Risk Toplumu ve Geçmişten Geleceğe Dersim
Selman Çiman
“Evrende en büyük ziyan, sorgulama yetenegini yitirmiş bir beyindir” (Einstein)
Konu başlığına bakıldığında, birçok sosyal-siyasal bilimleri ve disiplini kapsayan, karmaşık-kompilike bir durum olarak anlaşılabilinir. Oysa çok iddalı olmamak koşulu ile bugünün Dersimini anlamak, bütün bu konuları üstten bir bakış ile analiz etmek, geçişkenlik içeren, birçok konuyu birbiri ile ilişkilendirmek toplu bir fotoğrafı çıkarmak açısından gerekli gibi gürülmektedir.
Dersimliler, 1970’li yıllarda arkaplanda 37-38’de uğradıkları büyük vahşetin psikolojik motivasyonu ile çok hızlı bir şekilde politize oldular. Bir şekilde öç almak refleksi olarak da tanımlanacak bu süreç büyük bir yıkım ile sonuçlandı.
Meydanların kültürel-politik ve tarihsel hafızanın oluşmasında ciddi birer imge oluşturabilirler. Hatta bazen toplumların tarihin birim aşamasının da başlangıç noktaları olabilecekleri gibi, değişimin sembolleri; bazen de bir bütün olarak retoriksel söyleme anlamlar yükleyebileceğini görüyoruz. Yetmişli yıllarda Palavra Meydanı ile başlayan politik dinamizm kendine özgü bir tarz ve semboller yarattı. Erkeklerin bıyıklarını Marx’ın “M” si faullerini de Lenin’in “L” şeklinde kestiği, Amerikan parkasının politik olmanın kesin bir kanıtı olduğu; kadınların kot pantolon üzerine uzun çiçekli elbiseler giyindiği, yüksek sesle konuşmaların yapıldığı, herkesin koltuk altında tuğla kalınlığında düz renklerden kitaplar taşıdığı, “süreç-mekan sembolik hafızasını” ve “kültür kodlarını” oluşturmaktaydı.
Dersimliler, 1970’li yıllarda arkaplanda 37-38’de uğradıkları büyük vahşetin psikolojik motivasyonu ile çok hızlı bir şekilde politize oldular. Bir şekilde öç almak refleksi olarak da tanımlanacak bu süreç büyük bir yıkım ile sonuçlandı. Tarihsel kültürün bir mirası olan iç çatışmalar, cinayetler ve büyük trajedilerin de tekrarı oldu. Sonrasında, onbinlerce insanın büyük acılar çektiği büyük bir enkaz ve yıkım.
Bugün Dersim toplumunun kalbi başka bir meydanda, Seyit Rıza Meydanında atıyor. (meydanda bulunan Seyit Rıza heykeli kültürel-kimlik bilinci oluşmasında bir ortak sembolik anlam bile yaratamıyor, her birey farklı anlamlar yüklemektedir. Kimisi onun bir isyanın önderi, kimisi bir aşiretin lideri, kimisi bir direniş önderi, hatta bir devrimci önder olarak da görenler bile var) Bu meydanda bulunan erkelerin hipp-star tarzı sakalları, kadınların geleneksel şalvar giyindiği, yüz topografyasından kimlik tespiti yapan dört kamera tarafından izlenen ve herkesin sessiz konuştuğu, tedirgin, umutsuz, korkan ve kötü şeylerin her an olabileceği bir toplum haline gelmiş bulunmaktayız. (Öyle ki, erkeklerin, arpanın veya buğdayın hangi mevsim de ekildiğini; kadınların ise yoğurt mayalamayı bilmediği bir kuşak).
Sistemin yeni rantçıları, dışında herkesin göç etmek üzerine kaldığı; etno-coğrafik kimlik dinamikleri dağılmış, kültürel değerleri silikleşmiş, hiç kimsenin kalıcı bir şeyler yapmadığı bir coğrafya. Diasporadan gidenlerin onları anlamadığı ya da anlatamadığı, onların da diasporadan gelenleri anlamadığı; bir kaç hafta yaşadıktan sonra, insana boğulma hissi veren ve hızla insansızlaşan ve her yerinden acı akan bir coğrafıya. (Göç, gidenlerin kurtulduğu, rahat bir hayat sürdükleri, hiçbir sorun yaşamadıkları mitosu üzerine kurulan bir fenomen. Bu düşünsel yanılgı ve yanılsama göçün hızlanmasını tetiklemektedir ve süreklileşmesini sağlamaktadır.)
