidiler Ortadoğu’nun kadim halklarından biridir. Etnik kimliklerine dair tartışmalar olsa da kendilerini “Kürt” olarak tanımlarlar ve dilleri de Kürtçedir.
Onları özgün kılan inançları ve yaşam felsefeleridir. Museviliğin, Hristiyanlığın ve İslam’ın doğup geliştiği bu coğrafyada Ezidi inancının çok daha eski olduğu söylenmektedir. Ezidilik bir doğa dini/inancı olmakla birlikte tanrısı, kurucusu ve kitabı olan bir dindir. Ezidilik’de Tanrı “yaratıcı”dır ancak “sürdürücü” değildir. Sürüdürücülük görevini Tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak görülen Melek Tavus yerine getirir.
Bu dinin kurucusu ve Peygamberi olarak kabul edilen kişi aslen Hakkârili olup Lübnan’a göçmüş bir ailenin çocuğu olarak 1072 yılında Baalbek’te doğan Şeyh Adi bin Musafir’dir.
Ezidiler’in iki kutsal kitabı vardır.
- Yüzyılda yazıldığı söylenen Meshaf Reş (Kara Kitap)
- Kitab el Celve ( Tanrısal İzahatlar)
Bugün Ezidiler Irak’ta, iki ayrı bölgede yaşamaktadırlar. Biri, Ezidilerin kutsal mekanı Laleş’in de içinde olduğu Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) sınırları içinde kalan Şeyhan Bölgesi, diğeri ise Musul’a bağlı Şengal Bölgesi. İnançlarından dolayı yüz yıllardır baskı altında olan Ezidiler için Şengal Dağı her daim bir sığınak olmuştur. Tarihlerinde birçok saldırı görmüş olan Ezidiler Şengal Dağına sığınarak varlıklarını sürdürmüşler.
Tarihleri boyunca inançları nedeniyle saldırılara uğradılar. Osmanlı’nın İslamlaştırma saldırıları hiç bitmedi. Haklarında 72 ferman çıkarıldı ve 72 kez katliama uğradılar.
73.fermanla anayurtları’ndan sökülüp atıldılar…
2011yılında Irak diktatörü Saddam’ın saldırıları nedeniyle 500 civarında Ezidi katledildi.
3 Ağustos 2014’te dünyanın gözü önünde islamist terör örgütü İŞİD’in Şengal’i işgal etmesiyle Ezidi Halkı tam anlamıyla bir soykırıma uğradı. Yurtları yakıldı, yıkıldı. Tarihleri, kültürleri, inanç yerleri ve sembolleri yok edildi. Kadınlara, kızlara köle ve “cariye” olarak el konuldu. On binlerce Ezidi öldürüldü…
Anma Günü: 3 Ağustos
Bu soykırım 21. yüzyılda başta BM olmak üzere tüm uluslararası kuruluşların, devletlerin gözü önünde gerçekleşti. Ancak 2016 Haziran’ında BM İnsan Hakları Konseyi Ezidi halkına yönelik bu katliamı soykırım olarak kabul ve ilan etti.
Sonuç olarak;
Soykırımlar, mazlum ve mağdur insanlığın acısı, faillerin ve sessiz kalan insanlığın da utancıdır…!
Hangi etnik, inanç veya siyasi gruba uygulanırsa uygulansın soykırım bir insanlık suçudur. Başta soykırımlara ve katliamlara uğramış tüm toplumlar olmak üzere yaşanan acıları birlikte hissetmek, tutulmamış yasları birlikte tutmak, ortak bir gelecek için ortak bir bellek örmek insanlığın ödevidir.
Bu anlamda, soykırıma uğramış her halkın acısı ve yası aynı zamanda diğer halkların da acısı ve yasıdır. Bu acıları paylaşmak için; birlikte hatırlamak, birlikte yas tutmak, birlikte anmak ve birlikte mücadele etmek yaşamsal bir öneme sahiptir. Bu ortak bilincin ve davranışın hem toplumsal yüzleşmenin gerçekleşmesine, hem de yaşanan travmaların iyileşmesine çok önemli katkısı olacağı görüşündeyim…
Temmuz 2019
Kazım Gündoğan
Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/07/23/soykirimlari-anmak-ortak-bellegi-ormek/
Tertele, hakikat ve yüzleşme…
Dersim Tertelesi henüz sadece Dersimlilerin sorunu olmaya devam ediyor. Oysa bu sorun öncelikle tertele/soykırımlara, kırımlara maruz kalmış Alevilerin, Kürtlerin, Kırmanç/Zazaların, Ermenilerin sorunudur. Aynı zamanda bu tertele/soykırıma sessiz kalmış, hatta onaylamış İslamcıların, Türkçülerin sorunudur. Öte yandan insanlığa karşı işlenmiş bir suç olması nedeniyle tüm insanlığın sorunudur…
Kazım Gündoğan
Tertele;
Dersimliler doğa felaketi/yıkımı olan depremi “zelzele”, yaşadıkları 1937/38 kırımını, yani toplumsal felaketi de “tertele” olarak tanımlarlar.
Tertele uzun süre kırım/katliam olarak tanımlanırken başta FDG (Avrupa Dersim Federasyonu) olmak üzere Dersim kurumları bu tanımlamayı soykırımla içeriklendirip “Tertele” olarak kavramsallaştırdılar. Tarihsel ve toplumsal olaylar, olgular gerçek içeriğiyle kavramsallaştırıldıkça düşünsel alan rafine edilir, zenginleşir ve nitelik kazanır.
Her ne kadar tertele kavramı Türkiye düşün, kültür –sanat dünyasında henüz yeterince bir karşılık bulmasa da, Dersim toplumunda önemli bir karşılık bulduğunu söylemek yanlış olmaz.
Her toplumun yaşadığı özgün tarihsel ve toplumsal süreçler, olaylar vardır. Yıkım, yenilgi, kırım, soykırım, doğal felaketler gibi… Ya da demokrasi, eşitlik, özgürlük, devrim için direnenlerin zaferi gibi… Bunların her biri o toplumun düşün ve duygu dünyasında başka toplumlarda olmayan sadece o toplum için özgün bir yer aldığı gibi, tanımlaması da tamamen o toplum için özgünlük taşır.
Aleviler Osmanlı devletinin kendilerine yapılan katliamlara “kırım” dedi. Ermeni toplumu uzun süre 1915 soykırımına “büyük felaket”, “kırım”, “kesim” dedi. Hukukçu Lemkin özellikle 1915 Ermeni kırımını “soykırım” olarak kavramlaştırana kadar yaşanan felaketler farklı biçimlerde tanımlandı.
Yahudiler yaşadıkları felaketi (soykırım) kendi düşünce, duygu dünyaları ve dillerinde “Holokost” olarak tanımlayıp kavramsallaştırdılar…
Bu anlamda Dersimlilerin de 1937/38 kırımını/acılarını “Dersim Tertelesi” olarak kavramsallaştırması son derece önemlidir. Dersim soykırımının nedenleri ve sonuçlarıyla özgün olduğu gibi tanımlama ve kavramsallaştırmanın da özgün olması literatüre katkıdır aynı zamanda… Ayrıca kendi tarihlerini sahiplenişte ortak akıl ve duygunun oluşumuna güçlü bir zemin hazırladığı da söylenebilir. Her ne kadar tertele kavramı Türkiye düşün, kültür –sanat dünyasında henüz yeterince bir karşılık bulmasa da, Dersim toplumunda önemli bir karşılık bulduğunu söylemek yanlış olmaz.
Tertele kavramının düşün dünyasında henüz yeteri bir karşılık bulamamasının bazı temel nedenlerini belirtmekte yarar var.
