Son dönemlerde Dersim sözlü hafızası giderek yerli yerine oturmaya başladı. Önceleri, başkaları tarafından yazılan tarihimiz, artık Dersim’liler tarafından yazılmaya, anlatılmaya başlandı. Bunu hazmedemeyen kimi çevreler, Dersim’in ortak hafızasının oluşumunu durdurmak ve farklı kimlikler yükleyerek engellemeye çalışmaktadırlar. Baytar Nuri devreye sokularak, Dersim’in hafızası silinmek isteniyor. Dersimlinin kendisini nasıl adlandırdığı ortadayken, devreye giren akımlar, farklı bir kimlik yükleme gayreti içindeler.
Dersim Sözlü Tarih Projesi kapsamında, yaklaşık dört yüze yakın insan-ı kâmille yapılan mülakatlarda, Baytar Nuri’nin lafı bile geçmezken, yani Dersim sözlü hafızasında yer almazken, Baytar Nuri referans gösterilerek hafızamızı silemeye gayret etmektedirler. Gecikmeli de olsa, kayıt altına aldığımız Dersim sözlü hafızası, her hangi bir kafa karışıklığına yol açmadan, orta yerde durmaktadır. Sonradan eklenen eklentiler, bu hafızamızı silme yönündeki girişimler olmasına rağmen, oluşan ortak hafızamızda yer edinebilme şansı yoktur.
Ben, yazdığım VE SUYU ATEŞE VERDİLER adlı kitabımda da Dersim Sözlü Hafızası’nı yalın ve gerçekçi bir biçimde belgesel-roman tarzında anlatarak ortaya koymaya çalıştım. Okunduğunda görülecektir ki, yazdıklarım her geçen gün daha da doğrulanmaktadır. Baytar Nuri’nin anlattığı Seit Rıza ile benim anlattığım Sey Rıza arasındaki temel farkı kitabımı okuyarak anlayabilirsiniz. Sey Rıza’nın torunlarının son dönemde anlattıkları Sey Rıza’dır bizim Sey Rızamız! Ne general, ne lider, ne komutan, ne isyancı ve ne de pirin piridir. O, torunlarının dediği gibi, “Fakir Rızo’dur.” İdama giderken bile dik duran, “Evladı Kerbelayız” diyerek haykırandır bizim gerçek Sey Rıza’mız!
Kitabımda, ayrıca Baytar Nuri’nin de oynadığı rolü anlatarak, Dersim’in Sözlü hafızasını canlı tutmaya çalıştım. Bu durum kimilerinin hoşuna gitmemiş olabilir. Doğru da görmeyebilirler. Bu onların hakkı. Ama ben de rahatlıkla şunu söyleyebilirim ki, Baytar Nuri’nin Dersim Sözlü hafızasında yeri yoktur.
Nesimi Aday, kendi sayfasında Baytar Nuri ile ilgili bir paylaşım yapmıştı. Ben de gayet sakin bir biçimde Aday’ın sayfasındaki yorumlara istinaden bazı notlar düşmeye çalıştım. Ancak Nesimi Aday, “Lütfen yazacaklarınızı kendi sayfanızda sürdürün artık” diye yazdıktan sonra, ben de kendi sayfama taşımayı düşündüm. Aday’ın sayfasında tuttuğum notları sayfa arkadaşlarımın dikkatine sunuyorum.
Nesimi Aday, Baytar Nuri hakkında verdiği bilgi oldukça eksik ve tek yanlıdır. Mesela 1916 tarihinde Baytar Nuri neden Dersim’e gönderilmiştir? Bunu net olarak izah edememiştir. Bu durumu Baytar Nuri’nin ağzından dinleyelim:
“(…) Ben o sırada Erzincan merkezinde Subay idim… Bu arada ben, ordu kumandanı Vehip Paşa tarafından istenilmiştim. Huzuruna çıktığımda bana hitaben… Dersim’de asayişin temini ve aşiretlerin Hükümet merkezlerine tecavüz ve işgallerini önlemek ve harp sonunda Kürtlerin milli isteklerinin yerine getirilmesinin temini için ordu adına kesin söz verdiğini bildirdi. (…) Aşiret reislerine paranın dağıtılması için idari yetki ile Dersim’e hareketim lazım geldiğini bildirmişti. Bana verilen bu ödev hakkında ikinci ordu kumandanlığına bildiri verildiğini (…) demişti.”
1. Demek ki Nuri Dersimi’nin ilk görevi “Dersim’e gidip aşiretlere para dağıtacak ve onların hükümete karşı durmalarını engelleyeceksin. Hiç olmazsa bize dokunmasınlar” imiş. Beraberinde 65 kişilik müfreze ile Çemişgezek’e gider, Koçanlılar önünü keser, bütün silahlarını alır, milyonlarca parasına el sürmez ve silahsız bırakırlar. Hozat’a gider, Mutasarrıf Ziya ile görüşür, Elaziz’e geçip Vali Sağır Oğlu Sabit ile buluşur.
2. Bu arada bir değerlendirme yapar, “1915’te Ermenilerin Kürd köylerine, kadın ve kızlarına merhametsizce saldırı yaparak yüzbinlerce Kürd’ün kanına sebebiyet vermiş oldular… Binlerce Kürd öksüz yavru…, aç çıplak dilenmiş ve en son açlıktan ölmüşlerdir. Bu mezalim, 18 Aralık 1917’ye kadar devam etti… Kürdistan’da yüzbinlerce Kürd’ü yakmışlardır…” diyerek, Ermenileri soykırımcı olarak göstermektedir. Bunun tarihi belgesi var mı, yazılanlar gerçek mi? Yani gerçekten Ermeniler yüzbinlerce Kürdü kırmışlar mıydı?
