Dersim 1937 olayları ile 1938 olayları arasındaki farkları ve bu konudaki düşüncelerimi Dersimlilerin tertip ettiği toplantılarda konuşmacı olarak anlattım. Dostlar arası sohbetlerimizde birçok kez açıkladım. Dersim kırımı 1938 olayları üzerinden anlatılmazsa dünya halkları Dersim’in acısını kavrayamaz diye sosyal medyada çok açık ve net yazılar yazdım. Ama ideolojilerin en keskin olduğu dönemlerde yaşamış ve kültürel gıdasını bu süreçlerde almış olan benim kuşaktan Dersimli aydınlar bu konuda yazdıklarımı anlamadı veya anlamak istemediler. Bizim kuşaklar 1970’lerde çok keskin olan sol veya sağ ideolojilerden beslendi. 1980’lerden sonra ise Türk solu veya Kürt solundan etkilendi. Dersim olaylarını ve Dersim tarihini kendi atalarının kodları, kültürel mirası üzerinden okuyamadılar. Atalarımızın katliam üzerine söyledikleri kültürel vasiyetlerine sahip çıkamadılar. Bu hatalar hala devam ediyor.
Dersim davasında duyarlı olan Dersimliler ilk zamanlar “Dersim İsyanı” diyen Türkçülerin, sonraları “Dersim İsyanıyla” övünen ve slogan atan Kürt milliyetçilerinin etkisinde kalmıştı. Somut gerçeklerle hiç ilgisi olmayan “Dersim İsyanı” gibi yanlış, uydurma bir sloganı uzun yıllar bizim Dersimliler gençler de hiç irdelemeden savundular.
İki binlere yaklaşırken farkına varılan bu büyük yanlışlık birçok Dersimli aydının başlattığı eleştirilerle kısmen de olsa engellendi. Ama maalesef birçok konuda atalarımızın düşüncelerine ters düşen bazı büyük hatalar hala devam ediyor. Peşin hükümle keskin ideolojilere takıntılı olan bizim kuşak yapılan açıklamaları dinlemiyor, irdelemiyor ve kavramıyor. Bu nedenle meramımı veya sitemimi genç yazarlara, Dersimli genç aydınlara anlatmaya; atalarımızın kültürel vasiyetini genç Dersimlilere aktarmaya karar kıldım.
Her vasiyet içinde aynı zamanda ölümden izler taşıdığından olsa gerek etkili olabiliyor diye düşünenlerdenim.
Bu girişten sonra hemen esas konuya geçeyim. Dersim’de 1937’de neler oldu? 1938’de neler oldu? Ve Dersimli aydınlar bu olayları ne kadar irdeledi, ne kadar kavradı, nasıl açıklıyor ve savunuyorlar?
Sorunları anlamamız için önce Dersim 1937 ve 1938 dönemindeki olayları bu iki yıla göre ayrı ayrı belirtip ve bu olaylardan hangi yetkililerin sorumlu olduklarını da kısaca özetlememiz gereklidir.
1937 Yılında Dersim’e yapılan “Askeri Hareket” döneminde İsmet Paşa Başbakan olarak sorumluydu. Atatürk ise tek parti sürecinde baştan ölümüne kadar değişmeyen Reisicumhur ve lider olarak sorumluydu.
Dersim faciası, kırımı 4 Mayıs 1937’de Bakanlar kurulunun aldığı karara dayanıyor. Bu kararda da belirtildiği gibi ilk başlarda para dağıtmaktan çekinmediler. Parayla Dersim’in içinde ajanlar bulundu. Sahan Ağa ile Alişer gibi liderler Dersimli ajanlar kanalıyla öldürüldü. Aynı yıl 70 kişiye yakın Dersimli lider ya çok saflığından teslim oldu veya kandırılıp Elazığ’a götürüldü. 1937 yılındaki tüm bu olanlardan İsmet Paşa Başbakan olarak sorumludur.
1937 Hareketi bittikten sonra 19 Eylül 1937 tarihinde Ankara’da Meclise bilgi veren İsmet İnönü “Dersim’de ordumuzun girmediği dere ve tepe kalmamıştır. Dersim’de asayiş sorunu halledilmiştir,” gibi sözler söyledi.
Bu sözlerin anlamı çok açık ve nettir. Dersim’de asayiş sorunu vardı. Ordumuz halletti, diyor. Yani Dersim’de “isyan vardı” demiyor. Açıkça asayiş sorunu diyor İnönü. Bu sorun da çözüldü diyor. Yani ikinci bir harekete ihtiyaç yoktur diyor İnönü.
Oysa Atatürk Dersim’de askeri hareketin devam etmesini istiyordu. İlk Mecliste Mebus olan Mustafa Zeki Beyin (Saltuk) anıları da Dersim ikinci bir askeri hareket konusunda Atatürk ile İnönü arasında ayrışma başlamıştı. O yıllarda Atatürk ile İnönü’nün arasında ekonomi konusunda da ayrılıklar oluşmuştu. Atatürk ile Celal Bayar özel sermayeye ağırlık verilmesini istiyordu. İnönü ise devlet kapitalizmi kanalıyla kalkınmadan yanaydı. Atatürk ile İnönü arasında oluşan ekonomik sistem konusundaki ayrılıklara Dersim konusundaki ayrılık da eklenince İsmet İnönü Eylül 1937’de görevden ayrıldı. (Alındı diyebiliriz.) Yerine Atatürk tarafından Celal Bayar atandı.
Elazığ’daki idamlar 1937’nin Kasım ayındaydı. Yani İnönü görevden ayrıldıktan sonra bu idamlar yapıldı.
1938’de ise “ Dersim’deki Askeri Harekete” Başbakan Celal Bayar ile devam edildi.
Dersim’de onlarca yerde çocuklar, bebekler, hamile kadınlar, yaşlılar yani eli silah tutmayan masum sivil insanlar yaz ve güz ayları boyunca topluca kıyıldı. Dersim’in dağları kana bulunda, nehirleri kanlı aktı.
Dönemin Başbakanı Celal Bayar Dersim olayları üzerine yaptığı bir konuşmasında “Atatürk vurulacak dedi, biz de vurduk,” diye açıklama yapmıştı. Bu açık bir itiraftı.
Olayların tarihlerine dikkat edilirse; toplu katliamların yapıldığı 1938 yılında İnönü yetkisiz ve etkisizdi. Sahan Ağa ve Alişer’in öldürüldüğü ve Dersimli birçok liderin tutuklandığı 1937 yılının Eylül ayını kapsayan döneme kadar İnönü Başbakan olarak sorumludur. İdamların yapıldığı 1937 yılının Kasım ayında ve sonraki yıl olan 1938’de onlarca yerde yapılan ve Dersim dağlarını, nehirlerini kana bulayan toplu kırımlarda İsmet Paşa yetkisiz ve etkisizdi.
Dersim olaylarını tartışan Dersimlilerin aslında 1937 yılında neler oldu? 1938 de neler oldu? Bu acı olaylar kimin veya kimlerin döneminde oldu? Sorumlular kimlerdi? Önce iyice detaylarıyla araştırması, en azından Google Amca’dan olayların “Vikipedisini” görmesi, incelemesi, öğrenmesi ve bu tarihi kronolojiye göre konuşması lazım diye düşünüyorum. Ama olayların tarihi sıralamasından haberi olmayanlar bile çok uzun fakat içi boş yazılar yazıyorlar.
Burada amacım o dönemlerde etkili ve yetkili görevlerde bulunan herhangi birini temize çıkarmak veya aklamak değildir. Çünkü Dersim Kanunu oylanırken sadece Muğla Milletvekili “yüce Meclisin yetkileri bir komutana devredilemez,” diye küçük bir itiraz etmişti. Kanun oylanırken maalesef bu vekil de oy vermişti. Dersim kanunu Meclisten oy birliğiyle çıkmıştı.
Unutmamalıyız ki, Dersim olayları sürecinde Atatürk, İnönü, Celal Bayar, Mareşal Fevzi Çakmak, Adnan Menderes gibi politik aktörlerin hepsi adı CHP olan bu tek partinin üyesi olarak içindeydi. Yani hepsi ordaydı. Sağcıların önder kabul ettikleri siyasiler de, cumhuriyetçi solcuların önder kabul ettikleri liderler de oradaydı. CHP zihniyeti diyerek “sağ siyasi hareketi” aklamaya çalışan sağcı liderler bu günkü Dersimlilerin aklıyla dalga geçiyorlar. Demin de dediğim gibi devlette süreklilik esastır ve sorumlu bu süreklilik kabiliyetini temsil eden ise devlettir. Ülkede barış ve kardeşliğin tesisi için bu devleti temsil edenler ülke tarihindeki bu kara sayfayla yüzleşmek zorundadırlar.
Ne yazık ki benim kuşaktan Dersimliler ezberci sağ veya sol ideolojilerin etkisinde kaldıkları; 1938’de tarihi gerçeklerdeki derinlikleri, ayrıntıları gözden kaçırdıkları için halkımızın kırımını bile sağ ve sol arasındaki keskin ideolojik bölünmelere göre değerlendirdiler ve değerlendiriyorlar.
Olayları bizzat yaşayan Dersimlilerin anlatımlarına dikkat edilirse halkımız Dersim olaylarını açıklarken 38’de önce ve 38’den sonra deyimini sık sık kullanır. Yani halkımızın ortak hafızasında 1938 katliamları, kırımları travma yaratmıştır. Atalarımıza göre 1938 yılı bir milattır. Atalarımızın bu konudaki görüşleri açık ve nettir. Kafaları karışık olan bu kültürel mirasa sahip çıkmada yetersiz kalan bizim nesillerdir. Bu nesiller niçin kültüründen koptu?
1948 Birleşmiş Milletler Bildirgesine göre de suçsuz bir insanın veya bir gurubun ırk, din, inanç, cinsiyet ayrımı bahanesiyle suçsuz yere öldürmesi katliamdır, kırımdır. Sayı fazla ise toplu katliam diye anılır. 1938’de toplu katliamları, en acı olayları bizzat yaşayan halkımız; Dersim dağ ve nehirlerinin kızıl kanlara bulandığı 1938 yıllını milat kabul etmiştir. Bu doğru tespite uymamız lazım.
Ama gel görkü günümüzdeki Dersimli aydınların çoğunluğu “Dersim Kırımını” dünyaya açıklarken dağlarımızı, nehirlerimizi kızıl kana bulayan ve atalarımızın da kabul ettiği bu toplu katliamlar üzerinden değil; Buğday Meydanındaki idamlar üzerinden anlatıyorlar. Eğer inanmıyorsanız onlarca yıldır tertip edilen miting, toplantı ve konferanslar için basılan afişlere bakabilirsiniz. Değişik yıllara ait olan afişlerin hemen hemen tümünde 1937 yılında Elazığ’da yapılan idamlar ön plandadır. Kırımı bizzat yaşayan halkımızın milat kabul ettiği 1938 yılı ve binlerce suçsuz insanımızın Dersim dağlarındaki toplu katliamları; akıtılan kanları hep arka planda, gölgede kaldı ve kalıyor. Bundan dolayıdır ki Dersim dışındaki diğer halkların veya kırım, katliam konusundaki duyarlı insanların çoğu Dersim olaylarını 1937’de Elazığ’daki idamlardan ibaret sanıyor. 1938’de onlarca yerde yapılan binlerce insanımızın toplu katliamlardan habersizdirler.
Araştırma tekniklerinden biraz haberi olan bir Dersimli olarak bunu söylüyorum. İnanmayanlar bu konuda uzman bir firmaya bir araştırma yaptırabilirler. Bu yanlış algının oluşmasında maalesef Dersimli aydınların da katkısı oldu ve hala oluyor. Tek amacım bu yanlış yoldan hemen dönülmesidir. Yoksa atalarımızın yani Dersim’in haklı davası daha çok zarar görecektir.
Dersim 1938’deki büyük acımız kamuoyuna doğru ulaşsın diye 2003 yılında yayınlanan “Dersim Dile Geldi” isimli romanımda 1938 yılında yapılan toplu kırımları; bu kırımlardan bir mucize eseri olarak kurtulan çocuk kahramanlar üzerinden anlattım. Çünkü gerçek buydu ve masum çocukların çektiği gerçek acılar insanları daha çok etkiliyor. Bu kitabımın Almancası hala www.amazon.de sitesinde de satılıyor ama maalesef geniş kamuoyuna ulaşamıyoruz.
Keskin sağ ve sol ideolojilerden etkilendiğinin farkında olmayan bizim kuşak; Dersimde kaç bin çocuk, bebek, hamile kadın, suçsuz sivil insan kurşuna dizildi? Kaç yerde toplu katliam oldu? Bu suçsuz insanların mezarları nerede diye kendisine veya kamuoyuna sorular sormadı. Afişlere bu tür sorular yazmadı. “1937’de Elazığ’da idam edilen pirlerimizin mezarları nerede?” cümlesi meşale yapıldı. Dağlarımızda kurşuna dizilen binlerce suçsuz insanın ve masum bebelerin mezarları da, isimleri unutuldu gibi. Yani bizler kaybolanların listesini bulmak için araştırmalar yapmadık, kolay yolu seçtik. Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edildiği için isimleri mahkeme tutanaklarında kayıtlı bulunan bu isimleri kolayca bulduk ve Elazığ Buğday Meydanı’nı ve bu idamları hep ön plana çıkardık. Elbette ki bu acı olay da anlatılabilirdi. Ama ön plana çıkması gereken Dersim dağlarındaki on binlerce insanın kurşuna dizildiği toplu katliamlar olmalıydı. 1938’de kızıl kanlara bulaşmış olan Dersim dağları ve nehirleri olmalıydı. İsimsiz kahramanlarımızın listeleri yapılmalıydı.
Günümüzdeki bu yanlış gidişin farkına varılıp vaz geçilmeden Dersimlilerin doğru strateji ve taktikleri yakalaması imkânsızdır.
Bir daha altını çizerek yazalım. Eğer acıları bizzat yaşamış atalarımızın sözlü anlatımlarla bize aktardıkları dikkate alınsaydı, milat 1938’di. Yani Dersim’deki toplu katliamlardı. Eğer atalarımızın anlattıklarını doğru kavramış olsaydık; kaç yerde toplu katliam oldu? Her toplu katliam yerinde, kaç yüz kişi kurşuna dizildi? Bunlar kaç yaşındaydı? Kaçı çocuk? Kaçı kadındı? Kaçı ihtiyardı? Bu gün elimizde listeleri olurdu. Her yıl kırımı anma yıldönümlerinde Dersim dağları ve nehirlerini kızıla çeviren kanlı sahneler dünyaya duyurulurdu. Her toplu katliamın bulunduğu yerde topluca kurşunlanan çocukların, bebeklerin hamile kadın ve yaşlı ihtiyarların listeleri, isimleri bu gün elimizde olurdu. Özel çabalarla bazı katliam yerleri ve kurşuna dizilenlerin isimleri tespit edildi. Ama maalesef sayısı çok az.
Her ne hikmetse bizim kuşaktan Dersimli aydınlar toplu katliamlar üzerinde yoğunlaşmadı. Güçlerini birlikte seferber etmedi. Meseleyi doğru ele alsaydık son yirmi yılda bu konuda çok mesafe almış olurduk.
Elbette ki Elazığ’da yedi Dersimlinin İstiklal Mahkemesi tarafından idam edilmesi, altmışa yakın insanımızın ağır cezalara çarptırılması da büyük bir suçtur. Ama bir Atatürkçü size İstiklal Mahkemeleri 3919* kişiye idam kararı verdi. Bunlardan sadece yedisi Dersimliydi. Bu olağan üstü mahkemelerin verdiği kararların hepsi de yanlıştı. Çağımızın modern hukukuna aykırıydı dese ne cevap verirsiniz?
