DERSİM 37/38 SOYKIRIMINI UNUTMA, UNUTTURMA!
TERTELE ‘38 XOVİRA MEKE!
15-16 Kasım 1937’de idam edilen Dersimin ileri gelenlerini unutmadık!
Dersim Soykırımı planları eskiye dayanır. Çakmak, İnönü, Bardakçı, Öngören raporlarında dile getirilir.
14 Haziran 1934 de Türkiye’yi etnisite esasına göre 3 bölgeye ayıran 2510 sayılı iskan kanunu ile Dersim yasak bölge ilan edilir.
25 Aralık 1935’te “Tunç Eli” kanunu kabul edildiğinde bölgenin resmi adı hala Dersim idi.
Soykırımın bütün alt yapısı hazırdı. İstiklal mahkemeleri kurulmuş, Abdullah Aldoğan olağanüstü yetkiler ile donatılarak bölge valisi olarak atanmıştı. 1936’da halkın elindeki silahlar toplatılmıştı. Karakol, kışla, cami ve yol yapımına başlanmıştı. Basın soykırımın psikolojik zeminini hazırlayan yayınlara başlamıştı bile. Önceden bütün ayrıntıları ile planlanan soykırım ‘37 baharında start alıyordu.
Soykırımdı, çünkü 1948 Birleşmiş Milletler Soykırım suçunun engellenmesi ve cezalandırılması Sözleşmesinin 2. Maddesinde belirlendiği gibi; soykırım, Etnik/ulusal veya bir dini/inanç grubunun bütününü veya bir bölümünün yok edilmesi politikalarının her biri belirlemesi ile birebir örtüşüyor.
Bu tanımlamaya göre:
- Grubun üyelerinin öldürülmesi
- Grubun üyelerine ciddi bedensel ya da ruhsal zarar verilmesi
- Grubun koşullarının, yaşam alanlarının yok edilmesi.
- Grubun çoğalmasını engelleyecek yöntemlerin uygulanması
- Grubun çocuklarının zorla alınıp diğer gruplara verilmesi.
4 Mayıs 37 de alınan karar ile Dersim soykırımı başlatıldı. On binlerce Dersimli çocuk, yaşlı, kadın ayırımına tabi tutulmadan kitlesel olarak katledildiler. Dersimliler ölülerini gömme fırsatına dahi sahip olamadılar. Soykırımdan kurtulanlar önceden belirlendiği şekliyle yurdun her tarafına serpiştirilerek dillerinden, inançlarından, kültürel değerlerinden ve köklerinden arındırılarak Türkleştirilmek, Müslümanlaştırılmak istendi. Köyleri, ekinleri yakıldı. Yaşam alanları askeri yasak bölge ilan edildi. Kız çocukları zor ile alınarak subay ve zengin eşrafa verildi.
Dersim ileri gelenleri istiklal mahkemelerinde yargılanarak ağır cezalara çarptırıldı. 15-16 Kasım 1937 tarihinde Elazığ Buğday Meydanı’nda hukuksuz bir şekilde Dersimin ileri gelenlerinden Seyid Rıza, Uşêne Seydi, Fındıq Ağa, Hesen Ağa, Resık Usen, Ali Ağa, Hesenê İvraimê Qizi idam edildiler. Ve mezar yerleri hala bilinmemektedir!
Bundan dolayıdır biz Dersimleler diyoruz ki Seyid Rıza, Uşêne Seydi, Fındıq Ağa, Hesen Ağa, Resık Usen, Ali Ağa, Hesenê İvraimê Qizi ve katledilen on binlerce Dersimli kadın, çocuk adına iki elimiz yakanızdadır!
Seyid Rıza ve Dersim ileri gelenlerinin anısına „KOMÜNAR BELLEK“ olarak 19 Kasım 2019 Salı günü, saat 18.00 de Dersim yazarlarından
Betül Fatima Günday (Adın Perihan Olsun kitabının yazarı)
Davut Kurun (Araştırmacı-Yazar- 68 kuşağı devrimci önderlerinden)
Haydar Beltan (Ve Suyu Ateşe Verdiler kitabının yazarı)
Kazım Gündoğan (Dersimin Kayıp Kızları kitabının yazarı) ile birlikte bir Tele-konferans düzenledik.
19 Kasım 2019 tarihinde Komünar Bellek adına düzlemiş olduğumuz bu konferans oldukça uzun bir dokümantasyon oluşturmaktadır. Biz bunun özet halini okuyucuyla paylaşmak istiyoruz.
İlyas Yer
BETÜL FATIMA GÜNDAY:
Beni bu programa katıp, bu kıymetli insanlarla buluşturduğunuz için çok teşekkür ederim.
Soykırımı sosyolojik ve psikolojik olarak ele almak istiyorum. Diğer konuşmacılar meselenin diğer yanlarını daha detaylı ve ayrıntılı ve net anlatacaklardır. Sözlerime başlarken Seyid Rıza ve arkadaşlarının Dersim 38’de katledilen tüm insanlarımızın ve ailemin önünde saygı ile eğiliyorum. Öncelikle bu çok önemli çünkü. Bizim bir meselemiz var! Elbette ki onların hak savunuculuğunu yapmak bizim boynumuzun borcu olmalı diye düşünüyorum.
Bizler büyük bir trajediye, soykırıma maruz kalarak travma ve büyük şok yaşayan bir halkın travmasının tam ortasına doğmuş bir nesiliz aslında. Bilimsel olarak Travma “gerçek bir ölüm veya ölüm tehdidinin bulunduğu ağır yaralanmanın fiziksel veya yaşamsal bütünlüğe yönelik bir tehdidin ortaya çıktığı ve kişinin kendisinin yaşadığı, şahit olduğu veya sevdiği bir kişinin başına geldiğini öğrendiği olağan dışı olaylar” olarak tanımlanmaktadır. Travmatik olayı olağan dışı kılan yalnızca beklenmedik olması değil, aynı zamanda yaşam olaylarında uyumu sağlayan baş etme yollarını felce uğratmasıdır. Travmatik bir olayla karşı karşıya kalmanın kişiyi travma öncesi durumdan daha güçlü hale getirmesi de mümkündür. Bu da travma sonrası büyüme olarak tanımlanmaktadır.
