Aşağıdaki yazı Gazete Kritik’ten alındı.
Önergenin gerekçesinde, “Munzur Vadisi 1971 yılında milli park olarak koruma altına alınmıştır. Bu sahanın milli park ilan edilmesindeki etken; doğal yapı, zengin bitki örtüsü, akarsuya kaynak teşkil eden gözeler, kuzeyinde yer alan buzul gölleri ve yöreye özgü hayvan türleridir. Tunceli ili, endemik bitki türleri, hayvan popülasyonu, fauna ve flora zenginliği ve coğrafi yapısı ile her dönem yerli, yabancı turistler ile doğaseverler tarafından sıklıkla ziyaret edilmektedir” denildi.
Geri dönüşü olmayanlar sonuçlar doğuracak
Gerekçede, şunlar kaydedildi: “İlimizin Munzur dağlarını, krater göllerini, höyüklerini, yaylalarını ve arı konak yerlerini kapsayan 43 bin hektarlık bir alanda maden sahalarına ruhsat verilme ve olası bir maden arama çalışmaları, doğal yaşam alanlarının talan edilmesine sebep olacaktır. Ayrıca söz konusu durum, doğal yaşam alanları ve ekolojik denge üzerinde geri dönüşü olmayan sonuçlar doğuracağı gibi, temel geçim kaynağı hayvancılık, arıcılık ve yaylacılık olan bölge halkı açısından da hayati öneme sahiptir.”
CHP Tunceli Milletvekili Polat Şaroğlu’nun konuyla ilgili sunduğu önerge şöyle:
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA
Tunceli ilinde, fiziki coğrafya özellikleri, iklim farklılıkları ve çok zengin su kaynaklarına bağlı olarak ortaya çıkan biyoçeşitlilik, bitki örtüsü ve doğal peyzaj bakımından zengin görüntülerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Tunceli, yaban hayatı bakımından oldukça zengin bir bölgedir. Özellikle Munzur Vadisi ve çevresi yaban hayvanları için elverişli bir ortam sunmaktadır. Dünyada ve Türkiye’de soyu tükenmek üzere olan ve birinci derecede koruma altında bulunan yabani hayvanlar da yine bu bölgede görülmektedir.
Munzur Vadisi 1971 yılında milli park olarak koruma altına alınmıştır. Bu sahanın milli park ilan edilmesindeki etken; doğal yapı, zengin bitki örtüsü, akarsuya kaynak teşkil eden gözeler, kuzeyinde yer alan buzul gölleri ve yöreye özgü hayvan türleridir. Tunceli ili, endemik bitki türleri, hayvan popülasyonu, fauna ve flora zenginliği ve coğrafi yapısı ile her dönem yerli, yabancı turistler ile doğaseverler tarafından sıklıkla ziyaret edilmektedir.
Aynı zamanda, Dünya Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, Dünya Kültürel ve Doğal Mirası’nın Korunmasına Dair Sözleşme ve Bern Sözleşmesi gibi ülkemizin taraf olduğu uluslar arası sözleşmelerle de koruma altına alınan Munzur Vadisinde bulunan doğal yaşam alanları, son dönemde gündeme gelen çeşitli projeler ile tehdit altındadır. Munzur dağlarının tamamını kapsayan alanın maden sahası olarak ilan edildiğine dair haberler bir süredir kamuoyunun gündemindedir. Buna göreTunceli genelinde 145 maden arama ruhsatı verilmekte ve bu ruhsatlardan bir kısmının Munzur Gözeleri, Munzur Suyu, Mercan Vadisi, Kırk Merdiven Şelaleleri, Tülin Tepe, Tepecik ve Pulur höyüklerini içine alan 43 bin hektarlık alanda ilan edilen Munzur Milli Parkı’nın bir bölümünü kapsadığı öne sürülmektedir.
İlimizin Munzur dağlarını, krater göllerini, höyüklerini, yaylalarını ve arı konak yerlerini kapsayan 43 bin hektarlık bir alanda maden sahalarına ruhsat verilme ve olası bir maden arama çalışmaları, doğal yaşam alanlarının talan edilmesine sebep olacaktır. Ayrıca söz konusu durum, doğal yaşam alanları ve ekolojik denge üzerinde geri dönüşü olmayan sonuçlar doğuracağı gibi, temel geçim kaynağı hayvancılık, arıcılık ve yaylacılık olan bölge halkı açısından da hayati öneme sahiptir.
Bu temelde, Tunceli’de faaliyet sürdüren maden ocaklarının canlı yaşamı ve ekolojik denge üzerinde yarattığı tahribatın araştırılması ve Munzur Dağlarının maden aramalarına açılması kararının tüm boyutlarıyla incelenerek, bölge halkına ve doğal yaşam alanlarına vereceği zararın araştırılması noktasında gerekli yasal düzenlemelerin yapılabilmesi amacıyla Anayasa’nın 98’nci İç Tüzüğün 104’üncü ve 105’inci maddeleri gereğince bir Meclis Araştırması açılmasını arz ve teklif ederiz.
Polat ŞAROĞLU
Tunceli Milletvekili
8 Ağustos 2019
AVRUPA DERSİM DERNEKLERİ FEDERASYONU ( FDG ) ve
DERSİM KONGRESİ’nden
Ortak Açıklama:
Dersim semalarında kara bulutlar hiç bir zaman eksik olmadı. Yakın tarihte bahtına hep soykırım, zulüm, doğa tahribatı ve talan düşen Dersim diyarı yeni bir saldırı furyasıyla karşı karşıya. “Munzur Dağları’nın tamamı maden sahası ilan edildi!”, “Munzur Milli Parkı’nda maden armaya ruhsat verildi!”, “Dersim’de Yeniden Köy Boşaltma Kararı” alındı manşetleri yeni felaketlerin haberini veriyor.
İlgili makamlar, 75 kilometrelik uzunluğa, 25 kilometrelik genişliğe sahip, 43 bin 350 hektarlık bir sahayı kapsayan Munzur Dağları’nın tamamını maden sahası olarak ilan etti. Hemen akabinde, “Munzur Gözelerini de içine alan Munzur Milli Parkı’nın bir bölümünde bir şirkete maden arama ruhsatı verildiği ortaya çıktı.” (Artıgerçek, 29 Temmuz 2019). Elbette ki bu girişimlerin ve kararların bir amacı Alamos Gold, Newmont Gold, Chesser Resources, Sandstorm gibi uluslararası sermaye şirketlerine ve Ahmet Çalık’ın Lidya Madencilik, Alacer Gold, Doğu Biga Madencilik gibi yerli işbirlikçilerine altın ve diğer yeraltı madenlerini sömürerek en azami kâr etme imkânını sağlamaktır. Çanakkale’den Dersim’e, İvrindi’den Erzincan’ın Çöpler’ine kadar bu amaç her zaman kovalanır. Ne var ki tarihi, kültürel dokusuyla Dersim coğrafyası buna ek olarak ayrı bir saldırının odağındadır. İnanç ve etnik yapısıyla, diliyle, siyasi duruşuyla kimliksel farklılık arz eden Dersim’li kendi toprağında yaşamaktan men edilmek istenmektedir. Yeniden gündeme alınan köy boşaltma kararlarının, baraj ve siyanürle altın arma projelerinin, rutin hale getirilen orman yangınlarının, yaşam alanlarına mayın vb. patlayıcıların yerleştirilmesinin, silahlı çatışmaların teşvik edilmesinin esas amacı bölgeyi yaşanmaz hale getirmek, yerli nüfusun göçünü hızlandırmak ve diasporadaki Dersimlilerin topraklarına geri dönerek yeni bir sosyal yaşam örgütlemelerini engellemektir.