Toplu katliamlar konusundaki görüşlerimi yıllardır değişik şehirlerde yapılan birçok toplantıda, sosyal medyada savunduğumu, anlattığımı belirtmiştim. Ama Dersim’in toplumsal gücünü bu konuda seferber edip doğru çizgiyi yakalayamadık. Bir daha açıkça vurgu yapayım. Dersim davasında esas sorun insanlık suçudur. Suçun yeri kızıl kanlara bulanan Dersim dağları ve nehirleridir. Toplu katliamlardır. Suçun tarihi 1938 yılının yaz aylarıdır. Bunları beynimize kazımalıyız. Bunları unutursak gücümüzü boşu boşuna yanlış yer ve yanlış tarihlere heba etmiş oluruz.
Bizim yaşlı kuşağa bunları anlatmakta yetersiz kalındı. Gerçekler genç kuşağa da ulaşmadı. Bu nedenle Dersimli genç yazarlara, aydınlara kültürel vasiyetimi aktarmak zorunda kaldım. Umarım bazı Dersimliler Elazığ Buğday Meydanındaki idamları küçümsüyor şeklinde önyargılı bir niyet okuma yoluna sapmaz ve sorunun özü üstüne düşünüp yazmayı tercih ederler.
- NOT: *İstiklal Mahkemesi’nde verilen 3919 idam kararlarının çoğu askeri kaçaklara aitti. Askeri kaçaklar haricinde 240 kişiye idam kararı verildi. Bunların yedisi Dersimliydi.
- NOT: Elazığ Buğday Meydanın 100 metre ilerisinde Şıra Meydanı var. 1926 yılındaki çatışmalardan sonra bu Şıra Meydanı’nda da 14 kişi idam edildi. Yani 1937’den 15 yıl gibi kısa bir zaman önce. Birçok kez sordum. Yine sorayım. Acaba bu Dersimli önderler niçin anılmıyor. Bunlar suçlu muydu? Niçin hatırlamıyoruz?
22.11.2021
Celal Yıldız
Çağımızda Dersim adına yazı yazan tarihçiler, sosyologlar, enteller son asırlara bakarak Dersim’in eskilerden beri her zaman aşiretçi sistemle yönetildiğini sanıyorlar ve öyle anlatıyorlar. Oysa Dersim aşiretler döneminden önce asırlarca kendi kendini emirlik ve beylik sistemiyle yönetmişti. Çağımızın entelleri Dersim’in kendini yönetme istemi ve kabiliyetinin tarihi köklerinden habersizdirler.
Devletlerin adının beylik olduğu dönemlerde doğu bölgesindeki, Dersim’den Erzurum’a kadar, geniş bölgede Kızılbaşlar emirlikler, beylikler kurmuşlardı. Bu dönemlerde bu gün Zaza denilen halkın inancı da Kızılbaşlıktı. Bölgede ezici çoğunluğu olan Kızılbaşlar 1072 yılından 1514 yılına kadar dönemin kurallarına göre kendi kendilerini örgütlü bir şekilde yönetmişlerdi…
Osmanlı’dan Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar devam eden kendi kendini yönetmede ısrarlı arzuları ve tavırları Dersim’in on birinci asırdan itibaren örgütlü ve özgür yaşama iradesine dayanır. Tarihimizdeki bu Kızılbaş özgür yaşamı bu gün hala halkımızın genlerinde saklıdır.
Örneğin Kızılbaşlar 1072’de Saltukluların önderliğinde Dersim’den Erzurum’a kadar olan geniş bölgede Saltuklu Beyliği’ni kurmuşlar. Yani Kızılbaşlar Osmanlı’dan 228 yıl önce devlet sahibi olmuş ve özgürce yaşamışlardır. Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş tarihi 1300 yıllarıdır. Yani daha sonradır.
Saltuklu Beyliği dönemimde Dersim’in merkezi Çemişgezek’ti ve Dersim emirlik (Özerk Bölge/CY) olarak Saltuklu Beyliği’ne bağlıydı. Dersim ve Erzurum bölgesindeki Kızılbaşların kurduğu Saltuklu Beyliği (Devleti/CY) 1202 yılına kadar yani 130 sene özgürce kendi kendini yönetti.
Türk tarihçileri bu Kızılbaş beylik ve emirliklerini ya Türkçü tezlerine malzeme yaparlar ya da tümden görmezden gelirler. Kendilerine tarihçi diyen Dersimlilerin görevi bu tarihi gerçekleri araştırıp topluma sunmak olmalıdır.
Bazı tarihçiler Saltukluların 1000 yıllarında Horasan’dan gelen Kızılbaş Türkmenlerden olduğunu yazmışlar, ama tarihçi M. Fahrettin Kinziroğluna göre “Saltuklular Canestan’ın (eski Dersim’in) kavimlerindendir. Ayrıca biliyoruz ki onuncu asırda Ege’den İran’a kadar olan bölgedeki örgütlenmeler ve savaşlar etnisiteye-ırka değil, inançlara dayanıyordu. Bu bölgelerde MA Halkı’nın (Işık insanlarının) devamı olan Kızılbaşlık-Alevilik ezici çoğunluktaydı.
Horasan ile Dersim komşu bölgelerdir. Motorlu taşıtların olmadığı eski dönemlerde ordular hızlı hareket edemezdi. Büyük savaşlarda batıdan saldırılar gelince Dersim aşiretleri davar sürüleriyle birlikte doğuya Horasan bölgesine kaçar, doğudan büyük saldırı başlayınca batıya Dağlık Dersim’e sığınırlardı. Yani Saltuklular da diğer Dersim aşiretleri gibi büyük savaşlar döneminde Dersim ile Horasan arasında gel gitleri yaşadılar.
Doğu bölgesinde 1072 yılında kurulan ve Kızılbaş-Alevi olan Saltuklu Beyliği 1202 yılında Selçuklu Sultanı Rüknettin Bey tarafından yıkıldı.
1202-1514 Çemişgezek Beyliği
Merkezi Erzurum’da bulunan Saltuklu Beyliği 1202 yılında Selçuklular tarafından yıkılınca Saltuklu Beyliğine bağlı olan Çemişgezek Emirliği Dersim bölgesini kendi başına savunmaya devam etti. Selçuklular Dersim bölgesini işgal edemedi.
Saltuklu Beyliği döneminde Merkezi Çemişgezek’te bulunan Dersim bölgesinin emirliği bu yıllarda beyliğe dönüştü ve özgürce yaşamaya devam etti.
1300 yıllarında kurulmuş olan Osmanlılar ile Karakoyunlu Beyliği arasında 1473’te Erzincan-Otlukbeli savaşı oldu.
Osmanlı ilk defa bu savaşta Dersim’in sınırlarına dayanmıştı. Kuvvetlerini Kemah Kalesi’ne toplayan Çemişgezek emiri Şah Rüstem Otlukbeli Savaşı’nda Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’ı destekledi. Uzun Hasan’ın kuvvetleri bu savaşta yenildi ve kendisi öldürüldü, ama Dersim’in lideri Şah Rüstem Dersim’in Kemah Kalesine çekilerek Dersim’i savundu. Osmanlı kuvvetleri Dersim’i işgal edemedi.
Otlukbeli Savaşı’nda Osmanlı ordusunun başında Fatih Sultan Mehmet’in iki oğlu vardı. Fatih Dersim lideri Şah Rüstem’e haberciler göndererek Kemah Kalesi’ni Osmanlıya teslim etmesini istedi.
Şah Rüstem bu isteği ret etti. Osmanlı kuvvetleri Kemah Kalesi’ni geçemedi. Dersim Özgür kaldı. Şah Rüstem Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’nın ölüsünü Otlukbeli’den Çemişgezek’e getirdi. Tekke denilen yerde defnetti[1].
Çaldıran Savaşı Döneminde Dersim
Yavuz Sultan 1512 yılında babasına karşı yaptığı bir darbe ile Edirne’de bulunan Osmanlının tahtına oturdu. Osmanlının ilk yıllarında Anadolu’da çoğunlukta olan ve Osmanlının kuruluşunda çok önemli rol alan Kızılbaşlar Fatih döneminde dışlanmaya başlanmıştı.
İran tarafında Kızılbaş devletinin lideri olan Şah İsmail ile Osmanlının arası Fatih Sultan döneminde açılmıştı. Osmanlı tahtına oturan Yavuz Sultan Selim doğu bölgesinde aşiretler şeklinde yaşayan Sünni Kürtleri yanına alıp güçlenerek Safevi Kızılbaş Devleti’ne saldırmak istiyordu.
Bu süreçte Kürt İdris-i Bitlisi’yi aracı olarak kullandı Yavuz. İdris-i’nin yardımıyla Kürt beylerini çağırtarak değerli hediyeler verdi. Aşiret düzeyindeki Sünni Kürtleri kandırıp yanına alması kolay oldu. Bektaşileri de yanında tutmayı başardı Osmanlı.
Kızılbaşlar ta Fatih döneminden beri Anadolu’da devlet dışına atılmaya başlanmıştı.
1514’teki Çaldıran Savaşı’ndan önceki süreçte Anadolu’da birçok Kızılbaş aşireti halifeler yoluyla Şah İsmail’e bağlılığını bildirdiler ve Şah İsmail’in saflarına geçmeye yöneldiler.
Osmanlı Kızılbaşlara karşı bu dönemde İdris-i kanalıyla insanlık dışı iftira dolu fetvalar dağıtarak gözden düşürmek istedi ve Çaldıran Savaşı başlamadan önce 40 bin Kızılbaş kılıçtan geçirildi.
Çaldıran Savaşı sürecinde özerk Dersim’in merkezi olan Çemişgezek’de, beyliğinin lideri olan Şah Rüstem de bu savaşta Şah İsmal’in yanında yer almıştı.
Şah İsmail tam emin olmak için çok güvendiği adamlarından halife Nur Ali’yi Dersim’e gönderdi. Şah Rüstem’i ise Bağdat valiliğine tayin etti.
Çaldıran Savaşı sürerken halife Nur Ali’den memnun olmayan Dersim halkı Şah Rüstem’i geri çağırdı. Şah Rüstem Bağdat’tan geri gelip Dersim’de tekrar halkın başına geçti.
Şah Rüstem bu yıllarda Çemişgezek’ten Mazgirt’e kadar Çarşancak denilen Dersim bölgesine hükmediyordu.
Şah İsmail Çaldıran’da yenilince Dersim lideri Şah Rüstem’in Osmanlıya karşı kendi bölgesini savunacak gücü zayıfladı. Topraklarını kaybetmek istemeyen Şah Rüstem 40 yiğit akrabası ve adamıyla Yavuz Sultan’ın yanına gitti. Ona biat edip affını diledi.
Tarihçilerin yazdıklarına göre Yavuz iki sebepten dolayı Dersim Beyi Şah Rüstem’e kızıyordu.
Birincisi, Şah Rüstem Otlukbeli Savaşı’nda Kemah Kalesi’ni babası Fatih Sultan’a teslim etmemişti. İkincisi, Çaldıran Savaşı’nda Osmanlıya karşı olan Şah İsmail’in yanında yer almıştı.
Bu iki sebepten dolayı Yavuz kendisine biat eden Dersim lideri Şah Rüstem ve yanındaki 40 yiğidi katletti.
Şah Rüstem’in soyundan Dersim dağlarında tek oğlu Pir Hüseyin Kalmıştı.
Osmanlı Doğu bölgesine hâkim olmuştu. “Babası ve 40 akrabasının katledilmesine rağmen Pir Hüseyin babasının tahtını yaşatmak için ve Dersim’i yönetmek için gitti Yavuz’dan affını diledi”[2].
Ölümü göze alıp baba katilinin yanına giden Pir Hüseyin’in bu tavrı Yavuz Selim’i hayretler içinde bıraktı. Çarsancak denilen Dersim bölgesini Pir Hüseyin’e geri verdi.
Çarsancak Beyi olan Pir Hüseyin’in 12 oğlu oldu. Sonradan oğulları bu toprakları paylaştılar ve Çarsancak Beyliği zayıfladı.
Pir Hüseyin gidip Sultan Yavuz’a biat etmişti, ama Dersimli Kızılbaşlar dağlık ve ormanlık Dersim’e çekilip Dersim’i savunmaya devam ettiler. Yavuz Selim dağlık Dersim’i işgal edemedi.
Yazının üst başlığından da belli olduğu gibi bu yazının amacı Dersim’deki örgütlü ve özgür yaşamın tarihi köklerini araştırmak, kendi kendini yönetme istem ve iradesini açıklığa kavuşturmaktır. Bu nedenle tarihi ayrıntılara girip esas konudan uzaklaşmak istemiyorum. Sadece aşiretler döneminden önceki örgütlü ve özgür yaşanan Dersim’i ve liderlerini kısaca hatırlatmak istedim. Zaten tarihten biraz haberi olanlar Çaldıran Savaşının öncesi ve sonrasını ayrıntılarıyla biliyorlar.
Çaldıran yenilgisinden sonra Yavuz’a biat eden Pir Hüseyin ve yandaşları Sünni mezhebine geçmeye başladılar. Bu dönemde Çemişgezek ve Pertek’te camiler yapıldı ve bu bölgeler Çaldıran Savaşı’ndan sonra Sünnileşmeye başladı. Doğu bölgesinde Alevi Zazalar da bu devirde katliamdan kurtulmak için Sünnileşti[3].
Pir Hüseyin’in Yavuz’a biat etmesinden dolayı Çemişgezek Dersim’in temsilcisi ve merkezi olmaktan çıktı. Dersim’in merkezi direnen bölgede bulunan Hozat oldu. Dağlık bölgelerdeki Kızılbaşlar bu tarihten sonra Dersim’de özgür yaşamaya aşiretler şeklinde devam ettiler. 1936’larda ise ittihatçı ırkçılar kuvvet zoruyla Tunc-elini Dersim’in merkez olarak ilan ettiler.
Dersim lideri Şah Rüstem’in Yavuz tarafından katledilmesinden sonra Dersimliler birleşerek bir daha emirlik veya beylik kuramadı. Bu nedenle Osmanlı’nın son beş asırlık döneminde bütünlüklü hareket eden bir Dersim’den bahsedilemez. Bu dönemde Dağlık bölgelerdeki aşiretler özgür yaşamaya devam ediyordu. Ovalık Dersim bölgesindeki aşiretler ise Osmanlı’ya da, sonraki Cumhuriyet hükümetine de vergi veriyordu, asker de gidiyordu. Ayrıca İstanbul’da Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda da Ankara’daki birinci Mecliste de Dersim’in Mebusları (temsilcileri) vardı.
Dağlık Dersim’de Dersimlilerin kendi kendini yönetme istemi ve iradesi 1940’lardaki yenilgiye kadar defakto bir durumda bir nevi aşiretler federasyonu şeklinde devam etti. Dersim’de Emirlik ve Beylik dönemlerinden beri asırlarca süren özgürce yaşama alışkanlıklarından dolayı Dersim halkının içinde kendini yönetme istemi ve kabiliyeti hala çok yaygındır.
Bir daha vurgu yapalım: Osmanlı’dan daha erken dönemde Dersimlilerin emirlik ve beylik olarak örgütlenip kurumlaştığını bilmeyenler, Dersim’in eski tarihten beri hep aşiret sistemiyle yönetildiğini sanırlar.
Dersim tarihindeki bütün halkaların tamamlanması için Dersim’in emirlik ve beylik dönemi genişçe araştırılması ve tartışılması Dersimlilerin önünde bir acil görev olarak duruyor…
Ünlü Alman yazarı Göthe, “Tarih bir halkın hafızasıdır, tarihini bilmeyen bir halk hafızasını kaybeder… 3000 yıllık tarihini bilmeyen bir halkın bu günü karanlık içinde olur”, demiş.
Kanımca Dersimliler tarihi derinliğini bilmediği için bu gün birliğini sağlayamıyorlar.
NOT:
“Dersim Tarihi” isimli kitabımın Nika yayınlarında yayınlanan genişletilmiş ikinci basımında Dersim’de emirlik ve beylik dönemlerini daha uzun ve teferruatlı yazmıştım. Ama çağımızda görsel basındaki kısa yazılar kitapların önüne geçti. İnsanlar artık kalın kitapları çok okumuyor. Bu yazıyı Facebook için kısa bir özet olarak yazdım.