Travma sonrası büyümeyi Richard G. Tedeschi ve Lawrence G. Calhoun tarafından “Yüksek derecede zorlayıcı yaşam olayları ile mücadele sonrası oluşan olumlu değişiklikler“ şeklinde tanımlamaktadırlar. Buradan Dersim’in travma yaşamış halkına ve travmanın içine doğmuş bizlere gediğimizde Dersimlilerin yaşadıkları bu büyük trajedi sonrası travmanın, büyük şokun etkilerini önceleri susarak alt etmeye çalışmış olduklarını görürüz.
Uzun bir süre susmuşlar.
Annemin anlattığı bir anekdotta evine misafir olan savcının, “ 38’i hatırlıyor musunuz?“ sorusuna, verdiği yanıt çok sert oluyor:
„Siz kanun adamısınız bu olayı deşeceğinize üstüne bir kürek toprak da siz atın.”
Buradan da anlaşılıyor ki bizimkiler şimdilik susmayı tercih etmişler, soykırımın konuşulması pek de hoşlarına gitmiyor aslında. Çünkü yaşadıkları şoku henüz üzerlerinden atmış değiller. Yüzleşmeye hazır değiller aslında. Onlar için „yüksek derecede zorlayıcı yaşam koşulları“ devam ediyor çünkü.
Soykırımın asıl nedeni, ta Yavuz dan beri Osmanlının coğrafyasıyla ve insanıyla baş edemediği, etnik kimliği Alevi olan bir halkı yok etme istemidir. Burada birçok bahanenin yansıra en önemli nedenin Dersim’in baş eğmemezliğidir.
Sunulan tüm raporlar da Dersim‘in kimliği Kürt olarak ele alınmıştır. Hal bu ki yaşam tarzı, dini inançları, ritüelleri, kültürleri tamamen orta yerdeyken Alevi kimliği değil Kürt kimliği ön plana çıkarılmıştır. Dersimlilerin konuştuğu dil de otoriteyi rahatsız etmektedir. Dersimin daha fazla güçlenmesi de istenmiştir.
1926 yılında mülkiye müfettişi Hamdi Bey raporunda şöyle der:
“Dersim gittikçe Kürtleşiyor, tehlike büyüyor, Dersim Cumhuriyet için bir çıbandır, bu çıban üzerinde kesin bir ameliyat yaparak acı sonuç ihtimali önlenmelidir”.
Başvekil İsmet Paşa 31 Ağustos 1930 tarihli Milliyete der ki, “Bu ülkede sadece Türk Ulusu ırksal haklar talep Etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” Demek oluyor ki Dersim‘in böyle bir hak talep etmesinden korkup önü alınmıştır. Devletin Dersim ıslahı ile ilgili çalışmalara 1925’lerde başlamış 37-38 de son noktayı koymuştur.
Genç Cumhuriyeti yönetenler Dersim‘in etnik kökeninden, gücünden , dilinden, kültüründen, talep edeceklerinden, kolay kolay yönetilmeyeceklerinden korkarak acımasızca ve içerden Dersimlilerden eskilerin söylemiyle söylüyorum „keklik soyu“ dediklerinden ve aşiretlerin birbiriyle olan çatışmalarından destek alarak topyekün bir soykırım yapmışlardır.
Anneme sorduklarında biz ikinci Kerbela’yı yaşadık derdi annem. Bu soykırım Dersim‘in gücünü elinde tutan ağalara ve onların yakınlarına Dersim‘in inancını dilden dile anlatarak cem törenleri ile kutsayarak yapan dedelere; Pirlere, köylülere, kadın- erkek, genç- yaşlı, çocuk ayırt etmeden uygulanmıştır. Ben geçen sene bir yaşlı akrabamızla görüştüğümde bilmiyorduk anneannemin nasıl öldürüldüğünü. Bana anneannemin nasıl öldürüldüğünü askerler tarafından anlatılmış şekliyle aktarayım.
Annem Nare Xatun Cemşi Ağa’nın eşi ve Diyap Ağa’nın kızıdır. Askerler önden ve arkadan anneannemi süngülerken o hep ayakta kalmaya çalışmıştır. Önden süngülediklerinde anneannem geriye, arkadan süngülediklerinde ise öne doğru sendeliyor. Bu süngüleme defalarca devam ediyor, yani anneannem yere yıkılmamak için elinden gelen gücü sarf ediyor ve yaralı olarak bırakıyorlar kendisini. Bu çok acı bir durum benim için. Yani bunu dinlemek dahi çok acı verdi bana, ürkütücüydü. Anneannemin bu dik duruşu çok önemliydi. Bir Dersim kadınının, bir Dersimli olarak baş eğmeme duruşu söz konusu aslında.
