Son dönemlerde Dersim sözlü hafızası giderek yerli yerine oturmaya başladı. Önceleri, başkaları tarafından yazılan tarihimiz, artık Dersim’liler tarafından yazılmaya, anlatılmaya başlandı. Bunu hazmedemeyen kimi çevreler, Dersim’in ortak hafızasının oluşumunu durdurmak ve farklı kimlikler yükleyerek engellemeye çalışmaktadırlar. Baytar Nuri devreye sokularak, Dersim’in hafızası silinmek isteniyor. Dersimlinin kendisini nasıl adlandırdığı ortadayken, devreye giren akımlar, farklı bir kimlik yükleme gayreti içindeler.
Dersim Sözlü Tarih Projesi kapsamında, yaklaşık dört yüze yakın insan-ı kâmille yapılan mülakatlarda, Baytar Nuri’nin lafı bile geçmezken, yani Dersim sözlü hafızasında yer almazken, Baytar Nuri referans gösterilerek hafızamızı silemeye gayret etmektedirler. Gecikmeli de olsa, kayıt altına aldığımız Dersim sözlü hafızası, her hangi bir kafa karışıklığına yol açmadan, orta yerde durmaktadır. Sonradan eklenen eklentiler, bu hafızamızı silme yönündeki girişimler olmasına rağmen, oluşan ortak hafızamızda yer edinebilme şansı yoktur.
Ben, yazdığım VE SUYU ATEŞE VERDİLER adlı kitabımda da Dersim Sözlü Hafızası’nı yalın ve gerçekçi bir biçimde belgesel-roman tarzında anlatarak ortaya koymaya çalıştım. Okunduğunda görülecektir ki, yazdıklarım her geçen gün daha da doğrulanmaktadır. Baytar Nuri’nin anlattığı Seit Rıza ile benim anlattığım Sey Rıza arasındaki temel farkı kitabımı okuyarak anlayabilirsiniz. Sey Rıza’nın torunlarının son dönemde anlattıkları Sey Rıza’dır bizim Sey Rızamız! Ne general, ne lider, ne komutan, ne isyancı ve ne de pirin piridir. O, torunlarının dediği gibi, “Fakir Rızo’dur.” İdama giderken bile dik duran, “Evladı Kerbelayız” diyerek haykırandır bizim gerçek Sey Rıza’mız!
Kitabımda, ayrıca Baytar Nuri’nin de oynadığı rolü anlatarak, Dersim’in Sözlü hafızasını canlı tutmaya çalıştım. Bu durum kimilerinin hoşuna gitmemiş olabilir. Doğru da görmeyebilirler. Bu onların hakkı. Ama ben de rahatlıkla şunu söyleyebilirim ki, Baytar Nuri’nin Dersim Sözlü hafızasında yeri yoktur.
Nesimi Aday, kendi sayfasında Baytar Nuri ile ilgili bir paylaşım yapmıştı. Ben de gayet sakin bir biçimde Aday’ın sayfasındaki yorumlara istinaden bazı notlar düşmeye çalıştım. Ancak Nesimi Aday, “Lütfen yazacaklarınızı kendi sayfanızda sürdürün artık” diye yazdıktan sonra, ben de kendi sayfama taşımayı düşündüm. Aday’ın sayfasında tuttuğum notları sayfa arkadaşlarımın dikkatine sunuyorum.
Nesimi Aday, Baytar Nuri hakkında verdiği bilgi oldukça eksik ve tek yanlıdır. Mesela 1916 tarihinde Baytar Nuri neden Dersim’e gönderilmiştir? Bunu net olarak izah edememiştir. Bu durumu Baytar Nuri’nin ağzından dinleyelim:
“(…) Ben o sırada Erzincan merkezinde Subay idim… Bu arada ben, ordu kumandanı Vehip Paşa tarafından istenilmiştim. Huzuruna çıktığımda bana hitaben… Dersim’de asayişin temini ve aşiretlerin Hükümet merkezlerine tecavüz ve işgallerini önlemek ve harp sonunda Kürtlerin milli isteklerinin yerine getirilmesinin temini için ordu adına kesin söz verdiğini bildirdi. (…) Aşiret reislerine paranın dağıtılması için idari yetki ile Dersim’e hareketim lazım geldiğini bildirmişti. Bana verilen bu ödev hakkında ikinci ordu kumandanlığına bildiri verildiğini (…) demişti.”
1. Demek ki Nuri Dersimi’nin ilk görevi “Dersim’e gidip aşiretlere para dağıtacak ve onların hükümete karşı durmalarını engelleyeceksin. Hiç olmazsa bize dokunmasınlar” imiş. Beraberinde 65 kişilik müfreze ile Çemişgezek’e gider, Koçanlılar önünü keser, bütün silahlarını alır, milyonlarca parasına el sürmez ve silahsız bırakırlar. Hozat’a gider, Mutasarrıf Ziya ile görüşür, Elaziz’e geçip Vali Sağır Oğlu Sabit ile buluşur.
2. Bu arada bir değerlendirme yapar, “1915’te Ermenilerin Kürd köylerine, kadın ve kızlarına merhametsizce saldırı yaparak yüzbinlerce Kürd’ün kanına sebebiyet vermiş oldular… Binlerce Kürd öksüz yavru…, aç çıplak dilenmiş ve en son açlıktan ölmüşlerdir. Bu mezalim, 18 Aralık 1917’ye kadar devam etti… Kürdistan’da yüzbinlerce Kürd’ü yakmışlardır…” diyerek, Ermenileri soykırımcı olarak göstermektedir. Bunun tarihi belgesi var mı, yazılanlar gerçek mi? Yani gerçekten Ermeniler yüzbinlerce Kürdü kırmışlar mıydı?
3. “(…) 1919 senesinde Sivas-Divriği-Zara-Kangal kazaları mıntıka veterineri baytarı olarak tebliğ ettirdim… M. Kemal Erzurum’dan Sivas’a geldi. Alişan Beyi ve beni Sivas’a istedi. Benim Dersim Mebusu, Alişan Bey’in de Zara Mebusu sıfatıyla kendisi ile teşriki mesaimizi talep etti. Mazeret beyan ettim, gitmedim. Alişan Beyi gönderdik… Bir aralık, Sivas valisi vaziyetimden kuşkulanmıştı ve Sivas merkezinde bulunduğum bir günde, idareten beni jandarma dairesinde nezarethaneye aldırarak tevkif etmişti… Aslında M. Kemal Paşa, Sivas valisi bulunan Reşit Paşa’ya bir mektup yollayarak tevkifimi emretmişti… Ayağıma zincir takılmıştı… M. Kemal Paşa, bir şifre ile tahliyemi Sivas valisi Reşit Paşa’dan talep etti. Hemen tahliye edildim. Vali, M. Kemal Paşa’ya teşekkür telgrafı ve Dersimlilere tahliyeme ait telgraf yazmamı bildirdi. M. Kemal Paşa emirleriyle İskan-ı Aşayir Kanunu’na istinad edilerek Sivas’ın Koçhisar Kazasına bağlı Celallı Nahiyesi dahilinde Sivas Fertellizadeleri’nden hazineye intikal eden Süleymaniye ismindeki çiftlik namıma tahsil edilmiştir…
Koçgiri Kürd İstiklall Savaşı’ndan harp ederek 15 Mayıs 1921’de Dersim’e iltica etmiştim…. 25 Haziran 1922’de, Divan-ı Harb’de gıyaben mahkûm edilmiştim.”
Peki soralım, M. Kemal’in emriyle, alınıyor, M. Kemal’in emriyle salınıyor; peşinden çiftlik hediye ediliyor! Bunun anlamını bilen var mı? Buna M. Kemal’in Baytar hayranlığı mı desek, ne desk acaba! Şüphelen, içeri al, ayağına zincir tak, M. Kemal’in emriyle tekrar bırak. Ayağına takılan zincire karşılık kendisine üstelik bir çiftlik hediye et! Oh, ne ala!
1922’de Dersim’e iltica et, gıyabında seni idam cezasıyla yargılasınlar ve sen elini kolunu sallayarak Dersim’de dolaş…
4. Dersim’e iltica ettikten sonra, ailesinin durumu ile ilgili bir değerlendirme yapıyor ve “(…) umumi noktayı nazardan aşiretler arasında bu şahsiyetlere (aileme demek istiyor) layık oldukları derecede ehemniyet, itibar ve takdiri göstermiyorlardı. Hoca (Mılla) tabiri, maalesef adeta tahkir konusu oluyor ve hatta kıymetsiz bir şey gibi telakki ediliyordu” diyerek, aslında Dersimlilerin kendine bakış açısını izah emiş oluyor.
5. Dersim’deki faaliyetlerini anlatıyor:
“1926’da Diyarbakır Valisi Ali Cemal, S. Rıza ile bir mülakat yapmak üzere Dersim’e geldi. Karaca Köyü’nde içki masası başında bulduk… Alevi olduğunu söyledi. Elazığ ve Erzincan’da Ermeni arazilerini Dersimlilere verdireceğini söyledi… Ertesi gün, Diyarbakır Umum Müfettişi İzzettin ve Elaziz valisi Rıza da Hozat’a gelmişlerdi. S. Rıza ile Hozat merkeze gidip İzzettin Paşa’yla görüşmeye söz verdik.
Hozat’ta askeri bir törenle selamlandık ve İzzettin Paşa’nın huzuruna kabul olunduk. Ali Cemal’in Elaziz’e Vali olarak gelip sorunlarınızı çözeceğini söyledi. Elazığ’a yerleşin, her türlü takibat kalkacak dedi.
S. Rıza’nın daimi olarak Dersim’de, benim de Elaziz’e gitmekliğime karar verdik. Yirmi gün sonra yalnız başıma Elaziz’e geldim ve vali Ali Rıza’ya misafir oldum. Üç gün sonra, Ali Cemal Elaziz’e gelmiş, Ali Rıza’da Diyerbekir’e gitmişti. Dersimlilerden takriben 2000 aileye İskan Kanunu’na göre Elaziz Ovası’nda arazi teffiz edildi. Hususi muhasebeden arttırma yoluyla Holvenk Manastırı dahi bana verildi.”
Peki gıyabında Divan-ı Harb’de mahküm olan biri nasıl olur da devlet erkanıyla bu kadar samimi olabilir ve Ermeni ganimeti Holvenk Manastırı kendisine verilebilir? Bunu düşünmemiz gerekmiyor mu! Peki neye karşılık, Atatürk’ün emriyle idam cezası kaldırılıyor, Elazığ’a yerleştirilip Ermenilerin Holvenk Manastırı veriliyor?
6. Devam edelim. Vali Ali Cemal ile diyaloğu devam ediyor. Kimin adına, ne adına bilinmiyor. Devamla, Baytar Nuri, “S. Rıza’nın Elaziz’e gelmesi için Ali Cemal durmadan ısrar ediyordu ve bende mümkün olmadığını bildiriyordum.