[1] Uzun Hasan’nın mezarının üstünde küçük bir türbe vardır. Hala Çemişgezek-Tekke mahallesinde sapasağlam duruyor.
[2] “JUK Raporu, Dersim, Kaynak yayınları,)
[3] Bence Dersim’n nisbeten düzlük bölgelerinde fazla toprak sahibi olan Sünni Türk Beyleri aslen Kızılbaş Pir Hüseyin Beyin soyundandırlar. 1970’lerde Çemişgezek’te, sonraki yıllarda Elazığ’da doktur olarak çalışan Çemsit Bey vardı. Halk buna Çarşancak Beylerindendir derdi. Ayrıca 1938 tertelesini anlatan Kazım (Güder) Ağa bana Sünni Çarsancak Beyleri ile Dersimliler arasındaki çatışmalardan bahsettimişti.
Kadim tarihten beri dinsel ve siyasal ideolojiler toplumların gelişmelerini iyi veya kötü yönlerde etkilemiş ve büyük değişimlere sebep olmuştur. Bu yazıda tanınmış dinsel ideolojilerin (Hristiyanlık, Müslümanlık, Budizm, Konfüçyüzm gibi) ve tanınmış siyasal ideolojilerin (faşizm, komünizm gibi) tarihsel süreçleri nasıl etkilediğini, toplumları nasıl değiştirdiğini, bazen de nasıl kaoslara yol açtığını örneklerle açıklamak istiyorum.
İsa dünyaya gözlerini açtığında çok Tanrılı Roma İmparatorluğu Ortadoğu’dan ta İngiltere’ye kadar geniş topraklara hâkimdi. Çok güçlü ve çok büyüktü. İsa’nın bu kadar güçlü olan bir devletin içinde tek Tanrı fikrini yaymaya başladığı ilk günlerde etrafında sadece beş on kişi vardı. Bu yeni tek Tanrı fikri Roma İmparatorluğu’nun çok Tanrılı yapısına ters düştüğü ve halk arasında huzursuzluk ve kaos yaratacağı için Roma İmparatorluğu o yıllarda İsa ile yandaşlarına aşırı baskılar ve işkenceler yaptı. İsacılar illegal çalışmak zorunda kaldılar. O dönemde İsa’nın yaydığı bu fikirlerinin ileride Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olacağını birileri söylese, bu düşünceye kimse inanamazdı. Ama İsa’nın birkaç kişiyle başlattığı bu dinsel düşünce zamanla Güçlü Roma İmparatorluğu’nun resmi dini oldu ve iktidar olan bu yeni din; bu kez de kendine inanmayan insanlara aşırı baskılar, işkenceler yaptı. Hristiyanlık kurduğu engizisyon mahkemeleriyle üfürükçü(!) kadınları ateşlere attırdı. Kaderciler bilimsel görüşleriyle dine ters düşen bilim insanları, ilerlemecileri idam ettirdi.
Mekke Muhammed’in oraya attığı ve ilk yıllarında etrafındaki birkaç kişinin savunduğu inançsal düşüncenin yani dinsel ideolojinin ileride Arabistan’dan, batı Asya’dan ve ta Kuzey Afrika’ya kadar yayılacağın söylenseydi insanlar gülüp geçerdi. İlk başlarda azınlık olarak baskı gören İslamcılar zamanla güçlendi. Dört Halife devrindeki Cihadçı savaşlarla bu dine inanmayanların ülkelerini kan dökerek gasp ettiler. İslamcı ideoloji Ortadoğu’dan Afrika ve Asya’ya kadar yayıldı. Cihadçı savaşlara yendikleri insanların topraklarına, karılarına, çocuklarına el koyanlar; “bunlar İslam için savaşanlara helaldir,” dediler. Çağımızın İŞİD’çileri ise bu cihadçı zihniyeti yeniden hortlattı. Aşırı boyutlara taşıdı. Köle pazarları kurup kadınları, kızları sattılar.
Burada bir noktaya vurgu yapmak istiyorum: Ortadoğu’dan Avrupa ve Amerika kıtasına kadar bölgelerde DİN deyince insanların ezici çoğunluğunun aklına Hristiyanlık (İsa) veya Müslümanlık (Muhamed) gelir. Oysa Buddha ve Konfüçyüs’e inananlar İsa ve Muhamed’e inananlardan daha fazladır bu Dünya’da. Ve son yıllarda bilimsel-teknolojik gelişmeler Budizm gibi daha gevşek inançların bulunduğu ülkelerde çok hızlı gelişmeye başladı. Japonya, Güney Kore ve Çin Cumhuriyeti gibi ülkeler bu gelişmelerin iyi örnekleridir.
Bu günkü dinsel ideolojilerin gücü insanlığı yanıltabilir. İnsanlık tarihinde üstün doğa güçlerine dayalı dinsel inançlar hep vardı ama sürekli değişişime uğradılar. Çok tanrılı dinler toplum içinde binlerce yıl yaşadı. Fakat zamanla yok oldu. Bu gün Zeus, aşk tanrısı, savaş tanrısı, barış tanrısı, deniz veya bereket tanrısı gibi inançlar sadece tarihin konusudur.
“Kaderciler her şey kutsal kitaplarda yazılıdır,” diyorlar. Oysa insanlık tarihinin milyonlarca yıldır devam eden serüvenini düşünecek olursak tek Tanrılı dinler “dünkü çocuk sayılır.” Tek Tanrılı dinlerin tarihi en çok üç bin yıl kadardır. Nasıl ki çok tanrılar tarihte binlerce yıl yaşadığı halde zamanla yok oldular. İlerlemecilere göre Bilimsel ve teknolojik gelişmeler ispata dayanmayan tüm inançları zamanla silip yok edecektir. Uzay da bilinmeyenler çok fazladır. Kutsal kitaplar bilimsel gelişmeleri engelleyemezler. Gelecekte kadercilerin yanılgı ve hayaller içinde yaşadıkları mutlaka açığa çıkacaktır.
İnsanlık tarihinde dinsel ve siyasal ideolojilerin de çok önemli etkileri vardır. Ama bu ideolojiler bazen felaketlere, kitlesel katliamlara yol açmıştır.
Sömürüye dayalı kapitalist sistemin ilk yıllarında işçiler köle olarak karın tokluğuna günde 16 saat çalıştırılıyordu. Barakalarda kir içindeydiler. Ev ve aile sahibi olamıyorlardı. Bu kölelere ileride bir gün evleriniz, aileniz, hatta arabanız olacak denilseydi. Ayağında pranga ile çalışan köleler bu bir ham hayaldir derlerdi. Kimse inanmazdı.
Marks’ın Komünist fikirlerini kamuoyuna açıkladığı ilk yıllarda bu fikirlerin bir gün bazı ülkelerde iktidar olup uygulanacağına da insanlar inanmıyordu. Oysa on yedinci asırda bu fikirlere, bu siyasal ideolojiye inananlar çoğaldı. Vladimir İlyiç Lenin 20. yüzyıl başlarında bu Komünist fikirleri yaymak isteğinden dolayı Çarlık tarafından Rusya’dan sürülmüştü. Ama sonraki yıllarda Çarlık yıkıldı. Rusya Kerensky hükümeti kuruldu. 1917’de İşviçre’de sürgünde olan Lenin amacına ulaşmak için o yıllarda Rusya’ya karşı savaş açmış olan Alman hükümetinden yardım istedi. “Rusya’ya gitmem için bana yardım ederseniz; yönetimi ele geçirip Rusya’yı savaştan geri çekerim,” dedi Alman politikacılara. Bu düşünceleri çok aşırı uçuk ve hayalci bulan Alman politikacıları Lenin’e inanmadılar. Fakat Lenin Rusya’ya girerse, çıkaracağı iç karışıklıklar nedeniyle Rusya zayıf düşer ve Almanya Kafkas bölgesindeki petrollere el koyar düşüncesiyle Lenin’in Rusya’ya girmesine yardım ettiler.
Lenin ve 18 arkadaşıyla birlikte Alman trenine bindirildi. Bu mühürlü Alman treniyle 3 Nisan 1917 tarihinde Finlandiya-Petrograd istasyonuna girdi Lenin ve 18 arkadaşı. Almanların hayalci bulduğu Komünistler 1917 Ekim Devrimi ile Rusya’da iktidara el koydu. Güçlenen Leninist iktidar sonraki yıllarda batıdaki kapitalist devletlerin içinde de sosyalizmin yayılmasına yardım etti. Asya kıtasında sosyalist rejimler kurulmaya başladı. Alman hükümetinin çok hayalci bulduğu komünist düşünceler artık Almanya içinde de tehlikeli olmaya başladı. Elbette ki Lenin’e yardım eden Almanlar bu gelişmelerden dolayı sonradan hüsrana uğradılar.
Hitler ve Mussolini’nin hareketi de ilk başlarda çok az sayıdaki insanla kendini duyurdu. Yoksulluk ve ekonomik kriz yıllarında yaptıkları propagandayla halkı peşine takıp çeşitli oyunlarla iktidara el koydular. Bir avuç faşist dünyayı kan gölüne çevirdi ve milyonlarca insanın ölümüne sebep oldular.
İnançsal ve siyasal ideolojilerin tarihin değişik evrelerinde toplumu nasıl derinden etkilediğine ve iktidarı zamanla nasıl ele geçirdiğine dair en çarpıcı örnekleri bu yazıda özetin de özeti olarak sizler için sıralamak istedim.
Başka bir açıdan bu günkü Dünya’mıza bakılırsa çağımızda yoksul bölgelere uçaklarla hızlı ulaşılıyor. Ortaçağdaki gibi açlıktan ve salgın hastalıktan dolayı kitlesel ölümler çok azaldı. Çoğulcu demokratik sisteme dâhil olan demokratik güçler faşist, diktatör rejimlere zorluk çıkarıyor. Hitler döneminden beri birçok diktatör savaş suçlusu olarak yargılandı ve yargılanıyor.
İnsanlık tarihinde bazı dinsel ve siyasal ideolojilerin ilk doğuş yıllarındaki zayıf ve cılız haline bakarak “Olmaz, olamaz” diyenlerin çok zaman hüsrana uğradığını tarihi olaylar bize anlatıyorlar. Birçokları “Türkiye’nin geleceğinde şeriatçı rejime dönülemez,” diyorlar. Hüsrana uğramamak için bu yanlış düşünceye inananların derin uykularından uyanması ve gerekli önlemlerin alınması gerekir. Çünkü “Son pişmanlık fayda etmez.”
Son yıllarda tüm Dünya’da sosyalist fırtına çok zayıfladı. Sınıfsal mücadele cılız esiyor. Sosyalizm üzerine teorik tartışmalar devam edebilir ve ediyor. Dinsel ideolojilerin şu anda İslam dünyasını kaosa, kan gölüne çevirdiği bir gerçek olarak gözlerimizin önünde duruyor.
Oysa çağımızın ruhu artık çoğulcu demokrasidir. Demokratik ülkeler huzur ve refah içindeler. Kaderci ruhu terk edip ilerlemeci ruha sarılmak zorundayız. Aksi halde kaderci ruh İslam ülkelerinde yaşayan herkese zarar verecek.
Bu yazıya bir anekdotla son vermek istiyorum. 1970’lerde Ankara- Kuşcağız gece kondu bölgesinde matematik öğretmeniydim. Ders yaptığımız sınıfların bir kısmı da teneke barakalardan ibaretti. O dönemeler devrimci öğretmen gurubu olarak büyük sosyal sorunları aramızda konuşuyorduk. Sosyalistler Türkiye’de iktidar olsa bile alt yapısı, suyu, yolu olmayan büyük şehirlerde sayıları milyonlarca olan bu gecekonduları yıkıp yerine şehir düzenine uygun binalar ve yolları yapmaya Dünya’daki en güçlü ülkenin bile maddi gücü yetemez diye tartışıyorduk. Gecekondu sorununa teorik olarak bile bir çözüm, bir çıkış yolu bulamıyorduk.
Aradan yaklaşık kırk beş yıl geçti. 2015 yılında eski gençlik hatırlarımı yad etmek için Ankara-Kuşcağız gecekondu bölgesine gittim. Bir tane gece kondu kalmamıştı bu koca dağda. Milyonlarca gece kondu yıkılmış, kanalisazyonu ve büyük caddeleri yapılmış, planlı mahalleler gördüm ve bu manzara karşısında şaşkına döndüm. Mahalle dediğime bakmayın, büyük bir gece kondu şehri yok olmuş, planlı bir şehre dönüşmüştü. Oturduğum gecekondunun yerini tespit etmek zordu.
Gecekonduların arsaları zamanla çok değerli olduğu için rant peşinde koşan müteahhitler gecekondu sahiplerine birer daire verip arsalara dört katlı binalar yaparak aşırı kâr etmişler ama yeni ve düzenli bir şehir kurmuşlardı. Mamak ve Altındağ bölgelerinde gecekondular yıkılıyor ve inşaatlar devam ediyordu. Tüm metropollerde gecekondu dönemleri bitiyor artık.
Yani 1970’lerde bizim gibi devrimcilerin çözümü imkânsızdır dediğimiz büyük bir soruna devletin bir kuruşu harcanmadan bile çözüm yolu kendiliğinden bulunmuştu.
Tüm bu hayat deneylerimden çıkardığım sonuç şudur: İnsanoğlu çağını düşünmeli, gününü yaşamalı, çağındaki insanların iyi yaşamalarına yardımcı olmalı. Yüzyıl sonra neler olacağını bilmek kolay değildir. Gelecek için bu günkü hayatlar feda edilmemelidir. Bu nedenle her yazımda Dersimliler öncelikle bu günü ve bu gün yok olan Dersim’i düşünmeli; bugünkü sorunlarımıza çare aramalıdır diyorum. Eğer dilimiz ve kültürümüzün yok olmasını engellersek, yani Dersim yok olmazsa dünyanın bu günkü büyük sorunlarına gelecekte hiç düşünemediğimiz çözümler bulunabilir diye düşünüyorum. Bilesiniz ki bu gün kendi hayatını ve ailesini düşünmeyenler çağımızda veya gelecekte kimseye faydalı olamazlar. Bana göre günü yok saymak, gelecekte güzel hayat vaat ederek bu günkü genç hayatların feda edilmesini övünç kaynağı yapmak kendi içinde çelişkiler taşıdığı için mantıklı değildir…
NOT:
İnsanlık tarihinin milyonlarca yıl içinde geçirdiği evreleri ve değişimleri tüm ayrıntılarına kadar Yuval Noah Harari’nin iki cilt halinde yazdığı “I. Kitap Homo Sapiens (akıllı insan) ve II. Kitap Homo Deuz (Paranın esiri olan insan) isimli kitaplarından okuyabilirsiniz. Şu anada 30 ayrı lisana çevrilmiş ve dünyada çok satanlar arasında bulunuyor bu iki ciltlik kitap.
Türkçesi: www.kollektifkitap.com üzerinden temin edilebilir.
Milattan Önce altı bin yıllarında yaşamış olan Luvilere MA halkı denirdi. Bu halkın inancı IŞIK, NUR’du. Bu ışık inancı zamanla İran’dan, Dersim’den İtalya’ya, Akdeniz çevresine kadar değişik kavimlerin arasında çok geniş bölgeye yayıldı. Osmanlının ilk dönemlerinde ise Kızılbaşlara ışık taifesi deniliyordu.
Luviler döneminden kalma nur veya güneş kültü Dersim İnancı’nda hala yaşıyor ve MA kelimesi güncel hayatta sık sık kullanılıyor. Osmanlı döneminde beş asır boyunca atalarımız dağlık Dersim’deki ‘otonom-özerk’ yapısını korumak için “Zonê MA, İtıqatê MA, Tarıxê MA, Kulturê MA, Mıllete MA, Hometa MA, Hardê MA, Welatê MA,” diyerek direndi. MA, MARAO gibi kelimelere sarılarak varlığını, yarı özerk yapısını beş yüzyıl korudu. Bundan dolayı Dersim’de MA ve MARAO kelimeleri çok anlamlı ve önemli bir yere sahiptir.