Askerler bunu hayretler içerisinde anlatmışlar gittikleri yerlerde. Bu olay tabii bizim travmalarımızın en büyüklerinden biri. Öldürülme şekli kolay kolay içinden çıkılması zor bir durum. Bu nedenle Dersim bizim çıkmaz sokağımız aslında, yani bu çıkmaz sokakta ilerlerken gelip, gelip tosluyoruz, tosladığımız yer çok sert. Bu travmadan kurtulmanın birtakım yolları var elbet. Ama bu ne zaman, nasıl, hangi koşullarda gerçekleşir, bunu el birliği ile yapacağız tabi. Bunu sizlerin, herkesin, bütün Dersimlerin katkılarıyla yapacağız. Benim soykırımla ilgili söylemek istediğim bunlar. Ben, bu travmayı yaşamış halkın nelerle yoğrulmuş olabileceğini düşünerek hareket ettim. Ailemin, her iki ailemin de yaşadığı soykırım çok büyük. Ben her iki aşiretin de kızıyım hem Karaballı Aşireti, hem de Ferhatuşağı Aşireti’nin. Bir tarafta Mehmet Ali Ağa, bir tarafta Cemşi Ağa. İşte büyük iki aşiret, bunların ikisi de ciddi soykırıma uğruyor. Dersim İsyanı denilen şey, yani isyan varsa bu insanlar güçlerini niye kullanmadılar? Yani aşiretler güçlerini niye kullanamadılar? Neden dedelerim, iki dedem de evlerinden alınarak öyle rahat rahat alındılar? Bu insanların en az iki bin kişi adamları yok muydu? Eğer isyansa tabi, bu hani “Dersim İsyanı” deniliyor ya! Oysa isyan olmadığı apaçık ortada. İnsan memleketinde İsyan varsa rahat rahat çadır kura biliri mi? Çadırında rahat oturabilir mi? Dedelerim çadır kurmuşlar, sanki güzel ve rahat bir ortamdalarmış gibi! Birkaç asker gelip onları evinden alıp götürüp öldürüyor, bu o kadar kolay mı? Demek ki hazırlıksız yakalanmışlar. İsyan olsaydı bu kadar hazırlıksız mı olurlardı?
Burada sıkıntı şu:
Bu soykırımın bu kadar büyük ölçekte gerçekleşmesinin asıl nedenlerinden birinin aşiretler arası kopuk olduğunu, bu kopukluktan kaynaklandığını düşünüyorum.
Devlete güvenme. İşte benim Cemşi Ağa tarafım ile Mehmet Ali Ağa arasında şöyle bir konuşma geçiyor:
Mehmet Ali Ağa diyor ki “Hazırlık yapalım, bunlar bizi öldürecekler, kıracaklar”. Cemşi Ağa da diyor ki, “Yok, onlar yapsa yapsa bizi sürgün ederler”. Yani sürgünü aslında kabul ediyorlar bir yerde, ama ikisinin kaderi de birkaç askerin elinde. Aynı yerde Çirik Deresi’nde, Kurkurik‘in Çirik Deresi’nde önce Cemşi Ağa’yı, daha sonra da Mehmet Aliağa’yı öldürüyorlar. Yani burada ben Dersim‘in biraz zaaf içinde olduğunu düşünüyorum. Aşiretler arası sıkıntıdan kaynaklı zafiyet olarak görüyorum. Elbette İçerde satın alınan kişiler, özellikle Seyit Rıza’dan bahsedersek Rayber’in yaptıkları bu konuda çok ciddi şeyler, öncesinde de var Rayberi‘n yaptıklarının. Çünkü aşiretlerin herhangi bir adamı bir şey yaptığında bu aşiretin liderine mal ediliyordu. Rayberin yaptığı da yenilir yutulur şeyler değildi. Rayber ne yaptı? Gitti Şavak Aşireti’nin kadınlarının, annemin anlatımı ile aktarıyorum size bütün bunları, boyunlarındaki altınları koparıp aldı, koyunlarını aldı, Sünni köylerine Elkağın‘a, Ulukale‘ye gidip onların sürülerine el koydu. Şimdi bunlar ne oldu? Hepsi Seyit Rıza’nın hanesine yazıldı ve sonra ne oldu? İşte kendini kurtarmaya kalktı, ama sonuç feci oldu tabii ki, ama en büyük zararı Dersim ve Seyit Rıza gördü.
Seyit Rıza’nın idamı kabul edilebilir bir şey değildir. Annem Seyit Rıza ile ilgili şöyle derdi:
Çadıra gelmiş, Diyap Ağa ile falan bir toplantı var, onu tanımlarken anlatırken küçük yaşta görmüş hz. Ali’yi gördüğünüz o resim var ya derdi Annem, Seyit Rıza tıpkı ona benzer derdi. Çocukluğunda da öyle bir figür görmüş annem ve onun tek suçunun aslında oğlunu öldürdüklerinde Sin Köyü’ne yaptığı baskın ve orada yaptığı ev olarak nitelendirirdi annem. Seyit Rıza‘nın suçsuz olduğunu anlatırdı. Seyit Rızan‘ın aşiretler üstü bir şahsiyet olduğunu söylerdi. Bu da bir gerçek tabii ki yani burada mesela Seyit Rızan‘ın kandırılması ile ilgili devlet arşivlerinden okuyacağım size. Artık kış bastırmak üzeredir. Ordu harekatı sürdüremeyecektir, ancak Dersimliler de zor durumdadır. Yalnız ordu da harekatı sürdüremeyecek deniliyor burada. Çarpışmalar bahara kadar durmuş vaziyettedir. Baytar Nuri bu durumu şöyle özetlemektedir:
Bu mıntıkalarda Türkler için kış mevsiminde harp etmek imkansızdı. Bu sebeple çarpışmalara ara vermek zarureti vardı. Sükunet mevsiminde hile yoluyla çalışmanın maslahata daha ziyade uygun olduğunu takdir eden ordu kumandanı Munzur Dağları’nda mevzi almış Seyit Rıza’ya Erzincan valisi vasıtasıyla haber göndererek Dersimlilerin isteklerinin kabul edileceğini, şimdiden bütün orduya ateşkes emri verilmiş olduğunu, esasen Dersim’in münferit bazı aşiretleri müstesna diğer aşiretler üzerine henüz askeri hareket yapılmadığını, yapılmasına da lüzum görülmediğini ve vaki zararları tazmine hükümetin hazır olduğunu bildirerek Seyit Rıza’yı Erzincan merkezine getirmeye muvaffak olmuş ve maiyetiyle birlikte tevkif ettirmişti. İşte yani Seyit kandırılmıştı aslında Devlet tarafından, çünkü ele geçirilemeyecekti. Bu nedenle de Seyit Rıza böyle bir tuzağa düşürüldü.