Öngörülen maden projelerinin hayata geçirilmesi, proje alanlarında her türlü canlı yaşamın deformasyona uğraması, sonlandırılması ve Munzur Dağları havzası ve Dersim’in ekosisteminin geri dönüşü olmayacak şekilde tahrip edilmesi anlamına gelecektir. Dersimlilerin kutsal addettikleri Jar-u-Diyar’a adım atmaları, köklerine dönerek yeni bir yaşam inşa etmeleri imkansızlaşacaktır. Basında ve sosyal medyada takip edildiği kadarıyla Dersimlilerin büyük çoğunluğu kapılarını döven bu büyük tehlikenin farkındadır. Ne var ki her Dersimli aynı zamanda çözümsüzlük ve güçsüzlük denen çaresizliğin pençesinde kıvranmaktadır. Durum, 37-38 Tertelesi’nin (Jenosidin) son dönemlerindeki toplumsal ruh hâlini andırıyor.
Her Dersimli birey ve kurum kendi tarihinden ders çıkarmak durumundadır. Tarihin hiçbir döneminde Dersimliler toplumsal varlıklarına ve vatanlarına yönelen büyük tehlikelere karşı birlikte hareket etmedikleri müddetçe başarılı olamamışlardır. Son gelişmelerle toplumsal varlığımıza, doğamıza, inanç mekanlarımıza karşı başlatılan meydan okumaya karşı her Dersimli bireyin ve kurumun gücünü birleştirerek harekete geçmesinden başka bir seçeneği yoktur. Yer Küre’nin neresinde bulunursa bulunsun, her Dersimli’nin yüreği, bilinci, ruhu sel olup tehlike altındaki Jar-u-Diyar’a akmalıdır. Kesilecek her ağaç, zehirlenecek her su pınarı, postal basılacak her inanç noktası, kazma vurulacak her toprak parçasını kanatlarımızın altına almalıyız, korumalıyız. Ruhunu ranta teslim etmiş hiç bir şirket yöneticisine rahat yüzü göstermemeliyiz. Tarihimizle, doğamızla, kutsal ziyaretlerimizle BİZ olup BİR olup varlığımıza kast edenlerin kâbusu olmalıyız.
Hasankeyf’te, Fatsa’da, Çanakkale’de rant uğruna, doğayı ve canlı adına ne varsa zehirlemekten imtina etmeyenlere karşı ortak mücadele platformlarında ve alanlarında ruhumuzu, bilincimizi, ellerimizi birleştirmeliyiz. Su ve Vicdan nöbetçilerinin Kaz Dağları’ndaki direnişleriyle bütünleşmeli, kendilerinden de aynı hassasiyeti Munzur Dağları’nda maden arama girişimlerine karşı göstermelerini talep etmeliyiz.
Her Dersimli bireye ve kuruma çağrımızdır: Vakit kaybetmeksizin bir araya gelip Dersim’e Sahip Çıkma Kampanyası için bir koordinasyon oluşturalım. Dersim Barosu ve diğer kurumların, bireylerin attıkları değerli adımları daha da güçlendirerek, sürekliliği sağlanmış uluslararası bir kampanyaya dönüştürelim.
Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu ( FDG )
Dersim Kongresi
7 Ağustos 2019
Osmanlılardan bu yana Dersim’de yürütülen ötekileştirme politikalarının sonucunda belgelerde “uyumsuz, itaatsiz halk” olarak kayda geçmiş Dersim ve Dersimliler sürekli asimile edilmekle karşı karşıyadırlar. Osmanlıların İslamlaştırma (Sünnileştrme) politikalarının üzerine “Türkleştirme” politikası eklenerek Cumhuriyet döneminde de bu durum kesintisiz devam etti. Bu konuda yıllardır çok şey söylendi ve yazıldı. Haklı olarak bu asimilasyon politikaları genel demokratik ve insani tahammüllerle bağdaşmadığı için eleştirildi, kınandı. Sonuçta Osmanlıların ve Cumhuriyet hükümetinin yürüttüğü Dersim politikası deşifre oldu ve ciddi bir farkındalık yaratıldı.
Bu eleştiriler doğruydu ve kuşkusuz yapılmalıydı. Fakat eleştiri yapmak başka, haklı gözüken bu eleştirilerle, acılar üzerinden ve sinir uçlarına dokunarak mantıki akıl yürütmeye engel olacak öfke sendromlarına toplumu sokmak başkadır. Yaratılan travmalar üzerinden pragmatik davranarak kazanç elde etmek başka bir şey olmalı. Aslında farkında olmadığımız, sorgulayamadığımız esas alan da burasıdır. Acıların kor ateşine odun atmak gibi bir şeydir bu. Yapılan eleştiriler veya gösterilen çabalar haklı gözükse de sonu felaketle biten toplumsal sonuçlara da sebep olabilirler. Bu durumu görmek, bunun farkında olmak; asıl önemli olan bu olmalı.
Nitekim, böylesi politika ve iki yüzlülüğün farkında olamamaktan kaynaklanan sorunlar deryasının içinde kulaç atıyoruz. Söylenen masum görünümlü sözlerle bizi nerelere çekmek istediklerini düşünmeden, masumane saflığımızın kurbanı olmayı sürdürür bir haldeyiz. Bu körleşmemizin sonucunda söyleyenlerin niyet ve davranışlarını sorgulamadan, gölgelerinde kendimizi var etmenin halet-i ruhiye’sinde veya sendromundayız.
Osmanlı oyunlarının ve Cumhuriyet zorbalığının farkında olan Dersimliler ne yazık ki, Kürt hegemonya çabalarının Dersim’deki olumsuz yansımalarının farkında değildirler. Hatta bu hegemonya ve Kürt vesayetinin gölgesinde var olmanın yanılsamasını yaşayıp oraya sığınma çabası içindedirler.
Kürt siyaseti konusunda Dersimlilerin ciddi problemleri var. Eleştiri ve sorgulama yetimizi tamamen kaybetmiş, kendimize karşı ciddi bir yabancılaşma içindeyiz. Türk siyasetçilerinin yıllardır takındığı ezberlere benzer söylemleri bugün Kürt vesayetçileri ödünç almış bulunuyor. Öyle ki, en masum eleştiri bile “Kürt düşmanlığı” ile özdeşleştirerek korkutuluyoruz. Bu korkunun üzerimizde bıraktığı yakıcı etkiden olacak ki, buna karşı koymaya cüret edemiyor ve susuyoruz. Dahası biz bu korkunun içine hapsolduğumuzun veya edildiğimizin farkında bile değiliz. Dersimi ve Dersimlileri çepe-çevre kuşatan ideolojik saldırıların sonuçlarını yeterince bilince çıkaracak bir sorgulamanın henüz uzağındayız.