Ali Cemal, Dersimlileri kendine celp etmek için gizli tahsisat parasından külliyetli sarfiyatta bulunmakta… Vali Cemal, işin gösteri tarafını dahi ihmal etmiyordu. Bu gaye ile M. Kemal’i ziyaret bahanesi ile Ankara’ya Dersim Aşiretleri’nden mürakkep bir Arz-ı Tazminat Heyeti göndermesini tasarlamıştı. Bu maksatla beni Vilayet Konağı’na isteyerek kendisi ile beraber Dersim’e gitmekliğimi rica etti… Teklifi kabul etmiş ve birlikte Hozat’a gitmiştim. S. Rıza’yı getirmek üzere beni Ağdat’a göndermişti.
S. Rıza’nın kardeşi oğlu Rahber’in amcası ile bir köy muhalefeti vardı, bundan dolayı S. Rıza’nın tuttuğu meslek alehine hareket fırsatını kaçırmıyordu. Amcası gelmediği için kendisi, sözü geçen İbiş Zeki’nin vasıtasıyla Bahtiyar Aşiret Reisi Yusuf, Arslanan ve Maksudan Aşiretlerinden Kéko Ağa’larla Hozat’a gelmişlerdi. Diğer Aşiretler vali Cemal’e red cevabı vermişlerdi.
Vali, bir gece Mutasarrlıkk Konağı’nda bir içki alemi tertip ettirmişti. Kendisi Keman ve ben bağlama ile koşma çalıyor, “Hu, Alim Hu” diye terennümler ediyor ve beraberce “Mey” alemi geçiriyorduk. Bir aralık vali bana, “Bir sır vereceğini” söyleyerek ve sözü S. Rıza’ya intikal ettirerek, gelmediğinin sebebini sordu ve “Güney hudutlarında Kürd, Fransız, Ermeni casuslarının S. Rıza’nın yanına gelmiş olduklarını ve hatta son zamanlarda Cemil Paşazade Ekrem’in tedbili kıyafetle geldiğini” bana bildirdi ve bu hususta bilgim olup olmadığını benden sordu… Sorduğu meselelerin, S. Rıza’nın kardeşi oğlu Rahber’in istinadı olduğunu kendisine söylemem üzere, benden gücendiğini anlıyordum.
Ertesi sabah, Elaziz’e hareket ettik, Elaziz Belediyesi, heyeti şerefine bir balo tertip etti. Bu baloda, Fırka Kumandanı Mustafa Haydar da hazır bulunuyordu. Baloda Alevi Tarikatı’na mensup sema yapılmakta ve Gazi’nin yararlarında Diyab ve Meço Ağalar dahi ortaya atılarak ve “Şah, Şah” nidalarıyla el çırparak pervaneye başlamışlardı.
(Burada Heyet’te bulunanların İsimleri yazılmaktadır. Sf. 156)
Diyarbekir’de Ordu Kumandanı İzzettin Paşa, Urfa’da Fuat Paturay taraflarından gine birer balo gine aynı amaç.
“Gaziantep ve Maraş mıntıkasından geçerken refakatimize bir kamyon Muhafız asker verilmişti…
Ankara’da M. Kemal’e vekaleten Meclis Başkanı Kâzim Paşa ile Büyük Millet Meclisi Dairesi’nde görüştük. Bizi Paşa’ya, Vali Cemal prezante ediyordu… Elazığ, Erzincan ve Malatya’da toprak dağıtılacağını Dersimlilerden süküneti muhafaza etmelerini beklediğini söyledi. Bunun Tarihi Nutku’nu yazan Gazi’nin bir emri olduğunu sözlerine ilave etti.
İsmet Paşa’yı ziyaretimizde dahi aynı nakaratı dinlemiştik.
Heyet Ankara’dan Dersim’e dönmüş, ben, bir kısım arkadaşlar ve Vali Cemal İstanbul’a gitmiştik.”
Yine soralım. Bağlamacı Baytar, kırmızı halılarla, askeri bandolarla karşılanıp balolara resmi davetli sıfatıyla katılmaktadır. Valilere misafir olmakta, evlerinde yatmaktadır. Bu kadar samimiyet nereden geliyor. Heyet’in işi bitip dönüyorlar. Peki Baytar Nuri, Vali Cemal ile İstanbul’a gidiyor. Neden İstanbul’a gidiyor, hem de devlet görevlileriyle? Ne gibi gizli işi olabilir ki? Bu gidişinin sebebini açıklaması gerekmiyor muydu?
7. Gelelim Koçan Aşireti Savaşlarına (1926). Bunu yine Baytar Nuri’nin kaleminden aktaralım: “Vali Cemal Hozat’a gelerek, Cemal’in başkanlığında bir Kongre aktetmişlerdi.
Bu Kongre’de yapılan tartışmalar sonunda, hükümete karşı vaki olan bütün isyanların, ayaklanmaların biricik sorumlusu, Dersim’n Koçan Aşireti olduğu ileri sürülmüş ve bu aşiretin imhasına karar verilmişti.
Vali Cemal benim bu esnada aşiretler üzerindeki nüfuzunu istismar etmek istiyordu. Bu sebeple vali Cemal beni istedi, benimle birlikte Ovacık mıntıkasına bir seyahat yapacağını ve Munzur Suyu menbasında Umum Ovacık Aşiretlerinin toplanmasını temin etmekliğimi teklif etti ve toplantı mahalinde bu aşiretlere bazı tebligat yapacağını bildirdi.
Vali’nin tekliflerine karşı gelmemek planımız gereği idi… Aralan, Beytan, Pezgevran ve Maksudan Aşiretlerinden bir kısmı ile reisleri, Munzur menbaına toplanmışlardı. Munzur membaına ilerlediler ve avuçlarıyla bir miktar su içmek suretiyle reislere inkiat edeceklerine ananevi usulda and içtiler.
(…) Cemal dahi ayağa kalkarak menbaya yaklaştı ve halka hitaben ‘Ağalar, ben de sizinle sadakatla konuşup, sadakatla hareket edeceğime dair, bu mukaddes Munzur Suyu’ndan bir bardak su içmek sureti ile yemin ediyorum’, dedi ve cebinden çıkardığı bir bardakla menbadan su içtikten sonra, ‘Ağalarım, Gazi Paşa’nın sizlere hassatan selamları var. Beni size o gönderdi, içtiğim su ile yemin ederim ki o Alevi’dir, dünyadaki bütün Alevileri ihya edecektir. Ben dahi Alevi’yim, bu sıfatla size söz veriyorum, yollarınız yapılacak, mektepler açılacak, toprağı olmayanlara Erzincan’da ve Elaziz’de toprak verilecek. Ancak sizden bir hizmet bekliyorum, ki o da, yakında Hükümet kuvvetleri gelecek ve öteden beri Dersim’n adını lekeleyen Koç Uşağı Aşireti’ni biraz ıslah edecek, siz dahi bütün aşiretiniz efradıyla bu harekete iştirak edeceğinize simdi söz vereceksiniz….” dedi.
Koçan Aşireti’nin tenkili harbına iştirak edileceğine vali Cemal’e muvafakat cevabı verilmişti.
1. Ovacıklıların tutacakları cepheye Türk askeri kuvveti gönderilmemesi…
2. Ovacık Cephe kumandanlığı’nın benim uhdeme teydii…”
Yine sorayım, devletin önceden aldığı Kocan’ı tedip hareketine katılması için aşiretleri toplama ve ikna etme görevi neden Baytar Nuri’ye verilir? Baytar Nuri Milis Komutanlığı görevini alır. Peki bunu sorgulamak gerekmez mi? Neden valilerin ve diğer görevlilerin aklına gelen ilk kişi Baytar Nuri’dir? O da her yerde hazır ve nazırdır. Elazığ’dadır, Hozat’ta, Ankarada’dır; İstanbulda, Sivas’tadır! Bunun görevi ne ola ki!
8. “S. Rıza’nın arzusunaa uygun olarak, benim de beraber gitmekliğim tensip edilmiş olduğundan, S. Rıza ile Diyarbekir’e gittik ve İbrahim Tali ile temasa geçtik… İbrahim Tali beni Diyarbekir’e istemişti. 1929 temmuz ayı…, vilayet konağında gezinmekte iken, Nurettin yanıma yaklaşmış, ‘Baytar, seni Didiyarbekire istiyorlar, müthiş bir plan var…’, diyerek içeriye çağrıldım. Beni acilen Diyarbekir’e istedikleri ve hemen yola çıkmaklığım lüzumu bildirildi. Cevaben, hususi idarede 570 Lira alacağım ve bu parayı tahsil edemediğim taktirde yola çıkamayacağımı bildirdim…, elden 570 liralık bir çek tanzim edilerek bana verildi. Yola çıktım. Diyarbekir’e vardığımda İbrahim Tali’ye misafir edildim”, diye yazarak Birinci Umumi Müfettişlik İstihbarat Dairesi’nin hazırladığı raporu Baytar’a okur. (Bu Rapor ‘K. Tarihi’nde Dersim’ kitabının 166-167 sayfalarında mevcuttur.)
Devamla Baytar Nuri, “Bu noktalar okunduktan sonra, İbrahim Tali, ‘… Sizi Dersim’e göndereceğim, orada mühitiniz halkı ile temas ederek bu meseleler hakkında fikir ve maksatlarının ne olduğunu bana bildirmelerine tavassut etmenizi memleketimizin selameti namına sizden beklerim’ dedi. Bu teklife muvafakat ettim ve mumaileyhten ayrıldım.”
Yine soralım, o dönem için 570 lira iyi para. Bu alacak neyin karşılığıdır biliyor muyuz acaba? Vali konağında serbest dalaşıyor değil mi? “Müthiş planlar yapılıp önemli görevler de veriliyor! Git bana bilgi getir!, deniliyor! Bu kim, görevi ne, kime çalışıyor, anlayanınız oldu mu! Ben daha anlamış değilim.
Devam edeyim. İbrahim Tali’nin verdiği görevi kabul ederek Dersim’e dönen Baytar Nuri, kendi deyimiyle, Sey Rıza’ya durumu anlatır ve Ferhadan Aşiret Reisi Cémşid Ağa, Karabalan Reisi Kangozade Mehmet Ali ve diğer reislerle müzakere yapıyorlar. İmha edileceklerini anladıkları için bazı kararlar alıyorlar. Bu kararlar özetle, bir heyet müfettişliğe gönderilecek, olası bir harekete karşı ihtiyati müdafaa tedbiri alınacak, fiili bir sebep yaratmamak için Dersim’de aşiretlerin muvakkaten süküneti muhafaza edilecek, savaş halinde aşiretler arasında çalışmalar devam edecek, silah temin edilecek…
Toplantıdan sonra, Diyarbekir’e şöyle bir telgraf çekilecek:
“Diyarbekir Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali Bey’e, Dersim hakkında vaki ihbaratın red ve tekzibi maksadıyla teşekkül eden heyet huzur devletinize müntehi hareket bulunduğunu Dersim Aşiretleri namına arz eylerim efendim. 6 Mayıs 1929 Hozat, Baytar Nuri”
Heyet’te: S. Rıza’nın Oğlu Şeyh Hasan, Kango Oğlu M. Ali, Cemşid ve Zeyno Oğlu Ahmet yer alır. Heyet sözcüsü de Şeyh Hasan’dır. İbrahim Tali’nin karşısına çıkan heyetin sözcüsü, “…İhbarat tamamen uydurmadır… bu bahanelerle Dersim’i vurmak, imha etmek ise, buna da bir diyeceğimiz yoktur” diye konuşur.
