DERSİM’DEN İÇ TOROSLARA
Kızılbaş-Alevilerde ‘Rıza Şehri’ ve Hakikatçılar
Komünar TV programında;Tele-Konferans Program yapımcısı İlyas Yer`in moderatörlüğünde araştırmacı yazar Abbas Tan ve aşık-ı sadık Tacım Baba (Yıldız) ile Kızılbaş-Alevilerde Rıza-şehri ve Hakikatçıları Konuştuk.
Bugün burada binlerce yıllık bir tarihe sahip Alevi-Kızılbaş toplumunda Rıza- Şehri ve hakikatçılığı ele alacağız.
Anadolu’nun kadim Alevi-Kızılbaş toplumun yaşantısını, kültürünü, sosyal ve siyasal yönünü özellikle de Rıza Şehri ve Hakikatçılar geleneğini bir nebze de olsa bilgilerinize sunmaya çalışacağız.
Araştırmacı-yazar Abbas Tan ile bu söyleşiyi gerçekleştireceğiz. Yine Alevi- Kızılbaş öğretisinde önemli bir yerde bulunan, Alevi -Kızılbaş öğretisini günümüze kadar taşıyan Aşık-ı sadıklarımız dan Tacım Baba’nın (Yıldız) deyişileri ile bu muhabbetimiz sürdürecegiz.
Araştırmacı-yazar Abbas Tan, uzun yıllara dayanan, Alevi-Kızılbaş öğretisini konu alan, çalışmaları ve kitapları bulunmaktadır. Uzun zamandır Alevi örgütlenmesi içerisinde bulunan, Alevi-Kızılbaş öğretisini çeşitli konferans ve paneller ile kamuoyunun dikkatine sunmuş ve bu yönde ciddi çalışmaları olan bir araştırmacı yazar.
Tacım Baba da Alevi -Kızılbaş öğretisinin bugünlere taşınmasında önemli bir hizmet gören ve Alevi-Kızılbaş öğretisini günümüze taşıyan sözlü gelenek temsilcilerinden bir aşı-kı sadıktır.
Tacim Baba (yıldız)bu alana 800 civarinda deyişi ile önemli katkıda bulunmuş bir Aşık-ı sadıktır.
Aşık-ı sadıklar Alevi-Kızılbaş toplumunun bir nevi hafızası durumundadırlar. Yazılı kaynakların ötesinde aşık-ı sadıklar, bin yıllık tarihsel tecrübeyi ve birikimi, kültürel mirası kendi deyişleri ile nefesleriyle bu güne taşımış yolun sürdürücüleridirler.
Aşık-ı sadıklar, Alevi-Kızılbaş toplumu içerisinde önemli bir yerde bulunurlar. Alevi toplumu açısından aşık-ı sadıklar, bir nevi Kızılbaş-Alevi toplumunun sözlü geleneginde, Alevi-Kızılbaşların ayaklı kütüphanesidir de denebilir.
Aşık-ı sadık Tacım Baba büyük Dersim coğrafyasında doğmuş, büyümüş ve yaşamakta olan bir aşık-ı sadıkımız. Bizler Dersim deyince bugünkü Tunceli İl sınırlarını kastetmiyoruz.
Tarihi büyük Dersim coğrafyasından bahsediyoruz. Bu coğrafyada diğer kadim toplulıkların yanısıra nufusununun genel çoğunluğunun Aevi-Kızılbaş oduğu ve bu Alevi-kızılbaş toplumun ana yurdu durumundaki büyük Dersim coğrafyasını anlamaktayız ve anlatmaktayız.
Aşık-ı sadık Tacım Baba’nın da ataları iç Dersim’den Malatya Kürecik,Adiyaman ve Oradan da bugünkü Elbistan`a yerleşmişlerdir. Aşık-ı sadık Tacım Baba’nın kısa biyografisini verdikten sonra onun bir nefesi ile muhabbetimizi sürdürelim:
Hakikat şehrine girip gezmenin
İnceden inceye yolları vardır
Üstadın dilinde lafı süzmenin
inceden inceye halleri vardır
Küre girmeyen demir hal almaz
Menzili bilmeyen yolcu yol bulmaz
Kokuyu almayan arı bal yapmaz
İnceden inceye halleri vardır
Tacım hakikata vermiş özünü
Marifet halinde söyler sözünü
Erenler yolunda bulmuş izini
inceden inceye yolları vardır
Şimdi muhabbetimizin bu bölümünü araştırmacı-yazar Abbas Tan ile sürdüreceğiz.
izleyicilerimiz ve okuyucularımız açısından Abbas Tan kimdir? Kısa bir biyografinizi aktarabilir misiniz?
Abbas Tan: Dersimliyim, ama Kayseri’nin Sarız ilçesine bağlı İncemağara diye bir köyünde doğdum büyüdüm. Aile yaklaşık 100-110 yıl eveli Dersim’den ayrılarak gelip Kayseri’ye yerleşmiş. Ve Kayseri de yaşamaktayım. 30 yıldır da Alevi Hareketi’nin içerisinde bu yolu öğrenmeye ve öğrendiklerimi de paylaşmaya çalışıyorum. Bu alan benim için gerçekten her geçen gün sevgiyle, saygıyla öğrenmeye çalıştığım bir yoldur. Bu yola hizmet etmeye çalışıyorum.
Kısaca böyle diyebilirim.
İlyas yer:
Şöyle tamamlaya bilirmiyiz? Abbas Tan Hozat`ın Ağzonik Köyü’nden Karabalı aşireti mensubu, Devriş Cemal Ocağı’na bağlı bir araştırmacı-yazar dostumuz. Hozatın Ağzonik Köyü 1938’de Dersim soykırımı döneminde orada yaşayanlar bir eve konularak gaz dökülerek yakılmış olan bir köydür. Yine o dönemde Sorpiyan ve Ergen köyleri de 1938’de yakılmış olan köylerimizdir. Ağzonik ve Sorpiyan köyleri üzerine yakılmış ağıtlarda mevcuttur.
Abbas Tan:
Konu Alevi- Kızılbaşlarda Rıza Şehri ve Hakikatçılar olunca, tabii ki uzun bir konu, çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor.
Bunu birkaç cümleye ile bir kaç programa sığdırmak mümkün değildir. Öncelikli olarak Rıza Şehri nedir? Alevilikteki Rıza Şehri ne demektir? Bunu anlatmak gerekmektedir.
Ne yazık ki ülkemizde, Türkiye’de hala Alevilik devlet tarafından bir inanç olarak kabul görmüyor. Hal böyle olunca Alevilik Türkiye’de yokmuş gibi görülüyor. Bu durum da biz Alevileri sıkıntıya sokmaktadır. Ama buna rağmen Devlet Aleviliği kabul etmese de, bizi yok saymış olsa da, biz Aleviyiz ve bu yolda yürümeye ve bu öğreti içerisinde yaşamaya devam edeceğiz. Buna da hiç kimse engel olamaz, ancak ne yazık ki devletin, özellikle de cumhuriyetin kuruluşundan sonra çıkan bazı yasalarla, ki bunların başında 677 sayılı tekke ve zaviyelerin sedine dair yasadır.
Bu yasa ile Alevilik yasaklanmış. Hal böyle olunca Aleviler kendilerini ifade etmekten zorlanmışlar. Kendi değerlerini ön plana çıkarmakta zorlanmışlardır. Sıkıntılar yaşamışlardır. Ekranda görüyoruz. Tacım Baba’nın arkasındaki sazlardan, bağlamalardan ve aslında alevilikte olmazsa olmaz o muhteşem bağlamalarda, solda en küçük cura var. Bu curanın gelişine baktığınızda yasaklı Alevilerin, pirlerin, aşıkların sadıkların, rayberlerin, kullandığı o cura bile bir çok şeyi anlatıyor.
Gittiğimiz toplantılarda, panellerde, Konferanslarda insanlar bize sormaktadırlar:
Alevilik nedir?
Kamil insan nedir?
Rıza Şehri nedir?
Bunlara birkaç kelime ile cevap vermekte insan zorlanıyor, hakikaten zorlanıyoruz. Niye zorlanıyoruz? Genelde insanlar en son duymaları gerekeni ilk önce duymak istemektedirler.
O cevabı hemen almak istiyorlar. Böyle olunca da yeterli derecede anlatmak imkanı ortadan kalkıyor. İnsanlar sizin anlatıklarınızdan da tatmin olmuyorlar. Şimdi Rıza Şehri nedir? sorusunu şöyle cevaplayabiliriz:
Rıza Şehri bir yaşam biçimidir, birbirinden farklı yaşam biçimleri vardır. Rıza Şehri yaşam biçimini anlatmadan önce Aleviliği açıklamak gerekmektedir.
Alevilik inançsal, ekonomik , sosyalojik, siyasal, kültürel , bilimsel bir bütünsellik arz eden, günün şartlarına göre de kendisini yenileyebilen bir doğa inancıdır. Doğayı ve canlıyı incitmeden onlarla birlikte yaşamaya biz Alevilik diyoruz. Aleviliği günümüzde bir yol olarak değerlendiriyoruz. Yani Alevilik bir yoldur. Aleviler bu yolun yolcuları, yolun sonu Rıza Şehridir. Böyle tarif edersek biraz daha anlaşılır kılmış oluruz diye düşünüyorum.
Farklı bir örnek verecek olursak:
Her inançta bir hedef vardır, bu hedefe ulaşabilmek için çeşitli ritüeller vardır. Bütün inançlarda bu böyledir. O ritüelleri yerine getirerek insanlar bu hedefe ulaşabilirler.
Türkiye’de genelde çok sık sorulur ve örnekler verilir. Biz örnekler verirken genelde Müslümanlarla iç içe yaşadığımız için İslamiyetten örnekler veririz.
Bunu bir ayrıcalık, inancımızın ilerisinde veya gerisinde gördüğümüzden dolayı ifade etmiyoruz. İçiçe yaşadığımızdan hep mukayese edilmesi istenir.
Hatta ve hatta bir çok yerde Aleviliği islamiyet’in bir alt kolu olarak gördükleri için, ya da öyle görmek istedikleri için farklı tarifler yapıyorlar.
Bizde o yüzden ısrarla Rıza Şehrini anlatırken şunu söylüyoruz:
İslamiyet’de bir hedef vardır. Nedir bu hedef?
Öldükten sonra cennete gitmektir. Bir Müslümanın cennete gidebilmesi için Allah’ın emirlerini yerine getirmesi gerekiyor. Yani Allah’ın emirleri dediğinizde İslam’ın kutsal kitabı olarak kabul edilen Kur’an-ı Kerim’de yazılı olanları Müslümanların harfiyen yerine getirmeleri gerekmektedir. Muhammed peygamberin söylediklerini uygulamak durumundadırlar. Bunları yerine getirirlerse öldükten sonra cennete gideceklerine inanırlar.
Biz buna inanmasak da saygı duyarız. Bu örneği vermem de ki neden inançta bir hedef var olmasındandır.
Alevilikte de hedef doğayı ve canlıyı incitmeden onlarla birlikte yaşayarak Kamil insan olup Rıza Şehrine gitmektir. Yani Rıza Şehri dediğimiz bir yaşam biçimidir. Rıza Şehrine gidebilmek için Aleviler, binlerce yıldır yaşadıklarından örnekler alarak kendilerine göre ritüeller oluşturmuşlardır. Bir gelenek oluşturmuşlardır, bir kültür oluşturmuşlardır. Ve onları yaşamayı hedeflemişlerdir. Günümüzde de Rıza Şehri’ne ulaşabilmek için dört kapı da geçmek gerekir denilmiş.
Bu dört kapı dendiğinde günümüzdeki anlamıyla söylersek, biz bu biçimiyle söylediğimizde zaman zaman tepkide alıyoruz, ama günümüzdeki anlamıyla söylersek bunlar şöyledir:
Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat diye dört kapı söylenmiş.
Şeriat bir hukuk kapısıdır. Bir yola giriştir. Şeriat kapısı dediğimiz, Alevilik’te yola girişte bir yaşantı şekli vardır. Biz bunu ikrar vermekle ve görgüden geçmekle başlatıyoruz.
Tarikat , Marifet ve Hakikata geçtiğimizde biraz daha bunu açacağız.
Hakikat anlayışı insanların yaşantısının son noktasıdır, ki biz buna Rıza Şehri yaşantısı diyoruz.
Kısaca bunu böyle belirteyim. Siz sorduğunuz da yeniden cevaplandırayım.
İlyas Yer: Tabii ki Rıza Şehri’nin günümüze aktarımında mitolojik bir aktarım da mevcuttur. Bunu çeşitli mitolojik söylencelerle günümüze aktarmışlardır. Bu aktarımları benim buradan uzun uzadıya aktarmam bir zorunluluk değildir. Fakat siz isterseniz bunu aktarabilirsiniz.
Ben Rıza Şehri’nin şifrelerini şair kutubi`nin bir şiiriyle aktarmaya çalışacağım.
Şair Kutubi bu şiirinde Rıza Şehri’ni şöyle aktarmaktadır:
Rıza Şehri
Ve bir tabak dolusu nar sundu
Rıza Şehri yabancısı sofu
İstedi ki Gönül Sarayı’nın Sultanı da ondan hoşnut olsundu
lakin, nerden bilsindi ki, burası Şehr-i Rıza iydi.
Ver rıza, al rızalık işler idi.
Bu gönül şehrinin yarenleri
Aşkın narina tutuşup yanar idiler
Değil idi gözlerinde sofunun tabağındakiler
Onlardan var idi ağaçlar dolusu nar
Yoktu önünde bekçisi
Bilirlerdi yangın yeri bahçesi yürekleri
Bilirlerdi, aşkın narında harareti
Daldaki narın kızıllığında değil
Rıza idi tohumu bu narın sebilen
Rızalık idi dem-i mekanda serpilen
Sevgi idi meyvesi bu narın-ortakça sunulan
Rıza ile ateşine yanıp kül olunan
Çün burası Şehri- Rıza idi
Gönül işleri böyle idi
Şair Ktubi`nin bu şiiri bizlere Rıza Şehri’nin şifrelerini vermektedir. Rıza Şehri’nin yaşam biçimine ilişkin ve Alevi-Kızılbaş öğretisinde Rıza Şehri’nin nasıl bir yaşam modeli ortaya koyduğuna dair yeterince veri sunmaktadır.
Size şu soruları yöneltmek isterim:
Rıza Şehri tarihsel bir gerçeklik mi, ütopya mı? Tarihin herhangi bir evresinde yaşandı mı? Kızılbaş-Alevilerde Rıza Şehri bir hakikat mıdır? Rıza Şehri’nin ekonomik temeli nedir, hukuk nasıl işler?
Bunu sormamın nedeni Anadolu’da veya bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde bu hukuk sistemi bir referans olabilir mi? Bir örnek teşkil edebilir mi?
Abbas Tan: Önce şunu söyleyeyim: Rıza Şehri mitolojik bir bilgi, bir ütopya değildir. Geçmişte binlerce yıl verilen mücadelelerle bu Rıza Şehri anlayışı Aleviler tarafından yaşatılmıştır. Ama günümüz ekonomik şartlarında bunun yaşatılması gerçekten çok zor.
Bu konuda Bir çalışma yapmıştım. Biritanya’da Alevi Federasyonu adına bir çocuk kitabı hazırlamıştık, birkaç arkadaşla birlikte. Bir çocuk kitabı, Türkçe ve İngilizce hazırlanan resimlerle beslenen bir çocuk kitabı idi. Belki de Alevilik adına hazırlanan ilk çocuk kitabıydı. Burada Aleviliği değil, Rıza Şehri’ni çocuklara anlatmayı hedeflemiştik. İngilizceden sonra Fransızca’ya da çevrildi. Bu çalışmayı daha daha genişleteceğiz.
Rıza Şehri anlayışı gerçekten de dünyada eşi benzeri olmayan bir inanç biçimidir. Şimdi Rıza Şehri derken biz Rıza Şehri’ndeki yaşantıyı anlatmaya çalışıyoruz. Bunun için az önce ifade etmeye çalıştım bu dört kapı anlayışını insanların bilmesi gerekiyor.
Ne yapıyorsunuz nasıl bir şey istiyorsun ona göre söyleyeyim. Şeriat, tarikat. marifet ve hakikat diye adlandırılan bu kapılar Alevilik’de daha değişik biçimlerde de anlatılıyor.
Rıza Şehrine gitmek için bir eğitim gerekiyor. Ondan dolayıdır ki, biz dört kapıyı tarif ederken diyoruz:
Şeriat ilkokul, tarikat ortaokul, marifet lise, hakikat da üniversitedir. Bu eğitimi aldıktan sonra bir insan ancak ihtisas sahibi olabilir. Olgunlaşır. Biz olgunlaşmaya kamil insan diyoruz. Kamil insanın yaşantısı da işte Rıza Şehri’dir.
Şeriat aşaması dediğimiz ilk aşamayı Alevilik’de şöyle bir örnekle ifade edebiliriz:
Herkes çalışacak, aldığını hak edecek, hak ettiğini de alacak. Buna razı olacak, şeriat aşamasında. Böyle bir yaşam biçimi vardır şeriatta.
Şeriat Alevilik’te şeri at, kötülükleri at anlamında kullanılmıştır.
Tarikat: Tarık eski anlamda yol demektir. Kendi yolunu seç demektir. Kendi yolunu belirlemektir.