Dersim konusuna ilişkin Kürt Tarihi yazımı, yazılı Türk tarihi gibi tahribatlarla doludur. Türki paradigma adeta kopya edilerek Kürdi bir bakış açısına evrilmiştir. Cumhuriyet Hükümetlerinin başından beri sürdürdükleri “Türkleştirme” politikalarına paralel olarak Dersimlileri” Kürtleştirme” politikaları son hız devam ediyor. Bütün Kürt “tarih yazıcıları” bu amaç temelinde kurgulanmış iddialarla karşımıza çıkıyor ve bizim bu sahte tarihe inanmamızı bekliyorlar.
Özellikle 1970 sonrasında solun Dersim konusundaki faydacı yaklaşımı ile Dersim ve Dersimlilerde bir kırılma ve yabancılaşma sürecine yönelik yeni bir evre başladı. Farkında olalım ya da olmayalım bu süreç ile birlikte Kürt siyasetinin hegemonya ve vesayet kurma süreci başlamış ve nerede ise tüm sol örgüt, bu siyasetin odun taşıyıcıları olmuştur. Suriye’ye mülteci olarak sığınan Nuri Dersimi (Baytar Nuri) orada faaliyet yürüten Kürt Hoybun örgütü tarafından adeta esir alınmış ve onun söylemleri üzerinden Dersimlileri “Türkleştirme” politikalarına karşı yeni bir proje yani“Kürtleştirme” projeleri başlatılmıştır.
Nuri Dersimi’i savunmak için demiyorum ama, Hatıratlarından anlıyoruz ki, Baytar Nuri orada esir bir konumdadır. Hoybuncuların bir kelamı bile hayatını tehlikeye atabiliyordu onu. Oturum izni Hoybun örgütünün elindeydi ve her an oturumu elinden alınabilirdi. Bu delirtici ortamda olmanın yarattığı psikolojik baskı onun fikirlerini özgürce yazması önünde doğal olarak bir bariyer oluşturmaya müsait idi.
Burada söylemek istediğim şudur. Nuri Dersimi üzerinden başlatılan ve Dersimlilere dayatılan Dersim Tarihi, esir olmanın ruh hali ile yazılmış sahici olmayan bir tarihtir. Bu iddianın doğruluğunu bilmek istiyorsak Baytar Nuri’nin Suriye’deki yaşamını araştırmak ve öğrenmek gerekir.
Bizler, Dersimlilerin sözlü hafızasını referans almak zorundayız. 1970 sonrası yaşanan kırılmayı aşmanın tek yolu, bu sözlü bellek ile tekrar bağ kurmak ve onu güncelleştirmekten geçiyor.
Dersim Sözlü belleğinde Dersimlilerin kendilerini Kürtlerden ayrı bir aidiyet olarak tanımladıklarını son derece net olarak bulabiliyoruz. Dersimliler, Türk, Kürt aidiyetlerinden kendini özel olarak ayırmış ve farklı bir aidiyet ile tanımlamışlardır kendilerini. Bütün o net tanımlara rağmen Dersimlilerin Kürt aidiyetine sığınmaları ne derece kabul görebilir? Sığınmacılık sendromu yaşayan arkadaşların durumu sahiden acı ve üzüntü vericidir. Sığınanlar açısından bir rahatlık taşısa da Kürt gölgesinde var olmaya çalışmak tarihi olarak bir sorumsuzluk ve kendimize karşı ciddi bir yabancılaşmadır. Ayıptır, günahtır!
Şu soruya cevap vermek durumundayız: Referans kaynaklarımız ne olmalı; neye inanmalı neye güvenmeliyiz? Dersimlilerin sözlü belleğine mi, yoksa dışardan müdahalelerle yazılan dejenere bir tarihi mi referans olarak alacağız kendimize? Bir başka ifade ile Dersimliler olarak kendi ayaklarımız üzerinde durmanın verdiği özgüven ile mi yoksa Kürt gölgesinde olmanın verdiği veya-vereceği “güven” paradigması üzerinden mi geleceğe yolculuk yapacağız? Dersimlilerin bu seçeneklerin farkındalığında kalarak kendi seçeneklerini yaratmaları özel bir önem taşıyor. Önümüze servis edilen veya dayatılan seçeneklerle avuna biliriz ama bu bizi özgür kılmayacaktır. Yıllardır omuzlarımızda taşıdığımız, kullanım süresi geçmiş ödünç bilgilerle örgülü Kürdi paradigmayı aşmak zorundayız. Özgür olmanın yolu bu Kürt kamburundan kurtulmaktan geçiyor. Seçim bizimdir…
16 Haziran 2019
Hüseyin Sevinç
Meclis´e (TBMM) Sunulan Dersim´e Özerklik Teklifi
1920´de Ankara´da oluşturulan Meclis´e Dersim adına beş milletvekili katılmıştı.
Osmanlı´nın yerine yeni bir devlet kuruluyordu.
Devleti kuranlar bu kuruluşa Dersimlileri de katmak istiyorlardı. Bu temelde bazı Dersim ileri gelenlerine (Aĝlerê Dêsımi) milletvekilliĝi önerilmişti.
Dersim´de iki eĝilim oluştu.
Seyit Rıza ve İdare İbrahim´in de içinde olduĝu bir kesim bu öneriye güvenmedi. Kuşkuyla yaklaştı.
Diyap Aĝa´nın da içinde olduĝu ikinci gurup Ankara ile anlaşarak bir çözüme ulaşmak istediler. İkinci guruptakiler zaten Osmanlı´nın son döneminden beri bir şekilde yönetimle ilişki içindeydiler. Ya yerel yönetici, nahiye müdürü, mutasarrıf veya askeri görevliydiler.
İkinci gurubun en aktif üyesi Hasan Hayri´ydi. 1925´de Elazıĝ´da idam edildi.
Meclis´e giden temsilciler o günkü koşullar içinde Dersim´in sounlarına çözüm aradılar.
29 Kasım 1920´de Meclis´e sunulan önerge bir nevi Dersim´e Özerklik talebiydi.
Zaten Meclis tutanaklarını yayınlıyan Cengiz Çetintaş da buna, „Dersim milletvekilleri Dersim için özel bir statü teklif ettiler.“ diyor.
Önerge, Dersim Mebusu Diyap Ağa ve 3 arkadaşı adına verilmiş.
İsmi yazılmayan üç kişi muhtemelen Hasan Hayri Kango, Mustafa Aĝa, Ahmet Ramiz Tan´dır.
Önerge, „Teşkilatı Esasiye için Hükümet bu esasları da dikkate alsın yolunda bir temenni mahiyetinde kabul“ edilmiş ve Hükümet´e gönderilmişti.
Yani bu bir Anayasa Teklifi idi.
Sonrası biliniyor.
Dersim´e özerklik talebinin tarihi belgelerinden birisi de budur.