Birincisi; Dersim Tertelesi ile bağlantılı olarak tertele kavramı, resmi ideoloji ve tarih tezinin etkisinde olan düşün dünyasına etkili ve sistemli bir tarzda taşınamıyor.
İkincisi; bu alanda pek çok çalışma; parçalı ve stratejik bir planlamadan yoksun olarak yapılıyor.
Üçüncüsü; tertele çalışmaları sürdüren kurum ve kuruluşlar bu kadar ağır tarihsel ve toplumsal bir meselenin etrafında bir araya gelip stratejik bir ortak akıl oluşturamıyor.
Dördüncüsü; tertele gibi ağır bir kavramın içeriği ve çalışmaların çerçevesi uluslararası standartlarda kavranamadığı için yapılan çalışmalar amatör ve yerel düzeyin ötesine taşınamıyor…
Beşincisi; Türkiye düşün dünyası esas olarak resmi ideolojinin tekçi zihniyetinden arınmadığı için tertele, soykırım, kırım, Büyük Felaket, holokost gibi hakikatleri yok sayan ve bu alanlardan uzak duran etik dışı bir tutumu barındırıyor…
Bunlara benzer daha başka nedenlerden ötürü Dersim Tertelesi henüz sadece Dersimlilerin sorunu olmaya devam ediyor. Oysa bu sorun öncelikle tertele/soykırımlara, kırımlara maruz kalmış Alevilerin, Kürtlerin, Kırmanç/Zazaların, Ermenilerin sorunudur. Aynı zamanda bu tertele/soykırıma sessiz kalmış, hatta onaylamış İslamcıların, Türkçülerin sorunudur. Öte yandan insanlığa karşı işlenmiş bir suç olması nedeniyle tüm insanlığın sorunudur…
Hakikat;
Dersim tarihsel, toplumsal bir hakikat olduğu gibi Dersim Tertelesi de bir hakikattir. Bu toplum esasta inanç ve etnik kimlikleri nedeniyle tertele yaşamıştır. Ancak bunu gerçekleştiren devlet “Dersim İsyanı” tanımlamasıyla hem terteleyi meşru göstermek istedi hem de bir suçluluk psikolojisi yaratarak toplumu sistemli olarak baskı altında tutmayı amaçladı.
Devletin ideolojik aygıtları ve organik aydınları da utanç verici bir seferberlikle bu hakikati yalanlarla örttüler.
Ancak hakikatlerin bir gün ortaya çıkma ve hesap sorma gibi bir huyunu/inatçılığını hesaba katmadılar. Nitekim Dersim hakikati de öyle oldu…
Dersim Tertelesi hakikati 72 yıl (2009 – 2010) sonra açığa çıktı ve kamusal alanda gündemleşti.
Gerçekten de Dersim’de herhangi bir isyan olmamıştı. Tekçi, ırkçı Kemalist devlet Dersim Kızılbaşlarını İslamlaştırma, Dersim Kürt, Zaza, Ermenilerini Türkleştirme amaçlı 1925 yılından itibaren sistemli ve planlı politikalarla 1937/38 Tertelesi’ni gerçekleştirdi.
Böylelikle tertele mağduru Dersimlilerin yıllarca ağıtlarla çığlığa dönüştürdüğü, ancak kimsenin duymak ve anlamak istemediği tertele artık kamusal alanda konuşulur ve tartışılır oldu. Bu yaygın tartışma ve hakikatin gücü karşısında dönemin başbakanın “Dersim’de isyan olmamış, orada bir katliam olmuştur” biçiminde itirafta bulunmasına neden olmuştur.
Gerçekten de Dersim’de herhangi bir isyan olmamıştı. Tekçi, ırkçı Kemalist devlet Dersim Kızılbaşlarını İslamlaştırma, Dersim Kürt, Zaza, Ermenilerini Türkleştirme amaçlı 1925 yılından itibaren sistemli ve planlı politikalarla 1937/38 Tertelesi’ni gerçekleştirdi.
Bu alanda yapılan araştırmalar, belgesel filmler, sözlü tarih çalışmalarıyla tertelenin tüm verileri ortaya çıkarıldı ve görülebilir hale geldi.
1948 Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2’nci maddesine göre soykırım etnik/ulusal veya inanç/dinsel bir grubun bütünün veya bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle uygulanan politikalarının her biridir.
- a) Grubun üyelerinin öldürülmesi,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi belgelerinde 13 bin 160 kişinin öldürüldüğü kabul edildi. Gerçek rakamı belirlemek olanaklı değil. Ancak gerçek sayının bunun en az üç katı olduğu söylenebilir
- b) Grubun üyelerine ciddi bedensel ya da ruhsal hasar verilmesi,
Yapılan araştırmalar, belgesel film ve sözlü tarih çalışmalarıyla yaşanan bedensel ve ruhsal hasar/travma ve travmanın kuşaklar arası aktarımı belgelenmiş durumdadır.
- c) Grubun yaşam koşularının/alanlarının yok edilmesi,
Evler, köyler, ormanlar ve ekinlerin neden ve nasıl yakılacağı Jandarma Umum Komutanlığı’nın belgelerinde mevcuttur. Ayrıca yüzlerce tanık anlatımı da bunu doğrulamaktadır.
- d) Grubun çoğalmasını engelleyecek yöntemlerin uygulanması,
Toplumun köklerinden; kültürü, inancı, dilinden koparılması ve ailelerin parçalanması, birbirine ulaşamayacak şekilde sürgün edilerek “zorunlu iskân”a tabi tutulması hem devlet belgelerinde (14.000 civarında), hem de tanık anlatımlarıyla belgelenmiştir.
- e) Grubun çocuklarının zorla alınıp diğer gruplara verilmesi.
Özellikle kız çocuklarının ailelerinden zorla alınarak Türk ve Sünni ailelere verilerek İslamlaştırılması ve Türkleştirilmesi politikası Dersim’in Kayıp Kızları çalışmasıyla belgelenmiştir.
Bu belgeler ulaşılabilir durumdadır. Tüm parçalı duruş ve yöntemsel eksikliklere rağmen Dersimlilerin ve demokrasi güçlerinin mücadelesiyle Dersim Tertelesi bütün yönleriyle bilinir ve geniş kesimlerce kabul edilir oldu. Bu son derece önemli bir kazanımdır.
Hakikat ortaya çıkarıldı ve tablonun dehşeti görünür, bilinir oldu. Bu tertele travmasını yaşayan toplumu kısmen rahatlattı. Ancak iyileştirmedi. Şimdi iyileşme/iyileştirme sürecinin mücadelesini veriyor Dersimliler… Bu da hesaplaşma ve yüzleşmeyle mümkün olabilir.
Yüzleşme;
Soykırım denince ilk akla gelen devlet ne yazık ki Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Osmanlı’da farklı din ve inançları İslamlaştırmak için sayısız katliamlar yapıldı. Bu katliamcı gelenek İttihat Terakki’de soykırım, Cumhuriyet’te tertele olarak devam ettirildi. Aynı katliamcı/soykırımcı devlet zihniyeti değişik biçimlerle devam ediyor…
Soykırım/tertele travması sadece mağdurlarla sınırlı değildir. Failler ve sessiz kalarak failleri onaylayanlar da bir çeşit travma yaşar. Dolayısıyla bütünlüklü bir toplumsal travmayla karşı karşıyayız. Toplumsal travmanın iyileşmesi için bütün toplumsal kesimlerin kendi payına düşen suçlar ve sorumluluklar ile yüzleşmesidir.
İslamist-Türkçü bir devlet aygıtından yüzleşme beklemek elbette saflık olur. Faşist, despotik hiçbir devlet suçlarıyla yüzleşmez/yüzleşemez. Ancak halkların demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi doğru ve etkili yöntemlerle sürdürülürse yüzleşmeye mecbur bırakabilir.
