Sürü Psikolojisi ve İnsanın Yaşam Hakkı’na dair
Hüseyin Sevinç
“Kötüler, kendilerine tahammül edildikçe daha çok azarlar.” (Tolstoy))
Yaşam hakkı tüm hakların en ilki, en temel ve evrensel olanıdır. Kişinin bu haktan yoksun kılınması, bu hakkın elinden alınması, diğer tüm haklardan da mahrum bırakılması demektir. Bu nedenler kişinin yaşam hakkının elinden alınması diğer temel insan haklarını anlamsız kılar. “Geri alınamaz” nitelikte olması yaşam hakkını kutsal/dokunamaz kılar. Kişi hayatta ise veya yaşamı güvence altında ise ancak diğer tüm haklardan yararlanabilmesi olanaklıdır. (Devamını oku…)
Kadim tarihten beri dinsel ve siyasal ideolojiler toplumların gelişmelerini iyi veya kötü yönlerde etkilemiş ve büyük değişimlere sebep olmuştur. Bu yazıda tanınmış dinsel ideolojilerin (Hristiyanlık, Müslümanlık, Budizm, Konfüçyüzm gibi) ve tanınmış siyasal ideolojilerin (faşizm, komünizm gibi) tarihsel süreçleri nasıl etkilediğini, toplumları nasıl değiştirdiğini, bazen de nasıl kaoslara yol açtığını örneklerle açıklamak istiyorum.
İsa dünyaya gözlerini açtığında çok Tanrılı Roma İmparatorluğu Ortadoğu’dan ta İngiltere’ye kadar geniş topraklara hâkimdi. Çok güçlü ve çok büyüktü. İsa’nın bu kadar güçlü olan bir devletin içinde tek Tanrı fikrini yaymaya başladığı ilk günlerde etrafında sadece beş on kişi vardı. Bu yeni tek Tanrı fikri Roma İmparatorluğu’nun çok Tanrılı yapısına ters düştüğü ve halk arasında huzursuzluk ve kaos yaratacağı için Roma İmparatorluğu o yıllarda İsa ile yandaşlarına aşırı baskılar ve işkenceler yaptı. İsacılar illegal çalışmak zorunda kaldılar. O dönemde İsa’nın yaydığı bu fikirlerinin ileride Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olacağını birileri söylese, bu düşünceye kimse inanamazdı. Ama İsa’nın birkaç kişiyle başlattığı bu dinsel düşünce zamanla Güçlü Roma İmparatorluğu’nun resmi dini oldu ve iktidar olan bu yeni din; bu kez de kendine inanmayan insanlara aşırı baskılar, işkenceler yaptı. Hristiyanlık kurduğu engizisyon mahkemeleriyle üfürükçü(!) kadınları ateşlere attırdı. Kaderciler bilimsel görüşleriyle dine ters düşen bilim insanları, ilerlemecileri idam ettirdi.
Mekke Muhammed’in oraya attığı ve ilk yıllarında etrafındaki birkaç kişinin savunduğu inançsal düşüncenin yani dinsel ideolojinin ileride Arabistan’dan, batı Asya’dan ve ta Kuzey Afrika’ya kadar yayılacağın söylenseydi insanlar gülüp geçerdi. İlk başlarda azınlık olarak baskı gören İslamcılar zamanla güçlendi. Dört Halife devrindeki Cihadçı savaşlarla bu dine inanmayanların ülkelerini kan dökerek gasp ettiler. İslamcı ideoloji Ortadoğu’dan Afrika ve Asya’ya kadar yayıldı. Cihadçı savaşlara yendikleri insanların topraklarına, karılarına, çocuklarına el koyanlar; “bunlar İslam için savaşanlara helaldir,” dediler. Çağımızın İŞİD’çileri ise bu cihadçı zihniyeti yeniden hortlattı. Aşırı boyutlara taşıdı. Köle pazarları kurup kadınları, kızları sattılar.