Bu değişim sadece mekansal bir değişim ve taşınma değil, aynı zamanda kültürel, sosyolojik bir değişimi de beraberinde getirmiştir. Değişmeyen tek bir şey varki o da “şiddet”in sürekliliği ve bunun yaratığı toplumsal çöküntü-çürüme. Bu durumu “anlamak” ve “anlamdırmak” bugünün en temel sorunu ya da sorusudur. Kimsenin kimseyi anlamadığı, ortak bir hafızası olmayan, epistomolojik olarak aynı dili konuşmadığı, en genel kavramlara bile aynı anlamlar yüklemediğimiz, düşünsel olarak parçalanmış, mantık bütünlüğü dağılmış, idealleri konusunda bütünsellikleri olmayan, değer-norm çatışması yaşayan kaotik bir toplum haline gelmiş bulunmaktayız. Adeta Dostoyevski‘nin Budala’sı döneminin bütün kişilik karakteristik özellikerini taşıyan insan tipi ve devrine dönmüş bir durumadayız. Onun deyimiyle “Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı, duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak istiyen bir kuşağın devridir.”
Babaların gençliğinde savunduğu ve bugün çocuklarının gittigi yolun yanlış ve tehlikeli olduğunu, büyük bir çaresizlikle anlatmaya çalıştığı dehşet acılara tanıklık etmiş, yeryüzünün bu “özel” coğrafıyası elimizden kayıp gidiyor. Politik aktörlerin dağlarda onar-onbeşer halinde cesetleri insansız hava araçlarından atılan füzelerle paramparça edilmiş her biri “zeka küpü” (dünyada doğan her yüz çocuktan altısı süper zeki olarak doğmaktadır, bu oran Türkiyede yüzde üç, Dersim’de ciddi bir araştırma ile yüzde ona yakın bir rakamdır) bu genç-çocukların cenazelerinde, boyun damarları çatlarcasına Hamas şefleri gibi bağıran, “şehit-şaahadet“ (bu iki kavram da Dersim kültür geleneği kolleksiyonunda olmayan kavramlar. İslamik-faşizmin katilleri motive etmek için cennet motivasiyon kavramlarıdır) kavramlarının bolca dağıtıldığı, dağ yerine neden üniversitelere gitmediklerini sorgulamayan bu ortamda bu “katran” sürekli kaynamaktadır-kaynatılmaktadır. Bu “katranı sürekli kaynatarak sonuçta şeker elde edeceğini” düşünenlerin akıl tutulması yaşıyor olmalarıyla karşı karşıyayız. Oysa dünyanın gittiği yönü anlamak hiç de zor bir durum değil, endüstüride 5-0 tasarlanırken, iletişimde inovasiyon teknolojisinin vardığı boyut, siyaset ve felsefede post-modernizmi tartışırken, demokraside yerel-direk yönetimi öngörürken, biz ise nohut-fasulye ekmenin ne kadar önemli bir şey olduğunu birbirimize anlatıyoruz.
Dünyada yaklaşık ikiyüz yıllık siyasi yönetim biçimi olan “özerklik” kavramının başına “demokratik” geçirilmiş hali ile ne kadar önemli bir teori olduğunu söyler dururuz. Ama dünya kültür mirası, insanlığın ortak malı, yeryüzünde az kalan temiz su kaynağı, ruhsal dünyamızda da manevi değeri olan, Munzur Nehri’nin kaynağının hemen yanında olan Ovacık’ın kanalizasiyonu neden akmaktadır, sorusunu soramıyoruz kendimize.
Bütün bunlarla birlikte, etki yaratmak ve toplumsal dönüşümün kesinlikle birincil yolu düşünsel paradiğma eleştirisi, kalıp ezberlerden kurtulmak en önemlisi de aklın özgürleşmesinin dinamiğini oluşturmak ve buradan çıkacak aydınlanmadır. Bakınız aydınlanma konusunda, Alman felsefesinin kurucularından, Immanuel Kant’ın iki asır önce söylediğine tekrardan gitmek gerekiyor: “Aydınlanma, kişinin kendi aklını kullanmaya cesaret etmesidir.”