Marifet eski dilde Maarif; eğitim demektir. Çok yakın zamana kadar Milli Eğitim Bakanlığı’na Maarif Bakanlığı deniyordu. Milli Eğitim Müdürlüğü Maarif Müdürlüğü deniyordu bizim zamanımızda. Maarif kendini eğitmektir.
Hakikat ise Hakk’la hak olmaktır.,
Biraz önce de belirttiğim gibi şeriat dediğimizde gerici, bağnaz anlamda görülmemesi gerekir. Şeriat aşamasında herkes kendisi çalışacak, kazancını kendisi yiyecek ve başkasının malından mülkünden gözü olmayacak. Böyle bir anlayıştır.
Tarikata geldiğinizde, Aleviliğin İkinci aşamasıdır, bu aşamada musahiplik, yol kardeşliği gerekiyor. Bizim pirlerimiz, mürşitlerimiz bize böyle öğretmişlerdi. Herkes çalışacak iki müsaip iki kardeş çalışacak birbirlerinin eksiklerini tamamlayacaklardır. Birbirlerinin yanlışlıklarını düzelteceklerdir. Birinin hatasında aynı zamanda diğeri de sorumlu olacaktır. Anlayışın bu kadar doruk noktasına çıktığı bir durum.
Üçüncü aşama, marifet aşamasında ise herkes çalışacak kazanacak. Kazancını getirip ortaya koyacak ve eşit pay edecek. Yani ortak üretip eşit pay etme anlayışı vardır. Bu anlayış sadece Alevilerde değil dünyada bir çok siyasi düşünce de vardır, ki özellikle sosyalizmin temel ilkesine baktığınızda hedef ortak üretim, eşit paylaşımdır.
Alevilik bununla da yetinmemektedir. Alevilik ortak üretim eşit paylaşımı dahi adil görmemektedir.
Dördüncü aşama dediğimiz sırrı hakikata erişildiğinde herkes yapabileceği işi yapacak, elde ettiği ürünü ortaya koyacak ve ihtiyacı olan ihtiyacı kadar alacak.
Şimdi Rıza Şehri’nin, sizin de biraz önce nar örneğinde değindiğiniz gibi, özü bu. Bu yaşam geçmişte Alevilerin kırsalda yaşantılarında net bir örnektir. Öyle insanlar bir arada yaşarlar. Biribirlerinin dertlerini, sorunlarını bilirler. Birbirlerinin yanlışlarını görürler. Birbirlerinin eksikliklerini tamamlamak yönünde.
Alevilerin bağlı oldukları Ocak anlayışı, ki o da ayrı bir tartışma konusu, tartışma dediğimiz de muhabbeti zaman zaman o yöne de götürmek gerekiyor, Alevilerin eğitmeni durumunda olan rehberler, pirler, mürşitler bu yolu anlatırlarken bu örnekleri çok net bir şekilde veriyorlardı. Köydeki insanlar ürettiklerini getirip ortaya koyduklarında ve ihtiyaçları kadar olanı aldıklarında depolamaya gerek kalmıyordu.
O zaman paraya pula gerek kalmıyor. Niye? Çünkü herkes üretip ortaya koyuyor, insan ihtiyacını alırsa ondan fazlasına gerek var mı? Yok deniyordu. Böyle bir anlayıştır, işte bu anlayışın adı Rıza Şehridir.
Çok daha değişik şekillerde örneklerle anlatilabilinir Ama daha fazla sıkmadan anlatabilmek için öyle bir örnek gösterdim. Bu anlayış, sınırsız bir dünya oluşturuyor kendiliğinden. İnsanlar köyde çalışırlarken tarla takım derdi olmayacak, sınırlar ortadan kalkmış olacak. Bunları ortada kaldırdığınız vakit, sermayenin inanca da, yaşama da bir etkisi olmayacak.
Ama günümüz şartlarında her şey değişti. Sermayenin dünyada ekonomik politikası bizim işimizi zora soktu, eğer bizim hedefimiz Rıza Şehri ise, Kamil insan olmak ise, hak hukuk adalet anlayışını biz burada hayata geçirebilirsek dünyada ender görülebilecek bir hukuk sistemi, Alevi hukuk sistemi kendiliğinden ortaya çıkmış olacak.
Böylece yasama, yürütme, yargıyı kendi içinde barındıran, siyasetini de, ekonomisine de kültürünü de, sosyolojik yapısını da, darı – didarı kendi içerisinde barındıran bir hukuk sistemi oluşacak.
Dünyadaki bütün ülkelerin kendilerine göre bir hukuk sistemleri vardır. Bu hukuk sistemleri içersinde yaşarlar. Ama Aleviler günümüzde dünyanın her tarafına dağılmışlar, tüm ülkelerde Aleviler vardır. Aleviler dünyanın dört bir yanında kendi aralarında, kendi Alevi hukuk sistemini devletin hukuk sistemi ile karıştırmadan yaşatabilirler.
İlyas Yer: Siz burda bir kısacık soluklanın. Aşık Fuzuli der ki,
Mende Mecnûn’dan fuzûn âşıklık işti’dâdi var
Aşık-ı sâdik menem Mecnûn’un ancak adı var
Aşık-ı sadık Tacım Baba da şöyle der:
Her can çekemez cefayı
Bu bir haldır be güzel dost
Harabat sürmez sefayı
Bu bir haldır be güzel dost
Haram almaz eliyle
Gıyabet edemez diliyle
Yanlış yapmaz beliyle
Bu bir haldır be güzel dost
Her can bu hala gelmez
Hakikat yolun sürmez
İnsani kamil olamaz
Bu bir haldır be güzel dost
Tacımam özüm yanıyor
Kamıl insanı anıyor
Toprak anaya dönüyor
Bu bir haldır be güzel dost
Mesele Rıza Şehri olunca işleyiş açısından hukuk akla geliyor. Hukuk sistemi önemli bir toplumsal mutabakattır. Bu hukuk sistemi Alevi-Kızılbaş toplumda nasıl işliyordu?
Alevi hukuk sistemini acaba bugün yaşamış olduğumuz Türkiye’ye bir referans olarak sunabilir miyiz?
Modern toplumlar, Avrupa toplumları kendi anayasalarında ölüm kavramını, yani idamı daha yeni kaldırdılar. Burada şiddet demeyelim de, bir insanın yaşamının sonlandırılması daha yeni bu modern toplumlarda, bahsetmiş olduğumuz Avrupa ülkelerinin anayasalarında kaldırıldı. Oysa ki Alevi-Kızılbaş topluluğu bundan binlerce yıl evvel bir cana kıymayı kendi hukuk sistemlerinde kaldırıp atmışlardı. Alevi-Kızılbaş toplumunun hukuk sistemine bakıldığında en ağır cezai müeyyide yol düşkünlüğü biçimindeki cezayı uygulamadır.
Alevi-Kızılbaş Toplumu bir cana kıymayı yasaklamıştır. En ağır cezayı müeyyide olan yol düşkünlüğü herhangi bir kimse ağır suç işlemişse, kendisine bu ceza veriliyordu. Tabii ki bu cezaya uğramış herhangi bir kimse yine de gözetleniyordu. Bu kişi kendi toplumu içerisinde tecrite tabi tutulmasına karşın, gözetlenir, onun yeniden topluma kazandırılması ve yol düşkünlüğünden kaldırılma biçiminde uygulanıyordu.
Uyguladıkları cezalarda şiddeti, bir canı ortadan kaldırmayı içermiyordu.
Alevi-Kızılbaş toplumundaki bu hukuk sistemi hangi ekonomik sistem üzerinden kurulmuştu ve bu nasıl sürdürüldü? Lütfen bunu açar mısınız?
Abbas Tan: Birincisi Aleviler binlerce yıldır kırsalda yaşamışlardır. Ve o yaşamış oldukları coğrafyada coğrafi şartlar bunları bir arada yaşamasını zorunlu kılmış. Ve diğer topluluklarda olduğu gibi Aleviler de bir arada yaşarken kendilerine göre yaşamın içerisinde koşullar oluşturmuşlar. Ki bunlara günümüzde biz gelenek diyoruz, ritüel diyoruz, töreler vb. değişik ifadelerle anlatmaya çalışıyoruz. Aleviler kendi içlerinde yaşarlarken bir yandan da ne şekilde yaşamaları gerektiğini ve bunu nasıl hayata geçirebilirler, bunun örneklerini de yaşamın içinde bulmuşlardır.
Az önce saydığım gibi o dört kapı dediğim eğitim aşaması çok uzun yıllar ve deneyimlerden sonra oluşmuş. Kırsalda küçük topluluklar halinde yaşadıkları için Aleviler biribirlerini tanıyor. Bu yaşamları içerisinde kendi içlerinde eğitmenler seçmişler. Bu Yolu anlatabilecek izah edebilecek İnsanlara kendi içlerinde görev vermişler. Biz bunlara günümüzde rehber, pir, mürşit diyoruz. Bunlar Günümüzde çok farklı anlatılıyor ama özünde budur.
Rehberlerimiz, pirlerimiz, mürşitlerimize bir başka ifade ile ocakzade diyoruz. Ocak bilginin kaynağı demektir. Ateşin, duman’ın tuttuğu yer, ateşin yandığı yer, ısıtılan yer demektir.
Ocak anlayışı Alevilerde son derece önemlidir. Ocak anlayışında ocakzadeler, bulundukları yerlerde, kasabada, köyde ya da mezrada, bir arada yaşayan insanları kendi yöntemleri ile eğitiyorlar.
Bu eğitim içerisinde de nelerin yapılması, nelerin yapılmaması gerektiğini az evvel söylemiş olduğumuz hukuk çerçevesi içerisinde belirlemiş oluyorlar. Ki her yapılan yanlışın karşılığına bir yaptırım koyuyorlar.
Günümüzde buna ceza diyorlar, ama Aleviler ceza sözcüğünün kullanmazlar. Bu yaptırımların o günkü şartlarda yerine getirilmesi gerekir. Ancak yapılan hatanın, yapılan yanlışın tekrarlanmaması için de cemlerde (yapılan toplu ibadetlere cem deniyor) önce o yola girerken birbirine ikrar vermesi gerekiyor. Yani söz vermesi gerekiyordu. Bu yolun kurallarına göre yaşamayı kabul ediyorum demekti. Toplumun huzurunda bu sözü veriyordu.
Her Alevi bulunmuş olduğu toplumun huzurunda görgüden geçiriliyordu. Geçmiş bir yılın hesabını veriyordu. Hiçbir başka toplumda görünmeyen uygulanmayan, bir uygulamadır. Bir insan bir yıllık zaman dilimi içerisinde gelip kendisini topluma sunuyor. kendisini topluluğun huzurunda hesap vermeye hazırlıyor. Orada yapılan yanlışlardan dolayı yaptırımların karşılığında iki tane affı olmayan, bugünkü ifade ile ceza uygulanıyordu. Bunlardan biri cana kıymak, diğeri ise zina yapmaktır.
Alevilik’te çok eşlilik de zina sayılıyordu. Nasıl ki bir kadın birden çok eşle bir arada olamayacağı gibi, bir erkeğin de birden çok kadınla birlikte yaşamasının Alevi öğretisinde yeri yoktur. Ki buna günümüz ifadesi ile zina deniyordu.
Alevi öğretisinde yeri olmayan ikincisi bir durum ise belirttiğim gibi cana kıymaktır. Aleviliğin en ağır yaptırımı zina ve cana kıymaya yöneliktir. Böyle bir anlayış hala günümüz öğretisinde devam ettirilmeye çalışılıyor.
Ama az önce ifade ettiğimiz gibi Aleviler dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Kendi inançlarını kendi kültürlerini köydeki gibi, kırsaldaki gibi, kentteki gibi yaşayamadıkları için değişik güçler bunu da dejenere etmeye çalışıyorlar. Aslında asimilasyon politikasının örneklerinden birisi de budur. Ama biz Aleviler bunun aşmaya çalışıyoruz.
Yine kendi yolumuzun kurallarını yürütebilmek için de mücadele veriyoruz. Günümüzde de inancımız gereği cana kıyılmaz. Bu anlayış özellikle devlet dini olan inançların kendi kuralları içerisinde yaptırımlar ile karşı karşıya getiriyor Aleviliği.
Ama Alevilikte kesinlikle ve kesinlikle cana kıyma yoktur. O yüzden de diğer ülkelerdeki idamlara karşı Aleviler her zaman karşı olmuşlardır. Bu doğanın kanunlarına bile aykırıdır. İdam veya cana kıymak doğanın kanunlarına bir defa aykırıdır. Devletlerin yasalarına değil, doğanın yasalarına aykırıdır. Alevilik bir doğa inancı olduğu için de doğaya karşı yapılan her şeyi suç kabul eder. Kısaca böyle ifade edebilirim.
İlyas Yer: Tabii ki Kızılbaş-Alevi toplumunun Binlerce yıl yaşamış olduğunu yaşattığı bu yaşantıyı hukuk sistemini kısa bir zaman dilimi içerisinde burada aktarmak mümkün değildir. Amacımız bu mevzuyu yeniden gündeme getirerek toplumun gündemine sunmak, bu meseleyi gözler önüne sermektedir.
Alevi-Kızılbaş toplumunun bu hukuk sisteminin nasıl uygulandığı, uygulandığını uygulamalarını yeniden güncelleyerek topluma bir referans yolu gösteriyoruz. Kaynak gösteriyoruz. Bu meselelerle ilgilenmek isteyenler ilgilenebilirler. Yaşamış olduğumuz Avrupa toplum aydınları açısndan, aslında burada konuştuklarımız her bir mevzu birer tezdir, üzerinde düşünülmesi ve tez konusu yapılması gerekmektedir. Avrupalılar kendi dışındaki toplulukları ilgiyle izler ve gelirler onların yaşantıları, hukuk sistemleri ve geçmişleri üzerine tez hazırlarlar.
Maalesef bizim coğrafyada bu yok. Buna ilgi duymazlar. Hatta bu toplumu tanımak istemezler. Bu denli kör bir toplum. Kapı komşusunu tanımıyor. Bu toplum nasıl yaşıyor? Onun uygulamaları nedir? Kültürü nedir? Bu toplumun doğrudan tanımayı bir tarafa bırakalım, hatta bu toplum için farklı algılar içerisindedirler.
Bizim, tabii ki bu kısacık zaman dilimi içerisinde, binlerce yıl kendi kültürel varlığı ve hukuk sistemi ile yaşamış bir toplumu anlatmamız mümkün değildir. Bu kısacık zaman dilimi içerisinde bir öğrettiyi dinlendirilmiş oluyoruz. Burada bu topluma bir ışık olabilir mi? Bu Kızılbaş-Alevi toplumunun Riya Heq dedikleri, yolun, gerçeğin peşindekiler. Türkçe’ye tam olarak çevirirsek Aydınlık Yol, Gerçeğin Peşindekileri anlamak isteyenler bu mevzu ile İlgilenebilirler, biz ilgilenmek isteyenlerin dikkatine bir nebze de olsa sunmaya çalıştık.
Tekrardan bizim aşık-ı Sadık Tacım Baba’ya dönelim. Bakalım kendi bağlamasın da ve deyişlerinde bize ne okuyacak?
Hak yolu bir nurdur sönmez
Kimler ne der ise desin
Hakikati varan dönmez
Kimler ne der ise desin
Dört nesneye inananın
Hakikata güvenenin
insanlıkla sevinenin
Kimler ne der ise desin
Bu dogada vardır yerim
İnsani kamiller pirim
Der Tacımem doğa kerim
kimler ne der ise desin
Bu coğrafyada yaşayan bu kadim toplumun özelliklerini anlattıktan sonra Hakikatçılar mevzusuna girelim. Tabii ki Hakikatçılar konusu da başlı başına bir konu, bu meseleyi de kısacık zaman dilimi içerisinde aktarmak, konuşmak mümkün değildir. Biz dilimiz döndükçe ana başlıklar halinde Kızılbaş-Alevi toplumunda Hakikatçıları anlatmaya çalışalım. Yakın tarihimizde yaşanan, öyle çok da uzak bir tarih değil, Alevi-Kızılbaş topluluğu içerisinde Hakikatçılar grubu oluşmuş ve bu yolu sürdürmüşlerdir. Program konuğumuz aşık-ı Sadık Tacım Baba’da Hakikatçılar yolunun sürdürücülerindendir. Bu yolu takip eden aşık-ı sadıklarımızdandır. 1800’lerin ortalarından 1800’lerin sonlarına doğru yine büyük Dersim coğrafyasında ortaya çıkmış ve iç toroslara doğru yayılan, yaşayan tanıklarıyla bu yolu sürdüren bir yaşam biçimi. Buna akılcı bir yaşam da diyebiliriz. Alevi-Kızılbaş inancı içerisinde en yüksek mertebeye varmış bir yaşam da diyebiliriz. Buradan size şöyle bir soru yöneltmek isterim.
Hakikatçılar ne demek?
Hakikatçılar nereden doğdu?
Tam olarak yaşayan kişileri, yaşatan kişileri isimleri ile bize aktarabilir misiniz?
Abbas Tan: Biraz evvel yaptığım açıklama bu soruya cevap niteliğindeydi. Çünkü Hakikatçıların yaşantısına biz Rıza Şehri diyoruz.
Rıza Şehri’ne sizin de başta söylediğiniz gibi bir gezginin gidip orada ‘nar alması’ mitolojik bir bilgiyle küçük bir mesajdır. Bu olgunluğa ulaşılmadan, kamil insan olunmadan Rıza Şehrine gidilemiyor. Hakikatçı olunamıyor. O yüzden bize de zaman zaman soruyorlar. Hakikatçı nasıl olunur? Rıza Şehri’ne nasıl gidilir?