„TBMM Başkanlığına
Altı asırlık Osmanlı İmparatorluğunun idaresinde meydana gelen iç meselelerin ekserisi Dersim ile alakalı olmuştur. Aslında ehemmiyetsiz olan bu meseleler, bir kısım zorbaların Hükümetle Dersimliler arasına girmesi yüzünden adeta halledilmesi imkansız bir bulmaca hükmüne sokulmuştur. Meşrutiye-tin ilanıyla umacı gibi tanıttırılan Dersim yüzünden yine zorbalara birtakım külahlar kaptırmaktan başka,devlet ve günahsız milletçe bir fayda temin edilememiştir. Şimdi ise gerek Dersim ve gerekse Osmanlı memleketlerinin ve İslamiyetin kötü idare edilmesi yüzünden iyice karmakarışık olan vaziyet, bütün heybet ve açıklığıyla meydana çıktığından bu muhakkak ölümden vatanı ve İslamiyeti kurtarmak azmi ile meydana atılan bir kaç Müslüman vatanseverin gayretleriyle Büyük Millet Meclisi teşekkül etti. Hamdolsun peyderpey büyük ve kati muvaffakiyetlerle İslam alemi kavuşacaktır. Şimdiye kadar hiçbir usul ve idarede kabul görmeyen ve adeta vahşi hayvanlar olarak düşünülen Dersim halkı, Yüce Meclisin meşruiyetini her şeyden evvel takdir ederek vatana ve dine hizmet etmek için bizi Yüce Meclise mebus olarak gönderdiler. Bu ana kadar sözlü ve yazılı Dersim’e ait çeşitli izahatlarda bulunduk ve arzu edildiği takdirde daha fazda izahat verilecektir. Anlattıklarımızdan anlaşıldığı ve anlaşılacağı gibi Dersim’in bugünkü vaziyeti şu dört kelime ile hülasa edilebilir, kötü idare, açlık, mektepsizlik, bu fırsatlardan istifade eden zorbaların meşru olmayan teşviki ve aynı zamanda resmi makamlara yalan yanlış ihbarlarda bulunmalarıdır. İşte Yüce Meclis tarafından bu dört meseleye zaman itibariyle imkan derecesinde bir çare bulunduğu takdirde Dersim bulmacasının yüzde doksanı halledilmiş olacağına şüphe olmamalıdır. Bunun içinde biz Dersim mebusları, Dersim’in kabul edeceği şekil ve idare usulüne dair kanaatlerimizi aşağıda arz ediyoruz.
- Dersim,vElazığ’dan ayrılarak müstakil idare edilmelidir. Dersim ile Elazığ arasındaki Murat Suyu üzerinde öteden beri yapılması düşünülen bir köprünün ve Hozat’a kadar bir yolun imkan olduğu kadar süratle inşa edilmelidir.
- Dersim’deki aşiret mıntıkaları bire rnahiye sayılmalı ve aşiretin reisi o nahiyenin müdürü olarak aşiretinden mesul olmalıdır. Liva Merkezinden başka diğer beş kaza kaymakamlıkları şimdilik reislerden ve beylerden seçilmeli veya Dersim mebuslarının teklifiyle Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından tayin edilmelidir. Her kazanın büyüklüğüne göre mutasarrıflıktan umumi meclis vazifesini yapacak bir veya iki üye seçilmelidir. Dersim’de tatbik edilecek her bir iş bu meclis kararıyla mutasarrıflık tarafından yapılmalıdır. Mutasarrıflığa vatanın nezaket ve ehemmiyetini takdir etmiş, Dersim halkının ruhi vaziyeti ve milli ananelerini bilen kişiler seçilmelidir.
- Mutasarrıflık emrinde olmak üzere Dersim iki müfettişlik mıntıkasına ayrılmalı ve her mıntıkaya mali ve idari işleri teftiş etmek üzere birer müfettiş tayin edilmelidir.
- Dersim Sancağı dahilinde şimdiye kadar meydana gelen suçların cezaları tecil edilmelidir.
- Dersim’deki hazine arazileri ücretsiz olarak ahaliye dağıtılmalı ve oralarda iskan ettirilerek kefalet ve rehin karşılığında Ziraat Bankası tarafından kendilerine imkân derecede yardım edilmelidir. Bu arazilerin taksimi için Dersim Mutasarrıfı reisliğinde Müslüman ahaliden bir komisyon teşkil edilmelidir. Bu komisyonun vereceği ve yapacağı taksime hiç bir kimsenin itiraz hakkı olmamalıdır
.6. Tedricen mekteplerin inşasına başlanmalıdır.
Samimi ve saf vicdanla arzedilen ve her halde dikkate alınmaması uygun olmayan yukarıdaki isteklerimiz, Yüce Meclis ve Hükümet üyeleri tarafından vatanın selameti için tatbikata konulduğu takdirde Dersim’de hiçbir yolsuzluğun olmayacağını biz Dersim mebusları kefil oluruz.
Dersim Mebusu DiyapAğa ve 3 arkadaşı
TBMM Zabıt Ceridesi (18 Kasım 1920), 1.Dönem, c.5, s.428-438, http://www.tbmm.gov.tr/
TBMM Tutanaklarında KOÇGİRİ AYAKLANMASI VE MİLLİ MÜCADELEDE DERSİM(1920 -1922) http://www.cengizcetintas.com/cengizcetintas.tbmmtutanaklari.1.26.pdf
Dersım mi, Dersim mi, Dêsım mi?[1]
’93 harbinde Osmanlı’nın bölgeden sorumlu Erzurum valisi, Dêsım aşiretlerine elçi yollar ve kendilerini bu zorlu şavaşta desteklemelerini rica eder.
Dêsım aşiretleri kendilerine şu cevabı veriler:
“Bu ara çok yoğunuz, tam iş-güç zamanı, biz gelemiyoruz. Arzu ederseniz payımıza düşen düşmanları buraya yollayın, biz burda onların hakkından gelelim.”
Anektodtan da anlaşılacağı gibi Dêsımliler yaşam tarzıyla farklı insanlar. Hiç bir zaman bir yerleri istila etme, devlet olma amacı gütmemiş, kendi halinden menun, özgürlüğüne düşkün olduklarından dolayı otonom bir coğrafyada yaşamayı tercih etmiş, mücadelesini vermiş ve bedelini fazlasıyla ödemişlerdir. Çevresindekiler ise hep Dêsım’i işgal etmek, yok etmek için çabalamışlardır. Bunu sadece fiziki olarak icra etme gayreti içinde kalmamış, aksine teorik alt yapısını oluşturma çabasına da yönelmişler. Bu durum özellikle de coğrafyanın adlandırılması babında hala güncelliğini korumaktadır.
Başlıkta belirtiğim adlandırmalarla ilgili aktaracaklarım ilk etapta kelime oyunu gibi algılansa da öyle değil. Asıl can alıcı nokta da burası. Çünkü her kesim illeri sürdüğü tezini bunun üzerine inşaa ediyor.
Dersım mi, Dersim mi?
Ne Dersım, ne de Dersim. Kelimenin Zazaca orjinal telafuz biçimi Dêsım‘dır. Yaşlılarımız ziyaretler ülkesini hala böyle telafuz etmektedirler.
Orjinal telafuz biçimi Dêsım olmasına rağmen Dersım veya Dersim’de ısrar neden?
Ayrıntılara geçmeden yanlışlığın asıl kaynağının ne olduğuna bakalım.
Bu değişimin nedenini sayın Mehmet Yıldırım[2], “Desim Nasıl Dersim Oldu?” başlığı altında Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ne dayanarak şöyle ifade etmektedir.
“Der-sim” adındaki “r” harfinin, 1847-48 yıllarında Sancak kurulduğunda katiplerin yanlış okuması ve yazması sonucu (Arapça harflerdeki “vav” ile “dal” harfinin ve “dal” ile “r” harfinin benzemesi sonucu) Desim’e eklendiği görülmektedir. (…) O günden itibaren resmiyette DeRsim kullanılırken, halk arasında DeSim kullanılagelmiştir.”