Ortaya çıkan küresel çatışmanın yaratığı risk haritasının ve hayatımızın her alanını etkisi altına almış çatışma dinamiklerinin tam ortasında olmamız nedeniyle, doğru sorular soran ve nedensel hipotezlerini düşüncenin spekulatif gücünün ancak bir ampirizm dahilinde, nesnel durumla “gerçeklikle” ilişkilendiren bir bakış açısına ihtiyaç olduğu bir dönemden geçiyoruz.
Günümüz dünyasında “bilgi” yeni bir siyasi anlam yaratıyor. Bununla bağlantılı olarak risk toplumunun siyasi potansiyelini ve gücünü, toplumun karşı karşıya olduğu riskler hakkındaki bilginin kökeni ile çok ilişkilidir. Yani yaşanan toplumsal felaketin siyasi potansiyelini görerek, doğru bir makro eylem planı, “yerelleşme” (local politics), “yenilenme” (policy renaissance) ve siyasetin rasyonalleşmesi gerekmektedir. Yerelleşme siyasetinin global boyutunu, önemini anlamayanlar “mikro miliyetçilik” gibi negatif bir kavramın arkasına saklanmaktadırlar. Oysa bugünün dünyasında, evrensel değerlere ve projeksiyona sahip olmayanlar, yerel değerleri de üretemez ve yerel değerleri koruyamazlar.
Ortaya çıkan küresel çatışmanın yaratığı risk haritasının ve hayatımızın her alanını etkisi altına almış çatışma dinamiklerinin tam ortasında olmamız nedeniyle, doğru sorular soran ve nedensel hipotezlerini düşüncenin spekulatif gücünün ancak bir ampirizm dahilinde, nesnel durumla “gerçeklikle” ilişkilendiren bir bakış açısına ihtiyaç olduğu bir dönemden geçiyoruz.
Siyaset, demagoji ve anlamsız hayallerin savunusu veya eylemi kesinlikle değildir. Aksine hayatı analitik çerçevede kıyaslamak aklını esas alır ve dürüstlük gerektirir. Siyaset toplumsal sorunların çözümü ve hayat kalitesini her açıdan arttırmak için yapılan bilinçli “nesnel karşılığı” olan bir eylemdir.
Dersim toplumu olarak son elli yıldır, “travmatik süreklilik” gibi psikopatolojik bir toplumsal fenomenle karşı karşıyadır. Buna Dersim 37-38 Soykırımı’nın genetik mutasyon yolu ile aktarılmış soykırım travmasının etkilerini de eklersek durumun ne kadar komplike ve karmaşık olduğunu anlamış oluruz. (New York’daki Mount Sinai hastahanesinden Prof. Rachel Yehuda başkanlığında ki ekibi, Nazi döneminde soykırıma tanıklık etmiş Yahudiler üzerinde yaptığı çalışmada tarvmanın genetik aktarımla yapıldığını tespit ettiler.-bbc news)
Bu ağır kaotik şartlar Dersim’i, çoğunlukla ütopyaları nesnel olarak değişmiş, birçok negatif imgelerle şekilenmiş gelecek perspektifsizliği, sosyal hayatın rasyonaliziminden uzaklaşarak “kriz toplumu” haline gelmiştir.
“Savaş bunalımı” bütün toplumu adeta çürümenin eşiğine getirmiş, savaştan kaynaklı nevrotik durum üniter bir sendrom olarak sürekli tetiklenmekte, bir bütün olarak doğal gelişim rezonanslarını felç etmiş, realitesini ve kültürel normlarını kaybetmiş, adeta “Posttravmatik stres bozukluğu” sendromunun ciddi septomlarını taşıyan bir toplum haline gelmiş bulunmaktayız. (Posttravmatik stres bozukluğu-savaş, kaza, tecavüz, katliam ve feci şekilde ölüme tanıklık gibi durumlar sonrası travma yaratan bir olayın yaşanmasında, kişilerde bu gibi olaydan uzun zaman geçtikten sonra kalıcı bir travmatik sendromlar yaşaması durumudur. 1970’lerde ABD’de Viyetnam Savaşı’ndan dönen askerlerde savaşta karşılaştıkları sinir bozucu olayların tekrar yaşandığı, olayları hatırlatan durumlardan şiddetle kaçınma, uyumakta zorlanma, arkadaş ve aile ilişkilerinde sorunlar yaşama, dikkat dağınıklığı ve öfkelenme egilimi gösterdikleri, olayı hatırlatan durumdan kaçınmaya yol açan aşırı uyarlanmışlık, kaygı ve kolayca irkilmeyi içermektedir. Psikiyatri disiplini, mental bir anksiyete bozukluğu olarak tanımlamaktadır.)
