Türkiye Cumhuriyeti Devleti Dersim’i Yakıyor!
Dersim Yanıyor!
Son on yılın bütün yaz aylarında olduğu gibi, bu yıl da on gün önce Dersimin dört bir yanını çevreleyen yüksek ormanlık bölgelerde, büyük ihtimalle uçaklardan bırakılan yangın bombaları ile başlatılan yangın, yaşam alanlarına doğru yayılıyor. Türkiye Cumhuriyeti devleti Dersim’i yakıyor. Neden?
Türkiye Cumhuriyeti devleti 13 Eylül 1922’de İzmir’in en güzel mahallelerinde bir yangın çıkardı. Bu mahalleler Ermeni ve Rum Mahalleleriydi. Devletin o zamanki yöneticileri tam kadro olarak, İzmir’deki en yüksek bir köşkün terasında içkilerini yudumlayarak yangını seyrediyorlardı. O yangında 180 bin Rum ve Ermeni katledildi. Yediden yetmişe bir halk, en vahşi bir yöntemle kırılıyordu.
Diyorlar ya “devlette süreklilik esastır”; devletin yönetimi ve onun zihniyeti için, İzmir’in yakılan o üç mahallesi ne idiyse, Dersim de odur. İzmir yangınında yanarak ölen 180 bin Rum ve Ermeni, devletin o günkü yönetimi için ne ifade ediyorduysa, Dersim’in bugünkü devlet katında anlamı odur. Dersim’in dört bir yanında yükselen alevler gökyüzünü yalıyor. Orada binlerce tür canlı yok oluyor. Bugünkü vahabi-Selefi sistemin tüm yönetim kademesi; Cumhuriyet yönetim kadrosu gibi, yaktığı Dersim’i, “yalçın ve yırtılmaz sakinlikte” seyrediyor.
Dersim tarihi, dili, inancı, kültürü ve birçok başka renkleriyle farklı bir toplumdur. Bu karakteristik yapısından ötürü; bütün tarih boyunca Türkiye devletince yok edilmesi hedeflenmiştir. Uzun tarihte gerçekleştirdiği katliamlar ve ’37-38 Soykırımı ardışık dalgalarıyla bugüne kadar devam etti. 1993-’94 yıllarında bütün köylerimiz yakıldı/yıkıldı ve dünyanın dört bir yanına sürüldük. Bu saldırı ile Dersim’i boşalttılar ve demografik yapısını neredeyse sıfırladılar. Yakın tarihlerde “Dersim’i bir koloni olarak ele almalıyız, ona göre strateji kurmalıyız” demişlerdi. Bu bakış açısı ve strateji güncelleştirilerek devam ettiriliyor. Bir koloni gibi ele almalarının sonucunda “soykırım”a çıktılar. Keza, yakın tarihte “Dersim bir göl haline getirilmeli”dir diye fetva vermişlerdi. Bugün barajlarla Dersim’i suya gömmüş bulunuyorlar. Barajlar ve HES’lerle Dersim’in endemik yapısını tamamıyla bozdular.
Türkiye Cumhuriyeti ve Vahabi-Selefi iktidar, bu küçük coğrafyayı neden bu denli tehlikeli gösteriyor? Hedeflenen ve yok edilmek istenen sadece o coğrafya değildir. Yoksa bir devlet nasıl olur da, kendi ülkesinin küçük bir kara parçasının ekolojik sistemini bozmak için bu kadar hevesli olabilir? Burada onun bağnaz inanç dünyasıyla, ırkçı-şöven ideolojik yapısyla, tarihi ve tüm maneviyatıyla temelde uyuşmayan bir küçük dünya var, bir Dersim var; yakarak isterik bir huşu içerisinde seyrettiği bütün bu farlılıklardır. Bugün yaktığı bütün bir tarih boyunca ötekileştirdiği bir küçük toplumdur.
O nedenle Dersim’de yakılan sadece orman değil, yakılan insanlık alemi için son derece değerli olan bir tarihtir, kültürdür, özgün bir inanç ve özgün bir dildir. Dersim yanmıyor. Yangın bir kaza sonucunda da oluşmadı. Dersim son on yıldır her yaz aylarında kasıtlı, planlı ve rutin olarak yakılıyor. Bu saldırlar, Dersim’i yok etmenin son rötuşlarıdır. Evet Türkiye Cumhuriyeti devleti, Dersim’i yerküreden kaldırmak için yakıyor.
Bu yetmedi, korkunç bir yalan makinasıdır çalışıyor. Nasıl ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları İzmir’in iki Ermeni ve Rum Mahallesi ile Avrupalıların yaşadıkları Frenk Mahallesi yangınları hakkında ‘Ermeniler çıkardı’ diye kapsamlı ve yoğun bir manipülasyon yürüttülerse, günümüz iktidarı da, bir coğrafi bölgeyi tüm canlılarıyla birlikte yakıyor olmanın gerekçelerini örgütlüyor. Denetimindeki yüzlerce ve binlerce iletişim araçlarıyla bunları dünya kamuoyuna manipüle ediyor. Dersimi ve doğasını yakma vahşetine meşruiyet kazandırıyor. Gerekçe olarak, “dağlarımızda silahlı gruplar”ın dolaşmasını gösteriyor. Silahlı grup ya da grupların olması, bir coğrafyanın ekolojik sistemini bozmaya ve onu yok etmeye asla gerekçe olamaz. Yalan makinası son hız işlemeye devam ediyor. Tünceli Valisi “orman yangını yok”, “örtü yangını var” diye dünyaya açıklama yapıyor. Bununla dünyanın demokratik komuoyunu yanıltıyor. Alevler tüm Dersim semalarını yaladığı halde, devletin valisi buna “örtü yangını” diyebiliyor. Yani yanan o dağlardaki ‘ot’lardır diyor.
Avrupa’nın herhangi bir doğa, çevre ve insan hakları savunucusu bir kurumundan insanların yangınları yerinde incelemeleri durumunda, devletin ve onun bürokratının yalanları tüm çıplaklığıyla görülecektir. Yok etme yalan sağanağı karşısında Dersim’in yalnız bırakılmamasını istiyoruz.
Dünyanın ve Avrupa’nın doğa, çevre ve insan hakları savunucuları, demokrasi ve fikir özgürlüğü isteyenlerin Dersimde yaşanan insanlık dramına seyirci kalmaması gerektiğini söylüyoruz. Savaşsız bir dünya özlemi taşıyanlar birey ve topluluklar; nasıl ki, bugün dünyanın herhangi bir bölgesindeki insanlık dramına seyirci kalınamıyorsa, aynı duyarlılıkla Dersim’in yakılmasına da seyirci kalınmamalıdır. Dersim özgülünde yakılan ve yok edilmek istenen insanlığın ortak tarihsel hafızasıdır.
Dersim toplumu savaş istemiyor. Savaşsız bir ortamda, kadim topraklarında, özgün toplumsal yapısını korumak ve yaşatmak istiyor. Yıllardır Dersim’de yürütülen savaş ve şiddetin Dersime ve Dersimlilere herhangi bir getirisi veya kazancı olmamıştır. Dersim bitmekle, boşaltılmakla, tükenmekle; kısacası yok olmakla karşı karşıyadır. Dersim halkı, şiddetin, silahın, çatışmanın gölgesinde yaşamak istemiyor. O nedenle dağlarımızın savaş uçaklarıyla bombalanmasına son verilmelidir. Dersim halkı için korku, sindirme, psikolojik harb ve tam bir kabus durumuna gelen operasyonlar durdurulmalıdır. Dersim’in, şiddet sarmalından uzak; barış ve huzur içerisinde yaşanılır bir bölge olmasını istiyoruz.
Buradan Avrupa’nın demokratik kamuoyunu özlem ve taleplerinde biz Dersim toplumunun çığlığını duymasını arzuluyoruz.
13.08.2017
Dersim Meclisi – Avrupa
Munzur Çem’in “Dersim 1937-1938: Kız Çocukları Ve Gerçekler” yazısına dair
Biliyoruz ki; Dersim toplumunun yaşadığı travmalar üzerine henüz bilimsel çalışmalar yapılabilmiş değil. Tarih, kültür, inanç, etnisite, Tertele gibi tarihsel konular ve ekonomik, sosyal, siyasal, ekolojik alanlarda yetersiz de olsa bazı çalışmalar yapılmaktadır. Ancak bu çalışmalar henüz çok parçalı ve güncel politik kaygılarla yapıldığı için “kolektif hafıza”yı öremediği gibi “kolektif bilince” de dönüşemiyor. Parçalı, reaksiyonel ve rekabetçi bir düşünüş tarzıyla bu sorunları çözmek olanaklı değildir. Bu nedenle her etnik, inanç veya düşünsel kimlikte Dersimlinin önce kendiyle, düşünüş tarzıyla hesaplaşarak ve gerçeklikle yüzleşerek köklü bir hakikat arayışına girmesi gerekir.
Kazım Gündoğan
Anıl Mert Özsoy’u “Vank’ın Çocukları” Belgeseli’mizin İstanbul Galası’nda tanıdım. Kavrayışı yüksek, analiz yeteneği güçlü ve toplumsal, tarihsel konulara son derece duyarlı bir gazeteci… Benimle Gazete Duvar için bir röportaj yaptı. Saatler süren karmaşık bir söyleşiyi başarılı biçimde rafine ederek “Dersim’in Ermeni Kızları Nerede?” başlığıyla yayınladı. Çok değişik toplumsal kesimlerden pozitif değerlendirmeler yapıldı ve sorular soruldu. Bu sorularla bir kez daha görüldü ki, “Dersim Tertelesi” hakkında hâlâ çok az şey biliniyor. Pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da “resmi ideoloji” ve “resmi tarih” tezinin düşünüş normları hala oldukça etkin. Keza, Dersimli düşün insanlarının bile Dersim’in temel meseleleri hakkında henüz ortak bir yaklaşım/görüş oluşturmaktan uzak oldukları görülmektedir.
Hakikati yok eden veya içini boşaltan devletin, “ideolojik aygıtları” düşün dünyamızı önemli oranda etkilemeye devam etmektedir. Hakikatle ilişkimize, onu analiz etme ve sentezimizi üretme konusunda henüz olunması gereken yerde olmadığımızı belirlemekle başlamalıyız. Bu anlamda kişisel, toplumsal gerçekliğimiz ve düşünüş tarzımızla yüzleşmeden bu kısır döngüden çıkmanın olanaklı olmadığını görmek durumundayız…
Gazete Duvar, haberciliğin yanı sıra kısa zamanda tüm bu konuları tartışmada önemli ve kıymetli bir düşün platformuna dönüştü; emeği geçenlere teşekkür ediyorum.
Bu düşün platformunda benimle yapılan röportaj hakkında Dersim üzerine kıymetli çalışmaları olan Sayın Munzur Çem “Dersim 1937-1938: Kız Çocukları ve Gerçekler” başlıklı bir değerlendirme yazdı. Son derece olgun, saygılı ve düşünsel yanı ön planda olan bir değerlendirmeydi. Kendisine teşekkür ederim. Üzerine düşündüm, sorular sordum ve düşüncelerimi hem Gazete Duvar okurlarıyla, hem de Munzur Çem ile paylaşmanın (biraz gecikmiş de olsa) yararlı olacağı sonucuna vardım.
Elbette çok uzun ve değişik konu başlıkları olan bir değerlendirmenin detayına girmeyeceğim. 5 başlık halinde konunun ana fikri ve Sayın Çem’in düşünüş tarzı üzerinde durmaya çalışacağım. Umarım bunu başarabilirim…
Munzur Çem’den bir aktarmayla başlayayım:
1- Gündoğan’ın 1937-38 Dersim soykırımının kamuoyuna mal edilmesinden bahsederken kendi çalışmalarını sürekli merkeze koymaya çalışmasıydı.” M.Ç.
Konunun bu yanı üzerine yazmak hoş olmasa da madem kamuoyunda tartışılır hale getirildi o halde birkaç şey söylemek durumundayım. Zira bu bireysel ve toplumsal hafızamız ve düşünce üretme tarzımız bakımından önemlidir. İnanıyorum ki; Sayın Çem eğer bunları yazmadan önce Dersim soykırım tartışmalarının hangi tarihte ve nasıl başladığına dair bir araştırma yapmış olsaydı; hem ne dediğimiz doğru anlaşılır, hem de hakkımızda böyle bir iddia da bulunmazdı diye düşünüyorum.
Söz gelimi; Sayın Çem ve onun gibi düşünenler 27.09.2009 tarihli Sabah gazetesinin manşetine, devam eden günlerdeki Milliyet gazetesi, Radikal gazetesi ve CNNTÜRK televizyon programlarına bakarak bu gerçeği öğrenebilirlerdi.
Evet, açıklıkla ifade etmek ve bir kez daha altını çizmek istiyorum. 1937/38 Tertelesi’nden sonra Dersim konusu merkez medyada neredeyse hiç yer almadı. Türkiye kamuoyunda tartışılmadı. Medya, akademi, kültür – sanat, siyaset dünyasında başlı başına hiç tartışılmadı. (Tartışıldıysa da bilmiyorum. Şayet biliyorsanız iddia/görüşünüzü kanıtlamak için bir örnek vermeniz yeterli olur…) Bizim “72 yıl sonra ilk kez konuşulmaya/ tartışılmaya başlandı…” dediğimiz gerçeklik budur. 2009-2010 ‘da “en çok tartışılan ve tartışma yaratan belgesel film; İki Tutam Saç-Dersim’in Kayıp Kızları” olarak hakkında onlarca makale yazıldı, yüzlerce haber yapıldı. Siz ve sizin gibi düşünen bazı Dersimliler dışında herkes bunları gördü, söyledi ve yazdı. Keza ikinci belgesel filmimiz Hay Way Zaman, 50’nci Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Belgesel Film dalında Jüri Özel Ödülü (2013) aldığında, “Dersim davasını” ödül töreninde dünyaya naklen duyurduğunu biliyor olmanız gerekirdi.
“Dersim’in ilk uluslararası ödüllü belgesel filmi”ni ve Dersim’in Kayıp Kızları araştırmasını yapanlar olarak kişisel bir duygudan çok Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanındaki Dersimlilerle birlikte Dersim Tertelesini dünyaya duyurmanın gururunu, onurunu yaşadık. Bu kişisel bir kazanım değildir; Dersimlilerin kazanımıdır…
2- “Ancak Dersim ile ilgili tartışmaların bu çalışmadan sonra yeniden başladığı tespiti Kürt kamuoyu bakımından doğru değil. Bir kere Kürtler şöyle veya böyle, 1950’lerden bu yana, entelektüel düzeyde sürekli olarak bu olay ile yüz yüze, iç içe yaşadılar ve bu durum bugün de devam etmektedir.” M.Ç.
Doğrudur çok az sayıda entelektüel (Kürt, Türk, vd ) “Dersim isyanı” hakkında konuşmuş ve yazmıştır. 2000’li yıllara kadar N. Dersim’i, M. Anter, U. Mumcu, İ. Beşikçi, Ali Arslan, K. Burkay, M. Çem, M. Bayrak, H. Göktaş, Ş. Aslan ve daha başkalarını da sayabiliriz.
Müzik alanında pek çok sanatçı, sinemada Çayan Demirel ve başkaları… Hepsi kıymetli çalışmalar yaptılar… Röportajda bu içerikte bir soru sorulmadığından bunları belirtme ihtiyacının duyulmamış olması onların emeğinin yok sayıldığı anlamına gelmez/ gelmemelidir. Böyle anlaşılabilecek bir anlatım varsa özür diliyorum.
Ancak anlatılan başka bir şeydir;
Birincisi; 1950’lerden beri çeşitli dönemlerde bazı çalışmaların olması sorunun Türkiye kamuoyunda tartışıldığı veya bilindiği anlamına gelmez.