Bizler için Tabii ki çok vahim ve ciddi bir olay, mezar yerleri yok, söylenmiyor, akıbetleri ve mezar akıbetleri ve yerlerinin nerde olduğu da belli değil.
Sürgünler Bölümü:
Keki Ağa askeri teslim alıyor, atın üzerinde böyle uzun uzun, hatta at hızlı koşarken sakalı ikiye ayrılır. Keki ağa son derecede ihtişamlı bir adam. Askeri aslında teslim alıyor. Teslim alırken askerin silahı Keki Ağa‘ya dönük oluyor. Tabi Keki Ağa fark edemiyor ve asker çekip vuruyor. Vurduktan sonra da diyorlar ki asker gidiyor, saçından sakalından ötürü diyor ki ben bir papaz vurdum, ben bir papaz vurdum. Ölüm şekli böyle oluyor aslında. Annem 9 yaşında annesi, babası katlediliyor aynı gün. Abisi, ablaları, herkes tek başına çadırda otururken akşam üstü köy muhtarı Memiş tarafından, işte daha doğrusu Hozat‘tan arıyorlar ve Cemşi Ağa’nın kimi kaldı diye soruyorlar. Ve deniliyor ki muhtara soruyor, muhtar da diyor ki bir tane kızı kaldı. Muhtar geliyor bir atla anneme diyor ki, Ane diyor, Annemin adı ANE. Ane diyor, seni baban istiyor. Hozat’a götüreceğim seni diyor ve annemi alıyor ata bindiriyor, Hozat‘ta akşamın karanlığında götürüyor ve o sırada giderken Hozat‘ın içine giriyorlar artık hava kararmış, loş aydınlanma fenerler falan var. Kadının biri diyor ki Memiş o kızı nereye götürüyorsun; diyor, götürme bana ver diyor. Tabii ki çok ısrar ediyor kadın adama. Memiş diyor ki anam, anam beni rahat bırak yüzbaşı istemiş, götürüp vereceğim, diyor. Ve götürüp yüzlerce askerin içine bırakıyor. Önce bir astsubaya teslim ediyor. Bırakırken annem diyor ki Memiş gitme! Hiç takmıyor Memiş, annemi onlarca, yüzlerce askerin içine, o 9 yaşındaki kız çocuğunu bırakıyor ve çekip gidiyor. Annemin sürgün macerası da burada başlıyor. Annemin yetişme şekli cesareti, kendine güveni, annemin babasını savunması yüzünden öldürülmeye götürüyor aslında orada. Paşa’nın yaveri annemi tembihliyor. Kızım eğer sena babana, annene gitmek ister misin diye sorarsa hayır istemiyorum de, diyor. Tabi o böyle saatlerce ifadesi alınıyor o 9 yaşındaki çocuğun. Daha sonra ifadesini almaya, ama saatlerce sonra, bir çadıra götürüyorlar. Orda da bir paşa adını soruyor. Adını söylüyor efendim. Türkçe biliyor diyor işte annem. Türkçe kendini ifade ediyor. Hadi ya şu Cemşi Ağa’nın kızı diyor, şu Seyit Rıza’ya portakal sandıkları içerisinde silah gönderen Cemşi Ağa‘nın kızısın öyle mi!, diyor. Annem itiraz ediyor, diyor ki hayır diyor, benim babam müteahhit, Seyit Rıza Abasan‘lı benim babam Ferhat Uşağı Aşireti’nden diyor. Neden silah göndersin! deyince, paşa yerinden kalkıyor annemin saçını şurasında tutarak çekiyor, hala babanı mı savunuyorsun diyor. Annem de Tabii dayanamayarak ağlıyor ve diyor ki biliyorsan bana sorma. Onun üzerine Paşa yaverine inanılmaz sert bir şekilde bağırarak, “Yeter artık, bu apoletlerin söküp atmak istiyorum”, diyor. Rütbeleri için söylüyor. “Bunlar insan artık bana göndermesin, götür kendisi ne yaparsa yapsın diyor”. Onun üzerine annemin hayatı kurtuluyor. 3 gün orada bir nezarette askerlerin eşliğinde ve yaverin yardımıyla nezarette kalıyor ve Elazığ Kesrik’e sürgüne gönderiliyor. Orada da şansı yaver gidiyor. İşte ailesini tanıyanlar çıkıyor ve annemin o şeyden ayırıyorlar, orada birkaç gün misafir ediyorlar akrabaları gelinceye kadar. Tabii Annem orada da birçok şeye şahit oluyor. Hozat’ta da çok şahitliği oluyor. Annemi, sonra akrabaları gelince teslim ediyorlar. Sürgün başlıyor kara vagonlarla. Tabi ben yine sürgünü sosyolojik ve psikolojik olarak ele almak isterim. Soykırımı tamamlayan Devlet sürgünlerle asimilasyonu pekiştirmek istemiştir, yani sürgünün asıl amacı geri kalanların asimilasyonudur aslında. Çünkü dilini konuşmak yasaklanmış, inancını yerine getirmek için cem törenleri yasaklanmış, izinsiz bir yerden bir yere gitmek yasaklanmış. Kısacası “terbiye” edilmek üzere büyük bir hapishanenin içine atılmış Dersimliler. Dersimliler garbe ve sürgüne gönderilince çaresizce ve sessizce bu zamanın onları bu durumdan kurtarmasını beklemiş. Bu süre zarfında asimilasyonun diğer bir ayağı kız çocuklarını evlatlık vermekti. Kazım Bey zaten bunu çok değerli kitabıyla da anlatmıştı zaten. Sandılar ki bu çocuklar hani geçmişlerini unutacak, asimile olacak, öyle bir şey olmadı tabi yani bizim kız çocuklarımız geçmişlerini unutmadılar devletin Dersimli Sürgüne gönderme biçimlerine tam bir aşağılamadır aslında Elazığ’ın Kesrik mevkiinde kurdukları kampa gelenlerin çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşmaktaydı. Çünkü erkeklerin çoğu öldürülmüş.