Dêsım “Dersım“dır diyenler Dêsım’i Kürdistan’ın yaylası olarak görüp adın iki kelimeden, yani “Der” ve “sım”den oluştuğunu iddia edenlerdir. Ve bunlar Baytar Nuri’nin illeri sürdüğü teze sahip çıkarlar.
Bunlara göre “Der” Kürtçe’de “kapı”, “sım” ise gümüş anlamına gelmektedir. Dolayısıyla “Dersım” de “gümüş kapı” demektir.
Dêsım’e “Dersim” diyenlerden bir kesim büyük Ermenistan emelini taşıyanlardır.
Onlara göre de Dêsım adı iki kelimeden oluşmakta ve bilge bir Ermeni keşiş olan “Der Simon”dan türetilmiştir.
Dêsım “Dersim”dir diyenlerin ikinci kesimi ise tarihi Dêsım coğrafyasını günümüz “Tunceli“sine indirgeyenlerdir. Yine “Gümüş Kapı” babında madenle bağdaştırılmış bir isim. Fakat bu ismin arka planını zülmün sembolü olan Türk’ün tunç-eli oluşturmaktadır.
Dêsım’in kamilleri söyleneni doğru bulmadıklarında “Xêyr efendım xêyr!” derlerdi.
Biz de öyle diyoruz,
“Xêyr efendım xêyr!”
Çünkü bu söylemlerin tümü Dêsım’de meskün halka rağmen, onların telafuz ve adlandırmaları dikkate alınmandan üretilen yakıştırma ve teorilerdir.
Dêsım’de konuşulan Zazaca (Kırmancki) ve Kırdaşki’de kelimenin ortak telafuz şekli günümüze kadar da DÊSIM’dir.
Dêsım,
- kimliğiyle, inançlarıyla, farklı halk ve dilleri buluşturan coğrafyasıyla özgündür.
- Ne Kürdistan’ın yaylasıdır, ne de Büyük Ermenistan’ın bir parçasıdır.
- Anadolu ile Mezopotamya arasında yer alan otonom bir coğrafyadır.
- Dêsım, Kırmanc-Zazalar’ın, Khurmanci ve Türkçe konuşan Alevi Désımliler ile komşuları Dêsımli Ermeniler’in yurdudur.
Tunceli adı 1935’te çıkarılan “Tunceli Kanunu” ile günümüzde Tunceli-Merkez olarak bilinen Mamekiye Köyü’ne verilen addır.
Devletin dahi inkar edemediği bu soykırım amaçlı kanunu temel alarak “Dersim” adının Tunceli adı olduğunu idda etmek veya “Dersim” adını Tunceli’ye ad olarak geri istemek onların çirkin amaçlarına alet olmaktır.
6 Haziran 1936 tarihinde 4. Umum Müfetişliği dahi “Dersim Bölgesi”nin Tunceli, Elazığ ve Bingöl’ü kapsadığını belirtmektedir.
Osmanlı’dan bu yana devletin Dêsım’e bakış açısı o kutsal toprakları yok etme amaçlıdır. Tüm uygulamalar da bu doğrultudadır. Barajlar ve orman yakımları bunun bariz göstergeleridir.
Çok etnili, çok dilli, çok inançlı evrensel bir duruş ve yaşam tarzına sahip olan Dêsım, tek ulus, tek dil, tek din yaratma ülküsüne sahip olan Mustafa Kemal ve avanesinin de belirttiği gibi “kökünden kazılması gereken bir çıbandır”.
Bu nedenle o tarihi coğrafya defalarca ve nihayetinde 1937-38’de ki soykırımla günümüz Tunceli’sine indirgenmiştir.
Dêsım Kürt teorisyenlerinin iddia ettikleri gibi “Der-sım“ değildir.
Çünkü Dêsım’in dominant dili Zazaca’dır. Bu dilde de “der” kapı değil, “sım” gümüş değil. Zazaca’da “Çever” kapı, “şêm” gümüş anlamındadır; “sım” ise “sımé here, sımé astor u maine” örneklerinde olduğu gibi tek tırnaklı hayvanların toynağının adıdır.
Öyle, yani “Gümüş Kapı“ olmuş olsaydı “Çêvero Şêm”, ya da “Çêvero Şêmın” olarak söylenmesi gerekirdi.
Türk Tarih Kurumu’nun eski başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun “Dersimliler Ermeniler’in ardıllarıdır” iddiasına hizmet edecek olan Dêsım adı DER SİMON’dan[3] gelmedir iddiası da kendini yalanlayan bir iddiadan ibarettir.
Rivayete göre,
Celali saldırılarına karşı kendilerini korumak amacıyla dağ köylerinin Ermeniler’i, bilge keşişleri DER SİMON ‘un (Ter Simon) mevcut sıkıntılardan kurtulmak için, din değiştirme önerisini kabul eder ve Alevi olurlar.
Der Simon da adını Seyit Ali olarak değiştirir ve Alevi din adamlığı yapmaya devam eder. Kureyşanların Pir’inin az zaman sonra rahmetli olmasının ardından da Kureşanlar ocağının piri olur. Kısa süre sonra ise Ermeni ve Alevi din adamlarının kararı ile pire-piran (pirlerin şahı) mertebesine yükseltilir.
Devamında bu bilgilerin ceylan derisi üzerine yazılı olduğu illeri sürülür. Oysa vurulması günah sayılan malê Xızıri (ceylan v.s.) derisi üzerine hem de pirêpiran mertebesine yükselmiş birinin eşliğinde yazılmış olması Raa Heq olarak adlandırılan Désım İnancı’nda kabul edilemez bir durum. İlginç olanı ise bu bilgilerin komuoyuna açıklanmaması için bulunan kılıftır. Bu manada şöyle denmektedir:
“Bu söylencenin kaynağı olan toplantının tutanakları, tüm detayı ile, ceylan derisinin parşömenleri üzerine yazılmıştır ve kutsal emanetler olarak pire-piranın varisleri tarafından korunmaktadır. Bu emanetler dokunulmazdır ve pire-piranın büyük erkek varisinden başka kimse el süremez. Varis, pir babasından veya dedesinden devraldığı bu kutsal emanetlere ihanet etmiyeceğine, içeriği hakkında kimseye bir şey söylemiyeceğine dair yemin etmiştir.“
Hikaye bu!..
Anlaşıldığı gibi söyleseler, tılsımı bozulacak! Rivayetin yaşatılması için açıklanmaması lazım!
Ne güzel değil mi? Minareyi çalan, kılıfını uydurur” derler ya, tam da öyle bir şey. Bir rivayet uydur, belgesi var de ve belge açıklanamaz diye” de buyur!