İkincisi; Biz “Kürt, Türk” kamuoyu ayrımını yapmadan, Türkiye kamuoyundan bahsediyoruz.
Üçüncüsü; İyimser bir yaklaşımla bunların hemen hepsi N. Dersim’inin “Dersim Kürt İsyanı” düşüncesini kısmen veya tamamen benimseyen kişilerin yaklaşımlarıdır.
Dördüncüsü; Bu çalışmaların çoğu, ilgili politik çevrelerin sınırlarını aşıp, Türkiye kamuoyuna ulaşabilen çalışmalar değildir.
Beşincisi; kamuoyuna ulaşması bakımından yazınsal üretimler ile görsel üretimler arasında çok ciddi bir fark vardır. Bunda sinemanın etkisinin yanı sıra konuyu “Dersim isyanı” bağlamından çıkarıp “Dersim katliamı” bağlamına oturtulması başlı başına yeni bir durumdur.
Altıncısı; “Bir topluluğun çocuklarını zorla başka bir topluluğa nakletmek” BM soykırım kriterlerinden biridir. “Dersim’in kayıp kızları” çalışması bu gerçeği açığa çıkardı ve kavramsallaştırdı. Dersim Tertelesini “kadınlar ve çocuklar” üzerinden tartışılmasını sağladı.
Yedincisi; Dünya’da pek çok katliam, soykırım vb. sinema üzerinden, özellikle belgesel sinema üzerinden gündeme gelmiş ve tartışılmıştır.
Sekizincisi; Biz sadece sinema yapmak için yola çıkmadık. Dersim katliamına dair gerçekleri ortaya çıkarma ve bunları dünyaya anlatma hedefiyle çalıştık. Merkezi medya, akademi, kültür-sanat, siyaset dünyasına yönelik özel çalışmalar yaparak “Dersim katliamı” gerçeğiyle buluşmalarını sağladık.
Dokuzuncusu; Bu kapsamdaki çalışmada, “resmi ideoloji”nin etkisindeki toplumsal kesimlere yönelik olarak ilk kez, “Dersim isyan değil, katliamdır” tezi politik argümanlarla değil, sanatsal imgelerle ve insan öykülerinin gücüyle anlatılmış oldu.
Onuncusu; Elbette siyasal konjonktürün elverişli olmasının da bunda payı vardır. Demokratik Kürt mücadelesinin geldiği aşama ve egemen sınıflar arası çıkar/iktidar mücadelesi nedeniyle oluşan ortamı doğru değerlendirdik.
Öte yandan; toplumsal hafıza ve hakikatin görülmesi açısından önemli gördüğüm için şunu da belirtmeliyim. Kimisi Dersim katliamı tartışmalarının, Kasım 2009 da CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in “Dersim’de analar ağlamadı mı?” sözleriyle başladığını, kimisi de 2011’de dönemin Başbakanı R.T. Erdoğan’ın “Dersim’de isyan olmamıştır, katliam yapılmıştır” itirafı ve “özür” konuşmasıyla başladığını düşünebilir. Oysa 2009 Eylül ve Ekim ayının gazetelerine ve televizyon programlarına bakıldığında gerçek açıkça görülebilir.
3) “…1937-38 soykırımı için yapılan “kızılbaş soykırımı” ya da “Alevi soykırımı” terimleri gerçeği yansıtmıyor. Kuşkusuz, Türk devleti, Alevilikten hoşnut değildi,(…) Ve kuşkusuz bir inanç olarak Aleviliğin asimile edilip bitirilmesi de devletin hedefleri arasındaydı ama onun o yıllarda Alevilere karşı fiziki yok etme tarzında bir politikası yoktu. Bu bakımdan, asıl neden Dersimlilerin Kürtlük’leriydi. Nitekim Kürtler her yerde kırıma uğrarken, Dersim dışındaki Aleviler (Bektaşilerle Nusayriler dahil) böyle bir durumla yüz yüze gelmediler.” M.Ç
Dersim tartışmalarında esas meselenin burada olduğunu düşünüyorum. Kürt düşün insanlarının çoğu Sayın Çem gibi düşünüyorlar. Yani Kürt Tarih Tezi… Aktardığım paragraftaki mantıkla Dersim Tertelesi’ni anlamak, tartışmak ve ortak sonuçlara varmak hayli zor görünüyor. Çünkü böyle düşünmek;
Birincisi; Kemalistlerin İttihat ve Terakki (İ.T.) ve Osmanlı ile ortak ideolojisini, devlet aklı/ geleneğini tarihsel bağlamından koparmak olur.
İkincisi; Kürtlerin Lozan’a kadar, Hilafetçi Osmanlı ile (dolayısıyla İslamla) onu devam ettiren İ.T ve Cumhuriyetçi kadrolarla tarihsel bir sorunu (Osmanlıda bazı sorunlar yaşansa da) yoktu.
Üçüncüsü; Kemalist cumhuriyetin kuruluş ideolojisi iki temel kaynaktan beslenir; Irk ve din… Dolayısıyla Türkçülük ve İslamcılık.
Dördüncüsü; Tertele döneminde Türkçülüğün azami 50 yıllık bir geçmişi varken, İslamın 1400 yıllık, hilafetçi Osmanlı’nın 500 yıllık bir siyasal geçmişi vardı.
Beşincisi; Dolayısıyla “Kürt sorunu” henüz yokken “Kızılbaş/Alevi sorunu” İslam’la birlikte ve daha politik halde 1514 yılından beri vardı ve neredeyse Osmanlı’nın “başlıca sorunu” olarak görülüp sürekli katliamlarla çözülmeye çalışılmıştı.
Altıncısı; Bu bağlamda Kemalistler Lozan’la birlikte tapusunu aldığı devleti Türk-İslam ideolojisi üzerinden inşa etmeye başladılar. Irk olarak herkes Türk, din olarak herkes Sünni İslam olacaktı.
Yedincisi; Bunun için öncelikli olarak “Kızılbaş meselesi” çözülmeliydi… 1925 yılında çıkarılan, “tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunu” ve devamında Sünni İslamı devlet eliyle örgütlemeyi amaçlayan, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması, öncelikli sorun hakkında yeterince bilgi vermektedir.
Sekizincisi; 1925 yılında çıkarılan Şark Islahat Planı incelediğinde Türklüğe adapte edilmesi gereken unsurların başına Kürtler konulurken, Sünni İslama adapte edilmesi gerekenlerin başına da Kızılbaşlar’ın konulduğu açıkça görülebilir.
Dokuzuncusu; Bir ulusun en belirgin var olma aracı dili ve kültürüdür; başta Kürtçe, Zazaca olmak üzere “diğer diller” yasaklanır.
Onuncusu; Bir inancın da en belirgin var olma aracı inanç ritüelleri ve sembolleridir. Aynı biçimde ve benzer sertlikte Kızılbaşlar’ın inanç mekanı olan tekkeler kapatılır, pirler, mürşitler tutuklanır, ibadet sembolleri ( bağlama vb) yasaklanır, toplatılır ve evinde bulunduranlar ağır biçimde cezalandırılır.
On birincisi; Bu hakikate rağmen devletin “Alevilere karşı fiziki yok etme tarzında bir politikası yoktu” demek devletin kuruluş felsefesini bütünlüklü anlamamak ve Kızılbaş/Alevilerin yaşadıkları zulmü tarihsel bağlamından koparmak olur. Sayın Çem’in iyi niyetinden ve vicdanından kuşkum yok; ancak düşünüş tarzındaki “ulusçu” etkiler nedeniyle uluslaşma öncesi “ kimlik sorunları”nı bütünlüklü olarak göremediğini düşünüyorum. Bu nedenle 1937/38 Tertelesi için “Asıl neden Dersimlilerin Kürtlük’leriydi” derken son derece sübjektif ve parçalı düşünmektedir.
On ikincisi; “Nitekim Kürtler her yerde kırıma uğrarken,” dediği nokta tam da parçalı ve abartılı olduğunu gösteriyor. Evet, Şıx Sait ile başlayıp 1930 lara kadar devam eden süreçte Kürtler katledildi. Hem de vahşice. Ama iddia ettiği gibi “her yerde” olmadı. Kendisinin de belirttiği gibi “Piran’da, Sason’da, Mutki’de, Zilan Vadisi’nde ve Ağrı’da” oldu… Mardin, Urfa, Van, Bingöl, Diyarbakır, Bitlis, Siirt’in bütününde katliam olmadı diye, “Devletin Kürtlere yönelik özel bir imha politikası yoktu” diyebilir miyiz?
On üçüncüsü; Dersim dışındaki Kızılbaş/Alevilerin bu kapsamda bir katliamla yüz yüze gelmedikleri doğrudur. Tıpkı diğer yerlerdeki Kürtler gibi… Bunun özgün nedenleri üzerine;
1) Dersim’in inanç bakımından esasen Kızılbaş (İslam dışı) bir yapıya sahip olması. 2) Dersim’in Kızılbaş inancında “Serçeşme” (ana kaynak) işlevi gören pek çok “Ocak’ın merkezi olması. 3) İslam’ın tüm saldırılarına rağmen “tek tanrılı dine” yani İslam’a dahil edilememiş olması. 4) Tüm bunlar nedeniyle “Osmanlı’dan devralınan bir çıban” olarak tanımlanması. 5) Hiçbir yerde korunamayan Kızılbaş inancın en rafine ve şuurlu yaşandığı tek coğrafya olması. 6) Kızılbaşlık inancının yanında Hristiyan (yoğun olmasa da) topluluğun var olması. Ve 7) İsmet İnönü’nün 1935 de dikkat çektiği “kısmen Kürtlük şuurunun gelişmesi”nin yansıra daha pek çok özgün neden söylenebilir.
On dördüncüsü; Neden diğer Kızılbaş/Alevilere yönelik katliamlar yapılmadı sorusunun yanıtını yukarda verdim. Şunu da eklemekte yarar var: Çünkü diğer yerlerdeki Kızılbaş/ Aleviler 1514’lerden itibaren adım adım İslamla ve devletle çeşitli biçimlerde ilişkilendirilmişti… O haliyle bile “Aleviler sorun” ( Osmanlı dönemini saymazsak; Maraş, Çorum, Sivas vb olduğu gibi) olarak görülmeye devam edildi/ediliyor.
On beşincisi; Dersim Tertelesini incelediğimizde hedef seçilen; fiziki olarak yok edilen, sürgün edilen, köyleri yakılanlar arasında Şafi Kürt, Sünni Zaza ve Sünni Türk’ün olmaması aslında her şeyi anlatıyor. Sizce de bu düşündürücü değil mi?
4) “Kuşkusuz, burada yapılan “Kürt Tarih Tezi” tanımlaması ve ona bağlı olarak söylenenler de gerçekçi değil. Kürtlerin 1937-38’de Dersim’de olanları ille de isyan olarak göstermek gibi bir çaba içerisinde gösterilmeleri en azından bir mantık zorlamasına işaret eder.” M.Ç.
Benim anlatımlarımda “Kürt Tarih Tezi” tanımlaması genel kullanılmaktadır. Sadece Dersim için kullanılan bir tanımlama değildir. Dersim konusunda da başta N. Dersim’i olmak üzere Sayın Çem’in isimlerini belirttiği hemen herkesin, ilk dönemlerde yazdığı kitap ve makalelerde esas olarak “Dersim Kürt İsyanı” olarak tanımlanıyor olmasının bir anlamı vardır… Bunun birinci kaynağının N. Dersimi olduğunu da hepimiz biliyoruz. Elbette Sayın Çem gibi tek tek bireyler 1990’lı yıllarda “İsyan değildir” demiş olabilirler. (Denildiyse bu aynı zamanda köklü bir N. Dersim’i eleştirisi yapmayı gerektirir, böyle bir eleştiri veya özeleştiri var mı bilemiyorum?) Ancak ben kişilerden değil, Kürt siyasi hareketlerinin kurumsal yapılarından bahsediyorum. O süreçte “İsyan değildir” diyen ve bunun düşünsel mücadelesini veren bir politik harekete rastlamadım, bilmiyorum… (Elbette benim bilmiyor olmam olmadığı anlamına gelmez. Varsa yazmanız rica ediyorum.)
Bilmenizi isterim ki; biz yaptığımız araştırmalarla 2007’lerde “isyan değildir” dediğimizde gerek sol hareketlerin, gerekse Kürt hareketinin bize yaklaşımı son derece negatif ve sert oldu. Bu sertliğe karşı biz, “evet anlıyoruz sizi, yıllarca isyan olarak bildiğiniz ve yücelttiğiniz bir görüşün doğru olmadığını kabullenmek kolay değildir. Biz ‘isyan değildir’ sonucuna vardığımızda benzer sarsıntıları (ki bizim ulaştığımız somut bilgi ve belgelere ulaştığınızda inanıyoruz ki siz de ‘İsyan değilmiş’ diyeceksiniz dedik”) yaşadık. Hakikatle yüzleşmek kolay değildir elbet. Nitekim 2009/2010’lu yıllardaki Dersim tartışmalarıyla aynı çevreler çok hızlı biçimde “Dersim isyan değil, Kürt soykırımdır” demeye başladılar. Bu noktaya gelinmesi iyiydi elbet. Keşke özeleştiriyi merkeze koyan dönüşüm süreci yaşanabilseydi.
Sayın Çem hatırlayacaktır; Ankara’da Dersim 1937/38 Ortak Bellek Platformu’nun düzenlediği ve ikimizin de konuşmacı olarak katıldığımız konferanstaki sunumumda Dersim’de neden isyan olmadığını anlattıktan sonra “isyan olmadığı gibi Sey Rıza da bir isyan lideri değildir” demiştim. Kürt siyasetinden bazı arkadaşlar öfkeyle, “Kazım arkadaş Seyit Rıza şahsında değerlerimize saldırıyor” biçiminde sert eleştirilerde bulunmuşlardı… Sayın Çem’in bu duruma tavırsız kalması dikkatimden kaçmamıştı…
5) “… Dersimlilerin ise bütün Osmanlı tarihi boyunca “Ekrad” yani “Kürt” diye adlandırıldıklarını da yeri gelmişken belirtelim. (…) Onun yaptığı sıralamaya bakarsanız, “Kızılbaş Aleviler”i ayrı bir etnik grup olarak kabul etmek gerekir.” M.Ç
Osmanlı tarihinde “Ekrad” (Kürt) tanımlaması vardır elbet. Bunu biliyoruz ve belirtmekte hiçbir sakınca yok. Ancak; “Kürt” kavramının yanı sıra “Zaza”, “Ermeni”, “Kızılbaş”, “Hristiyan” kavramlarının kullanıldığını da belirtmezsek hem gerçeği yok saymış oluruz, hem de son 150 yıllık “ulusçu görüş açısı”nın ötesine geçemeyiz ve Dersim’in tarihsel, toplumsal gerçekliğini bütünlüklü ve doğru anlayamayız; tanımlayamayız. Ulus ve uluslaşma öncesi Osmanlı’da halklar, milletler esas olarak “etnik kimlik”le değil, din ve inanç kimlikleriyle tanımlanırdı. Söz gelimi; Osmanlı tahrir defterlerini açıp baktığımızda Dersimde üç toplumdan/ kimlikten bahsedilir. Hristiyanlar, Kızılbaşlar, Müslümanlar gibi… Türk, Kürt, Arap, Rum, Ermeni gibi milleti ifade eden kavramlar ise ayrıntıda kullanılırdı…
Dolayısıyla “kimlik” denilince 150 yıllık bir hafızayla “etnik kimlik” tanımlamasının ötesine çıkamayan bir görüş açısı, “ulus öncesi” kimlikleri de, toplumları da yok sayma yanlışlığına düşer. Bu yanlış tekçi ve ulusçu bakış açısını mutlaklaştırır…
Bu mutlaklaştırma benim, “Kızılbaş/Alevileri ayrı bir etnik grup” olarak gördüğüm sonucuna vardırır. Oysa burada ki problem bende değil; Sayın Çem’in “etnik kimlik” dışında diğer “kimlik” tanımlamalarını yok saymasındadır. Yanı sıra çok dilli, çok inançlı, çok etnik kimlikli toplumsal yapıyı “Kürtlük” ile tek ulusçu düşünüş kalıplarına hapsetmesidir. Elbette, Kızılbaşlık/Alevilik bir “etnik kimlik” değildir. Ancak bir “inanç kimlik”dir. Dersimlilere etnik kimlik üzerinden “Kürt müsün, Türk müsün, Zaza mısın?” sorusu sorulduğunda özellikle yaşlıların çoğunluğu “Biz Kırmançız/Aleviyiz” yanıtı verirler. “Ulusçu” arkadaşlar bunu anlamakta zorlanıyor, hatta onları asimile olmakla suçluyorlar. “Alevilik’de bir kimlik olabilir mi, ya Kürt’sün, ya Türk’sün” demişti Özgür Politika yazarı Ahmet Kahraman… Bu konuda Bir Gün Gazetesi’ne yazdığım “Dersim Üzerine ‘Yaralı’ Tezler” isimli makaleye bakılabilir.