Dersim, Osmanlı’nın askeri saldırılarına karşı aşiret sistemine dayanan doğal önderlikler sayesinde savunma yapmış ve kendi kendini beş asır yönetmişti. Özgür dağlık Dersim’in beş asırlık özerk döneminde sürekli ve düzenli yürütülen cem ve cemaatlerle atalarımız Dersim tarihi, itikat ve kültürünü SÖZLÜ olarak gelecek nesillere aktarıyordu. Lisanımız yaygınca kullanılıyor, Dersim’in çocukları ana lisanıyla konuşarak ve kültürünü öğrenerek büyüyordu. Bu otonom yapı ve kültürel mirasın sonraki nesillere aktarımı Cumhuriyet devrinin ilk yıllarına kadar devam etti.
1938 yılında Dersim zaptı rap altına alındı. Yakıldı yıkıldı. Toplu katliamlardan sonra bir yarısı sürüldü. Dersim’e yol gösteren doğal önderlikler yok edildi. Dersim’in otonom yapısı bu tarihte kesintiye uğradı. Kırmancki-Zazaki dilinden ve kültüründen kopuş bu acı yenilgiyle başladı.
1938’de sürgün edilen Dersimliler on yıl sonra tekrar geriye döndüler. Uzun yılların özlemi ve hasretiyle tekrar anavatana kavuşan sürgünlerin çoğu; “Hardo Dewres’e, Hardê Ma diyerek yerlere kapanıp kutsal topraklarını öptüler.
1950-65 arasında Dersim’de nispeten sakin bir dönem vardı. Geri dönüşün oluşturduğu güçle Dersim tekrar yaralarını sarmaya başladı. Bu dönemde Dersim’de nüfus da artıyordu. Ama baskılar da devam ediyordu. Bu baskılar nedeniyle Dersimliler kendi tarihi, lisanı ve kültürüyle ilgilenmiyor veya ilgilenemiyordu.
Atalarımız 1940’lardan önce kuş uçmaz kervan geçmez dağlık bölgelerde bulunan içe kapalı köylerde kendi diliyle konuşuyor; itikatını cem cemaatla bil fiil yaşıyordu. Bu cemlerde tarih ve kültürünü sözlü anlatımlarla yeni nesillere aktarıyordu. Oysa Cumhuriyet döneminde Alevi dergahları yasaklandı. Bu yasaklara rağmen bazı itikat önderleri görevlerini gizlice yapmaya çalışıyordu. Ama halkımızın çoğunluğu Alevi olduğunu bile gizliyordu. Bu döneminin en zayıf tarafı aşırı baskılar ve yasaklar nedeniyle cemlerimiz-dinsel törenlerimiz çok azalmıştı. Ana dilimizle sokaklarda konuşulmuyordu. Cemlerle devam eden sözlü kültürel ve tarihsel aktarımlar da durmuştu. Tarih ve kültürel mirasımızı yeni kuşaklara anlatan, aktaran ‘gizli veya açık’ YAZILI kaynaklar da bulunmuyordu. Bu dönemde Dersimlilerin yayınladığı bir dergi, bir gazete bile yoktu.
Artık atalarımız “Zonê-MA, Welatê-Ma” diyerek kendi kültürünü yeni nesillere ‘ana lisanıyla’ aktarmıyor veya aktaramıyordu. Hem aşırı baskıdan, hem de aydınların da ve aydınlanmanın da olmadığından (Dersimlilik bilinci kesintiye uğradığından) Dersim’in geleceğini düşünenler yok gibiydi.
Dersim tarihini düşünen ve merak eden belki sayısı bir elin parmakları kadar olan Dersimliler ise ilk başlarda Dersim tarihini askeri raporlardan, asker kökenli yazarlardan, yani Dersim karşıtlarının yazdıklarından öğrenmeye çalışıyordu. Baytar Nuri gibilerinin elimize geçen yazılı çalışmaları ise çarpıtmalarla, palavralarla doluydu. Baytar Nuri Suriye’ye gidince kendi halkına ve kültürüne yabancılaşmıştı veya yabancılaştırılmıştı.
TERTELEYİ UNUTMA VE YABANCILAŞMA DÖNEMİ
Çocuklarına zarar gelmesin diye atalarımız, 38’de yaşanan en ağır acıları hiç yaşanmamış, kırım olmamış gibi davranıyordu. 1940’lardan sonra yeni nesillere TERTELE’den hiç bahsedilmiyordu. TERTELE’yi yaşamış olan büyüklerimiz çocuklarına, “Gidin Türk okullarında okuyun adam olun”, diyorlardı.
Dersim gençleri bu dönemde okumaya yöneldi. 1960-80 yıllarında Dersimliler arasında tahsili, diplomalı bir kuşak yetişti. Elbette ki pozitif ve toplumsal bilimleri (psikoloji, sosyoloji, antrapoloji) öğrenmek çok önemliydi. Bilimsel formata sahip olan bu yeni kuşak Dersim’e 5 asır saldırılar yapan Osmanlı tarihini, kültürünü de öğrenmişti. Her ne hikmetse bu tahsilli kuşak kendi tarihini ve kültürünü bilmiyordu. Dersim’in 60, 70, 80 kuşakları kendi tarihi, kendi itiqatı ve kültürü hakkında bilgi sahibi olamadı. Irkçı ve tekçi devlet bilinçli olarak bunu engelledi. Atalarımız da yeni nesillere tarih ve kültürünü yazılı ve sözlü yollardan anlatmadı. Kültürel mirası, tarihimizi genç nesillere anlatacak bir teşkilatı veya eğitimli güçleri de yoktu. Devlet okullarında yetişen tahsilli gençlerin çoğu bu dönemde ana lisanını bile unuttular.
Tertele sonrasında doğup büyüyen aydın genç neslin bir kısmı 1938’de Dersim’in yakılıp yıkıldığını, kırımlar yapıldığını, Dersimlilerin bir yarısının sürgüne gönderildiğini bazı kamillerimizden gizli gizli öğreniyordu. Bu TERTELEYİ, vahşeti, bu faciayı duyan yeni aydın kuşağın çoğunluğu ta çocukluğundan beri anti-militer duygular içinde büyüdü. Bu anti-militer duygular yeni nesillerin düşünsel dünyalarını aşırı etkiledi.
1965’lerde tüm dünya ve Türkiye’de çok güçlü esen sosyalist fırtına, sosyalist hareketler, anti militer duygularla büyüyen bu tahsilli Dersimli gençlerin arasında kolayca ve fazlaca taraftar buldu. Gençlerimiz çağın ruhuna göre güçlü esen sosyalist fırtınaya kapılarak dünya devrimcilerinin yolunu takip ettiler. Dersim’e yabancılaşan bu yeni nesil kendi kültürünü ve itikat önderlerini küçümsüyordu. Bu tavırlarıyla itiqat önderlerinin çalışmalarına, Dersim kültürünün gelişmesine zarar verdiler.
Sosyalist hareketlerin en ön saflarında yer alan 60, 70, 80 kuşağından olan biz Dersimli gençler 100 yıl, 200 yıl sonra dünyanın nereye evrileceğini tartışıyorduk ama her ne hikmetse Dersim’in sorunlarını unuttuk…
Kendi evimizdeki yangını, 38-TERTELESİNİ unuttuk…
38’de arşa yükselen çığlıkları unuttuk.
Halkımızı her yönüyle ihmal ettik…
Atalarımızın sık sık kullandığı MA ve MARAO kelimelerini unuttuk.
Anadilin anlam ve önemini unuttuk…
Maalesef kültürümüze ve halkımıza ters düştük… Yabancılaştık…
Dersim’de güçlü bir ekonomik yapının olmayışının üstüne bu yabancılaşma da eklenince tarihimiz, itikatımız, ana lisanımız, kültürümüz giderek zayıflıyor, yok oluyordu.
İşte Dersim’de bu TEHLİKELİ GİDİŞİN farkına varan BİZ DERSİMLİLER; ÖZÜMÜZÜ DARA çekerek diyoruz ki; bizler dünyanın tüm sorunlarını çözmek için tam 40 yıldır en ön saflarda yer aldık. CAN VERDİK, KAN KAYBETTİK. Ama Dersim’e yeterince sahip çıkamadık.
Çin’de ve Küba’da dört beş yıl içinde devrim başarıya ulaşmıştı; Türkiye’de 40,50 yıldır niçin başarı sağlanmıyor? Başarıya ulaşan ülkeler şu anda ne durumdadır? Biz başkalarına üst perdeden akıl verme niyetinde değiliz. Bizim önerimiz bu çok önemli soruları artık her devrimci hareket kendi içinde tartışmalı ve bu 40-50 yıllın bilimsel metotlarla muhasebesini yapmalıdır.
Zararın neresinden dönülse kardır denilir. Artık gelin hep birlikte özümüze dönelim diyoruz. Gelin atalarımız gibi “Zonê MA, İtıqatê MA, Tarıxê MA, Kulturê MA, Mılletê MA, Hometa Ma, Hardê MA, Welatê MA” diyerek bu güzel değerlerimizi yaşatma yöntemlerini araştıralım. Hep birlikte sorunlarımıza çözümler arayalım. Çünkü her halk kendi sorunlarını çözerse tüm DÜNYA güzelleşir.
DERSİM’DE SON YILLARDA NELER OLUYOR?
1938’de halkımıza büyük acılar yaşatanların torunları bu gün sinsice Dersim’i yok etmeye çalışıyorlar:
- 1994’te köylerimiz, evlerimiz yıkıldı ve halkımız sürgün edildi.
- Ormanlarımız yakılıyor, korku ve baskılarla insanlar göçe zorlanıyor.
- Yapılan barajlarla Dersim’in bir bölümü sular altına gömülüyor.
- Dersim’de ekolojik tahribat devam ediyor.
- Dışardan Dersim’e insan taşınarak; Dersimliler azınlığa düşürülmek isteniyor.
- Asimilasyon çalışmaları sistematik olarak uygulanıyor.
- Son 40-50 yıldır DERSİM şiddet ve savaş sarmalında boğulup yok edilmek isteniyor.
EĞER bu şiddet, baskı ve korku ortamına son verilmezse; eğer bu göçlere engel olunamazsa; Dersim 20-30 yıl içinde BİTECEK. Dersim YOK olacak… Dersim yok olacak söylemi yüreğimizi kor gibi yakan çok acı bir söylemdir! Ama aynı zamanda bir GERÇEKTİR. Bazı Dersimli kurumlar ve kişiler hala bu acı gerçeğin, bu büyük TEHLİKENİN, bu yok oluşun farkında bile değiller. Farkına varanlar ise güçlerini birleştiremiyorlar…
Evet, Dersim’in Tertele ve özerklik gibi çok ağır sorunları vardır. Bunlar uzun dönemde çözülebilir. Ama ‘öze dönüşcülere’ göre şu anda Dersim’in en önemli sorunu göçlerin sürekli devam etmesi ve Dersim’de nüfusun sürekli azalmasıdır.
ÖZE DÖNEN DERSİMLİLER NELER YAPTILAR?
Dersim’de uygulanan bu sinsi planların ve bu tehlikeli gidişin farkına varan Dersimliler, 1985’lerden itibaren aralarında toplantılar tertip ederek Dersim’in ağır ve acil sorunlarına çözümler aramaya, Dersim’e sahip çıkmaya başladılar.
- Sayıca çok az olan bu insanların dayanışmasıyla ilk başlarda bazı dergiler, gazeteler çıkarıldı.
- Lisanımızın “alfabesi” ve gramatik kuralları yazıldı.
- Ana dilimizdeki kelimeler derlenerek çok büyük lügatler-sözlükler yayınlandı.
- Dersim tarihini, itikatını, kültürünü, Terteleyi anlatan bir çok kitap yazıldı. Bu kitapların bazıları yabancı dillere çevrildi.
- Yayınlanan kitaplar ve dergilerde Dersim’in tarihini çarpıtan tüm inkarcılara cevaplar verildi.
- Öze dönenlerin çoğalmasıyla Avrupa’da bazı bölgelerde Dersim dernekleri kuruldu. Ve bu dernekler birleşerek FDG (Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu) kuruldu.
- Toplantılar ve uzun tartışmalar sonucunda 4 Mayıs TERTELEYİ anma günü olarak belirlendi.
- Acılarımızı dillendiren filmler yapıldı.
- Reisicumhur Abdullah Gül’ün Dersim’i ziyaret ettiği 2009’un 5 Kasım günü TERTELE üzerine dağıtılan bildiriyle 1938 ‘faciası’ soykırımı ilk defa Merkez medyanın gündemine oturdu.
- Dersim ‘38 Sözlü Tarih Projesi ile alan çalışmaları yapıldı ve 38 TERTELES,’ni yaşayan şahitlerin anlatımları CD’lere kaydedildi.
Bu çalışmaların çoğu ilk başlarda diasporada yapıldı. Örneğin FDG de bir diaspora örgütüdür…
Biraz geç de olsa Türkiye’nin büyük şehirlerindeki bazı dernekler de Dersim’in sorunlarına eğilmeye başladılar. Ayrıca ana vatan Dersim’de de kitle ve meslek örgütlerimiz bulunuyor…
DERSİMLİLER NELER YAPABİLİR?
1985’lerden beri oluşan güçbirliğinin ve kültürel alandaki bu başarıların hepsi olumlu ve yararlı gelişmelerdir. Şimdi sıra Dersim’de, Türkiye’de ve diasporadaki tüm bu olumlu gelişmelerin örgütlenmesine, bir çatı altında birleştirilmesine geldi. Dersimliler artık tüm Dersimli güçlerin birleşeceği yeni ÖRGÜTLENME aşamasına geçmek zorundadır. Ana vatan ve dünyadaki tüm Dersimlileri bir çatı altında birleştirmek; DÜNYA çapında BİRLİK VE DAYANIŞMAYI oluşturmak zorundayız. ÖZE DÖNÜŞCÜLERİN bu güne kadar yaptıkları işler tüm güçlerini birleştirdiği zaman gelecekte elbirliğiyle neler yapacağının da göstergesi ve teminatı olacaktır. İlk adım birliğin sağlanması ve tüm güçlerin büyük ortak amaç için seferber edilmesidir.
İşte DM (Dersim Meclisi) ülke ve dünyada Dersim Davası’na sahip çıkan tüm demokrat, illerici, yurtsever ve sol kesimiden Dersimliler arasında BİRLİK VE DAYANIŞMAYI sağlamak için yola çıktı.
DM diyor ki, artık birinci görevimiz de, ikici görevimiz de; üçüncü görevimizde Dersim halkının sorunlarıdır.
Atalarımız: “Zonê MA, İtıqatê MA, Tarixê MA, Kulturê MA, Millete MA, Hometa Ma, Hardê MA, Welatê MA” diyerek 5 asır direndi demiştim. Kırdaşlarımızı da kapsayan MA ve MARAO kelimeleri asırlardan beri Dersim’in gizemidir, sırrıdır, birliğimizin parolasıdır.
Dersim Meclisi “KONGRE ÖRGÜTLENME KOMİSYONU” Kasım 2018’de MA ve MARAO diyen her Dersimlinin katılacağı bir DERSİM KONGRESİ organize ediyor… Bu KONGRE Dersim tarihinde İLK DERSİM KONGRESİ olması nedeniyle çok değerli ve önemlidir…
Yurt içi ve yurt dışındaki tüm Dersim’i kurumların Dersim Davası’nı, tarihini, lisanını, itiqat ve kültürünü savunan tüm derneklerin, sendikaların, işçi ve işveren örgütlerinin, Barolar Birliği’nin, uzmanların, aydınların, sanatkarların, gençlerin, belediye temsilcilerinin, muhtarların, itikat önderlerinin, cemevleri temsilcilerinin ve Dersim halk önderlerinin sözle değil, özüyle bu kongreye katılması çok önemlidir. Dersim Meclisi, asgari müşterekler etrafında kenetlenen her kesimin katılmasını ilke edindiği bu büyük kongrenin demokratik ve barışçı birliğini sağlamak istiyor.