Başta Dersim Tertelesi olmak üzere Ermeni, Rum, Süryani soykırımlarıyla mücadele birbirinden ayrı ele alınamaz. Eğer 1914-1915 Rum, Süryani, Ermeni soykırımlarıyla yüzleşilebilseydi, Koçgiri, Zilan katliamları ve Dersim Tertelesi yaşanmayabilirdi. Eğer Dersim Tertelesi’yle yüzleşilebilseydi Maraş, Çorum, Sıvas, Gazi, Sur, Cizre, Ankara katliamları olmazdı…
Yüzleşmenin iki yanı var. Birincisi katliamı yapan devlet aygıtı ve zihniyetiyle hesaplaşmak ve yüzleşmek… İkincisi, bu katliamlara, soykırımlara göz yuman, hatta bundan etnik ve inanç kimliğinin inşası için çıkar gözetmenin yanı sıra maddi ve manevi çıkar elde ederek kendini var eden, objektif olarak soykırımcı zihniyeti destekleyen toplumsal kesimlerin de yüzleşmesi gerekir.
Soykırım/tertele travması sadece mağdurlarla sınırlı değildir. Failler ve sessiz kalarak failleri onaylayanlar da bir çeşit travma yaşar. Dolayısıyla bütünlüklü bir toplumsal travmayla karşı karşıyayız. Toplumsal travmanın iyileşmesi için bütün toplumsal kesimlerin kendi payına düşen suçlar ve sorumluluklar ile yüzleşmesidir. Ancak bu sayede bir iyileşme süreci ve demokratik bir toplumda barış içinde bir arada yaşanabilir…
Bunun için insanlığın başına bela olan dine ve ırka dayalı ideolojilerle hesaplaşmak, yeni travmaların yaşanmaması, neden oldukları travmaların iyileşmesi mücadelesi son derece güncel ve acil bir sorundur…
81’inci yılında Dersim Tertelesi mağdurlarının anısına saygıyla…
* Bu metinde yer alan fikirler yazarına aittir. Gazete Duvar’ın editoryal politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.
Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2018/05/04/tertele-hakikat-ve-yuzlesme/
Munzur Çem’in “Dersim 1937-1938: Kız Çocukları Ve Gerçekler” yazısına dair
Biliyoruz ki; Dersim toplumunun yaşadığı travmalar üzerine henüz bilimsel çalışmalar yapılabilmiş değil. Tarih, kültür, inanç, etnisite, Tertele gibi tarihsel konular ve ekonomik, sosyal, siyasal, ekolojik alanlarda yetersiz de olsa bazı çalışmalar yapılmaktadır. Ancak bu çalışmalar henüz çok parçalı ve güncel politik kaygılarla yapıldığı için “kolektif hafıza”yı öremediği gibi “kolektif bilince” de dönüşemiyor. Parçalı, reaksiyonel ve rekabetçi bir düşünüş tarzıyla bu sorunları çözmek olanaklı değildir. Bu nedenle her etnik, inanç veya düşünsel kimlikte Dersimlinin önce kendiyle, düşünüş tarzıyla hesaplaşarak ve gerçeklikle yüzleşerek köklü bir hakikat arayışına girmesi gerekir.
Kazım Gündoğan
Anıl Mert Özsoy’u “Vank’ın Çocukları” Belgeseli’mizin İstanbul Galası’nda tanıdım. Kavrayışı yüksek, analiz yeteneği güçlü ve toplumsal, tarihsel konulara son derece duyarlı bir gazeteci… Benimle Gazete Duvar için bir röportaj yaptı. Saatler süren karmaşık bir söyleşiyi başarılı biçimde rafine ederek “Dersim’in Ermeni Kızları Nerede?” başlığıyla yayınladı. Çok değişik toplumsal kesimlerden pozitif değerlendirmeler yapıldı ve sorular soruldu. Bu sorularla bir kez daha görüldü ki, “Dersim Tertelesi” hakkında hâlâ çok az şey biliniyor. Pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da “resmi ideoloji” ve “resmi tarih” tezinin düşünüş normları hala oldukça etkin. Keza, Dersimli düşün insanlarının bile Dersim’in temel meseleleri hakkında henüz ortak bir yaklaşım/görüş oluşturmaktan uzak oldukları görülmektedir.
Hakikati yok eden veya içini boşaltan devletin, “ideolojik aygıtları” düşün dünyamızı önemli oranda etkilemeye devam etmektedir. Hakikatle ilişkimize, onu analiz etme ve sentezimizi üretme konusunda henüz olunması gereken yerde olmadığımızı belirlemekle başlamalıyız. Bu anlamda kişisel, toplumsal gerçekliğimiz ve düşünüş tarzımızla yüzleşmeden bu kısır döngüden çıkmanın olanaklı olmadığını görmek durumundayız…
Gazete Duvar, haberciliğin yanı sıra kısa zamanda tüm bu konuları tartışmada önemli ve kıymetli bir düşün platformuna dönüştü; emeği geçenlere teşekkür ediyorum.
Bu düşün platformunda benimle yapılan röportaj hakkında Dersim üzerine kıymetli çalışmaları olan Sayın Munzur Çem “Dersim 1937-1938: Kız Çocukları ve Gerçekler” başlıklı bir değerlendirme yazdı. Son derece olgun, saygılı ve düşünsel yanı ön planda olan bir değerlendirmeydi. Kendisine teşekkür ederim. Üzerine düşündüm, sorular sordum ve düşüncelerimi hem Gazete Duvar okurlarıyla, hem de Munzur Çem ile paylaşmanın (biraz gecikmiş de olsa) yararlı olacağı sonucuna vardım.
Elbette çok uzun ve değişik konu başlıkları olan bir değerlendirmenin detayına girmeyeceğim. 5 başlık halinde konunun ana fikri ve Sayın Çem’in düşünüş tarzı üzerinde durmaya çalışacağım. Umarım bunu başarabilirim…
Munzur Çem’den bir aktarmayla başlayayım:
1- Gündoğan’ın 1937-38 Dersim soykırımının kamuoyuna mal edilmesinden bahsederken kendi çalışmalarını sürekli merkeze koymaya çalışmasıydı.” M.Ç.
Konunun bu yanı üzerine yazmak hoş olmasa da madem kamuoyunda tartışılır hale getirildi o halde birkaç şey söylemek durumundayım. Zira bu bireysel ve toplumsal hafızamız ve düşünce üretme tarzımız bakımından önemlidir. İnanıyorum ki; Sayın Çem eğer bunları yazmadan önce Dersim soykırım tartışmalarının hangi tarihte ve nasıl başladığına dair bir araştırma yapmış olsaydı; hem ne dediğimiz doğru anlaşılır, hem de hakkımızda böyle bir iddia da bulunmazdı diye düşünüyorum.
Söz gelimi; Sayın Çem ve onun gibi düşünenler 27.09.2009 tarihli Sabah gazetesinin manşetine, devam eden günlerdeki Milliyet gazetesi, Radikal gazetesi ve CNNTÜRK televizyon programlarına bakarak bu gerçeği öğrenebilirlerdi.