Bunun rivayetlerde dile getirildiği gibi olmadığını, Ermeni ruhban ve yazarların olguları kendi lehlerine abartıklarını en güzel Britanya başkonsolosu Taylor[4] yazmaktadır. 1861’de Dersim’e giden Britanya başkonsolosu Taylor, aynı dönemde kendisiyle Fransa’yı Diyarbakır’da temsil eden Frank Anori’ya bir mektup yazar ve şöyle der:
“Ben onların pagan olduğunu düşünüyorum, Mamikyanlar bizim Osip Efendi’nin (Osip o zamanlar Diyarbakır Belediye Başkanı olan Ermeni, aynı zamanda hukukçu) dediği gibi değil, sanki onlar bu eski Pagan inançtan Hıristiyanlığa geçmişler. Ayinleri kilise ayinlerine benzemiyor…”
Ayrıca daha önce Dersim ile ilgili yazdığı 376 sayfalık raporda da geçen şu tanıklığı aktarır:
“Erzincan tarafında II. Şah Hüseyin Efendi’nin evinde kaldım, sabah, güneş yeni yeni doğuyordu. Evin penceresinden tarlada toplanmış insanlara baktım. Güneş doğdu, kimisi işaret parmağını dudaklarına götürüp öptü, kimi eğilip taşlardan kelamını aldı. İyi gün dileklerinde bulundular güneşe, dağlara. Bunu hiç görmemiştim, Türk desem Türk değiller, Kürt desem Kürt değiller, Hıristiyan değiller, ama Müslüman hiç değiller…”
Yukarıdaki tespiti Antranik[5] de şöyle doğrular:
“Dersimliler’in kendine özgü, hiç bir kitaba bağlı kalmadan, sözlü olarak aktardıkları bir dinleri vardır. Ama bu dine ne ad verilir bilemiyoruz. Ne Hıristiyan, ne Müslüman, ne de Musevi.”
Antranik’in adını bilmediği Désım İnancı’nı Désımliler Raa Heqi olarak adlandırır ve hiç bir tek tanrılı dine sığmayacak kadar özgündür.
Désımliler’in Ermeni olduğu tezinin ne kadar asılsız olduğunu Ermeniler’in Osmanlı’nın Désim’e karşı uyguladığı şiddet ve katliamlardaki tavrında da görebiliriz. Nitekim bütün bu uygulamalar karşısında Ermeniler tarafsız kalıp, zanaatlarını icra edebilmişlerdir. Hal böyle iken neden topluca din değiştirip Alevi olsunlar ki?
Osmanlı döneminde Ermeniler Anadolu’nun farklı şehir ve kasabalarında bir nevi özerk yaşarlarken, Aleviler Osmanlı kılıcından korunmak için dağlara sığınmışlardır. Ermeniler, “kılıç zoruyla”, yani korkudan din değiştirmiş olsalardı dominant din olan Müslümanlığı seçmeleri gerekmez miydi?
Dêsımliler kendilerine karşı yapılan ardıarkası kesilmeyen zülüm karşısında ‘denize düşen yılana sarılır’ minvalinden hareketle,
- sözde laiklik ve benzeri adımlarından dolayı CHP’yi,
- tekçi zihniyete karşı ulusal mücadele veren Kürtleri ve
- ütopik de olsa getireceği eşitlik ve kardeşlik düşüncelerinden dolayı solu desteklediğinden,
Baskın Oran’ın da belirtiği gibi her kesim tarafından kendilerine “Tek Taraflı Aşk” ilan edilmiş ve kendisinden uzaklaşması için
- kimi kesim tarafından “Zazacılık bölücülüktür”le suçlanmış,
- kimi kesim tarafından da kendilerine zorla cami yaptırılmış,
- kimi kesim tarafından da inanç kurumları hiçe sayılmıştır.
“Dêsım ve Aleviler çantada keklik” olarak görülmüştür.
Dêsım,
Azra Erhat’ın hazırladığı ‘Mitoloji Sözlüğünde’[6] Anadolu coğrafyasının hangi tarihe ait olduğu bilinmeyen en eski tanrıçası dediği “Ma” ve “Homa” adlı tanrılarıyla daha geniş bir coğrafyayı kapsamış olmalı.
Fakat, özellikle tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasıyla birlikte fermanı çıkartılan Dêsım, çeşitli kıyım ve soykırımlardan geçirilerek sınırları daraltılmış ve muhtemelen 1514 Çaldıran Şavaşı’na kadar Kayseri-Sarız’dan Muş-Varto’ya; Gümüşhane’den Maraş-Pazarcık’a kadar olan coğrafyayı kapsamıştır.
Dêsım tarihsel olarak Daylem ile ilişkilendirilir.
Ünlü İranolog Prof. V. Minorsky[7], coğrafi bölge olarak Daylam için, “Gilan’ın dağlık kesimidir “. (…) “Çağlar boyunca Daylamit boylarının yerleştiği alanlar, oldukça geniş bir alanı kapsar” der ve “Özellikle belirtmekte yarar var; Agathias III, 17’de Lasica’da savaşan Dilimnitai askerlerinden bahsederken onların yurtlarının Orta Dicle havzasında Fars topraklarına komşu topraklarda olduğunu söylemektedir. Yani (eğer Dicle, Safid-rûd yerine yanlışlıkla kullanılmıyorsa) Zazalar’ın bugün yaşadıkları bölgedir bu” vurgusunu yaptıktan sonra “Urmiye gölünün kuzeybatısı, yani Salmas’ın merkezi çok yakın zamanlara kadar Dilmakan diye adlandırılmakta” olduğunu belirtir.
Dımli-Deylem bağlantısına 1901’de ilk işaret eden kişi, Ermeni yazarlardan Antranik’tir. Antranik bu tezini F. C. Andreas “Diyarbakır’ın kuzeyinden Palu ve Dersim’e kadar uzanan bölgede yaşayan ve bugün hala İran kökenli bir dil konuşan “Zaza”lar kendilerine Dımli demektedirler”, ifadesiyle destekler ve Minorsky “(…) bu durumu, Daylam benzerliğine yoruyor” diye belirtir.
Anlaşılacağı gibi “tarihi Desım coğrafyası” kimilerin ifade ettiği gibi sadece Kırmanciye denilen İç-Dersim’den, yani Mamekiye/Tunceli’den de ibaret değildir. Tarihi Desım coğrafyası bir yandan Zazaca konuşulan, öte yandan Raa Heqi İnancı’nın hüküm sürdüğü toprakları kapsar. Zira Dêsım aynı zamanda Raa Heqi İnancı’nın (Alevi ocakları) da merkezidir.
Zonê Xızıri artı mekanê Xızıri eşittir tarihi Dêsım coğrafyası.
Bu bağlamda günümüz Tunceli ili coğrafik olarak tarihi Dersim’i tarif etmekten çok uzaktır. Bu tarihi Dersim coğrafyasının inkarıdır ve hatta cumhuriyet ideologlarının dahi gerisine düşmektir.
CHP’nin tek parti iktidarının yayın organı Cumhuriyet Gazetesi’nin yazarı Yusuf Mazhar Aren[8] Dêsım hakkında 29 Haziran 1937 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde şöyle diyor:
“Ben Dersim´i herkesin anladığı gibi anlamam, benim nazarımda:
Bir çekirdek Dersim,
bir et Dersim,
bir kabuk Dersim
vardır ki, hücre böyle hayatlanmış, Dersimli böyle canlanmıştı. Halbuki herkes yalnız çekirdeğe Dersim diyor…
Maahaza (bununla beraber) çekirdek kırılırsa et çürür, kabuk kurur…
Ben, Kuruçay´da, Kemah´ın bazı köylerinde, hatta Refahiye ve Zara´da, Akçadağ´da Dersim zarfını (kabuğunu) seçtim ve Kuzucan ve Tercan, Palu ve Çapakçur´da… ilah (tartışmasız) Dersim´in etine değdim.”