Burada bir noktaya vurgu yapmak istiyorum: Ortadoğu’dan Avrupa ve Amerika kıtasına kadar bölgelerde DİN deyince insanların ezici çoğunluğunun aklına Hristiyanlık (İsa) veya Müslümanlık (Muhamed) gelir. Oysa Buddha ve Konfüçyüs’e inananlar İsa ve Muhamed’e inananlardan daha fazladır bu Dünya’da. Ve son yıllarda bilimsel-teknolojik gelişmeler Budizm gibi daha gevşek inançların bulunduğu ülkelerde çok hızlı gelişmeye başladı. Japonya, Güney Kore ve Çin Cumhuriyeti gibi ülkeler bu gelişmelerin iyi örnekleridir.
Bu günkü dinsel ideolojilerin gücü insanlığı yanıltabilir. İnsanlık tarihinde üstün doğa güçlerine dayalı dinsel inançlar hep vardı ama sürekli değişişime uğradılar. Çok tanrılı dinler toplum içinde binlerce yıl yaşadı. Fakat zamanla yok oldu. Bu gün Zeus, aşk tanrısı, savaş tanrısı, barış tanrısı, deniz veya bereket tanrısı gibi inançlar sadece tarihin konusudur.
“Kaderciler her şey kutsal kitaplarda yazılıdır,” diyorlar. Oysa insanlık tarihinin milyonlarca yıldır devam eden serüvenini düşünecek olursak tek Tanrılı dinler “dünkü çocuk sayılır.” Tek Tanrılı dinlerin tarihi en çok üç bin yıl kadardır. Nasıl ki çok tanrılar tarihte binlerce yıl yaşadığı halde zamanla yok oldular. İlerlemecilere göre Bilimsel ve teknolojik gelişmeler ispata dayanmayan tüm inançları zamanla silip yok edecektir. Uzay da bilinmeyenler çok fazladır. Kutsal kitaplar bilimsel gelişmeleri engelleyemezler. Gelecekte kadercilerin yanılgı ve hayaller içinde yaşadıkları mutlaka açığa çıkacaktır.
İnsanlık tarihinde dinsel ve siyasal ideolojilerin de çok önemli etkileri vardır. Ama bu ideolojiler bazen felaketlere, kitlesel katliamlara yol açmıştır.
Sömürüye dayalı kapitalist sistemin ilk yıllarında işçiler köle olarak karın tokluğuna günde 16 saat çalıştırılıyordu. Barakalarda kir içindeydiler. Ev ve aile sahibi olamıyorlardı. Bu kölelere ileride bir gün evleriniz, aileniz, hatta arabanız olacak denilseydi. Ayağında pranga ile çalışan köleler bu bir ham hayaldir derlerdi. Kimse inanmazdı.
Marks’ın Komünist fikirlerini kamuoyuna açıkladığı ilk yıllarda bu fikirlerin bir gün bazı ülkelerde iktidar olup uygulanacağına da insanlar inanmıyordu. Oysa on yedinci asırda bu fikirlere, bu siyasal ideolojiye inananlar çoğaldı. Vladimir İlyiç Lenin 20. yüzyıl başlarında bu Komünist fikirleri yaymak isteğinden dolayı Çarlık tarafından Rusya’dan sürülmüştü. Ama sonraki yıllarda Çarlık yıkıldı. Rusya Kerensky hükümeti kuruldu. 1917’de İşviçre’de sürgünde olan Lenin amacına ulaşmak için o yıllarda Rusya’ya karşı savaş açmış olan Alman hükümetinden yardım istedi. “Rusya’ya gitmem için bana yardım ederseniz; yönetimi ele geçirip Rusya’yı savaştan geri çekerim,” dedi Alman politikacılara. Bu düşünceleri çok aşırı uçuk ve hayalci bulan Alman politikacıları Lenin’e inanmadılar. Fakat Lenin Rusya’ya girerse, çıkaracağı iç karışıklıklar nedeniyle Rusya zayıf düşer ve Almanya Kafkas bölgesindeki petrollere el koyar düşüncesiyle Lenin’in Rusya’ya girmesine yardım ettiler.