Ben de bu soruya cevap ararken kendimce şöyle bir cevap buldum:
Rıza Şehri denen kente
Yol bilmeyen gidemezmiş
Edep erkan yol bilmeyen
Kamil insan olamazmış
Elin, dilin, belin olsun
İnsanlıkta gözün olsun
Meclislerde yüzün olsun
Kalmak için girmek gerek
Para yoktur, pul gerekmez
Muhabbette usanılmaz
Büyük ve küçük aranmaz
Girmesini bilmek gerek.
Üretenler paylaşırlar
Mutluluktan uçuşurlar
Üzüldükçe gülüşürler
Gülmesini bilmek gerek
Çarşı pazar gezilirken
Güzellikler sergilenir
Var olanla yetinilir
Yetinmeyi bilmek gerek
Kazancımız hepimizin
Sergilenmiş gönlümüzün
Çiçek açmış bahçemizin
Güllerini bilmek gerek
Abbas Tan kamil olsaydı
O mekanı bir görseydi
İnsan kıymeti bilseydi
Kıymet ile gitmek gerek
Rıza Şehri’ni her Alevi kendisine göre İfade eder, tarif etmeye çalışır. Tabii ki Hakikatçı anlayış, kamil olma anlayışı Alevilikte doruk noktasına ulaşmaktır.
Az önce söylemeye çalıştığımızı yeniden tekrarlamak gerekirse Hakikatçılıktan mal mülk ortadan kalkmış oluyor. Ki biz bunu geçmişte Alevilerin, Alevi İnanç önderlerinin, kanaat önderlerinin, aşıkların, aşık-ı sadıkların sözlerinden de anlıyoruz.
Yakın tarih dediğimiz günümüzde, sizin de belirttiğiniz 150-200 sene evveline baktığımızda Börklüce’nin, Şeyh Bedreddin’in, Torlak Kemal’in verdikleri mücadeleye baktığımızda görüyoruz ki, orada da yapılan bir haksızlığın ortadan kaldırılmasım mücadelesidir. Yani birlikteliğin, eşitliğin olması için bunlar canlarıyla bedel ödemişler.
O dönemde bir mücadele verilmiştir. Ondan evvel Hallacı Mansur’un verdiği mücadeleye baktığınızda inançsal bir mücadeleden ziyade ekonomik ve sosyolojik, kültürel bir mücadeledir. Yani Hakikatçılar mücadelesi binlerce yıl evveline dayanmaktadır. Ama özellikle son dönemlerde 1850’lerden sonra sizin de ifade ettiğiniz gibi, Dersim’den bir Baba Mansur ocağı mensubu Süleyman Araboğlu bu bölgede (Sivas, Kayseri, Malatya, Maraş) bir mücadele verir.
O günkü Dersim’de ocakların kendi içindeki sorun ve sıkıntılardan kaynaklı olmalı ki orada barınamaz. Ve bu düşünceyi hayata geçirmekte zorlanınca Sivas’a gelir. Sivas’ın Kangal İlçesi’nde Mescid diye bir köye yerleşir. Ve o bölgede bu çalışmayı başlatır. Yeni, yeni insanlar bir takım mal mülk sahibi olmaya başlamışken, yani mesele mal mülk, üretim takımlarının ortadan kaldırılması olunca Süleyman Araboğlu’nun Hakikatçı anlayışı tepki alır. Ve yeni, yeni zengin olmaya başlayan (o günün şartları itibariyle söylersek) Aleviler tepki gösterirler, Arapoğlu Kangal’ın Mescit Köyü’nü terk etmek zorunda kalır. Kardeşi ile birlikte Sivas’ın Gürün ilçesine gelir. Gürün İlçesi’nde çok yakın olduğundan dolayı Kayseri’nin Sarız İlçesi’ne bağlı olan Kırkısrak Köyü’ne gelir, yerleşir.
Bu anlayış bir taraftan Sarız’ın Kırkısrak, Dallıkavak, Örtülü, Söbeçimen köylerinden yavaş, yavaş gelişirken, diğer taraftan yine Gürün’den daha doğuya doğru gittiğimizde Malatya-Akçadağ bölgesine doğru da bu öğreti yayılmaya başlar. Ve Ali Dumke denilen, ki o gün o bölgenin sayılı kişilerinden biri, bu anlayışı kamuoyuyla paylaşmaya çalışır. Akçadağ’ın Dumuklu Köyü var. O köyde başlar çalışmaya. O bölgede de bir taraftan bu yaşam biçimi geliştirimeye çalışılır. Tabii ki Sarız’ın Kırkısrak Köyü’nde ekonomik gücü de yerinde olan Şıxhmamo, diğer bir adıyla Memkê Kose kendi akrabalarıyla aralarındaki tarla takımı kaldırmakla başlar bu işe. Hayvanlarını biribirine karıştırırlar, artık senin benim değil, herkesindir. Kendi aralarında iş bölümüne giderler, imkanı olan tarımla uğraşır, imkanı olan hayvancılıkla uğraşır, becerebilen koyunları otlatırken, diğeri kuzuları otlatır. Ev yapılacaksa ustalar gelir evi yapar, diğerleri işçiliğini yaparlar ve o ev ortaklaşa yapılır. Ve bu anlayış giderek gelişmeye başlar.
Hemen yakınlarında Dallıkavak Köyü var. O köylüler bu işe girer, yine Sarız’ın Örtülü ve Söbençimen köylerindeki insanlar bu işe girerler. O dönemde Sakallı Haydar Bayrak Dallı Kavak’tan bu işin son dönemlerdeki öncülerinden olur. Söbecimen’de Ap Seydo vardı, Kırkısrak’ta Kino, Kiso gibi insanlar var. Bunlar geliştirmeye çalışırlar bu hayatı, bu yaşam tarzını.
Diğer taraftan da o bölgede mal mülk sahibi olanlar, yeni, yeni zenginleşenler bu anlayışa karşı gelmeye baslarlar. Hakikatçıların bu anlayışının gelişmemesi için önlerini kesmeye çalışırlar. Fakat bu öğreti Sarızla sınırlı kalmaz. Ve daha güneye doğru Kahramanmaraş’ın Göksun, Afşin ilçelerine ve oradan Elbistan, Nurhak`tan Maraş Pazarcık`a kadar uzanır.
Ve Pazarcık’tan Türkoğlu’na , Hatay’ın Kırıkhan İlçesi’ne kadar oldukça geniş bir yelpazede bu mücadele verilir. Bu belli bir süre gider. Özellikle Pazarcıklı Ali, ki Kahramanmaraş’ın Pazarcık İlçesi’nin Çigli Köyü’nde büyük bir mücadele verilir. Değişik köylerde mücadele yürütülür. Mücadelelerle hayat bulmaya çalışırlar. Daha sonraki dönemlerde Elbistan bölgesinde Ali Hakiki çıkar, sonra Melülü çıkar (O bölgede Karaca Amca). Yine Sarız’da son dönemde ismini çok bildiğimiz, duyduğumuz Aşık İIbreti vardır. İbrahim Erdem bu yolun devaminda söz sahibi olanlardandır, Sakallı İbiş, ki ben bunların tamamına yakınını (Ali Haki Baba’yı) bilmiyorum, ama onun dışında Melüli, İbreti, ibrahim Erdem, Sakkali İbis, Mücrimi bunların hepsi evimize mihman olduar, hizmet ettim. Küçük Haydar Bayrak, Hacı Bayrak iyi bir ağabeyimiz dostumuzdu, bunlarla bir arada olduk.
Bu anlayış ne yazık ki günümüzde yürütülemedi. Niye yürütülemedi?
Az önce ifade etmeye çalıştık. Bir yandan mal mülk sahibi olunur iken, öte taraftan şehirlere doğru, şehirlerden başka ülkelere yayılma başlayınca sermaye, ekonomik güç bu yaşantının engelleyicisi oldu. O yüzden de hayat bulmadı, devam ettirilemedi. Günümüzde birçok insan Alevi Hakikatçılığını benimsemiş, ama büyük bir kısmı için (beni bağışlasınlar) sözde Hakikatçılardır.
Çünkü Hakikatçılık ben Hakikatçılığı seçtim demekle olmuyor. Biraz önce de ifade etmeye çalıştım, o temel eğitimi almadan, Alevi hukukunu yeterince bilmeden Hakikatçı olunmaz. Daha ileriye gittiğinizde Aleviliği bilmeden olmaz. Şimdi zaman zaman bizim aşıklarımız, sadıklarımızın okudukları nefeslere baktığımızda Alevilikten o kadar çok uzaklaştılar ki, Aleviler Alevilikten uzaklaştırıldı. Bu sistemin bir dayatmasıydı. Bizler de Aleviliği yeterince anlayamadık. Alevi-Kızılbaş toplumunun ritüelleri değiştirildi. Yani hakka yürüme erkanları, cenaze namazlarına dönüştürülünce, Hakk anlayışı, Tanrı anlayışına, oradan da Allah anlayışına dönüştürüldü. Bunların hepsi konuşulması gereken konular olduğuna inanıyorum.
Nefeslerimiz de bakıyorum zaman zaman en yakın dostlarımız dahi “halla halla” ile “Allah Allah”ı biri birbirinden ayırt edemiyorlar. Beni bağışlasınlar, ben Hakikatçıyım demelerine üzülüyorum. Aleviliğin bu kadar önemli saydığı bir konuyu, Hakikatçılığı bu kadar basite indirgememek gerekiyor.
İlyas Yer: Tabiki Alevi-Kızılbaş toplumunun yığınla sorunu vardır. Geçmişten günümüze uzanan sorunları. En az Yavuz’dan bu yana süren ciddi sorunları vardır. Bu topraklarda ciddi soykırımlar yaşamış bir Alevi-Kızılbaş topluluk. Dağlara sürülmüş, nefes aldırılamamış bir toplumdan bahsediyoruz. Aslında bugün de hala bu sürdürülmektedir.
Sistem tarafından paramparça edilmiş onun değerleri ile oynanmış, asimilasyona tabi tutulmuş, bu nedenle de yığınla sorunları olan bir toplum. Alevi-Kızılbaş toplumunu bugüne taşıyan ocak sistemi kendisini zor koşullarda var edebilmiş ve bu nedenle de sorunlar yaşamaktadır. Bu nedenle de Alevi-Kızılbaş toplumunun kültürel yapısı ciddi bir revizyona uğramıştır. Alevi-Kızılbaş toplumunun ritüellerinden tutalım da kullanmış olduğu kavramlara kadar değişime uğramıştır.
Büyük Dersim coğrafyasından bahsediyoruz. Kızılbaş-Alevi toplumunun ana yurdundan.
Gelişmiş Avrupa ülkelerinde henüz iltica yasası çıkmadan Alevi-Kızılbaş toplumunun ana yurdunda iltica yasası uygulanmış. Kendisine sığınan başka toplulukları, başka insanları korumuş ve onları iade etmemiştir. Bext dediğimiz kavram Kızılbaş-Alevi toplumunun iltica kavramıdır. Görülüyor ki Kızılbaş-Alevi toplumunun kendi hukuk sistemi içerisine ta o dönemde Bext/iltica yasasını koymuş görünüyor ve bunu uygulamış da. Tarihte sayısız örnekleri mevcuttur. Kızılbaş-Alevi toplumunun bext’e gireni, sığınanı bu toplum vermemiş, iade etmemiştir.
Bunu uygulayan bir toplumdan bahsediyoruz. Tabii ki bu toplumun son derece ciddi problemleri ve sıkıntıları bulunmaktadır. Elbette ki bu sorunları aşmak bir yönüyle mümkündür. Alevi-Kızılbaş toplumunun ileri gelenleri ocak sahipliği, kanaat önderliği, entellektüelleri, akademisyenleri bir araya gelerek bir konsensüs yoluyla bu sorunlarını aşabilirler. Kızılbaş-Alevi toplumunun aydınları, yol hizmetçileri, düşünürleri sanırım bu sorunlarına kafa yoruyorlardır. Bizim ve bizim gibi kimselerin yıllarca birikmiş sorunları ekranlarda masaya yatırabilmemizin olanakları bulunmamaktadır.
Belkide ilerki dönemlerde Alevi-Kızılbaş toplumunun akademisyen dünyasındaki ileri gelenlerini bu ekranlara konuk edeceğiz. Özellikle Alevi-Kızılbaş toplumunun ocak sistemine ilişkin Turabı Saltık dostumuzun ciddi çalışmaları söz konusudur. Bir nebze katkı olması açısından Turabı Saltık canımızla da Kızılbaş-Alevilerde ocak sistemine ilişkin bir program yapmayı düşünmekteyiz. Kendisi de Sarı Saltuk ocağına bağlı önemli bir aydın yazar dostumuzdur.
Önümüzdeki dönemde yeniden sizi Komünar-TV ekranlarına konuk ederek Alevi-Kızılbaş toplumunda ocak sistemi üzerine bir söyleşi düzenleyebiliriz.
Çünkü bakıldığında büyük Alevi-Kızılbaş toplumunun tüm ocakları Dersim coğrafyasında bulunmaktadır. Ve bu mesele önem arz etmektedir. O açıdan Alevi-Kızılbaş toplumunu bin yıllardan bu yana Alevi-Kızılbaş toplumunu bugünlere taşıyan bu ocak sistemini konuşmadan olmaz.
Hatta şöyle diyebilirim: Büyük Dersim coğrafyası öyle bir alan ki, Alevi-Kızılbaş toplumuna ilişkin bir şey aranmak istenirse, o coğrafyada bulmak mümkündür. Alevi-Kızılbaş toplumunda Kırklar Semahı, Kırklar Cemi önemli bir Semahtır. Bazı kimseler Kırklar Semahı’nın döndüğü yeri başka coğrafyalarda aramaktadırlar. Halbu ki, Dersim coğrafyasında Kırklar Dağı vardır. Bu dağa bu ismin verilmesi sebepsiz değildir. Bunu söylememin sebebi, Anadolu’ya dağılmış, serpilmiş, aslında bugün dünyaya yayılmış Alevi-Kızılbaş topluluğun ana köklerine, ana yurduna yoğunlaşması ve kendi köklerini arayabilecekleri bir alan olması açısından dikkat çekiyoruz.
Bu coğrafyada bulunan Kırklar Dağı’nı anlatığımız vakit Kırklar Semahı’nın belki de bu coğrafyada vukku bulduğunu göreceğiz.
Demek istiyorum ki, özünü arayanların, hakikatin peşindekilerin yoğunlaşması gereken bir büyük Dersim coğrafyası orta yerde duruyor. Bu alan üzerinden yoğunlaşabilirler. Ana başlıklar üzerinden topluluğa bir mesaj vermeye çalışıyoruz. Toplumun dikkatine sunuyoruz.
Buradan tekrar aşık-ı Sadık Tacım Baba’ya dönelim, onun nefesinden bağlanmasından bir Alevi-Kızılbaş nefesi dinleyelim:
Gelin Doğayı yormayın
Hesabını sorar bir gün
Börtü böceği öldürmeyin
Hesabını sorar bir gün
Börtü böceği kırmayın
hesabını sorar bir gün
Yaşam bir Doğa kuralı
Derdi dermanı sıralı
Orman kuşları Yaralı
Hesabını sorar bir gün
Tacım Baba böyle inanır
Doğan her güne güvenir
Doğru olanı savunur
hesabını sorar bir gün
Doğa hesabını sorar bir gün
Kızılbaş-Alevi toplumunun aşıkları konuştuğu zaman önemli mesajlar verirler. Bugün dünyamız ekolojik sorunlarla cebelleşmek de. Bugün dünyada doğa meselesi, ekoloji meselesi gündemin birinci sırasını işgal etmektedir. Burada da görüldüğü gibi Alevi-Kızılbaş toplumu kendi inanç sistemi içerisinde doğaya karşı hoşgörülü, börtü böceğe dokunmayan bir anlayış içerisindedir. Doğasına ve börtü böceğine kutsallık ad etmiştir.
Burada bir anekdotu anlatmama müsaade edin lütfen.
“Büyüklerimiz biz çocukken bize derlerdi ki, perşembe akşamı balıklara dokunmayın onlar Munzur’da Sema dönüyorlar.”
Burada da görüleceği üzere Alevi-Kızılbaş inancında yeni doğmuş bir çocuğa bu eğitim verilmektedir ve o çocuk bu eğitimi alarak büyür. Burada da görüleceği üzere Alevi-Kızılbaş topluluğu canlıya bir kutsallık atf ederek aslında onu korumaya alıyor, onu koruyor.
Kendi inanç sistemi içerisinde doğaya, börtü böceğe karşı saygılı olmayı getirmiştir. Bir doğa inancı olmasının temeli de burada yatmaktadır.
Aşık-ı sadık Tacım Baba da okumuş olduğu bu güzel nefeste bu inancın doğaya karşı korumacı yaklaşımını bir şekilde ifade etmiştir.
Bugün dünyamız ciddi ekolojik sorunlarla karşı karşıyadır. Doğayı çok ciddi tahrip ettiler. Halbuki bu meseleye binlerce yıl evvel dikkat çekmiş o coğrafyanın çok kadim bir topluluğu olan Alevi-Kızılbaş topluluğu. Aslında devletler, toplumlar öğrenmek istemiş olsalar uzak değil, yanıbaşındaki Alevi-Kızılbaş toplumunun binlerce yıl evvel bu meselelere işaret ettiğini görebilir. Aslında Alevi-Kızılbaş toplumunun yaşantısında, anlatımında, felsefesinde kültüründe birçok şey gizlidir, yani başındaki topluluklar bu alana, bu topluluğun kültürel yapısına başvurmak istedikleri zaman, bu alanda, bu toplulukta çok şey öğrenmiş olacaklardır.