Bu patolojik durumun daha önemli bir noktası da, sadece “savaş-şok”larının toplumdaki çok boyutlu etkilerinin ürettiği ve savaş yükü ile bağlantılı etiyolojik faktörlerin görüldüğünden çok daha karmaşık olmasıdır. Uzun süreli şavaşın ürettiği dehşet, kaygı ve öfke, ayrıca fiili olaylara tekabül eden temsiller, toplumun bütün bireylerinde analitik algının dağılmasına, toplumsal olarak ruhsal çöküntüye yol açmıştır. Bu durum bireylerde utanma ve mahçubiyet duygusunun yıpranmasına, hiç farkında olmadan, sosyal-adalet duygusunun da yitirmesine neden olmaktadır.
Bu ağır kaotik şartlar Dersim’i, çoğunlukla ütopyaları nesnel olarak değişmiş, birçok negatif imgelerle şekilenmiş gelecek perspektifsizliği, sosyal hayatın rasyonaliziminden uzaklaşarak “kriz toplumu” haline gelmiştir. Bir toplum rasyonalitesini nasıl kaybeder ve bu durum nasıl sonuçlar doğurur? Bu durum intikam duygusunu sürekli doğuran bir toplum olarak kini ve şiddetti politize ederek, şiddetin günlük hayata girmesinin normalleşmesi algısının yerleşmesine ve kalıcılaşmasını sağlar. Ayrıca bur durum, farklı formlarda, sürekli yeni araçlarla kendisini ürettirerek pratik “şiddet kültürü”nün yaygınlaşmasına bir sosyo-patolojiye dönüşmesine yol açmaktadır.
Şiddet ve şiddetten sakınmak da toplumsal olarak öğrenilen bir şeydir. Bu kadar şiddetle yoğrulmuş bir ortamada, kişi hiç farkında olmadan sosyal problemlerini şiddetle çözebileceğini öğreniyor. Bu “öğrenmeyi” kırmak ve normaleşmesini sağlamak için çok zor ve uzun eğitim-rehabilite süreçleri gereklidir. Hatta bu durumlar için insan üstü bir çaba da gerekebilir. Yetersizlik, başarısızlık, değersizlik duygusu toplumda inanılmaz boyutlarda yer etmiş ve bununla başa çıkmak için çoğunlukla bireysel planda “tükenmişlik sendromu”nun etkisiyle tam tersini yapmaya çalışıyoruz.
Moderleşme, şiddetin ve savaşın yaratığı zorunlu göçün ve savaşın bütün toplumu çürüttüğü gibi, kültürel normları dejenere ettiği; kişilikli insan yetişmesinin bütün zeminini de yok etmektedir. Özgür bireylerde kişilik gelişir, baskı altındaki bireyler, doğru bildiği gibi değil, kendisinden istendiği gibi davranmak zorurda kalır. Uzun süreli savaşlarda, yeni yetişen jenerasyonda bu davranış ve kültürel kalıplar itrazsız ve normalmiş gibi kabul edilir. Savaşan güçlerin fiili, fiziki baskısı ve uyguladıkları “duygusal şiddetin” etkisi ile nasıl kişilikli davranabilir ki insan. Çok doğaldır ki, bireyler kişilik parçalanması yaşayacaktır. Esasında bu durum toplumun bir bütün olarak realite kaybı yaşamasına ve “sosyal şizofreni”ye sürüklenmesine yol açmıştır.
Dersim, kendisine benzeyen, kendi kültürel kodları ile dünyada hetrodoksi denilebilenecek ve “Dünya Kültür Mirası“nın her boyutu ile korumaya alacağı uluslarası ve insanlığın ortak kültürel mirası olarak kabul edileceği bir topluluktur. Dersim, bu koruma kriterlerini fazlası ile taşımaktadır. Dersim toplumunun içinde bulunduğu objektif durumu, herşeyi ile tehdit altında olan bir “Risk Toplumu” olarak tanımlamak gerekir.