İki gün sürecek olan DERSİM KONGRESİ’NDE Dersim’in tüm sorunları masaya yatırılacak ve uzmanlar tarafından çözümler üretilecektir.
BU DERSİM KONGRESİ ile Dersimlilerin birliği, ortak aklının oluşması, Dersim Fikriyatı’nın daha da güçleneceğine inanıyoruz.
Biliyoruz ki, MA ve MARAO diyen Dersimliler için ikinci bir Dersim yoktur. Bu nedenlerden dolayı ısrarla Dersim’e sahip çıkmak, bu güzel tabiatı korumak zorundayız. Çünkü Dersim yok olursa Dersim Halkı vatansız göçmenler durumuna düşer.
İnanın ki vatansız kalmak dünyanın en büyük acılarındandır. Vatansız kalan GÖÇMEN HALKLARIN ne zulümler, ne çileler, ne acılar çektiklerini TV’lerden seyrediyoruz, gözlerimizle görüyoruz. Eğer Dersim halkı vatansız kalan halkların feci durumuna düşmek istemiyorsa; Dersim’e ve DERSİM KONGRESİNE sahip çıkmalıdır.
İnanın ki; aleyhimizde yapılan tüm sinsi planlar ancak tüm halkımızın, tüm aydınlarımızın birlikte sabırlı çalışmalarıyla engellenebilir…
Her çağın bir ruhu, bir trendi vardır. Çağımızın ruhu çoğulcu demokrasi ve seküler sistemdir. Dersimliler; çağın ruhuna, evrensel insan haklarına uygun olarak çoğulcu demokratik bir sistem içinde yaşamak istiyorlar.
Bu istem gayet doğal ve haklı bir istemdir. Haklı bir taleptir.
İnanın ki, her başarı önce beyinlerdeki hayallerle başlar.
İkna olan beyinlerin dünyada çözemeyeceği bir sorun yoktur.
Bazıları diyebilir ki hayaller kuruyorsunuz.
Hayel kuramayanlar, hayalleri için mücadele vermeden teslim olan umutsuzlar, zaten davayı baştan kaybederler. Oysa mücadele edenlerin en azından davayı kazanma olasılığı vardır.
Evet, bizler hayaller kuranlardan ve bu hayalleri uğruna mücadele edenlerden yanayız.
Çünkü; ata yurdumuza sahip çıkmak istiyoruz.
Çünkü; çocuklarımızı “CİHADÇI” yobazlardan korumak istiyoruz.
Çünkü; çocuklarımıza yaşanacak güzel bir Dersim bırakmak istiyoruz.
Çünkü; ileride vicdan azabı çekmemek için görevlerimizi ifa etmek istiyoruz.
Son olarak atalarımızın bazı vecizelerini hatırlatmak istiyorum:
“Her theyr zonê xode waneno
Her vas koka xo ser roeno
Kam ke aslê xo inkar keno
Toz erceno rêça xo, sono.”
(Sey Qaji)
- Kemere caê xode gırana.
- Xo bızane ke şar to bızano.
Öyleyse önce kendi aramızda safları sıklaştırmamız ve birliğimizi kuvvetlendirip güçlendirmemiz lazım.
Bir olalım, iri ve diri olalım ki dertlerimize derman olalım.
CeKa’nın iddiları LİSAN bilimlerine uyuyor mu?
Dört beş bin yıl önce pagan toplumlar, kavimler döneminden beri var olan “lisanların tarihi” tek tanrılı dinlerin tarihinden çok eskidir. Sivas’tan Tahran’a kadar olan bölgelerde yaşayan kavimlerin tarihini kendi lisanlarını temel alarak bir de lisanlar açısından irdelersek daha önemli, daha eski ve daha ilginç sonuçlara varabiliriz. Çünkü uzun insanlık tarihine bakarsak “tek tanrılı dinler “dünkü çocuk” sayılır.
Anadolu ve Dersim’e ilk tek Tanrılı din Hristiyanlıktır ve bu din ilk defa İsa’dan sonra 300 yıllarında Ermeniler kanalıyla Anadolu’dan Ermenistan’a kadar yayılma imkanı bulmuştur. Yani çağımızdan yaklaşık 1700 yıl önce Dersim’de tek Tanrılı dinler yoktu. Bölgede bu dinlerden dolayı çatışmalar, problemler de yoktu…
Çağımızda bilimsel alanlardaki teknik gelişmelerden dolayı tüm bilim dallarında uzmanlar çoğaldılar. Artık teknik makinelerle bile lisan ve bu lisana ait lehçeler belirlenebiliyor.
Çağımızda “lisan bilimin” üzerine de diplomalı, tahsilli, hakiki uzmanlar çoğaldı. Örneğin; iki yüzyıl önce insanın her hastalığı ve organları tek doktora teslim edilirdi. Oysa şimdi sağlık alanında insanların organlarına göre onlarca uzman doktor bulunuyor.
Lisan üzerine eskiden uzmanlaşma yoktu. Kürtçe ile Zazaca’nın aynı dil olduğu hakkında CeKa’nın alıntılar yaptığı cümleler veya düşünceler artık eskide kaldılar. Çünkü çağımızda lisanları bir çok değişik açıdan inceleyen ve karşılaştırma yapan yeni teknikler bulundu. Fakültelerden mezun olmuş uzmanlar çoğaldı ve daha anlamlı araştırmalar yapıldı. Ayrıca Kırmancki-Zaza dili üzerine fakülte bitirmiş, dilimiz üzerine tezler yazmış Dersimli dil bilimcileri de çoğaldı son yıllarda. Lisan uzmanlarından Dersimli Zülfi Selcan ile Mesut Keskin de Zazaca’nın Kürtçe’den niçin farklı ve ayrı bir dil olduğunu birçok yönüyle açıkladılar. Zazaca’nın Kürtçe’den farklı ve ayrı olduğu üzerine üç Dersimli genç de dilbilimci olarak fakültelerde tezler yazdılar. Anadilimizi bildikleri için bu Dersimli lisan uzmanlarımızın düşüncelerine daha çok güvenmek gerekir.
Alman dil bilimcisi Oscar Mann ile Hollandalı Martin Von Bruinissen de Zazaca ile Kürtçe’nin birbirinden farklı ve ayrı dil olduğunu açıkladılar.
Hem Dersimli uzmanlar, hem de uluslararası lisan uzmanları Zazaca ile Kürtçe üzerine incelemeler, araştırmalar yaptılar. Zazaca ile Kürtçe arasında gırtlak=fonetik=ses bilgisi, morfoloji=şekil bilgisi, sentaks=sözdizimi, leksik=kelime hazinesi bakımından yapılan karşılaştırmalar ve incelemeler sonucunda Zazaca ile Kürtçe’nin birbirinin lehçesi olmadıklarını; birbirinden ayrı lisanlar olduklarını tespit edip açıkladılar. Bunu açıklayan dil uzmanlardan biri de Kürtler’in dostudur. Yine bu lisan uzmanlardan bazıları Zazaca’nın tarihinin Kürtçe’den daha eski olduğunu da belirttiler. CeKa gibiler her nedense bu bilimsel araştırmaları yok sayıyor ve 70 yıl önceki yazılara takılıp kalıyorlar.
Acaba Lisan üzerine yazı yazan CeKa’lar adlarını verdiğim bu uzman profesörlerin lisan hakkında yazdıklarından haberi yok mu? Lisanların tarihi gelişimine dayanmayan; dil bilimlerini inkar eden asparagas ırkçı tezlerin halk içinde tutunma şansları olabilir mi?
Şeref Han’ın yazdıklarına dayanarak Kürtler’in kendileri bile (ve dolayısıyla lisanları da) beş altı asır önce DOĞU Anadolu’ya geldiğini; tek Tanrılı dinlerin ise bu bölgeye 1700 yıl önce geldiğini açıklamıştım. Öyleyse tek Tanrılı dinlerden önce Anadolu’dan Tahran’a kadar olan bölgede dört, beş bin yıl yaşamış olan pagan toplumlar döneminde bu bölgelerde hangi lisanlar vardı? Eğer tarihin labirentleri iyi incelenirse Türkçe’nin ve Kürtçe’nin bahsedilen bölgede olmadığı zamanlarda Sivas’tan ta Tahran’a kadar uzanan bu bölgelerde Zazaca, Ermenice ve Persçe’nin yaygın olarak konuşulduğu tespit edilir. Persler’in İsa’dan önce tüm Anadolu ve Tırakya’yı işgal edip yaklaşık 350 yıl yönettiğini; Dersim bölgesinin Perslere bağlı Ermeni Sarplığı içinde kaldığını bilmeyen bir tarihçi olamaz. Yine Persçe lisanının Kürtçe, Türkçe ve Zazaca’yı etkilediğini bilmeyen bir aydın da yoktur.
Ayrıca pratik hayata bakarak da lisanlar üzerine mantıklı yorumlar yapılabilir. Diller üzerine bir sohbet anında Efendi Yıldız şöyle bir mantıklı yorum yaptı: “Göç eden her halk gittiği ülkede baskın ve yaygın olan lisanı öğrenmek zorunda kalır. Son yıllarda Türkiye’ye gelen Suriyeliler ülkede yaygın olan Türkçeyi öğrenmek zorunda kaldılar. Bin yıllarında Türk boylarıyla birlikte gelip Dersim’den Erzurum’a kadar olan bölgede Saltuklu Beyliği’ni kuran Kızılbaş Sarısaltukluların ana dili Türkçeydi. Eğer bu bölgede Türkçe baskın ve yaygın olsaydı ana dilleri Türkçe olarak kalırdı. Bu bölgede Kürtçe yaygın ve baskın olsaydı; Sarusaltıklular Kürtçe öğrenmek zorunda kalırdı. Oysa Sarusaltukluların %90’ının zamanla Zazaca (Dersimce) öğrendi. Öğrenmekle kalmadı Sarı Saltukluların ana dilleri Zazaca oldu. Sadece bu durum bile bu bölgelerde Zazaca’nın çok eskiden beri baskın ve yaygın olduğunun bir delilidir.” Bu yorum mantıklı değil mi?
Sonuç olarak ırklar, dinler ve lisanlar arasındaki tarihi ilişkileri, tarihi gelişmeleri bilmeyenlerin, dil uzmanlarının bu alanda yazdıklarını önemsemeyenlerin elbette ki, lisan bilimine göre Kırmancki=Zazaca ile Kürtçe’nin tarihi köklerinin çok farklı ve ayrı olduğundan haberi olmaz. Dilbilim uzmanlarını önemsemeyen; tarihteki gelişimleri, dönüşümleri ve halkların yerleşim yerlerini görmezden gelen ve her şeye son yarım asırdaki ırkçı gözlükle bakan CeKa gibiler konuştuğu anadilini bile doğru tercüme etmiyor; Zazaca’yı bildiği halde çarpıtarak tercüme ediyorlar.
Örneğin “Ma Kırmancime” söylemini “Biz Kürdüz” diye tercüme ediyor CeKa gibiler.
Oysa “sözlü tarih” için Dersim’de yapılan alan çalışmalarında evlerine gidilen yüzlerce yaşlı Dersimli’nin anadiliyle konuştuğu CD’lerde “Ez Kırmancki zanon, Kırdaşki ki zanon, Tırki ki zanon” dediği tespit edildi. Üç farklı dili konuştuğuna vurgu yapıyorlar. Kamillerimizin otantik ve en masumane duygularla yaptığı konuşmaları bazı televizyon ekranlarındaki röportajlardan da tespit edebilirsiniz.
Kamillerimiz yukarıdaki cümlede bulunan Kırmancki kelimesi ile Alevi Dersim halkının dilini, Kırdaşki kelimesi ile Alevi olan ve Kürtçe konuşanları, Tırki ile Türkçeyi kast ediyor. Saf ve temiz yürekli kamillerimizin kendi anadiliyle yaptıkları otantik konuşmalarda hile aranamaz herhalde. Bizler ana dilimiz olan Kırmancki diline göre düşünürsek; Zaza kelimesi Zazaca konuşan Sünniler anlamında kullanılır. Ma Kırmancime, “İ Khurê” derken ise Kürt komşularının hem dil, hem de inanç bakımından Dersimlilerden ayrı olduğuna vurgu yaparlar.
Khuri kelimesi Kürtçe konuşan ve inancı Sünni-Şafii olanlar için kullanılır. Anadilimizi çok iyi bilen CeKa’nın köylüleri de, babası ve dedesi de CeKa’nın Ma Kırmancime deyimini Kürt olarak tercüme ettiğini duysa “Ne lao CeKo, CeKo! Tı sa vanay?” derlerdi.
Ta baştan beri saydığım bütün tarihi gerçekleri, dinsel çatışmaları ve dil uzmanlarının incelemelerini bir an görmezden gelip bugünkü hayatın pratiğine dönelim. Örneğin gönüllü asimile olmayı kabullenmiş olan bizim CeKa ana diliyle yazılmış bir sayfalık yazıyı Zazaca bilmeyen Diyarbakırlı veya Iraklı bir Kürde verse acaba % 5 ini tercüme edebilirler mi? Hayatın içindeki bu somut durum bile az önce adlarını yazdığımız lisan uzmanlarını haklı çıkarmaz mı? Bundan dolayı diyorum ki, lisan biliminde, hem tarihi ve toplumsal belleğimizde yeri olmayan, yani açık deyimle bilimsel olmayan bazı ırkçı söylem ve algılarla, hem de ısmarlama yazılarla halkımızı kandırıp yanlış yönlendirmek imkansızdır, ayrıca etik bir tavır da değildir…
CeKa (Cemsi Kaya) gibilerin ısmarlama yazılarla Dersim tarihini çarpıtmak isteyen hayali iddialarına, illizyonlarına cevap olan bu yazı serisi dört bölümden oluşuyor.
1.BÖLÜM: İddialar Dersim’in tarihi belleğine uyuyor mu?
- BÖLÜM: İddialar Dersim halkının itikat ve kültürüne uyuyor mu?
- BÖLÜM: İddialar bölgenin lisan bilimlerine uyuyor mu?
- BÖLÜM: CeKa’nın iddiaları tarihi gerçeklere ve sosyal bilimlere uyuyor mu?
GİRİŞ
Osmanlı ve torunlarının uydurma kaynaklarını çok zaman güvenilir bulmayan CeKa gibi düşünenler söz Dersim üzerine olunca aynı kaynakların hepsini güvenilir kabul ediyor. Bu kaynaklara ait bazı alıntılarla Dersimlilerin Kürt olduğunu ileri sürüyor. Bununla yetinmiyorlar “Dersim Tarihi” ismiyle yayınlanmış olan çok güvendikleri Baytar Nuri’nin kitabının ismini Baytar Nuri öldükten sonra değiştirip “Kürdistan tarihinde Dersim” olarak baskı yapıyorlar. Ölen insana ait olan bir kitabın ismini değiştirmek etik kurallara uyar mı? Bu tavır açık bir tahrifat değil mi?
Dersim üzerine yapılan tüm tahrifatları bu yazıda tek tek açıklayacağız. Ama bilinmelidir ki sosyal bilimlere göre; Dersim coğrafyasında yoğun bulunan bir halkın toplumsal yapısının değiştirilmesi, dönüştürülmesi, asimile edilmesi kolay değildir. Çünkü aynı itikata sahip olan ve aynı dili konuşan halkın bir bölgede ezici çoğunlukta ve yoğunlukta olması asimilasyona karşı korunmasının ve savunmasının en iyi silahıdır. Dünya’ya ferman okuyan Osmanlı ordusu bile 500 yıl gibi uzun süreçte Anadolu’ya yayılmış olan Kızılbaşlığı asimile edip camilere sokamadı. Dersimliler de beş asır hem itikatını, hem de Zazacanın Dersim şivesi olan anadilini korudu ve bundan sonra da koruyacaklar. CeKa gibi düşünenler bilmelidir ki; çok etnisite ve çok kültürden oluşan Kızılbaş-hümanist Dersim coğrafyasında ırkçılığın hiçbir çeşidi kök salıp yeşeremez.