Lenin ve 18 arkadaşıyla birlikte Alman trenine bindirildi. Bu mühürlü Alman treniyle 3 Nisan 1917 tarihinde Finlandiya-Petrograd istasyonuna girdi Lenin ve 18 arkadaşı. Almanların hayalci bulduğu Komünistler 1917 Ekim Devrimi ile Rusya’da iktidara el koydu. Güçlenen Leninist iktidar sonraki yıllarda batıdaki kapitalist devletlerin içinde de sosyalizmin yayılmasına yardım etti. Asya kıtasında sosyalist rejimler kurulmaya başladı. Alman hükümetinin çok hayalci bulduğu komünist düşünceler artık Almanya içinde de tehlikeli olmaya başladı. Elbette ki Lenin’e yardım eden Almanlar bu gelişmelerden dolayı sonradan hüsrana uğradılar.
Hitler ve Mussolini’nin hareketi de ilk başlarda çok az sayıdaki insanla kendini duyurdu. Yoksulluk ve ekonomik kriz yıllarında yaptıkları propagandayla halkı peşine takıp çeşitli oyunlarla iktidara el koydular. Bir avuç faşist dünyayı kan gölüne çevirdi ve milyonlarca insanın ölümüne sebep oldular.
İnançsal ve siyasal ideolojilerin tarihin değişik evrelerinde toplumu nasıl derinden etkilediğine ve iktidarı zamanla nasıl ele geçirdiğine dair en çarpıcı örnekleri bu yazıda özetin de özeti olarak sizler için sıralamak istedim.
Başka bir açıdan bu günkü Dünya’mıza bakılırsa çağımızda yoksul bölgelere uçaklarla hızlı ulaşılıyor. Ortaçağdaki gibi açlıktan ve salgın hastalıktan dolayı kitlesel ölümler çok azaldı. Çoğulcu demokratik sisteme dâhil olan demokratik güçler faşist, diktatör rejimlere zorluk çıkarıyor. Hitler döneminden beri birçok diktatör savaş suçlusu olarak yargılandı ve yargılanıyor.
İnsanlık tarihinde bazı dinsel ve siyasal ideolojilerin ilk doğuş yıllarındaki zayıf ve cılız haline bakarak “Olmaz, olamaz” diyenlerin çok zaman hüsrana uğradığını tarihi olaylar bize anlatıyorlar. Birçokları “Türkiye’nin geleceğinde şeriatçı rejime dönülemez,” diyorlar. Hüsrana uğramamak için bu yanlış düşünceye inananların derin uykularından uyanması ve gerekli önlemlerin alınması gerekir. Çünkü “Son pişmanlık fayda etmez.”
Son yıllarda tüm Dünya’da sosyalist fırtına çok zayıfladı. Sınıfsal mücadele cılız esiyor. Sosyalizm üzerine teorik tartışmalar devam edebilir ve ediyor. Dinsel ideolojilerin şu anda İslam dünyasını kaosa, kan gölüne çevirdiği bir gerçek olarak gözlerimizin önünde duruyor.
Oysa çağımızın ruhu artık çoğulcu demokrasidir. Demokratik ülkeler huzur ve refah içindeler. Kaderci ruhu terk edip ilerlemeci ruha sarılmak zorundayız. Aksi halde kaderci ruh İslam ülkelerinde yaşayan herkese zarar verecek.
Bu yazıya bir anekdotla son vermek istiyorum. 1970’lerde Ankara- Kuşcağız gece kondu bölgesinde matematik öğretmeniydim. Ders yaptığımız sınıfların bir kısmı da teneke barakalardan ibaretti. O dönemeler devrimci öğretmen gurubu olarak büyük sosyal sorunları aramızda konuşuyorduk. Sosyalistler Türkiye’de iktidar olsa bile alt yapısı, suyu, yolu olmayan büyük şehirlerde sayıları milyonlarca olan bu gecekonduları yıkıp yerine şehir düzenine uygun binalar ve yolları yapmaya Dünya’daki en güçlü ülkenin bile maddi gücü yetemez diye tartışıyorduk. Gecekondu sorununa teorik olarak bile bir çözüm, bir çıkış yolu bulamıyorduk.