Kanıksanan ve içselleştirilen bu durum, genel anlamda sosyolojik ve psikolojik düzlemde davranışsal bozukluk, norm dejenarasyonu, ahlaki çöküntü ve süreç içerisinde kültürel kodları yaratan referans çerçevesinin kırılmasına, silikleşmesine yol açar. Patolojik bir eylemsellik olarak şiddet ve şiddetin üretimi, çoğunlukla uygulayan ve mağdurlar arasında bir süre sonra asimetrik bir güç ve otorite ilişkisi oluşmaya başlar. Örgütlü Bir şiddet aygıtı olarak devletin, potansiyel olarak yok edilmesi gereken bir toplum olarak gördüğü Dersim toplumu, giderek devlete tersten benzeyen siyasal örgütlerin şiddeti de eklenince bu noktaya geldi.
Şayet normalizasyon koşulları tekrardan sağlanamazsa, toplum ya çökecek veya anormalleşmeyi büyütecek ölümcül bir tercih ile karşı karşıya kalacaktır. Eğer yeniden rasyonalite kazanma seçenekleri dışarda bırakılırsa toplum, geçmişte yaşadıklarından dolayı geleceği düşünme enerjisini tüketmiş, sürekli krizler yaşayan bir topluma dönüşmüş, sürekli tekrarlanan döngüsel bir anafora sürüklenecektir.
Dersim, kendisine benzeyen, kendi kültürel kodları ile dünyada hetrodoksi denilebilenecek ve “Dünya Kültür Mirası“nın her boyutu ile korumaya alacağı uluslarası ve insanlığın ortak kültürel mirası olarak kabul edileceği bir topluluktur. Dersim, bu koruma kriterlerini fazlası ile taşımaktadır. Dersim toplumunun içinde bulunduğu objektif durumu, herşeyi ile tehdit altında olan bir “Risk Toplumu” olarak tanımlamak gerekir.
Risk Toplumu aynı zamanda bir normatif özeleştiri toplumu olmalıdır ki riskleri ve toplumu tehdit eden potansiyelleri anlama konusunda nesnel sonuçları algılanabilsin ve karşı koymanın fiziksel dinamiklerini oluşturmanın nesnel zemini yaratabilsin.
Risk toplumunun kurtuluşu için politik epistomolojinin parametreleri olarak gerçek bir siyasi hareket ve aydınların yaratacağı güven hareketidir. Bütün bu riskleri toplumsal bakımdan tanıma, önleyici konseptlerin bilimsel bilgi ve siyasi eylemi ile arasındaki diyalektik bir denklem kurulursa, toplum sosyal-politik önleyici eylemi ile risk süreçlerinden çıkarılabilinir.
Dersim toplumun bir bütün olarak etno-kültürel, etno-politik, etno-demoğrafik ve etno-coğrafik yapısını tehdit eden birçok veri tabiki sunulabilinir.
Konu uzayacağından ben sadece bunun bir boyutu olan etno-coğrafik risklerin büyüklügünü görmek açısından coğrafyamızda yaşam alanlarının nasıl ortadan kaldırıldığının ve etnik yoğunluğumuzun tahrip edildiğinin; kültürel dokunun ortadan kaldırıldığının kanıtı niteliğindeki barajlar örneğini belirtmekle yetineyim.
“Munzur havzasına 4 baraj ve 5 HES projesi planlanmış, 1985’de yapılan Mercan HES kaçak olarak yapılmış. Peri suyu üzerinde 3 baraj kaçak ve hukuksuz yapılmış. Çemizgezek Tağar suyu üzerine HES projesi, 1967’de planlanan Gökçek Köyü İnderesi HES projesi. Pertek-Singeç 2 HES projesi-Çobanyünak-. Dinar deresi HES, Uzunçayır barajı, Pülümür vadisi1-2 Regülatörü ve HES projeleri, Hakis deresi HES projesi. Haskar deresi HES projesi. Kutuderesi HES projesi ve Derman HES projesi, Karasu üzerinde Sansa ve Armağan HES projeleri, ayrıca 3 baraj, Pülümür-Abdalan HES projesi, Kiği-Yedisu 6 HES pojesi (3’ü yapılmış durumda), Tercan’da 2 HES projesi, Elbistan’da 1 HES projesi. 145 maden çıkarma projesi bulunmaktadır ve bu projelerin taahhütname ve sözleşmeleri yapılmıştır. Bu projelerin en büyük ve yıkıcı olan ilk 3’ünü sıralarsak;
- 43 bin hektarlık alanı kapsayan Merkez-Geyiksu dan başlayıp Munzur vadisine paralel ve güneyde Yılan dağı olmak üzere Munzur gözelerine kadar ki bölge Altın Madeni çıkarılmak için Çalık Holding lisans ve sözleşmeler yapılmıştır. Bu projenin ölümcül etki alanı yaklaşık 250 kilemetrekaredir.