Devamında Baytar Nuri şöyle yazıyor, “Bu mülakat günü akşamı yalnız olarak görüşmek için İbrahim Tali beni istemişti…. Ertesi gün arkadaşlarla birlikte İbrahim Tali’nin yanına giderek vedalaşmıştık. Mümaileh arkadaşlardan her birine biner Lira vermiş ve ayrıca Seyit Rıza için iki bin lira nakit para ile bir sandık içerisinde bir takım hediyeleri mumailehe teslim edilmek üzere bana vermişti.”
Şimdi bir düşünelim, bahsedilen toplantı gerçekten yapılmış mı, yapılmışsa alınan kararlar bahsedildiği gibi mi? Şeyh Hasan, anlatıldığı gibi düzgün Türkçe konuşabiliyor muydu? Bu kadar yüklü paralar ve hediyeler neye istinaden veriliyor? 1941 yılında günde 30 Kuruş’a yol yapımında çalışan birine verilen bu miktar dikkate alındığında, bahsi edilen miktarın yüklü olduğu söylenemez mi? İbrahim Tali ile yalnız görüşüyor, S. Rıza’nın durumu dışında daha neler konuştular, Tali’nin daha ne planları vardı? Neden heyetle değil de yalnız gidip görüşüyor? Bunlar muamma!
Bayrat Nuri’nin girmediği devlet dairesi, ziyaret etmediği devlet yetkilisi kalmamıştı. Aldığı ceza, Mustafa Kemal tarafından af edildikten sonra, Elazığ’da kendisine tahsis edilen çiftliğinde, gününü gün etmekte, verilen her görevi de harfiyen yerine getirmekteydi. Yine kendisinin yazdığına göre, sürekli takip edilmekte, ve hükümetin kendisi için suikast girişimlerinde bulunduğunu beyan etmektedir. Hatta Sey Rıza’nın emriyle, Baytar her nereye giderse gitsin 30-40 kişilik silahlı muhafızlarla yola çıkacağı’nı belirtiyor. Her ne hikmetse her suikastten de yara almadan kurtulmaktadır. Bir yandan suikast girişimleri yapılırken diğer yandan da Dersim’de serbest gezebilmesi için de kendisine verilen bir vesikadan bahsediyor. Bu vesika, onu Dersim’de yaşamı boyunca kendisini koruyacaktır. Baytar Nuri o vesikayı şöyle yazıyor:
“Ve hatta Dersim Mutasarrıflıktan bir de bana resmi bir vesika verilmişti… Vesika aynen şöyledir:
Dersim Mutasarraflığı (Vesika)
Aslen Dersim’in Hozat Kasabası’ndan olup, Kangal Kazasının Yellice Nahiyesi’nin Şahin karyesinde mukim ve Zara ve Divriği Kazaları eski Sıhhiye Baytarı Colikzade Mehmet Nuri Efendi’nin dehaletinin kabülü Merkez Ordusu Kumandanlığı’nın 1 Haziran 1337 tarih ve 1977 nolu telgrafnamesi hükmünden olmakla ol veçhile mumailyhin Mutasarrıflık bölgesine girmesi kabul edilmiş ve iş bu vesika kendisine verişlmiştir. 22 Ağustos 1337, İmza, Dersim Mutasarrıflığı, Mehmet Nazmi.”
Abdullah Alpdoğan 1936 yılında ilk defa Elazığ’a geliyor. Bu anı Baytar Nuri şöyle açıklıyor, “Alpdoğan ilk defa Elaziz’e yetişirken, kendisini karşılamak için istasyona kadar gitmiş kişiler arasında ben de vardım.”
Gıyabında idamla yargılanan, Elazığ’da Çittlik verilen, serbest gezmesi için Vesika verilen Baytar Nuri, “Dersim Katili General Abdullah”ı karşılamaya gidiyor. Ona sen de git karşıla diyen mi oldu! Yoksa görevi gereği mi gitti, bilmiyorum. Tek bildiğim şey, generali karşılamaya gittiğidir.
Peşinden bir vatandaşa dilekçe yazdırtır, dilekçenin Bahri Turgut tarafından yazıldığı söylenir, Bahri Turgut sorgulanır, o da bu vatandaşı Baytar Nuri’nin yanıma getirdiğini söyler ve Baytar Nuri böylece Kurmay binbaşı Şevket vasıtasıyla, Alpdoğan’ın karşısına çıkartılır. Uzun bir sohbete girişirler. Bahsettiğine göre, neredeyse Kürt sorununu tartışırlar.
Devamla durumu şöyle özetliyor:
“Başta Seit Rıza olduğu halde, Yukarı Abbasan, Ferhadan, Karabalyan aşiretleriyle, Bahtiyar, Yusufan, Demenan, Haydaran ve kısmen de Kalan aşiretleri kuvvetli ve sıkı bir ittifak yapabilmişlerdi.
Ovacık, Koçan, Şemkan, Mazgert, Plömer ve Nazmiye mıntıkaları aşiretleri tamamen tarafsız kalmağa, Hozat aşiretleri ise hükümete teslim olmaya karar vermişlerdir. Bu aşiret reisleri, Eşlaziz’e gelmiş, Alpdoğan’a dehalet etmiş, hükümetin her türlü tekliflerini kabul edeceklerini bildirmişlerdi.”
Acaba gerçekten de bahsi edilen aşiretler sıkı bir ittifak yapmışlar mıydı? Yine bahsi edilen diğer aşiretler tarafsız, bir kısmı da teslim olmuşlar mıydı? Peki sıkı ittifak yapan aşiretlerin lideri olarak görülen Sey Rıza neden Elazığ’a gidip Alpdoğan’a dehalet ediyor? Bu durumu Baytar Nuri şöyle izah ediyor:
“Alpdoğan, müteahhit Hıdır’ı, bir taraftan kışlaların inşaatında kullanmakla beraber diğer taraftan da Seit Rıza’yı kandırarak Elaziz’e getirmek hususunun teminine tavzif etmişti.
Mahut Hıdır, Seyit Rıza’ya vaitlerde bulunuyor, teminatlar veriyor…
Bir aralık Mahut Hıdır’ı gördüm. Dersim hakkında mütaalasını sordum, cevaben, ‘Bizim için biricik çare, kayıtsız şartsız silahı terk ederek hemen Türk Hükümeti’nin her türlü emirlerine boyun eğmektir’, dedi.
Türk hükümetinin gayesi, bizim imha ve tehcirdir, dediğimde, ‘Tehcir hayırlıdır. Müdafaa ise, hepimizin toptan mahfolmamıza sebep olacağına şüphe yoktur’, demişti.
Hıdır, … Seyit Rıza’yı kandırarak Elaziz merkezine getirmeye ve general ile görüştürmeye muvaffak olmuştur.
S. Rıza Elaziz’e geldiğinde, general ile yalnız görüşmüş….”
1936 yılında aşiretlerin büyük bir bölümü hükümete dehalet etmişti. Buna Sey Rıza’da dahildi. S. Rıza kendi isteğiyle Elazığ’a gidip Alpdoğan’la görüşmesine rağmen, Baytar Nuri kandırılarak götürüldüğünü yazıyor. Peki S. Rıza, bir müteahhidin kandırabileceği bir adam mıydı! Aslında gözucuyla bakıp kızdığı şey, Baytar Nuri’den habersiz nasıl Alpdoğan’la gidip görüşüyor olmasıdır. Öyle ya, bir “General” danışmanından habersiz nasıl adım atabilir, değil mi!
1937 yılında sanki iki ordu arasında bir savaş varmış gibi bir hava oluşturur ve şöyle der:
“Harp bütün şiddetiyle devam ediyor ve sıklet merkezi Bahtiyar Aşireti üzerine yüklenmiş bulunuyordu. Seyit Rıza bizzat harp sahasında idi….
Kureyşan Aşireti dahi Seit Rıza’na koşarak harba iştirak etmişti. Bahtiyar Aşireti reisi Şahin, harbi idare ediyordu.”
İnsan Bahtar Nuri’yi okuduğunda, kendisini birinci veya ikinci dünya harbinde hissediyor. Rus-Osmanlı Savaşı insanın aklına geliyor. Baytar’ın yazdığıyla, sözlü hafızanın anlatımları arasında en ufak bir benzerlik bulabildiniz mi? Ben henüz bulamadım. Kendi ailesini kurtarmaya çalışan S. Rıza’yı harbin içine koyan, yine kendi ailesini alıp dağlara sığınan ve üvey kardeşi tarafından kahpece öldürülen Saan Ağa’yı da “harbi idare eden” biri olarak anlatan Baytar, yerel hafızayı yok sayıyor.
Devamla, Sey Rıza ailesinin katledildiği anı da şöyle aktarmaktadır:
“… Seit Rıza, bir yarma hareketiyle muhasere çemberini kırmaya ve Ovacık istikametine çekilmeye muvaffak olmuştu. Fakat bu başarı pek pahalıya mal olmuştu, çünkü Kozluca Muharebesi adıyla anılan bu savaşta Seit Rıza ile bilfiil harbe iştirak eden küçük karısı Besé ve oğlu Şeyh Hasan, üç torunları ve bin kişiye yakın bir kuvveti şehit düşmüşlerdi.”
Sözlü hafıza ve devlet belgelerinde böylesi bir değerlendirmeye rastlamadım. Kaldı ki öyle bir anlatmaktadır ki, yine yukaruda olduğu gibi sanki, Çanakkale Meydan Muharebesi’ymiş gibi aktarmaktadır. Otuz kişilik bir silahsız aile grubunu, bin kişilik silahlı bir grup olarak lanse etmektedir. Öyle ileri gitmektedir ki harbe Besé’yi bile dahil edebilmektedir.
Dersim’de yaşanan soykırıma başka bir misyon yüklemeye çalışan Baytar Nuri, Sey Rıza’nın idama giderken söylediklerini dahi çarpıtarak anlatabilmiştir. Bu konu hakkında şunları yazıyor:
“İdam olunurken Seit Rıza yüksek sesle ‘75 yaşındayım, şehit oluyorum, Kürdistan şehitlerine karışıyorrum. Dersim mağlup oluyor, fakat Kürtlük ve Kürdistan yaşıyacaktır, Kürt genci intikam alacaktır, kahrolsun zalimler! Kahrolsun kahpe ve yalancılar’ sözlerini Zaza diliyle söylemiş…. Bu arslan yavrusu Resik Hüseyin dahi babasına dönerek, ‘Baba, Kürt Milleti sağ olsun!’ demiştir.”
Sey Rıza ve idam edilen diğer arkadaşlarının ağzından, Baytar Nuri’nin yazdıkları sözlere benzer sözler çıkmamıştır. Baytar Nuri, duymak istediği sözleri, kitabina aktarmış ve bununla Dersim’in hafızasını değiştirmeye ve farklı bir misyon yüklemeye çalışmıştır.