3. “(…) 1919 senesinde Sivas-Divriği-Zara-Kangal kazaları mıntıka veterineri baytarı olarak tebliğ ettirdim… M. Kemal Erzurum’dan Sivas’a geldi. Alişan Beyi ve beni Sivas’a istedi. Benim Dersim Mebusu, Alişan Bey’in de Zara Mebusu sıfatıyla kendisi ile teşriki mesaimizi talep etti. Mazeret beyan ettim, gitmedim. Alişan Beyi gönderdik… Bir aralık, Sivas valisi vaziyetimden kuşkulanmıştı ve Sivas merkezinde bulunduğum bir günde, idareten beni jandarma dairesinde nezarethaneye aldırarak tevkif etmişti… Aslında M. Kemal Paşa, Sivas valisi bulunan Reşit Paşa’ya bir mektup yollayarak tevkifimi emretmişti… Ayağıma zincir takılmıştı… M. Kemal Paşa, bir şifre ile tahliyemi Sivas valisi Reşit Paşa’dan talep etti. Hemen tahliye edildim. Vali, M. Kemal Paşa’ya teşekkür telgrafı ve Dersimlilere tahliyeme ait telgraf yazmamı bildirdi. M. Kemal Paşa emirleriyle İskan-ı Aşayir Kanunu’na istinad edilerek Sivas’ın Koçhisar Kazasına bağlı Celallı Nahiyesi dahilinde Sivas Fertellizadeleri’nden hazineye intikal eden Süleymaniye ismindeki çiftlik namıma tahsil edilmiştir…
Koçgiri Kürd İstiklall Savaşı’ndan harp ederek 15 Mayıs 1921’de Dersim’e iltica etmiştim…. 25 Haziran 1922’de, Divan-ı Harb’de gıyaben mahkûm edilmiştim.”
Peki soralım, M. Kemal’in emriyle, alınıyor, M. Kemal’in emriyle salınıyor; peşinden çiftlik hediye ediliyor! Bunun anlamını bilen var mı? Buna M. Kemal’in Baytar hayranlığı mı desek, ne desk acaba! Şüphelen, içeri al, ayağına zincir tak, M. Kemal’in emriyle tekrar bırak. Ayağına takılan zincire karşılık kendisine üstelik bir çiftlik hediye et! Oh, ne ala!
1922’de Dersim’e iltica et, gıyabında seni idam cezasıyla yargılasınlar ve sen elini kolunu sallayarak Dersim’de dolaş…
4. Dersim’e iltica ettikten sonra, ailesinin durumu ile ilgili bir değerlendirme yapıyor ve “(…) umumi noktayı nazardan aşiretler arasında bu şahsiyetlere (aileme demek istiyor) layık oldukları derecede ehemniyet, itibar ve takdiri göstermiyorlardı. Hoca (Mılla) tabiri, maalesef adeta tahkir konusu oluyor ve hatta kıymetsiz bir şey gibi telakki ediliyordu” diyerek, aslında Dersimlilerin kendine bakış açısını izah emiş oluyor.
5. Dersim’deki faaliyetlerini anlatıyor:
“1926’da Diyarbakır Valisi Ali Cemal, S. Rıza ile bir mülakat yapmak üzere Dersim’e geldi. Karaca Köyü’nde içki masası başında bulduk… Alevi olduğunu söyledi. Elazığ ve Erzincan’da Ermeni arazilerini Dersimlilere verdireceğini söyledi… Ertesi gün, Diyarbakır Umum Müfettişi İzzettin ve Elaziz valisi Rıza da Hozat’a gelmişlerdi. S. Rıza ile Hozat merkeze gidip İzzettin Paşa’yla görüşmeye söz verdik.
Hozat’ta askeri bir törenle selamlandık ve İzzettin Paşa’nın huzuruna kabul olunduk. Ali Cemal’in Elaziz’e Vali olarak gelip sorunlarınızı çözeceğini söyledi. Elazığ’a yerleşin, her türlü takibat kalkacak dedi.
S. Rıza’nın daimi olarak Dersim’de, benim de Elaziz’e gitmekliğime karar verdik. Yirmi gün sonra yalnız başıma Elaziz’e geldim ve vali Ali Rıza’ya misafir oldum. Üç gün sonra, Ali Cemal Elaziz’e gelmiş, Ali Rıza’da Diyerbekir’e gitmişti. Dersimlilerden takriben 2000 aileye İskan Kanunu’na göre Elaziz Ovası’nda arazi teffiz edildi. Hususi muhasebeden arttırma yoluyla Holvenk Manastırı dahi bana verildi.”
Peki gıyabında Divan-ı Harb’de mahküm olan biri nasıl olur da devlet erkanıyla bu kadar samimi olabilir ve Ermeni ganimeti Holvenk Manastırı kendisine verilebilir? Bunu düşünmemiz gerekmiyor mu! Peki neye karşılık, Atatürk’ün emriyle idam cezası kaldırılıyor, Elazığ’a yerleştirilip Ermenilerin Holvenk Manastırı veriliyor?
6. Devam edelim. Vali Ali Cemal ile diyaloğu devam ediyor. Kimin adına, ne adına bilinmiyor. Devamla, Baytar Nuri, “S. Rıza’nın Elaziz’e gelmesi için Ali Cemal durmadan ısrar ediyordu ve bende mümkün olmadığını bildiriyordum.
Ali Cemal, Dersimlileri kendine celp etmek için gizli tahsisat parasından külliyetli sarfiyatta bulunmakta… Vali Cemal, işin gösteri tarafını dahi ihmal etmiyordu. Bu gaye ile M. Kemal’i ziyaret bahanesi ile Ankara’ya Dersim Aşiretleri’nden mürakkep bir Arz-ı Tazminat Heyeti göndermesini tasarlamıştı. Bu maksatla beni Vilayet Konağı’na isteyerek kendisi ile beraber Dersim’e gitmekliğimi rica etti… Teklifi kabul etmiş ve birlikte Hozat’a gitmiştim. S. Rıza’yı getirmek üzere beni Ağdat’a göndermişti.
S. Rıza’nın kardeşi oğlu Rahber’in amcası ile bir köy muhalefeti vardı, bundan dolayı S. Rıza’nın tuttuğu meslek alehine hareket fırsatını kaçırmıyordu. Amcası gelmediği için kendisi, sözü geçen İbiş Zeki’nin vasıtasıyla Bahtiyar Aşiret Reisi Yusuf, Arslanan ve Maksudan Aşiretlerinden Kéko Ağa’larla Hozat’a gelmişlerdi. Diğer Aşiretler vali Cemal’e red cevabı vermişlerdi.
Vali, bir gece Mutasarrlıkk Konağı’nda bir içki alemi tertip ettirmişti. Kendisi Keman ve ben bağlama ile koşma çalıyor, “Hu, Alim Hu” diye terennümler ediyor ve beraberce “Mey” alemi geçiriyorduk. Bir aralık vali bana, “Bir sır vereceğini” söyleyerek ve sözü S. Rıza’ya intikal ettirerek, gelmediğinin sebebini sordu ve “Güney hudutlarında Kürd, Fransız, Ermeni casuslarının S. Rıza’nın yanına gelmiş olduklarını ve hatta son zamanlarda Cemil Paşazade Ekrem’in tedbili kıyafetle geldiğini” bana bildirdi ve bu hususta bilgim olup olmadığını benden sordu… Sorduğu meselelerin, S. Rıza’nın kardeşi oğlu Rahber’in istinadı olduğunu kendisine söylemem üzere, benden gücendiğini anlıyordum.