Kaderlerine razı olmuş kadın ve çocukların tek sıra halinde saçlarının böyle o makinelerle kazınmasını beklerken ve hele o kadınların kutsal saydıkları saçlarının kendilerinden koparılarak yerlere atılması, aşağılamanın en üst noktasıydı. Aslında, yere düşen o tutam tutam saçlarda şerefleri ve onurları saklıydı. Oysa ki şimdi o sakladıkları yerlerde hayvanların yüklerin taşındığı kara vagonlara hayvanlar gibi çoluk çocuk tıka basa doldurularak saatlerce aç susuz bırakıldılar. Mecbur kaldıkları için çocukların ihtiyaçlarını giderdikleri o kara vagonlar kokmaya başlamıştı artık ve bu kokuya maruz kalarak saatlerce yol gitti bu Dersimliler. Bu da bir aşağılamaydı aslında. Yerinden yurdundan zorla koparılmış aralarında büyük kültür yaşam şekli ve etnik fark ve dilleri, yedikleri içtikleri, alışkanlıkları, giysileri, eğlenceleri, yasları birbirinin tam zıttı olan bu iki halk nasıl paylaşacaklar gittikleri yerlerde?
Annem anlatmıştı aslında orada yemek konusuna, zeytinyağını alışamamışlar, zeytini tanımıyorlar, bilmiyorlar. Sonra uzun süre bu yiyecekleri yiyememişler. Çok sonraları mecbur kaldıkları için yemek zorunda kalmışlar. Asimilasyonun diğer bir şekli ise isimlerin değiştirilmesiydi. Annem o gün Hozat’ta işte ifadesi alınırken gece ikilere üçlere kadar işte bu meşhur Paşa annemin adını soruyor. Diyor ki senin adın ne? Diyor ki Ane. Şu kadar kadının adı diyor burada simge olmuş bu kadının adı bundan sonra Perihan olsun, diyor ve annem Perihan ismiyle sürgüne gönderiliyor. Yani bu isim değiştirmeleri de bir asimilasyon aslında. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 1930 yılında şunları söylemiş: Benim fikrim ve kanaatim şudur ki; memleketin kendisi Türk’tür öztürk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da köle olmaktır”. Kız çocuklarının evlatlık alınmasındaki asıl gerekçe de hizmetçi olarak kullanılmak, hatta köle gibi kullanılmak. Yani o derece şiddetli bir zulüm altında bu kız çocukları. Akademik bir tanım olarak sürgün, iktidarların toplumsal ve ahlaki normlarla uyuşmayan, politik olarak aykırı olan, dini öğretileri ve kurumları benimsemeyen ya da eleştiren insanları etki alanlarından uzaklaştırma, bir cezalandırma yöntemi olarak ifade edilir. Ve bunların tamamı Dersim‘de uygulanmıştır, mevcuttur. Soykırımının ardından geri kalanları sürgün ederek operasyonun asimilasyon ayağı tamamlanmıştır aslında. Tabi umdukları gibi olmamış aslında tam bir asimilasyon gerçekleşmemiştir. Sürgüne gidenlerin tek istekleri bir gün memleketlerine dönmektir o zor koşullarda ayakta duracak gücü kuvveti de bu dönme isteğinden alıyorlardı aslında. Her Dersimlide bu kuvvet yoktu. Çünkü parçalanmış aileler bu trajedinin en büyük sorununu oluşturuyordu. Kiminin karısı öldürülmüş, kiminin kocası öldürülmüş çocuklar ile yapayalnız kalmışlar. Bu insanlar bu nedenle ikinci, üçüncü evliliklerini yapmak zorunda kalmışlar. Daha doğrusu garpte hastalıklar peşini bırakmamış, yoksulluk inanılmaz boyutta olduğu için yetersiz beslenme sonucu ciddi hastalıklara yakalanıp hayatlarını kaybetmişler. Birçok Dersimlinin mezarı sürgün edildikleri yerlerdedir. Kimisi de annem gibi ismi ANE iken Perihan olarak değiştirilip 9 yaşında tüm yakınlarını soykırımda kaybetmiş, aile reisi unvanıyla tek başına sürgüne gönderilmiş, çocuğu olmayan uzaktan bir akrabasına teslim edilmiştir. Sürgün yılları boyunca refleksleriyle hareket etmiştir bizim Dersimliler. Annem iki kez evlatlık verilmek istenmiş, kendisinin o çocuk yaştaki doğru refleksi annemi evlatlık olmaktan kurtarmıştır. Diğer reflekslerden biri de çocuklarını Türk okullarında okutmama refleksidir ki bunu annem yaşamıştır. Annem Dersim‘de İnciğa‘da doğmuş biri, İnciğa’da dedem okulu kendisi yapmış ve eğitim almış. Annem ikinci sınıftan 3. sınıfa geçmiş sürgüne gitmeden önce evet tabi çok okuma isteği var, çok akıllı, çok zeki kız çocuğu. Orda da devlet annemi aile reisi ilan ettiği için ona da ayrı bir bütçe vermişler. İşte o bütçeyle annem gidiyor kendisine 3. sınıf kitabı kalem, defter alıyor ve okulun bahçesine gidiyor ve okul müdürü ile konuşurken müdür bunu sınıfı alıyor. Dayısı Diyap Ağa’nın oğlu Hüseyin Ağa bunu duyuyor ve derhal müdahale ediyor. Okulun bahçesine geliyor müdürle tartışıyor. Dayım şöyle konuşurmuş „ Ne keçe ne! „ diye başlarmış lafına. Hüseyin ağa diyor ki, Diyap Ağa’yla Atatürk’ün resmini çıkartıyor cebinden meşhur resmi, bak diyor ne keçe ne! bak diyor bu adam var ya bu adam diyor bu vatana çok hizmet etti, ama biz şimdi bu haldeyiz, biz Türk devletinin ne eğitimini istiyoruz ne bir şeyini istiyoruz diyor. Tabi ki annem çok ağlıyor, çok üzülüyor o nedenle anneme kıyamıyor ve eğitime devam etmesini istiyor Diyap Ağa’nın oğlu dayım müsaade ediyor. Bu nedenle, yani onların Türkiye Devleti’nden istedikleri hemen hemen pek bir şey yok. Sadece memleketlerine geri dönmek istiyorlar. Onların refleksleri bu, sadece istekleri de bu zaten. Bu da 1947 geldiğinde neredeyse tamamı memleketine geri dönüyorlar. Döndüklerinde ne ile karşılaştı bizim Dersimliler? Çok mu mutlu oldular? Döndüler memleketlerine hiçte umdukları gibi olmadı, büyük hayal kırıklığı, büyük hüsranla karşılaştılar aslında.