Sonuç olarak; Sayın Munzur Çem’in düşünüş tarzı ve vardığı sonuçların çoğuna katılmasam da benzer tartışmaları ve bu tartışmayı anlamlı ve geliştirici bulduğumu belirtmek isterim. Biliyoruz ki; Dersim toplumunun yaşadığı travmalar üzerine henüz bilimsel çalışmalar yapılabilmiş değil. Tarih, kültür, inanç, etnisite, Tertele gibi tarihsel konular ve ekonomik, sosyal, siyasal, ekolojik alanlarda yetersiz de olsa bazı çalışmalar yapılmaktadır. Ancak bu çalışmalar henüz çok parçalı ve güncel politik kaygılarla yapıldığı için “kolektif hafıza”yı öremediği gibi “kolektif bilince” de dönüşemiyor. Parçalı, reaksiyonel ve rekabetçi bir düşünüş tarzıyla bu sorunları çözmek olanaklı değildir. Bu nedenle her etnik, inanç veya düşünsel kimlikte Dersimlinin önce kendiyle, düşünüş tarzıyla hesaplaşarak ve gerçeklikle yüzleşerek köklü bir hakikat arayışına girmesi gerekir. Birikmiş tarihsel ve toplumsal sorunları, “benim doğrum” ile açıklamaya çalışmanın ne kadar yıkıcı, tüketici ve ötekileştirici olduğunu, sorunları çözmek yerine yeni sorunlar yarattığını görüyoruz. Bütün bunların yanı sıra, “Dersimlilerin sorunları” gibi duran sorunların, aslında sadece Dersimlilerin değil, tüm etnik ve inanç kimliklerinden demokrasi güçlerinin sorunu olduğunu, dolayısıyla “birlikte çözme” bilinciyle hareket etmenin doğru olacağını düşünüyorum.
Bütün mesele kimlikleri, kişilikleri, düşünceleri saygıyla karşılamak ve etik değerleri büyüterek, koruyarak tartışabilmektir.
İnsanları kimliklerinden ötürü ayrıştırmak çağımızın hastalığıdır; buna karşı çıkmalıyız. Ancak doğru ile yanlış, iyi ile kötü ayrımı yapabiliriz. Bunu yaparken de akıl, vicdan ve adalet normlarından uzaklaşmadan; birlikte ve birbirimizden öğrenerek…
Seneca’nın dediği gibi; “İnsanlar ders verirken ders alırlar.”
Kaynak: www.gazeteduvar.com.tr
Dersim Bir Tretoryal (Bölgesel) Kimlik Olabilir mi? Kimlik Tartışması Üzerine – Selman Çiman
“Özgürlük, onu savunma cesaretini taşıyanların hakkıdır.” Pericles
Kimlik ile ilgili tartışmalar yaklaşık ikiyüz yıldır sosyal bilimler dünyasında sürmektedir. Peki kimlik konusu nasıl oluyorda bu kadar karmaşık bir sorun ki sosyal bilim ve siyaset alanının büyük bir problemi haline gelebiliyor. Georg Simmel ‘indedigi gibi “sosyal bilimciler, herhangi bir teorik bakış açısını benimsemeden, riskler almalılar”; sosyal bilimciler doğru sorular soran birer problem kurucu rolü olmalı ki gelişimin ve bilimin dinamigini burdan yakalayabilsinler.
Kimlik tanımında, gelinen aşama ve genel kabul gören temel kriter ve yöntem, bir toplumun kendisini nasıl tanımladığının temel referans olarak kabul edilmesi ve objektif veri olarak alnımasıdır . Bu tanımlama “biz” şeklinde ifade edilen bir aidiyet ve kimlik bilinci, tanımlanmayan bir tarihsel süreç içinde, kültürel, sosyal, ortak ruhi durum, değerler ve normların doğal bir gelişim sürecinde kodlanması ve şekilenmesidir. Masum ve küçük bir sözcük olan “biz”, seçilen sembollere, soyutlamalara, fikirlere, sözcüklere ve hareketlere anlamsal bir birliktelik kazandırır. Bu birlikteliğin büyük kısmını anlamsal uzlaşmaya, hata yalnış anlaşılmalara da dayandırılabilinir. Kimliğe bağlı davranışlar, “biz” dedigimiz noktadaki hali ile kimlik bir özdeşleşme opsiyonu içeriyor ve kimliğin toplumsal boyutunu işaret ediyor.
Toplumsal kimlik bize ait bir şey değil, biz tam tersine o kimliğe aittiz ve bu durum gönülü bir sahiplenmedir. Her toplumsal formasyonda özgül, başka şekilenen bir tarihsel arkaplan olduğunu, bunun da toplumda genel bir bilinç oluşturduğunu görmek gerekir. Bazen bu saydığımız faktörler artabilir ya da eksilebilir de; anlaşılması gereken temel nokta, sosyal fenomenlerin belli tanımsal kalıplara konulamayacağı gerceğidir. Aidiyet, ait olma dediğimiz ilişki bizimle bir anlamlar evreninde kuruluyor ve kültürel zeminde kendini üreterek şekilleniyor. Aidiyet insanın vazgeçilmez unsurlarındandır ve dış etkilerden kaynaklı oluşmaz. Claude Levi-Strauss’un dediği gibi “kimlikte inşa süreci bir karşılıklar ilkesi üzerinde kurulur ve kendi içinde bir değerler, normlar sistemi oluşturur”. “Öteki” kavramı da bu karşıtlık üzerine şekilenen bir tanımdır.
Dersim, limitleri alevi toplumunun demografisinin yaşam alanı olarak tanımlanan bir coğrafya olarak genel bir önkabul görmektedir. Kendisini çevreleyen etno gruplarla bazı benzerlikleri olsa da, kendisine özgü bir toplum ve en çok da “kendisine” benzeyen bir toplumdur.
Sosyal teoride en sorunlu yaklaşım ise, genelemeler yapmak, tanımlar ve kalıplar oluşturmaktır; sosyal olguları ve toplumsal süreçleri bu tanımlar üzerinden açıklamaya çalışmak veya önkabulu yapılan teoriye zorlamak determinizmdir. Oysa sosyal teori spesifik ve kognitif verilere dayanan çeşitli kantitatif bilimsel araştırma metodolojik yöntemleri kullanılarak, degişkenlerin bir çok açıdan birbiri ile ilşkisini anlamak, farklı koşullarda farklı sonuçların çıkabıleceğinin analitik sonuçlarına varmaktır. Kimlik çalışmaları çok daha karmaşık ve içiçe geçen girift sosyal, kültürel, politik ve tarihsel süreçlerin objekif analizlerinin yapılması ve bu bilim disiplinlerinin birbiri ile ilişkisinin analitik bir sentezi yapılmasıyla ancak mümkündür. Bugüne kadar Dersim toplumunun ”eylemindeki nedenselik” davranışsal kalıplar üzerine Max Weber’in deyimile “anlama” temelinde, sosyolojik analizler yapma ekseninde bilimsel çalışmalar ve yaklaşımlar görmek nerde ise yok denecek kadar azdır. Karl Popper’in işaret ettigi gibi; “kendi doğrularımızı kanıtlamaya uğraşmak kadar, yalnışlayacak kanıtlarda aramak gerekli”. Yoksa ampirik dünyayı kendi dünyamıza uydurma çabası olarak, toplumsal dünyayı kendi siyasi teorilerimizi destekleyecek bulgular arayarak yorumlarız.
Ayrıca bir toplumun kimlik yapısı hakkında yargıda bulunmak, politik fikir angajmanlarından dolayı bazı önyargılı tanımlar yapmak bir çok açıdan sorunlu ve etiğe uygun degildir. Nedir bu etiğe uygun olmayan? Aydınlar, politikacılar bir topluma kimlik tayin edemezler, bu yönlü bir sorumlulukları ve görevleri de yoktur; ayrıca bu ahlaki bir durumun ikinci bir boyutu da kimlik atfedilen topluma karşı büyük bir saygısızlıktır ve dayatma içermektedir. Her dayatmanın bir şiddet ve zor içerdiğini, bu dayatmacı yaklaşımın faşizime varabileceğinin sayısız örnekleri tarihte vardır. Ayrıca, kimlik konusu politikanın direkt bir alanı değildir, fakat politikacılar kimliklerin kültürel ve siyasi haklararı üzerine siyaset yapabilirler.
Neden böylesine uzun bir giriş yazısı yazmak zorunda kaldım? Çünkü Dersim kimliği üzerine yapılan tartışmalar yukarda söylediğimiz temel kriterlerden uzak, real durumu anlamak konusunda tutucu ve resmi tarihin getirdiği ezberlerin tekrarı şeklınde yapıldığı için toplumu kamplara bölen içbütülüğünü tehdit eden noktadadır. Bazen de bu tartışmalar ve Kürt kimliğine yapılan itrazlar, Kürt Hareketi tarafından bir tehdit olarak algılanıyordu ve bu tartışmaları yapan aydınlara karşı şiddetin dahi kullanıldığı dönemler de oldu. Umarız ki bundan sonra daha olgun ve demokratik bir zemin oluşur, sağlıklı bir tartışma için.
Dersim, limitleri alevi toplumunun demografisinin yaşam alanı olarak tanımlanan bir coğrafya olarak genel bir önkabul görmektedir. Kendisini çevreleyen etno gruplarla bazı benzerlikleri olsa da, kendisine özgü bir toplum ve en çok da “kendisine” benzeyen bir toplumdur. Aslında her Dersimli bireyde bu kimlik bilinci ve davranışları doğal olarak varolmasına rağmen, ilşkide olduğu politik yapıların manipulasyonu sonucu ya da düşünsel kalıpların yaratığı tahribattan kaynaklı bazen dejenere olmuş bir insan tipi ortaya çıkmaktadır. Örnegin Dersim kültüründe anti oteriter bir karekter vardır. “Herkes ağaye xuyo” felsefesi ve söylemi, yüzlerce yılların kültürel bir birikimi ve şekilenmesinin sonucu olmalı. Ama bügün otoriteleri, baskıcı aygıtları kutsayan, Dersimlileri görmek bir kimlik deformasyonuna iyi bir örnektir. Gerek sosyalist gerk Kürt politik hareketlerinde aktif olarak yer alan Dersimliler, Dersim siyaseti konusunda ikili bir durum yaşamaktadırlar.
Ezilenler bir dönem ikdidara yakın aygıtlara sahip olduklarında, demokratik değerleri içseleştirmemişse ezen kimlikler olabiliyorlar. Bundan bir kaç yıl önce Dersim kimliğinden söz etmenin büyük bir suç olduğu bir dönemi yaşadık.
Bu konuda bir resmi bir de gayri resmi fikileri vardır. Gayri resmi fikirleri bize çok yakın olmasına rağmen, içinde bulundukları siyasal yapılardaki statü, sosyal bağlar ve politik ezber cesur davranmalarını engelleyen temel faktörlerdir. Bu Kimlik deformasyonu toplumlarda ciddi kırılmalar ve travmalar yaratmaktadır. Kürt Hareketi’nin bütün negatif kavramları yükleyerek, hatta öldürülmesine gerekçe olarak teorikleştirdigi “Dersim Kişiliği” tam da, Dersim’in kendine özgü kültürel, sosyal, tarihsel, normlar ve değerlerin yaratığı insan tipidir. Bu teoriyi güçlendirmek için Dersim’den çıkmış bazı anormal kişilere yapılan atıflar bilinçli seçilen bir kitle propağandası yöntemi ve metodudur. (Oysa Kürt politik hareketlerinin kurucu kadrolarının büyük kısmı Dersimli olmasına rağmen bunlardan söz edilmez.) Dersimlilere karşı bu yaklaşımın arkaplanını genel olarak Aleviler’e karşı duyulan kinin, tarihsel önyargının ve nefretinin başka bir şekilde ifade edilmesi olarak anlaşılmalıdır. Ezilenler bir dönem ikdidara yakın aygıtlara sahip olduklarında, demokratik değerleri içseleştirmemişse ezen kimlikler olabiliyorlar. Bundan bir kaç yıl önce Dersim kimliğinden söz etmenin büyük bir suç olduğu bir dönemi yaşadık. Özgürce tartışmanın olanaklarının olmadığı, baskı ve düşünsel şiddetin eğemen olduğu bir otuz yıl yaşadık.
Bu otoriter düşünme tarzının ve pratiğin beslendiği, etkilendiği ve politik kültür haline geldiği bir iklim olmalı. Birincisi İttihat Teraki Hareketi sadece geride soykırımlar ve büyük acılar bırakmadı ayrıca bir düşünsel miras bıraktı. Hayatımızın her alanına nüfuz etmeye çalışan bu pro-faşizim, bizim düşünsel dünyamızı da zehirledi ve özgürce düşmemizi engeleyen ciddi bariyerler ördü, kalıplar oluşturdu. Monolotik düşünme, otoriteye itaat etme, farklılığı bir tehdit olarak algılama, düşman yaratma, sürekli kendisine komplo kurulduğu paronoyası ve faşizimi günlük yaşama enjekte edildigi kültürel, eğitsel, politik söylem bombardımanı. Bu mental durum, aydınları, sosyal ve politik hareketlerin teorik pratik dünyasını şekillendiren, inkar etsek de farklı versiyonlara da işleyen, ideolojik olarak bizim düşünsel dünyamızı besleyen temel kaynak ve düşünme yöntemimizi zehirlemiştir. Kemalizm bu anakronik durumdan ortaya çıkmış ideolojidir.
Bir diğer tersten etmen ise, Lenin’in ulusları tanımlarken oluşturduğu, sosyal bilimlerin de determinist bir yöntem olarak gördüğü, herhangi bir sosyal olgunun anlaşılması için önceden hazırlanmış tanımlar ve kalıplar oluşturulmayacağı ilkesel disiplinine aykırı tanımıdır.
Bir diğer tersten etmen ise, Lenin’in ulusları tanımlarken oluşturduğu, sosyal bilimlerin de determinist bir yöntem olarak gördüğü, herhangi bir sosyal olgunun anlaşılması için önceden hazırlanmış tanımlar ve kalıplar oluşturulmayacağı ilkesel disiplinine aykırı tanımıdır. Sosyalist hareket tarafından bir şablon olarak, etnik gurupları anlamaya çalışırken bu tanım kullanılmiştır. Bu şablonculuk içinde yaşadığımız ve bizi çevreleyen etno guruplara ve halkalara ilişkin ciddi bir tanıma, algılama ve söylem geliştirmemize engel oluşturdu. Onların temel demokratik ve kültürel haklarını savunmamız konusunda doğru bir politika geliştirmemizi engeledi.