Ertesi sabah, Elaziz’e hareket ettik, Elaziz Belediyesi, heyeti şerefine bir balo tertip etti. Bu baloda, Fırka Kumandanı Mustafa Haydar da hazır bulunuyordu. Baloda Alevi Tarikatı’na mensup sema yapılmakta ve Gazi’nin yararlarında Diyab ve Meço Ağalar dahi ortaya atılarak ve “Şah, Şah” nidalarıyla el çırparak pervaneye başlamışlardı.
(Burada Heyet’te bulunanların İsimleri yazılmaktadır. Sf. 156)
Diyarbekir’de Ordu Kumandanı İzzettin Paşa, Urfa’da Fuat Paturay taraflarından gine birer balo gine aynı amaç.
“Gaziantep ve Maraş mıntıkasından geçerken refakatimize bir kamyon Muhafız asker verilmişti…
Ankara’da M. Kemal’e vekaleten Meclis Başkanı Kâzim Paşa ile Büyük Millet Meclisi Dairesi’nde görüştük. Bizi Paşa’ya, Vali Cemal prezante ediyordu… Elazığ, Erzincan ve Malatya’da toprak dağıtılacağını Dersimlilerden süküneti muhafaza etmelerini beklediğini söyledi. Bunun Tarihi Nutku’nu yazan Gazi’nin bir emri olduğunu sözlerine ilave etti.
İsmet Paşa’yı ziyaretimizde dahi aynı nakaratı dinlemiştik.
Heyet Ankara’dan Dersim’e dönmüş, ben, bir kısım arkadaşlar ve Vali Cemal İstanbul’a gitmiştik.”
Yine soralım. Bağlamacı Baytar, kırmızı halılarla, askeri bandolarla karşılanıp balolara resmi davetli sıfatıyla katılmaktadır. Valilere misafir olmakta, evlerinde yatmaktadır. Bu kadar samimiyet nereden geliyor. Heyet’in işi bitip dönüyorlar. Peki Baytar Nuri, Vali Cemal ile İstanbul’a gidiyor. Neden İstanbul’a gidiyor, hem de devlet görevlileriyle? Ne gibi gizli işi olabilir ki? Bu gidişinin sebebini açıklaması gerekmiyor muydu?
7. Gelelim Koçan Aşireti Savaşlarına (1926). Bunu yine Baytar Nuri’nin kaleminden aktaralım: “Vali Cemal Hozat’a gelerek, Cemal’in başkanlığında bir Kongre aktetmişlerdi.
Bu Kongre’de yapılan tartışmalar sonunda, hükümete karşı vaki olan bütün isyanların, ayaklanmaların biricik sorumlusu, Dersim’n Koçan Aşireti olduğu ileri sürülmüş ve bu aşiretin imhasına karar verilmişti.
Vali Cemal benim bu esnada aşiretler üzerindeki nüfuzunu istismar etmek istiyordu. Bu sebeple vali Cemal beni istedi, benimle birlikte Ovacık mıntıkasına bir seyahat yapacağını ve Munzur Suyu menbasında Umum Ovacık Aşiretlerinin toplanmasını temin etmekliğimi teklif etti ve toplantı mahalinde bu aşiretlere bazı tebligat yapacağını bildirdi.
Vali’nin tekliflerine karşı gelmemek planımız gereği idi… Aralan, Beytan, Pezgevran ve Maksudan Aşiretlerinden bir kısmı ile reisleri, Munzur menbaına toplanmışlardı. Munzur membaına ilerlediler ve avuçlarıyla bir miktar su içmek suretiyle reislere inkiat edeceklerine ananevi usulda and içtiler.
(…) Cemal dahi ayağa kalkarak menbaya yaklaştı ve halka hitaben ‘Ağalar, ben de sizinle sadakatla konuşup, sadakatla hareket edeceğime dair, bu mukaddes Munzur Suyu’ndan bir bardak su içmek sureti ile yemin ediyorum’, dedi ve cebinden çıkardığı bir bardakla menbadan su içtikten sonra, ‘Ağalarım, Gazi Paşa’nın sizlere hassatan selamları var. Beni size o gönderdi, içtiğim su ile yemin ederim ki o Alevi’dir, dünyadaki bütün Alevileri ihya edecektir. Ben dahi Alevi’yim, bu sıfatla size söz veriyorum, yollarınız yapılacak, mektepler açılacak, toprağı olmayanlara Erzincan’da ve Elaziz’de toprak verilecek. Ancak sizden bir hizmet bekliyorum, ki o da, yakında Hükümet kuvvetleri gelecek ve öteden beri Dersim’n adını lekeleyen Koç Uşağı Aşireti’ni biraz ıslah edecek, siz dahi bütün aşiretiniz efradıyla bu harekete iştirak edeceğinize simdi söz vereceksiniz….” dedi.
Koçan Aşireti’nin tenkili harbına iştirak edileceğine vali Cemal’e muvafakat cevabı verilmişti.
1. Ovacıklıların tutacakları cepheye Türk askeri kuvveti gönderilmemesi…
2. Ovacık Cephe kumandanlığı’nın benim uhdeme teydii…”
Yine sorayım, devletin önceden aldığı Kocan’ı tedip hareketine katılması için aşiretleri toplama ve ikna etme görevi neden Baytar Nuri’ye verilir? Baytar Nuri Milis Komutanlığı görevini alır. Peki bunu sorgulamak gerekmez mi? Neden valilerin ve diğer görevlilerin aklına gelen ilk kişi Baytar Nuri’dir? O da her yerde hazır ve nazırdır. Elazığ’dadır, Hozat’ta, Ankarada’dır; İstanbulda, Sivas’tadır! Bunun görevi ne ola ki!