Bulunmuş olduğumuz Avrupa ülkelerinde 68 kuşağının aydınlarının, düşün insanlarının 1973 senesinden bu yana Avrupa’nın birçok ülkesinde komün köyleri oluşturmuşlar, kurmuşlar. Ben de bu kurulan köylerden birkaçını gezdim. Kendi gözlerimle gördüm, yaşantılarına tanıklık ettim. Tabii ki müthiş bir şey. Orada uygulamada ortak üretim, ortak paylaşım söz konusudur. Bir de kendilerinin oluşturmuş oldukları hukuk sistemi içerisinde alacakları veya uygulayacakları kararları bir konsensüs ile alırlar.
Konsensüs sağlanmadan hiç bir karar almamaktadırlar. Çoğunluğun kararına baş vurmazlar ve çoğunluğun kararını uygulamaya koymazlar. Konsensüsün sağlanması için uzun süreli ikna metoduna başvururlar. Alacakları herhangi bir karara itiraz eden üyenin de mutlaka onayını almaya çalışırlar, onun onayını almadan uygulamaya koymazlar. Böyle bir uygulama bu komün köylerinde sürdürülmektedir. Bu da tabii ki günümüz koşullarında uygulanıyor olması dikkate deger bir durumdur. Başlı başına konuşulması gereken bir konudur.
Şunu sormak isterim:
O tarımsal dönemde (henüz ortada gelişmiş modern tarım araç ve gereçlerin olmadığı bir ortamda) Alevi-Kızılbaş toplumu ve hakikatçıların mücadelesi bugünkü modern komün toplumuna tekabül ediyor. Anlatımlarınızdan bu anlaşılmaktadır.
Şuraya gelmek istiyorum. Yine aynı topraklarda, aynı coğrafyada yakın zamanda Ovacık deneyi olarak kamuoyunun da ilgisini intikal eden deneyi siz nereye koyuyorsunuz?
Bunun geçmiş ilişkilerle bir bağlantısı var mıdır?
Çünkü yine aynı coğrafyada, aynı topraklar üzerinden kurulduğu ve etkisi bu alanlar üzerinden dışa yansıdı. Ovacık deneyinde de ortakça üretim, ortakça paylaşım, sağlıklı gıda gibi temel meseleler işlendi ve bunu önemsiyorlar. İmece usulü bir çıkış gerçekleştirdiler. Yine aslında kökleri bakımından aynı toprakların insanları, ama bu sefer emek üzerinden böyle bir girişimde buluna bildiler. Buradaki bu uygulamaya baktığınızda Alevi-Kızılbaş toplumunda süregelen bu anlayışın etkileri sizce de olmuş mudur?
Buradan topluma nasıl bir mesaj verebiliriz, vermek istersiniz?
Abbas Tan:
Tabii ki her şeyden önce Ovacık’ta yapılan örnek alınacak bir davranış, bir uygulamadır. Tabii ki bu uygulama geçmişte bu anlayışa sahip olanlar tarafından da sempati ile karşılandı. Kooperatifçiliğe baktığınızda dayanışmaya, köylerde ki imeceye baktığımızda , Aleviliğin olmazsa olmazlarından bakılarak hayata geçirilmiştir. Doğrudur. özellikle Dersim’de, Ovacık’ta tarımsal alanda bu birlikteliğin başlatılmış olması öğreticidir. İyi bir karardır bunun sadece Dersim’de, Ovacık’la sınırlı kalmaması lazım. Ben hasbelkader bir çalışma yaptım. Türkiye Alevi Köyleri diye bir çalışmam var. Türkiye’de 73 vilayette 4708 tane Alevi köyü tespit etmiştim, o kitabımı da yayınladım. Ve bu köylerin büyük bir kısmını da gezdim. Gezip gördüğüm köylerde Alevilerin yaşantılarını gördüm. O yaşantıda nelerden alınarak bu hale geldiklerini de gördüm. Demek ki Alevi öğretisi az evvel söylediğimiz çerçeve içerisinde yasama-yürütme-yargıyı kendi içerisinde barındırırken hem sevgiyi hem muhabbeti, doğayı hepsini birden bir potada eritmiş, teke indirmiştir .
O yüzden Aleviliğin bir doğa inancı olduğunu söyledim. Alevilik’te az önce söylediğim üzere ritüeller değiştirildi derken oraya da değinmek istemiştim, Alevilik’te bir defa devriye anlayışı vardır. o yüzden börtü böcek, doğa canlı Aleviler için birdir.
Aleviler varlığını birliğini temel esas almışlardır. O yüzden yaşam hakkı açısından hayvanla insan arasında bir fark yoktur. Büyükle küçük arasında bir fark yoktur. Bunu aşıklar, sadıklar kendi deyişlerinde, nefeslerinde hep dinlendirmişlerdir. Ama zaman çok fazla olmadığından bunu şu an dillendiremiyoruz. Zamanı çok iyi kullanmak gerekiyor. Ama bizim aşıklarımız, sadıklarımız söyledikleri nefeslerin içerisinde her şeyi anlatıyorlar. Biraz evvel Tacım Baba’nın anlattığı gibi. Çünkü bizde devriye vardır, o devriyde de Devri daim, Devrin asan olma düşüncesinin sadece Alevilere değil, bütün insanlığa anlatılması gerekiyor. Eğer bir devri dayım anlayışını, varlığın birliğini, ya da vardan varoluşçuluğu çok iyi kavrarsak, o zaman insanlar arasındaki bu ayrımı da kaldırmış oluruz. Ve o Hakikatçıların sınırsız bir dünyada sınırsız bir toplum mücadelesi anlayışını siyasiler elimizden aldı, kullanıyorlar. Dünyanın her tarafına dağılmış Aleviler Aleviliği hukuk sistemini gittikleri her yerde yaşatmaya çalışıyorlarsa bizim dememiz gereken bir şey vardır. Dünya benim ülkem, tüm insanlar kardeşimdir sloganımız daha iyi yerini bulur. Bunu bizim dervişlerimiz gezdikleri yerlerden öğrendiklerini bir başkalarına anlattılar. Ben de dedim ki, keşke ben de derviş olsam:
Derviş olsan bir gün yollara düşsem
Dertli olanların derdini deşsem
Derde derman olan ilacı bilsem
Dervişlik hırkamı alır yürürüm
Mutlu olup gökyüzünde dolaşsam
Yağmur olup yeryüzünü ıslatsam
Bitki olup insanları beslesem
Dervişlik hırkamı alır yürürüm
Güneş olup her tarafı parlatsam
Ateş olup üşüyeni ısıtsam
Hastalara deva şifa dağıtsam
Dervişlik hırka mı alır yürürüm
Temiz hava alıp akıl dağıtsam
Beyinle yüreği harman eylesem
Rıza Şehri diye yolu gözetsem
Dervişlik Hırkamı alır yürürüm
Sevgiyi satacak dükkan eylesem
Bilgiyi alana kelam söylesem
Abbas Tan bu yolu hedef eylesem
Dervişlik hırkamı alır yürürüm
Bu yürüyüşüm benim yaşamım boyunca devam edecektir. Umarım Tacım Baba’nın sözleri ile bütünleşir. Ve ben de bizi izleyen tüm canlara, tüm dostlara Alevice bir yaşam diliyorum.
Aşk olsun bizi dinleyenlere.
Aşk olsun size.
Aşk olsun hepimize.
Tacım Baba
Hava ile toprak anam
Çözün canlar manasını
Su ile güneştir babam
Çözün canlar manasını
Zaten vardan var olmuşuz
Nice evrimler görmüşüz
Sıfatı insan bulmuşuz
Çözün canlar manasını
Der Tacımam amman amman
Cehaletle halim yaman
Doğadır sahibi zaman
Çözün bunun manasını
Aşk ile.
20 Ekim 2020
İlyas Yer
Yazarlarımızdan, “Ve Suyu Ateşe Verdiler„ kitabının yazarı sayın Haydar Beltan´a sözü bırakmak istiyorum.
İyi Akşamlar hepinize. Güzel sohbetli bir akşam diliyorum. Bağlantıda bir sorun yaşadığım için ancak Kazım’ın konuşmasının bir kısmını dinleyebildim. Diğer arkadaşları dinleme imkanı bulamadım. Yine de kısaca görüşlerimi belirtmek istiyorum.
Bugün tartışacağımız konu, insanlık açısından ebetteki çok önemli bir konu olan, Dersim Tertelesi ve Sürgünlerdir. Tertele ve sürgünler tabi ki Dersim ile özdeşleşmiştir bizim açımızdan. Bu özdeşlik içimize kilitlenen bir acıdır aynı zamanda.
Dersim denildiğinde bir coğrafya akla gelir. İç ve Dış Dersim olarak adlandırılan bu coğrafya, tarihiyle, inancıyla, diliyle, kültürel ve etnik yapısıyla, komşularından farklı bir coğrafya. Bu farklılıktan dolayı, merkezi otorite, Dersim’e karşı hep mesafeli durmuş ve çözülmesi gereken bir sorun, mutlak deşilmesi gereken bir çıvan olarak görmüştür.
Dersim de kendi farklılıklarını korumak için merkezi otoriteye karşı sürekli mesafeli durmuş, kendi farklılıklarını koruma güdüsüyle hep uzak durmuş, kendisini koruma altına almıştır.
Hem Osmanlı döneminde hem Cumhuriyet döneminde, Dersim’i yola getirmek için onlarca rapor hazırlanmış ve hazırlanan raporlar ışığında yine onlarca kez saldırılar düzenlenmiştir.
Osmanlı döneminde Dersim’e bakış ile, Cumhuriyet döneminde Dersim’e bakış arasında herhangi bir fark söz konusu değildir. Bir paralellik ve aynı düzlemde bir sürekliliğe sahiptir.
Osmanlıya göre, “Dersim’in ekseriyeti nüfusunu teşkil eden ve fenalıkların da amili olan Şiiler… halkın maneviyatına hakim olan dede ve seyitlerle halkın dünyevi umuruna hakim, ruhu şekavetle meful, ikiyüzlü ve müfsit olan ağalar elindedir.”
Cumhuriyete göre de “Dersim, seyit ve ağaların çok zalimane tasallut ve tecavüzü altındadır… Dersim, cumhuriyet için bir çıbandır. Bu çıbanın üzerinde kati bir ameliye yapmak gerekir.”
1926 yılında, Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in Raporunda, “Dersim Hükümeti, Cumhuriyet için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kati bir ameliyat yapmak gerekir… Dersim, Türkiye için cehalet, maişet darlığı, dahili ve harici tesvilat ve tehlikeli bir çıbandır. Bu çıbanın kati bir ameliyeye tabi tutulması lazımdır.” denilmektedir.
Yine, 1926 tarihli Vali Cemal Bey’in raporunda, “… Dört yüz seneden beri Dersim’e hükümet nüfuzu girmemiş, ilmi mana ve şumuluyla bir otorite teessüs etmemiştir….”
1930 1. Umumi Müfettişlik Raporunda, “Dersim’e yapılacak olan sınırlı ve zayıf bir hareket, zararlı sonuçlar doğurur. Dersim’in terbiye edilmesi için şunlar yapılmalı… Yüksek idare memurlarına, adeta koloni idarelerindeki salahiyet verilmelidir…
Dersim’i abluka altına almak suretiyle saldırılarda bulunmasını ve ticaret yapmasını engellemek, zamanla aç kalacak olan halkın kendiliğinden teslim olmasını sağlamak ve bu suretle Dersim’i fena insanlardan temizlemek,
Dersim’i sıkı bir kuşatmaya aldıktan sonra çemberi tedricen daraltmak suretiyle yakalanan insanları derhal batıya sürgün etmek…”
1930 Halis Paşa’nın Raporunda, “Yavuz Selim’in Trabzon’da Vali olduğu günden beri, kırk defa kılıçla tedip ve tenkil yapılmış ancak eşkıyalık önlenememiştir…”
1930 Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın Raporunda, “Köylülere vergi ve asker vermeleri, silahlarını teslim etmeleri bildirilecektir. Olumsuz bir sonuç alınması halinde, bütün Kürt köylerine saldırarak tahrip edilecektir.
1935 İsmet İnönü’nün Raporunda, “Dersim Vilayetini yeni usule göre teşkil edeceğiz.
Muvazzaf bir kolordu kumandanı vali ve üniformalı muvazzaf zabitler kaza kaymakamı olacaklardır. Memurların hiçbiri yerli olmayacaktır.
İdama kadar infaz, İl baylıkta bitecektir. Adliye usulü basit, hususi ve kesin olacaktır. Bundan sonra Dersim’e verilecek şeklin safhası başlayacaktır. Bütün bu tasavvurlar gizlidir.”
Bütün bu raporların ortaya koyduğu gerçek şudur; “Dersim, 1514 Çaldıran Savaşı’ndan beri Şiiliğin Kaynağıdır” tespitinden sonra, Cumhuriyetin Dersim’de yapmak istediği icraatlar sürekli görüşülüp, tartışılmakta, Dersim’e kalıcı ve son darbeyi vurucu hareketin planları yapılmaktadır. Yani Dersim’in inançsal, kültürel ve dilsel kimliği Cumhuriyet tarafından büyük bir rahatsızlığa neden olmakta ve ortadan kaldırılması ta başından beri istenmektedir.
Tüm bunlardan dolayı, 1927 yılında 1. Umum Müfettişliği Kanunu, 1934 yılında İskan Kanunu, 1935’te Tunceli Kanunu çıkarılır.
Dersim ise, 1916 yılında Galatalı Şevket Bey komutasında yapılan tedip hareketinden sonra, 1926 yılına kadar denilebilir ki sessiz bir dönem yaşar. Rus işgaline karşı direnmeleri sonunda elde ettikleri başarı ve hükümetin övgülerini kazanmış olmaları ve cumhuriyete karşı hayır hah bir tavır takınmaları bunda önemli bir rol oynamıştır. Bunun içindir ki, komutanlarla, hükümet temsilcileriyle yapılan görüşmeler sıklaşmış, çözüm arayışları yaygınlaşmıştır.
1926 Koçuşağı Tedibi Hareketi ve 1930 Pülümür Hareketi‘ne kadar bu durum böyle devam etmiştir. Bu hareketlerin amacı da Dersim’in Hükümetin otoritesini tanımamak, çapulculuk yapmak olarak açıklanmıştır. Bunun için de sivil-silahlı ayırımı yapılmadan topluca cezalandırılmış, köyleri bombalanıp yakılmış ve hayvanlarıyla kaçarlarken uçaklarla bombalanmış, ekinleri yakılmış ve ganimetlere el konulmuştur.
Devlet, Dersim ile sürekli savaş halinde olduğundan, normal idari ilişkilerin kurulması mümkün olamamıştır. Normal devlet bölge ya da vatandaş ilişkisi bir türlü yaratılamamıştır. Çünkü devletin gözünde Dersim, tedip edilmesi gereken bir bölge olarak görülmüştür.
Amaç ve hedef belli olduğu için öncelikle, isyan ettiler onun için bu hareketleri yaptık bahaneleri arkasına sığınarak, bir lider yaratmaları gerekiyordu ve bu da Sey Rıza olacaktı. Sey Rıza, kendi halinde, aşiretini ve ailesini idare etmeye çalışırken, yeğeni vasıtasıyla içten çökertilerek etkisizleştirilmeye çalışıldı. Aşiretler arası kavgalar kışkırtıldı. Karakollar basıldı, askerler öldürüldü, telefon telleri kesildi, hep Sey Rıza üzerine atıldı. Artık önder hazırdı, İsyan yaptılar oyununu oynayabilirlerdi.
Önce görüşmeler yapıldı, Dersim Aşiret liderleri Ankara’ya kadar gittiler. Silah istediler, silahlarını teslim ettiler. Vergi istediler, vergilerini esas olarak ödediler. Okullar açıldı, çocuklarını okullara gönderdiler. Askere istediler, askere gittiler. Yollar yapıldı, karın tokluğuna yollarda çalıştılar. Köprüler yapıldı, çalıştılar. Muhtar oldular, Nahiye Müdürü oldular. Tahsildarlık yaptılar. Daha ne yapsınlar!
Planlar adım adım gerçekleştiriliyor. Lider tamam. Şimdi sıra isyan ettirmekte. 21 Mart 1937 gecesi Gaxmut Köprüsü yakılır. 27 Mart 1937 gecesi, Sin karakolu basılır, telefon telleri kesilir. İsyan bahanesiyle Dersim hareketi resmen başlatılmış olur. Halbuki köprü yakılması da Sin karakolu baskını da yerli milisler tarafından hükümetle koordineli bir biçimde yaptırtılır. Suç Dersimlilerin üzerine atılır ve isyan ettiler bahanesiyle, işi halletmenin taşları döşenir.
21 Mart 1937 tarihinde başlayan Tedip Hareketi ile birlikte, 30 Mart 1937 tarihinde Tunceli Valisi Alpdoğan Başbakanlığa bir yazı yazarak, “Tayyare Alay Komutanlığından, yangın ve Milli Müdafaadan, yakıcı ve boğucu gaz bombaları” talebinde bulunur. Tunceli Tenkil Hareketi, 4 Mayıs 1937 Tarihli Bakanlar Kurulu Kararı’yla Resmiyet kazanarak ilerler.