- Mercan dağlarında krom çıkarılması-işletilmesi.
- Pertek-Vaskürt (Çakırözü) Mermer çıkarma alanı.”
(Kaynak: Dersim Barosu ve Sanayi ve Ticaret Odası)
Risk toplumunun kurtuluşu için politik epistomolojinin parametreleri olarak gerçek bir siyasi hareket ve aydınların yaratacağı güven hareketidir. Bütün bu riskleri toplumsal bakımdan tanıma, önleyici konseptlerin bilimsel bilgi ve siyasi eylemi ile arasındaki diyalektik bir denklem kurulursa, toplum sosyal-politik önleyici eylemi ile risk süreçlerinden çıkarılabilinir. Rasyonal bir siyasetin, öngörüleri ve sonuçları analitik bir mantık çerçevesinde açıklayamayan her politik hareket, çözümler de üretemez. Ayrıca bizim coğrafyamızda bu hareketler fiilen miadını doldurmuş, sorunun birer parçaları haline gelmişlerdir.
Soruların nasıl sorulduğu, nedensel hipotezlerin nasıl oluştuğu, bizi doğru bir çözüme götürecek tek yol olarak duruyor. Suriye’deki şavaşla birlikte devlet ve iktidar erki sürekli ve sistemetik olarak “alevi fobisi” propagandası ile Alevileri bir bütün olarak kamusal alanın dışına çıkardı. Alevilere karşı yapılacak bir “soykırım”ın fiziki-piskolojik arkaplanını ve motivasiyonunu oluşturmuş durumdadır. (1915 öncesinde, Ermeni aydınları büyük bir yanılgı yaşadılar. Bu yanılgı ve öngörüsüzlük büyük bir felaketle sonuçlanıdı. Oysa önleyici mekanizmalar geliştirebilirlerdi.)
Türk Devletindeki niteliksel-yapısal değişiklikten sonra, Alevi toplumu potansiyel ve içdüşman kateğorisine alındı ve İran’nın nüfus alanı olarak tanımlandı; bölgesel çatışmanın temel ekseni olarak da böyle şekillendi.
Soğuk savaşın kilit ülkesi Türkiye’de dört ana sorunlu alan olarak tanımlanan, Karadenizdeki Laz etnik yapısı, Hatay’daki Arap-Alevi stoku, Kürt etnik nüfusu ve coğrafyası ve Alevilerin yoğun yaşadığı coğrafya (Hatay’dan başlayıp Varto’da son bulan Alevi yayı).
Devlet açısından bu asimetrik savaş stratejinin birçok parametresi ve boyutları kesinlikle vardır ve normal durumda yapamayacağı birçok politik hedefi, bu savaşı gerekçe göstererek, devlet terörünü meşrulaştırarak, yerel ve uluslararası tepkileri-itrazları tolere etmektedir.
Karadeniz de 1980lerde başlayan ve derin-devletin planlı milliyetçi hareketi güçlendirme, Hatay da sistematik şekilde sürdürülen ve demografik yapıyı bozmak için nüfus transferleri, yabancı ülkelerden gelenlerin zorunlu iskanı ile etnik yapısı değiştirildi. Asıl sorun ise Kürt sorunu ve Alevi sorunudur. Hem iç içe geçen hem de ayrı yanları olan, fizikte ki birleşik kaplardaki ilişki gibi tanımlanacak bir durum gibi. Devletin en büyük korkusu, bu iki güçlü muhalefetin potansiyelinin birlikteliğidir.
Bir Pentagon stratejisi olarak bilinen ve Türkiye’nin de Osmanlı’dan devir aldığı politika ile sentezlenen etnik temelli düşük yoğunluklu savaş politikasının labutuvarı hiç kuşku yok ki son kırk yıldır Dersimdir.