Evet, açıklıkla ifade etmek ve bir kez daha altını çizmek istiyorum. 1937/38 Tertelesi’nden sonra Dersim konusu merkez medyada neredeyse hiç yer almadı. Türkiye kamuoyunda tartışılmadı. Medya, akademi, kültür – sanat, siyaset dünyasında başlı başına hiç tartışılmadı. (Tartışıldıysa da bilmiyorum. Şayet biliyorsanız iddia/görüşünüzü kanıtlamak için bir örnek vermeniz yeterli olur…) Bizim “72 yıl sonra ilk kez konuşulmaya/ tartışılmaya başlandı…” dediğimiz gerçeklik budur. 2009-2010 ‘da “en çok tartışılan ve tartışma yaratan belgesel film; İki Tutam Saç-Dersim’in Kayıp Kızları” olarak hakkında onlarca makale yazıldı, yüzlerce haber yapıldı. Siz ve sizin gibi düşünen bazı Dersimliler dışında herkes bunları gördü, söyledi ve yazdı. Keza ikinci belgesel filmimiz Hay Way Zaman, 50’nci Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Belgesel Film dalında Jüri Özel Ödülü (2013) aldığında, “Dersim davasını” ödül töreninde dünyaya naklen duyurduğunu biliyor olmanız gerekirdi.
“Dersim’in ilk uluslararası ödüllü belgesel filmi”ni ve Dersim’in Kayıp Kızları araştırmasını yapanlar olarak kişisel bir duygudan çok Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanındaki Dersimlilerle birlikte Dersim Tertelesini dünyaya duyurmanın gururunu, onurunu yaşadık. Bu kişisel bir kazanım değildir; Dersimlilerin kazanımıdır…
2- “Ancak Dersim ile ilgili tartışmaların bu çalışmadan sonra yeniden başladığı tespiti Kürt kamuoyu bakımından doğru değil. Bir kere Kürtler şöyle veya böyle, 1950’lerden bu yana, entelektüel düzeyde sürekli olarak bu olay ile yüz yüze, iç içe yaşadılar ve bu durum bugün de devam etmektedir.” M.Ç.
Doğrudur çok az sayıda entelektüel (Kürt, Türk, vd ) “Dersim isyanı” hakkında konuşmuş ve yazmıştır. 2000’li yıllara kadar N. Dersim’i, M. Anter, U. Mumcu, İ. Beşikçi, Ali Arslan, K. Burkay, M. Çem, M. Bayrak, H. Göktaş, Ş. Aslan ve daha başkalarını da sayabiliriz.
Müzik alanında pek çok sanatçı, sinemada Çayan Demirel ve başkaları… Hepsi kıymetli çalışmalar yaptılar… Röportajda bu içerikte bir soru sorulmadığından bunları belirtme ihtiyacının duyulmamış olması onların emeğinin yok sayıldığı anlamına gelmez/ gelmemelidir. Böyle anlaşılabilecek bir anlatım varsa özür diliyorum.
Ancak anlatılan başka bir şeydir;
Birincisi; 1950’lerden beri çeşitli dönemlerde bazı çalışmaların olması sorunun Türkiye kamuoyunda tartışıldığı veya bilindiği anlamına gelmez.
İkincisi; Biz “Kürt, Türk” kamuoyu ayrımını yapmadan, Türkiye kamuoyundan bahsediyoruz.
Üçüncüsü; İyimser bir yaklaşımla bunların hemen hepsi N. Dersim’inin “Dersim Kürt İsyanı” düşüncesini kısmen veya tamamen benimseyen kişilerin yaklaşımlarıdır.
Dördüncüsü; Bu çalışmaların çoğu, ilgili politik çevrelerin sınırlarını aşıp, Türkiye kamuoyuna ulaşabilen çalışmalar değildir.
Beşincisi; kamuoyuna ulaşması bakımından yazınsal üretimler ile görsel üretimler arasında çok ciddi bir fark vardır. Bunda sinemanın etkisinin yanı sıra konuyu “Dersim isyanı” bağlamından çıkarıp “Dersim katliamı” bağlamına oturtulması başlı başına yeni bir durumdur.
Altıncısı; “Bir topluluğun çocuklarını zorla başka bir topluluğa nakletmek” BM soykırım kriterlerinden biridir. “Dersim’in kayıp kızları” çalışması bu gerçeği açığa çıkardı ve kavramsallaştırdı. Dersim Tertelesini “kadınlar ve çocuklar” üzerinden tartışılmasını sağladı.
Yedincisi; Dünya’da pek çok katliam, soykırım vb. sinema üzerinden, özellikle belgesel sinema üzerinden gündeme gelmiş ve tartışılmıştır.
Sekizincisi; Biz sadece sinema yapmak için yola çıkmadık. Dersim katliamına dair gerçekleri ortaya çıkarma ve bunları dünyaya anlatma hedefiyle çalıştık. Merkezi medya, akademi, kültür-sanat, siyaset dünyasına yönelik özel çalışmalar yaparak “Dersim katliamı” gerçeğiyle buluşmalarını sağladık.
Dokuzuncusu; Bu kapsamdaki çalışmada, “resmi ideoloji”nin etkisindeki toplumsal kesimlere yönelik olarak ilk kez, “Dersim isyan değil, katliamdır” tezi politik argümanlarla değil, sanatsal imgelerle ve insan öykülerinin gücüyle anlatılmış oldu.
Onuncusu; Elbette siyasal konjonktürün elverişli olmasının da bunda payı vardır. Demokratik Kürt mücadelesinin geldiği aşama ve egemen sınıflar arası çıkar/iktidar mücadelesi nedeniyle oluşan ortamı doğru değerlendirdik.
Öte yandan; toplumsal hafıza ve hakikatin görülmesi açısından önemli gördüğüm için şunu da belirtmeliyim. Kimisi Dersim katliamı tartışmalarının, Kasım 2009 da CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in “Dersim’de analar ağlamadı mı?” sözleriyle başladığını, kimisi de 2011’de dönemin Başbakanı R.T. Erdoğan’ın “Dersim’de isyan olmamıştır, katliam yapılmıştır” itirafı ve “özür” konuşmasıyla başladığını düşünebilir. Oysa 2009 Eylül ve Ekim ayının gazetelerine ve televizyon programlarına bakıldığında gerçek açıkça görülebilir.
3) “…1937-38 soykırımı için yapılan “kızılbaş soykırımı” ya da “Alevi soykırımı” terimleri gerçeği yansıtmıyor. Kuşkusuz, Türk devleti, Alevilikten hoşnut değildi,(…) Ve kuşkusuz bir inanç olarak Aleviliğin asimile edilip bitirilmesi de devletin hedefleri arasındaydı ama onun o yıllarda Alevilere karşı fiziki yok etme tarzında bir politikası yoktu. Bu bakımdan, asıl neden Dersimlilerin Kürtlük’leriydi. Nitekim Kürtler her yerde kırıma uğrarken, Dersim dışındaki Aleviler (Bektaşilerle Nusayriler dahil) böyle bir durumla yüz yüze gelmediler.” M.Ç
Dersim tartışmalarında esas meselenin burada olduğunu düşünüyorum. Kürt düşün insanlarının çoğu Sayın Çem gibi düşünüyorlar. Yani Kürt Tarih Tezi… Aktardığım paragraftaki mantıkla Dersim Tertelesi’ni anlamak, tartışmak ve ortak sonuçlara varmak hayli zor görünüyor. Çünkü böyle düşünmek;
Birincisi; Kemalistlerin İttihat ve Terakki (İ.T.) ve Osmanlı ile ortak ideolojisini, devlet aklı/ geleneğini tarihsel bağlamından koparmak olur.
İkincisi; Kürtlerin Lozan’a kadar, Hilafetçi Osmanlı ile (dolayısıyla İslamla) onu devam ettiren İ.T ve Cumhuriyetçi kadrolarla tarihsel bir sorunu (Osmanlıda bazı sorunlar yaşansa da) yoktu.
Üçüncüsü; Kemalist cumhuriyetin kuruluş ideolojisi iki temel kaynaktan beslenir; Irk ve din… Dolayısıyla Türkçülük ve İslamcılık.
Dördüncüsü; Tertele döneminde Türkçülüğün azami 50 yıllık bir geçmişi varken, İslamın 1400 yıllık, hilafetçi Osmanlı’nın 500 yıllık bir siyasal geçmişi vardı.