1937 yılında, öncelikle Dersim’in ileri gelenleri ya öldürülür ya da etkisiz hale getirilir. “İsyanın lideri” ile birlikte 7 kişi idam edilir. Khureyşan aşiretinden Aliyé Gaxi ve Hesen Efendi, aileleriyle birlikte katledilir. Alan Aşiret liderleri aileleriyle birlikte Katledilir. Alişer ve Zarife Hatun’un kelleleri kesilir. Sahan Ağa’nın kellesi alınır. Yusufan Aşiret Reisi Qemer Ağa, Demenan Aşiret Reisleri Cıvrail Ağa va Cıvé Khéji aileleriyle birlikte teslim olurlar. Yani aşiretler başsız, lidersiz kalmışlardır.
Geride kalan Dersimliler, yaşlı kadın, erkek, çoluk çocuk, kaçarak mağaralara, ormanlık alanlara sığınır. Sığındıkları mağaralar bombalanır. Boğucu gaz bombaları ile binlercesi katledilir. Ormanlar, ekinler yakılır. Hayvanlar ya telef edilir ya da bir ganimet olarak el konulur. Sağ olarak yakalananlar, sizi sürgün edeceğiz bahanesiyle götürülüp, muhtelif yerlerde kurşuna dizilerek katledilir. Bunun için 1937-1938 hareketi, sistematik bir sivil katliam hareketidir. On binlerce insan ya katledildi ya da toprağından kopartılarak sürgüne gönderildi.
1938 yılında yapılan büyük hareket, Dersim’i kapsayan toplu ve yaygın bir kıyımla sonuçlandı.
Biz, uzun yıllar şu iki temel görüşün etkisinde kaldık, 1.’si, Dersimliler köprü yakıp, karakol basıp, askerlerimizi öldürüp isyan etti, dolayısıyla da biz bu isyanı bastırdık” türünden resmi devlet söylemi; 2.’si de “Özerk ve otonom Dersim, devletin baskısına karşı isyan etti” türünden, Baytar Nuri patentli yine resmi sol ve Kürt söylemi.
Bu iki yanlış söylem, aslında Dersim’de yapılan soykırımı gizleyen ve inkar eden söylemlerdi. Bunu geç fark ettik ve geç anladık. Dersim’de yaşadığı müddetçe devletin sözünden çıkmayan, Dersim’i terk ettiğinde ise, durumu abartarak anlatan Baytar Nuri, hem kendi durumunu gizlemekte ve aklamakta hem de dünya kamuoyunu yanıltmaktaydı.
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim, Dersim isyan etmedi, isyan etti bahanesiyle soykırımdan geçirildi. İdam edilen, katledilen, uzun yıllar cezaevinde yatıp, sağ çıkamayan Dersim ileri gelenlerinin hiç biri, 50 kişilik bir silahlı grup kurarak, devlete karşı savaşmamışlardır. Sadece kendilerini korumuş, saklanmış, zorunlu kalmadıkça, askere kurşun dahi sıkmamıştır.
Mecburiyetten dolayı kaçıp Laç mağaralarına sığınan, 20-25 Demenan ve Haydaran yiğitleri, kendilerini ve mağaralarda kalan yüzlerce Dersimli silahsız muhtaç kişileri korumak için silah kullanmış ve direnmişlerdir.
Peki bütün bu olan bitenlerden sonra, biz buna soykırım diyebilir miyiz? Ya da isyan ettiler, sonuçta bu kadar ölüm normaldir. Buna soykırım diyemeyiz! mi demeliyiz.
O zaman BM’nin soykırım tanımına bir bakalım. BM tarafından 9 Aralık 1948’ kabul edilip, 12 Ocak 1951’de yürürlüğe giren Soykırım Sözleşmesi’nin ana maddeleri Şunlardır:
Madde 1: Sözleşmeci devletler… bunu kabul eder,
Madde 2 : Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak,
- a) Gruba mensup olanların öldürülmesi,
- b) Grubun mensuplarına, ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi,
- c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığının ortadan kaldırılacağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek,
- d) Grup içinde, doğumları engellemek amacıyla tedbir almak,
- e) Gruba mensup çocukları, zorla bir başka gruba nakletmek.
Bu maddeler ışığında, Dersim’de yaşananlara bakıldığında, açık olarak bir soykırım uygulandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Aslında, devletin resmi belgeleri, öldürülenlerin çekilen resimleri, kesik başların arkasında verilen pozlar, öldürülenlerin askerler için “Hatıra Resim” olarak kart gibi paylaşılması bile olayı izaha yetmektedir.
Ve esas olarak, Dersim Ağıtları incelendiğinde bile, hiç bir ek izaha gerek kalmadan, Dersimlilere yapılanın açık bir Soykırım olduğu anlaşılmaktadır.
Uzattım kusura bakmayın. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Haydar Beltan, ikinci bölüm konumuz sürgünler. Kısaca görüşlerini alabilir miyim. Buyurun.
Birinci bölümde işaret ettiğim gibi, Dersi Tertelesi, planlı programlı bir Terteledir. Yani önceden çerçevesi çizilmiş, raporları hazırlanmış, özel kanunları çıkarılmış, provokasyon biçimleri hazırlanmış ve geleceği de planlanmış büyük bir kırımdır.
Mesela 1934 yılında çıkarılan İskan Kanunu, Dersim coğrafyası için ırkçı bir kanun niteliği taşımaktadır. Kanun un amacı şu şekilde ifade edilmektedir.
Amacı: “Nüfusun Türk kültürüne bağlılık esasına göre, oturuş ve yayılışını, Hükümet tarafından yapılacak bir Programı dahilinde düzenlemek” olduğu açıklandı. Ve üç bölgeye ayrılarak ayrıntıları belirlendi. Bu bölgeler şunlardır:
- Bölge: Türk Kültürü ve nüfusunun yoğunlaştırılması istenen bölgeler,
- Bölge: Türk Kültürüne katılması istenilen nüfusun nakli ve iskanına ayrılan Bölge,
- Bölge: Boşaltılması istenen ve iskan ve ikamete yasak edilen bölgeler.
Yani, 1, Dersim boşaltılıp oraya yoğun Türk nüfusu yerleştirilip, raporlarda vurgulandığı gibi, bölge Türkleştirilip, Müslümanlaştırılacak,
2, Terteleden sonra, sağ kalanların Türk kültürünün yoğun olduğu bölgelere naklederek yani sürgün ederek Türkleştirmek,
3, Dersim terteleden sonra boşaltılacak ve boşaltılan alanın önemli bir bölümü isken ve ikamete yasak bölge olarak ilan edilecek.
Anlaşılıyor ki, Dersim hareketinin çerçevesi çizilmiş ve planı önceden yapılmıştır. İsyan uyduruk ve bahane. Peşinden 1935 yılında çıkarılan Tunceli Kanunu ile bu hareketin yasal zemini hazırlanmış oldu.
Hemen tertelenin akabinde, resmi rakamlara göre, 2.907 aileden toplam olarak 14.411 kişi, Türkiye’nin 32 İline sürgün edildi. Bunların hepsi önceden planlanmıştı. 32 İl hazırdı sürgünler için. İllerin ilçeleri, köyleri ve hane sayısı planlandığı gibiydi. Sürgün edilen aileler dahi parçalanmış ve her biri ayrı yere yerleştirilmiştir.
Dersimliler, dillerini bilmedikleri, kültürlerine yabancı oldukları yerlere sürülmüşlerdi. Amaç, Türkleştirmekti. Genel olarak büyük zorluklarla karşılaştılar. Uyum sağlamakta zorlandılar. Sürgün edildikleri için kendilerini şanslı hissediyorlardı. Sürgün, ölmekten iyiydi ama geleceklerinden büyük kaygı duyuyorlardı. Dersim özlemi kendilerinden hiç ayrılmadı. Bir dönem sonra, çıkan afla birlikte yeniden Dersim’e dönenler olduğu gibi, kalanlar da oldu.
14 bin 411 kişi, dile kolay. Her bir sürgünün ayrı bir hikayesi vardır. Bu hikayeler hala anlatılır. Anlatıldıkça, insan bu anlatıları duydukça, tüyleri diken olmaktadır.
Demem o ki bu kadar insanın yerinden yurdundan kopartılarak, hiç bilmediği yerlere sürüp onları Türkleştirme politikası, açıktan bir insan hakkı ihlalidir ve sonuçta bu Soykırımdır.
Teşekkür ederim…
KAZIM GÜNDOGAN
Merhabalar iyi akşamlar. Betül Hanim merhaba. Perihan Hatun ile tanışma olanağı bulmuş biri olarak uzunca da bir röportaj yapmış biri olarak gerçekten, Betül hanımın anlattıklarından çok etkilendim.
özellikle her iki ailesine dair 37-38 sürecinde devletin karanlık aklının başta olmak üzere 37 de 38 de yok edilen on binlerce insanı ve seyit rızayı anarak başlayayım ben tabii.
37-38 diyoruz ama o bir Vahşetin Zirvesi ama bir toplumun bütünlüklü olarak yok edilmesi projesinin Zirve cezalandırılması değil inançlarının tarihinin kültürünün yok edilmesi olarak değerlendirmesi gerekiyor.
Böyle bakınca da o akil hem İslam’ın hem cumhuriyetin kurucusudur. Bu kara kutu açılıp içine bakıldığında Bütün İslam dünyasının hilafetçi İslam’ın İslam olmayan toplumların nasıl İslamlaştırılması gerektiğine dair 500 yıllık bir programının uygulanmasının eseri Dersimde uygulanmıştır.
Aslında şimdi biz Dersim meselesi diyoruz. Alevi meselesi diyoruz, ama aslında bu Dersim meselesi, Alevi meselesi değil. Bunu bir İslam meselesi olarak görmek gerek. yok İslam ve diğer inançlar İslam ve diğer toplumlar Cumhuriyet sürecine gelindiğinde de Cumhuriyet sürecini değerlendirdi ırka dayalı ulus-devlet Devletleri’nin kuruluş sürecinde bunun bir Türklük meselesi olduğunu Yani Kürt meselesi, Ermeni meselesi diğer etnik kimlikler meselesi olarak tanımladığımız bu şeylerin Aslında egemenliği elinde bulunduran gücün problemleri olarak değerlendirmesi gerekiyor. Bu bakımdan Dersim meselesi İslami -Türk bir devlet eseri.
Daha önce özellikle Bu Devletin kuruluş felsefesinde ki Türkçülüğün 1950’lerden itibaren nasıl şekillendiğini en rafine edilmiş örneklerinden biri 1914-15 Süryani Ermeni Soykırımı devamında Pontus daha sonra 1921’de Koçgiri katliamı ve devamında Kürtlerin kendi demokratik haklarını ulusal demokratik haklarını talep etmesi ile birlikte 1923’ün Lozan Antlaşması’ndan sonra Kürtlerin 25’ten başlayan 30’lara kadar devam eden kütlenin tanımı bartech değiştirici ev politikanın eseridir bu.
Burada tabii Dersim’in özel olarak seçilmesinin ve daha sonra Kemalist devletin oraya yönelik çok sistemli bir plan hazırlanmasının birkaç nedeni var. Bir Öncelikle ırka dayalı etnik kimliğe dayalı devletin inşasında bir dönem Ermenilerin, Rumların, Suriyelilerin problemi vardı. Onları çözdükten sonra da talebi ile birlikte bir biçimde cumhuriyet kuranlara göre Cumhuriyeti benimseyen Dersimde Alevilerin ama Cumhuriyet Devleti tarafından yine de bir soykırıma uğratılması başlı başına üzerinde durulması gereken bir mesele bu arada bir isyanın olmadığını İsyan olanaklarını da olmadığını ve toplumun Aslında Cumhuriyeti benimsediğini.
Bu nedenle Mehmet Ali başka Bütün her birinin kendi alanında adeta yerel iktidar olduğu ve her birinin denetiminde yüzlerce silahlı insanın olabileceği ve toparlanması durumunda 30-40 bin organize edilebileceği Dersim’de ama Dersimliler bunu tercih etmiyor.
Çünkü dersim özellikle 1920’de meclisin açılışının bileşenlerine baktığımızda oraya 5 mebusu göndermiş olması ve bu 5 Mebus bu son da hemen hemen dersim toplumunun yüzde sekseni ne denk geliyor olması üzerinde düşünülmesi gereken bir durum.
İsyan etmek isteyen Cumhuriyeti benimsemek istemeyen bir toplum neden meclise kurucu irade neden kendi temsilcilerini göndersin.
Daha sonra yanı başında Şey Sait gibi biri dini yönleri olsa da esasta ulusal niteliği olan bir ulusal hareketin kurma projesi ya da Kürdistan özelliği oluşturma gibi bir projesi olan bir hareketi neden desteklenmemiş olsunlar.
O zaman Dersimlilerin elindeki silahların toplatılması kararında Jandarma Komutanlığı’nın bilmem kaç silahın ne kadardır ama biz henüz yani ezilenler olarak inanç kimlikleri olarak ya da siyasal kesimler düşünceye sahip kesimler olarak ezilenlerin tarihini objektif tarihini alternatif tarihini yazamadığımız için henüz ne yazık ki resmi tarih hala geçerliliğini koruyor.
Bu bakımdan burada Betül hanımın üzerinde durduğu travma toplumu toplum bireylerinin düşünüş tarzı üzerinde biraz düşünmemiz gerekiyor. Böyle olunca bu taramalı toplumların Hayli bu kadar ağır şiddet ve parçalanma durumu yaşayan toplumun strateji oluşturmaması sorunu var, birlikte olamama sorunu var.
Dolayısıyla kendi meselelerine tarihsel bağlamından kopararak günü birlik Şuradaki şu mesele burada ki bu mesele gibi ya da senin aşiretin benim aşiretim seni siyasetin benim siyasetim nedenlerinden biri de bu.
Dramatik düşünme Duygu Dünyamızın en çok problemli olmasındandır bugün toplumun düşünen insanları sorgulayan insanları araştıran insanları olarak Bizlerin bu soruna dair bazı çözümler üretmesi gerekiyor artık.
Yani sürekli ağlayan sürekli ağıt yakan sürekli kalu-bela’dan beri bir hale getirdiği bu acı ve yas toplumundan çıkıp meseleleri birer olguya dönüştürmek lazım. Acıyı biraz olguya dönüştürmek lazım olguya dönüştürücünün de akıl devreye girer ve sorgulama devreye girer dolayısı ile toplum kendi düşüncesini kendi stratejisini oluşturabilir.
Elbette ki bu acıları ortaya koymak kayıt altına almak önemli ama bunun nedenleri ile birlikte şekillendirdiğimiz de dünyanın neresinde olursa olsun Bütün bu benzer acılar yaşamış toplumlardan birlikte düşünmek ve onlarla birlikte mücadele etmenin gerekliliğini inanmak lazım İkincisi ise Dünyada ve Türkiye’de bu resmi tarih yalanlarının resmi kesimlerin mutlaka bu kendi alanlarıyla kendi yanlış tarihleri ile yüzleşmesini sağlayabilecek çalışmalar yapmak lazım oralara dönük. Çalışmalar ve projeler üretmek gerekiyor ki bu mesele sadece Dersim meselesi değil mesele insanlığa karşı suç insanlığa karşı işlenmiş suç olması nedeniyle tüm insanlığın sorunudur. ve Faşizme karşı diktatörlere karşı zorbalığa karşı olan insan hak ve özgürlükler mücadelesinde düşünen sorgulayan herkesin dünyasına herkesin dikkatine taşımak gerekiyor.
Öyle yapabilirsek biz bu soykırımla hesaplaşabiliriz. Dolayısıyla hesaplaşırken aynı zamanda bu toplumun kendi yanlışları ile yüzleşmesi.
Dolayısıyla bizim de kendi eksikliklerimizle Yüzleşme süreci de Bunun içerisinde gerçekleşmiş olur ve bir Hesaplaşma Yüzleşme Dolayısıyla travmanın iyileşmesi süreç.
Böyle gerçekleşmiş olur bir Hesaplaşma ile Yüzleşme süreci mücadelesi sistemli bir biçimde verir ne diyor zaman bu öyle yüzyıllar daha böyle devam eder gider ve kuşaktan kuşağa biz bu travmaları aktarmaya devam ederiz.
Bu bakımdan bu tür çalışmalar programlar ezilenlerin travma yaşayan toplumların travmayı yaratan zihniyetle hesaplaşma süreci de daha kolektif düşünen daha stratejik bir akıl oluşturan bir yaklaşımı ön plana çıkarmakta yarar var diye düşünüyorum. Dersim tartışmasız bir soykırımdır.
Birkaç yıl önce İngiltere parlamentosunda bizim ay zaman belgesel filmimizi gösterdiğimizde orada dersimi hiç bilmeyen Alevileri neredeyse hiç bilmeyen bir tarih profesörü filmi izledikten sonra dedi ki ben „dersimi ne olduğunu Alevilerin kim olduğunu çok genel anlamda biliyorum ama sırf bu film bile orada bir soykırım olduğunu anlatıyor 1948 Birleşmiş Milletler soykırım kriterlerine baktığımızda onların hepsini ben bu filmde görebiliyorum„ dedi.