Yine annemden örnek verecek olursam annem işte 1947’de köyüne dönüyor. Döndüğünde tabii bütün araziler devlet tarafından satılmış, evler köylülere dağıtılmış. Köyde Peyik‘teki babasının konağında karakol var. Gidiyor köye. Tabii denklerini köyün meydanında bir dut ağacının altına koyuyor. Tabi köylüler davet ediyor. Böyle zaman geçiyor falan. Fakat aradan 20 gün geçiyor havalarda soğumaya başlıyor, ev yok, bark yok, nerede yaşayacaklar? Köylüler de evlerini boşaltmak istemiyorlar doğal olarak devlet dağıtmış vermiş bunlara. Sinirleniyor annem, çok da üzülüyor. O sinirle, o hınçla yürüyerek doğru Hozat’a kaymakama gidiyor. Kaymakam bir toplantıda! Kapıyı çalıyor, içeri giriyor. Kaymakam annemi görünce tabi şaşırıyor. Hayırdır Perihan Hanım diyor. Annem diyor ki, bana bir yazı verin ben iskanıma dönmek istiyorum. Neden diye soruyor ve ne güzel sizi getirdik memleketinize diyor. Ne güzeli diyor, ben ağaç kovuğunda mı kalacağım? Kış odur kapıda. yani yer yok, yurt yok diyor. Nerede barınacağım, diye soruyor kaymakama. Tam bunu söylerken oradan biri lafa giriyor, neredeydiniz diyor? Batıda ne güzel Hanım olarak gelmişsiniz diyor, niye döndünüz demeye çalışıyor. Annem diyor ki, ben batı hanımı değilim. Ben hanım olarak gitmiştim. Orada fabrikalarım mı çalışıyor, ben soğan çapaladım… Derken Kaymakam devreye giriyor. Kusura bakmayın Perihan Hanım, savcı bey sizi tanımadı diyor. Annem de dönüp diyor ki, kusura bakmayın. Ben de Savcı beyi tanımadım diyor. Onun üzerine tabii diyaloglar gelişiyor. Annem geri dönüyor, muhtarı çıkartıyor evinden. Annem orada bir köy evine yerleşiyor. E tabi yoksulluk var, para yok, pul yok, hiçbir şey yok. Yani barınacak bir tek ev bulmuş onunla da idare etmeye çalışıyor. Yani sürgün edilmiş Dersimliler devletin bir başka ciddiyetsizliğiyle karşı karşıya bırakılmışlar, çünkü gönderilmişler ama nasıl barınacaklar, nerelerde yurt edinecekler? Hiçbir bilgileri yok. O nedenle de çok zorluk çekmişler sürgün dönüşünde, aslında yani bu bizimkilerin yaşadığı zor bir durum. Devletin gözünde Dersimliler birer hiç zaten. Yani elbette ki annem bir istisna, çünkü hakkını arayabilen konuşabilen cesur bir kadın olduğu için istisna ve başta söylediğimi şimdi tekrarlamak isterim aslında Dersimlilerin yaşadıkları tüm bu olaylar onları travma öncesi durumdan daha güçlü bir hale getirmiştir. Zaman içerisinde yani bilimsel olarak tanımlanan travma sonrası büyüme Dersim‘de ete kemiğe bürünmüştür derim ben. Son zamanlar için söylemek isterim ben bunu.
19 Kasım 2019
Diyap Ağa ve tarih okumaları
“Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilat kurmuş, doğru yanlızdır.” Yaşar Kemal
Dersim üzerine bir şeyler yazdıklarında, düzen muhalifi olduğunu söyleyen çevreler “ihanet” ve “halk düşmanı” sözcüklerini dillerine pelesenk etmiş olarak tekrarlayıp dururlar. Bir değersizleştirme ve itibarsızlaştırma algısı Dersimlilere yönelik olarak sık sık gündeme taşınır. Zaman zaman durum öylesine bir üst perdeye taşınır ki, insanın şaşırası gelir. Hayal ürün suçlamalar, yalan ve yanlış ithamlar habire tekrarlanır durur.
Son olarak 27 Şubat 2017 tarihinde, Cahit Mervan “Cumhuriyet çocuğu Erol ‘un PKK hezeyanları” adıyla rojhaber.org internet sitesinde konuya ilişkin bir yazı yayınladı. Aslı-astarı olmayan iddialarda bulundu. Ki, Cahit Mervan bir televizyon yapımcısı ve sanırım bir gazeteci.
Cahit Mervan’ın iddialarını okuyalım:
“Allah kimseyi kılıç artığı etmesin. Çünkü devşirmenin kılıcı daha keskin oluyor. Her salladığında aslında kendisine saplamış oluyor.