8. “S. Rıza’nın arzusunaa uygun olarak, benim de beraber gitmekliğim tensip edilmiş olduğundan, S. Rıza ile Diyarbekir’e gittik ve İbrahim Tali ile temasa geçtik… İbrahim Tali beni Diyarbekir’e istemişti. 1929 temmuz ayı…, vilayet konağında gezinmekte iken, Nurettin yanıma yaklaşmış, ‘Baytar, seni Didiyarbekire istiyorlar, müthiş bir plan var…’, diyerek içeriye çağrıldım. Beni acilen Diyarbekir’e istedikleri ve hemen yola çıkmaklığım lüzumu bildirildi. Cevaben, hususi idarede 570 Lira alacağım ve bu parayı tahsil edemediğim taktirde yola çıkamayacağımı bildirdim…, elden 570 liralık bir çek tanzim edilerek bana verildi. Yola çıktım. Diyarbekir’e vardığımda İbrahim Tali’ye misafir edildim”, diye yazarak Birinci Umumi Müfettişlik İstihbarat Dairesi’nin hazırladığı raporu Baytar’a okur. (Bu Rapor ‘K. Tarihi’nde Dersim’ kitabının 166-167 sayfalarında mevcuttur.)
Devamla Baytar Nuri, “Bu noktalar okunduktan sonra, İbrahim Tali, ‘… Sizi Dersim’e göndereceğim, orada mühitiniz halkı ile temas ederek bu meseleler hakkında fikir ve maksatlarının ne olduğunu bana bildirmelerine tavassut etmenizi memleketimizin selameti namına sizden beklerim’ dedi. Bu teklife muvafakat ettim ve mumaileyhten ayrıldım.”
Yine soralım, o dönem için 570 lira iyi para. Bu alacak neyin karşılığıdır biliyor muyuz acaba? Vali konağında serbest dalaşıyor değil mi? “Müthiş planlar yapılıp önemli görevler de veriliyor! Git bana bilgi getir!, deniliyor! Bu kim, görevi ne, kime çalışıyor, anlayanınız oldu mu! Ben daha anlamış değilim.
Devam edeyim. İbrahim Tali’nin verdiği görevi kabul ederek Dersim’e dönen Baytar Nuri, kendi deyimiyle, Sey Rıza’ya durumu anlatır ve Ferhadan Aşiret Reisi Cémşid Ağa, Karabalan Reisi Kangozade Mehmet Ali ve diğer reislerle müzakere yapıyorlar. İmha edileceklerini anladıkları için bazı kararlar alıyorlar. Bu kararlar özetle, bir heyet müfettişliğe gönderilecek, olası bir harekete karşı ihtiyati müdafaa tedbiri alınacak, fiili bir sebep yaratmamak için Dersim’de aşiretlerin muvakkaten süküneti muhafaza edilecek, savaş halinde aşiretler arasında çalışmalar devam edecek, silah temin edilecek…
Toplantıdan sonra, Diyarbekir’e şöyle bir telgraf çekilecek:
“Diyarbekir Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali Bey’e, Dersim hakkında vaki ihbaratın red ve tekzibi maksadıyla teşekkül eden heyet huzur devletinize müntehi hareket bulunduğunu Dersim Aşiretleri namına arz eylerim efendim. 6 Mayıs 1929 Hozat, Baytar Nuri”
Heyet’te: S. Rıza’nın Oğlu Şeyh Hasan, Kango Oğlu M. Ali, Cemşid ve Zeyno Oğlu Ahmet yer alır. Heyet sözcüsü de Şeyh Hasan’dır. İbrahim Tali’nin karşısına çıkan heyetin sözcüsü, “…İhbarat tamamen uydurmadır… bu bahanelerle Dersim’i vurmak, imha etmek ise, buna da bir diyeceğimiz yoktur” diye konuşur.
Devamında Baytar Nuri şöyle yazıyor, “Bu mülakat günü akşamı yalnız olarak görüşmek için İbrahim Tali beni istemişti…. Ertesi gün arkadaşlarla birlikte İbrahim Tali’nin yanına giderek vedalaşmıştık. Mümaileh arkadaşlardan her birine biner Lira vermiş ve ayrıca Seyit Rıza için iki bin lira nakit para ile bir sandık içerisinde bir takım hediyeleri mumailehe teslim edilmek üzere bana vermişti.”
Şimdi bir düşünelim, bahsedilen toplantı gerçekten yapılmış mı, yapılmışsa alınan kararlar bahsedildiği gibi mi? Şeyh Hasan, anlatıldığı gibi düzgün Türkçe konuşabiliyor muydu? Bu kadar yüklü paralar ve hediyeler neye istinaden veriliyor? 1941 yılında günde 30 Kuruş’a yol yapımında çalışan birine verilen bu miktar dikkate alındığında, bahsi edilen miktarın yüklü olduğu söylenemez mi? İbrahim Tali ile yalnız görüşüyor, S. Rıza’nın durumu dışında daha neler konuştular, Tali’nin daha ne planları vardı? Neden heyetle değil de yalnız gidip görüşüyor? Bunlar muamma!
Bayrat Nuri’nin girmediği devlet dairesi, ziyaret etmediği devlet yetkilisi kalmamıştı. Aldığı ceza, Mustafa Kemal tarafından af edildikten sonra, Elazığ’da kendisine tahsis edilen çiftliğinde, gününü gün etmekte, verilen her görevi de harfiyen yerine getirmekteydi. Yine kendisinin yazdığına göre, sürekli takip edilmekte, ve hükümetin kendisi için suikast girişimlerinde bulunduğunu beyan etmektedir. Hatta Sey Rıza’nın emriyle, Baytar her nereye giderse gitsin 30-40 kişilik silahlı muhafızlarla yola çıkacağı’nı belirtiyor. Her ne hikmetse her suikastten de yara almadan kurtulmaktadır. Bir yandan suikast girişimleri yapılırken diğer yandan da Dersim’de serbest gezebilmesi için de kendisine verilen bir vesikadan bahsediyor. Bu vesika, onu Dersim’de yaşamı boyunca kendisini koruyacaktır. Baytar Nuri o vesikayı şöyle yazıyor:
“Ve hatta Dersim Mutasarrıflıktan bir de bana resmi bir vesika verilmişti… Vesika aynen şöyledir:
Dersim Mutasarraflığı (Vesika)
Aslen Dersim’in Hozat Kasabası’ndan olup, Kangal Kazasının Yellice Nahiyesi’nin Şahin karyesinde mukim ve Zara ve Divriği Kazaları eski Sıhhiye Baytarı Colikzade Mehmet Nuri Efendi’nin dehaletinin kabülü Merkez Ordusu Kumandanlığı’nın 1 Haziran 1337 tarih ve 1977 nolu telgrafnamesi hükmünden olmakla ol veçhile mumailyhin Mutasarrıflık bölgesine girmesi kabul edilmiş ve iş bu vesika kendisine verişlmiştir. 22 Ağustos 1337, İmza, Dersim Mutasarrıflığı, Mehmet Nazmi.”