“Ayvo, zulmo!”
Kutsal Mekanlarımızın Korunması ve Dersim’de Sürdürülebilir Turizme Yönelik Çözüm önerileri:
Uzun yıllar, kimsenin görmediği, görmek istemediği; basına, medyaya “terör şehri” olarak yansıyan Dersim, 2011 yılında başlayan çözüm sürecinde, nispeten güvenlik alanında rahatlama olmasıyla yerel gezginlerin Dersim coğrafyasında başlattıkları gezi ve turların sosyal medyada paylaşılması ile bilinir, görünür kılındı. Ulusal basında “Burası Antalya değil, Tunceli” benzeri başlıklarla yaz sıcağında serinlemek üzere suya giren gençlerin fotoğraflarıyla haber edildi. Yurt içinden ve dışından duyulan ilgiyle ulusal düzeyde turizm şirketleri turlar düzenlemeye başladılar. Akabinde 2014 yerel seçimlerinde Ovacık Belediye Başkanlığı’nı TKP’nin kazanması, Dersim’in ulusal ve uluslararası bilinirliği iyice arttırdı. Bu bilinirliğin, olumsuz yansıması ne yazık ki turizmde meydana gelen patlama ve dolayısıyla geride bıraktığı tahribat oldu. Yoğun insan ve araç baskısına hazırlıklı olmayan coğrafyamızda kültürel değerlerimize, doğaya ve çevreye karşı bilinçli yaklaşım gösterilmemesinin sonucu olarak tahribat her geçen yıl katlanarak artmaktadır. Bunlarla birlikte yurtdışında ve büyük şehirlerde yaşayan Dersimlilerin dönüşlerinin başlamasıyla köylerde dahi artan betonlaşma, yerel mimariyi ciddi anlamda tehdit etmektedir.
Bilindiği üzere son birkaç yıldır üzerinde konuşulan, Tunceli Valiliği himayesinde Fırat Kalkınma Ajansı’nın hazırladığı ve Erzurum Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’nca onaylanan projenin hayata geçirilmesi doğayı ve gözeleri korumaktan ziyade mevcut alanı turizme açarak ticarileştirecektir. Acilen önlem alınmazsa ne Munzur Gözeleri ve Vadisi ne Pülümür Vadisi ne de Rabat, Dereova Şelalesi, Düzgün Baba kalacak elimizde. Bu nedenle öncelikle valiliğin desteklediği Munzur Gözelerini ticarileştirmeye yönelik projenin iptali için hukuki süreç başlatmalı, tüm güçleri birleştirerek, halkın desteğini kapsayan aktiviteler ortaya koymalıyız.
Milletvekilleriyle görüşmeli, konunun meclise taşınmasını sağlamalı, ortak basın açıklamaları düzenlemeliyiz.
Bölgenin yerel yönetimleri, sivil toplum kuruluşları, dernekleri, doğa ve çevre örgütleri, meslek örgütleri, siyasi partileri, sanatçıları, yazarları, aydınları, akademisyenleri ve ayrıca Munzur Su A.Ş. gözelerden beslenen bir şirket olduğundan bu çalışmaya mutlaka dahil edilmeli.
Yerel yönetimler öncülüğünde kutsal mekanlarımızı koruma ve çevre bilincini geliştirmeye yönelik farkındalık çalışmaları (bilgilendirme toplantıları, ilgili yerlere bilgi levhaları yerleştirme vs) yapılmalı.
Munzur Gözeleri ve Munzur Suyu yakınlarındaki köylerde çevre kirliliği konusunda bilinçlendirme çalışmaları yapılmalı. Aşırı betonlaşmanın önüne geçilerek geleneksel mimariye uygun konutlar yapılması teşfik edilmeli. Ovacık ve Pülümür ilçe merkezleri ve çevre köyleri için acil arıtma sistemi yapılması elzemdir.
Munzur Gözeleri’ne araç girişini engellemek için çözüm üretilmeli. Gözelerin girişinde bulunan çay ocakları ve satış stantlarını geriye çekmeli. Gözelerde piknik yapılması yasaklanmalı, yerel halkın kurban kesimi için çözüm geliştirilmeli.
14.05.2020
Dersim Kongresi
Rubarê virusê korona ra qomê maê Dêsım rê phoştdar be!
Virusê korona se ke têde qomê dina kerdê perişan hên ki qomê maê Dêsımi alange de verdo. No hal nia hona çıxa anceno nêzanino.
Dezgê Dêsımiyê ke cêr namê xo darino we jü kampanya gureta xo ver. Perêwê ke dinê are ebe destê dezganê maê Dêsımiyê ke welat derê resenê mıletê ma.
No mesuliyet ê ma pêroinewo. Kamo ke desbera xora êno loqmê xo kêmi mekero ke hometa mawa Dêsımi na tenge raviyarno.
Sebeta phoşdariya xo malumatê panqawo ke cêr nusiyo bıgurenê. Eke wazenê şımarê mexpuzê de mor kerdiye ruşnenime.
Nıka ra Xızır şımara razi bo, şımade yar bo.
İhtiyaç sahiplerine ulaştırmak üzere
Dersim’e korona – virüsten dolayı yardım kampanyası başlatıyoruz.
Korona virüs tüm dünyayı etkisi altına almış ve dünya halklarına olduğu gibi Dersim toplumuna da zor bir süreç dayatmış bulunmaktadır. Bu durumun ne kadar süreceği öngörülememektedir.
Biz aşağıda imzası bulunan Dersimi kurumlar toplumumuzla dayanışma sorumluluğumuzun gereği bir yardım kampanyası başlatıyoruz. Yardımı yerel kurumlarımız denetiminde ihtiyaç sahiplerine adil bir şekilde ulaştıracağız.
Yaşanan bu zor süreçte toplumumuzun yardımına koşmak isteyen sorumlu ve vicdanlı her ferdin yardımını bekliyoruz. İmkan ve olanaklarınızla kendinizin belirleyeceği katkılarınızı aşağıda verilen banka hesabı üzerinden bizlere ulaştırabilirsiniz.
Föderation der Dersim Gemeinden in Europa e.V.
IBAN: DE07 3705 0198 1929 5488 30
BIC: COLSDE33XXX
Kullanım amacı / Verwevdungszweck: Hilfe für Korona-Bedürftige in Dersim
Not: Talep edilmesi durumunda yardımsever dostlarımıza resmi bağış makbuzu gönderebiliriz.
13 Nisan 2020
Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG)
Dersim Kongresi
Dersim Bütün Kimlik Öğeleriyle Yeni Türkiye Cumhuriyeti Bünyesinde Bir Çıbandı!
Alman Kamu Televizyonu ARD’nin ttt (titel-tehesen-temeperamente) adlı programında, Tertele’yi (Dersim Soykırımı) konu eden 4 dakikalık bir dokümantasyon („Das vergessene Massaker – wie Kemal Atatürk Aleviten ermorden ließ“) gösterildi. Beklenildiği üzere bildik ırkçı reflekslerin devreye girmesi pek uzun sürmedi. Hem tanrıları Atatürk’e toz kondurmayan militarist Kemalist cephe ve „sol“ soslu yedek güçleri, hem de bu ara devlet yönetimini elinde bulunduran neo-hilafetçiler bir ağızdan „Devletimizin ve Cumhuriyetimizin bekası“nı savunmak için seferber oldular.
Öncelikle, Dersimliler, özellikle kendisini „sosyal demokrat“, ya da „sol“ diye tanımlayan bazı politik yapılanmaların çeperi içinde bulunanlar, „Dersim Olayları“nı soykırım olarak adlandırmadaki çekincelerinden vazgeçmeliler. Varsa böyle bir tartışma, bu Dersimlilerin dışında yürüyen bir tartışma olmalıdır. Dersimliler, Dersim’de soykırım olmadı savını (halen hukuken olmasa da) vicdanen suç saymalıdırlar. „Dersim meselesi“, „Dersim katliamı“, „Dersim olayı“, „Dersim’de vahşi suçlar“ vb. tanımlamalarla yetinmek, soykırım gerçeğini perdelemeye yaramaktadır. Olup bitenin adı jenosittir. Dersimliler kendi dillerinde bu jenoside TERTELE demişler. Yahudiler için HOLOCOUST neyi ifade ediyorsa, Dersimliler için de TERTELE onu ifade ediyor.
Ortalığa kusulan militarist devletçi, ırkçı-hilafetçi zehirin yan etkileri Dersimliler içinde, Dersim Soykırımını kim yaptı ve Dersimliler neden soykırıma uğradı sorularının tekrardan tartışılmaya başlanması şeklinde yansımış durumda. Tertele faili ırkçı-ulusalcı ve ırkçı-hilafetçi cephe ve yedek güçlerinin ulusal çıkarları uğruna gösterdikleri hassasiyeti, ne yazık ki, Dersimliler kendi davaları söz konusu olduğunda gösteremiyorlar. Dersimli aydınlar, siyasiler, sivil toplum kurumları, doğa aktivistleri ve inanç önderleri, Dersim ve Dersim toplumunun bekası için aralarındaki ayrılıkları ve tartışmaları ikinci plana iterek bir araya gelme olgunluğuna sahip değiller. Halbuki, özellikle içinden geçtiğimiz konjonktür, güçlerini ve imkanlarını birleştirip, Tertele kurbanlarının tarafı olarak davaya müdahil olmalarını, sahip çıkmalarını zorunlu kılmaktadır. Bu ihtiyacın bilincinden hareketle, biraz daha geniş yazmayı düşündüğüm bir makale için tutuğum birkaç notu, tartışmaya faydası olur umuduyla, kısaca aşağıya aktarıyorum.
Tertele’nin Faili Kim?
Herhangi bir kafa karışıklığına mahal vermeksizin, Tertele failinin Türkiye Cumhuriyeti devleti olduğunun altı çizilmelidir Soykırıma hukuki zemin yaratan bütün kararlar Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Bakanlar Kurulu gibi devlet kurumlarında alınmış, bu kararlar doğrultusunda gerekli hazırlıklar yapılmış ve devletin idari, kolluk ve askeri güçleri tarafından Tertele gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla, muhatap da Türkiye Cumhuriyet devletidir. Devletin tartışmasız lideri olarak Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, devlet yöneticilerinin istisnasız tümü Dersim Soykırımının failleridir. Dersim’de yeri göğü ateşe veren, felaketten kurtulanları da ölmediklerine bin pişman eden politika devlet politikasıydı. Soykırımın organizatörlerinin kimin olduğu, alınan kararların altındaki imzalarla tasdik edilmiştir. Ne Kemalistler, bugünkü neo-Osmanlıcıların sonradan Demokrat Parti içinde kümelenen atalarını zorla soykırıma mecbur etmişlerdir, ne de birileri Kemalist kadroların eline kullanmak istemedikleri bir kılıcı zorla tutuşturmuştur. Neo-Hilafetçilerin, halihazırda başında bir Dersimlinin bulunmasını da fırsat bilerek, günahı CHP’nin kapısına süpürmelerinin hiçbir inandırıcılığı ve ciddiye alınır tarafı yoktur. Hepsinin ceddi, fikir birliği içinde, Türk-İslam senteziyle yoğurmak istedikleri üniter Türk ulus-devlet kılıcını doyumsuz bir iştah ve zevkle Dersimlilerin boynuna indirmiştir. Anne rahminden çıkarılan masum-u paklar „modern“ ve „medeni“ Türkiye Cumhuriyeti adına süngülenmiştir. „Şeriatçılar Kemalist kadroların eline İslam kılıcını tutuşturdu“ tezi ile neo-hilafetçilerin „soykırımı Kemalistler gerçekleştirdi, bizim ceddimiz suçsuzdu“ söylemi bir madalyonun iki yüzüdür. ya da, Dersimlilerin boynuna inen kılıcın iki keskin sivri tarafıdır.