Devlet açısından bu asimetrik savaş stratejinin birçok parametresi ve boyutları kesinlikle vardır ve normal durumda yapamayacağı birçok politik hedefi, bu savaşı gerekçe göstererek, devlet terörünü meşrulaştırarak, yerel ve uluslararası tepkileri-itrazları tolere etmektedir. Bu gerekçe ile köyleri yakmakta, göç hareketini hızlandırmaktadır. Devlet, özel güvenlik alanları oluşturarak bölgeyi insandan arındırma, toplu katliamlar yaparak, demokratik-hukuksal işleyişin bir bütün olarak ortada kaldırıldığı kendisi için ideal bir ortam yaratmış olmaktadır.
Bölgede bulunan silahlı hareketler ya direk ya da dolaylı olarak bu politik stratejinin sürmesinde temel rol oynadıkları bir varsayım değil. Her yıl dalları budanan ve bir sonraki yıla tekrar filiz verecek şekilde bırakılan, Dersimlilerin “bizim çocuklar” dedikleri kesimin bu durumu anlamaları zaten mümkün değil. Çünkü “konuyu” bilmiyorlar.
Ama Kürt hareketinin son yirmi yıllık pratiği “hizmete hazırım” ile başlayan süreç bu denklem üzerine oturmaktadır. Bu denklemi doğru çözenler, bu kirli siyasetin labirentlerinden çıkmak için okun yönünü doğru takip edenler, tarihin en büyük trajedisini görebilirler. En azında kısa dönemi anlamak için Selahattin Demirtaş’ın neden cezaevinde olduğunu, Roboski davasının neden AHİM’e taşınmadığını, ya da Kürt şehirlerinin nasıl yerle bir edildiğini ve binlerce gencin bodrumlarda napalm bombaları ile kül edildiğini anlayabilmek için aşağıda verdiğim alıntı bu perspektifle okunursa anlaşılır:
“Bakın, bunlar ben olmasam orda çoktan ABD-İsrail ittifakına yem olmuşlardı. Siyaset bilmiyorlar, Dersimden çekilme kararı aldılar. Dersim bırakılır mı, böyle şey yapılır mı? Bana hemen bildirdiler, Sayın Ecevit’e de bu konuda mektup yazdım. Dedim burdan çekilme olmaz, bir iki birlik sayıları 200-300 geçmeyecek bir gücü orda tutmak lazım. Burda (Dersim) ortaya çıkacak bir boşluk başkaları tarafından doldurulur. Biliyorlar, Sayın Atasagun (MİT Müşteşarı) bildirmiş, demiş biz de istemiyoruz o bölgeden tamamen çekilmesine” (Öcalan’ın Avukat Görüşme Notları. Yeni Özgür Politka)
Tarihsel olarak siyaset bilinci ve eylemi, kendisi ile ve iktidar arasındaki muhalefet üzerine kurulmuş toplumun en temel sorunları siyasetin konusu olamamıştır. Bir siyaset projesi olarak “Dersim Meclisi” ne karşı yapılan itirazların veya engellemelerin Dersimlilerden gelmesi kronik bir durumun göstergeleridir.
Dersimliler, tarih boyunca ve gerekse yakın tarihte kendileri için “Dersim Siyaseti” ile bağlantılı siyaset yapmanın herhangi bir parametresini oluşturacak hiçbir eylem yaratamadılar. Ne kendilerinin farkındalığının farkında oldular ne de toplumsal sorunları konusunda kollektif bir ortak hafıza ve stratejik bir eylem planına dönüşecek ortak aklı yaratabildiler.
Bunun bir çok nedeni var elbette. Başlıca iki temel faktör, kendi olma bilinci, kendi kendini yönetme kapasitesinden yoksun görme ve iktidar kurma kültürü konusundaki tarihsel mirastan yoksunluk ya da iktidar olma bilincinin olmaması.
Tarihsel olarak siyaset bilinci ve eylemi, kendisi ile ve iktidar arasındaki muhalefet üzerine kurulmuş toplumun en temel sorunları siyasetin konusu olamamıştır. Bir siyaset projesi olarak “Dersim Meclisi” ne karşı yapılan itirazların veya engellemelerin Dersimlilerden gelmesi kronik bir durumun göstergeleridir. Oysa “öteki”lerin itirazları olması gerekirken, Dersimlilerin itirazı paradoksal bir durumdur.