Abdullah Alpdoğan 1936 yılında ilk defa Elazığ’a geliyor. Bu anı Baytar Nuri şöyle açıklıyor, “Alpdoğan ilk defa Elaziz’e yetişirken, kendisini karşılamak için istasyona kadar gitmiş kişiler arasında ben de vardım.”
Gıyabında idamla yargılanan, Elazığ’da Çittlik verilen, serbest gezmesi için Vesika verilen Baytar Nuri, “Dersim Katili General Abdullah”ı karşılamaya gidiyor. Ona sen de git karşıla diyen mi oldu! Yoksa görevi gereği mi gitti, bilmiyorum. Tek bildiğim şey, generali karşılamaya gittiğidir.
Peşinden bir vatandaşa dilekçe yazdırtır, dilekçenin Bahri Turgut tarafından yazıldığı söylenir, Bahri Turgut sorgulanır, o da bu vatandaşı Baytar Nuri’nin yanıma getirdiğini söyler ve Baytar Nuri böylece Kurmay binbaşı Şevket vasıtasıyla, Alpdoğan’ın karşısına çıkartılır. Uzun bir sohbete girişirler. Bahsettiğine göre, neredeyse Kürt sorununu tartışırlar.
Devamla durumu şöyle özetliyor:
“Başta Seit Rıza olduğu halde, Yukarı Abbasan, Ferhadan, Karabalyan aşiretleriyle, Bahtiyar, Yusufan, Demenan, Haydaran ve kısmen de Kalan aşiretleri kuvvetli ve sıkı bir ittifak yapabilmişlerdi.
Ovacık, Koçan, Şemkan, Mazgert, Plömer ve Nazmiye mıntıkaları aşiretleri tamamen tarafsız kalmağa, Hozat aşiretleri ise hükümete teslim olmaya karar vermişlerdir. Bu aşiret reisleri, Eşlaziz’e gelmiş, Alpdoğan’a dehalet etmiş, hükümetin her türlü tekliflerini kabul edeceklerini bildirmişlerdi.”
Acaba gerçekten de bahsi edilen aşiretler sıkı bir ittifak yapmışlar mıydı? Yine bahsi edilen diğer aşiretler tarafsız, bir kısmı da teslim olmuşlar mıydı? Peki sıkı ittifak yapan aşiretlerin lideri olarak görülen Sey Rıza neden Elazığ’a gidip Alpdoğan’a dehalet ediyor? Bu durumu Baytar Nuri şöyle izah ediyor:
“Alpdoğan, müteahhit Hıdır’ı, bir taraftan kışlaların inşaatında kullanmakla beraber diğer taraftan da Seit Rıza’yı kandırarak Elaziz’e getirmek hususunun teminine tavzif etmişti.
Mahut Hıdır, Seyit Rıza’ya vaitlerde bulunuyor, teminatlar veriyor…
Bir aralık Mahut Hıdır’ı gördüm. Dersim hakkında mütaalasını sordum, cevaben, ‘Bizim için biricik çare, kayıtsız şartsız silahı terk ederek hemen Türk Hükümeti’nin her türlü emirlerine boyun eğmektir’, dedi.
Türk hükümetinin gayesi, bizim imha ve tehcirdir, dediğimde, ‘Tehcir hayırlıdır. Müdafaa ise, hepimizin toptan mahfolmamıza sebep olacağına şüphe yoktur’, demişti.
Hıdır, … Seyit Rıza’yı kandırarak Elaziz merkezine getirmeye ve general ile görüştürmeye muvaffak olmuştur.
S. Rıza Elaziz’e geldiğinde, general ile yalnız görüşmüş….”
1936 yılında aşiretlerin büyük bir bölümü hükümete dehalet etmişti. Buna Sey Rıza’da dahildi. S. Rıza kendi isteğiyle Elazığ’a gidip Alpdoğan’la görüşmesine rağmen, Baytar Nuri kandırılarak götürüldüğünü yazıyor. Peki S. Rıza, bir müteahhidin kandırabileceği bir adam mıydı! Aslında gözucuyla bakıp kızdığı şey, Baytar Nuri’den habersiz nasıl Alpdoğan’la gidip görüşüyor olmasıdır. Öyle ya, bir “General” danışmanından habersiz nasıl adım atabilir, değil mi!
1937 yılında sanki iki ordu arasında bir savaş varmış gibi bir hava oluşturur ve şöyle der:
“Harp bütün şiddetiyle devam ediyor ve sıklet merkezi Bahtiyar Aşireti üzerine yüklenmiş bulunuyordu. Seyit Rıza bizzat harp sahasında idi….
Kureyşan Aşireti dahi Seit Rıza’na koşarak harba iştirak etmişti. Bahtiyar Aşireti reisi Şahin, harbi idare ediyordu.”
İnsan Bahtar Nuri’yi okuduğunda, kendisini birinci veya ikinci dünya harbinde hissediyor. Rus-Osmanlı Savaşı insanın aklına geliyor. Baytar’ın yazdığıyla, sözlü hafızanın anlatımları arasında en ufak bir benzerlik bulabildiniz mi? Ben henüz bulamadım. Kendi ailesini kurtarmaya çalışan S. Rıza’yı harbin içine koyan, yine kendi ailesini alıp dağlara sığınan ve üvey kardeşi tarafından kahpece öldürülen Saan Ağa’yı da “harbi idare eden” biri olarak anlatan Baytar, yerel hafızayı yok sayıyor.
Devamla, Sey Rıza ailesinin katledildiği anı da şöyle aktarmaktadır:
“… Seit Rıza, bir yarma hareketiyle muhasere çemberini kırmaya ve Ovacık istikametine çekilmeye muvaffak olmuştu. Fakat bu başarı pek pahalıya mal olmuştu, çünkü Kozluca Muharebesi adıyla anılan bu savaşta Seit Rıza ile bilfiil harbe iştirak eden küçük karısı Besé ve oğlu Şeyh Hasan, üç torunları ve bin kişiye yakın bir kuvveti şehit düşmüşlerdi.”
Sözlü hafıza ve devlet belgelerinde böylesi bir değerlendirmeye rastlamadım. Kaldı ki öyle bir anlatmaktadır ki, yine yukaruda olduğu gibi sanki, Çanakkale Meydan Muharebesi’ymiş gibi aktarmaktadır. Otuz kişilik bir silahsız aile grubunu, bin kişilik silahlı bir grup olarak lanse etmektedir. Öyle ileri gitmektedir ki harbe Besé’yi bile dahil edebilmektedir.