Kendilerine „anti-emperyalist“, „ilerici“ payesi biçilen Cumhuriyetin ırkçı Türk milliyetçisi liderlerinin soykırımla birlikte anılmasını kabule yanaşmama tutumu, „Beyaz Türkçülüğe“ öykünen ve resmi devlet ideolojisinin çarklarında zihinleri şekillenen Dersimliler içinde hatırı sayılır bir taraftara sahip. „Çağdaş Cumhuriyet“i ve soykırım kelimesini ilişki içinde telaffuz etmeye bir türlü gönülleri varmayan bu mantık sahiplerine göre, Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti aslında Doğu toplumlarının kurtuluş vizyonunu temsil ediyordu ve Dersimliye de özlem duyduğu yaşamı vaat ediyordu. Ne var ki, „Dersim’in aşiret reisleri, seyitleri, derebeyleri, Cumhuriyet’in izlediği laik ve anti feodal politikaya karşı çıkarken gerici“ydiler[1] „Osmanlı’nın haritasında bile unuttuğu bu güzel diyara, Cumhuriyet, devlet otoritesi teziyle gideceğine, insani bir demet gülle gitseydi, Dersimlinin ülkeye katkısı, tüm tasarıların üstünde olurdu.“[2] Neo-hilafetçiler, Kemalistlere karşı kullanır diye, Dersim Soykırımını uluslararası platformlara taşıma çabalarını eleştirip değersizleştirmeye çalışan Dersimli yazar-çizer ve politik figürlerin dile getirmek istedikleri aslında bu bakış açısına olan bağlılıklarıdır. Arkadaşlar halen modern Türkiye Cumhuriyetinin kendilerine sunmayı arzu ettikleri „bir demet gül“ü bekliyorlar. Ara sıra da Anıtkabir’e koşarak ya da ya da Cumhuriyetin kurucu liderlerine övgü dizerek bu beklentilerini görünür kılıyorlar. Kanımca, Dersim soykırımını, devlet kliklerinin iktidar dalaşındaki mevzilenişine kurban etmenin vebali epey ağırdır. Milletvekilliği, ya da CHP gibi partiler içinde siyasi kariyer hesabı yapan politikacı ve yazar-çizer Dersimliler tarihi bir sorumlulukları olduğunu bilerek daha hassas hareket etmeliler. Bazı Dersimli yazarların ve siyasi figürlerin Atatürk başta olmak üzere, Kemalist soykırım faillerinin avukatlığına soyunmaları Dersimliler için kabul edilmez trajik bir durumdur.
Türk devletinin, Türk ve Müslüman olmayan topluluklara karşı resmi ideolojisinde ve politikasında, kökleri Osmanlı imparatorluğuna uzanan bir süreklilikten kolaylıkla bahsedebiliriz. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde 300 bine yakın Süryani’nin, 353 bin Pontuslu Rum’un katledilmesi, Ermeni Soykırımı ve 1937-38 Dersim Tertelesi bahsini ettiğimiz süreklilik zincirinin birer halkaları olarak görülmelidir. Osmanlı devletinin ardılı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri, bu alandaki Osmanlı devlet politikasından ve pratiğinden köklü bir kopuşu hiçbir şekilde gerçekleştirmemiştir ve böyle bir kopuşu hiçbir zaman arzu etmemiştir. İttihat ve Terakkicilerin pantürkist ve panislamist fikir mirasına ise sıkıya sarılmışlardır. O dönemdeki klik çatışmalarından bağımsız olarak söylenebilir ki, Cumhuriyeti kuranların Anadolu halklarına hiçbir zaman gerçek bir etnik, ulusal, inançsal ve sosyal eşitlik vaadi olmamıştır. Özellikle Kürt hareketi çevrelerinin kurtuluş reçetesi olarak yeniden keşfettikleri 1921 Anayasası’ndaki sözde „Kürtlere muhtariyet“ iddiası da dahil, bu yönlü vaatleri, Cumhuriyetin pozitivist lider kadrolarının pragmatist politik manevraları olarak değerlendirmek daha doğru olur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunu, medeniyetin ve modernitenin Anadolu toprağına ayak basması olarak bize sunmaya çalışan çevrelerin, bunun tersini ispatlayacak tek bir kanıtı bile yoktur. Sözde bilim insanı sıfatıyla sundukları her gerekçe, baş vurdukları her „belge“ dönüp dolaşıp başlarına bela olmakta, „modern Türk ulusu“ ve „üniter bir devlet yaratma“ gayesi uğruna işledikleri insanlık suçlarının kanıtı haline gelmektedir.
Dersimliler neden soykırıma uğradı? Veya Dersimlilerin Cumhuriyet’le gerçekten mi bir sorunları yoktu?
Dersim bütün kimlik öğeleriyle yeni Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde „sökülüp atılması gereken bir çıbandı, ve kim ne derse desin, Tertele ile bu „çıban“ sökülüp atıldı. Tertele Dersim toplumsal yaşamında ve iç hukuksal düzeninde onarılması mümkün olmayan bir yıkım, bir dönüm noktasıdır. Tertele‘den sonra Dersim/Kırmanciye toplumu kendi adına konuşma ve karar verme yetisini ve durumunu yitirdi, kendisi için söz söyleme hakkı başkalarına geçti, ya da elinden alındı. Bununla da kalınmadı, Dersimlilerin ne olup olmadıklarına, etnik kimliklerini, memleketlerini, dillerini nasıl tanımlamaları gerektiğine de başkaları karar vermeye başladı. Resmi devlet ideolojisi onları ihtiyaca göre „öz be öz Türk“, „Türklükten dönme Zaza“, „Kürtleşmesi engellenmesi gereken dağ Türkleri“ vb. olarak gördü. Milliyetçi Kürt hareketi ve onun etkisindeki yazar, aydın çevreler, onları Kürt ulus kimliğinin ayrılmaz bir unsuru (bir süredir Kürt ulus kimliğinin bir alt kategorisi de deniyor), dillerini ise Kürtçe’nin bir lehçesi olarak tanımlıyor. Özellikle Kürt ulusal hareketinin yarattığı etkinin de baskısıyla, bu dünyada ulus olmadan ve milliyetçilik iksirini yudumlamadan adam olunmaz paniğine kapılan Zaza milliyetçileri ise, Dersim Kırmançlarını, inşa etmeye çabaladıkları Zaza ulusu projesi içinde görüyor. Kendilerini, nerdeyse gördükleri her canlıyı ve cismi ille de bir ulusa monte etme mecburiyetinde hisseden bu çevreler, üzerine ahkam kestikleri bu toplumun, en azından Tertele dönemine kadar, toplumsal, kültürel, etnik, hatta inançsal kimliğini KENDİ DİLİNDE nasıl tanımladığını ise hiç mi hiç dikkate almıyorlar. Ayrı ve daha kapsamlı bir tartışma konusu olduğu için fazla uzatmadan şunu not edebiliriz:
Tertele’den önce Dersim Kırmançları, etnik, kültürel kimliklerini ne Türk ne Kürt ne de Zaza ulus formasyonları içinde görmemişlerdir. Yaşlı kuşak Kırmançların aktarımları ve başka sözlü tarih çalışmaları bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Dersim Kırmançlarının „BİZ“ tanımlaması ve toplumsal bilinç hafızası Türkleri, Kürtleri ve Zazaları içermiyor. Dersim Kırmançları, her daim bu toplulukları kendilerinden ayrı görmüşlerdir. Zazalarla olabilecek muhtemel etnik köken ortaklığı ve dil birliğine rağmen bu böyledir. Bunun böyle olmasının, Dersim Kırmançlarının bu topluluklar hakkında olumlu, ya da olumsuz düşünüp düşünmediğiyle de bir alakası yoktur. Dersim/Kırmanç kimliği ne Türk ne Kürt ne de Zaza ulusal kimliklerinin ne bir parçası ne de bir alt kategorisi olarak görülebilir. Bunlardan bağımsız, uluslaşma süreci dışında kalmış ulus öncesi „etno-kültürel“[3] bir kimliktir. Ve „(…) aktüel kimlik tartışmalarında Dersim’e Kürt ya da Zaza kimliği belirlenmek istense de, hem 38 öncesi hem de sonrası süreçten 1980’li yılların ortalarına kadar Dersim kimliğinde asıl belirleyici unsur Alevilik/Kızılbaşlık olmuştur.“[4] Tertele öncesi, Dersimli Kırmançların etnik, kültürel, inançsal kimlikleri hakkında bir toplumsal hafıza bulanıklığına işaret eden ciddiye alınacak bir veri yok elimizde. Dersim Kırmançlarının kimliği tartışılırken esas referans noktası bu topluluğun kendi kimliğini KENDİ DİLİNDE nasıl tanımladığı ve bundan ne anladığı olmalıdır. Tertele bağlamındaki tartışma için de bu geçerlidir. Tartışmada, Tertele faili ideologların kurbanların etnik kimlikleri hakkındaki tespitlerine kulak asmak ve onları kurbanların kimliğini belirlemede şahit göstermek de pek aklıselim bir tutum değildir. Ayrıca, kimlik tartışması, soykırım kurbanı toplumların birbirlerine karşı kışkırtılmasının aracı haline getirilmemelidir. Etnik, ya da inançsal kimliği ne olursa olsun, hiçbir halk diğerinden ne daha fazla ne de daha az değerlidir. Kurbanların seçimi failler açısından tamamen bir hesap kitap işidir. Çizdikleri toplumsal mühendislik projelerinin önceliklerini kendileri belirler, kurbanlarının yakalarına sıra numaralarını da onlar takar. Süryani, Pontus, Kürt, Zaza, Dersimli, Alevi onlar için fark etmez. O topraklarda yaşayan ve ön gördükleri toplumsal projeye uymayan her topluluk o dönemde potansiyel olarak soykırımın hedefindeydi ve halen de öyledir. Hesap gereğidir yaptıkları.