Aradan yaklaşık kırk beş yıl geçti. 2015 yılında eski gençlik hatırlarımı yad etmek için Ankara-Kuşcağız gecekondu bölgesine gittim. Bir tane gece kondu kalmamıştı bu koca dağda. Milyonlarca gece kondu yıkılmış, kanalisazyonu ve büyük caddeleri yapılmış, planlı mahalleler gördüm ve bu manzara karşısında şaşkına döndüm. Mahalle dediğime bakmayın, büyük bir gece kondu şehri yok olmuş, planlı bir şehre dönüşmüştü. Oturduğum gecekondunun yerini tespit etmek zordu.
Gecekonduların arsaları zamanla çok değerli olduğu için rant peşinde koşan müteahhitler gecekondu sahiplerine birer daire verip arsalara dört katlı binalar yaparak aşırı kâr etmişler ama yeni ve düzenli bir şehir kurmuşlardı. Mamak ve Altındağ bölgelerinde gecekondular yıkılıyor ve inşaatlar devam ediyordu. Tüm metropollerde gecekondu dönemleri bitiyor artık.
Yani 1970’lerde bizim gibi devrimcilerin çözümü imkânsızdır dediğimiz büyük bir soruna devletin bir kuruşu harcanmadan bile çözüm yolu kendiliğinden bulunmuştu.
Tüm bu hayat deneylerimden çıkardığım sonuç şudur: İnsanoğlu çağını düşünmeli, gününü yaşamalı, çağındaki insanların iyi yaşamalarına yardımcı olmalı. Yüzyıl sonra neler olacağını bilmek kolay değildir. Gelecek için bu günkü hayatlar feda edilmemelidir. Bu nedenle her yazımda Dersimliler öncelikle bu günü ve bu gün yok olan Dersim’i düşünmeli; bugünkü sorunlarımıza çare aramalıdır diyorum. Eğer dilimiz ve kültürümüzün yok olmasını engellersek, yani Dersim yok olmazsa dünyanın bu günkü büyük sorunlarına gelecekte hiç düşünemediğimiz çözümler bulunabilir diye düşünüyorum. Bilesiniz ki bu gün kendi hayatını ve ailesini düşünmeyenler çağımızda veya gelecekte kimseye faydalı olamazlar. Bana göre günü yok saymak, gelecekte güzel hayat vaat ederek bu günkü genç hayatların feda edilmesini övünç kaynağı yapmak kendi içinde çelişkiler taşıdığı için mantıklı değildir…
NOT:
İnsanlık tarihinin milyonlarca yıl içinde geçirdiği evreleri ve değişimleri tüm ayrıntılarına kadar Yuval Noah Harari’nin iki cilt halinde yazdığı “I. Kitap Homo Sapiens (akıllı insan) ve II. Kitap Homo Deuz (Paranın esiri olan insan) isimli kitaplarından okuyabilirsiniz. Şu anada 30 ayrı lisana çevrilmiş ve dünyada çok satanlar arasında bulunuyor bu iki ciltlik kitap.
Türkçesi: www.kollektifkitap.com üzerinden temin edilebilir.
İdeolojilerin hükümdarlığı ve gelecek yaşam üzerine
Hüseyin Sevinç / 16.06.2017
“Zamanın bize bağışladığı anlar içinde en değersiz bulduğumuz an genellikle yaşadığımız andır, kıymeti en az bilinen, bütün anlar içinde en ‚üvey’ olan, kendimize en uzak tuttuğumuz an tam da avucumuzda bulunan o andır.“ (Ahmet Altan)
Aristoteles’e göre, an kendi içinde zamanın sürekliliği olup geçmiş ve geleceği hem birleştiren hem de bölen saf bir sınırdır. Yani şimdiki zaman hem geçmiş hem de aynı zamanda gelecek zamandır. Şimdiki Zaman’ın içinde olmadığı hiçbir zaman dilimi (geçmiş ya da gelecek) yoktur.