O zaman bu toplum neden bunun mücadelesini uluslararası alana taşımıyor? biz neden şimdi öğreniyoruz? bunu biliyoruz şimdi. Dolayısıyla bu tür çalışmalar yani hafızayı onun olguya dönüştüren veriye dönüştüren stratejik bir akıllan bizim bunu uluslararası alanda da Türkiye’de de düşün dünyasına aşmamız lazım artık.
Duygu dünyasından çıkarmamız gerekiyor bu toplum aslında çok şey konuşmuş. Ne ile konuşmuş kendi değil edilen konuşmuş. Çığlık atmış ama bunu anlayan Bunu duyan olmadığı için aslında konuşmamış gibi duruyor Onlar belki politik kavramlarla bu süreçleri ifade etmediler ama öyle büyük zorluklar var ki öyle o ağıtların her birinin dinlediğinizde öyle gerçekten derinden tarihten gelen çocuklar var ki şimdi işte bizim bunu adım adım Elbette ki onlar bir bellektir o kağıtların her biri birer bellektir onlar bize yani ağıttan dinlediğin zaman orada nasıl bir soykırım olduğunu, baba babanın kat edilmesine dair dinlediğimizde aşiretler arasındaki ilişkilerin problemleri ne olduğunu görebiliyoruz.
devletin orada ne tür oyunlar oynadığını görebiliyoruz devlet bu sürece çok planlı bir biçimde örgütleri ve 1925 den 1947 ye kadar devam eden bir süreçtir hazırlıklar raporlar planlamalar 34 İskan kanunu 35 dersim kanunu 36 -37- 38 -39 ve daha sonra kalanlarına asimilasyonu projesi hem Sürgünde Hem orada yatılı Okullar aracılığı ile başka planları aracılığıyla bu süreç böyle devam etti ve bir şeyin daha altını çizmek gerekiyor ki gerçekten Bu öylesine bir soyut soykırım ki adeta yani devletler arasında sürdürülen bir savaş konsepti ile dünyanın ilk kadın pilotu dünyanın savaş kadın pilotu diye geçen bir Sabiha Gökçen var dünyanın ilk kadın Savaş pilotu.
Hangi savaşa katılmış Dersim Savaşı’na katılmış. Dersim Soykırımı ile katılmış Siz bu tanımlama ve Burası üzerinden pek çok şey üretilebilir öte yandan 2013 yılında hay way zaman belgesel filmimizde orada zehirli gazların kullanıldığını belgesi belgelerini Ortaya koydum hem Abdullah Alp Doğan’ın ortaya koyduğu yazışmalarda hem yerel gazetelerde hem Muhsin batur’un kendi anlatmaktan imtina ettiği çalışmalarında bütün bunları ile ortaya koyduk ve son zamanlarda araştırmalar merkezinden arkadaşların ortaya çıkardığı bir belge ile de bu gazın Almanya’dan 1937 yılında uçakların tankların en ağır silahların kullanıldığı bir soykırımdan bahsediyoruz.
Bu bakımdan bunları bu biçimiyle belgeleri daha fazla üzerinde çalışarak bilimsel yöntemlerle uluslararası standartlarda Bu çalışmaları sürdürmekten başka bir yolumuz yöntemimiz yok bunun için Herkesin kendi etnik kimliği ilk kürtmüdür Zaza mıdır ermenimidir ne derse desin alevi midir işte çok özür dilerim herkesin kendini ifade etme hakkı ve özgürlüğü var. ama hiçbiri kendini var ederken kendi etnik kimliğine var ederken bir başka etnik kimliği yok ederek kendini var etmemeli .bu işte o çocuk olur O yüzden biz yere taşıma maliyeti bilmem ne değil ortak özellik onların Kızılbaş oluşudur .orada var Bunlar edilmedi bak orada kalmış bunlar aynı zamanda Türkiye’de Türkmen olarak bilinen ama Alevi olarak yaşayan insanlar hemen yanı başında çevresinde Erzincan’da Zini gediğinde 93 kişi Hiç alakası yoktur 90 kişi katledildi Bunlar hepsi oradaki işte ya da Dolayısıyla bu bir mesele Oradaki Osmanlı’dan 500 yıllık bir mesele meselesi ile cumhuriyetin kuruluşu ya da ulusal devletin kuruluşu ile birlikte buradan bir etnik kimlik meselesidir.
gündeme geliyor Dolayısıyla o meseleyi daha da ağırlaştırıyor raporlardaki türkleşiyor gibi yani tamam Bunlar Alevi Kızılbaş böyle ama biz bunları idare edebiliyoruz edilebiliyor ama ulusal bilinç gelişirse Bu ikisi başa bela olur yönünde sürekli vurgular var ve bu anlamda da bu toplumun kendi iradesiyle kendi kültürü ile değerleriyle var olmaması için ki otantik erisinde değişik biçimlerde değişik kanallarda İslam mı Entegre edilmiş İslam’dan bağlantısı kurup kurulmuş faaliyete Ama dersimdikilerin böyle bir bağlantısının kurulması nedeniyle de her kuramıyorsak bunları yok edelim. Geride kalanlar da sünilestirelim değiştirelim Geride kalanlar da bu yolla İslam’a dahil edelim yaklaşımı orada çok büyük bir çok acı bir politikanın ve çok vahşi bir katliamın gerçekleşmesine neden olmuştur diye düşünüyorum.
tesekkürler kazim
kazim gündogan sürgünler
çalışmalarda çok daha özgür yanı oluşturuyor biliyorduk nereden kaynaklandığını ve nasıl geliştiğini araştırmaya çalışırken Aslında birkaç yıllık bir çalışmadan sonra tanıkların doğrudan anlatımıyla bunun bir isyan değil bir katliam olduğu sonucuna bağırdığımızda biraz Dünya literatürüne hangi Politikalar izlenmiş asimilasyon hangi yöntemlerle gerçekleştirilmiş özellikle 1948 Birleşmiş Milletler’de soykırım kriterlerinde gerçekleştirilenler ve kabul edilenler dersinde nasıl karşılık buluyor Devleti’nin siyasi belgeleri Tüm bunları incelediğimizde şunu gördük ki aslında bütün raporlarda 1925 yılından itibaren daha sistemli halde hazırlanan raporlarda uzun hepsinde ötekileştirme bir nefret söylemi toplumu görme ıslah edilmesi gereken medenileştirmesi gereken bir toplum bir inanç bir kültür olduğu yönünde şimdi bu kavramların kullanıldığı her yerde büyük katliamlar büyük soykırımlar olur yani devletler herhangi bir toplumu herhangi bir grubu Eğer toptan ihmal etmek istiyorsa kültürel yaşamlarında toplum siyasi literatüründeki en ağır kavramlarla en insanlık dışı kavramlarla onları tanımlarlar işte Hitler’in Yahudileri ya da gece kolay tanımlaması gibi Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti de yani Osman da bunları işte rafizi gibi tanımlamalarla devlete Hedef gösterirken hedefe koyarken e-devlet’te işte Bunları özellikle Hamdi Bey’in raporunda cisimle Şen tanımlamayla olarak tanımladı ve bu kişi bana kökünden kesip atılması gerektiği yönünde bir çözüm uygulanması
aşamasında aslında bir toplumun çocuklarını zorla başka bir topluluğa nakletmek 48 sözleşmesindeki 5 litre su araştırma sürecinde bu durumla karşılaştığımızda bunun ani ortada kalan çocukların sahip gelmiştir ya da işte koruma altına Almıştır O nedenle bu çocukları götürmüştür diye düşündük sonra birbirleriyle yani Bu katliama askerler ejderha o çocuğu o Bunlar açmışlardır ve o nedenle ortada kalan çocukları sahiplenmiş Değerdir gibi düşündük sonra tabii biraz daha çalışma derin düşünce pek çok tane ulaşınca Erzincan’da ve Elazığ’da kurulan 2 toplama merkezinde Bu çocukların sadece ortada kalanlar aileleri ölenler değil aynı zamanda aileleri yaşayanların zorla alındığını öğrendik ve o ara İçişleri Bakanı Şükrü Kaya nın Milli Eğitim ve Bir ulus-devlet yaratıyoruz ulusun inşası da ayda çok önemlidir ailede kadının önemli bir yeri vardır eğitici ve dönüştürücü nedeniyle o anlamda bunların çocuklarını şimdiden yatılı okulları yerleştirmek bir kısmı da işte cumhuriyetçi ailelere vermek yönünde bu Kadınlar çocuklar üzerinden asimilasyonun belgesi ydy bunu görünce gerçekten karşılığını aramaya başladık ve Türkiye’nin 30 ilinde en çok ilçesinde Avrupa’da 5 yıl boyunca araştırma yaptık ve yüzlerce kız çocuğunun bir politika dahilinde ailelerinden zorla alındı yani annelerinin kuşaklarından alınan işte amcalarının yanında olan yanında olan çocuklar şey de şöyle Sağlıklı ve güzel kız çocuklarının alınması Erzincan en çok takip ettiğimizde oradan batıya kadar Her istasyonda 12 kız çocuğu traktörler ve sağlıklı güzel kız çocuğunu da oradaki esnaflara oradaki bürokratlara veriyorlar ona da Betül hanımın dediği gibi gerçekten sizin için yani tanımlamakta zorlanıyorum çünkü bu konu Yani tarih boyunca evlatlıktan üzerine çalışma yapan Türkiye’de çok önemli profesörler evi var onlarla birlikte çalıştığımız da bu durumu Çünkü bu Politik bir şey yani Yok gerçek anlamda alan aile tarafından kendi ine takip etmediklerim hemen hemen hiç verilmemiş Öncelikle saçları kesiliyor kıyafetleri değiştiriyor yani o aslında kökünden koparmak tarihinden kültüründen koparmaktır onun yerine o toplum ilkel ve medeniyet dışı görüldüğü için medeniyetin sembolü olan kıyafetler giyilir diyor işte kısa etek şapka bilmem böyle like bunları medenileştirme Ama bu medenileştirme İyi de özellikle türkü ailelerin yanında birer besleme statüsünde yani besleme hizmetçi var kız çocukları o subayları baba demek zorunda kalıyorlar ona Aile demek zorunda kalıyorlar onların evlendirilmeli evden evde yaşadıkları hacizlerde başka başka daha ağır şeyler pek çok Öykü bu Dersim’in Kayıp Kızları filminde dtd152 ölçüsünü topladığımız Dersim’in Kayıp Kızları kitabında çok daha sistemli bir biçimde bunların yaşadıklarını anlatmaya çalıştık ve bu çalışma hala devam ediyor Biz Bir film yapalım bir kitap yazalım hedefi ile yola çıkmadık bir tarihin hakikatin ortaya çıkaralım ve kayıt altına alalım ve bugüne kadar neredeyse 300’e yakın Öykü topladık kız çocuklarının kayıp öyküsü bir kısmını 80 yıl sonra aileleriyle buluştu Digiturk brüt böyle yani 80 yıl sonra bir araya geldiklerinde ortak hiçbir şey kalmamıştı Sadece birbirlerine benziyorlar the ne demek ki sen benim ailemsin Demek ki sen benim neyimsin değil ama yani işte biz Alevi’yiz diyeyim ki dersinde biz Alevi’yiz O da diyor biz müslümanız size ne dedi ki Tamam siz de öylesiniz ama ne yapalım işte gibi böyle inanılmaz o diyalog daha çok daha bizim için 60’lı 70’li yıllarda Yalnızlık içinde yaşayan 1960’lı 70’li yıllarda aramaya çıkan hiçbir biçimde oradaki kültüre dahil olmayan köklerini aramaya çıkan ve dersinde şu veya bu biçimde ailelerini bulan kızların öyküsüne de kızlar 30’lu yaşlarda kadınlar Oraya gittiklerinde büyük bir hayal kırıklığı bir daha hiç içinde yaşayan babasıyla kardeşleriyle bir aile ilişkisi düşününce soykırım 30 yıl sonra ailesini ailesinin bulduğunda amcaları bu geldi şimdi işte araziye ortak ol oradan da Yaşamını hasretle o şeyle yaşamını yitiren öyküler kendi kültürünü hiç unutmayan yani 9 yaşında çocuğun kızları unutmaması yıllar sonra gerçekten çok sıkıcıydı Yani hala Hızır Hızır diye gizli gizli yani namaz kılarken dua eden şeyler bunlar içerisinde hacca giden ve hiçbir biçimde bizimle görüşmek istemeyen insanlar var çok önemli yerlerde çocukları torunları olanlar 14.11 MHP’li meclis başkan vekili Ömer üzgünüm eşidir parçalı da olsa katkıda bulunmak aslında bellektir bellek oluşumudur aynı zamanda Çünkü aslında bir toplumun tarihi kültürü yok etmeye çalışırken en önemli Dolayısıyla sembolleri en önemli en güçlü belge insanın kendisidir insanlar belgeleri belgelenmesi gibi belgelenmesi gibi birçok arkadaşımızın işte ben sana orada en son kitabıyla çok önemli çok önemli bir sürecin hem Dersim aşiretleri ilişkileri çelişkileri devletten olan ilişkileri inanç vesaire bunları son kitabında çok iyi bir biçimde toparladı Bunların hepsi kıymetli çalışmalar akademik düzeyde kültürde sanatta Siyasette çok iyi şeyler yapamıyorlar Tabii ki de Siyasette başkasına başkalarına çok hizmet ediyorlar çok acı olmuş vaziyette hani orada olabilirler problem yok ama gerçekten senin kendine Bu kadar yalancılar yabancı ulaşarak devlete hizmet ediyor olması başkasının sarı hizmet ediyor olması herhalde bir şey konusu uzmanlık gerektiren bir problem.
tesekkür ediyorum
DERSİM 37/38 SOYKIRIMINI UNUTMA, UNUTTURMA!
TERTELE ‘38 XOVİRA MEKE!
15-16 Kasım 1937’de idam edilen Dersimin ileri gelenlerini unutmadık!
Dersim Soykırımı planları eskiye dayanır. Çakmak, İnönü, Bardakçı, Öngören raporlarında dile getirilir.
14 Haziran 1934 de Türkiye’yi etnisite esasına göre 3 bölgeye ayıran 2510 sayılı iskan kanunu ile Dersim yasak bölge ilan edilir.
25 Aralık 1935’te “Tunç Eli” kanunu kabul edildiğinde bölgenin resmi adı hala Dersim idi.
Soykırımın bütün alt yapısı hazırdı. İstiklal mahkemeleri kurulmuş, Abdullah Aldoğan olağanüstü yetkiler ile donatılarak bölge valisi olarak atanmıştı. 1936’da halkın elindeki silahlar toplatılmıştı. Karakol, kışla, cami ve yol yapımına başlanmıştı. Basın soykırımın psikolojik zeminini hazırlayan yayınlara başlamıştı bile. Önceden bütün ayrıntıları ile planlanan soykırım ‘37 baharında start alıyordu.
Soykırımdı, çünkü 1948 Birleşmiş Milletler Soykırım suçunun engellenmesi ve cezalandırılması Sözleşmesinin 2. Maddesinde belirlendiği gibi; soykırım, Etnik/ulusal veya bir dini/inanç grubunun bütününü veya bir bölümünün yok edilmesi politikalarının her biri belirlemesi ile birebir örtüşüyor.
Bu tanımlamaya göre:
- Grubun üyelerinin öldürülmesi
- Grubun üyelerine ciddi bedensel ya da ruhsal zarar verilmesi
- Grubun koşullarının, yaşam alanlarının yok edilmesi.
- Grubun çoğalmasını engelleyecek yöntemlerin uygulanması
- Grubun çocuklarının zorla alınıp diğer gruplara verilmesi.
4 Mayıs 37 de alınan karar ile Dersim soykırımı başlatıldı. On binlerce Dersimli çocuk, yaşlı, kadın ayırımına tabi tutulmadan kitlesel olarak katledildiler. Dersimliler ölülerini gömme fırsatına dahi sahip olamadılar. Soykırımdan kurtulanlar önceden belirlendiği şekliyle yurdun her tarafına serpiştirilerek dillerinden, inançlarından, kültürel değerlerinden ve köklerinden arındırılarak Türkleştirilmek, Müslümanlaştırılmak istendi. Köyleri, ekinleri yakıldı. Yaşam alanları askeri yasak bölge ilan edildi. Kız çocukları zor ile alınarak subay ve zengin eşrafa verildi.
Dersim ileri gelenleri istiklal mahkemelerinde yargılanarak ağır cezalara çarptırıldı. 15-16 Kasım 1937 tarihinde Elazığ Buğday Meydanı’nda hukuksuz bir şekilde Dersimin ileri gelenlerinden Seyid Rıza, Uşêne Seydi, Fındıq Ağa, Hesen Ağa, Resık Usen, Ali Ağa, Hesenê İvraimê Qizi idam edildiler. Ve mezar yerleri hala bilinmemektedir!
Bundan dolayıdır biz Dersimleler diyoruz ki Seyid Rıza, Uşêne Seydi, Fındıq Ağa, Hesen Ağa, Resık Usen, Ali Ağa, Hesenê İvraimê Qizi ve katledilen on binlerce Dersimli kadın, çocuk adına iki elimiz yakanızdadır!
Seyid Rıza ve Dersim ileri gelenlerinin anısına „KOMÜNAR BELLEK“ olarak 19 Kasım 2019 Salı günü, saat 18.00 de Dersim yazarlarından
Betül Fatima Günday (Adın Perihan Olsun kitabının yazarı)
Davut Kurun (Araştırmacı-Yazar- 68 kuşağı devrimci önderlerinden)
Haydar Beltan (Ve Suyu Ateşe Verdiler kitabının yazarı)
Kazım Gündoğan (Dersimin Kayıp Kızları kitabının yazarı) ile birlikte bir Tele-konferans düzenledik.