Bu düşünsel kalıp öylesine katı bir kalıp haline gelmişti ki, kalıp teoriyi doğal hayatın gerçekliğine zorluyordu. Örnek şöyleydi, adamın yattığı yatak kendisine kısa geliyor ve ayakları yataktan sarkıyor. Bizim yöntemimiz yatağı uzatacağımıza adamın ayaklarını kesiyorduk. Aslında Lenin yaptığı tanıma uygun bir ulus örneği hala yeryüzünde yoktur ve olamaz da. Belki bu tanıma birazcık yakın duran Almanya anılabilinir, ama bu tanıma uydurmaya çalışırsak bir çok boyutu da tartışma konusu olur. Bavyera eyaleti kendisini ayrı gördüğü ve ayrılma taleplerini bazen dillendirdikleri, kendilerine özgü partileri olduğu bir yana, Fransa’da kalan Alzas, İsviçre’deki Almanlar, Avusturya Devleti, İtalya’da kalan güney Tirol, Polanya’daki Almanlar. Mekanik bir düşünce yöntemi ve teorik kalıplarla entelektüel bilgi üretilemez ve bu durum beraberinde özgürlükçü akıl yaratılıcığını da engellemiş olur. Maalesef sosyalist hareketin Dersim konusunda yaşadığı çıkmaz ve yabancılaşma böylesine bir tarihi sürecin yaşanmasına neden oldu.
Dersimin yakın tarihini anlatan “Kürdistan Tarihinde Dersim”adlı kitap, tamamen sofistike yapılandırılmış bir kurgu ve tarih tezi nedeni ile Dersim’de devletin 1937–‘38’de yaptığı, ince detaylarına kadar planladığı büyük trajediye 80 yıl sonra soykırım diyebildik.
Bütün bunlarla birlikte, Dersim tarihi ile ilgili yapılan manipülasyon, yalan ve gerçeklikle hiç bir nesnel bağlantısı olmayan tarih yazımı. Resmi ideolojilerin oluşmasında tarih yazımı ana parametrelerden biri işlevini görür ve toplumda normalleşmeyi sağlamak için bu resmi ideolojiyi kırmak uzun yıllar alabilir. Dersimin yakın tarihini anlatan “Kürdistan Tarihinde Dersim”adlı kitap, tamamen sofistike yapılandırılmış bir kurgu ve tarih tezi nedeni ile Dersim’de devletin 1937–‘38’de yaptığı, ince detaylarına kadar planladığı büyük trajediye 80 yıl sonra soykırım diyebildik. Devlet yaptığı soykırıma meşruluk kazandırmak içın kullandığı bir propağanda ve piskolojik harp yöntemi olarak “isyan ettiler biz de kırdık” söylemini, tersinden bu resmi tarih tezi de bu söylemi güçlendirdi. Biz Dersimlilerde çift taraflı bu manipülasyonun kurbanları olarak 80 yıl boyunca ne kadar isyancı olduğumuzla övündük durduk ve isyan fikrini de sorgulamadan peşin bir kabul olarak benimsedik. Bu resmi ve yalan tarih yazımı ile geçmiş konusunda bilgi sahibi olmadan beyhude bir gelecek kurmaya çalışıyorduk. Tarihin ve insanlığın gördüğü Yahudi, Ermeni Soykırımlarından sonra fiziki olarak, üçüncü büyük soykırım olan “Dersim Soykırımı”nı görememek hangi sosyopiskolojik teori ile açıklanır? Hiç birimiz Gothe’nin ünlü sözünden bir şey anlamamıştık. “Geçmişlerini bilmeyenler, geleceğini kuramazlar”. Bir topluma yapılacak en büyük kötülük soykırım ise, diğeri de tarih bilincini yok etmektir.
Her ulus-devlet yaratma projesi fikri, doğal olmayan ve gönüllü birlikteliğe dayanmayan birer toplum mühendislik projeleridir. Zaza ulusu yaratmaya çalışan ve bunun üzerine bir Zazaistan kurmak isteyen politik eğilim, Dersim gibi kararlı bir kimliği görmezden gelerek, yeni bir travmatik sürecin adımlarını atmaya çalışmaktadır. 21. yüzyılda dünyanın çok kültürlülüğü ve yerellik toplum modellerinin tartışıldığı bir süreçte, tek dile dayanarak bir devlet kurma fikrinin realizasiyonu, insanlığa karşı cinayet işlemeyi planlamak kadar tehlikelidir. Bir fikrin pratikte yapılabilirliği nesnel temellere dayanır. Bugün Dersimlilerin, Bingöl ve Palu ya gitmeye dahi korktuğu ve kimliksel olarak kopuşu yüzyılları bulan yaşanmış bir süreç var. Ayrıca Zaza kimliğini “öteki” gören bir toplumsal realite ile karşıkarşıya olduğumuzu unutmamalıyız. Politika, real olmayan fantaziler üreterek ve torna makinası işlevi gören, dört köşeli bir toplum yaratmak için yapılan bir eylem değildir, aksine nesnel durumun ve sorunların, demokratik normlar zemininde çözümler yaratmak için insanın giriştiği iradi bir eylemdir.
Elli yıldır Kürtler’in verdiği mücadelenin real bir sonucu olarak geldiği yer dili, kültürü, politik retoriği ve söylemi, Kurmanc etnik kimliği üzerine oturuyor ve kurulacak bir siyasi yapılanmada bu dinamik üzerine şekilenecektir. Kürt hareketinin dominant kimliği Kurmanclık’tan dolayı, Kürt hareketi içinde yer alan bir çok Dersimli doğal bir asimlasiyona uğrayarak anadiline büyük bir ilgisizlikle, Kurmanci öğrenerek Kurmanci yazmaya başladı. Oysa kültürel ve siyasi haklar kazanmak için verilen bu mücadele Zazaca’nın kaybolması tehditi ile karşı karşıya gelmesinde rol oynadı. Gerçek durum ise, Dersimliler Kürt hareketi içerisinde önemli bir potansiyele sahip olsalar bile, Dersimlerin önemli bir kesimi kendini bu Kürt kimliğin içinde görmüyor ve toplumda güçlü bir itiraz var.
Kürt hareketi başından itibaren demokratik bir persfektif ve proğram ile etnik guruplara eşit bir noktada dursaydı, hangi sonuçların çıkmış olma olasılığı spesifik olarak kestirmek gerçekten zor ama en azından bu durumda olmayacağımızı söyleyebilirdik. Tamamen bir akademi alanı olan filoloji Kürt miliyetçilerinin yaklaşık yirmi yıldır yapılan bu tartışmalara bir bariyer oluşturmak için, kendi politikalarının mantıksız paradıgmasına kurban edildi. Hala da bu durum devam etmektedir.
Zazaca’nın bağımsız bir dil olduğu akademi dünyasında tartışmasız kabul edilmektedir ve bu konuda çok sayıda bilimsel tez, makale ve çalışma yapılmıştır. Zazaca üzerine Almanya’nın çeşitli üniversitelerinde yapılmış üç de doktora çalışması olduğu halde (Prof. Dr. Ludwig Paul, Dr. Zülfü Selcan, Yrd. Doç. Dr. İlyas Aslan) bu duruma karşı çıkmak cehaletin, bilgisizligin ve kör miliyetçiligin bilime kafa tutmasıdır.
Ayrıca Lehçe teorisinin ve bu paralelde yapılan dil çalışmalarının emeğin boş bir hiç uğruna verilmesinin, dile bir katkısı olmadığı gibi, aksine dilin doğal gelişimine yapılan suni bir müdahale, iyi niyetli çalışmaları da engellemektedir
Ayrıca Lehçe teorisinin ve bu paralelde yapılan dil çalışmalarının emeğin boş bir hiç uğruna verilmesinin, dile bir katkısı olmadığı gibi, aksine dilin doğal gelişimine yapılan suni bir müdahale, iyi niyetli çalışmaları da engellemektedir. Sentetik (Kurmanci, Soranca, Hewramice ve Zazca karışımı) bir dil oluştrma eylemini yaratığı dilin doğal, otantik yapısını bozduğu için bir çeşit deformasyon ve dejenerasyondur.
Ayrıca Amerikalı dilbilimci C. M. Jacobson’la birlikte, Zazaca’yı iyi bilen elli veya altmış Dersimli aydınnın on yıla yakın bir sürede yılda düzenli iki kez bir araya geldiği seminerlerde, Zazaca Doğru Yazım Kuralları ve Zazaca Alfabe oluşturdular. (Bu hafta sonu seminerlerine kendi alanlarında uzman çok sayıda akademisiyenler katıldı. Dilin yapısal konuları ve metodoloji konusunda workshoplar yapıldı). Bu bilimsel çalışma, bu gün batı üniversiteleri tarafından İran Dilleri kürsülerinde Zazaca üzerine yapılmış temel önçalışma olarak kabul edilmektedir. Orayantalist düşünce sistemsizliği ve mikro miliyetçilik mantıksızlığıyla birleşince, her şeyi politikanın bir yan enstrümanı gören yaklaşım, Kurmanci için hazırlanmış bir alfabeyi inatla dayatmaktadır. (Bedirxan Alfabesi, bu alfebenin doğruluğu ve yalnışlığı da Kurmancları ilgilendirir.)
Dersim’in kültürel öğelerini oluşturan gelenek kolleksiyonunda Newroz diye bir Dersim geleneği olmamasına rağmen, bu gün kutlanmaktadır ve bu durum Dersim’e ait bazı geleneklerin (Gağan, Hewtemal, Kormişkan) kaybolmasına neden oldu
Önemli bir nokta daha var ki, bu miliyetçi dalganın süreç içinde yarattığı etki ile kültürel bazı transformasyonların Dersim kültüründe yaşanmasına yol açtı. Dersim’in kültürel öğelerini oluşturan gelenek kolleksiyonunda Newroz diye bir Dersim geleneği olmamasına rağmen, bu gün kutlanmaktadır ve bu durum Dersim’e ait bazı geleneklerin (Gağan, Hewtemal, Kormişkan) kaybolmasına neden oldu. (Newroz, aşırı politize edilmiş tarihte de gerçekliği olmayan bir Kürt “Kimlik Efsanesi”dir. Bu destanı kendi hikayeleri olarak görmektedirler ve kimliğin oluşumunda güçlü bir rolü vardır. Dersim’de ilk Newroz kutlamaları ve dağlara ateşlerin yakılması 1978 de KAWA’cılar tarafından yapılmıştır, bu dönemin KAWA kadrolarından olan Cemil GÜNDOĞAN bu durumla ilgili Nazimiye de yaşanaları, traji- komik durumu bir makalesinde anlatmıştı.)
Yukarıda anlatmaya çalıştığım faktörler, bizim Dersim’i anlamamızı engeleyen temel süreçlerdir. Bu gün Dersim toplumu fiziki varlığı, kültürü, dili, coğrafyası, gelenekleri, toplumsal değerleri ve normları büyük bir tehdit altındadır. Adeta bir uçurumun başında duruyor gibi, ya yere çakılıp paramparça olacak, ya da kanatlanıp uçacak. Bu durum tamamen Dersimlilerin yaratacağı siyaset vizyonu ile ilgili bir süreç olacak. Dersim Meclisi bu nesnel durumun bir sonucu olarak ortaya çıkmış, geniş kapsamlı toplumsal destek bulmuş bir siyaset projesidir. Oliver Wendell Holmes, bu bilinç sıçramasını şöyle açıklar, “Yeni bir fikre doğru genişleyen insan zihni, asla ilk boyuta geri dönmez”. Dersim Meclisi, eski yöntem ve siyaset tarzının yarattığı ahlaki ve sosyal dejenarasyona karşı, yeni demokratik kültür normlarını inşaa ederek ve Dersim siyasetine gelecek persfektifini kazandırarak bir pratikle geleceği şekilendirecek. Ayrıca hiç birimizin, sürekli travmalar yaşamış Dersim toplumunu yeni bir travma yaşatmaya hakkının olmadığı bilinci ve sabrı ile hareket etmemiz gerektiği, gelecek umudunu kırmaya hakkımızın olmadığı sorumluluğuyla.
Bu günün “küresel köy”üne dönen dünyada sorunlara ve kendi sorunlarımıza doğru bir yaklaşım içinde olmamız gerekir ki, geleceğimizle ilgili doğru çözümler üretebilelim. Oysa bügün insanlığın tartıştığı “dayanışma hakları” denilebilecek üçüncu aşama kolektif hakları tartışıyor olmamız gerekiyorken, hala kimlik tartışması yapmaktayız. (Çevre hakları, kültürel haklar, ortak varlıklardan faydalanma, uluslararası barış vb.). Siyaset hem bir çatışma alanı, hem de bir uzlaşma alanıdır. Ayrıca siyaset ahlaktan bağımsız bir davranış degildir.
Dersim Kimligi tarihsel olarak oluşmuş, kararlı ve itirazı olmayan, üzerinde herkesin konsensüs sağladığı bölgesel (tretoryal) bir kimliktir. Bu bölgesel kimlikler, coğrafik bir alana tekabul etseler de bunun arka planında tarihi, kültürel, dilsel, sosyal değerler ve normların bir sentezi olarak oluşurlar.
Dersim Kimligi tarihsel olarak oluşmuş, kararlı ve itirazı olmayan, üzerinde herkesin konsensüs sağladığı bölgesel (tretoryal) bir kimliktir. Bu bölgesel kimlikler, coğrafik bir alana tekabul etseler de bunun arka planında tarihi, kültürel, dilsel, sosyal değerler ve normların bir sentezi olarak oluşurlar. Bölgesel kimliklerin temel espirisi karşılıklı hoşgörü, empati ve toleransdır. Dersim’in kültürel ana eksenini, inançlarının felsefesi, çok etnikli bir toplum oluşmasında temel ve tarihsel bir rol oynamıştır. Dersim kimliğini, altını dolduran etnik farklılıkların bir çatışma alanı olmaktan çıkarmak, modern toplumun değerleri ve demokratik kültür ve eşitlikçi bir persfektifle mümkün olacaktır.
Her defasında “çatışma” anaforuna sürükleyen ve ayrışmayı körükleyen, güvensizlikler yaratan bir dizi sonucu, soğukkanlı analiz etmenin kesinlikle zamanı gelmiştir. Dünyada bölgesel kimlik temelinde devletler kurmuş bir çok siyasal deneyim vardır. İsviçre ve Yogoslavya, kısmen de Belçıka’yı bu kategoriye dahil edebiliriz. Bu siyasal şekilenmelerin temelinde eşitlikçi ve demokratik, herkesi bağlayan toplumsal bir sözleşme ve bağlayıcı anayasal güvenceler ciddi bir rol oynamaktadır. Bu örneklerden Yugoslavya; yedi federal devlet ve bir özerk bölgeden oluşmaktaydı.
Dersim de nüfusun büyük çoğunluğu Kırmanclar (dillerine de Kırmanciki derler) oluştursa da çok dilli ve etnik yapılı bir coğrafıyadır. Bu gerçeklik etnik gurupların tümünü kapsayan ve sayısal çoğunluğuna bakılmaksızın, eşitlikci ve demokratik bir modele ihtiyaç olduğu, bununun da Dersim “Tretoryal (Bölgesel) Kimlik”ği üzerine inşaa edebilecegimizi düşünmekteyiz.