Yaşanan problemlerin başında sanırım şimdiki zamanı yaşamamak, ona değer ve önem vermemek; geleceğin yapıtaşlarını bugünden döşememek yatıyor. Geçmişle kalmak, gelecek üzerine hayal kurmak, umut vermek; kurtarıcı pozlarında görünmek yaşamın en kolay yoludur. Ana gelmemek, anı örgütlememek ve yaşamamak döngüsü etrafında söylenir hep nutuklar.
Zamanın efendisi, sahibi mi, yoksa kölesi mi olmalıyız?
İnsanların zamanın kölesi olduğu bir çağdayız. Bu durum, ideolojik hükümdarlık kurmak isteyenlerin elinde adeta sihirli bir büyüdür. Bu büyünün rehavetine katılmamak oldukça zordur. Anı yaşamayarak yaşamı erteleyenlerin, belirsiz bir gelecek uğruna anı (şimdiki yaşamı, zamanı) heba eden umutsuz ve endişeli kitlelerin o psikolojik hallerinden beslenir ideolojiler. İdelojik örgütlenmelerin ayakta kalmalarının arka planında geleceğe yönelik bu söylev ve söylemler, heyecan verici o aldatıcı nutuk ve ajitasyonlar yatıyor. İdeolojik kişiliklerde insanın çok fazla düşünmesi gerekmiyor. İnanmak yeterli sayılır ve o nedenle ona vurgu yapılır. Söylenenlere inanmayanlar “kafir” ilan edilir!..
Anı tanımak, onun üzerinde tartışmak; çözüm ve öneriler sunmak; projeler üretmek için ciddi bir birikim gerekiyor. Bunun için de sorgulamak, merak etmek, araştırmak, düşünmek, düşünce üretmek dahası her söyleneni kabul etmemek yani inanmamak yani şüphe etmek gerekiyor. Ve bu davranış ve alışkanlıkları edinmek çok da kolay değil. Tersine oldukça zor ve meşakatli bir süreç gerektirir.
Bu zorluklardan kaçmak için bahaneler üretmek konusunda maşallah çok da profesyoneldir ideolojiler. Sonsuz bir abu-hayat, emrinde 72 huri; çeşit çeşit kokuların yayıldığı o cennet bahçeleri nasıl mest etmesin insanları. Var mı, yok mu tartışmasının önüne geçer bu vaatler. İnsanı cezbeden bu “gelecek” uğruna adeta ölüme yatıyoruz şimdiki anda. Ölüme, koşar adımlarla sevgilisini yakalamak isteyen aşıklar gibi koşuyoruz. Ölümlere sonsuz bir aşk duygusu ile koşuyoruz. Çünkü yüce olan gelecektir, O gelecek için feda edilecek bir can ne ki! Şimdiki yaşamı önemsemiyor dahası küçümsüyor ve tabir caizse “üvey evlat” muamelesine tabi tutuyoruz.
Ya sonrası?…
Sonrası, sıra sıra kümelenip bu vaatlerin gönüllü (siz inançlı deyin) kurbanı olmayı seçiyor ve yaşamlarımızı “gelecek uğruna” erteliyoruz! Geleceği pazarlayan, satmaya çalışan umut tacirlerinin müşterileri olan insan kuyrukları arasında yerimizi alıyoruz. Birileri hayal satıyor, birileri de almak için kuyruklara giriyor. Bu döngü etrafında dönüp duruyoruz. Aslını sorarsanız bu arada sahip olmadığımız, bizde olmayan bir güven duygusu oluşuyor. Kendimizi rahat ve güvende hissediyoruz. Endişe etmek, şüphe etmek gibi “huzursuzluklar” yerini rahat bir “huzur”a bırakıyor. Bizden istenen “inançlı olma” da kusur işlemiyor, inançlarımızdan şüphe duymayacak kadar bağımlısı oluyoruz. Giderek, zamanla bize geleceği pazarlayanların kölesi olmayı ve günü yaşamamayı kabul eder duruma geliyoruz. Artık vaat edilen göz kamaştırıcı o şatafatlı “gelecek” uğruna ölmeyi tercih eden birer fedailer olma gururunu yaşayabiliriz!..