Beşincisi; Dolayısıyla “Kürt sorunu” henüz yokken “Kızılbaş/Alevi sorunu” İslam’la birlikte ve daha politik halde 1514 yılından beri vardı ve neredeyse Osmanlı’nın “başlıca sorunu” olarak görülüp sürekli katliamlarla çözülmeye çalışılmıştı.
Altıncısı; Bu bağlamda Kemalistler Lozan’la birlikte tapusunu aldığı devleti Türk-İslam ideolojisi üzerinden inşa etmeye başladılar. Irk olarak herkes Türk, din olarak herkes Sünni İslam olacaktı.
Yedincisi; Bunun için öncelikli olarak “Kızılbaş meselesi” çözülmeliydi… 1925 yılında çıkarılan, “tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunu” ve devamında Sünni İslamı devlet eliyle örgütlemeyi amaçlayan, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması, öncelikli sorun hakkında yeterince bilgi vermektedir.
Sekizincisi; 1925 yılında çıkarılan Şark Islahat Planı incelediğinde Türklüğe adapte edilmesi gereken unsurların başına Kürtler konulurken, Sünni İslama adapte edilmesi gerekenlerin başına da Kızılbaşlar’ın konulduğu açıkça görülebilir.
Dokuzuncusu; Bir ulusun en belirgin var olma aracı dili ve kültürüdür; başta Kürtçe, Zazaca olmak üzere “diğer diller” yasaklanır.
Onuncusu; Bir inancın da en belirgin var olma aracı inanç ritüelleri ve sembolleridir. Aynı biçimde ve benzer sertlikte Kızılbaşlar’ın inanç mekanı olan tekkeler kapatılır, pirler, mürşitler tutuklanır, ibadet sembolleri ( bağlama vb) yasaklanır, toplatılır ve evinde bulunduranlar ağır biçimde cezalandırılır.
On birincisi; Bu hakikate rağmen devletin “Alevilere karşı fiziki yok etme tarzında bir politikası yoktu” demek devletin kuruluş felsefesini bütünlüklü anlamamak ve Kızılbaş/Alevilerin yaşadıkları zulmü tarihsel bağlamından koparmak olur. Sayın Çem’in iyi niyetinden ve vicdanından kuşkum yok; ancak düşünüş tarzındaki “ulusçu” etkiler nedeniyle uluslaşma öncesi “ kimlik sorunları”nı bütünlüklü olarak göremediğini düşünüyorum. Bu nedenle 1937/38 Tertelesi için “Asıl neden Dersimlilerin Kürtlük’leriydi” derken son derece sübjektif ve parçalı düşünmektedir.
On ikincisi; “Nitekim Kürtler her yerde kırıma uğrarken,” dediği nokta tam da parçalı ve abartılı olduğunu gösteriyor. Evet, Şıx Sait ile başlayıp 1930 lara kadar devam eden süreçte Kürtler katledildi. Hem de vahşice. Ama iddia ettiği gibi “her yerde” olmadı. Kendisinin de belirttiği gibi “Piran’da, Sason’da, Mutki’de, Zilan Vadisi’nde ve Ağrı’da” oldu… Mardin, Urfa, Van, Bingöl, Diyarbakır, Bitlis, Siirt’in bütününde katliam olmadı diye, “Devletin Kürtlere yönelik özel bir imha politikası yoktu” diyebilir miyiz?
On üçüncüsü; Dersim dışındaki Kızılbaş/Alevilerin bu kapsamda bir katliamla yüz yüze gelmedikleri doğrudur. Tıpkı diğer yerlerdeki Kürtler gibi… Bunun özgün nedenleri üzerine;
1) Dersim’in inanç bakımından esasen Kızılbaş (İslam dışı) bir yapıya sahip olması. 2) Dersim’in Kızılbaş inancında “Serçeşme” (ana kaynak) işlevi gören pek çok “Ocak’ın merkezi olması. 3) İslam’ın tüm saldırılarına rağmen “tek tanrılı dine” yani İslam’a dahil edilememiş olması. 4) Tüm bunlar nedeniyle “Osmanlı’dan devralınan bir çıban” olarak tanımlanması. 5) Hiçbir yerde korunamayan Kızılbaş inancın en rafine ve şuurlu yaşandığı tek coğrafya olması. 6) Kızılbaşlık inancının yanında Hristiyan (yoğun olmasa da) topluluğun var olması. Ve 7) İsmet İnönü’nün 1935 de dikkat çektiği “kısmen Kürtlük şuurunun gelişmesi”nin yansıra daha pek çok özgün neden söylenebilir.
On dördüncüsü; Neden diğer Kızılbaş/Alevilere yönelik katliamlar yapılmadı sorusunun yanıtını yukarda verdim. Şunu da eklemekte yarar var: Çünkü diğer yerlerdeki Kızılbaş/ Aleviler 1514’lerden itibaren adım adım İslamla ve devletle çeşitli biçimlerde ilişkilendirilmişti… O haliyle bile “Aleviler sorun” ( Osmanlı dönemini saymazsak; Maraş, Çorum, Sivas vb olduğu gibi) olarak görülmeye devam edildi/ediliyor.
On beşincisi; Dersim Tertelesini incelediğimizde hedef seçilen; fiziki olarak yok edilen, sürgün edilen, köyleri yakılanlar arasında Şafi Kürt, Sünni Zaza ve Sünni Türk’ün olmaması aslında her şeyi anlatıyor. Sizce de bu düşündürücü değil mi?
4) “Kuşkusuz, burada yapılan “Kürt Tarih Tezi” tanımlaması ve ona bağlı olarak söylenenler de gerçekçi değil. Kürtlerin 1937-38’de Dersim’de olanları ille de isyan olarak göstermek gibi bir çaba içerisinde gösterilmeleri en azından bir mantık zorlamasına işaret eder.” M.Ç.
Benim anlatımlarımda “Kürt Tarih Tezi” tanımlaması genel kullanılmaktadır. Sadece Dersim için kullanılan bir tanımlama değildir. Dersim konusunda da başta N. Dersim’i olmak üzere Sayın Çem’in isimlerini belirttiği hemen herkesin, ilk dönemlerde yazdığı kitap ve makalelerde esas olarak “Dersim Kürt İsyanı” olarak tanımlanıyor olmasının bir anlamı vardır… Bunun birinci kaynağının N. Dersimi olduğunu da hepimiz biliyoruz. Elbette Sayın Çem gibi tek tek bireyler 1990’lı yıllarda “İsyan değildir” demiş olabilirler. (Denildiyse bu aynı zamanda köklü bir N. Dersim’i eleştirisi yapmayı gerektirir, böyle bir eleştiri veya özeleştiri var mı bilemiyorum?) Ancak ben kişilerden değil, Kürt siyasi hareketlerinin kurumsal yapılarından bahsediyorum. O süreçte “İsyan değildir” diyen ve bunun düşünsel mücadelesini veren bir politik harekete rastlamadım, bilmiyorum… (Elbette benim bilmiyor olmam olmadığı anlamına gelmez. Varsa yazmanız rica ediyorum.)