Kaynaklarda tarihçi ve yazar olarak da geçen, özel harpçi, Dêsım Düşmanı Albay Nazmi Sevgen[9] dahi o kutsal coğrafyayı şöyle tarif eder:
“(Bingöl)lerden daha Garp’taki (Zara)ya,
(Munzur)dan Cenup’taki (Samsat)a kadar uzayan sahada otururlar…“
Ermeni yazar Garo Sasuni Alevi Zazalar hakkında “15.Yuzyıldan Günümüze Ermeni-Kürt ilişkileri[10]” adlı kitabında şöyle der:
“Kızılbaşlar’ın en büyük merkezleri Dersim, Harput ve Sıvas’tır. Bu yörelerde Zaza dilini konuşan tüm aşiretlere ‘Dimbilli’ adı verilir. Varto ve Genc’ten başlayarak Fırat boyunu takip edip Harput’a kadar yayılmış ve kalabalık bir şekilde Dersim dağlarına yerleşmişlerdir. Tomaschek, Heartman, Noldeke vb. bilginlere göre Zazaca konuşanlar o yörelere çok eski dönemlerde yerleşmişlerdir.
Kızılbaşlar, Kürtler’den ayrı olarak kendilerini korumak için Osmanlı idaresine karşı kanlı bir mücadeleye giriştiler. Sıvas, Harput, Malatya, Erzincan yöreleri 1535-1690 yılları arasında 155 yıllık çok fırtınalı bir dönem yaşadı. Kızılbaşlar sadece kendi yöresel bağımsızlıklarını korumak ve Osmanlı idaresinin bölgede yerleşmesini durdurmak amacındaydı. Kürt beylikleri ise bu yüzyıllık devrede dikkatlerini Kızılbaş hareketine çevirmediler, aksine onları ezmek için bazen Osmanlılar’a bile yardım ettiler. Yalnız Dersim güçlü direnişi ile kendi küçük yöresel bagımsızlığını 18. yuzyıl ortalarına kadar korumaya muvaffak olabilmişti”
İkisi Türk, biri Ermeni üç yazarın Dêsım hakkındaki düşüncelerinin yanı sıra, “Dêsımliler ya da Zazalar Kürttür” veya “Zazaca Kürtçe’nin bir şivesidir” iddialarının bilimdışı ve siyasi amaçlı olduğunu onaylayan bir kaç Kürt kaynağını da örnek vermek elzemdir.
Bitlisli Şeref Han, 1597’de bitirdiği Şerefname[11] adlı eserinde, Kürt lehçelerini sıralarken, Zazaca’dan bahs etmez ve o coğrafyanın kadim halkı olan Désımliler’i nasıl kırdıklarını gururla yazar.
Sorbon Üniversitesi Kürdoloji Bölümü Başkanlığını yapan Kürt dili uzmanı Prof. Dr. Kamuran Ali Bedirhan (1895-1978)[12], Kürt lehçelerine ilişkin yaptığı tasnife Zazaca’yı dahil etmez.
Paris Kürt Enstitüsü’nün kurucularından ünlü Kürt aydını Cîgerxwîn[13], gayet açık bir şekilde, “Lori, Hewrami ve Zazaca’nın Kürtçe ile ilgisinin olmadığını” ifade eder.
Paris Kürt Enstitüsü’nde başkanlık da yapmış olan, Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Enstitüsü”nün ilk Fransız araştırmacılarından Prof. Dr. Joyce Blau daha açık bir dille Zaza ve Goranlar’ın Kürt olmadığını ve bunların Kürtler tarafından asimile edildiğini izah eder[14]:
“Gorani ve Zazaca’nın aynı kökenden geldiklerini biliyoruz. Muhtemelen bu diller Kürtçe’den önce bu bölgede konuşuluyordu. Bu bölge birçok İran ve Türk saldırısına uğradı. İranlılar bu bölgeye dalga dalga geldiler. Muhtemelen Gorani ve Zazaca’nın mazisi Kürtçe’ninkinden daha eskidir. Kürtler, Zazalar’ın ve Goranlar’ın çoğunu asimile ettiler fakat hepsini edemediler.”
Bütün bunların yanısıra bir de Dêsım’i “Kırmanciye” olarak adlandıran ve sadece günümüzde Kırmanclar’ın (Alevi Zazalar’ın) yaşadığı bölgeden ibaret olduğunu ileri sürenler var.
Kırmanciya Belekê Dergisi yazarlarından Silvanus Alamut “Dersimlilerin kimlik tanımlamasında gerçekleri örten bir kavram: zaza” başlıklı yazısında “Kırmanc kavramı etno-dini bir tanımlamadır. Kırmanc olarak tanımlanan bir insanın aynı zamanda bir Kızılbaş olduğunu da biliriz…
Zira başta da belirttiğimiz gibi Kırmanc etno-dini bir kavram olarak inancı da kapsamaktadır.” demekte. O halde, Şırnaklılar da Kızılbaş mı? sorusunu sormak gerek mezmi?
Bu tarif tarihi Dêsım coğrafyası realitesinden uzak bir tarif ve oldukça muğlak bir adlandırma. İç-Désim’de bu kavram böyle anlaşılmakla birlikte kuzey ve güney Kürtçe’sini konuşan Kürtler arasında Müslüman Kürtler’i adlandırmak için de kullanılmaktadır. Buna verilebilecek en iyi örnek Şırnaktır. Çünkü Alevi olmayan Şırnaklılar kendilerine Kırmanc derler.
Bu tabir Ortadoğu’da göçebelikten yerleşik hayata geçen tüm halkları ifade etmek için kullanılmıştır.
Muzaffer Erdost Şemdinli yöresiyle ilgili bir araştırmasında şöyle der:
“(…) Başka mirlerin yönetiminden çıkarak, başka aşiret reislerinin baskısından kaçarak, bir aşiret içine gelerek yerleşmiş üyeler, aileler ve kabileler, yeni geldikleri aşiret ile zamanla kaynaşırlar ve bunlar da zamanla aşiret üyesi sayılırlar; ama aşiretin kanını taşımadıkları için ayrı ve düşük bir tabaka muamelesi görürler, bunlara Kırmanç denir.”
Bu yaklaşım özellikle Kurêşanlı dedelerin Dêsım ocakzadelerini ifade biçimlerinde de görülür. Onlar, mesele kendi aralarındaki tasnif olunca, kendilerini Kırmanc olarak görmez, Dêsım’in ocak sahibi olmayan halkına Kırmanc derler; “Ma Kırmanc nime, ewladé Resulime, xasime; qomo xam Kırmanco” derler.
Dêsımliler’in birden fazla olan adlandırmalarından özellikle Kırmanc adını sahiplenenler, bu adlandırmayı kendilerini köken olarak aynı olan Zazalar’dan ayırmak için üzerine basa basa kullanmaktalar. Aradan geçen uzun süreç kültürel ve inançsal farklılıklara yol açmış olsa da aynı etnik kökenden gelen ve aynı dili konuşan Müslüman kesimimize düşmanca tavır takınmak ahlaki değildir.
Ovada kalan Zazalar, Yavuz Sultan Selim’in hışmına uğrayıp kılıç zoruyla inancını değiştirmek zorunda kalmalarına rağmen, bir takım ananelerini ve dillerini günümüze kadar korumuşlardır. Bu durumu özellikle yer ve ziyaret adlarında saptamak mümkün. Mesela bir Piran adının pirlerin şehri anlamında kullanıldığını, Lınga Dundule, Ziyara Phaçkıne gibi ziyaret adlarının hala onlar tarafından da kutsandığı bilinmelidir.