1918 de Korfu anlaşması ile temelleri atılan ve yaklaşık seksenbeş yıl etnik guruplar arasında bir çatısma yaşamadan barış içinde yaşadılar. Batılı enperyal güçler soğuk savaşın biriken kirli enerjisini ve kinini Yugoslavya’ya akıtarak korkunç bir etnik çatışmayı körüklediler. Bu etnik çatışmaların şiddeti öylesine korkunçtu ki, politik literatüre “etnik temizlik” (kirli bir şeyden arınma, temizlenme) diye bir kavram yerleştirdi, arkasında onbinlerce ölü ve büyük bir trajedi bıraktı; bir de soykırımla (Srebrenitsa Soykırımı) sonuçlandı. İsviçre ise yaklaşık yüz yetmiş yıldır, hiç bir etnik çatışmanın yaşanmadıgı dört farklı dilin konuşulduğu, kantonal özerkligin olduğu, “direk demokrasi” ile yönetildiği, insani yaşam kalitesi endeksinin ilk sıralarda olduğu demokratik bir modeldir. Belçika dönem dönem bazı siyasi sorunlar yaşasa da çok dilli ve etnik yapılı durumunu sürdürmektedir. Dersim de nüfusun büyük çoğunluğu Kırmanclar (dillerine de Kırmanciki derler) oluştursa da çok dilli ve etnik yapılı bir coğrafıyadır. Bu gerçeklik etnik gurupların tümünü kapsayan ve sayısal çoğunluğuna bakılmaksızın, eşitlikci ve demokratik bir modele ihtiyaç olduğu, bununun da Dersim “Tretoryal (Bölgesel) Kimlik”ği üzerine inşaa edebilecegimizi düşünmekteyiz. Bu durum etnik gurupların kendi kimliklerini yaşatması ve özgünlüklerini koruması yönünde hiç bir şekilde engel oluşturmaz. Çok kültürlülük insanlığın en büyük miraslarındandır, Dersimliler bu mirasa sahip çıkarak insanlık tarihine katkı yapmış olacaklar. Michel Faucault post-kültürel ve geleceğin demokratik dünyasını tanımlarken, “Hiç bir gerçek kesin ve insanlık dışı bir yasa buyurmamalıdır. Bu ölçüde karşı çıkmak zorunda olduğumuz şey, bir yönetim tipinin ya da sosyal bir gurubun bir diğeri üzerinde sadece dar anlamıyla anlaşılmış iktidarı değil, bütün ikdidar biçimleridir.” Bu toplumsal uzlaşma Dersim siyasetinin önünü açacak güçlü bir anahtar görevi görebilir ve enerjimizi birbirimze kimlik dayatma şeklinde tüketmemiş oluruz.
Son olarak, geçenlerde HDP’de aktif siyaset yapan bir Dersimi ile Dersim Meclisi üzerine sohbet yapma olanağı bulduk. Bu sohbette aslında aynı şeyleri söylüyorduk. Bizim nasıl aynı noktada olduğumuzu, bu duruma nasıl geldiğini sorduk. “Dersim Gerçekliği”, dedi.
Dersimli aydınlar ve politikacılar, sürekli topluma karamsarlık pompalamaktadırlar. Ancak bir noktaya kadar haklı olabilirler. Bizler geleceğimizi görmezsek ve ona uygun davranmazsak sonumuz tıpkı Ezidiler gibi olabilir.
Dersimli aydınlar ve politikacılar, sürekli topluma karamsarlık pompalamaktadırlar. Ancak bir noktaya kadar haklı olabilirler. Bizler geleceğimizi görmezsek ve ona uygun davranmazsak sonumuz tıpkı Ezidiler gibi olabilir. Mezopotamya’nın bir kadim halkını daha büyük bir yıkım ve trajedi ile tarihi vatanları Şengal’den koparılıp dünyanın dört bir yanına sürüklediler. Bu gün kimse Ezidilerin nasıl tekrardan vatanlarına geri dönmelerini malesef tartışmıyor ve bu yönde bir plan ve çabaya sahip değil. Daha çok Şengal’i kimin kontrol edeceği ve hegomonyayı kimin kuracağı kavgası verilmektedir. (Ezidiler, 21 Nisan 2017’de Almanya Parlemontosu’nda, 150 Ezidi temsilci, aydın akademisiyen ve siyasetçinin katıldığı Ezidi Birligi Kongresi yaptılar. Kongre sonuç bildirisinde bir tek Kürt ve Kürdistan ibaresinin geçmediği tamamen Ezidilerin etnik, kültürel, insani ve siyasi taleplerini içeren kararlar aldılar. Dünza Ezidi Kongresi yapmak, 3 Ağustos Ezidi Soykırım Günü olarak kabul edilmesi, Ezidi Soykırımı’nı yapanların uluslararası mahkemelerde yargılanması, Ezidilerin dini ve toplumunun korunması için Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birligi’nin harekete geçmesi, Ezidilerin tarihi yaşam alanlarının yeniden inşaa edilmesi için uluslararası bir master planın hazırlanması ve Şengal üzerinde siyasi rekabetin sürdürenlerin kınanması gibi bir dizi kararlar alındı). Dersimlilerin, Ortadoğu’nun bu barut kokusunda dersler çıkarmaya ihtiyacı var olduğunu düşünüyoruz. Karamsarlık bize ölümü yakınlaştıracaktır. Gramsci bu durumu şöyle açıklamaktamtadır, “Karamsarlık bir ruh halidir, İyimserlik ise bir irade gerektirir”.
Geleceğe dair umutluyuz, zorlu ve kaotik bir süreç olsa da bu irade oluşacaktır, gidişat bu yönde…
“Her vas koka xo sero royeno, her theyr zonê xode waneno.” Sey Qaji
- 06. 2017
Selman Çiman
Editor’un notu: Bu yazıyı uzunluğu nedeni ile bölümler halinde yayınlamayı düşündük ve ilk bölümünü bugün yayınladık. Daha sonra gelen öneriler doğrultusunda yazının tümünü yayınlamak gerekti. Zira Yazının ve yazıdaki fikrin daha iyi anlaşılabilmesi için bölünmeden okunmasının daha doğru olacağı düşünüldü. Böylelikle yazının tümünü okuyucularımızdan ve yazarından özür dileyerek yukarda okuyucularımıza sunuyoruz.
CeKa’nın iddiları LİSAN bilimlerine uyuyor mu?
Dört beş bin yıl önce pagan toplumlar, kavimler döneminden beri var olan “lisanların tarihi” tek tanrılı dinlerin tarihinden çok eskidir. Sivas’tan Tahran’a kadar olan bölgelerde yaşayan kavimlerin tarihini kendi lisanlarını temel alarak bir de lisanlar açısından irdelersek daha önemli, daha eski ve daha ilginç sonuçlara varabiliriz. Çünkü uzun insanlık tarihine bakarsak “tek tanrılı dinler “dünkü çocuk” sayılır.
Anadolu ve Dersim’e ilk tek Tanrılı din Hristiyanlıktır ve bu din ilk defa İsa’dan sonra 300 yıllarında Ermeniler kanalıyla Anadolu’dan Ermenistan’a kadar yayılma imkanı bulmuştur. Yani çağımızdan yaklaşık 1700 yıl önce Dersim’de tek Tanrılı dinler yoktu. Bölgede bu dinlerden dolayı çatışmalar, problemler de yoktu…
Çağımızda bilimsel alanlardaki teknik gelişmelerden dolayı tüm bilim dallarında uzmanlar çoğaldılar. Artık teknik makinelerle bile lisan ve bu lisana ait lehçeler belirlenebiliyor.
Çağımızda “lisan bilimin” üzerine de diplomalı, tahsilli, hakiki uzmanlar çoğaldı. Örneğin; iki yüzyıl önce insanın her hastalığı ve organları tek doktora teslim edilirdi. Oysa şimdi sağlık alanında insanların organlarına göre onlarca uzman doktor bulunuyor.
Lisan üzerine eskiden uzmanlaşma yoktu. Kürtçe ile Zazaca’nın aynı dil olduğu hakkında CeKa’nın alıntılar yaptığı cümleler veya düşünceler artık eskide kaldılar. Çünkü çağımızda lisanları bir çok değişik açıdan inceleyen ve karşılaştırma yapan yeni teknikler bulundu. Fakültelerden mezun olmuş uzmanlar çoğaldı ve daha anlamlı araştırmalar yapıldı. Ayrıca Kırmancki-Zaza dili üzerine fakülte bitirmiş, dilimiz üzerine tezler yazmış Dersimli dil bilimcileri de çoğaldı son yıllarda. Lisan uzmanlarından Dersimli Zülfi Selcan ile Mesut Keskin de Zazaca’nın Kürtçe’den niçin farklı ve ayrı bir dil olduğunu birçok yönüyle açıkladılar. Zazaca’nın Kürtçe’den farklı ve ayrı olduğu üzerine üç Dersimli genç de dilbilimci olarak fakültelerde tezler yazdılar. Anadilimizi bildikleri için bu Dersimli lisan uzmanlarımızın düşüncelerine daha çok güvenmek gerekir.
Alman dil bilimcisi Oscar Mann ile Hollandalı Martin Von Bruinissen de Zazaca ile Kürtçe’nin birbirinden farklı ve ayrı dil olduğunu açıkladılar.
Hem Dersimli uzmanlar, hem de uluslararası lisan uzmanları Zazaca ile Kürtçe üzerine incelemeler, araştırmalar yaptılar. Zazaca ile Kürtçe arasında gırtlak=fonetik=ses bilgisi, morfoloji=şekil bilgisi, sentaks=sözdizimi, leksik=kelime hazinesi bakımından yapılan karşılaştırmalar ve incelemeler sonucunda Zazaca ile Kürtçe’nin birbirinin lehçesi olmadıklarını; birbirinden ayrı lisanlar olduklarını tespit edip açıkladılar. Bunu açıklayan dil uzmanlardan biri de Kürtler’in dostudur. Yine bu lisan uzmanlardan bazıları Zazaca’nın tarihinin Kürtçe’den daha eski olduğunu da belirttiler. CeKa gibiler her nedense bu bilimsel araştırmaları yok sayıyor ve 70 yıl önceki yazılara takılıp kalıyorlar.
Acaba Lisan üzerine yazı yazan CeKa’lar adlarını verdiğim bu uzman profesörlerin lisan hakkında yazdıklarından haberi yok mu? Lisanların tarihi gelişimine dayanmayan; dil bilimlerini inkar eden asparagas ırkçı tezlerin halk içinde tutunma şansları olabilir mi?
Şeref Han’ın yazdıklarına dayanarak Kürtler’in kendileri bile (ve dolayısıyla lisanları da) beş altı asır önce DOĞU Anadolu’ya geldiğini; tek Tanrılı dinlerin ise bu bölgeye 1700 yıl önce geldiğini açıklamıştım. Öyleyse tek Tanrılı dinlerden önce Anadolu’dan Tahran’a kadar olan bölgede dört, beş bin yıl yaşamış olan pagan toplumlar döneminde bu bölgelerde hangi lisanlar vardı? Eğer tarihin labirentleri iyi incelenirse Türkçe’nin ve Kürtçe’nin bahsedilen bölgede olmadığı zamanlarda Sivas’tan ta Tahran’a kadar uzanan bu bölgelerde Zazaca, Ermenice ve Persçe’nin yaygın olarak konuşulduğu tespit edilir. Persler’in İsa’dan önce tüm Anadolu ve Tırakya’yı işgal edip yaklaşık 350 yıl yönettiğini; Dersim bölgesinin Perslere bağlı Ermeni Sarplığı içinde kaldığını bilmeyen bir tarihçi olamaz. Yine Persçe lisanının Kürtçe, Türkçe ve Zazaca’yı etkilediğini bilmeyen bir aydın da yoktur.
Ayrıca pratik hayata bakarak da lisanlar üzerine mantıklı yorumlar yapılabilir. Diller üzerine bir sohbet anında Efendi Yıldız şöyle bir mantıklı yorum yaptı: “Göç eden her halk gittiği ülkede baskın ve yaygın olan lisanı öğrenmek zorunda kalır. Son yıllarda Türkiye’ye gelen Suriyeliler ülkede yaygın olan Türkçeyi öğrenmek zorunda kaldılar. Bin yıllarında Türk boylarıyla birlikte gelip Dersim’den Erzurum’a kadar olan bölgede Saltuklu Beyliği’ni kuran Kızılbaş Sarısaltukluların ana dili Türkçeydi. Eğer bu bölgede Türkçe baskın ve yaygın olsaydı ana dilleri Türkçe olarak kalırdı. Bu bölgede Kürtçe yaygın ve baskın olsaydı; Sarusaltıklular Kürtçe öğrenmek zorunda kalırdı. Oysa Sarusaltukluların %90’ının zamanla Zazaca (Dersimce) öğrendi. Öğrenmekle kalmadı Sarı Saltukluların ana dilleri Zazaca oldu. Sadece bu durum bile bu bölgelerde Zazaca’nın çok eskiden beri baskın ve yaygın olduğunun bir delilidir.” Bu yorum mantıklı değil mi?
Sonuç olarak ırklar, dinler ve lisanlar arasındaki tarihi ilişkileri, tarihi gelişmeleri bilmeyenlerin, dil uzmanlarının bu alanda yazdıklarını önemsemeyenlerin elbette ki, lisan bilimine göre Kırmancki=Zazaca ile Kürtçe’nin tarihi köklerinin çok farklı ve ayrı olduğundan haberi olmaz. Dilbilim uzmanlarını önemsemeyen; tarihteki gelişimleri, dönüşümleri ve halkların yerleşim yerlerini görmezden gelen ve her şeye son yarım asırdaki ırkçı gözlükle bakan CeKa gibiler konuştuğu anadilini bile doğru tercüme etmiyor; Zazaca’yı bildiği halde çarpıtarak tercüme ediyorlar.
Örneğin “Ma Kırmancime” söylemini “Biz Kürdüz” diye tercüme ediyor CeKa gibiler.
Oysa “sözlü tarih” için Dersim’de yapılan alan çalışmalarında evlerine gidilen yüzlerce yaşlı Dersimli’nin anadiliyle konuştuğu CD’lerde “Ez Kırmancki zanon, Kırdaşki ki zanon, Tırki ki zanon” dediği tespit edildi. Üç farklı dili konuştuğuna vurgu yapıyorlar. Kamillerimizin otantik ve en masumane duygularla yaptığı konuşmaları bazı televizyon ekranlarındaki röportajlardan da tespit edebilirsiniz.
Kamillerimiz yukarıdaki cümlede bulunan Kırmancki kelimesi ile Alevi Dersim halkının dilini, Kırdaşki kelimesi ile Alevi olan ve Kürtçe konuşanları, Tırki ile Türkçeyi kast ediyor. Saf ve temiz yürekli kamillerimizin kendi anadiliyle yaptıkları otantik konuşmalarda hile aranamaz herhalde. Bizler ana dilimiz olan Kırmancki diline göre düşünürsek; Zaza kelimesi Zazaca konuşan Sünniler anlamında kullanılır. Ma Kırmancime, “İ Khurê” derken ise Kürt komşularının hem dil, hem de inanç bakımından Dersimlilerden ayrı olduğuna vurgu yaparlar.
Khuri kelimesi Kürtçe konuşan ve inancı Sünni-Şafii olanlar için kullanılır. Anadilimizi çok iyi bilen CeKa’nın köylüleri de, babası ve dedesi de CeKa’nın Ma Kırmancime deyimini Kürt olarak tercüme ettiğini duysa “Ne lao CeKo, CeKo! Tı sa vanay?” derlerdi.