CeKa’nın iddialarına yani esas konuya geçmeden önce ilk başta bu “yazı serisiyle” ilgili bir duruma açıklık getirmek istiyorum:
Bu dört bölümlük yazı serisinde ben sadece 1938’lere kadar Anadolu’nun ve özellikle Dersim’in tarihi ve sosyal durumuna açıklık getirmek istiyorum: Biliyoruz ki; Dersim tarihte bir nevi aşiretler federasyonu gibi yönetiliyordu. Elbette ki bu gün Dersimliler çok kültürlü çağdan demokrasiden yanadır. Ama Dersim’i beş asır aşiret önderleri savundu. Kültürümüz Ocaklar sayesinde bu güne gelebildi. Bunlar bizim reel gerçeklerimizdir.
1938’in acı yenilgisiyle Dersim’de federasyon şeklindeki önderlikler yok edildiği için gençlerimiz ortada başsız kaldı. Başsız kalan bu Dersimli gençler özellikle 1970’lerden sonra şaşkın ördekler gibi sağa sola savruldular. Bir kısmı Türk, bir kısmı Kürt örgütleri içinde yerini aldı. Anadolu’da yükselen bu milliyetçi hareketlerin etkisine kapıldılar. 1938 yenilgisinden sonra yaşanılan travmaların Dersim’de yarattığı bu marazi durumu psikolojik ve toplumsal bilimlere göre başka bir yazıda ele alınıp ve genişçe irdelenmesi gereki. Çünkü kimliksiz kalan gençlerin bu yeni durum ve hallerine açıklık getirilip son verilmezse; öz güvenini yitiren gençlerimiz psikolojik bunalımlara, hastalıklı durumlara düşmeleri devam eder. Dersimli sosyolog ve psikologlar bu travmalar konusunda yazılar yazmaya başladılar. Gençlerimize faydalı olan bu araştırmalar umarım devam eder…
Bu dört bölümlük yazı serisinin 1940’lardan önceki döneme ait olduğunu belirttikten sonra Hem Selçuklu ve hem de Osmanlı dönemlerinde Anadolu’daki baş çelişkinin ırksal değil dinsel olduğuna vurgu yaparak esas konuya geçelim:
“Toplum mühendisliğine” soyunan; Anadolu’daki somut durumu, somut toplumsal yapıyı görmezden gelip toplumu kendi istediği doğrultuda yönlendirmek isteyen tüm sağ ve sol ideolojiler hüsrana uğradılar ve toplum mühendisliğine soyunanlar gelecekte de hep hüsrana uğrayacaklar.
Hüsrana uğrayanlara açık ve çarpıcı bir örnek verelim: Orta Asya’dan gelip sonradan Anadolu’ya yerleşen Türkler sürekli olarak “Kürtler de, Dersimliler de öz be öz Türk’tür,” diyordu. Ne hikmetse Irak-Mezopotamya’dan üç beş asır önce Doğu Anadolu’ya gelen Kürtlerin bir kısmı da son çeyrek asırda “Dersimliler öz be öz Kürt’tür,” demeye başladılar. Son yıllarda ise toplum mühendisliğine soyunan CeKa’ gibi düşünenler çıktı ortaya. Maalesef kalbindeki sesi dinlemeyen; aslını inkar eden ve bundan dolayı kimlik bunalımına girmiş bu Dersimliler de inkarcı görüşlere dahil oldular.
Tarihte bazı kişi veya grupların aslını inkâr edip asimile oldukları bilinen bir gerçektir. Örneğin 60 yıllık göç sürecinde Almanya’da doğup büyüyen birçok, Türk, Kürt ve Dersimli gençler kendini Alman hissediyorlar. Bunlar asimile olmuştur ve oluyorlar. Yapılacak bir şey yoktur. CeKa gibilerin bunlara benzeyen kişisel değişim ve tercihleri hoş görülebilir ve görülmelidir. Öte yandan kendini Kürt hissetmediği halde birçok Dersimlinin Kürt hareketinin demokratik mücadelesine destek olması da etik, insani ve onurlu bir tavır sayılır. Ben bu onurlu tavırlara karşı çıkanlardan değilim. Bu dört bölümlük yazı serisinde; bir topluma yeni kimlik bulmak; yeni deli gömleği giydirmek isteyen yanlış düşüncelere, ısmarlama yazılara cevap vermek istiyorum. Tarihi gerçeklerden, bilimsel doğrulardan, bilimden yanayım. Nasıl ki Türklerin safsatadan ibaret olan “kart kurt” teorileri iflas etti ve Kürt halkının varlığı dünyaca kabul gördü ise CeKa gibi düşünenlerin kendi halkının tarihi ve toplumsal belleğine dayanmayan; bilimsel temelleri olmayan “cart curt” iddialarına dayandırılmak istenen “Dersim=Kürt veya Zaza=Kürt” teorileri de iflas etmeye mahkumdur.
CeKa gibiler demokrasiyle barışık olan Kızılbaş Dersim Kültürünün asimile edilmesinin Anadolu halklarına zararları olacağını da düşünmüyorlar. On yıl önce Dersim’de iki hafta kalan Alman İnsan Hakları Derneği Başkanı Zimmermann özetle şöyle demişti:
“Dersim’de bin yıldır kadın erkek birlikte ibadet ediyor. Dersim bu barışçı kültürüyle hem Avrupa’dan, hem de Türkiye’den daha ileridir. Dersim’den öğreneceğimiz çok şey vardır. Dersim’in barışçı ve hümanist kültüründen hem Türkler, hem de Kürtler çok şey öğrenebilir. Örnek alınabilir.”
Örnek alınacak bir kültürü asimile etmeye çalışmanın bir mantığı var mı acaba?
Bazıları Dersimli kelimesi “kimlik” yerine geçemez diyorlar. Oysa İran’da ve Amerika’da “kimlikler” coğrafidir. Etnik veya dini değildir. Dersim’de de esas kimlik tarihine ve coğrafyasına dayanır. Ayrıca Kızılbaşlık da Dersimlileri birleştiren ortak bir mayadır. Yani “Dersimlilik” tıpkı Amerikalılık, İranlılık gibi çok kültürlerden oluşur ama başlı başlına bir “kimliktir.” Nasıl ki çok etnisiteli ve çok kültürlü Amerikan halkı Amerikalı kimlikle övünüyor ve gurur duyuyorsa; çok etnisetli, çok kültürlü Dersim halkı da Dersimli kimliğiyle övünüyor ve gurur duyuyor. Kaldı ki Dersim itikatı, kültürü ve tarihi bilinci Amerikan’dan da çok eskidir. Dersimli olmaktan utanıp başka kültürlere özenti duyanları, asimile olmaya çalışanları anlamak mümkün değildir.
Bu uzun ön açıklamalardan sonra şimdi Osmanlı, Türk, Dersimli, Zaza, Kürt ve Kızılbaş kimliklerinin toplumsal ve tarihi belleklerde birbirine karşı ilişkileri açısından CeKa gibilerin yazı serisini değerlendirmeye geçebilirim.
BİRİNCİ BÖLÜM:
CeKa’LARIN İDDİALARI TARİHİ BELLEĞE UYMUYOR MU?
CeKa yazısının bir yerinde: “Dersim’in Kürdistan’da her zaman bir sandelyesi olmuştur,” diye yazıyor. Biliyorsunuz ki “her zaman” söylemi “geçmiş ve geleceği” kapsar. Şimdi Dersimliler ile Kürtler arasındaki tarihi ilişkilere bir göz atalım. Acaba Dersimlilerin Kürt tarihinde veya Kürtlerin Dersim tarihinde bir yeri, dostlukları var mıydı? Yoksa farklı inançlardan, mezheplerden dolayı aralarında kanlı savaşlar mı vardı? Acaba Kürtler Dersim’de var mıydı? Yoksalar Dersim civarına hangi yıllarda ve nasıl geldiler?
Aslında Irak bölgesindeki Mezopotamya’nın kadim halklarından olan Kürtler Doğu Anadolu’ya üç dört asır önce geldiler. Bunu ben söylemiyorum. Yazımı 1597’de tamamlanan ve aydın Kürtlerin okuduğu “Şerefname” isimli kitabında Kızılbaş düşmanlığı yapan Şeref Han yazıyor. Şerefnama’den aynen aktarıyorum: ”Kürtlerin memleketlerinin sınırları Hürmüz Denizi (Basra Körfezi) kıyısından başlar; bir doğru çizgi üzerinde oradan Malatya ve Maraş illerinin nihayetine kadar uzanır. Böylece bu çizginin kuzey tarafı Fars, Acem Irak’ı (Azarbeycan), küçük Ermenistan ve Büyük Ermenistan teşkil eder. Güneyine ise Arap Irak’ı, Musul ve Diyarbakır illeri düşer. Bununla birlikte bu insanların (yani Kürtlerin) soyundan bir çok halk ve kabile doğudan batıya kadar bir çok ülkede yayılmıştır.” (Şeref Han, Şerafname, Hasat Yay. 1990 İst. Syf-20.)
Görüldüğü gibi Kürt yazarı Şeref Han’a ait olan bu kitapta; Kürtler’in üst sınırı Maraş ve Malatya’nın nihayetine kadar uzanır ve bu iki ilin kuzeyi “Acem Irak’ıdır” diyor. Osmanlı 1514 yılında Çaldıran savaşıyla bu bölgeleri ilk defa işgal etmişti. Ama bu bölgedeki halkın çoğunluğu ve yoğunluğundan dolayı Şeref Han 1590’larda bu bölgeyi halâ Acem Irak’ı olarak görüyor.
1590’larda üst sınırı Maraş, Malatya illeri olan Kürtler acaba Doğu Anadolu’ya ve Dersim’e ne zaman geldiler? Bu haklı soru her okuyucunun aklına gelebilir. Bu sorunun cevabı çok uzundur. Ama tarihle biraz ilgilenen her insanın okuduğu tarihi kitapların sayfalarında yazılı olan ve bölgede dengeleri değiştiren “üç büyük savaş” neticesinde Kürtler’in kuzeye doğru nasıl yayıldığını bilirler. Bilmeyenler için ancak bu üç büyük savaşı özetle anlatarak bu sorulara cevap vermiş oluruz…
- Üç büyük savaştan birincisi, İslam’ın ilk yayılma döneminde (İS. 7. asırda) yani daha Türkler Orta Asya’dayken çok güçlü olan İslamcı Arap orduları Kuzeye doğru saldırıya geçtiler. Bu saldırılara karşı direnemediği için İslam dinini kabullenen Kürtler; Cihad’çı İslam ordularıyla birleşerek kuzeydeki “kâfirlere” karşı savaş açtılar ve Doğu Anadolu’yu işgal ettiler. (“Cihad” inancına göre İslâm’a karşı direnenlerin karı ve çocukları, malı mülkü İslam savaşçılarına helaldi. Yani ırza geçmek bu din tarafından teşvik ediliyordu.) Yine bilindiği gibi sonraları Araplar Bizanslılara yenilip geri çekildi ama bu işgal nedeniyle bir takım Kürt aşiretleri Doğu Anadolu’da kaldılar. (İşte bu nedenle olsa gerek Şerefhan 1590’larda Kürt vatanı olan Mezopotamya’nın dışında kalan daha kuzeyde bazı Kürt aşiretleri vardı diyor.)
- İkinci büyük savaş; 1514’te Yavuz Selim döneminde Şeyhul İslam olan Kürt İdris-i Bitlisi’nin aracılığıyla Türklerle birleşen Kürt paşaları 40 bin Alevi’yi kılıçtan geçirdiler. Binlerce Kızılbaş köyüne yine Sunni ve Şafii Kürtler yerleştiler. Çünkü Doğu bölgesinde Türkler azdı.
Şeref Han yine bu Şerefname isimli kitabında Malatya’nın kuzeyinde o dönemler Dersim’in merkezi olan Çemişgezek Beyliğinin de (Beylerin Melik ismini Melikşi ve Mir’e dönüştürüyor ve bu simlerden dolayı) Kürt olduklarını ileri sürüyor. CeKa gibiler de bu yazılana inanıyorlar. Oysa bir çok tarihçi bu görüşün yanlış olduğunu yazıyor. 1200 yıllarında yıkılan Kızılbaş “Saltuklular Beyliği’nin” bir parçası olan Kızılbaş inançlı Çemişgezek Beyliği kendi varlığını ve bağımsızlığını 1514’e kadar korudu. 1514’teki Çaldıran Savaşı’nda Şah İsmail’in tarafında yer alan bu Kızılbaş Beyliğin reisi Hacı Rüstem Bey ile birlikte önde gelenlerden 40 kişisini Yavuz Selim öldürttü. Bu kırımda kurtulan Pir Hüseyin babasını öldürten Yavuz’a biat ederek Sunni mezhebine geçti. Babasından kalan Beylik makamını ve topraklarını geri aldı. Kendisinin 16 oğlu oldu. Bu Kızılbaş Türk Beylerin (örnek Pir Hüseyin) Çemişgezek’te arta kalan toprakları onların son asırdaki soyundan olan Adnan Beye kadar uzanır. (Adnan Bey 1980’lerde hayattaydı ve arta kalan akrabalarından soylarının Pir Hüseyin Beye dayandıklarını biliyorlar. Adnan Bey ve akrabaları konuşma ve şivesiyle öz be öz Türk’tü ama Adnan Bey Kızılbaş olan soyundan ve kültüründen gelen bir rahatlıkla olsa gerek İslami kurallara aldırmaz, Çemişgezek gibi küçük bir kasabada iyi rakı içerdi.)
Tarihte ve şu anda Çemişgezek’te yaşayan beyler için MİR kelimesi kullanılmamıştır. İsmi Çemişgezek Beyliği ve yöneticilerine ise Adnan Bey, Melik Bey denilir. Çemişgezek tarihinde bir zamanlar Ermeniler’in yaşadığını ve hangi yıl “tehcir” edildiğini biliyoruz. Eğer Kürt mirleri yaşasaydı; bunu da atalarımızdan duyar veya hangi yıllar göç ettiklerini de tarih kitaplarından öğrenirdik. Çemişgezek’in merkezinde Kürtler de, Zazaca konuşan Kızılbaşlar da 1990’lara kadar yoktu. Veya birkaç Kızılbaş aile vardı. 1990’lardan sonra Kızılbaşlar Çemişgezek merkezine yerleşmeye başladı ama sayıları merkezde hala % 20’i kadardır. Ceka’nı soyu da, aşireti de bunları biliyor. Acaba CeKa bunları bilmiyor mu? Yoksa bildiği halde tarihi gerçekleri örtmeye mi çalışıyor.
- Dünyayı ve çevremizi etkileyen üçüncü büyük savaş ise; Birinci Dünya Savaşı ve bu süreçte yapılan 1915 Tehcir olayıdır. Bu kez de Osmanlının emrindeki Kürt Hamidiye Alayları yüz binlerce Ermeni’yi katletti. Doğu bölgesin bu köylerin çoğu da taş konaklarıyla birlikte yine Kürtlere kaldı ki Ermeni tarihçileri bu konakların eski sahipleri olan Ermenileri isimleriyle birlikte tek tek açıkladılar.