Dersim’de yaşanan soykırıma başka bir misyon yüklemeye çalışan Baytar Nuri, Sey Rıza’nın idama giderken söylediklerini dahi çarpıtarak anlatabilmiştir. Bu konu hakkında şunları yazıyor:
“İdam olunurken Seit Rıza yüksek sesle ‘75 yaşındayım, şehit oluyorum, Kürdistan şehitlerine karışıyorrum. Dersim mağlup oluyor, fakat Kürtlük ve Kürdistan yaşıyacaktır, Kürt genci intikam alacaktır, kahrolsun zalimler! Kahrolsun kahpe ve yalancılar’ sözlerini Zaza diliyle söylemiş…. Bu arslan yavrusu Resik Hüseyin dahi babasına dönerek, ‘Baba, Kürt Milleti sağ olsun!’ demiştir.”
Sey Rıza ve idam edilen diğer arkadaşlarının ağzından, Baytar Nuri’nin yazdıkları sözlere benzer sözler çıkmamıştır. Baytar Nuri, duymak istediği sözleri, kitabina aktarmış ve bununla Dersim’in hafızasını değiştirmeye ve farklı bir misyon yüklemeye çalışmıştır.
“Ayvo, zulmo!”
Yazarlarımızdan, “Ve Suyu Ateşe Verdiler„ kitabının yazarı sayın Haydar Beltan´a sözü bırakmak istiyorum.
İyi Akşamlar hepinize. Güzel sohbetli bir akşam diliyorum. Bağlantıda bir sorun yaşadığım için ancak Kazım’ın konuşmasının bir kısmını dinleyebildim. Diğer arkadaşları dinleme imkanı bulamadım. Yine de kısaca görüşlerimi belirtmek istiyorum.
Bugün tartışacağımız konu, insanlık açısından ebetteki çok önemli bir konu olan, Dersim Tertelesi ve Sürgünlerdir. Tertele ve sürgünler tabi ki Dersim ile özdeşleşmiştir bizim açımızdan. Bu özdeşlik içimize kilitlenen bir acıdır aynı zamanda.
Dersim denildiğinde bir coğrafya akla gelir. İç ve Dış Dersim olarak adlandırılan bu coğrafya, tarihiyle, inancıyla, diliyle, kültürel ve etnik yapısıyla, komşularından farklı bir coğrafya. Bu farklılıktan dolayı, merkezi otorite, Dersim’e karşı hep mesafeli durmuş ve çözülmesi gereken bir sorun, mutlak deşilmesi gereken bir çıvan olarak görmüştür.
Dersim de kendi farklılıklarını korumak için merkezi otoriteye karşı sürekli mesafeli durmuş, kendi farklılıklarını koruma güdüsüyle hep uzak durmuş, kendisini koruma altına almıştır.
Hem Osmanlı döneminde hem Cumhuriyet döneminde, Dersim’i yola getirmek için onlarca rapor hazırlanmış ve hazırlanan raporlar ışığında yine onlarca kez saldırılar düzenlenmiştir.
Osmanlı döneminde Dersim’e bakış ile, Cumhuriyet döneminde Dersim’e bakış arasında herhangi bir fark söz konusu değildir. Bir paralellik ve aynı düzlemde bir sürekliliğe sahiptir.
Osmanlıya göre, “Dersim’in ekseriyeti nüfusunu teşkil eden ve fenalıkların da amili olan Şiiler… halkın maneviyatına hakim olan dede ve seyitlerle halkın dünyevi umuruna hakim, ruhu şekavetle meful, ikiyüzlü ve müfsit olan ağalar elindedir.”
Cumhuriyete göre de “Dersim, seyit ve ağaların çok zalimane tasallut ve tecavüzü altındadır… Dersim, cumhuriyet için bir çıbandır. Bu çıbanın üzerinde kati bir ameliye yapmak gerekir.”
1926 yılında, Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in Raporunda, “Dersim Hükümeti, Cumhuriyet için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kati bir ameliyat yapmak gerekir… Dersim, Türkiye için cehalet, maişet darlığı, dahili ve harici tesvilat ve tehlikeli bir çıbandır. Bu çıbanın kati bir ameliyeye tabi tutulması lazımdır.” denilmektedir.
Yine, 1926 tarihli Vali Cemal Bey’in raporunda, “… Dört yüz seneden beri Dersim’e hükümet nüfuzu girmemiş, ilmi mana ve şumuluyla bir otorite teessüs etmemiştir….”
1930 1. Umumi Müfettişlik Raporunda, “Dersim’e yapılacak olan sınırlı ve zayıf bir hareket, zararlı sonuçlar doğurur. Dersim’in terbiye edilmesi için şunlar yapılmalı… Yüksek idare memurlarına, adeta koloni idarelerindeki salahiyet verilmelidir…
Dersim’i abluka altına almak suretiyle saldırılarda bulunmasını ve ticaret yapmasını engellemek, zamanla aç kalacak olan halkın kendiliğinden teslim olmasını sağlamak ve bu suretle Dersim’i fena insanlardan temizlemek,
Dersim’i sıkı bir kuşatmaya aldıktan sonra çemberi tedricen daraltmak suretiyle yakalanan insanları derhal batıya sürgün etmek…”
1930 Halis Paşa’nın Raporunda, “Yavuz Selim’in Trabzon’da Vali olduğu günden beri, kırk defa kılıçla tedip ve tenkil yapılmış ancak eşkıyalık önlenememiştir…”
1930 Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın Raporunda, “Köylülere vergi ve asker vermeleri, silahlarını teslim etmeleri bildirilecektir. Olumsuz bir sonuç alınması halinde, bütün Kürt köylerine saldırarak tahrip edilecektir.
1935 İsmet İnönü’nün Raporunda, “Dersim Vilayetini yeni usule göre teşkil edeceğiz.
Muvazzaf bir kolordu kumandanı vali ve üniformalı muvazzaf zabitler kaza kaymakamı olacaklardır. Memurların hiçbiri yerli olmayacaktır.
İdama kadar infaz, İl baylıkta bitecektir. Adliye usulü basit, hususi ve kesin olacaktır. Bundan sonra Dersim’e verilecek şeklin safhası başlayacaktır. Bütün bu tasavvurlar gizlidir.”