Ta baştan beri saydığım bütün tarihi gerçekleri, dinsel çatışmaları ve dil uzmanlarının incelemelerini bir an görmezden gelip bugünkü hayatın pratiğine dönelim. Örneğin gönüllü asimile olmayı kabullenmiş olan bizim CeKa ana diliyle yazılmış bir sayfalık yazıyı Zazaca bilmeyen Diyarbakırlı veya Iraklı bir Kürde verse acaba % 5 ini tercüme edebilirler mi? Hayatın içindeki bu somut durum bile az önce adlarını yazdığımız lisan uzmanlarını haklı çıkarmaz mı? Bundan dolayı diyorum ki, lisan biliminde, hem tarihi ve toplumsal belleğimizde yeri olmayan, yani açık deyimle bilimsel olmayan bazı ırkçı söylem ve algılarla, hem de ısmarlama yazılarla halkımızı kandırıp yanlış yönlendirmek imkansızdır, ayrıca etik bir tavır da değildir…
CeKa (Cemsi Kaya) gibilerin ısmarlama yazılarla Dersim tarihini çarpıtmak isteyen hayali iddialarına, illizyonlarına cevap olan bu yazı serisi dört bölümden oluşuyor.
1.BÖLÜM: İddialar Dersim’in tarihi belleğine uyuyor mu?
- BÖLÜM: İddialar Dersim halkının itikat ve kültürüne uyuyor mu?
- BÖLÜM: İddialar bölgenin lisan bilimlerine uyuyor mu?
- BÖLÜM: CeKa’nın iddiaları tarihi gerçeklere ve sosyal bilimlere uyuyor mu?
GİRİŞ
Osmanlı ve torunlarının uydurma kaynaklarını çok zaman güvenilir bulmayan CeKa gibi düşünenler söz Dersim üzerine olunca aynı kaynakların hepsini güvenilir kabul ediyor. Bu kaynaklara ait bazı alıntılarla Dersimlilerin Kürt olduğunu ileri sürüyor. Bununla yetinmiyorlar “Dersim Tarihi” ismiyle yayınlanmış olan çok güvendikleri Baytar Nuri’nin kitabının ismini Baytar Nuri öldükten sonra değiştirip “Kürdistan tarihinde Dersim” olarak baskı yapıyorlar. Ölen insana ait olan bir kitabın ismini değiştirmek etik kurallara uyar mı? Bu tavır açık bir tahrifat değil mi?
Dersim üzerine yapılan tüm tahrifatları bu yazıda tek tek açıklayacağız. Ama bilinmelidir ki sosyal bilimlere göre; Dersim coğrafyasında yoğun bulunan bir halkın toplumsal yapısının değiştirilmesi, dönüştürülmesi, asimile edilmesi kolay değildir. Çünkü aynı itikata sahip olan ve aynı dili konuşan halkın bir bölgede ezici çoğunlukta ve yoğunlukta olması asimilasyona karşı korunmasının ve savunmasının en iyi silahıdır. Dünya’ya ferman okuyan Osmanlı ordusu bile 500 yıl gibi uzun süreçte Anadolu’ya yayılmış olan Kızılbaşlığı asimile edip camilere sokamadı. Dersimliler de beş asır hem itikatını, hem de Zazacanın Dersim şivesi olan anadilini korudu ve bundan sonra da koruyacaklar. CeKa gibi düşünenler bilmelidir ki; çok etnisite ve çok kültürden oluşan Kızılbaş-hümanist Dersim coğrafyasında ırkçılığın hiçbir çeşidi kök salıp yeşeremez.
CeKa’nın iddialarına yani esas konuya geçmeden önce ilk başta bu “yazı serisiyle” ilgili bir duruma açıklık getirmek istiyorum:
Bu dört bölümlük yazı serisinde ben sadece 1938’lere kadar Anadolu’nun ve özellikle Dersim’in tarihi ve sosyal durumuna açıklık getirmek istiyorum: Biliyoruz ki; Dersim tarihte bir nevi aşiretler federasyonu gibi yönetiliyordu. Elbette ki bu gün Dersimliler çok kültürlü çağdan demokrasiden yanadır. Ama Dersim’i beş asır aşiret önderleri savundu. Kültürümüz Ocaklar sayesinde bu güne gelebildi. Bunlar bizim reel gerçeklerimizdir.
1938’in acı yenilgisiyle Dersim’de federasyon şeklindeki önderlikler yok edildiği için gençlerimiz ortada başsız kaldı. Başsız kalan bu Dersimli gençler özellikle 1970’lerden sonra şaşkın ördekler gibi sağa sola savruldular. Bir kısmı Türk, bir kısmı Kürt örgütleri içinde yerini aldı. Anadolu’da yükselen bu milliyetçi hareketlerin etkisine kapıldılar. 1938 yenilgisinden sonra yaşanılan travmaların Dersim’de yarattığı bu marazi durumu psikolojik ve toplumsal bilimlere göre başka bir yazıda ele alınıp ve genişçe irdelenmesi gereki. Çünkü kimliksiz kalan gençlerin bu yeni durum ve hallerine açıklık getirilip son verilmezse; öz güvenini yitiren gençlerimiz psikolojik bunalımlara, hastalıklı durumlara düşmeleri devam eder. Dersimli sosyolog ve psikologlar bu travmalar konusunda yazılar yazmaya başladılar. Gençlerimize faydalı olan bu araştırmalar umarım devam eder…
Bu dört bölümlük yazı serisinin 1940’lardan önceki döneme ait olduğunu belirttikten sonra Hem Selçuklu ve hem de Osmanlı dönemlerinde Anadolu’daki baş çelişkinin ırksal değil dinsel olduğuna vurgu yaparak esas konuya geçelim:
“Toplum mühendisliğine” soyunan; Anadolu’daki somut durumu, somut toplumsal yapıyı görmezden gelip toplumu kendi istediği doğrultuda yönlendirmek isteyen tüm sağ ve sol ideolojiler hüsrana uğradılar ve toplum mühendisliğine soyunanlar gelecekte de hep hüsrana uğrayacaklar.
Hüsrana uğrayanlara açık ve çarpıcı bir örnek verelim: Orta Asya’dan gelip sonradan Anadolu’ya yerleşen Türkler sürekli olarak “Kürtler de, Dersimliler de öz be öz Türk’tür,” diyordu. Ne hikmetse Irak-Mezopotamya’dan üç beş asır önce Doğu Anadolu’ya gelen Kürtlerin bir kısmı da son çeyrek asırda “Dersimliler öz be öz Kürt’tür,” demeye başladılar. Son yıllarda ise toplum mühendisliğine soyunan CeKa’ gibi düşünenler çıktı ortaya. Maalesef kalbindeki sesi dinlemeyen; aslını inkar eden ve bundan dolayı kimlik bunalımına girmiş bu Dersimliler de inkarcı görüşlere dahil oldular.
Tarihte bazı kişi veya grupların aslını inkâr edip asimile oldukları bilinen bir gerçektir. Örneğin 60 yıllık göç sürecinde Almanya’da doğup büyüyen birçok, Türk, Kürt ve Dersimli gençler kendini Alman hissediyorlar. Bunlar asimile olmuştur ve oluyorlar. Yapılacak bir şey yoktur. CeKa gibilerin bunlara benzeyen kişisel değişim ve tercihleri hoş görülebilir ve görülmelidir. Öte yandan kendini Kürt hissetmediği halde birçok Dersimlinin Kürt hareketinin demokratik mücadelesine destek olması da etik, insani ve onurlu bir tavır sayılır. Ben bu onurlu tavırlara karşı çıkanlardan değilim. Bu dört bölümlük yazı serisinde; bir topluma yeni kimlik bulmak; yeni deli gömleği giydirmek isteyen yanlış düşüncelere, ısmarlama yazılara cevap vermek istiyorum. Tarihi gerçeklerden, bilimsel doğrulardan, bilimden yanayım. Nasıl ki Türklerin safsatadan ibaret olan “kart kurt” teorileri iflas etti ve Kürt halkının varlığı dünyaca kabul gördü ise CeKa gibi düşünenlerin kendi halkının tarihi ve toplumsal belleğine dayanmayan; bilimsel temelleri olmayan “cart curt” iddialarına dayandırılmak istenen “Dersim=Kürt veya Zaza=Kürt” teorileri de iflas etmeye mahkumdur.
CeKa gibiler demokrasiyle barışık olan Kızılbaş Dersim Kültürünün asimile edilmesinin Anadolu halklarına zararları olacağını da düşünmüyorlar. On yıl önce Dersim’de iki hafta kalan Alman İnsan Hakları Derneği Başkanı Zimmermann özetle şöyle demişti:
“Dersim’de bin yıldır kadın erkek birlikte ibadet ediyor. Dersim bu barışçı kültürüyle hem Avrupa’dan, hem de Türkiye’den daha ileridir. Dersim’den öğreneceğimiz çok şey vardır. Dersim’in barışçı ve hümanist kültüründen hem Türkler, hem de Kürtler çok şey öğrenebilir. Örnek alınabilir.”
Örnek alınacak bir kültürü asimile etmeye çalışmanın bir mantığı var mı acaba?
Bazıları Dersimli kelimesi “kimlik” yerine geçemez diyorlar. Oysa İran’da ve Amerika’da “kimlikler” coğrafidir. Etnik veya dini değildir. Dersim’de de esas kimlik tarihine ve coğrafyasına dayanır. Ayrıca Kızılbaşlık da Dersimlileri birleştiren ortak bir mayadır. Yani “Dersimlilik” tıpkı Amerikalılık, İranlılık gibi çok kültürlerden oluşur ama başlı başlına bir “kimliktir.” Nasıl ki çok etnisiteli ve çok kültürlü Amerikan halkı Amerikalı kimlikle övünüyor ve gurur duyuyorsa; çok etnisetli, çok kültürlü Dersim halkı da Dersimli kimliğiyle övünüyor ve gurur duyuyor. Kaldı ki Dersim itikatı, kültürü ve tarihi bilinci Amerikan’dan da çok eskidir. Dersimli olmaktan utanıp başka kültürlere özenti duyanları, asimile olmaya çalışanları anlamak mümkün değildir.
Bu uzun ön açıklamalardan sonra şimdi Osmanlı, Türk, Dersimli, Zaza, Kürt ve Kızılbaş kimliklerinin toplumsal ve tarihi belleklerde birbirine karşı ilişkileri açısından CeKa gibilerin yazı serisini değerlendirmeye geçebilirim.
BİRİNCİ BÖLÜM:
CeKa’LARIN İDDİALARI TARİHİ BELLEĞE UYMUYOR MU?
CeKa yazısının bir yerinde: “Dersim’in Kürdistan’da her zaman bir sandelyesi olmuştur,” diye yazıyor. Biliyorsunuz ki “her zaman” söylemi “geçmiş ve geleceği” kapsar. Şimdi Dersimliler ile Kürtler arasındaki tarihi ilişkilere bir göz atalım. Acaba Dersimlilerin Kürt tarihinde veya Kürtlerin Dersim tarihinde bir yeri, dostlukları var mıydı? Yoksa farklı inançlardan, mezheplerden dolayı aralarında kanlı savaşlar mı vardı? Acaba Kürtler Dersim’de var mıydı? Yoksalar Dersim civarına hangi yıllarda ve nasıl geldiler?
Aslında Irak bölgesindeki Mezopotamya’nın kadim halklarından olan Kürtler Doğu Anadolu’ya üç dört asır önce geldiler. Bunu ben söylemiyorum. Yazımı 1597’de tamamlanan ve aydın Kürtlerin okuduğu “Şerefname” isimli kitabında Kızılbaş düşmanlığı yapan Şeref Han yazıyor. Şerefnama’den aynen aktarıyorum: ”Kürtlerin memleketlerinin sınırları Hürmüz Denizi (Basra Körfezi) kıyısından başlar; bir doğru çizgi üzerinde oradan Malatya ve Maraş illerinin nihayetine kadar uzanır. Böylece bu çizginin kuzey tarafı Fars, Acem Irak’ı (Azarbeycan), küçük Ermenistan ve Büyük Ermenistan teşkil eder. Güneyine ise Arap Irak’ı, Musul ve Diyarbakır illeri düşer. Bununla birlikte bu insanların (yani Kürtlerin) soyundan bir çok halk ve kabile doğudan batıya kadar bir çok ülkede yayılmıştır.” (Şeref Han, Şerafname, Hasat Yay. 1990 İst. Syf-20.)
Görüldüğü gibi Kürt yazarı Şeref Han’a ait olan bu kitapta; Kürtler’in üst sınırı Maraş ve Malatya’nın nihayetine kadar uzanır ve bu iki ilin kuzeyi “Acem Irak’ıdır” diyor. Osmanlı 1514 yılında Çaldıran savaşıyla bu bölgeleri ilk defa işgal etmişti. Ama bu bölgedeki halkın çoğunluğu ve yoğunluğundan dolayı Şeref Han 1590’larda bu bölgeyi halâ Acem Irak’ı olarak görüyor.
1590’larda üst sınırı Maraş, Malatya illeri olan Kürtler acaba Doğu Anadolu’ya ve Dersim’e ne zaman geldiler? Bu haklı soru her okuyucunun aklına gelebilir. Bu sorunun cevabı çok uzundur. Ama tarihle biraz ilgilenen her insanın okuduğu tarihi kitapların sayfalarında yazılı olan ve bölgede dengeleri değiştiren “üç büyük savaş” neticesinde Kürtler’in kuzeye doğru nasıl yayıldığını bilirler. Bilmeyenler için ancak bu üç büyük savaşı özetle anlatarak bu sorulara cevap vermiş oluruz…
- Üç büyük savaştan birincisi, İslam’ın ilk yayılma döneminde (İS. 7. asırda) yani daha Türkler Orta Asya’dayken çok güçlü olan İslamcı Arap orduları Kuzeye doğru saldırıya geçtiler. Bu saldırılara karşı direnemediği için İslam dinini kabullenen Kürtler; Cihad’çı İslam ordularıyla birleşerek kuzeydeki “kâfirlere” karşı savaş açtılar ve Doğu Anadolu’yu işgal ettiler. (“Cihad” inancına göre İslâm’a karşı direnenlerin karı ve çocukları, malı mülkü İslam savaşçılarına helaldi. Yani ırza geçmek bu din tarafından teşvik ediliyordu.) Yine bilindiği gibi sonraları Araplar Bizanslılara yenilip geri çekildi ama bu işgal nedeniyle bir takım Kürt aşiretleri Doğu Anadolu’da kaldılar. (İşte bu nedenle olsa gerek Şerefhan 1590’larda Kürt vatanı olan Mezopotamya’nın dışında kalan daha kuzeyde bazı Kürt aşiretleri vardı diyor.)
- İkinci büyük savaş; 1514’te Yavuz Selim döneminde Şeyhul İslam olan Kürt İdris-i Bitlisi’nin aracılığıyla Türklerle birleşen Kürt paşaları 40 bin Alevi’yi kılıçtan geçirdiler. Binlerce Kızılbaş köyüne yine Sunni ve Şafii Kürtler yerleştiler. Çünkü Doğu bölgesinde Türkler azdı.