19 Kasım 2019 tarihinde Komünar Bellek adına düzlemiş olduğumuz bu konferans oldukça uzun bir dokümantasyon oluşturmaktadır. Biz bunun özet halini okuyucuyla paylaşmak istiyoruz.
İlyas Yer
BETÜL FATIMA GÜNDAY:
Beni bu programa katıp, bu kıymetli insanlarla buluşturduğunuz için çok teşekkür ederim.
Soykırımı sosyolojik ve psikolojik olarak ele almak istiyorum. Diğer konuşmacılar meselenin diğer yanlarını daha detaylı ve ayrıntılı ve net anlatacaklardır. Sözlerime başlarken Seyid Rıza ve arkadaşlarının Dersim 38’de katledilen tüm insanlarımızın ve ailemin önünde saygı ile eğiliyorum. Öncelikle bu çok önemli çünkü. Bizim bir meselemiz var! Elbette ki onların hak savunuculuğunu yapmak bizim boynumuzun borcu olmalı diye düşünüyorum.
Bizler büyük bir trajediye, soykırıma maruz kalarak travma ve büyük şok yaşayan bir halkın travmasının tam ortasına doğmuş bir nesiliz aslında. Bilimsel olarak Travma “gerçek bir ölüm veya ölüm tehdidinin bulunduğu ağır yaralanmanın fiziksel veya yaşamsal bütünlüğe yönelik bir tehdidin ortaya çıktığı ve kişinin kendisinin yaşadığı, şahit olduğu veya sevdiği bir kişinin başına geldiğini öğrendiği olağan dışı olaylar” olarak tanımlanmaktadır. Travmatik olayı olağan dışı kılan yalnızca beklenmedik olması değil, aynı zamanda yaşam olaylarında uyumu sağlayan baş etme yollarını felce uğratmasıdır. Travmatik bir olayla karşı karşıya kalmanın kişiyi travma öncesi durumdan daha güçlü hale getirmesi de mümkündür. Bu da travma sonrası büyüme olarak tanımlanmaktadır.
Travma sonrası büyümeyi Richard G. Tedeschi ve Lawrence G. Calhoun tarafından “Yüksek derecede zorlayıcı yaşam olayları ile mücadele sonrası oluşan olumlu değişiklikler“ şeklinde tanımlamaktadırlar. Buradan Dersim’in travma yaşamış halkına ve travmanın içine doğmuş bizlere gediğimizde Dersimlilerin yaşadıkları bu büyük trajedi sonrası travmanın, büyük şokun etkilerini önceleri susarak alt etmeye çalışmış olduklarını görürüz.
Uzun bir süre susmuşlar.
Annemin anlattığı bir anekdotta evine misafir olan savcının, “ 38’i hatırlıyor musunuz?“ sorusuna, verdiği yanıt çok sert oluyor:
„Siz kanun adamısınız bu olayı deşeceğinize üstüne bir kürek toprak da siz atın.”
Buradan da anlaşılıyor ki bizimkiler şimdilik susmayı tercih etmişler, soykırımın konuşulması pek de hoşlarına gitmiyor aslında. Çünkü yaşadıkları şoku henüz üzerlerinden atmış değiller. Yüzleşmeye hazır değiller aslında. Onlar için „yüksek derecede zorlayıcı yaşam koşulları“ devam ediyor çünkü.
Soykırımın asıl nedeni, ta Yavuz dan beri Osmanlının coğrafyasıyla ve insanıyla baş edemediği, etnik kimliği Alevi olan bir halkı yok etme istemidir. Burada birçok bahanenin yansıra en önemli nedenin Dersim’in baş eğmemezliğidir.
Sunulan tüm raporlar da Dersim‘in kimliği Kürt olarak ele alınmıştır. Hal bu ki yaşam tarzı, dini inançları, ritüelleri, kültürleri tamamen orta yerdeyken Alevi kimliği değil Kürt kimliği ön plana çıkarılmıştır. Dersimlilerin konuştuğu dil de otoriteyi rahatsız etmektedir. Dersimin daha fazla güçlenmesi de istenmiştir.
1926 yılında mülkiye müfettişi Hamdi Bey raporunda şöyle der:
“Dersim gittikçe Kürtleşiyor, tehlike büyüyor, Dersim Cumhuriyet için bir çıbandır, bu çıban üzerinde kesin bir ameliyat yaparak acı sonuç ihtimali önlenmelidir”.
Başvekil İsmet Paşa 31 Ağustos 1930 tarihli Milliyete der ki, “Bu ülkede sadece Türk Ulusu ırksal haklar talep Etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” Demek oluyor ki Dersim‘in böyle bir hak talep etmesinden korkup önü alınmıştır. Devletin Dersim ıslahı ile ilgili çalışmalara 1925’lerde başlamış 37-38 de son noktayı koymuştur.
Genç Cumhuriyeti yönetenler Dersim‘in etnik kökeninden, gücünden , dilinden, kültüründen, talep edeceklerinden, kolay kolay yönetilmeyeceklerinden korkarak acımasızca ve içerden Dersimlilerden eskilerin söylemiyle söylüyorum „keklik soyu“ dediklerinden ve aşiretlerin birbiriyle olan çatışmalarından destek alarak topyekün bir soykırım yapmışlardır.
Anneme sorduklarında biz ikinci Kerbela’yı yaşadık derdi annem. Bu soykırım Dersim‘in gücünü elinde tutan ağalara ve onların yakınlarına Dersim‘in inancını dilden dile anlatarak cem törenleri ile kutsayarak yapan dedelere; Pirlere, köylülere, kadın- erkek, genç- yaşlı, çocuk ayırt etmeden uygulanmıştır. Ben geçen sene bir yaşlı akrabamızla görüştüğümde bilmiyorduk anneannemin nasıl öldürüldüğünü. Bana anneannemin nasıl öldürüldüğünü askerler tarafından anlatılmış şekliyle aktarayım.
Annem Nare Xatun Cemşi Ağa’nın eşi ve Diyap Ağa’nın kızıdır. Askerler önden ve arkadan anneannemi süngülerken o hep ayakta kalmaya çalışmıştır. Önden süngülediklerinde anneannem geriye, arkadan süngülediklerinde ise öne doğru sendeliyor. Bu süngüleme defalarca devam ediyor, yani anneannem yere yıkılmamak için elinden gelen gücü sarf ediyor ve yaralı olarak bırakıyorlar kendisini. Bu çok acı bir durum benim için. Yani bunu dinlemek dahi çok acı verdi bana, ürkütücüydü. Anneannemin bu dik duruşu çok önemliydi. Bir Dersim kadınının, bir Dersimli olarak baş eğmeme duruşu söz konusu aslında.
Askerler bunu hayretler içerisinde anlatmışlar gittikleri yerlerde. Bu olay tabii bizim travmalarımızın en büyüklerinden biri. Öldürülme şekli kolay kolay içinden çıkılması zor bir durum. Bu nedenle Dersim bizim çıkmaz sokağımız aslında, yani bu çıkmaz sokakta ilerlerken gelip, gelip tosluyoruz, tosladığımız yer çok sert. Bu travmadan kurtulmanın birtakım yolları var elbet. Ama bu ne zaman, nasıl, hangi koşullarda gerçekleşir, bunu el birliği ile yapacağız tabi. Bunu sizlerin, herkesin, bütün Dersimlerin katkılarıyla yapacağız. Benim soykırımla ilgili söylemek istediğim bunlar. Ben, bu travmayı yaşamış halkın nelerle yoğrulmuş olabileceğini düşünerek hareket ettim. Ailemin, her iki ailemin de yaşadığı soykırım çok büyük. Ben her iki aşiretin de kızıyım hem Karaballı Aşireti, hem de Ferhatuşağı Aşireti’nin. Bir tarafta Mehmet Ali Ağa, bir tarafta Cemşi Ağa. İşte büyük iki aşiret, bunların ikisi de ciddi soykırıma uğruyor. Dersim İsyanı denilen şey, yani isyan varsa bu insanlar güçlerini niye kullanmadılar? Yani aşiretler güçlerini niye kullanamadılar? Neden dedelerim, iki dedem de evlerinden alınarak öyle rahat rahat alındılar? Bu insanların en az iki bin kişi adamları yok muydu? Eğer isyansa tabi, bu hani “Dersim İsyanı” deniliyor ya! Oysa isyan olmadığı apaçık ortada. İnsan memleketinde İsyan varsa rahat rahat çadır kura biliri mi? Çadırında rahat oturabilir mi? Dedelerim çadır kurmuşlar, sanki güzel ve rahat bir ortamdalarmış gibi! Birkaç asker gelip onları evinden alıp götürüp öldürüyor, bu o kadar kolay mı? Demek ki hazırlıksız yakalanmışlar. İsyan olsaydı bu kadar hazırlıksız mı olurlardı?
Burada sıkıntı şu:
Bu soykırımın bu kadar büyük ölçekte gerçekleşmesinin asıl nedenlerinden birinin aşiretler arası kopuk olduğunu, bu kopukluktan kaynaklandığını düşünüyorum.
Devlete güvenme. İşte benim Cemşi Ağa tarafım ile Mehmet Ali Ağa arasında şöyle bir konuşma geçiyor:
Mehmet Ali Ağa diyor ki “Hazırlık yapalım, bunlar bizi öldürecekler, kıracaklar”. Cemşi Ağa da diyor ki, “Yok, onlar yapsa yapsa bizi sürgün ederler”. Yani sürgünü aslında kabul ediyorlar bir yerde, ama ikisinin kaderi de birkaç askerin elinde. Aynı yerde Çirik Deresi’nde, Kurkurik‘in Çirik Deresi’nde önce Cemşi Ağa’yı, daha sonra da Mehmet Aliağa’yı öldürüyorlar. Yani burada ben Dersim‘in biraz zaaf içinde olduğunu düşünüyorum. Aşiretler arası sıkıntıdan kaynaklı zafiyet olarak görüyorum. Elbette İçerde satın alınan kişiler, özellikle Seyit Rıza’dan bahsedersek Rayber’in yaptıkları bu konuda çok ciddi şeyler, öncesinde de var Rayberi‘n yaptıklarının. Çünkü aşiretlerin herhangi bir adamı bir şey yaptığında bu aşiretin liderine mal ediliyordu. Rayberin yaptığı da yenilir yutulur şeyler değildi. Rayber ne yaptı? Gitti Şavak Aşireti’nin kadınlarının, annemin anlatımı ile aktarıyorum size bütün bunları, boyunlarındaki altınları koparıp aldı, koyunlarını aldı, Sünni köylerine Elkağın‘a, Ulukale‘ye gidip onların sürülerine el koydu. Şimdi bunlar ne oldu? Hepsi Seyit Rıza’nın hanesine yazıldı ve sonra ne oldu? İşte kendini kurtarmaya kalktı, ama sonuç feci oldu tabii ki, ama en büyük zararı Dersim ve Seyit Rıza gördü.
Seyit Rıza’nın idamı kabul edilebilir bir şey değildir. Annem Seyit Rıza ile ilgili şöyle derdi:
Çadıra gelmiş, Diyap Ağa ile falan bir toplantı var, onu tanımlarken anlatırken küçük yaşta görmüş hz. Ali’yi gördüğünüz o resim var ya derdi Annem, Seyit Rıza tıpkı ona benzer derdi. Çocukluğunda da öyle bir figür görmüş annem ve onun tek suçunun aslında oğlunu öldürdüklerinde Sin Köyü’ne yaptığı baskın ve orada yaptığı ev olarak nitelendirirdi annem. Seyit Rıza‘nın suçsuz olduğunu anlatırdı. Seyit Rızan‘ın aşiretler üstü bir şahsiyet olduğunu söylerdi. Bu da bir gerçek tabii ki yani burada mesela Seyit Rızan‘ın kandırılması ile ilgili devlet arşivlerinden okuyacağım size. Artık kış bastırmak üzeredir. Ordu harekatı sürdüremeyecektir, ancak Dersimliler de zor durumdadır. Yalnız ordu da harekatı sürdüremeyecek deniliyor burada. Çarpışmalar bahara kadar durmuş vaziyettedir. Baytar Nuri bu durumu şöyle özetlemektedir:
Bu mıntıkalarda Türkler için kış mevsiminde harp etmek imkansızdı. Bu sebeple çarpışmalara ara vermek zarureti vardı. Sükunet mevsiminde hile yoluyla çalışmanın maslahata daha ziyade uygun olduğunu takdir eden ordu kumandanı Munzur Dağları’nda mevzi almış Seyit Rıza’ya Erzincan valisi vasıtasıyla haber göndererek Dersimlilerin isteklerinin kabul edileceğini, şimdiden bütün orduya ateşkes emri verilmiş olduğunu, esasen Dersim’in münferit bazı aşiretleri müstesna diğer aşiretler üzerine henüz askeri hareket yapılmadığını, yapılmasına da lüzum görülmediğini ve vaki zararları tazmine hükümetin hazır olduğunu bildirerek Seyit Rıza’yı Erzincan merkezine getirmeye muvaffak olmuş ve maiyetiyle birlikte tevkif ettirmişti. İşte yani Seyit kandırılmıştı aslında Devlet tarafından, çünkü ele geçirilemeyecekti. Bu nedenle de Seyit Rıza böyle bir tuzağa düşürüldü.
Bizler için Tabii ki çok vahim ve ciddi bir olay, mezar yerleri yok, söylenmiyor, akıbetleri ve mezar akıbetleri ve yerlerinin nerde olduğu da belli değil.
Sürgünler Bölümü:
Keki Ağa askeri teslim alıyor, atın üzerinde böyle uzun uzun, hatta at hızlı koşarken sakalı ikiye ayrılır. Keki ağa son derecede ihtişamlı bir adam. Askeri aslında teslim alıyor. Teslim alırken askerin silahı Keki Ağa‘ya dönük oluyor. Tabi Keki Ağa fark edemiyor ve asker çekip vuruyor. Vurduktan sonra da diyorlar ki asker gidiyor, saçından sakalından ötürü diyor ki ben bir papaz vurdum, ben bir papaz vurdum. Ölüm şekli böyle oluyor aslında. Annem 9 yaşında annesi, babası katlediliyor aynı gün. Abisi, ablaları, herkes tek başına çadırda otururken akşam üstü köy muhtarı Memiş tarafından, işte daha doğrusu Hozat‘tan arıyorlar ve Cemşi Ağa’nın kimi kaldı diye soruyorlar. Ve deniliyor ki muhtara soruyor, muhtar da diyor ki bir tane kızı kaldı. Muhtar geliyor bir atla anneme diyor ki, Ane diyor, Annemin adı ANE. Ane diyor, seni baban istiyor. Hozat’a götüreceğim seni diyor ve annemi alıyor ata bindiriyor, Hozat‘ta akşamın karanlığında götürüyor ve o sırada giderken Hozat‘ın içine giriyorlar artık hava kararmış, loş aydınlanma fenerler falan var. Kadının biri diyor ki Memiş o kızı nereye götürüyorsun; diyor, götürme bana ver diyor. Tabii ki çok ısrar ediyor kadın adama. Memiş diyor ki anam, anam beni rahat bırak yüzbaşı istemiş, götürüp vereceğim, diyor. Ve götürüp yüzlerce askerin içine bırakıyor. Önce bir astsubaya teslim ediyor. Bırakırken annem diyor ki Memiş gitme! Hiç takmıyor Memiş, annemi onlarca, yüzlerce askerin içine, o 9 yaşındaki kız çocuğunu bırakıyor ve çekip gidiyor. Annemin sürgün macerası da burada başlıyor. Annemin yetişme şekli cesareti, kendine güveni, annemin babasını savunması yüzünden öldürülmeye götürüyor aslında orada. Paşa’nın yaveri annemi tembihliyor. Kızım eğer sena babana, annene gitmek ister misin diye sorarsa hayır istemiyorum de, diyor. Tabi o böyle saatlerce ifadesi alınıyor o 9 yaşındaki çocuğun. Daha sonra ifadesini almaya, ama saatlerce sonra, bir çadıra götürüyorlar. Orda da bir paşa adını soruyor. Adını söylüyor efendim. Türkçe biliyor diyor işte annem. Türkçe kendini ifade ediyor. Hadi ya şu Cemşi Ağa’nın kızı diyor, şu Seyit Rıza’ya portakal sandıkları içerisinde silah gönderen Cemşi Ağa‘nın kızısın öyle mi!, diyor. Annem itiraz ediyor, diyor ki hayır diyor, benim babam müteahhit, Seyit Rıza Abasan‘lı benim babam Ferhat Uşağı Aşireti’nden diyor. Neden silah göndersin! deyince, paşa yerinden kalkıyor annemin saçını şurasında tutarak çekiyor, hala babanı mı savunuyorsun diyor. Annem de Tabii dayanamayarak ağlıyor ve diyor ki biliyorsan bana sorma. Onun üzerine Paşa yaverine inanılmaz sert bir şekilde bağırarak, “Yeter artık, bu apoletlerin söküp atmak istiyorum”, diyor. Rütbeleri için söylüyor. “Bunlar insan artık bana göndermesin, götür kendisi ne yaparsa yapsın diyor”. Onun üzerine annemin hayatı kurtuluyor. 3 gün orada bir nezarette askerlerin eşliğinde ve yaverin yardımıyla nezarette kalıyor ve Elazığ Kesrik’e sürgüne gönderiliyor. Orada da şansı yaver gidiyor. İşte ailesini tanıyanlar çıkıyor ve annemin o şeyden ayırıyorlar, orada birkaç gün misafir ediyorlar akrabaları gelinceye kadar. Tabii Annem orada da birçok şeye şahit oluyor. Hozat’ta da çok şahitliği oluyor. Annemi, sonra akrabaları gelince teslim ediyorlar. Sürgün başlıyor kara vagonlarla. Tabi ben yine sürgünü sosyolojik ve psikolojik olarak ele almak isterim. Soykırımı tamamlayan Devlet sürgünlerle asimilasyonu pekiştirmek istemiştir, yani sürgünün asıl amacı geri kalanların asimilasyonudur aslında. Çünkü dilini konuşmak yasaklanmış, inancını yerine getirmek için cem törenleri yasaklanmış, izinsiz bir yerden bir yere gitmek yasaklanmış. Kısacası “terbiye” edilmek üzere büyük bir hapishanenin içine atılmış Dersimliler. Dersimliler garbe ve sürgüne gönderilince çaresizce ve sessizce bu zamanın onları bu durumdan kurtarmasını beklemiş. Bu süre zarfında asimilasyonun diğer bir ayağı kız çocuklarını evlatlık vermekti. Kazım Bey zaten bunu çok değerli kitabıyla da anlatmıştı zaten. Sandılar ki bu çocuklar hani geçmişlerini unutacak, asimile olacak, öyle bir şey olmadı tabi yani bizim kız çocuklarımız geçmişlerini unutmadılar devletin Dersimli Sürgüne gönderme biçimlerine tam bir aşağılamadır aslında Elazığ’ın Kesrik mevkiinde kurdukları kampa gelenlerin çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşmaktaydı. Çünkü erkeklerin çoğu öldürülmüş.