Bütün bu raporların ortaya koyduğu gerçek şudur; “Dersim, 1514 Çaldıran Savaşı’ndan beri Şiiliğin Kaynağıdır” tespitinden sonra, Cumhuriyetin Dersim’de yapmak istediği icraatlar sürekli görüşülüp, tartışılmakta, Dersim’e kalıcı ve son darbeyi vurucu hareketin planları yapılmaktadır. Yani Dersim’in inançsal, kültürel ve dilsel kimliği Cumhuriyet tarafından büyük bir rahatsızlığa neden olmakta ve ortadan kaldırılması ta başından beri istenmektedir.
Tüm bunlardan dolayı, 1927 yılında 1. Umum Müfettişliği Kanunu, 1934 yılında İskan Kanunu, 1935’te Tunceli Kanunu çıkarılır.
Dersim ise, 1916 yılında Galatalı Şevket Bey komutasında yapılan tedip hareketinden sonra, 1926 yılına kadar denilebilir ki sessiz bir dönem yaşar. Rus işgaline karşı direnmeleri sonunda elde ettikleri başarı ve hükümetin övgülerini kazanmış olmaları ve cumhuriyete karşı hayır hah bir tavır takınmaları bunda önemli bir rol oynamıştır. Bunun içindir ki, komutanlarla, hükümet temsilcileriyle yapılan görüşmeler sıklaşmış, çözüm arayışları yaygınlaşmıştır.
1926 Koçuşağı Tedibi Hareketi ve 1930 Pülümür Hareketi‘ne kadar bu durum böyle devam etmiştir. Bu hareketlerin amacı da Dersim’in Hükümetin otoritesini tanımamak, çapulculuk yapmak olarak açıklanmıştır. Bunun için de sivil-silahlı ayırımı yapılmadan topluca cezalandırılmış, köyleri bombalanıp yakılmış ve hayvanlarıyla kaçarlarken uçaklarla bombalanmış, ekinleri yakılmış ve ganimetlere el konulmuştur.
Devlet, Dersim ile sürekli savaş halinde olduğundan, normal idari ilişkilerin kurulması mümkün olamamıştır. Normal devlet bölge ya da vatandaş ilişkisi bir türlü yaratılamamıştır. Çünkü devletin gözünde Dersim, tedip edilmesi gereken bir bölge olarak görülmüştür.
Amaç ve hedef belli olduğu için öncelikle, isyan ettiler onun için bu hareketleri yaptık bahaneleri arkasına sığınarak, bir lider yaratmaları gerekiyordu ve bu da Sey Rıza olacaktı. Sey Rıza, kendi halinde, aşiretini ve ailesini idare etmeye çalışırken, yeğeni vasıtasıyla içten çökertilerek etkisizleştirilmeye çalışıldı. Aşiretler arası kavgalar kışkırtıldı. Karakollar basıldı, askerler öldürüldü, telefon telleri kesildi, hep Sey Rıza üzerine atıldı. Artık önder hazırdı, İsyan yaptılar oyununu oynayabilirlerdi.
Önce görüşmeler yapıldı, Dersim Aşiret liderleri Ankara’ya kadar gittiler. Silah istediler, silahlarını teslim ettiler. Vergi istediler, vergilerini esas olarak ödediler. Okullar açıldı, çocuklarını okullara gönderdiler. Askere istediler, askere gittiler. Yollar yapıldı, karın tokluğuna yollarda çalıştılar. Köprüler yapıldı, çalıştılar. Muhtar oldular, Nahiye Müdürü oldular. Tahsildarlık yaptılar. Daha ne yapsınlar!
Planlar adım adım gerçekleştiriliyor. Lider tamam. Şimdi sıra isyan ettirmekte. 21 Mart 1937 gecesi Gaxmut Köprüsü yakılır. 27 Mart 1937 gecesi, Sin karakolu basılır, telefon telleri kesilir. İsyan bahanesiyle Dersim hareketi resmen başlatılmış olur. Halbuki köprü yakılması da Sin karakolu baskını da yerli milisler tarafından hükümetle koordineli bir biçimde yaptırtılır. Suç Dersimlilerin üzerine atılır ve isyan ettiler bahanesiyle, işi halletmenin taşları döşenir.
21 Mart 1937 tarihinde başlayan Tedip Hareketi ile birlikte, 30 Mart 1937 tarihinde Tunceli Valisi Alpdoğan Başbakanlığa bir yazı yazarak, “Tayyare Alay Komutanlığından, yangın ve Milli Müdafaadan, yakıcı ve boğucu gaz bombaları” talebinde bulunur. Tunceli Tenkil Hareketi, 4 Mayıs 1937 Tarihli Bakanlar Kurulu Kararı’yla Resmiyet kazanarak ilerler.
1937 yılında, öncelikle Dersim’in ileri gelenleri ya öldürülür ya da etkisiz hale getirilir. “İsyanın lideri” ile birlikte 7 kişi idam edilir. Khureyşan aşiretinden Aliyé Gaxi ve Hesen Efendi, aileleriyle birlikte katledilir. Alan Aşiret liderleri aileleriyle birlikte Katledilir. Alişer ve Zarife Hatun’un kelleleri kesilir. Sahan Ağa’nın kellesi alınır. Yusufan Aşiret Reisi Qemer Ağa, Demenan Aşiret Reisleri Cıvrail Ağa va Cıvé Khéji aileleriyle birlikte teslim olurlar. Yani aşiretler başsız, lidersiz kalmışlardır.
Geride kalan Dersimliler, yaşlı kadın, erkek, çoluk çocuk, kaçarak mağaralara, ormanlık alanlara sığınır. Sığındıkları mağaralar bombalanır. Boğucu gaz bombaları ile binlercesi katledilir. Ormanlar, ekinler yakılır. Hayvanlar ya telef edilir ya da bir ganimet olarak el konulur. Sağ olarak yakalananlar, sizi sürgün edeceğiz bahanesiyle götürülüp, muhtelif yerlerde kurşuna dizilerek katledilir. Bunun için 1937-1938 hareketi, sistematik bir sivil katliam hareketidir. On binlerce insan ya katledildi ya da toprağından kopartılarak sürgüne gönderildi.
1938 yılında yapılan büyük hareket, Dersim’i kapsayan toplu ve yaygın bir kıyımla sonuçlandı.
Biz, uzun yıllar şu iki temel görüşün etkisinde kaldık, 1.’si, Dersimliler köprü yakıp, karakol basıp, askerlerimizi öldürüp isyan etti, dolayısıyla da biz bu isyanı bastırdık” türünden resmi devlet söylemi; 2.’si de “Özerk ve otonom Dersim, devletin baskısına karşı isyan etti” türünden, Baytar Nuri patentli yine resmi sol ve Kürt söylemi.