Şeref Han yine bu Şerefname isimli kitabında Malatya’nın kuzeyinde o dönemler Dersim’in merkezi olan Çemişgezek Beyliğinin de (Beylerin Melik ismini Melikşi ve Mir’e dönüştürüyor ve bu simlerden dolayı) Kürt olduklarını ileri sürüyor. CeKa gibiler de bu yazılana inanıyorlar. Oysa bir çok tarihçi bu görüşün yanlış olduğunu yazıyor. 1200 yıllarında yıkılan Kızılbaş “Saltuklular Beyliği’nin” bir parçası olan Kızılbaş inançlı Çemişgezek Beyliği kendi varlığını ve bağımsızlığını 1514’e kadar korudu. 1514’teki Çaldıran Savaşı’nda Şah İsmail’in tarafında yer alan bu Kızılbaş Beyliğin reisi Hacı Rüstem Bey ile birlikte önde gelenlerden 40 kişisini Yavuz Selim öldürttü. Bu kırımda kurtulan Pir Hüseyin babasını öldürten Yavuz’a biat ederek Sunni mezhebine geçti. Babasından kalan Beylik makamını ve topraklarını geri aldı. Kendisinin 16 oğlu oldu. Bu Kızılbaş Türk Beylerin (örnek Pir Hüseyin) Çemişgezek’te arta kalan toprakları onların son asırdaki soyundan olan Adnan Beye kadar uzanır. (Adnan Bey 1980’lerde hayattaydı ve arta kalan akrabalarından soylarının Pir Hüseyin Beye dayandıklarını biliyorlar. Adnan Bey ve akrabaları konuşma ve şivesiyle öz be öz Türk’tü ama Adnan Bey Kızılbaş olan soyundan ve kültüründen gelen bir rahatlıkla olsa gerek İslami kurallara aldırmaz, Çemişgezek gibi küçük bir kasabada iyi rakı içerdi.)
Tarihte ve şu anda Çemişgezek’te yaşayan beyler için MİR kelimesi kullanılmamıştır. İsmi Çemişgezek Beyliği ve yöneticilerine ise Adnan Bey, Melik Bey denilir. Çemişgezek tarihinde bir zamanlar Ermeniler’in yaşadığını ve hangi yıl “tehcir” edildiğini biliyoruz. Eğer Kürt mirleri yaşasaydı; bunu da atalarımızdan duyar veya hangi yıllar göç ettiklerini de tarih kitaplarından öğrenirdik. Çemişgezek’in merkezinde Kürtler de, Zazaca konuşan Kızılbaşlar da 1990’lara kadar yoktu. Veya birkaç Kızılbaş aile vardı. 1990’lardan sonra Kızılbaşlar Çemişgezek merkezine yerleşmeye başladı ama sayıları merkezde hala % 20’i kadardır. Ceka’nı soyu da, aşireti de bunları biliyor. Acaba CeKa bunları bilmiyor mu? Yoksa bildiği halde tarihi gerçekleri örtmeye mi çalışıyor.
- Dünyayı ve çevremizi etkileyen üçüncü büyük savaş ise; Birinci Dünya Savaşı ve bu süreçte yapılan 1915 Tehcir olayıdır. Bu kez de Osmanlının emrindeki Kürt Hamidiye Alayları yüz binlerce Ermeni’yi katletti. Doğu bölgesin bu köylerin çoğu da taş konaklarıyla birlikte yine Kürtlere kaldı ki Ermeni tarihçileri bu konakların eski sahipleri olan Ermenileri isimleriyle birlikte tek tek açıkladılar.
Kısaca Kürtler Doğu Bölgesine bu üç büyük savaş sonrasında yerleştiler. Dersim bölgesine ise Kürtler başka bir sürgün olayıyla geldiler. Dersim’i ikiye bölmek isteyen Osmanlı padişahı 16’cı asırda Sunni Mıli aşiretini Dersim’de Pertek ve Çemişgezek arasındaki bölgeye yerleştirdi. Dağlarda davar sürüleriyle geçimini sağlayan bu göçebe aşiret Dersim’de şavaklılar denilir. Beş vakit namaz gibi bazı zor ritualler davar sürüleriyle dağlarda dolanan bu göçebe Sunni Kürtler’in yaşam tarzına uymuyordu. Birkaç asır devam eden bir süreçte Dersim’de azınlık olan bu göçebe Sünni Kürtler’in bir yarısı kendi yaşamlarının kolaylaştıran Dersim’in yerli halkının inancı olan Kızılbaşlığa geçtiler. Yani asimile oldular. Bir kısmı da Sünni olarak kaldılar. Dersim’de Pertek ile Çemişgezek arasındaki bölgeye sürgün gelen Kürt köylerinin Alevi olanları ve Urfa’dan geldiği gibi Sünni kalanları tek tek biliniyor. Alevi olanları da, Sunni kalanları da halâ Kürtçe konuşuyorlar…
Eğer Sayın CeKa gibi düşünenler son asırdaki milliyetçi tezlerin etkisinden kurtulup tarihi labirantın derinliklerine inebilseler bölgede dengeleri değiştiren bu büyük savaşları ve savaşlardan sonra nüfus değişimlerini görebilirlerdi. Dersim Kürt’tür gibi tezlerinin tarihi köklerde, tarihi belleklerde yeri olmadığını da anlayabilirlerdi. Dersim’in tarihinde Sunni Kürtler yoktu. Bu gününde Sünni ve şafii Kürtlerin beş on köyü var. Alevi Kürtler de Dersim’de azınlıktır. Tarihte kökleri ve yeri olmayan bir olayın veya hayali yanlış tezlerin Dersim topraklarında tutunamayacağını, balon gibi patlayıp söneceğini de her aydın bilir.
NOT: İkinci, üçüncü ve dördüncü bölümlerle devam edecek.
Diyap Ağa ve tarih okumaları
“Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilat kurmuş, doğru yanlızdır.” Yaşar Kemal
Dersim üzerine bir şeyler yazdıklarında, düzen muhalifi olduğunu söyleyen çevreler “ihanet” ve “halk düşmanı” sözcüklerini dillerine pelesenk etmiş olarak tekrarlayıp dururlar. Bir değersizleştirme ve itibarsızlaştırma algısı Dersimlilere yönelik olarak sık sık gündeme taşınır. Zaman zaman durum öylesine bir üst perdeye taşınır ki, insanın şaşırası gelir. Hayal ürün suçlamalar, yalan ve yanlış ithamlar habire tekrarlanır durur.
Son olarak 27 Şubat 2017 tarihinde, Cahit Mervan “Cumhuriyet çocuğu Erol ‘un PKK hezeyanları” adıyla rojhaber.org internet sitesinde konuya ilişkin bir yazı yayınladı. Aslı-astarı olmayan iddialarda bulundu. Ki, Cahit Mervan bir televizyon yapımcısı ve sanırım bir gazeteci.
Cahit Mervan’ın iddialarını okuyalım:
“Allah kimseyi kılıç artığı etmesin. Çünkü devşirmenin kılıcı daha keskin oluyor. Her salladığında aslında kendisine saplamış oluyor.
Kısaca ol hikâye şudur:
O meşhur fotoğrafı herkes bilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün üstü açık bir arabada beyaz uzun sakallı, sarıklı ve pardösülü ilk Dersim milletvekili olan Diyap Ağa ile çekilmiş bir fotoğrafı var.
Bu fotoğraf birçok kesim tarafından Atatürk’ün Kürtlere duyduğu şefkati anlatmak için kullanılmakta.
Diyap Ağa geçmişte Hamidiye Alaylarında milis komutanı olarak Siirt ve Bitlis’te bulunmuş, Mustafa Kemal’in Sivas kongresine destek vermiş ve ilk mecliste yer almış Dersimli bir siyasetçidir.”
“Kılıç artığı” suçlaması başlı başına bir tartışma konusu. Bunu ilerde tartışırız. Fakat, “Hamidiye alaylarında milis komutanı” olması, Siirt ve Bitlis’te bulunması” yönünde bir iddiada bulunması, Dersim ve Dersimlilere karşı hiç de iyi niyetli olmadığını ortaya koyuyor. Bunu hangi kaynaktan öğrendiğini bilmiyorum. Ama tarihimizin düşmanca çarpıtılmış bir sayfasından aldığını tahmin ediyorum.
Amacım Cahit Mervan ile polemik yapmak veya onunla tartışmaya girişmek değil. Nitekim bu iddialar yeni de değil. Amacım tarih çarpıtmalarına karşı Dersimlilerde bir farkındalık bilincinin yaratılmasının önemine ve zaruriyetine işaret etmektir. Yazının yeni olması ve boşa çıkarılması gereken iddialarda bulunması nedeni ile değerlendirmeye konu oldu.
Dönemin Osmanlı arşivlerinden Cahit Mervan’ın iddialarını yalanlayacak bir tutanakta yazılanları aktarmakta yarar var.
Erzincan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim görevlisi Dr. Abdulkadir GÜL “Osmanlı İdaresinin Kızılbaşlığa Yönelik Tutumu (Dersim Sancağı Örneği) adlı bir makalesinde (10.09.2015) şunları söyler ve Başbakanlık Osmanlı Arşiv’lerinden konu ile ilgili olarak bilgiler aktarır. Okuyoruz:
“Dersim’in ileri gelen aşiret ağaları, teşkil edilen Hamidiye Alaylarına kendilerinin de alınmasını talep etmektedirler. Bu aşiretlerin başında Ferhat uşağı aşireti reisi ve meclis-i idare azası Diyap Ağa gelmektedir. Diyap Ağa başkanlığında, birçok aşiret reisinin bu teklifleri geri çevrilse de, isteklerini yeniledikleri görülür. Hatta bölgedeki diğer aşiret ağalarının dâhil olduğu ve müşterek kaleme aldıkları arz ’da “şu an kadar kendilerine verilen her türlü görevleri yerlerine getirdikleri ve bundan dolayı kendilerinin taltif edildiklerini beyan ederek, kendi aşiretlerinden oluşan bir Hamidiye Alayı’nın kurulmasını talep etmişlerdir. Ancak 4. Ordu müşirliği, Dersim mutasarrıflığı ve Mamuratül-aziz valiliği ve Dersaadet arasında bu hususta yazışmalar olmuş ve nihayetinde Dersim Kürtlerinin Hamidiye Alaylarına alınıp alınmamaları hususunda fayda ve menfi yönleri düşünülerek, bu talep kabul edilmemiştir. Dersim Kürtleri ise Yezidi gruplarla kendilerinin aynı kefeye konmamasını ısrarla dile getirmişlerdir” BOA. Y.MTV. 61/18. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Tasnifleri. (BOA.) İstanbul.
Demek ki, Dersimlilerin ve Diyap Ağa’nın Hamidiye Alaylarında yer aldıkları iddiası gerçekçi değil, temelsiz bir iddiadır. Makalenin bir başka yerinde Abdulkadir Gül şunları yazar: “Dersim’de uygulamaya konulan Fırka-i Islahiye uygulamalarından beklenen “aşiretlerin ıslahı”, “merkezileşmek”, “mükellefiyetlerin toplanması” ve “Kızılbaşların Sünnileştirilmesi” şeklindeydi.
Aynı makalede Şakir Paşa ve Zeki Paşa raporlarına atfen şunlar da aktarılır: “…parasız Kur’an-ı Kerim dağıtılması, Şafi olan Kürtler arasından seçilen Nakşibendi şeyhleri, Dersim kıtasına gönderilmeli ve tekkeler tesis edilerek, Kızılbaş halkın Sünnileştirme faaliyetlerine hız verilmelidir….” BOA. ŞD.13/2693
Görüldüğü gibi bırakalım Dersimlilerin imparatorluk destekli alaylara alınması, Dersimliler, Alevi-Kızılbaş kimliğinden ötürü hep “öteki” gösterilmiş, onların Sünnileştirmesi için her tür çaba ve siyaset gütmekten bir an geri durulmamıştır.
Oysa Hamidiye Alaylarının Sünni Kürt aşiret reislerinden ve ileri gelenlerinden oluşturulduğu, ne için ve kime karşı kurulduğu çok iyi biliniyor. Bunun üzerinde uzun uzadiye durmak bu yazının konusu değil. Üstelik, bu konuda yeterince tarihsel kaynak mevcuttur.
“Hayatımızdaki gölgelerin çoğu kendi güneşimizin önünde durmamızdan oluşur.” (Ralph Waldo Emerson)
“İhanet” ve “ihanetçilik”e karşı Dersimlilerin oldukça hassas olduğu biliniyor olsa gerek ki, Dersimliler sık sık bu hassas noktasından vurulmaya çalışılıyor. Bu kavramlar, fark edilmeden tarihimize yabancılaşmanın tuzakları olarak işlev görüyor. Bu nedenle sürekli tedavülde bırakılıyor.
Dünyanın her bölgesinde bunlar yaşanıyor. Evet, Dersim konusunda kullanılan bu ithamların, yaratılan algının, çarpıtılan ve abartılan gerçeklerin manipülasyon ve psikolojik saldırılara malzeme yapıldığını; tarih bilincimizi dumura uğratan tuzaklar olduğunu düşünüyorum. Yıllardır yaratılan havanın, tekrarlanan söylemlerin Dersimlilerde kendi tarihlerine yönelik güvensizlik yarattığını ve bunun tarihsel kopuşa neden olduğunu üzülerek söylemek durumundayım.
Bu konuda kaybettiğimiz tarih bilincini yeniden ayakları üzerine oturtmak, tarihimize ve kültürümüze; Dersim Kızılbaş inancındaki hoşgörü ve sevgi kültürüne karşı farkındalık bilinci içinde olmak; onu sahiplenmek, onunla barışmak vaz geçilmez görevimiz olmalı.
Diyap Ağa’yı sılf Mustafa Kemal ile birlikte çekilen resminden dolayı “ihanet” suçlamasına malzeme yapmak Dersim’e mahsus olsa gerek! Türkiye’nin tüm Türk ve Kürt illerinden Milletvekilleri o meclise girmemiş gibi davranarak tek “suçlu” Dersimli Diyap Ağa imiş gibi bir propagandaya girişmek iyi niyetli bir davranış değildir. Kabul edilemez.
Diyap Ağa’nın M. Kemal ile fotoğrafı üzerinde bitmek bilmeyen bir algı operasyonudur devam ediyor. Resim, neredeyse “ihanetle özdeş” kabul edilmekte! Bu resim öyle bir yorumlandı ve durum öylesine çarpıtıldı ki, sonuçlarının Dersim’e ve Dersimlilere değişik alanlarda olumsuz yansımaları oldu. Sonuçların iki alandaki yansımaları özellikle önemlidir. Sorgulanmaya ve ele alınmaya değerdir.
Birinci olarak: Söz konusu resim etrafında yaratılan fırtına 70li yıllardan yakın bir döneme kadar parlamento seçimlerini boykot eden çevrelerin ve fikirlerin sorgulanmasını engellemiştir. Sürekli, parmakla işaret edilen bu resim, parlamenter araçların kullanılmasının önemini düşün dünyamızdan alıvermiş, şiddetin topraklarımızda yer edinimini beraberinde getirmiştir. Farkında olmadan adım adım şiddet uygulamaları kabul görmeye neden olmuştur.
İkinci olarak: Diyap Ağa’nın resmi üzerinde koparılan yaygara, üretilen sahte “ihanet” söylemleri Dersimlilerin hassasiyetine tuz-biber oldu. Gerek bu resim, gerekse de 1937/38 tertelesinde dillere pelesenk olan yerli-yersiz “ihanet” veya “ihanetçilik” söylemleri yaşanan travmaları daha da derinleştirdi, Dersimliler arasında güven ve dayanışma duygusu son derece zayıfladı. Topraklarımıza ürpertici korkular sindi. Coğrafyamıza ölü toprağı serpiştirildi. Topraklar çoraklaştı, gelişemez ve ürün veremez oldu.