Kısaca Kürtler Doğu Bölgesine bu üç büyük savaş sonrasında yerleştiler. Dersim bölgesine ise Kürtler başka bir sürgün olayıyla geldiler. Dersim’i ikiye bölmek isteyen Osmanlı padişahı 16’cı asırda Sunni Mıli aşiretini Dersim’de Pertek ve Çemişgezek arasındaki bölgeye yerleştirdi. Dağlarda davar sürüleriyle geçimini sağlayan bu göçebe aşiret Dersim’de şavaklılar denilir. Beş vakit namaz gibi bazı zor ritualler davar sürüleriyle dağlarda dolanan bu göçebe Sunni Kürtler’in yaşam tarzına uymuyordu. Birkaç asır devam eden bir süreçte Dersim’de azınlık olan bu göçebe Sünni Kürtler’in bir yarısı kendi yaşamlarının kolaylaştıran Dersim’in yerli halkının inancı olan Kızılbaşlığa geçtiler. Yani asimile oldular. Bir kısmı da Sünni olarak kaldılar. Dersim’de Pertek ile Çemişgezek arasındaki bölgeye sürgün gelen Kürt köylerinin Alevi olanları ve Urfa’dan geldiği gibi Sünni kalanları tek tek biliniyor. Alevi olanları da, Sunni kalanları da halâ Kürtçe konuşuyorlar…
Eğer Sayın CeKa gibi düşünenler son asırdaki milliyetçi tezlerin etkisinden kurtulup tarihi labirantın derinliklerine inebilseler bölgede dengeleri değiştiren bu büyük savaşları ve savaşlardan sonra nüfus değişimlerini görebilirlerdi. Dersim Kürt’tür gibi tezlerinin tarihi köklerde, tarihi belleklerde yeri olmadığını da anlayabilirlerdi. Dersim’in tarihinde Sunni Kürtler yoktu. Bu gününde Sünni ve şafii Kürtlerin beş on köyü var. Alevi Kürtler de Dersim’de azınlıktır. Tarihte kökleri ve yeri olmayan bir olayın veya hayali yanlış tezlerin Dersim topraklarında tutunamayacağını, balon gibi patlayıp söneceğini de her aydın bilir.
NOT: İkinci, üçüncü ve dördüncü bölümlerle devam edecek.
Mısletê Dêsımi yönetiminin görevlendirdiği üç kişilik bir heyet olarak Mart ayında İstanbul, Ankara’dan Dersim’e kadar gitmiştik. Türkiye’de karşılaştığımız Dersimliler bize Mısletê Dêsımi hakkında bir çok soru sordular. Genellikle olumlu fikirlerini sundular. Elbet olumsuzlar da vardı. Bu kadar fazla sorulardan anlaşılıyor ki, “Mısletê Dêsımi teşkilatlanması” halkımız arasında ilgi, merak veya heyecan yaratmış. Merak, heyecan veya ilgiyle bize en çok sorulan sorular şunlardı:
Niçin Mısletê Dêsımi? Var olan Dersimli gruplardan farkınız ne? Buna gerek var mıydı? Amacınız ne? Nasıl ve nerden başaracaksınız? Dersim’de neler yapacaksınız? İlkeleriniz neler?
NİÇİN MISLETÊ DÊSIMİ?
Bilindiği gibi Dersim Eyaleti; Osmanlı döneminden 1938’lere kadar bir nevi aşiretler federasyonu gibi kendi kendini yönetti. Osmanlı beş asır içinde “11’i büyük olmak üzere yaptığı 108 askeri sefere (saldırıya) rağmen direnen Dersim-Merkezi işgal edemedi.” (Kaynak: 11.08.1937 tarihli TAN gazetesi) 1937-38’de ise terteleye, acımasız bir soykırıma uğradı halkımız. Ağa (ağler)-pir birliğinde süregelen önderlik veya ortak akıl acı bir yenilgiyle yok oldu veya edildi.
Niçin Mısletê Dêsımi diye soranlara cevabım şudur: Bizler, soykırımına uğrayan bir halkın torunları olarak atalarımızın var olma yolunda mücadele ettikleri beş asırlık şanlı ve onurlu direniş tarihimizin doğru ve hatalı yönlerini tümüyle sahiplenmek için Mısletê Dêsımi diyoruz. Ve Dersim’in yok edilen ortak aklını, ortak şuurunu, temsiliyetini yeniden oluşturmak istiyoruz. Bunun için Mısletê Dêsımi bir ihtiyaçtır. Bizi diğer gruplardan ayıran farkımız ise tüm gücümüzü yok edilmek üzere olan Dersim coğrafyasını korumak ve kurtarmaya çalışmaktır. Yani bizim birincil görevimiz Dersim Davası’dır. Bizim mayamız, genlerimiz Dersim’de oluştuğu halde, Dersim’den beslendiğimiz halde başkalarına hizmet ediyorduk. Eskiden gücümüzü başka alanlara harcayan bizler bu gün Dersim’in hizmetçisi olmak istiyor ve sadece bu konuda yoğunlaşıyoruz. Planlanan barajlar ve HESlerle sular altına gömülmek istenen Dersim’in doğasına ve çevresine sahip çıkmak için; bu konuda birlikte hareket etmek için Mısletê Dêsımi veya Dünya Dersimliler Birliği gibi bir teşkilata acil ihtiyaç vardır diyoruz.
Evliyaları, ocakları, kutsal dağları, nehirleri, pınarları ve Hızır’ın keçileriyle birlikte Kızılbaşlığın ser çeşmesi olan güzel anavatanımızı ve Hızır dilinin yok edilmesinden zevk alan bir zihniyetin Dersim’e yapacağı kötülükleri engellemek için Mısletê Dêsımi diyoruz.
Bilesiniz ki, eğer anavatan yok edilirse Türkiye diasporasındaki Dersimliler, Avrupa ve dünya diasporasındaki Dersimliler de vatansız göçmenler durumuna düşerler. Bu duruma üzülür ve yabancı ellerde çok acı çekerler. Gerekli önlemleri almak ve vatansız göçmenler durumuna düşmemek için Mısletê Dêsımi diyoruz. Bizler anavatandaki köklerimize sarılıyoruz. Çünkü atalarımız, “Her vas koka xo sero roeno / Her ot kendi kökü üzerinde yükselir”, demişler.
Bilindiği gibi vatanını kaybeden Yahudiler yabancı diyarlarda asırlarca vatansız göçmenler olarak çok ağır acılar çektiler. Sonraları batıda kurdukları “Union der Juden” yani “Dünya Yahudiler Birliği” ismi altında birleşerek yüzyıllık çetin ve fedakar bir mücadele sonunda tekrar eski vatanlarına ulaştılar. Biz Dersimliler vatansız durumuna düşmemek, var olan vatanımızı korumak ve yaşatmak için Mısletê Dêsımi, yani diğer bir değişle Dünya Dersimliler Birliği olarak tüm güçlerimizi birleştirmek istiyoruz.
Tüm kartların yeniden karıştırıldığı Ortadoğu’da halkımızın pusulasız bir gemi gibi okyanusta kaybolmasını engellemek için Mısletê Dêsımi diyoruz.
Vatanımızı sulara gömmek, batırmak isteyenler var. Batan gemiyi en son kaptan terk eder denilir. Ama bileseniz ki vatan bir gemiye benzemez ve vatan bir gemi gibi terkedilemez. Çünkü batan gemiyi insanoğlu yeniden yapabilir ama kaybedilen Dersim’i ulu dağlarıyla ve kutsal nehirleriyle başka bir yerde yapmaya insanoğlunun ve bu gün elinde bulunan üstün tekniğin gücü yetmez. Bundan dolayıdır ki, vatan on bin yolcusuyla batan en değerli gemiden de, tonlarca 24 ayar altından da değerlidir. Çünkü en büyük gemi de, tonlarca altın da insanoğlu tarafından üretilir ama kaybedilen Dersim’i yeniden üretmeye dünyanın gücü yetmez.
Vatanı yok edilen, vatansız duruma düşen bir halkın dili, kültürü, itikadı, sosyal ve siyasal tarihi, onursal belleği zamanla tarih sahnesinden silinir, kaybolup gider. Tarih bu yönüyle yok olan dillerin, kültürlerin; yok olan halkların çöplüğüdür. Tarihin çöplüğüne gömülmemek için tüm Dersimliler olarak Mısletê Dêsımi altında birleşmek istiyoruz.
Bize amacınız ve ilkeleriniz ne diyenlere ben şimdi soruyorum: Barajlar altına gömülmek istenen vatanımızı korumak ve yaşatmaktan daha büyük bir amaç olabilir mi? Yok edilmek istenen anadilimizi, itikat ve kültürümüzün idamesini sağlamak için güç birliği yapmak en önemli bir amaç değil mi?
Sosyal tarihimizi, lisanımızı, itikat ve kültürümüzü, öz vatanımızı korumak ve yaşatmak hepimizin ortak amacı olduğuna göre; bu amaçla yola çıkan Mısletê Dêsımi de hepimizin yani dünyaya yayılmış olan Dersimlilerin ve Dersim dostu demokratların ortak örgütü, ortak aklı, ortak şuurudur.
Tüm umutlarını yitirip miskinler gibi bir köşeye çekilenlere, uğraşmadan teslim olanlara sesleniyoruz: Bu yolda mücadele etmeyenler yenilgiyi baştan kabul etmiş olurlar. Aramıza katılın. Yeteneğinize, mesleğinize göre davanıza el verin, güç verin, davanıza sahip çıkın. Biz Dersimliler bu mücadelenin çok zor olacağının farkındayız. Ama yine de Dersim davasına ait olan hayallerimizi gerçekleştirmek için birleştik. Bize hayalcisiniz diyenler bilmelidir ki; her şey önce hayal kurmakla, düşünmekle başlar. Sonra da hayalleri gerçekleştirmek için çaba harcanır ve başarılı da olunur. Bu tür başarıların tarihte örnekleri çoktur. Bilesiniz ki, bizler Dersim Davası hakkında hayal kurmaya, düşünmeye devam edeceğiz. Umutla ve inatla hayallerimizin gerçekleşmesi için çaba harcamaya devam edeceğiz. Çünkü kazanma olasılığının ancak böyle çetin mücadeleler yoluyla olabileceğinin bilincindeyiz.
Prensipleriniz, ilkeleriniz nedir? Nasıl başaracaksınız diyenlere de cevabımız var: Önce güçlerimizi birleştireceğiz. Şu anda Mısletê Dêsımi-Avrupa adı altında birleşen güçlerimiz hukuk komisyonu, çevre ve doğa komisyonu, itikat kurumu, dil ve edebiyat kurumu gibi birçok konuda kolektif çalışmalarla işlerine devam ediyor. Bir yıl içinde her kesimden Dersimlilerin, Dersim konusunda duyarlı olan insanlarımızın katılacağı büyük Dersim Kongresi’nde bu çalışmaları tartışmaya açacağız ve kurtuluşa giden yolları, yöntemleri, ilkeleri hep birlikte bulacağız. Elimizde İsa’nın sihirli değneğinin olduğunu söyleyemeyiz. Hak verilmez, alınır prensibine inanıyoruz. Sorunlarımızı el ve güç birliğiyle çözebileceğimize inanıyoruz.
DERSİM’DE NELER YAPILABİLİR?
Örgütlenerek güçlerimizi birleştirirsek; örneğin Dersim’in köy ve ilçelerinde bir kampanya ile farkındalık yaratıp Dersimli öğrencilerin ortaöğretimde, fakültelerde anadil derslerine müracaat etmesini sağlayabiliriz. Bir beldede yaklaşık yirmi öğrenci Zazaca-Kırmancki veya Kırdaşki dil dersi talep ederse, o bölgedeki okullara Zazaca dersleri konuluyor ve Zazaca dersi için öğretmen veriliyor. Biliyorsunuz ki geçen öğretim yılında Dersim Üniversitesi’nden 30 Zazaca dersi öğretmeni başarıyla mezun oldu. Bunların görevi anadilimizi öğretmektir. Ama anadil talebinde bulunmak, yani var olan bazı haklarımız kullanmak için örgütlenmek ilk şarttır.
Örgütlü ve güçlü olursak; kendi dilimizi konuşan üç PİR ile Dersim’de bir itikat kurumu oluşturabiliriz. Cem ve cemaatleri, Hızır günlerini, İmamlar orucunu, Gağanı, Hautemal günü gibi inançsal töre ve törenlerimizi ana dilimizi bilen bu pirler ile yerine getirebiliriz. İbadet alanlarında bizim dille başlatılan bu gibi uygulamaların zamanla halkımız içinde anadilimize karşı ilgi de uyandıracağının ve anadilimizin gelişmesine de katkı sunacağının hepimiz farkındayız herhalde.
UNESCO tarafından yok olacak diller listesine alınan anadilimize sahip çıkmak için Mısletê Dêsımi diyoruz. Çünkü anadilimiz ana sütü kadar temiz ve besleyicidir. Çünkü dili yok edilen bir halkın zamanla kendisi de yok olur. Çünkü değişik halkların dilleri güzel, renkli, mis-amber kokulu çiçekler gibidir ve tüm dünyamız için bir güzellik, bir zenginliktir. Biliyoruz ki, dünyaca ünlü lisan profesörleri tüm dünyanın kullanacağı yeni bir dil üretmeye kalktılar ama bunu başaramadılar. Bu nedenle var olan dilleri korumak hem halkımız, hem de insanlık tarihi için çok değerlidir diyoruz. Bu nedenle atalarımız, “Her teyr eve zonê xo waneno / Her kuş kendi dilinde öter”, demişler.
İşsizlikten dolayı Dersim sürekli göç veriyor ve küçülüyor. Bu göçleri durdurmak; Dersim’in sorunlarına çözüm yolu bulmak istiyoruz. Avrupa Birliğinden alınacak Kredilerle Dersim’de arıcılığı, hayvancılığı, bağ ve bahçeciliği geliştirmek, tarımsal verimliliği yükseltmek istiyoruz. Bu nedenle Mıslête Dersim diyoruz. Bir araya gelirsek bu olumlu örnekleri ve yapılacak işleri çoğaltabiliriz. Bu saydıklarım abartı ve hayal değildir. Afyon ilinin Avrupa Birliği Fonundan arıcılık ve hayvancılık için birkaç milyon Avroyu kredi ve hibe olarak aldığını biliyoruz. Dersim niçin birkaç milyon alamıyor? Dersimliler bu konuda proje yapan firmalara ulaşama mı? Veya Dersim’in coğrafyası arıcılık ve hayvancılık yönünden Afyon ilinden daha kötü mü?
Önce örgütlenerek güçlerimizi birleştirmek ve bu gücümüzle önemli işleri başarmak için Dersimli gençleri, kadınları, işçileri, işsizleri, iş adamlarını birliğe ve dayanışmaya davet ediyoruz. Bu değerli ve onurlu mücadele yolunda her duyarlı insanın kendi mesleğine, beceresine; kendi gücüne göre yapacağı işler vardır.
Yazının başında Dersim’in Osmanlı döneminde “var olma mücadelesini” aşiret liderleri ve pirler önderliğinde bir aşiretler federasyonu gibi asırlarca sürdürdüğünü, direndiğini yazmıştım. Bunlar bizim öncülümüz, tarihi köklerimiz ve gerçeklerimizdir. Elbette ki tarihi köklerimize sahip çıkacağız. Ama çağımızda uzmanlaşma vardır. Çağımızda itikat önderlerinin, politikacıların, bilim insanlarının çalışma alanları farklıdır. Çünkü çağımızın ruhu farklıdır. Biliyorsunuz ki, çağımızın ruhu, trendi çoğulcu demokrasilerdir. Çoğulcu demokrasilerde devlet cinsel, etnik, kültürel ve dinsel gruplara eşit davranıyor. Çağımızın modern demokratik devletlerini bu gün papazlar, hahamlar, hocalar, şeyhler yönetmiyor. Çağımızda çoğulcu ve gerçekten laik devletlerin omurgası siyasi partilere dayanır. Çoğulcu ve demokrat devletleri siyasi partiler ve bu partilerde yetişen politikacılar yönetiyor.
Bu gün Avrupa Birliği’nde 30’a yakın devletle birlikte ve bu devletlerin içinde yüzden fazla değişik kültür bir arada yaşayabiliyorsa, Anadolu’da da farklı kültürler birarada; kardeşçe ve barış içinde yaşayabilir. Ki bunun tarihi de vardır ve ilacı da çoğulcu demokrasi ve karşılıklı hoşgörüdür.
Sonuç olarak sahaya inmeden, birliğe ve dayanışmaya katılmadan, tepeden, seyirci kulesinden yapılan eleştiriler fazla bir yarar sağlamaz. Sahaya inip tüm tuzaklara karşı hep birlikte oyun kurmamız, planlar yapmamız lazım. Tüm kartların yeniden karıştığı Ortadoğu’da çağdaş Dersim gelecekteki yerini ve konumunu çoğulcu demokratik kurallar içinde örgütlenip, güçlenerek; tarihi görevlerini yerine getirerek belirleyebilir.