Kısaca ol hikâye şudur:
O meşhur fotoğrafı herkes bilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün üstü açık bir arabada beyaz uzun sakallı, sarıklı ve pardösülü ilk Dersim milletvekili olan Diyap Ağa ile çekilmiş bir fotoğrafı var.
Bu fotoğraf birçok kesim tarafından Atatürk’ün Kürtlere duyduğu şefkati anlatmak için kullanılmakta.
Diyap Ağa geçmişte Hamidiye Alaylarında milis komutanı olarak Siirt ve Bitlis’te bulunmuş, Mustafa Kemal’in Sivas kongresine destek vermiş ve ilk mecliste yer almış Dersimli bir siyasetçidir.”
“Kılıç artığı” suçlaması başlı başına bir tartışma konusu. Bunu ilerde tartışırız. Fakat, “Hamidiye alaylarında milis komutanı” olması, Siirt ve Bitlis’te bulunması” yönünde bir iddiada bulunması, Dersim ve Dersimlilere karşı hiç de iyi niyetli olmadığını ortaya koyuyor. Bunu hangi kaynaktan öğrendiğini bilmiyorum. Ama tarihimizin düşmanca çarpıtılmış bir sayfasından aldığını tahmin ediyorum.
Amacım Cahit Mervan ile polemik yapmak veya onunla tartışmaya girişmek değil. Nitekim bu iddialar yeni de değil. Amacım tarih çarpıtmalarına karşı Dersimlilerde bir farkındalık bilincinin yaratılmasının önemine ve zaruriyetine işaret etmektir. Yazının yeni olması ve boşa çıkarılması gereken iddialarda bulunması nedeni ile değerlendirmeye konu oldu.
Dönemin Osmanlı arşivlerinden Cahit Mervan’ın iddialarını yalanlayacak bir tutanakta yazılanları aktarmakta yarar var.
Erzincan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim görevlisi Dr. Abdulkadir GÜL “Osmanlı İdaresinin Kızılbaşlığa Yönelik Tutumu (Dersim Sancağı Örneği) adlı bir makalesinde (10.09.2015) şunları söyler ve Başbakanlık Osmanlı Arşiv’lerinden konu ile ilgili olarak bilgiler aktarır. Okuyoruz:
“Dersim’in ileri gelen aşiret ağaları, teşkil edilen Hamidiye Alaylarına kendilerinin de alınmasını talep etmektedirler. Bu aşiretlerin başında Ferhat uşağı aşireti reisi ve meclis-i idare azası Diyap Ağa gelmektedir. Diyap Ağa başkanlığında, birçok aşiret reisinin bu teklifleri geri çevrilse de, isteklerini yeniledikleri görülür. Hatta bölgedeki diğer aşiret ağalarının dâhil olduğu ve müşterek kaleme aldıkları arz ’da “şu an kadar kendilerine verilen her türlü görevleri yerlerine getirdikleri ve bundan dolayı kendilerinin taltif edildiklerini beyan ederek, kendi aşiretlerinden oluşan bir Hamidiye Alayı’nın kurulmasını talep etmişlerdir. Ancak 4. Ordu müşirliği, Dersim mutasarrıflığı ve Mamuratül-aziz valiliği ve Dersaadet arasında bu hususta yazışmalar olmuş ve nihayetinde Dersim Kürtlerinin Hamidiye Alaylarına alınıp alınmamaları hususunda fayda ve menfi yönleri düşünülerek, bu talep kabul edilmemiştir. Dersim Kürtleri ise Yezidi gruplarla kendilerinin aynı kefeye konmamasını ısrarla dile getirmişlerdir” BOA. Y.MTV. 61/18. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Tasnifleri. (BOA.) İstanbul.
Demek ki, Dersimlilerin ve Diyap Ağa’nın Hamidiye Alaylarında yer aldıkları iddiası gerçekçi değil, temelsiz bir iddiadır. Makalenin bir başka yerinde Abdulkadir Gül şunları yazar: “Dersim’de uygulamaya konulan Fırka-i Islahiye uygulamalarından beklenen “aşiretlerin ıslahı”, “merkezileşmek”, “mükellefiyetlerin toplanması” ve “Kızılbaşların Sünnileştirilmesi” şeklindeydi.
Aynı makalede Şakir Paşa ve Zeki Paşa raporlarına atfen şunlar da aktarılır: “…parasız Kur’an-ı Kerim dağıtılması, Şafi olan Kürtler arasından seçilen Nakşibendi şeyhleri, Dersim kıtasına gönderilmeli ve tekkeler tesis edilerek, Kızılbaş halkın Sünnileştirme faaliyetlerine hız verilmelidir….” BOA. ŞD.13/2693
Görüldüğü gibi bırakalım Dersimlilerin imparatorluk destekli alaylara alınması, Dersimliler, Alevi-Kızılbaş kimliğinden ötürü hep “öteki” gösterilmiş, onların Sünnileştirmesi için her tür çaba ve siyaset gütmekten bir an geri durulmamıştır.
Oysa Hamidiye Alaylarının Sünni Kürt aşiret reislerinden ve ileri gelenlerinden oluşturulduğu, ne için ve kime karşı kurulduğu çok iyi biliniyor. Bunun üzerinde uzun uzadiye durmak bu yazının konusu değil. Üstelik, bu konuda yeterince tarihsel kaynak mevcuttur.
“Hayatımızdaki gölgelerin çoğu kendi güneşimizin önünde durmamızdan oluşur.” (Ralph Waldo Emerson)
“İhanet” ve “ihanetçilik”e karşı Dersimlilerin oldukça hassas olduğu biliniyor olsa gerek ki, Dersimliler sık sık bu hassas noktasından vurulmaya çalışılıyor. Bu kavramlar, fark edilmeden tarihimize yabancılaşmanın tuzakları olarak işlev görüyor. Bu nedenle sürekli tedavülde bırakılıyor.