Bilmenizi isterim ki; biz yaptığımız araştırmalarla 2007’lerde “isyan değildir” dediğimizde gerek sol hareketlerin, gerekse Kürt hareketinin bize yaklaşımı son derece negatif ve sert oldu. Bu sertliğe karşı biz, “evet anlıyoruz sizi, yıllarca isyan olarak bildiğiniz ve yücelttiğiniz bir görüşün doğru olmadığını kabullenmek kolay değildir. Biz ‘isyan değildir’ sonucuna vardığımızda benzer sarsıntıları (ki bizim ulaştığımız somut bilgi ve belgelere ulaştığınızda inanıyoruz ki siz de ‘İsyan değilmiş’ diyeceksiniz dedik”) yaşadık. Hakikatle yüzleşmek kolay değildir elbet. Nitekim 2009/2010’lu yıllardaki Dersim tartışmalarıyla aynı çevreler çok hızlı biçimde “Dersim isyan değil, Kürt soykırımdır” demeye başladılar. Bu noktaya gelinmesi iyiydi elbet. Keşke özeleştiriyi merkeze koyan dönüşüm süreci yaşanabilseydi.
Sayın Çem hatırlayacaktır; Ankara’da Dersim 1937/38 Ortak Bellek Platformu’nun düzenlediği ve ikimizin de konuşmacı olarak katıldığımız konferanstaki sunumumda Dersim’de neden isyan olmadığını anlattıktan sonra “isyan olmadığı gibi Sey Rıza da bir isyan lideri değildir” demiştim. Kürt siyasetinden bazı arkadaşlar öfkeyle, “Kazım arkadaş Seyit Rıza şahsında değerlerimize saldırıyor” biçiminde sert eleştirilerde bulunmuşlardı… Sayın Çem’in bu duruma tavırsız kalması dikkatimden kaçmamıştı…
5) “… Dersimlilerin ise bütün Osmanlı tarihi boyunca “Ekrad” yani “Kürt” diye adlandırıldıklarını da yeri gelmişken belirtelim. (…) Onun yaptığı sıralamaya bakarsanız, “Kızılbaş Aleviler”i ayrı bir etnik grup olarak kabul etmek gerekir.” M.Ç
Osmanlı tarihinde “Ekrad” (Kürt) tanımlaması vardır elbet. Bunu biliyoruz ve belirtmekte hiçbir sakınca yok. Ancak; “Kürt” kavramının yanı sıra “Zaza”, “Ermeni”, “Kızılbaş”, “Hristiyan” kavramlarının kullanıldığını da belirtmezsek hem gerçeği yok saymış oluruz, hem de son 150 yıllık “ulusçu görüş açısı”nın ötesine geçemeyiz ve Dersim’in tarihsel, toplumsal gerçekliğini bütünlüklü ve doğru anlayamayız; tanımlayamayız. Ulus ve uluslaşma öncesi Osmanlı’da halklar, milletler esas olarak “etnik kimlik”le değil, din ve inanç kimlikleriyle tanımlanırdı. Söz gelimi; Osmanlı tahrir defterlerini açıp baktığımızda Dersimde üç toplumdan/ kimlikten bahsedilir. Hristiyanlar, Kızılbaşlar, Müslümanlar gibi… Türk, Kürt, Arap, Rum, Ermeni gibi milleti ifade eden kavramlar ise ayrıntıda kullanılırdı…
Dolayısıyla “kimlik” denilince 150 yıllık bir hafızayla “etnik kimlik” tanımlamasının ötesine çıkamayan bir görüş açısı, “ulus öncesi” kimlikleri de, toplumları da yok sayma yanlışlığına düşer. Bu yanlış tekçi ve ulusçu bakış açısını mutlaklaştırır…
Bu mutlaklaştırma benim, “Kızılbaş/Alevileri ayrı bir etnik grup” olarak gördüğüm sonucuna vardırır. Oysa burada ki problem bende değil; Sayın Çem’in “etnik kimlik” dışında diğer “kimlik” tanımlamalarını yok saymasındadır. Yanı sıra çok dilli, çok inançlı, çok etnik kimlikli toplumsal yapıyı “Kürtlük” ile tek ulusçu düşünüş kalıplarına hapsetmesidir. Elbette, Kızılbaşlık/Alevilik bir “etnik kimlik” değildir. Ancak bir “inanç kimlik”dir. Dersimlilere etnik kimlik üzerinden “Kürt müsün, Türk müsün, Zaza mısın?” sorusu sorulduğunda özellikle yaşlıların çoğunluğu “Biz Kırmançız/Aleviyiz” yanıtı verirler. “Ulusçu” arkadaşlar bunu anlamakta zorlanıyor, hatta onları asimile olmakla suçluyorlar. “Alevilik’de bir kimlik olabilir mi, ya Kürt’sün, ya Türk’sün” demişti Özgür Politika yazarı Ahmet Kahraman… Bu konuda Bir Gün Gazetesi’ne yazdığım “Dersim Üzerine ‘Yaralı’ Tezler” isimli makaleye bakılabilir.
Sonuç olarak; Sayın Munzur Çem’in düşünüş tarzı ve vardığı sonuçların çoğuna katılmasam da benzer tartışmaları ve bu tartışmayı anlamlı ve geliştirici bulduğumu belirtmek isterim. Biliyoruz ki; Dersim toplumunun yaşadığı travmalar üzerine henüz bilimsel çalışmalar yapılabilmiş değil. Tarih, kültür, inanç, etnisite, Tertele gibi tarihsel konular ve ekonomik, sosyal, siyasal, ekolojik alanlarda yetersiz de olsa bazı çalışmalar yapılmaktadır. Ancak bu çalışmalar henüz çok parçalı ve güncel politik kaygılarla yapıldığı için “kolektif hafıza”yı öremediği gibi “kolektif bilince” de dönüşemiyor. Parçalı, reaksiyonel ve rekabetçi bir düşünüş tarzıyla bu sorunları çözmek olanaklı değildir. Bu nedenle her etnik, inanç veya düşünsel kimlikte Dersimlinin önce kendiyle, düşünüş tarzıyla hesaplaşarak ve gerçeklikle yüzleşerek köklü bir hakikat arayışına girmesi gerekir. Birikmiş tarihsel ve toplumsal sorunları, “benim doğrum” ile açıklamaya çalışmanın ne kadar yıkıcı, tüketici ve ötekileştirici olduğunu, sorunları çözmek yerine yeni sorunlar yarattığını görüyoruz. Bütün bunların yanı sıra, “Dersimlilerin sorunları” gibi duran sorunların, aslında sadece Dersimlilerin değil, tüm etnik ve inanç kimliklerinden demokrasi güçlerinin sorunu olduğunu, dolayısıyla “birlikte çözme” bilinciyle hareket etmenin doğru olacağını düşünüyorum.
Bütün mesele kimlikleri, kişilikleri, düşünceleri saygıyla karşılamak ve etik değerleri büyüterek, koruyarak tartışabilmektir.
İnsanları kimliklerinden ötürü ayrıştırmak çağımızın hastalığıdır; buna karşı çıkmalıyız. Ancak doğru ile yanlış, iyi ile kötü ayrımı yapabiliriz. Bunu yaparken de akıl, vicdan ve adalet normlarından uzaklaşmadan; birlikte ve birbirimizden öğrenerek…
Seneca’nın dediği gibi; “İnsanlar ders verirken ders alırlar.”
Kaynak: www.gazeteduvar.com.tr
Gerek Hilafetçi Osmanlı, gerek Meşrutiyet, gerekse Cumhuriyet Dersim’i “sorun” gördü. Baskı ve katliamlar hiç eksik olmadı. Büyük yaralar açıldı. Kapanmadı o yaralar. Zira tedavi eden olmadı Dersimliler’in yarasını. Bu nedenle Dersimliler’in tarihsel ve toplumsal yaraları hâlâ kanamaya devam etmektedir. Tedavi edilmeyen bu yaralar Dersimliler’in düşün ve duygu dünyasında derin ve kalıcı yarılmalara neden oldu.
Geçmişte yaşanmış sorunlar, doğru bir zeminde adaletli bir yaklaşımla ele alınmaz ve çözülmez ise geçmiş hiçbir zaman geçmiş olmaz. Yeni biçimlere bürünerek her zaman bireylerin ve toplumların yaşamında var olmaya devam eder.