Peki neden Dersim? 1920’li yılların başına kadar Dersim, diğer adıyla Kırmanciye toplumu esas itibarıyla, „devletleşmemiş Dersim toplumunun belirli örf, adet, gelenek, görenek ve töreler toplamı, sözlü toplumsal kurallar bütünü“[5] olan „Qanunê Kirmanciye“ (Kırmanciye Kanunu) ile idare edilir. Farklı toplumsal gruplar arasındaki anlaşmazlıklar, ilişkiler vb. bu „sözlü toplumsal kurallar bütünü“ne[6] dayalı doğal hukuk sistemi zemininde ele alınır, çözülür. O dönemlere kadar Dersimli doğal otorite sahipleriyle devlet arasındaki ilişki, devletle vatandaşları arasındaki ilişkiden çok, iki farklı toplumun temsilcileri ve idari mekanizmaları arasındaki ilişkiyi andırır. Bir tarafta hükümranlık tekelini elinde bulunduran merkezi devlet otoritesi, diğer tarafta doğal Kırmanciye Hukuk Sistemi’ni (Qanunê Kırmanciye) temsil eden yerel otorite. Osmanlı devlet otoritesinin Dersim’de bu bir nevi ikili siyasi iktidar durumunu kendi lehine bozma girişimleri her seferinde geri teperek sonuçsuz kalır. „Dersim’e sefer olur, zafer olmaz“ ile ifade edilmek istenen esasta bu tarihsel gerçekliktir. Başından beri bu durumun farkında olan Cumhuriyetçi ideologlar ve politikacılar, hangi düzeyde olursa olsun, yeni kurulan Cumhuriyet sınırları içinde merkezi devlet otoritesine bağlı olmayan bir siyasi otorite yapılanmasına sürdürülebilir bir durum olarak hiçbir şekilde tahammül etmeyeceklerini ve meselenin kökten halledilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Çünkü, Dersim Kırmançlarının toplumsal kimliği ve bu kimlik esaslarına göre oluşturdukları idari sistem ve yaşam tarzı Cumhuriyet’in öngördüğü pantürkist ve panislamist homojen toplum vizyonuna ve üniter devlet sistemi ideolojisine ve pratiğine aykırıydı. De facto özerk bir yaşam sürdüren Dersim/Kırmanç toplumu Cumhuriyetçiler için ciddi bir tehlike oluşturuyordu. Mustafa Kemal, TBMM’nin 1936 yılının ilk yasama döneminde yaptığı bir konuşmasında durumun aciliyetine dikkat çekmek için şöyle demektedir: „İç işlerimizden en önemli bir safha varsa, o da Dersim meselesidir. İçerde bulunan bu yarayı, bu korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi, her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmelidir.“ Bu direktif doğrultusunda, otorite tanımaz aykırı bir yerel idari düzenin sosyal tabanı olabilecek nüfus ve buna liderlik yapma potansiyeli olan şahıslar ve dinamikler bir an önce tasfiye edilmeliydi. Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da Dersim’deki siyasi durumu, diğer Alevilerin, Kürtlerin, Zazaların yaşadığı bölgelerden farklı kılan en önemli faktörlerin başında bu gerçeklik gelmektedir. O tarihsel kesitte Dersim’dekine benzer bir ikili otorite durumuna başka bölgelerde rastlamak pek mümkün değildi. Irkçı eğilimlerden muzdarip milliyetçi bir bakış açısıyla konuyu tartışan çevreler sorunun bu boyutunu nedense es geçiyorlar. Özellikle ulus inşasını ideolojik ve siyasal faaliyetlerinin merkezine koyan Kürt ve Zaza milliyetçilerinin, ulus öncesi bir toplumsal oluşum olan Dersimlilere uygulanan 37-38 Soykırımının sebebini, Dersimlilere hayali olarak bindirdikleri „Kürt“ veya „Zaza“ ulusal kimlikleriyle açıklamaya çalışmaktansa, neden diğer Aleviler, ya da Kürtler değil de Dersimli Kırmançlar soykırıma uğradı sorusunu bu açıdan bakarak cevaplamaya çalışmaları daha doğru olur.
Dersimlilerin Cumhuriyet’le gerçekten mi bir sorunları yoktu?
Tertele’ye yasal meşruluk kazandırmak için faillerin uydurduğu Dersimlilerin Cumhuriyete karşı isyan ettiği tezi başından beri bir yalandan ibaretti. Bunu dile getirmek ve tarihsel gerçeklere sadık kalarak sosyal bilimsel araştırma metotlarıyla veri toplamak hem kamuoyunu doğru bilgilendirmek hem de ileride uluslararası hukuk mercilerde gündeme gelebilecek bazı davaların başarılı olabilmesi için vazgeçilmez bir zorunluluktur. Ne var ki, özellikle, Kemalizm ve Cumhuriyet hayranlığına helal getirmek istemeyen bir kısım Dersimli yazar ve politikacının bu gerçeği, Cumhuriyeti kuranların Tertele’deki rolünü flulaştırmak için kullanmalarına da müsaade edilmemelidir. Evet, Dersim’de, ne devletin bahsettiği türden bir kalkışma, ne Kürt ve diğer sol çevrelerin tanımladığı türden bir „Dersim Kürtleri isyanı“, ne de Zaza hareketi liderlerinin görmek istedikleri türden bir „Dersim Zaza Ayaklanması“[7]ından bahsetmek olanaksız. Fakat, bu, Dersimli Kırmançların, Cumhuriyeti ve liderlerini kutsamak için selamlama kıtalarında sıraya girdikleri anlamına da gelmiyor. Kalplerindeki Kemalist devletçi kıvılcımı hep diri tutan ve her seçim döneminde biraz daha harlayan bazı torunlarının aksine, dedeleri, Cumhuriyetin kendilerine ne vadettiğini Tertele’nin arifesinde idrak etmişlerdi. Dersimli Kırmançlar, “Nişto ro qanunê Cumurati! Dariyo we qanunê Kırmanciye!“ (Cumhuriyet Kanunun Geldi! Kırmanciye Kanunu Kalktı!)[8] ya da „Vanê, Anqara de qerar gureto! No nê dowılo, nê sazo! Zalimu kaf u kokê Dêsimi veto! ((Diyorlar: Ankara’da karar vermişler! Bu ne davul ne sazdır! Zalimler Dersim’in soyunu kesmişler)[9] dizeleriyle Cumhuriyet’in kendilerine çıkardığı fermanın farkında olduklarını dile getiriyorlar. Dolayısıyla, toplum olarak kendilerine ve memleketleri Kırmanciye‘ye bir nevi „Endlösung“[10]dan başka bir seçenek sunmayan bir devlet sistemi ve kurucularıyla Dersimlilerin bir sorununun olmadığını iddia etmek, saflıktan da öte, faillerin ideolojisiyle uyum içinde olan bilinçli bir duruş göstergesidir. Sözlü tarih çalışmaları ve gün yüzüne çıkan belgelerden Dersimli aşiret ve ocak ileri gelenlerinin büyük çoğunluğunun bu gerçeğin farkında olduğunu öğreniyoruz. Dersimli Kırmanç toplumu ileri gelenleri, edindikleri tarihsel tecrübelerine de dayanarak, Yeni Türkiye Cumhuriyeti devletine başından beri tedricen yaklaşmışlardır. Dersim/Kırmanç toplumu ve ileri gelenleri bu tedirginliğini „Bela Estomol u Anqara ra wusto ra amo çêverê ma“ (Bela İstanbul’dan gelip kapımıza dayanmış) sözleriyle dile getirmiş. Yeni oluşan siyasi durumu daha gerçekçi değerlendirme yetisine sahip olan Dersimliler, güçler dengesinin kendi aleyhlerine döndüğünün farkına varmış ve devlet otoritesi ile istişare yürüterek bir anlaşmaya varma yolunu aramışlardır. Yeni Cumhuriyet‘in liderlerinden etnik ve inançsal kimliklerine dayalı yaşam biçimlerine saygı gösterilmesini, yani kendileri olarak yaşamanın teminatını talep etmişlerdir. Ne var ki, Cumhuriyetçi devlet liderleri, kendilerine „Gerekçeleri önceden hazırlanmış, hazırlıkları yıllar öncesinden yapılmış, tanklarla, toplarla, zehirli gazlarla hareket eden her şeye vur emrinin verildiği büyük bir katliam“[11]a karşı toplumsal yaşam haklarını ve memleketlerini savunmaktan başka bir seçenek bırakmamıştır. Böyle yapmakla Dersimliler, hükümranlık sınırları içinde yaşayan ve azınlık durumunda olan her topluluğa dilini konuşmayı, inancını yaşamayı, etnik kimliğine sahip çıkmayı, dağını, taşını, suyunu, börtüsünü, böceğini, toprağını bildiği isimle tanımlamayı, doğan çocuğuna kendi dilinde isim vermeyi homojen bir toplum yaratma adına yasaklayan, bu gibi insani taleplere soykırımla cevap veren bir devlete karşı en doğal insan hakkı olan yaşam haklarını kullanmışlardır. Köklerini kazımak isteyen böyle bir Cumhuriyet’le Dersimlilerin nasıl sorunu olmamıştır? Böyle bir yönetim biçimi nasıl „modern“, „medeni“, hatta „ilerici“ olabiliyor? Anlayan varsa beri gelsin.
[1] Vecihi Timuroğlu, Dersim Tarihi, s. 7, Yurt Kitap-Yayın, 1991.
[2] age. S. 9
[3] Mehmet Yıldız, Dersim’in Etno-Kültürel Kimliği ve 1937-1938 Tertelesi, s. 95, Chiviyazıları Yayınları, 2014.
[4] İmran Gürtaş, Dersim Alevilerinde Kimlik İnşası ve Travma, Kızılbaşlık Alevilik Bektaşilik, Tarih-Kimlik-İnanç-Ritüel, s. 316, Derleyenler: Yalçın Çakmak-İmran Gürtaş, İletişim, 2015.
[5] Dr. Daimi Cengiz, Kırmanç ve Dersim Tanımları Üzerine, Dersim Üç Dağ İçinde, s. 92, Derleyen: Serhat Halis, NotaBene Yayınları, 2019.
[6] age.
[7] Bkz., Ebubekir Pamukçu, Dersim Zaza Ayaklanmasının Tarihsel Kökenleri, Yön Yayıncılık, 1992
[8] Dr. Daimi Cengiz, age., s. 92
[9] Weliyê Wuşenê İmami, derleyen Dr. Daimi Cengiz, Haydar Beltan’ın „Ve Suyu Ateşe Verdiller“ romanı Üzerine.
[10] Endlösung: Yahudileri nihayi olarak yok etmek üzerine kurulu olan Nazi planı, Nihayi çözüm.
[11] R. T. Erdoğan, AKP Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı, 23.11.2011, milliyet.com.tr.
Davut Hocam sen, ‘Dersim Soykırımı ve sürgünler‘ meselesine ilişkin, yaşanan bu sürece dair, bizlere neler aktarırsın?
Fikrini almak isteriz.isteriz[i].
‘37-38 Dersim Katliamını ele almak şüphesiz ki önemlidir. Ancak katliam öncesi ve sonrasını da bilmemiz gerekir.
Dersim özelikle 1. Dünya Savaşı’nda, Osmanlı-Rus Savaşı’nda çok önemli bir konuma gelir. Bir taraftan Ruslar, diğer taraftan Osmanlı Devleti, yani İttihat Terakki Hükümeti Dersim’i kazanmak için çok yoğun bir çalışma içine giriyor. Rus ordusu erzak tedarikini Dersim üzerinden sağlamaktadır.