Dünyanın her bölgesinde bunlar yaşanıyor. Evet, Dersim konusunda kullanılan bu ithamların, yaratılan algının, çarpıtılan ve abartılan gerçeklerin manipülasyon ve psikolojik saldırılara malzeme yapıldığını; tarih bilincimizi dumura uğratan tuzaklar olduğunu düşünüyorum. Yıllardır yaratılan havanın, tekrarlanan söylemlerin Dersimlilerde kendi tarihlerine yönelik güvensizlik yarattığını ve bunun tarihsel kopuşa neden olduğunu üzülerek söylemek durumundayım.
Bu konuda kaybettiğimiz tarih bilincini yeniden ayakları üzerine oturtmak, tarihimize ve kültürümüze; Dersim Kızılbaş inancındaki hoşgörü ve sevgi kültürüne karşı farkındalık bilinci içinde olmak; onu sahiplenmek, onunla barışmak vaz geçilmez görevimiz olmalı.
Diyap Ağa’yı sılf Mustafa Kemal ile birlikte çekilen resminden dolayı “ihanet” suçlamasına malzeme yapmak Dersim’e mahsus olsa gerek! Türkiye’nin tüm Türk ve Kürt illerinden Milletvekilleri o meclise girmemiş gibi davranarak tek “suçlu” Dersimli Diyap Ağa imiş gibi bir propagandaya girişmek iyi niyetli bir davranış değildir. Kabul edilemez.
Diyap Ağa’nın M. Kemal ile fotoğrafı üzerinde bitmek bilmeyen bir algı operasyonudur devam ediyor. Resim, neredeyse “ihanetle özdeş” kabul edilmekte! Bu resim öyle bir yorumlandı ve durum öylesine çarpıtıldı ki, sonuçlarının Dersim’e ve Dersimlilere değişik alanlarda olumsuz yansımaları oldu. Sonuçların iki alandaki yansımaları özellikle önemlidir. Sorgulanmaya ve ele alınmaya değerdir.
Birinci olarak: Söz konusu resim etrafında yaratılan fırtına 70li yıllardan yakın bir döneme kadar parlamento seçimlerini boykot eden çevrelerin ve fikirlerin sorgulanmasını engellemiştir. Sürekli, parmakla işaret edilen bu resim, parlamenter araçların kullanılmasının önemini düşün dünyamızdan alıvermiş, şiddetin topraklarımızda yer edinimini beraberinde getirmiştir. Farkında olmadan adım adım şiddet uygulamaları kabul görmeye neden olmuştur.
İkinci olarak: Diyap Ağa’nın resmi üzerinde koparılan yaygara, üretilen sahte “ihanet” söylemleri Dersimlilerin hassasiyetine tuz-biber oldu. Gerek bu resim, gerekse de 1937/38 tertelesinde dillere pelesenk olan yerli-yersiz “ihanet” veya “ihanetçilik” söylemleri yaşanan travmaları daha da derinleştirdi, Dersimliler arasında güven ve dayanışma duygusu son derece zayıfladı. Topraklarımıza ürpertici korkular sindi. Coğrafyamıza ölü toprağı serpiştirildi. Topraklar çoraklaştı, gelişemez ve ürün veremez oldu.
Sonuç itibarı ile bu ithamlarla sivil ve savunmasız insanlar suçlanıp öldürülürken, kimsenin diyecek bir sözü veya cesareti kalmadı. Çünkü Dersimlilerdeki insani hassasiyetler, Dersim Kızılbaş felsefesindeki “zereweşiye” (hoşgörü) kültürü, yaratılan “ihanet” rüzgarı ve oluşan psikolojik ortam nedeni ile çoktan ellerinden alınmıştı. “Öyle ya, ihanetçi iseler, ölümü hak ettiler” denilip ölümleri onaylar durumuna düşürüldük…
“Yanlış trene bindiyseniz koridorda ters tarafa yürümenin faydası yoktur.” Dietrich Bonhoeffer
Yaşanan travmaların bir sonucu olarak, Dersimlilerde gaza gelme ruh hali ciddi bir boyut almıştır. Son yıllarda çeşitli çevrelerce sürdürülen psikolojik saldırı kampanyaları sonucunda önemli sayıda bir Dersimli kitle (özellikle gençler) olumsuz olarak etkilenmiştir. Bunun sonucunda Dersim’de ciddi bir tarihsel bilinç kırılması yaşandı, yaşanıyor. Tarihini küçümseme ve ona karşı güvensizlik duyma olgusu sürdürülen ideolojik saldırıların da etkisi ile maalesef önemli ölçüde bugün de fiili olarak varlık göstermektedir.
Bu yönde yapılmış veya yapılan propagandalar “ihanet” etrafında örülen tuzaklar Dersim’de önemli ölçüde kırılmalara neden olmuştur. Bu tuzak kavram ve ideolojik saldırılar sonucunda zihnimize müdahale edilmiş ve zihnimiz değişik amaçlar doğrultusunda yönlendirilmiştir. Bu tuzakları fark etmek veya bunların farkında olmak önemlidir. O nedenle zihnimizi tüm bu yönlendirmelerden kurtarmaya ihtiyaç var.
Dersimlilerin tarihi ile yeniden buluşmasının zamanıdır. Nitekim yazamadığımız tarihimizi avcılar yazmaya başladı bile. Bu görev onlara bırakılmamalı. Tarihimiz sahiplenilmeli, çarpıtılmasına müsaade edilmemelidir. Bu yöndeki saldırı ve spekülasyonların boşa çıkartılması konusunda tüm Dersimli bireylerin sorumluluk üstlenmesi ve tavır geliştirmesi son derece önemlidir.
“Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü
Nasıl hatırlamasın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.” (Cahit Sıtkı Tarancı)
Şimdi büyüyü bozmanın ve kendimizi yaşamanın zamanı…
Hüseyin Sevinç
31 Mayıs 2017