Yeter ki, örgütlenelim. Yeter ki, bir olalım, iri ve diri olalım. Mısletê Dêsımi her duyarlı Dersimli’ye açıktır. Gelin toplantılara ve önümüzdeki yıl yapılacak olan Dersim Kongresi’ne katılın. Eleştiri ve önerilerinizi bu toplantılarda halkımıza sunun ki, hep birlikte tartışalım, sorunlarımıza birlikte çözüm yolları arayalım. Ortak aklın güç ve el birliğiyle kurulacağı, çağdaş demokrasilerde çıkış yolunun, çözümlerin kolektif bir çalışmayla bulunacağının hepimiz farkındayız. Bireysel güzel söylemlerin laf-ı güzaf olarak kaybolup gideceğini de her mantıklı insan biliyor…
Bu nedenlerden dolayı şiarımız:
Örgütlenme, dayanışma, birlik olup güçlenmektir.
Nisan-2017
DÜNYA’DA ÖZERKLİK SİSTEMLERİ VE DERSİM’DE ÖZERKLİK SORUNU / Celal YILDIZ
Etnik, dinsel ve dilsel temeldeki ‘Kollektif Siyasal Özerklikler veya otonom bölgeler’ dünyamızda 20 devlet içinde olmak üzere 60 değişik bölgede yaşamaktadır. Bir ülkede kişilerin özgür olması ile etnik, dinsel ve dilsel temeldeki azınlıkların özgür olması çok farklı şeylerdir. Genelde ‘siyasal özerklik veya bölgesel özerklik’ terimleri azınlıkların kollektif özgürlüğünü betimlemek için kullanılır.
Her özerk bölgeyi tarihten beri bu toprak üzerinde yaşayan kavmin sınırları belirler. Belirleyici olan toprak parçası değildir; o toprak üzerinde yaşayan farklı etnik, dinsel ve dilsel grupların özgürlüğüdür. Dünyadaki her ‘özerk bölgelerin’ birbirine benzeyen genel ortak özellikleri vardır ama tarihi ve sosyal gelişimi farklı olduğu için her ‘özerk bölgenin’ kendine has ve ayrı özellikleri de bulunur. Diğer bir deyişle dünyadaki hiçbir özerk bölge diğerine benzemez. Görüşmelerde üçüncü bir göz olsa bile her otonom bölgenin statüsü o bölgedeki merkezi hükümetle tartışılıp anlaşarak tespit edilir. Bu durumda otonom-özerk bölgelerin çeşitlerini arttırır.
Etnik ,dinsel, dilsel nedenlerle şiddet ve çatışmaların daha da yaygınlaştığı ve yükseldiği dünyamızda siyasal özerkliğin önemi bir kat daha artmaktadır. Aslında ülkelerde veya bölgelerde siyasal özerkliğin hukuksal temelde işlerlik kazanması ve uygulanması kimlikler arasındaki çatışmaların son bulmasını sağlar. Barışçı yolla kabul edilmiş bir ‘siyasi özerklik hakkının’ şiddet yoluyla bağımsızlığa ulaşmak isteyen ‘ayrılıkçı hareketleri’ zayıflattığı ve radikalleşmeyi engellediği bilinen bir gerçektir. Azınlıklara özgürlük sağlanması anlamına gelen ‘siyasal özerklik’ şiddetin, savaşın ve ırkçılığın panzehiridir. Tek ırktan ve tek devletten yana olan değişik ülkelerdeki tüm milliyetçi akımlar ‘siyasal Özerkliğe’ hep karşı çıkarlar.
1990’larda Sovyetler Birliği’nin ve Yogoslavya’nın dağılması sonucunda özerk bölgeler dünyamızda daha da yaygınlaştı. Siyasal Özerklik veya otonom bölge aslında hukuk devleti ve çoğulcu demokrasiler içinde anlamlı ve tutarlı şekilde uygulanma alanı bulur. Gerçek çoğulcu demokratik devletler ‘siyasal özerkliği’ hem uygulanır hale getirir, hem de sağlam hukuksal temellere oturtur. Çağımızda demokrasinin çıtası o devlet içindeki azınlıkların haklarına bağlıdır. Ayrıca bilinmesi gerekir ki; ‘otonom bölge’ demokratik bir rejim içinde bulunsa da anayasal temelde garantisi olmazsa kolayca tıkanır ve yok edilebilir.
Genellikle diktatör rejimlerin iktidara geldiği ve demokrasinin işlevini yitirdiği ülkelerde; “özerk bölgeler” krize girer ve istikrarsızlıklar başlar. Dünyanın birçok ülkesinde ve bölgesinde azınlıklara ‘siyasal özerklik hakkı’ verilmediği için barışçı ortam bozuldu. Kaos, şiddet ve silahlı çatışmalar dönemine girildi. Bu çatışmalar bazı bölgelerde ayrışmaya kadar gitti. Oysa ‘doğal, demokratik hakları’ kabul edilen birçok devlet içindeki azınlıklar; kendi tam bağımsız ve doğal haklarından vaz geçtiler ve sadece ‘siyasal özerklikle’ yetindiler. Bunun birçok iyi örneği var dünyamızda.
Sadece azınlıkların değil; bölgede yaşayan tüm halkların yararınadır siyasal özerklik. Çünkü siyasal özerklikler sayesinde o bölgede veya ülkede kaos, kargaşa ve şiddete son verilir ve barış ortamı sağlanmış olur.
Siyasal Özerklik veya otonom bölge denilen sistemler bu gün pratikte beş kıtada da uygulanmaktadır. Azınlığın içinde azınlık olan bölgeler de vardır dünyamızda. Bölgelere göre değişen siyasi özerklik zaten çok karmaşık bir konudur. Azınlık içinde azınlık yani özerk bölge içinde özerk bölge olmak meseleyi daha karmaşık hale getirir.
1948 tarihli birleşmiş milletler sözleşmesi öz olarak azınlıkların haklarını belirliyor; soy kırımını ve nefret suçlarını tanımlıyor. Sözleşme bu hakların ve özgürlüklerin verilmesinden yanadır. Yine ‘Avrupa Hakları Federal Birliği’ de etnik, dinsel ve dilsel azınlıklara siyasal özerklik tanınması konusunda cesur bir konvasyon sundu. Bu tür kuruluşların amaçları ayrılıkçılığı kışkırtmak değildir. Amaçları; çoğulcu demokrasi temelinde, azınlıkların da özgür olduğu bir toplumda birlikte yaşamanın kurallarını güçlendirmektir. Adını verdiğimiz iki kuruluş da mevcut devletlerin özgürlükler temelinde korunmasını ve halkların birlikte yaşamasını savunuyorlar. Bir ülkede azınlıklar özgürce yaşayabiliyorsa, bölücü akımlar zayıflar ve emellerine ulaşamaz.
Her özerk bölgenin genel kuralları vardır demiştik. Örneğin merkezi devlet ülkenin geneliyle ilgilenir. Dış politikayı yürütmek, ordu teşkilatı ile dış savunmayı yapmak ve para basmak gibi genel işler kapsayan merkezi devletin görevleri arasındadır. Özerkliğin işlerlik kazandığı ülkelerde merkezi hükümet bazı görevleri yerel otonom bölgelere devreder. Yani dikey örgütlenme değil; yatay örgütlenmeye ağırlık verilir. Özerk bölgelerin en iyi ve açık örneklerinde vali ile belediye başkanının görevleri tek elde toplanır ve yerel parlamentolar vardır. Bu işleri yürüten kişinin adı belediye başkanı, genel vali veya eyalet başkanı olabilir. En önemli şartlardan biri yerel bölgenin halkı kendi siyasi yöneticilerini ve meclisini demokratik seçimlerle belirler.
Yerel bölgedeki vergiler o özerk bölgenin bütçesini oluşturur. Polis teşkilatı yani iç güvenlik halk tarafından seçilmiş olan yerel başkana bağlıdır.
Aynı dili konuşan, aynı kültüre sahip olan bir devlette uygulanan federatif sistemi ile etnik, dinsel ve dilsel azınlıkları temel alarak kurulan federatif sistemler çok farklı şeylerdir. Siyasal özerkliği kabul eden sistemlerde farklı azınlıklara ait olan farklı kültürel haklar uygulama alanı bulur. Yani Eyaletler farklı kültürlere göre belirlenir. Genelde çoğunluğun dili ortak anlaşma dili olarak tüm okullarda öğretilir ama özerk bölgelerdeki okullarda o bölgedeki azınlıklara göre farklı dillerle de eğitim yapılır.
TÜRKİYE’DE DURUM
Türkiye’de Kürtler sayıca en çok olan azınlıktır. Azınlık haklarını savunan bir eyalet veya özerklik sisteminin kurulması için Kürtlerin ve diğer etnik azınlıklıkların sokaklarda dilsel haklarını kullanması yeterli değildir. Azınlıkların yoğun olduğu bölgelerdeki okullarda kendi ana dilleriyle eğitim yapılması her azınlığın doğal hakkıdır. Azınlıkların etnik, siyasal, kültürel, inançsal ve dilsel sorunlarının olduğunu başlarda vurgulamıştık. Kürtler ile Türkler arasında etnik, kültürel ve dilsel alanda farklılıklar vardır. Fakat aynı dini inanca sahip oldukları için iki halk arasında dinsel alanda sorunları yoktur. Oysa Türkiye’de Alevilerin ve diğer dinsel azınlıkların ise sorunları genellikle dinsel alandadır. Bu alanda haklarının uygulamaya konulmasında büyük engeller bulunmaktadır. Devlet okullarında hala Alevi ve Hristiyan çocuklarına Sünni din dersi zorunlu olarak okutulmaktadır. İnsan onurunu zedeleyen bu uygulamaya son verilmesi gerekir. Ülkedeki Kürtlerin ve diğer tüm azınlıkların bu önemli sorunları çözülmeden huzura ulaşmak zordur.
DERSİM’İN ÖZERKLİK SORUNU
Üzerinde kara bulutların dolandığı bu günkü Dersim’in bekasını düşünmek ve halkın ufkunu açmak bu gün daha da önem kazanmaktadır.
Bilindiği gibi Dersim halkının tek vilayeti vardır. Ama ne yazık ki bu bölgede planlanan barajlarla Dersimliler sürülmekte, Dersim’in demografik yapısıyla oynanmakta ve hatta son günlerde savaş çıkartılarak ülkemiz insansızlaştırılmak istenmektedir. Tüm bu ağır sorunlarla cebelleşen Dersim kendi geleceğine ve siyasal özerkliğine dair bir plan veya program yapmayı düşünce olarak bile aklına getirmiyor.
Osmanlı döneminde Dersim genel olarak ayrı bir eyalet sayılmıştı ama dinsel ayrım nedeniyle hep dışlanan bir eyalet olmuştu. Bilindiği gibi ezici çoğunluğu farklı Raa Hak inancına sahip olan çok dilli Dersim’de yine ezici çoğunluğunun dili de Kırmancki-Zazacadır.
İslam dünyasında tarihi ve sosyal gelişimi ile çok farklıydı Dersim halkı. Kavimler döneminden beri bu bölgede yaşayan halk; bu gün de farklı bir yapıya sahiptir. Bilime önem veren hümanist, barışçı ve demokratik kültürü ile Orta-doğuya iyi bir örnek olabilir Dersim. Eğer tüm azınlıkların özgür olacağı bir sistem kurulacaksa; hem etnik ve dilsel, hem de dinsel bakımdan farklı olan Dersim halkına her iki yönüyle azınlık haklarının verilmesi gerekir.
R.T. Erdoğan iktidarının yarattığı tüm siyasal gerginliğe rağmen bilinmesi gerekir ki; Türkiye’nin Batı’daki demokratik sistemi tümden terk etmesi çok zordur. Araplara özenmek sadece bir fantezi olarak kalır. Türkiye halkı kendi çıkarları nedeniyle gelecekte 1948 İnsan Hakları sözleşmesine ve Avrupa hukuk kurallarına uymak zorunda kalacaktır. Bu nedenle siyasal özerkliklerin uygulanacağı demokratik bir sistemdeki yerini ve geleceğini düşünerek Dersim halkı ileride ne yapacağını, nasıl tavır alacağını şimdiden belirlemek zorundadır. Dersim Diasporasının örgütlü olması önemlidir ama anavatanda örgütlü olmak daha önemlidir. Çünkü anavatan yok olursa; diasporamız göçmen kuşlar gibi vatansız durumu düşer. Uzun bir dönem vatansız kalan Yahudilerin; tekrar vatan sahibi olmak ne bedeller ödediğini için ve neler çektiğini düşünmek ve anavatanımız üzerinde oynanan sinsi tuzaklara düşmemek gerekir.
Bazı Dersimli Dostlarımız, Dersim dışında yaşayan Dersimlilerin ana vatanda yaşayanlardan daha fazla olduğunu sık sık tekrarlıyor ve bunu çok önemsiyorlar. Bu konuyu bir örnekle açıklayalım: Ülkemizde dört beş milyon Çeçen yaşıyor. Dillerine özgürlük istiyorlar ama ülke sathına dağıldıkları için Türkiye’de bir ‘özerk bölge’ isteyemiyorlar. Çünkü bir bölgede yoğun değiller. İşte bundan dolayıdır ki; ana vatan Dersim’de yoğunlukta ve çoğunlukta olmak çok önemlidir. Bu nedenle anavatanda örgütlenmeye ağırlık vermek, savaş planlarını boşa çıkarmak zorundadır tüm Dersimliler. Çünkü anavatandaki yoğunluk varlığımızı devam ettirmenin yani bekamızın garantisidir.
Dili ve inancıyla ayrı bir siyasal azınlık olan Dersim; ayrı bir eyalet mi olmak istiyor? Yoksa Kürt azınlığının içinde ayrı bir azınlık mı? Türklerin içinde bir Kürt azınlığı ve Kürt azınlığın içinde dilsel, dinsel, ırksal farklılığı olan Dersim azınlığı olabilir mi? Azınlığın da azınlığı olmayı yani otonom içinde otonom olmayı istemek acaba çok kolay ve çok doğru mu?
Bu yazının başlarında ‘siyasal özerkliklerin’ her bölgede değişik ve ayrı uygulandığından dolayı çok karmaşık bir konu olduğunu; azınlığın içinde azınlık olmanın ise işi daha da karmaşık kıldığını yazmıştım. Azınlığın içinde ikinci bir azınlığın yaşam kurallarını bulmaya çalışmak Dersimlilerin özgürleşme işini iyice zorlaştırır kanısındayım. En mantıklı ve en pratik çözüm tarihte ayrı bir eyalet olan Dersim’in; yeni demokratik çoğulcu bir ülkede; tarihte olduğu gibi yine ayrı bir eyalet olmasıdır. Şimdiden Dersim Eyalet Meclisi(DEM) altında kurumlaşırsa; ileride kurulacak olan fedaratif bir sistemde ‘Dersim Eyaleti veya Dersim Özerk Bölgesi’ olarak bekasını devam ettirebilir Dersim…
Kısacası geleceğimiz çok belirsiz ve karmaşık görünüyor. Bölgemizde kasıtlı savaş çıkararak bu kargaşa içinde Dersim’i yok etmek istiyorlar. Bu kadar karmaşık olan durumuz için Dersimlilerin önce derin uykusundan uyanması; kendi kaderini kendi eline alması; şimdiden hedeflerini belirlenmesi; bu yola hizmet eden planların yapılması ve bu yolda mücadele verilmesi gerekir. “Ağlamayan bebeğe meme verilmez,” demişler…
Celal YILDIZ
————————————————
NOT: Bu yazı İtalyan Thomas Benedikter’in Modern Özerklik Sistemleri(Dünya Özerklik Örnekleri) kitabının Türkçesinden yararlanılarak yazılmıştır./CY.