Bizim kuşak (50-70 arası) abartısız söylemek gerekirse tarihsel bir görev ve ağır bir sorumlulukla ile karşı karşıyadır. Bu durumun oluşmasında kısmen payı olan bizler, toplumun içine girdigi bu ölümcül girdaptan çıkması için bir çığır açmamız olanaklı görülüyor. Daha doğrusu bunu yapmak zorundayız.
Bunun için düşünsel alışkanlıklarımızı ve siyaset yapma tarzımızdan köklü bir kopuşla ve paradigma değiştirerek, ezberlerimizi bozduğumuz ve sorunların kollektif aklın oluşması ile aşılabileceğini veya bu yönde bir bilincin oluşması ile mümkün olacağını anlamak ilk aşamadır.
Bu siyasi akıl, Dersimi kendisine eksen alan; toplumun karşı karşıya bulunduğu bu ağır duruma ve sorunlara akılcı-analitik ve nesnel öneriler de bulunan bir “Dersim Siyaseti” olmalıdır. Biz Dersimliler bu son şansı kullanmak durumu ile yüz yüze olmanın ciddiyetini ve sorumluluğu ile hareket etmeliyiz.
Modern örgütlenmelerin parametrelerini oluşturmak, bugün olanaklı değilse bile bu konuda miras bırakmak, bizden sonraki kuşaklara fundament tarih ve bilinci oluşturmak açısından önem arzetmektedir. Bu depolitizasyonu fırsat bilen bazı çıkar grupları, Avrupa’nın ortasında dini ve siyasi güç devşirmek isteyenler, aşiret toplantıları organize etmektedirler. Viktor Hugo dediği tam da bu durumu anlatır, “Din, hırsızlar ve kalpazanlar için mükkemel bir araçtır”
Biz modern toplumun siyasal mekanizmalarını, dünyadaki insanlığın ileri değerleri, evrimsel dönüşümleri, çağın gelişmelerini iyi okuyan bir “siyaset vizyonu” ile “toplumsal konsensüs hareketi” yaratarak oluşturabiliriz. Makro düzeyde oluşturulacak bir siyasetle, toplumun bütün sorunlarına çözümler ve yol haritası oluşturan ve yeniden inşaasını şekillendiren “yerel yönetim politikası” ile ancak bir kalkınma yaratılabilinir, risk toplumu olmaktan çıkarılabilinir.
Bir Fransız atasözüdür, “Kurt postu içinde ölür”. Durum gösteriyor ki Dersim’de bir süre sonra hiçbir kurt postunda ölmeyecek. Tarih bir kez daha Bertholt Brechht ’i haklı çıkardı, “Her savaşta geriye üç ordu kalır, ölüler ordusu, yas tutanlar ordusu, hırsızlar ordusu”. Dersimdeki durum ne yazık ki, bugün budur…
Toplumun Theodor Herzl gibi idealistlere, Che Guevara gibi romantiklere, Jean Paul Sartre gibi kişilikli aydınlara, isim listesi çok uzun olan, herbiri ile büyük onur duyduğumuz, Dersimin yiğit insanlarına, bugün daha cok ihtiyaç var kesinlikle…
“Düşünmeyi ögrenmiş hiç kimse, bir şeye körü körüne inanmaz.” (Tolstoy)
YAZARIN DİP NOTU: Bu yazının asıl konusu Dersim’de yapılan ve bir alan çalısmasını kapsayan travma ve savaş şartlarında doğmuş, büyümüş 18-25 yaş kuşağının “psiko-sosyal durumu” ve “risk toplumu analizi”ni anlamak için kognitif veriler elde etmek amacıyla yapılandırmış bir kontex içindeki sorulara cevaplar aramak ve nesnel bulgular elde etmek konulu araştırmadan oluşmaktadır. Bazı sorularda kontex dışında, görüşme esnasında sorulma tekniğinden yararlanılanarak yapılandırılmıştır. Bu çalışma 2017 yılının Aralık ayın da “ülkeye süresiz giriş yasağı” konulduğu için tamamlanamadı. Ama bu yarım kalmış çalışmada, “Munzur suyunun ışıltılarını” görür gibi olanlar kesinlikle yanılmıyorlar.