„Geçmiş ya da gelecek yoktur. Yalnızca sonsuz bir şimdi vardır“ Cowley
Dünyada umutsuzluk artıkça umut satanlar, güvensizlik arttıkça güven vaat eden hatta korkular üreten bir yığın örgüt, kişi ve kuruluş var. Hem oldukça da yetkin, inandırıcı ve de profesyonel. Bunların hemen yanında da şimdiki anı yaşama becerisi olmayan, geleceğin kurbanları sıradadır. Saf, içten, samimi ve inanan.
Umut satmak, hayal üretmek ve pazarlamak, ama şimdiki zamana dair düşüncelerden kaçmak, geçmiş ve gelecek zaman üzerinde fırtınalı tartışmalar yürütmek ideolojilere yaşam alanı sağlıyor. O nedenle hemen hemen tüm ideolojiler (dini-sosyalist-komünist-milliyetçi) ya geçmişlerine ya da geleceğe dair vaat ve söylevleri ile var olmaya çalışırlar. Bunlar, şimdiki ana dönük fikirsel bir yoksulluk içindedirler. Geçmiş ve gelecek yönündeki ısrarlı o vaat ve nutukları hep bu fikir yoksulluğunu perdelemek ve gizlemek içindir. Teslim etmek gerekir ki, bunu çok da başarılı yapmaktadırlar.
“Şimdiki Zaman”da yaşanan tüm olumsuzluklar; öfke, kin ve hiddet; sonu gelmez savaşlar, kanıksanan ve övgüyle önümüze sunulan ölümler aslında farkındalık bilinci ile “şimdiki zaman”a yoğunlaşamamamızdan, düşünce ve fikir yoksulluğumuzdan kaynaklanıyor. Cehalet ve gericilik; savaş ve ölüm tacirleri bu zaaflarımızdan besleniyor.
Burada ünlü Rus filozofu Nilolaj Berdjajew’in şu söylediklerini unutmamak gerekir:
„Yaptıklarımız gelecek adına değil, tersine sürekliliği olan; geleceğin ve geçmişin içinde buluştuğu şimdiki zamanımız adına olmalıdır.“
İnsanlar geçmiş veya gelecekleri üzerinde konuştukları kadar “Şimdiki Zaman’ı konuşabilselerdi, durum çok daha farklı olabilirdi. Elimizin altında somut bir veridir şimdiki zaman. Bu somut durum üzerinde konuşmak, tartışmak fikir ve düşünce zenginliği gerektirir. Anlayış ve hoşgörü alışkanlığı yaşama girer. Hem sonra bu tartışma bizi bölmez tersine daha da yakınlaştırır veya birleştirir. Bir taş parçası üzerinde tartışıyorsak, ilk başlardaki hararet, adım adım uzlaşmaya doğru evrilir. Gelecek ise soyut bir kavramdır. Soyut kavramlar üzerinde tartışmak bölünmelere, ayrılıklara neden olur. İdeolojiler tam da buradan doğar. Her ideoloji bir dünya vaat eder. Hem sonra vaatlere bakılırsa hiçbiri de kötü sayılmaz. Ne var ki, vaatlerin çokluğu, birbirine zıtlığı ayrışmalara ve kavgalara neden olur. Bu karmaşa ortamdan ideolojiler beslenir ve kendilerine taraftarlar bulur. Düşman kavramı burada anlam kazanır. Her ideoloji, karşı ideolojiyi düşman ilan eder. Ve sonu gelmez çatışmalar kavga ve savaşlar böyle başlar. Yönetme ve iktidar olma hırsı insanları zalimleştirir…
(Devam edecek…)