Diğer taraftan güvendiği kesimlere silah yardımı yapmıştır. Osmanlı devleti de aynı şekilde Dersimi kazanmak için çok çaba göstermiştir. Maddi destek yanında, dini kimliği de kullanarak kazanmaya çalışmış, bu dönemde çok önemli subaylarını Dersim’e göndererek iç istihbaratı ve mukavemeti örgütlemeye çalışmıştır. M. Kemal de bu dönemde 9. Ordu komutanı olarak Dersim’e gelmiş, Peri Suyu kenarında karargah kurmuştur.
Dersimliler bu dönemde hem Ruslardan hem de Osmanlı’dan silah ve maddi imkanlar almış, ancak tarafsız kalmıştır.
Rusya’da Ekim Devrimi ile SSCB Osmanlı Devleti ile Erzincan Mütarekesini imzalayarak ‘Sovyet orduları, işgal edilen bütün bölgelerden çekilecek, ancak bu bölgeler, halkın temsilcilerine teslim edilecek’. Bu mütarekeden sonra Kasım 1917’de Erzincan’da “Batı ve Doğu Dersim, Erzincan ve Bayburt” temsilcilerinden “Şura Hükümeti” kurulmuş ve yönetim bu hükümete devredilmiştir. (Bu konuda daha önce yazdığım ‘Unutulan Tarih, 1917-21 Erzincan Şuura Hükümeti’ makaleme bakabilirler.)
Bu dönemde Ruslardan alınan silah ve askeri malzemeler benim çocukluğum döneminde hala kullanılıyordu.
Diğer taraftan Osmanlı Devleti de ciddi bir örgütlenmeye gitmişti ve devletin bu örgütlenmesi kalıcılaştırıldı. Daha sonraki yıllarda Dersim’de karışıklık yaratanların, çevre illere baskınlar yapan veya içerdeki çatışmalara katılanların ‘37-38 katliamlarında rol aldıklarını, yol, karakol, yapımında kolbaşı olarak çalıştıklarını görürüz. Ayrıca dikkate şayandır, devlet Dersimliler çevre illere saldırdılar der, ama bunlar hakkında hiçbir tutuklama, yargılama, mahkeme yapmaz.
Gerek Dersimliler, gerek Ermeniler, gerek Kürtler arasında sosyalist tartışmalar o zamanda da vardı. Ermeniler arasından Hıncak ve Taşnak partileri Menşevik iken Rusya’daki Ermeniler Bolşevik’ti.
Bolşevik-Menşevik savaşı başlayınca, SSCB Erzincan Mütarekesi’ni ve Şura Hükümeti’ni unutarak Kemalistlerle birlikte Menşevik Ermenileri “saf dışı” ettiler. Dersimliler ise kendi kabuğuna, bölgelerine çekildiler.
Ancak Kemalist devlet Dersim’deki yumuşak gücünü iyice tahkim etti. İşbirlikçileri ile birlikte iç çatışmaları kargaşaları kışkırttılar. Kemalistler başından beri Dersim’i işgal ve tenkil etme konusunda kararlı idi. Raporlar bunun kanıtıdır.
Dersim katliamının yapıldığı yıllarda ki dünya ve bölge koşullarını değerlendirmemiz gerekir. Kemalistler, İngiltere, Fransa ve ABD desteği ile Pakistan, İran, Irak ve Türkiye arasında ortak askeri bir pakt kuruldu. 2. Dünya Savaşı’nın başlangıç yılları idi. Kemalist hükümet, “Dersim Tenkil” hareketi için 600 bin liraya ihtiyaç duyuyordu. Bu para hazineden 1934’de ödemeyince Trakya’daki Yahudi Tehcirine başladı. Para ödemeyen Yahudilerin mallarına el kondu. 1935’de Dersim Kanunu ile birlikte Elâzığ’a özel yetkili Vali olarak atanan A. Alpdoğan’a ancak 300 bin TL verebildi. 1937’de ise general Kazım Orbay’a 300 bin Lira ödenek vererek Erzincan’a gönderdi. Ve katliam, talan, yağman, ganimet başladı.
Dersim Harekatı’nda devlet yetkililerinin Dersim’den 8 milyon lira ganimet aldıkları söylenmektedir. Elazığ’da, Alpdoğan, Ankara’da Orbay, Dersim’de yağmalanan, hayvan, tahıl, bal, yiyecek, zihniyet eşyaları ve insanlar, özelikle kızlar, taşınabilmesi için tren ve kamyonlara özel yetki belgeleri verirdi ve ganimetten pay aldırdı.
Dikkatinizi bir noktaya çekmek istiyorum. Türk Devleti ne zaman sıkıntılı bir döneme girmişse katliamlar ve yağmacılık yapmıştır. Rum, Ermeni, Pontus, Süryani, Kürt katliamları böylesi dönemlerde yapılmıştır. Dersim Katliamından sonra da sürgünler dönemi başlamıştır ve hala da devam etmektedir. Asimilasyon, jenosit politikası yumuşak güçlerce sürdürülmüştür, sürdürülmektedir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, faşizmin yenilgisi ile sosyalizmin dünya çapında yükselişi, Kore ve Vietnam Savaşı döneminde emperyalist ülkelerde yükselen 68 dalgası, Türkiye ve Kürdistan’da da yankısını buldu. İşte biz bu dalganın etkisi ile ve kendi kültürel kimliğimizle bu gelişmenin içinde yerimizi aldık ve mücadeleyi hala sürdürmekteyiz.
Bugün, T.C.’nin Avrupa’da aradığı değerleri, demokrasiyi, yaptığı bu katliamlarla yok etti. Çözüm yine başa dönmek ve kendi değerlerimiz üzerinden yeni inşa hareketine başlamaktır.
Çözüm Dersim’in sahip olduğu kültürel miras üzerinden mümkündür. Dersim çok dili, kültürü, etnik ve dini kimliği bir arada tutan, hoşgörü ve saygının olduğu bir coğrafyadır. Yani aklın yoludur.
Avrupa’da ki Reform-Rönesans hareketinin felsefi altyapısı, sahip olduğumuz kültürel alt yapıdadır. Bu devlet, halkı bölüp düşmanlaştırarak varlığını sürdürmektedir. Uzun konu bunu geçelim.
Sahip olduğumuz değerleri ancak farklı kültürleri tanıyınca, kıyaslama yöntemi ile daha iyi anlarız. Bugün dünyanın dört bir yanına dağılmış Dersimlilerin sevdası da bu yüzdendir. 1920’lerde başlayarak 1984’de kadar SSCB yayın yapan Dersim Kültür Sanat Dergisi Dersim’den göç edenlerin çabasıdır. Bende de bir nüshası var ancak Kiril harfleri ile yazıldığı için takip etme şansımız olmadı. Bütün batı dillerinde çıkan “GEO” adlı bir dergide şu satırları okumuştum: “Ant ve Ural sıradağları hariç dünyanın bütün sıradağları doğu-batı eksenlidir. Bu dağlar beşparmağın bir kolda birleşmesi gibi Dersim bölgesinde birleşip ayrışıyorlar.” Bu tespit Dersim coğrafyası, kültürü ve insani arasındaki ahenk konusunu da düşündürmektedir.
Bir başka örnek: 2012 ya da 2013 yılı olabilir. Norveç bilim adamları heyetinde yer alan bazı yurtseverler, Antarktika kıtasında Kürdistan şehitleri anısına bir anıt dikip bayrak astılar. T.C., bütün girişimleri boşa çıkınca kendileri bir buz kırma gemisi yaparak Antarktika’ya gittiler; ancak Norveç Hükümeti gemiyi kendi teritoryasına sokmayınca, gemidekiler denizaltı dalışları vs. belgeseller yaptılar. Bu günlerde de ‘dünyada ilk buz altı araştırması yapan kadın‘ diyerek TV’lerde göstermektedirler. Bugün dünyanın birçok ülkesine dağılmış, sürgün edilmiş, ya da iltica etmiş binlerce Dersimli’yi örnek göstermek mümkündür. Arjantin’deki ya da ABD’deki Dersim gettosundan bahs edebiliriz. Dünyanın en kuzeyindeki kafeteryayı, ya da güney kutbuna lama ticareti yapan, Güney Afrika’nın en güney ucundaki madenleri çalıştıran Dersimlilerden bahsetmek gerekir.
Çözümsüzlük bizden kaynaklanmadığı için çözümü de elimizde değil. Çözüm bize musallat olan iletin ıslahı, değişimi, o da mümkün değilse iflasıdır.
[i] Davut Kurun ile yapılan söyleşinin özetirdir.
Asmên ra Astare Qurıfiya!
Biyena xo çıxa ke nıfıs de 1337 (1921) nusiya ki Ap Sılêma (Sılo Qız / Süleyman Doğan) serra 1912ine de Dewa Mılu de êno riyê dina. Ewro serra xuya 107ine de rêşto rama Heqi.
Çıxa ke ze Sa Heyderi, Weliyê Usênê İmami, Alaverdi u ê bina xêlê ozan u şairê Kırmanciye estê ki Sey Qaji ra tepia Dêsım de hurinda Ap Sılêmani (Sılo Qız) zaf gırana. O roê lauk u şüaru be kêf u eşqê Dêsımiyo, zanıka Dêsımiyo. Çı ke êy weşiya Dêsımi de çı ke diyo, çı ke heşno ebe veng u kemanê xo ina sero sınate icra kerda.
Hetê ra ki tarıxê Dêsımiyo, şaadê Tertelê ‘38iyo. Her çi jü be jü ebe lauk u şüara aqılê xode qeyd kerdo. Dec u derdê qomê ma, birin u khulê hometa ma ardê ra zon.
Her çi ra ravêr êy ze jü xelekha zincıla kotane sınat u sınatkarê verên u nıkayêni resnê pê.
Şairê welati tı ma vira nêşona, veng u seda to dami goşanê ma dera. Mekanê to wertê gul u nuri bo, dewrê to qaim bo.
Asırlık Çınar Sılo Qız…
Doğumu her ne kadar kütükte 1337 (1921) olarak kayda geçmişse de Ap Sılêma (Sılo Qız / Süleyman Doğan) 1912 yılında Mılu Köyü’nde dünyaya gelir. Asırlık çınar, Dersimin büyük ozanı bu gün 107 yaşında hakka yürüdü.
Her ne kadar Sa Heyderi, Weliyê Usênê İmami, Alaverdi vb. gibi çokca şair ve ozanı varsa da Dersim’in Sey Qaji’den sonra adı en çok anılan ve hafızalarda yer edinen Ap Sılêma’dır. O Dersim ‘kılam’ları ve ağıtlarının, aşk türkülerinin ruhudur, hafızasıdır. Çünkü o Dersim’de yaşanan, görüp duyduğu her şeyi söz ve kemanesi ile dile getiren büyük bir değerdir.
Aynı zamanda Dersim’in tarihi, ’38 Soykırımı’nın da şahididir. O, kutsal toprakların acılarını, tasalarını, gam ve kederlerini dile getiren yeri doldurulamaz bir halk ozanımızdır.
En önemlisi de alanında geçmiş ile geleceğin arasındaki bağdır, geçmişin birikimini geleceğe taşıyandır.