Bu iki yanlış söylem, aslında Dersim’de yapılan soykırımı gizleyen ve inkar eden söylemlerdi. Bunu geç fark ettik ve geç anladık. Dersim’de yaşadığı müddetçe devletin sözünden çıkmayan, Dersim’i terk ettiğinde ise, durumu abartarak anlatan Baytar Nuri, hem kendi durumunu gizlemekte ve aklamakta hem de dünya kamuoyunu yanıltmaktaydı.
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim, Dersim isyan etmedi, isyan etti bahanesiyle soykırımdan geçirildi. İdam edilen, katledilen, uzun yıllar cezaevinde yatıp, sağ çıkamayan Dersim ileri gelenlerinin hiç biri, 50 kişilik bir silahlı grup kurarak, devlete karşı savaşmamışlardır. Sadece kendilerini korumuş, saklanmış, zorunlu kalmadıkça, askere kurşun dahi sıkmamıştır.
Mecburiyetten dolayı kaçıp Laç mağaralarına sığınan, 20-25 Demenan ve Haydaran yiğitleri, kendilerini ve mağaralarda kalan yüzlerce Dersimli silahsız muhtaç kişileri korumak için silah kullanmış ve direnmişlerdir.
Peki bütün bu olan bitenlerden sonra, biz buna soykırım diyebilir miyiz? Ya da isyan ettiler, sonuçta bu kadar ölüm normaldir. Buna soykırım diyemeyiz! mi demeliyiz.
O zaman BM’nin soykırım tanımına bir bakalım. BM tarafından 9 Aralık 1948’ kabul edilip, 12 Ocak 1951’de yürürlüğe giren Soykırım Sözleşmesi’nin ana maddeleri Şunlardır:
Madde 1: Sözleşmeci devletler… bunu kabul eder,
Madde 2 : Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak,
- a) Gruba mensup olanların öldürülmesi,
- b) Grubun mensuplarına, ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi,
- c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığının ortadan kaldırılacağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek,
- d) Grup içinde, doğumları engellemek amacıyla tedbir almak,
- e) Gruba mensup çocukları, zorla bir başka gruba nakletmek.
Bu maddeler ışığında, Dersim’de yaşananlara bakıldığında, açık olarak bir soykırım uygulandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Aslında, devletin resmi belgeleri, öldürülenlerin çekilen resimleri, kesik başların arkasında verilen pozlar, öldürülenlerin askerler için “Hatıra Resim” olarak kart gibi paylaşılması bile olayı izaha yetmektedir.
Ve esas olarak, Dersim Ağıtları incelendiğinde bile, hiç bir ek izaha gerek kalmadan, Dersimlilere yapılanın açık bir Soykırım olduğu anlaşılmaktadır.
Uzattım kusura bakmayın. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Haydar Beltan, ikinci bölüm konumuz sürgünler. Kısaca görüşlerini alabilir miyim. Buyurun.
Birinci bölümde işaret ettiğim gibi, Dersi Tertelesi, planlı programlı bir Terteledir. Yani önceden çerçevesi çizilmiş, raporları hazırlanmış, özel kanunları çıkarılmış, provokasyon biçimleri hazırlanmış ve geleceği de planlanmış büyük bir kırımdır.
Mesela 1934 yılında çıkarılan İskan Kanunu, Dersim coğrafyası için ırkçı bir kanun niteliği taşımaktadır. Kanun un amacı şu şekilde ifade edilmektedir.
Amacı: “Nüfusun Türk kültürüne bağlılık esasına göre, oturuş ve yayılışını, Hükümet tarafından yapılacak bir Programı dahilinde düzenlemek” olduğu açıklandı. Ve üç bölgeye ayrılarak ayrıntıları belirlendi. Bu bölgeler şunlardır:
- Bölge: Türk Kültürü ve nüfusunun yoğunlaştırılması istenen bölgeler,
- Bölge: Türk Kültürüne katılması istenilen nüfusun nakli ve iskanına ayrılan Bölge,
- Bölge: Boşaltılması istenen ve iskan ve ikamete yasak edilen bölgeler.
Yani, 1, Dersim boşaltılıp oraya yoğun Türk nüfusu yerleştirilip, raporlarda vurgulandığı gibi, bölge Türkleştirilip, Müslümanlaştırılacak,
2, Terteleden sonra, sağ kalanların Türk kültürünün yoğun olduğu bölgelere naklederek yani sürgün ederek Türkleştirmek,
3, Dersim terteleden sonra boşaltılacak ve boşaltılan alanın önemli bir bölümü isken ve ikamete yasak bölge olarak ilan edilecek.
Anlaşılıyor ki, Dersim hareketinin çerçevesi çizilmiş ve planı önceden yapılmıştır. İsyan uyduruk ve bahane. Peşinden 1935 yılında çıkarılan Tunceli Kanunu ile bu hareketin yasal zemini hazırlanmış oldu.
Hemen tertelenin akabinde, resmi rakamlara göre, 2.907 aileden toplam olarak 14.411 kişi, Türkiye’nin 32 İline sürgün edildi. Bunların hepsi önceden planlanmıştı. 32 İl hazırdı sürgünler için. İllerin ilçeleri, köyleri ve hane sayısı planlandığı gibiydi. Sürgün edilen aileler dahi parçalanmış ve her biri ayrı yere yerleştirilmiştir.
Dersimliler, dillerini bilmedikleri, kültürlerine yabancı oldukları yerlere sürülmüşlerdi. Amaç, Türkleştirmekti. Genel olarak büyük zorluklarla karşılaştılar. Uyum sağlamakta zorlandılar. Sürgün edildikleri için kendilerini şanslı hissediyorlardı. Sürgün, ölmekten iyiydi ama geleceklerinden büyük kaygı duyuyorlardı. Dersim özlemi kendilerinden hiç ayrılmadı. Bir dönem sonra, çıkan afla birlikte yeniden Dersim’e dönenler olduğu gibi, kalanlar da oldu.
14 bin 411 kişi, dile kolay. Her bir sürgünün ayrı bir hikayesi vardır. Bu hikayeler hala anlatılır. Anlatıldıkça, insan bu anlatıları duydukça, tüyleri diken olmaktadır.
Demem o ki bu kadar insanın yerinden yurdundan kopartılarak, hiç bilmediği yerlere sürüp onları Türkleştirme politikası, açıktan bir insan hakkı ihlalidir ve sonuçta bu Soykırımdır.
Teşekkür ederim…