Geçmişinde çözülmemiş sorunları, kanamakta olan yaraları olan toplumlar/bireyler,bugününü örgütlemede ve geleceğini inşa etmekte ciddi sorunlar yaşarlar.
Bunun en önemli nedenlerinden biri toplumsal travmadır. Yani toplumun ortak akıl ve ortak duygusunun parçalanmış olmasıdır.
Travmanın tedavisi, yaraların sarılması dolayısıyla bugünün ve yarının sağlıklı biçimde inşa edilebilmesi bir hesaplaşma/yüzleşme süreciyle mümkün olabilir.
Hesaplaşma/yüzleşme ise ortak etik değerlerin, ortak aklın yön verdiği örgütlü bir toplumun eseri olabilir.
Dersim toplumunun sorunları üzerine uzun yıllar değişik kurum ve bireylerin çabaları oldu. Bunların her birinin kendi koşullarında kıymetli olduğunu teslim etmek gerekir.
Ancak bu çabalar Dersim toplumunun ortak aklını oluşturarak stratejik bir plan dahilinde kalıcı mevziler yaratmaya yetmedi. Zira parçada düşünüldü. Bir yanıyla tek etnik köken veya inanç üzerine kimlik inşa etme (parçalı kimlik) mücadelesi çoklu “Dersim kimliği”nin önüne geçti.
Öbür yanıyla da Dersimliler’in enerjisi ağırlıklı olarak güncel siyasal ve sosyal sorunlara kanalize oldu.
Son 30 yılda görüldü ki “parçalı kimlik” (aynı zamanda tekleştirici) düşüncesi Dersim’de ve Dersimliler’de beklenen karşılığı bulmadı/bulamadı. Toplumun büyük kesimi çoğulcu “Dersimli” kimliğiyle tanımladı kendini ve böyle yaşamayı benimsedi.
Elbette her etnik, inanç veya siyasi kimliğin kendini var etme (inşa etme) hakkı tartışmasız kabul edilmelidir. Sorun, bütün bir tablonun her bir parçasının, kendisini bütünün yerine koyması, dolayısıyla da diğer kimliklere yaşam hakkı tanımama anlayışı ve pratiğindedir
Hiçbir kimlik, kendi varlığını başka kimliklerin yok edilişi üzerinden var etmemelidir.
Bazı coğrafyalar ve toplumlardaki tarihsel, toplumsal ve siyasal gelişmeler diğerlerinden farklı seyirler izler. Dersim bu özgünlüğü taşıyan, koruyan halklar ve kültürler yurdudur. Buradaki tüm kimliklerin birbirini etkileyen, besleyen ve içiçe duran özellikleri vardır. Bu hakikati kabul ederek düşünen ve hareket eden her Dersimli aslında yeni ve ortak “Dersimli” kimliğini benimsemiş demektir.
Dersim Fikriyatından Dersim Meclisi Fikriyatına…
Uzun yıllar, “Dersim fikriyatı” üzerine düşünen ve bunu değişik biçimlerde savunan Dersimliler oldu. Ancak “parçalı akıl” ve “parçalı kimlik” düşünüş sürecinin doğası gereği bütünü kapsayamadı…
2015 yılının son aylarından itibaren bazı kurumların çabasıyla bir grup insan, Dersimliler’in “parçalı aklı”nın ürünü olan dağınık duruş ve rekabetçi tarzın yarattığı olumsuz tablo üzerine sohbetler yaptı. Bu sohbetler ve çabadan “Dersim Meclisi Fikri” doğdu.
2016 yılı Şubat ayında Almanya’da yapılan toplantı, “Dersim Fikriyatı”ndan “Dersim Meclisi Fikriyatı”na doğru yürüyüşünde başlangıcı oldu.
“Dersim Meclisi Girişimi” olarak tanımlanan ve şekillenme sürecine giren düşünce Avrupa’da ve Türkiye’de çalışmalarını sürdürdü/sürdürüyor.
Bu fikir Dersimliler arasında düşünsel planda önemli ilgi gördü/görüyor. Ancak Dersimli kurumların (dernek vb) bir kısmı bu düşünce ve girişime mesafeli durmaktalar.
Zira onlardan bazıları bunu kendilerine karşı bir girişim olarak algılamaktadırlar. Bu algının birden çok nedeni olduğu söylenebilir.
Birincisi; bu algının parçalı düşünüş ve parçalı duruştan kaynaklı olması.
İkincisi; rekabetçi bir anlayış ve tarzın ağır etkisi.
Üçüncüsü; mevcut kurumların Dersim meselesi ve davasını “dernekçilik ufku”nun ötesine taşıyamamış olmalarının önemli payı olduğu söylenebilir.
Dördüncüsü; ve en önemlisi Dersim davasını tarihsel, toplumsal özgünlüğü boyutundan kopararak, genel siyasal ve sosyal konular bağlamında ele alınmasıdır.
Gerek Türkiye de, gerekse Avrupa’daki Dersimliler’in bu “parçalı” ve “rekabetçi” durumu, toplumun önemli bir kesiminin örgütsüz ve atıl kalmasında önemli bir paya sahiptir. Söz gelimi; aydınlar, sanatçılar, akademisyenler, işverenler, kanaat önderleri gibi kesimlerin Dersim davası/sorunlarına dair görüş ve enerjilerini toparlayabilecek seçeneklerden yoksun olmalarını veya büyük bir boşluğun yaşanmasını başka türlü açıklamak olanaklı değildir.
Bu tabloda Dersim Meclis Girişimi, toplumun düşün dünyasında yeni ufukların açılmasının önünü açabilir. Çoğulcu Dersimli kimliğinin oluşumu ve yeni bir toplumsal aydınlanmanın olanaklarını yaratabilir.
Toplumun düşünsel, kültürel, ekonomik, inançsal dağınıklığının, doğa ve çevre mücadelesinde yaşanan “parçalı”lığın giderilmesinde yeni iletişim kanalları açılabilir, yeni kurumsal oluşumları gerekli hale getirebilir.
Yerel sorunları sadece yerel bir akıl ile değil, evrensel bir akılla çözmenin fikri zenginliğine ulaşabilir.
Dolayısıyla “Dersimli olma” düşünsel zemini üzerinden, yeni bir kurumsallaşma aşamasına geçmek zorundadır Dersimliler…
Dersimliler üç konuda stratejik bir görüş oluşturmak ve buna uygun kurumsal yapı inşa etmek durumundalar.
Dersimliler’in Ortak Aklı
Egemenler bir toplumu yok etmek veya teslim almak için önce onun tarihsel, toplumsal, kültürel belleğini yıkar/parçalar ve yerine kendi ideolojik sembollerini inşa eder. Bu durumda toplumu bir arada tutan değerlerden ve sistematik düşünme kapasitesinden yoksun bırakır. Dersimlilerin yaşadığı ağır tarihsel, toplumsal ve siyasal nedenlerle düşün ve duygu dünyasının parçalı olduğunu tespit etmek gerekir.
Bu nedenle; öncelikli olarak Dersim Meclis Girişimi bu travmatik/parçalı durumun nedenlerini analiz etmek ve gerçekçi bir tespit yapmak için bilimsel çalışmalar yapmalıdır. Devamında özgün yöntemler kullanarak bu parçalı öznelerle güven ve saygınlık ilişkisi oluşturmayı hedeflemelidir. Bireyler ve kurumlarla kurulacak saygın ve güvene dayalı ilişkiler üzerinden “ortak akıl”a ulaşmayı hedeflemek ve çalışmalarının ana eksenine bunu yerleştirmek durumundadır.