Ayrıca onların bir çok köyüne de 12 Eylül 1980 sonrası zorla cami yaptırıldığını belirtmekte yarar var…
Yanısıra şu iki reportajdan bahsetmek anlaşılmayı kolaylaştıracaktır:
Hasan Kıyafet, Mahpus Yılmaz Güney[15] adlı kitabında şöyle der:
Biraz geç de olsa Yılmaz’ı özkaynağında yakalama, araştırma fırsatını buldum. Tarih 20 Ekim 1988. Ve ver elini Siverek deyip “Özdiyarbakır” otobüsüne atladım…
Siverek halkı genelde Zaza imiş. Söylendiğine göre Zazalar da çok inatçı olurmuş…
Sonunda gerçek akrabalarından bir kaçını buldum:
“Adım Hacı Pütün. Desman köyündenim. Yılmaz’ın babası Hamit amcam babamın büyük kardeşidir. Kan davasından Adana’ya göçmüş… Evlerimiz (eski Desman’dakiler yıkıldı. Köyü sonradan daha düz, daha iyi yere taşıdılar)… Yılmaz’ın babası Hamit amcamın ilk karısı Guley ‘Güllü’ bacım Muşlu’ydu… He, o da Zaza’ydı, bizim Desman köyünün aslını sorarsanız hepimiz Dersimliyiz. Dedelerimizi buraya sürgün etmişler. Onun için bizlere Desman Aşireti derler.
Siverekli Necmettin Büyükkaya[16] da dedesi Xelilê Nofeli’yle yaptığı reportajda dedesinin bu konu hakkında şöyle dediğini belirtiyor:
„(…) Suwar ve Demen kardeştirler. Kewanlılar Demenanlı‘dır, Suwarlar da bizleriz”.
Dêsman’ın İç-Dêsım’de kullanılan Dêsmu telafuzuna ne kadar yakın olduğu da ortada.
Bu konuda sayın Seyfi Cengiz[17] ise “Tarih bizi Mansur Kılacaktır!” adlı makalesinde şöyle yazmaktadır:
“Yani Dersim adı, Sin (Tzan/Mamakan) ve Zaza (Sasani) adını taşıyan toplulukların büyük olasılıkla bir ve aynı halk olmaları nedeniyle, bana öyle geliyor ki, gerçekte Zaza ülkesi demektir.”
Dês Zazaca’da duvar demektir. İç-Dêsım ise etrafı sıradağlarla çevirili bir mekan. Etrafının geçit vermeyen kale duvarları gibi sıradağlarla çevirili olması, “Dês-duvar” benzetmesinden hareketle, bu coğrafyaya Dêsım denildiği kanatindeyim.
Anlaşılacağı gibi Dêsım adı üst kimlik olarak bir konsesüstür. Kırmanc terimi ise böylesi bir işlevden uzaktır.
Dêsım, Kırmanc-Zazalar’ın, Khurmanci ve Türkçe konuşan Alevi Désımliler ile komşuları Dêsımli Ermeniler’in üzerinde yaşadıkları coğrafyanın ortak adıdır.
Sonuç olarak
Tarihi Dêsım coğrafyası günümüzün siyasi haritasıyla şu yerleşim yerlerini kapsamaktaydı.
- Mamekiye, Çemişgezek, Xozat, Mazgerd, Nazımiye, Wacuğe, Pertage, Pulêmuriye.
- Diyarbekir, Çermuge, Melkis, Çüngüş, Piran (Dicle), Gêl (Eğil), Ergani, Hêni, Hazro, Karaz, Qulp, Lice.
- Sêvaz, Kangal, Hafik, Suşehri, Zara, Ulaş, İmranlı, Divriği.
- Xarpêt, Maden, Weşın (Arıcak), Palu, Mezra Qasıman (Kovancılar), Sivrice, Guleman (Alacakaya).
- Erzıngan, Çayırlı, İliç, Kemah, Tercan.
- Çolig, Azaxpert (Adaklı), Dara Hini (Genç), Karlıova (Bingol), Geği, Solxan, Holhol (Yayladere), Çerme (Yedisu).
- Meletiye, Pütürge, Arguvan, Arapgir, Doğanyol, Kürecik.
- Erzurum, Aşqala, Çat, Tekmane, Çullu (Karayazı), Xunıs.
- Gümüşxana, Kelkit, Şiran.
- Urfa, Soyrege.
- Muş, Gımgım (Varto).
- Semsur (Adıyaman), Gerger, Samsat.
- Meraş, Afşin, Elbistan, Göksun, Nurhak, Pazarcık, Eloğlu
- Bitlis, Mutki, Tatvan.
- Siert, Sason.
Amaç
Bu coğrafyanın bir bütünlük içerisinde ele alınması, Türk-İslam ve büyük ulus olma emelleri peşinde koşanlar tarafından tar u mar edilmesini önlemek, mozaikte hak ettiği yeri tekrardan almasını sağlamaktır.
Kim kendini hangi kimlikte görüyorsa odur.
X. Çelker
30.08.2014
[1] Dêsım Gemeinde – Bonê Ma Rhein-Neckar e.V.’nun Mannheim-Almanya’da 30.11.2013 tarihinde düzenlediği Désım konulu seminer sunumu.
[2].http://www.gomemis.com/portal/haberdetay.asp?ID=284
[3] Sarkis HATSPANIAN, Dersim Gizemi, Yerevan, 21 Mart 2012, http://sarkishatspanian.wordpress.com/tag/sarkis-hatspanian/
Bu makale baz alınarak birçok kişi tarafından internet sitelerine aktarılan bolca yazı mevcut.
[4] Taylor, Mösyö Anori’ye mektup, Londra, Fribourg İslam bilimleri arşivi.
[5] Antranik, Dersim (Seyhatname), Aras Yayıncılık, 2012, İstanbul.
[6] Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 1984, İstanbul.
[7] DAYLAM (Deylemliler), V. Minorsky, http://www.zazaki.de/turkce/makaleler/deylemliler.htm
[8] Y. Mazhar Aren, Tunceli (Dersim) meselesinde hakikatle yüzyüze, 1995, Raştiye, sayı 9.
[9] Nazmi Sevgen, Zazalar ve Kızılbaşlar, Kalan Yayınları, Ankara, 1999.
[10] Ziya Baran, Alevi Zazalar ve “Büyük Ermenistan” Hayali, Alevi Forumu, 2000.
[11] Şerefname, Çev. M. E. Bozarslan, İstanbul 1971, s.20) Cîgerxwîn, Tarîxa Kurdistan-I, Stockholm 1985, s.14-15.
[12] Çiya Dergisi, 1965, Sayı:1, s.11.
[13] Cîgerxwîn, Tarîxa Kurdistan-I, Stockholm 1985, s.14-15.
[14] Roja Teze, yıl 1, sayı 28, 14 Ocak 2000.
[15] Hasan Kıyafet, Mahpus Yılmaz Güney, İnsanca Yayınevi, 1988, İstanbul.
[16] Kalemimden sayfalar, Necmettin Büyükkaya, APEC-TRYCK & FÖRLAG Yayınları, Ağustos 1992, S. 189.
[17] Seyfi Cengiz, Tarih bizi Mansur Kılacaktır!, http://mamekiye.de/08/1118175669/1128638102/index_html?dateiname=1128638070