Kaderlerine razı olmuş kadın ve çocukların tek sıra halinde saçlarının böyle o makinelerle kazınmasını beklerken ve hele o kadınların kutsal saydıkları saçlarının kendilerinden koparılarak yerlere atılması, aşağılamanın en üst noktasıydı. Aslında, yere düşen o tutam tutam saçlarda şerefleri ve onurları saklıydı. Oysa ki şimdi o sakladıkları yerlerde hayvanların yüklerin taşındığı kara vagonlara hayvanlar gibi çoluk çocuk tıka basa doldurularak saatlerce aç susuz bırakıldılar. Mecbur kaldıkları için çocukların ihtiyaçlarını giderdikleri o kara vagonlar kokmaya başlamıştı artık ve bu kokuya maruz kalarak saatlerce yol gitti bu Dersimliler. Bu da bir aşağılamaydı aslında. Yerinden yurdundan zorla koparılmış aralarında büyük kültür yaşam şekli ve etnik fark ve dilleri, yedikleri içtikleri, alışkanlıkları, giysileri, eğlenceleri, yasları birbirinin tam zıttı olan bu iki halk nasıl paylaşacaklar gittikleri yerlerde?
Annem anlatmıştı aslında orada yemek konusuna, zeytinyağını alışamamışlar, zeytini tanımıyorlar, bilmiyorlar. Sonra uzun süre bu yiyecekleri yiyememişler. Çok sonraları mecbur kaldıkları için yemek zorunda kalmışlar. Asimilasyonun diğer bir şekli ise isimlerin değiştirilmesiydi. Annem o gün Hozat’ta işte ifadesi alınırken gece ikilere üçlere kadar işte bu meşhur Paşa annemin adını soruyor. Diyor ki senin adın ne? Diyor ki Ane. Şu kadar kadının adı diyor burada simge olmuş bu kadının adı bundan sonra Perihan olsun, diyor ve annem Perihan ismiyle sürgüne gönderiliyor. Yani bu isim değiştirmeleri de bir asimilasyon aslında. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 1930 yılında şunları söylemiş: Benim fikrim ve kanaatim şudur ki; memleketin kendisi Türk’tür öztürk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da köle olmaktır”. Kız çocuklarının evlatlık alınmasındaki asıl gerekçe de hizmetçi olarak kullanılmak, hatta köle gibi kullanılmak. Yani o derece şiddetli bir zulüm altında bu kız çocukları. Akademik bir tanım olarak sürgün, iktidarların toplumsal ve ahlaki normlarla uyuşmayan, politik olarak aykırı olan, dini öğretileri ve kurumları benimsemeyen ya da eleştiren insanları etki alanlarından uzaklaştırma, bir cezalandırma yöntemi olarak ifade edilir. Ve bunların tamamı Dersim‘de uygulanmıştır, mevcuttur. Soykırımının ardından geri kalanları sürgün ederek operasyonun asimilasyon ayağı tamamlanmıştır aslında. Tabi umdukları gibi olmamış aslında tam bir asimilasyon gerçekleşmemiştir. Sürgüne gidenlerin tek istekleri bir gün memleketlerine dönmektir o zor koşullarda ayakta duracak gücü kuvveti de bu dönme isteğinden alıyorlardı aslında. Her Dersimlide bu kuvvet yoktu. Çünkü parçalanmış aileler bu trajedinin en büyük sorununu oluşturuyordu. Kiminin karısı öldürülmüş, kiminin kocası öldürülmüş çocuklar ile yapayalnız kalmışlar. Bu insanlar bu nedenle ikinci, üçüncü evliliklerini yapmak zorunda kalmışlar. Daha doğrusu garpte hastalıklar peşini bırakmamış, yoksulluk inanılmaz boyutta olduğu için yetersiz beslenme sonucu ciddi hastalıklara yakalanıp hayatlarını kaybetmişler. Birçok Dersimlinin mezarı sürgün edildikleri yerlerdedir. Kimisi de annem gibi ismi ANE iken Perihan olarak değiştirilip 9 yaşında tüm yakınlarını soykırımda kaybetmiş, aile reisi unvanıyla tek başına sürgüne gönderilmiş, çocuğu olmayan uzaktan bir akrabasına teslim edilmiştir. Sürgün yılları boyunca refleksleriyle hareket etmiştir bizim Dersimliler. Annem iki kez evlatlık verilmek istenmiş, kendisinin o çocuk yaştaki doğru refleksi annemi evlatlık olmaktan kurtarmıştır. Diğer reflekslerden biri de çocuklarını Türk okullarında okutmama refleksidir ki bunu annem yaşamıştır. Annem Dersim‘de İnciğa‘da doğmuş biri, İnciğa’da dedem okulu kendisi yapmış ve eğitim almış. Annem ikinci sınıftan 3. sınıfa geçmiş sürgüne gitmeden önce evet tabi çok okuma isteği var, çok akıllı, çok zeki kız çocuğu. Orda da devlet annemi aile reisi ilan ettiği için ona da ayrı bir bütçe vermişler. İşte o bütçeyle annem gidiyor kendisine 3. sınıf kitabı kalem, defter alıyor ve okulun bahçesine gidiyor ve okul müdürü ile konuşurken müdür bunu sınıfı alıyor. Dayısı Diyap Ağa’nın oğlu Hüseyin Ağa bunu duyuyor ve derhal müdahale ediyor. Okulun bahçesine geliyor müdürle tartışıyor. Dayım şöyle konuşurmuş „ Ne keçe ne! „ diye başlarmış lafına. Hüseyin ağa diyor ki, Diyap Ağa’yla Atatürk’ün resmini çıkartıyor cebinden meşhur resmi, bak diyor ne keçe ne! bak diyor bu adam var ya bu adam diyor bu vatana çok hizmet etti, ama biz şimdi bu haldeyiz, biz Türk devletinin ne eğitimini istiyoruz ne bir şeyini istiyoruz diyor. Tabi ki annem çok ağlıyor, çok üzülüyor o nedenle anneme kıyamıyor ve eğitime devam etmesini istiyor Diyap Ağa’nın oğlu dayım müsaade ediyor. Bu nedenle, yani onların Türkiye Devleti’nden istedikleri hemen hemen pek bir şey yok. Sadece memleketlerine geri dönmek istiyorlar. Onların refleksleri bu, sadece istekleri de bu zaten. Bu da 1947 geldiğinde neredeyse tamamı memleketine geri dönüyorlar. Döndüklerinde ne ile karşılaştı bizim Dersimliler? Çok mu mutlu oldular? Döndüler memleketlerine hiçte umdukları gibi olmadı, büyük hayal kırıklığı, büyük hüsranla karşılaştılar aslında.
Yine annemden örnek verecek olursam annem işte 1947’de köyüne dönüyor. Döndüğünde tabii bütün araziler devlet tarafından satılmış, evler köylülere dağıtılmış. Köyde Peyik‘teki babasının konağında karakol var. Gidiyor köye. Tabii denklerini köyün meydanında bir dut ağacının altına koyuyor. Tabi köylüler davet ediyor. Böyle zaman geçiyor falan. Fakat aradan 20 gün geçiyor havalarda soğumaya başlıyor, ev yok, bark yok, nerede yaşayacaklar? Köylüler de evlerini boşaltmak istemiyorlar doğal olarak devlet dağıtmış vermiş bunlara. Sinirleniyor annem, çok da üzülüyor. O sinirle, o hınçla yürüyerek doğru Hozat’a kaymakama gidiyor. Kaymakam bir toplantıda! Kapıyı çalıyor, içeri giriyor. Kaymakam annemi görünce tabi şaşırıyor. Hayırdır Perihan Hanım diyor. Annem diyor ki, bana bir yazı verin ben iskanıma dönmek istiyorum. Neden diye soruyor ve ne güzel sizi getirdik memleketinize diyor. Ne güzeli diyor, ben ağaç kovuğunda mı kalacağım? Kış odur kapıda. yani yer yok, yurt yok diyor. Nerede barınacağım, diye soruyor kaymakama. Tam bunu söylerken oradan biri lafa giriyor, neredeydiniz diyor? Batıda ne güzel Hanım olarak gelmişsiniz diyor, niye döndünüz demeye çalışıyor. Annem diyor ki, ben batı hanımı değilim. Ben hanım olarak gitmiştim. Orada fabrikalarım mı çalışıyor, ben soğan çapaladım… Derken Kaymakam devreye giriyor. Kusura bakmayın Perihan Hanım, savcı bey sizi tanımadı diyor. Annem de dönüp diyor ki, kusura bakmayın. Ben de Savcı beyi tanımadım diyor. Onun üzerine tabii diyaloglar gelişiyor. Annem geri dönüyor, muhtarı çıkartıyor evinden. Annem orada bir köy evine yerleşiyor. E tabi yoksulluk var, para yok, pul yok, hiçbir şey yok. Yani barınacak bir tek ev bulmuş onunla da idare etmeye çalışıyor. Yani sürgün edilmiş Dersimliler devletin bir başka ciddiyetsizliğiyle karşı karşıya bırakılmışlar, çünkü gönderilmişler ama nasıl barınacaklar, nerelerde yurt edinecekler? Hiçbir bilgileri yok. O nedenle de çok zorluk çekmişler sürgün dönüşünde, aslında yani bu bizimkilerin yaşadığı zor bir durum. Devletin gözünde Dersimliler birer hiç zaten. Yani elbette ki annem bir istisna, çünkü hakkını arayabilen konuşabilen cesur bir kadın olduğu için istisna ve başta söylediğimi şimdi tekrarlamak isterim aslında Dersimlilerin yaşadıkları tüm bu olaylar onları travma öncesi durumdan daha güçlü bir hale getirmiştir. Zaman içerisinde yani bilimsel olarak tanımlanan travma sonrası büyüme Dersim‘de ete kemiğe bürünmüştür derim ben. Son zamanlar için söylemek isterim ben bunu.
19 Kasım 2019
Dersim Kongresi Meclisi Yürütme Kurulu üyesi de olan İlyas Yer arkadaşımız Komünar Bellek adıyla farklı konularda tele-konferanslar düzenlemektedir. “simurg-news” sitesinde yayınlanmış olan mağdur halklara yönelik tele-konferanslar dizisini sayfamıza aktarıyoruz…
“Komünar Bellek Kolektifinin tarihsel-toplumsal sorunlara ilişkin ilgisi ve buna yönelik yoğunlaşma ifadesi olan tele-konferans çalışmalarını önemsiyor ve toplumsal yüzleşmenin halen gerçekleşmediği bu konulardaki çabaları ile dayanışma için site ve sosyal medya platformlarımızda dosya çalışması olarak yer veriyoruz. Bu sunum yazısı ile başladığımız konuşma metinlerini bölümler halinde okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz. Ezidi, Ermeni, Rum, Kürt ve Dersim soykırımlarını lanetliyor ve toplumsal yüzleşmeye çağırıyoruz. Simurg News”
Ezidi Soykırımı !
21 yüzyılda -2014 yılında- Emperyalist güçlerin denetiminde insanlığın gözü önünde, İŞİD barbarlığınca gerçekleştirildi. Ezidi soykırımını lanetliyorum!
Bundan 5 sene önce 3 Ağustos 2014 yılında, İŞİD, Irak’ın Şengal şehrini işgal edip 10.000 Ezidi´yi katletti. Binlerce Ezidi kadını, kızı rehin alınarak ya öldürdü ya da pazarlarda seks kölesi olarak sattı. Sayısı tam olarak bilinmemesine karşın binlerce kadın tecavüze uğradı. Bugün tecavüz edilen bu kadınlar tecavüz ürünü çocuklar dünyaya getirdi. Bu büyük bir travma. Öyle büyük bir travma ki Ezidi dinine göre tecavüz mağdurları Ezidi olarak kabul edilmemektedir. Büyük bir acı. Tam olarak sayıları bilinmemesine karşın tecavüze uğramış kadınlardan doğan yaklaşık 4500 çocuk olduğu söyleniyor. Bu durumda olanlar Ezidi topluluğu tarafından dıştalanıyor. Bundan daha büyük bir acı ve travma olabilir mi?
“Birleşmiş Milletler(BM)tarafından da tanınan bu soykırım üzerinden beş yıl geçmiş olmasına rağmen 2 bin 500 kadın ve kız çocuğu halen esaret altında.”
Komünar Bellek sivil insiyatifi, uzunca bir süreden beridir gündeme dair telekonferanslar düzenlemektedir. Bu telekonferanslardan birini de geçtiğimiz ay 13 Temmuz 2019 tarihinde gerçekleştirdi. Ana teması soykırımlarla ilgiliydi. Ezidileri temsilen dostumuz Prof.Dr. Jan İlhan Kızılhan da bu konferansa katılacaklardı. Kendilerinin Dahok da bulunmaları dolaysıyla telekonferansa katılamadılar. -Bir başka komünar bellek tele-konferansında bu topraklarda soykırımlara maruz kalmış halkların sözcüleri ile yeniden bir arada bulunacağız. – Dostumuz Prof.Dr Jan İlhan Kızılhan ; “1.400 kadın ve kız çocuğunu bizzat muayene ederek, henüz Irak ve Irak Kürdistan Bölgesel yönetimince karşılanamayan tedavi teknikleri nedeniyle, 1100 kadın ve çocuğun Almanyada tedavi altına alınması sağlanmıştır“ buda durumun vahametının ne kadar ağır olduğunu bize göstermektedir.
Osmanlı imparatorluğu ve Türkiye cumhuriyeti devletinin egemen olduğu topraklarda, tarihin farklı dönemlerinde, bu toprakların kadim halklarına dönük soykırımlar yaşandı. Soykırıma maruz kalmış bu halkların yaşayan evlatları olarak ; 13 Temmuz 2019 tarihinde, saat 18.00 de, yaşanan soykırımları konuşmak üzere “Komünar Bellek” sivil insiyatifi bir Tele-konferans gerçekleştirdi. Komünar Bellek Kollektifi olarak organize ettiğimiz Tele-konferansımıza, aşağıda ismi geçen aydın ve azınlık sivil toplum sözcüleri sunumlar yaptılar.
Konuşmacılar: Koçgiri soykırımı : Dr.Dilek Kızıldağ Soileau Gazeteci Erdal Emre , Pontus soykırımı: Yazar Tamer Çilingir, Ermeni soykırımı: Yazar. Hovsep Hayreni, Süryani soykırımı: Seyfo Center Başkanı Sabri Atman, Diyarbakır Süryani Der.Başkanı Murat Demir, Dersim soykırımı; Eğitmen Hüseyin Sevinç, Sosyolog Selman Çimen Uluslararası İnsan hakları ceza hukuku uzmanı Doç.Dr.Hüseyin Çelik, Moderatör; Komünar Bellek sivil insiyatifinden İlyas Yer. 13 temmuz 2019 (Cumartesi) Almanya saati ile Saat 18.00 de gerçekleştirdiğimiz Tele-konferans yaklaşık dört saat sürdü. Her bir konuşmacı kendi alanına ilişkin oldukça önemli bilgiler aktardılar. Bir hayli uzun bir konuşma olmasından kaynaklı bu konuşma metnini, önce özet ve daha sonrada bölümler halinde okuyucuya sunacağız. Oldukça uzun( yazıya dokülmüş hali 45 sayfa civarında ) olmasından kaynaklı tümünü yayımlama imkanımız bulunmamaktadır. Anlayışla karşılayacağınızı ümit ediyorum.
Bu topraklarda soykırım yaşamış halkların bir araya gelerek acılarını ortaklaştırmaları gerektiğini düşünüyorum. Yoksa yeni soykırımlar kapıda!
Komünar Bellek Kollektifi adına İlyas Yer
4Ağustos 2019