Geleneksel düşünüş kalıpları ve iletişim yöntemleriyle yeni bir düşünce oluşturmak ve topluma benimsetmek olanaklı değildir.
Ortak akıl oluşturma sürecinin sağlıklı gelişebilmesi için Meclis Girişimi toplumda yaygın olan her türden reaksiyonel ve rekabetçi anlayışla arasına kalın hatlar örmek ve kararlı/istikrarlı bir duruş göstermek durumundadır.
En temel mesele ve konularda bile, Dersimliler’in ne ortak düşüncesi, nede ortak duruşu vardır. Acılarda bile ortaklaşamayan, yaşadıkları Tertele’ye dair ortak bir düşünce ve davranış oluşturamayan bir hakikatle yüz yüzeyiz. Öncelikle bu hakikati kabul etmek ve bunun nedenleri üzerine bilimsel aklın ürünü olan çalışmalar yaparak ortak bir düşünce oluşturmanın yaşamsal bir öneme sahip olduğunu kabul etmek gerekmektedir.
Etnik ve inanç kimliği, kültürel ve siyasi kimliği ne olursa olsun (ırkçı ve dinciler hariç) tüm Dersimlileri tarih, toplum, kültür, doğa, inançlar, diller, ekonomi vb temel konularda bir araya getirebilecek, bu tür temel konuları bilimsel normlarda araştırıp anlatabilecek ve birbirinden öğrenebilecekleri yeni bir sürece ve bunun sonunda ortak aklın oluşumuna ihtiyaç vardır.
Dersim toplumunun yeni bir aydınlanmaya, yeni araçlara, yeni mücadele yöntemlerine ve yeni mevzilere ulaşması gerekir. Aksi durumda toplum olarak varlığını sürdürmenin tüm dinamiklerini kaybeder.
Dersimlilerin bir “kimlik” bunalımı yaşadığını söylemek mümkün. Ancak daha da önemlisi toplumda bir “kişilik erozyonu” ve “etik değerler” sorunu olduğunu da tespit etmek gerekir.
Bir toplumda kimlik ve kişilik ilişkisinde ciddi bozulma varsa bu, büyük bir çözülme ve yıkım yaşandığını göstermektedir.
Yani travmanın ve bellek yitiminin toplumsal ve kişisel değer yitimindeki etkilerinin yanı sıra; kapitalist sistemin, bölgede uzun yıllardır süren şiddetin parçalayıcı ve çürütücü etkilerinin de üzerinde durmak son derece önem kazanmıştır.
Belirtmek ve kabul etmek gerekir ki; bir toplumun düşün dünyasını oluşturan, şekillendiren ve yön veren en önemli kesim o toplumun düşün insanlarıdır; yani aydınları ve sanatçılarıdır. Ne yazık ki Dersimli aydın ve sanatçıların önemli bir bölümü söz konusu “parçalı akıl”ın ve rekabetçi tarzın sıradan bir bileşeni olmayı tercih ederken, diğer önemli bölüm aydın ve sanatçının ise tarihine, kültürüne, toplumuna karşı taşıması gereken sorumluluktan uzak durmayı tercih etmeleri büyük bir kayıptır.
Ortak akıl sürecinin özneleri olan Dersimli düşün insanlarını (aydınlar, sanatçılar) şimdiye kadar yapmadıkları/yapamadıkları ödevlerini acilen yapmaya ve vefaya davet etmeliyiz. Ortak akıl oluşturma süreci bu perspektifle sürdürülür ve gerekli olgunluğa ulaştığında da bir “Dersim Kongresi” toplanarak yeni bir aşamaya geçilebilir. Bu aşama Dersim Meclisi’nin kuruluşudur.
Dersimliler’in Temsiliyeti
Dersim’de yaşayan Dersimliler’in nüfusu her geçen gün azalmaktadır. Ağırlıklı olarak Türkiye’nin değişik kentlerinde, Avrupa da ve başka ülkelerde yaşamaktadırlar. Hem ortak aklın oluşturulamamış olması, hem de rekabetçi düşünce, duygu ve davranışları nedeniyle Dersim ve Dersimliler bir temsiliyet sorunu yaşamaktadır.
Bu kadar ağır sorunlar yaşamış ve yaşamakta olan bir toplumun kolektif temsilden yoksun kalması büyük bir açmazdır.
Ortak akılın oluşturulma sürecinin sağlıklı ve başarılı sürdürülmesi aynı zamanda ortak iradenin/temsiliyetin oluşturulmasının koşullarını yaratır.
Halklar ve kültürler yurdu (Kırmanciya beleke) olan Dersim coğrafyasında ve Dersim dışında yaşayan tüm Dersimliler’in sorunları/davası için ulusal ve uluslararası alanda sürdürecekleri her türlü mücadelede bir temsil mekanizmasının olması yaşamsal öneme sahiptir.
Temsiliyet meselesini mevcut kurum ve çevrelerin “parçalı kimlik” dayatmaları ve rekabetinden kurtarmak, tüm kimlikleri “Dersimli” kimliği ve “Kırmanciya Beleke” (Kırmançlar’ın çok kültürlü, çok renkli ülkesi) persektifi ve demokratik toplum bireylerinin katılımıyla ele almak gerekmektedir.
Bunun nasıl oluşacağı, nasıl işleyeceği ve ne tür somut işler yapacağı sorusu Dersim Meclisi iradesiyle yanıt bulabilecektir.
Dersim’in Statüsü
Dersim inanç yapısı ve inançların birbiriyle ilişkisi, değişik etnik kimliklerin bir arada yaşaması ve ilişkileri, çok kültürlü, çok dilli, çok inançlı (dinli) özelliğinin yanısıra, doğası ve doğa insan ilişkileri nedeniyle de dünya kültürel mirasının ve doğal hayatının önemli bir parçası/değeridir.
Bu özgünlüğün/değerlerin korunması sadece Dersimliler için değil, insanlık için büyük bir zenginlik ve kazanımdır. Bu nedenlerle Dersim tekçi devlet zihniyetinin hedefi olmuştur ve olmaktadır. Egemenlerin tekçi politikalarına karşı kararlı bir duruş göstermenin yanısıra Dersim her türlü kimlik ve çıkar çatışmasının, siyasal rekabetin dışında tutulması gereken bir doğa harikası ve kültürler beşiği olarak korunması gereken bir coğrafyadır.
Dersim dünya da ve bölgede özel bir statü hak eden özgünlüğe sahiptir. Kendi kendini yönetmesiyle ancak bu özgünlüğünü koruyabilir. Mevcut rejim veya iktidar seçeneklerinden hiç biri Dersim’in bu zenginliğini anlayabilecek/koruyabilecek durumda değildir. Kendi kendini yönetmesi oranın özgünlüğü nedeniyle bir statüye kavuşturulmasıyla mümkün olabilir…
Bölgede ve ülkede yaşanan politik süreç yeni devletlerin oluşumu ve yeni yönetim biçimlerinin tartışılacağı gözönünde bulundurulursa “statü” meselesi daha da önem kazanmaktadır…
Tüm bu sorunların bir arada konuşulabildiği, farklı kimlik ve fikirlerin değer gördüğü ve saygıyla birbirini kabul ettiği, güvene dayalı güçlü bir iletişime ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç yeni bir düşünsel üretimi ve yaklaşımı, yeni bir platformu gerekli hale getiriyor.
Dersim Meclisi fikriyatı doğru anlaşılır, doğru tartışılır ve bir kongreyle rafine edilerek Dersim Meclisi’ne dönüştürülebilirse ortak akılın oluşumunu, temsiliyet sorununu çözebilir. İşte o zaman “Dersim’in statüsü”ne dair stratejik plan oluşturmak ve çalışmalar yapmak mümkün olabilecektir…
Aralık 2016-Ocak 2017