Seni unutmayacağız. O kendine özgü sedan hep yaşayacaktır. Işıklar içinde uyu, devrin tamama ersin.
14.12.2019
Mısletê Kongra Dêsımi / Dersim Kongresi Meclisi
Federasyonê Komelunê Dêsımi yê Ewropa / Almanya Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG)
“Rocê textê şıma ki rıjino…”
Dewleta Tırki na sedserra 21ine de hona kerdenanê xo nênana re xo, tarıxê xode nêna têrü. Ebe zur u xafıla xo mudafa kena. Hama raştiye se ke reportajê İhsan Sabri Çağlayangili de ama re zon her waxt ze zü şilmaqe gınena rüyê inara.
Mordem owo ke kerdenanê xora bımuso, fênd u dubara ra raxelesiyo ke axiriya xo xêr bêro. Dewlete u raşte çı hêf ke jümini ra hondê hard u asmêni duriyê. Hona ze waxtê cahiliye kunê be sınatkaranê ma dıme. Na gama xuya pêêne de ki sınatkarê hometa ma Yılmaz Çelik guret pê, êşt hepıs.
Yılmaz Çelik teyna niyo. O ki, têde sınatkarê ke zon, kultur, kamiye, itıqat u coğrafya xorê wair vecinê qimet u rumetê mae. Bêro zanıtene ke ma sınatkaranê xorê wair vecinime.
Ma na rusiyaina dewlete kenime naletme.
Veng u renge welatê ma, sınatkaranê maê delaliya sero ni esareti gamê ravêr wedarê ke, wa bıresê serbestiya xo.
“Elbet yıkılır tahtınız…”
Tarihiyle yüzleşmeye yanaşmayan T.C., hala gerçekleri hasır altı etmeye çalışıyor. Oysa gerçekler tıpkı İhsan Sabri Çağlayangil’in röportajında olduğu gibi kendi yüzlerine bir şamar gibi iniyor. Bu inkarcı, lanetli hal son bulmalı. Ama nafile! Devlet hilelerinde ısrarlı ve “cadı avı” misali halkın sesi olan sanatçılarımıza yöneliyor. Son olarak da sanatçımız Yılmaz Çelik’i tutuklattı.
Yılmaz Çelik yalnız değildir. Onun nezdinde kimliğini, dilini, kültürünü, inancını ve doğasını yaşatmaya çalışan tüm Dersimli sanatçılarımıza sahip çıktığımız bilinmelidir.
Kınıyoruz, lanetliyoruz. Sanatçılarımız derhal serbest bırakılmalıdır.
14.12.2019
Mısletê Kongra Dêsımi / Dersim Kongresi Meclisi
Federasyonê Komelunê Dêsımi yê Ewropa / Almanya Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG)
Bu yaz başında gittiğim Dersim’den işlerim nedeniyle kasım başı gibi ayrılabildim. Zamanımın çoğunu da Ovacık’da geçirdiğimden bir çok konuda gözlem yapma şansım oldu. Bu gözlemlerimden en önemlisi de Munzur Gözeleriyle ilgili olandı. Munzur Gözeleri Dersim bölgesi içinde en çok ilgi gören ve ziyaret edilen alanlardan biri. Yani nerdeyse Dersimin gözbebeği. Dolayısıyla çevremden bir çok arkadaşım bu yaz Dersim’e gelip, Ovacık ve Gözeleri ziyaret ettiler. Onlar ile yaptığım sohbetlerde; Ovacık nasıldı, beğendiniz mi, diye sorduğumda neredeyse büyük çoğunluğun “Muhteşemdi, ama Gözeler çok kötüydü!” demeleri açıkçası beni çok şaşırtmadı. Zira yıldan yıla artan ziyaretçi akınıyla Munzur Gözeleri’nin uğradığı tahribatın farkındaydım. Bunu yalnız ben değil burayı ziyaret eden herkes görüyordu. Değerli bir arkadaşım ise bununla yetinmeyip, “Bir şey yapın yoksa birkaç yıla kalmaz Gözeler bitecek. İnsan kalabalığı, kirlilik, araçlar, dokuyu bozacak, üstelik kutsallığı olan bir mekân, en azından buna hürmeten bir şeyler yapmak lazım. Aydınlarınız ile konuşun, yazın çizin, ama elinizi çabuk tutun.” dedi kaygılanarak. Haklıydı, “Munzur Gözeleri”ne sahip çıkıp, bir şeyler yapmamız gerekiyordu.
Gözelere giden yol Munzur Vadisi’nden geçer. Munzur Vadisi’nin girişinde başlıyor trafik. Ama ne trafik! Sanki İstanbul-Ankara otobanı… Oysa bu yol Ovacık yolu, kimi zaman keskin virajlı, dar bir yol. Güzel yanı Munzur Suyu’nun kimi zaman sağımızda kimi zaman solumuzda çağıldayarak bize eşlik etmesi. Üstelik geçen kış kar çok yağdığı için gürül gürül akıyor.
Gidiş geliş, peşi sıra dizilmiş özel araçlar, bazen aralarında tırlar hızla yol alıyorlar. Plakalara bakıldığında ağırlıklı çevre iller, Güneydoğu’dan olmak üzere ülkenin neredeyse her bölgesinden araç var. Bir arkadaşımın söylediği, insanın ve arabanın girdiği her yer bozulur, sözü Gözeler’de nasıl da oturuyor yerine.
Uzun yıllardır Dersim’in gözdesi olan Munzur Gözeleri çözüm süreciyle birlikte başlayan ve yerel seçimlerin ardından “Komünist Başkan”, “Komünist İlçe Ovacık” tanımlaması ile yoğun ziyaretçi akınına uğruyor. Her yer insan kaynıyor.
Adım atacak yer yok, dumandan göz gözü görmüyor, patika yollar tıklım tıklım, her yerde et kokusu… Karşılaştığım manzara hiç açıcı değil. Daha kötüsü, aşağılarda insanlar su içerken yukarılarda ayaklarını suda serinletenler… Taşların arasından suyun fışkırdığı yerlerin yanıbaşında çocuklarının tuvalet ihtiyacını gidermeye çalışanlar… Etrafa saçılan çöpleri de siz canlandırın gözünüzde artık. Dehşete kapılmamak mümkün değil. Ya derme çatma barakalardaki hijgenden uzak gözleme, kahvaltı ve hediyelik eşya satıcılarına ne demeli. Halkın mum yakıp dilek dilediği kayanın önü bile çaycılar tarafından işgal edilmiş, mum yakmaya gitmek bile artık o kadar kolay değil.
Görülen odur ki Gözeler artık dua edip çıra yakmak, kurban kesmek için gidilen yer olmaktan çıkmış; piknik alanı ve ticarethaneye dönüşmüş.
Keşke bu tahribat, kirlilik yalnızca gözelerle sınırlı kalsa… Munzur’un gözelerden doğduğu Ziyaret köyünden başlayarak Mamekiye (Dersim merkezi) varana kadar vadi boyunca su kenarında piknikçiler konuşlanıyor. Suya girenler, mangal yapanlar ve geride bıraktıkları çöpleri… Munzur Gözeleri SİT alanı olması nedeniyle mülkiyeti Tunceli Valiliği İl Özel İdaresinde. Dolayısıyla sorunlar Ovacık Belediyesi’ne iletilse de belediye yetki ve sınırları dışında kaldığı için bir şey yapılamıyor.
Munzur bizim kutsalımız, bunu her Dersimli bilir. Hatta çevre illerden gelenler de bilir. Herkes bilir, ama kendi hemşehrilerimiz dahil niyeyse kimse bu kutsallığa saygı göstermez. Hadi diyelim ki kutsallığı umurumuzda olmasın ya doğasına verdiğimiz zarar?
Munzur Gözeleri’ne ilk gittiğim zamanları hatırlıyorum. Nenem geliyor aklıma… Kurbanımızı alıp Gözelere gittiğimizde rahmetli Haydar dedem rakı içerdi; 1980’lerin sonlarıydı. Nenem, kızar ve dedeme arkasını döner, bütün gün suratını asardı. 12 İmamlar orucunu tam tutan itiqatlı bir Dersim kadınıdır nenem. Munzur’un kutsallığına atfen, o suda yetişen kırmızı benekli alabalığı da yemezdi. O günlerde Munzur Gözeleri’nde rakı içen dedeme kızan, 90 yaşındaki nenem, iyi ki Gözelere gidemiyor ve bu halini görmüyor, eminim ki yüzünü asmakla kalmaz kahrından ağlardı.
Dersim’de herkes gidişattan pek memnun değil. Bu kirlenmeye dur denmeli, Munzur korunmalı deniyor. Herkesin kendince bir fikri ya da projesi var. Ama hangisi Munzur gözeleri’ne uygun tartışmalı. Ve bugünlerde en çok konuşulan ise çevre düzenlemesi adıyla Tunceli Valiliği himayesinde Fırat Kalkınma Ajansı’nın hazırladığı ve Erzurum Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunca onaylanan 8 milyon liralık proje. Bu proje hayata geçirilecek olursa şimdiden daha mı iyi olacak orası muamma. Projenin doğayı ve gözeleri korumaktan çok mevcut alanı turizme dönüştürme kaygısı mevcut deniliyor. Bu da demektir ki Munzur Gözeleri resmen turizme açılarak ticarileşmiş olacak. Ne kutsallığı kalacak ne de doğal güzelliği.
Bu yılın yazı bitti. Sonbaharı da bitmek üzere; kalabalık gitti. Ovacık ve diğer ilçeler de dahil, Dersim kaderine terk edilmiş bir kasaba gibi kendiyle kaldı. Sokaklar sakin, yerli halk kendi meşguliyetiyle başbaşa. Seneye baharda karlar eriyip doğa kış uykusundan uyandığında önce emekli yazlıkçılar gelecek; teker teker. Sonra turistler gelecek; akın akın.. Turlar cabası… Gelsinler, herkes gelsin, ama doğayı tahrip etmeden, getirdiklerinin çöpünü bırakmadan, kutsalımıza saygı duyarak gelsinler…
Ve bizler, her sözün başında “Dersim de Dersim, Munzur da Munzur!” diyen bizler, bir şeyler yapmalıyız. Belediyelerimiz, Derneklerimiz, STK’larımız, siyasilerimiz, aydınlarımız, yazan çizenlerimizle bir şeyler yapmalıyız. 2020 yılı yazı gelmeden tedbir almalıyız. Başkalarından beklememeliyiz.
Bir araya gelelim, elele verelim, dağımızı, taşımızı, toprağımızı, suyumuzu nasıl koruyacağımıza dair kafa yoralım. Bunu yalnızca Munzur Gözeleri veya Munzur Vadisi için değil; Düzgün Baba, Dereova Şelaleri, Buyer Gölü, Tujik Dağı, kısacası tüm coğrafyamız için yapalım. Kutsalımızı incitmeyelim, Atalarımızın kemiklerini sızlatmayalım, çocuklarımızdan emanet aldığımız coğrafyamızı onlara temiz ve yaşanılır bırakalım.
skrnyilmaz@yahoo.com