Sonuç itibarı ile bu ithamlarla sivil ve savunmasız insanlar suçlanıp öldürülürken, kimsenin diyecek bir sözü veya cesareti kalmadı. Çünkü Dersimlilerdeki insani hassasiyetler, Dersim Kızılbaş felsefesindeki “zereweşiye” (hoşgörü) kültürü, yaratılan “ihanet” rüzgarı ve oluşan psikolojik ortam nedeni ile çoktan ellerinden alınmıştı. “Öyle ya, ihanetçi iseler, ölümü hak ettiler” denilip ölümleri onaylar durumuna düşürüldük…
“Yanlış trene bindiyseniz koridorda ters tarafa yürümenin faydası yoktur.” Dietrich Bonhoeffer
Yaşanan travmaların bir sonucu olarak, Dersimlilerde gaza gelme ruh hali ciddi bir boyut almıştır. Son yıllarda çeşitli çevrelerce sürdürülen psikolojik saldırı kampanyaları sonucunda önemli sayıda bir Dersimli kitle (özellikle gençler) olumsuz olarak etkilenmiştir. Bunun sonucunda Dersim’de ciddi bir tarihsel bilinç kırılması yaşandı, yaşanıyor. Tarihini küçümseme ve ona karşı güvensizlik duyma olgusu sürdürülen ideolojik saldırıların da etkisi ile maalesef önemli ölçüde bugün de fiili olarak varlık göstermektedir.
Bu yönde yapılmış veya yapılan propagandalar “ihanet” etrafında örülen tuzaklar Dersim’de önemli ölçüde kırılmalara neden olmuştur. Bu tuzak kavram ve ideolojik saldırılar sonucunda zihnimize müdahale edilmiş ve zihnimiz değişik amaçlar doğrultusunda yönlendirilmiştir. Bu tuzakları fark etmek veya bunların farkında olmak önemlidir. O nedenle zihnimizi tüm bu yönlendirmelerden kurtarmaya ihtiyaç var.
Dersimlilerin tarihi ile yeniden buluşmasının zamanıdır. Nitekim yazamadığımız tarihimizi avcılar yazmaya başladı bile. Bu görev onlara bırakılmamalı. Tarihimiz sahiplenilmeli, çarpıtılmasına müsaade edilmemelidir. Bu yöndeki saldırı ve spekülasyonların boşa çıkartılması konusunda tüm Dersimli bireylerin sorumluluk üstlenmesi ve tavır geliştirmesi son derece önemlidir.
“Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü
Nasıl hatırlamasın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.” (Cahit Sıtkı Tarancı)
Şimdi büyüyü bozmanın ve kendimizi yaşamanın zamanı…
Hüseyin Sevinç
31 Mayıs 2017
İnsani kamillerimizin değerleri önemsemek anlamında kullandıkları bir sözdür.
Bir yanda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Dersim’e uygulanan baskı ve asimilasyonlar, özellikle ’37-38 süreciyle yaşatılan blinç kırılması, öte yanda sol ve Kürt Ulusal Mücadelesi ile yaşanan süreç sonucu zayıflayan veya kısmen yok olan Dersimlilik bilinci gibi durumlarla karşıkarşıyayız.
Özellikle Türkiye ve Dersim’deki Dersimliler açısından kendi olmak, kendini yaşamak, elde kalan değerlere sahip çıkmak ve onlar üzerinden tekrardan “kendini var etmek” arayışı gibi bir değişim ve gelişmenin içindeyiz. Kapalı bir toplum olarak coğrafyanın da sunduğu avantajdan dolayı kendi olmayı bir çeşit yaşayan Dersimliler, öncesini saymazsak dahi T.C. Devleti’nin 80 yıllık planlı ve proğramlı yok etme ve asimilasyonun yanı sıra son 30-40 yıllık “ulusal” mücadelenin ideolojik ve baskı aygıtlarıyla değişime tabi tutuldular.
Bilgi kirliliği ve istemleri dışında vuku bulan değişimlerin farkına varılması ve özgün bilgilerin ifade edilmesi, dil, kültür ve inanç bazında hedef birliğinin sağlanması, kolektif bilincin harekete geçirilmesi, birlikte düşünme, birlikte çözüm arama, birlikte karar alma, yönetimde ve kararlarda ahengin ve uyumun sağlanması ancak ortak aklın kullanılması ile mümkün olmaktadır.
Ortak akıl, birden fazla kişinin toplanarak bir konu hakkında akıl kapasitelerini ve düşünce güçlerini birleştirmesidir. Zereweşiye kültürü gereği mevki, makam ve benlik duygusundan arınmış bir şekilde karşıt fikirlerin yarattığı zengin düşüncelerin sentezlenerek, tek bir kişinin düşünemeyeceği kadar büyük bir aklın ortaya çıkmasıdır.
Ortak akıl bir konuyu çok boyutlu bir bakış açısı ile değerlendirmek, kolektif bilinci harekete geçirmek, konunun gelecek vizyonunu tanımlamak, strateji ve eylem planları belirlemek anlamında önemlidir.
Günümüzde sivil toplum kuruluşları fikirlerini, yapacaklarını daha hazırlık aşamasında iken toplumla veya ilgili kişi ve kuruluşlarla paylaşırlar. Toplumu bilgilendirerek, plan ve projelerini yaparken baştan itibaren konuya dahil olabilecek kişi ve kuruluşlarla değişik yol ve yöntemler kullanarak görüş alış verişinde bulunurlar ki, bir yandan yapmak istediklerini ona göre şekillendirmelerini, uygulamalarını, öte taraftan da düşüncelerinin toplum tarafından daha rahat kabul görmesini sağlasınlar.
Yapılan çalışmalarla ulaştığımız asgari müştereklerimiz var. Fikir alış-verişi sonucunda ulaştığımız bu veriler elbette ortak bir aklın ürünü. Yapacağımız çalışmalar, atacağımız adımlar bizi eksik olanla buluşturacak, böylece ortak müştereklerimizi çoğaltarak önceliklerimizi belirlememiz ve hayata geçirmemiz kolaylaşacaktır.
Ortak akıl “mukades” bir şey de değildir. Eldeki verilerin, tıpkı kimilerin bir zamanlar ’38 Soykırımı’na “isyan” demeleri gibi, bilgi ve bilincin artmasıyla değişmesi mümkün ve hatalar dahi ortak akla ulaşmada iş görebilir. Fakat ortak akıldan bakmak, Dersim’i Dersim eden değerleri önemsemeyen kuru kalabalıkları oluşturmak, Dersim’de her türlü şiddete hayır diyemeyecek olan veya öncelikleri Dersim olmayan örgütlere gidip onlardan destur almak değildir.
Dersim’in özgünlüklerine sahip çıkarak, ona buna yamamadan “xoseriya” Dêsımi asgari olarak ortak müşterekler bazında savunan akıl ortak akıldır.
Ortak aklı bulmaya çalışmak bir anlamda özgünlüğü koruyarak kensensüs oluşturup geleceği şekillendirme çalışmasıdır, strateji geliştirmenin aracıdır. Bu nedenle önemlidir.
Fakat asgari müşterekleri dahi kabullenmeyen örgütlerle, adı devrimci veya yürtsever de olsa, bir konsesüse varma olasılığı düşük. Bunların olmaması halinde ortak aklın olamayacağını ifade etmek de işi yokuşa sürmektir.
28.04.2017
X. Çelker
Tarihte Dersim Tertelesi
Dersim sorunu çoğu kez bilinçli veya bilinçsizce Cumhuriyet döneminin bir hadisesi olarak görülür veya bu yönde değerlendirmeler yapılır. Oysa Dersim, Osmanlı döneminden beri sosyal, kültürel, toplumsal ve inançsal aykırılığı nedeniyle hep “sorun” olmuştur. Resmi kaynaklara göre Çaldıran’dan 1937/38’e kadar Dersim 108 cezalandırma seferine maruz kalmış, tedip edilmemiş aşireti kalmamış, “en az 40 katliam” görmüştür.
Osmanlı’dan iktidarı devralan Cumhuriyet rejimi, bu bölgesel sorunu “kökünden çözmek” için daha da kararlı ve kurnazca politikalar geliştirir. Bölge hakkında yazılan hemen hemen tüm raporlarda “planlı bir harekât” dan yana adeta ısrar edilir.
Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in 1926 yılında, dönemin Diyarbakır Valisi Cemal Bardakçı’nın yine 1926 yılında, Birinci Umum Müfettiş İbrahim Tali Öngören’in, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın, 3. Fırka Kumandanı Halis Paşa’nın 1930 yılında ayrı ayrı hazırladıkları raporlarda; İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın Başbakanlığa sunduğu 18 Kasım 1931 tarihli raporda, İsmet İnönü’nün 1935 raporu bu mahalde görüş belirtir.
Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in 1926 yılında yazdığı raporda Dersim için şu teşhiste bulunur: “Dersim, bir çıbandır. Bu çıban kökünden kesilip atılmalıdır.”
Mareşal Fevzi Çakmak ise Eylül 1930’da hazırladığı raporda “Dersim evvela koloni gibi nazara alınmalı” görüşü öne çıkar.
Bu raporların birçoğu tahminen 1932 yılında yazılan Jandarma Umum Komutanlığının ‘Dersim’ adı altında “Gizli ve zata mahsustur” ibaresi ile 100 adet basılan bir kitapçıkta bir araya getirilir. Kitapta verilen bilgiler oldukça kapsamlıdır. Bölgedeki aşiretlerin nüfusları, sahip oldukları silahları ve çıkarabilecekleri muhtemel savaşçı sayısı, sahip oldukları mal varlıkları en ince ayrıntılarla yazılır.
Neredeyse Dersim’de yaşayan tüm aşiretlerden birer, beşer-onar aile, sürgün listelerine alınır. Sürgün edilecek 347 ailenin adları tek tek bu kitapta yer alır. Bu ailelerden 3470 kişinin Trakya’ya hatta gereken nakil vb. Masraflar bile kuruşu, kuruşuna hesaplanır.
Kitapçığın bir bölümünde şunları okuyoruz: „ Dersim Hareketi için birinci sene şu kadar paraya ihtiyaç olduğu tahmin olunur: „600.000 lira askeri nakliyat için 600.000 lira da Dersimlilerin Garba nakilleri için tahsisat konmalıdır“.
Oysa, “1934-36 yıllarına ait istatistikler üzerinde yapılan tetkikler, umumi müfettişlik bölgelerinde olguların gittikçe azaldığını … göstermiştir.” “Tunceli mıntıkası: Şükranla arzederim ki asayiş noktasından % 99 salah bulmuştur.” (Akt. Baskın Oran)
Bütün bu olgu ve fiili duruma rağmen 1937 yılındaki Tunceli harekatına dair Bakanlar Kurulu Kararı ile adeta bir soykırım harekatına imza atılır. Karar metni şöyledir:
Gayet Gizlidir
KARAR
4 Mayıs 1937
Başvekalet Kararlar Müdürlüğü
Mülahaza:
Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar vermeyecek hale getirmek, köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.
Not: Malatya’dan ve Ankara’dan gönderilen kuvvetlerin cepheye vasıl olmaları ve cephedeki kuvvetlerin ufak tefek talimleri ve istirahatları ve bundan başka Diyarbakır’dan gelecek taburun tavzifi, bütün bunlar düşünülerek bir hafta sonra yani 12 mayısta ileri harekete başlanabileceği anlaşılmaktadır.
Not: Paraya acımaksızın içlerinden çok adam kazanıp kullanmaya çalışmak lazımdır.
……………
Askerlere dağıtılmak üzere “ev yakma klavuzu”
1938’in bahar aylarında yapılacak harekât için her şeyi düşünen hükümet, Elazığ’da Turan Matbaası’nda ‘kundaklama bilgisi‘ni içeren bir de el kitapçığı da bastırır. Köy baskınlarının, ev yakmaların nasıl yapılacağını anlatan kitapçıklar, bölgeye sevk edilen tüm subaylara dağıtılır. Bu kitapçıklarda, ‘temizlenen’ evlerin, mağaraların, nasıl yakılması gerektiği, ateşin hangi yönlerden tutuşacağı, rüzgâr ve ateş arasındaki ilişki ayrıntılarıyla açıklanır.
1956 yılında Sabiha Gökçen, Halit Kıvanç’ın kendisiyle yaptığı bir röportajda “Canlı ne görürseniz ateş edin… Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk” diye açık bir itirafta bulunuyordu.
Dersimde zehirli gaz kullanıldığını kör-sağır duydu. 1987 yılında Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisi ile yaptığı bir röportajda Eski Dışişleri Bakanlarından ve Seyit Rıza’nın idamında görev alan İhsan Sabri Çağlayangil de “…Ordu zehirli gaz kullandı. Bunları fare gibi zehirledi. Kanlı bir harekât oldu. Dersim davası da bitti” diyerek var olan gerçeği dışa vurur.
Bu itirafı yeterli veya gerçekçi bulamayanlar, 30 Mart 1937 tarihli, Tunceli Valisi Abdullah Alpdoğan’ın Başbakanlığa yazdığı yazıda “Tayyare Alay Kumandanından yangın ve Milli Müdafaa’dan yakıcı ve boğucu gaz bombaları istedim.” demesine ne diyecek, merak ediyorum.
Dersim’de bir “isyan” olduğu yalanı uzun yıllar söylenmeye devam edildi. Hoş, hala da söyleyenler var. Bu yalan Kemalistlerden olduğu gibi alındı ve kabul gördü. Oysa Dersim’de bir isyan yoktu. Devlet, “isyan” kavramını bilerek raporlara almış; bunu, katliamlarını mazur göstermenin malzemesi olarak ustaca ve kurnazca kullanmıştır. Devlet belgelerinde de görüldüğü gibi “Dersim’de bir asayiş sorunu” bile yoktu. Dersimliler silahlarını çok önceleri devlete vermişti. Dersim’de temel olan sorun, yörenin sosyal-toplumsal, kültürel, inanç ve etnik yapısının Sünni İslam ile olan aykırılığı idi. Bölgenin yarı-özerk yapısında ısrar etmesinde kararlı olmasıydı.
Her şeyden önce burada, var olan yapıya saldıran ve kendi yönetimini ve ideolojisini dayatan taraf devlettir. Dersim aşiretleri haklı olarak yüzlerce yıldır süregelen geleneksel yaşam tarzlarını, kimliklerini, bölgelerini bölük-pörçük savunmaya çalışmışlardır. Dersimlilerin direnişi saldırılara karşı korunma ve savunma amaçlıdır. Devletin ise yaptığı bir halkı, bir kimliği ele geçirme, yok etme ve kendi rejimini ve ideolojisini egemen kılmadır.
Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilmiş ve Ocak 1951’de yürürlüğe girmiştir.
Söz konusu bu Sözleşme’nin 2. Maddesinde şunları okuyoruz:
Madde 2 [Soykırım oluşturan eylemler]
“Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur:
- Gruba mensup olanların öldürülmesi;
- Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
- Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek;
- Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
- Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek;”
Resmi verilere göre 1937-1939 yılları arasında yani tertele yıllarında 13 bin 806 Dersimli öldürülmüş ve bu yıllarda 2907 aile yani fert olarak 14 bin 401 kişi Batıya 32 il ve ilçeye sürgün edilmiştir. Sayısı oldukça düşük bu veriler bile 30bine yakın insanın yerinden-yurdundan edildiğini veya öldürüldüğünü gösteriyor. Uluslararası insan hakları bildirgelerindeki soykırıma tekabül eden bu dönemin tarihi ile yüz yüze gelmek; yaşanan travmaların giderilmesi için atılması gereken önemli ve zorunlu bir adımdır.
1937-38 harekatının hedef kitlesi topyekün Dersimliler olmuştur. Burada yaşayan Alevi-Kızılbaşlar olmuştur. Dolayısı ile Dersim 37-38 soykırımı aynı zamanda bir Alevi-Kızılbaş soykırımıdır da.
Olayların bizzat şahidi olan Orgeneral Muhsin Batur’un anılarını yazarken, „Okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum…” dediği Dersim Tertelesinde yaşananlarla hesaplaşmak, yaşanan insanlık dışı vahşet ve uygulamalarla yüzleşmek; göz ardı edilmeyecek kara bir sayfadır…
Hüseyin Sevinç, 3 Mayıs 2017