“Bıra u delal, mawe xerdi; se kena? Heq u Oli ra, Xızır u Duzgı ra rındenia tu, rıdenia sıma vazon. Zaw zeç çutıriyo; hal durımê mulxutê çêyi…/güzel yürekli kardeşim; nasılsın? Hak’tan iyi olmanı dilerim. Çoluk çocuk nasıllar ve ev halkının durumu…” şeklinde beni selamladı, hal hatırımızı sorduktan sonra sözlerini şöyle sürdürdü:
“Qusırde nia mede; torê zamet benu hama ju vastena mı tora esta. Kıtavê “Hamit Zübeyir Koşay; Anadolu’nun etnoğrafya ve folkloruna dair malzeme-1”. Ney şikina mırê tedarik bıkerê burısnê…/sana zahmet olacak ama senden bir isteğim olacak; bu bir kitap; bu ünlü arkeoloğun Alacahöyük ile ilgili etnoğrafya ve folklor üzerine araştırmalarını konu almaktadır. Sanırım, Dersim ve Aleviliğine dair bazı bilgiler içermektedir. Bu sebeple bana bunu temin edip gönderebilirsen çok memnun olurum…” şeklinde, benden bir ricası oldu…
***
Ülkede, memlekette bu yıl yağmurlar ve soğuklar gecikmiş, bu vakitler sanki yaz, tüm sıcağını bu güz ayından borçlanarak hala sürdürüyor gibiydi. Keza her yıl ağustos ayının son haftası veya eylül başında güz yağmurları memlekete merhaba derdi ve insanları o uzun ve sonu gelmeyen, sıcaklara karşı bir nebze olsun ferahlatır ve mutlu ederdi. Eskiden, bu vakitlerden çok daha erken bir zamanda bu yaşanırdı. İnsan sabah kalktığımda, her yeri buram buram ıslandığı için kurumuş ot kokusu sarardı. O kavurucu ve sonu gelmez, günlerce hatta aylarca gökyüzünün bir tek beyaz buluta hasret kaldığı günlerin aksine gökyüzü beyaz ve gri bulutlarla kaplanmış olur, havadaki o tatlı serinlik ve ıslaklık, ot kokusuyla ve gri bulutlarla birleşince insanın kendisini mutlu hissetmesine yol açardı. Bu yıl bu duyguyu çok gecikmiş olarak, güzün bu ikinci ayının hemen hemen sonunda ancak yaşayabildim…
***
“Kewrayeni (Kirvelik): Kirvelik, ‘Mısayıvlık’ bölümünde belirtildiği gibi, mısayivlığın zahir alemde uygulamasıdır. Mısayivlık iman, kirvelik ise yiqrar (ikrar) olarak belirtildi. Zahir alemin uygulaması olan kirveliğin kökeni de elbette zahir alemde aranmalı. Kirveliğe, ‘Peygamber dostluğu’ da deniliyor. Bu adlandırma bize, kökenin bir peygambere dayandığı konusunda ipucu veriyor. Kirvelik geleneğinin dayandığı iki peygamber var: İbrahim ve İsmail peygamberler. Hikâyenin özeti şöyle: ‘İbrahim peygamberin doğan erkek çocukları hep ölürler…” *
***
Dersim’den çok çok uzak olan bu şehirde, bu Anadolu bozkırında ekseriyetle sabah erken bir vaktinde kalkar, her gün yaptığım gibi bu gün de güneşe dua ederek onu karşılamayı düşünmüştüm. Oysa bugün, bu kentte yağmur vardı. “Burada yağmur varsa belki de Dersim’de de yağmur vardır. Bu mevsimde, bu yağmurda kim bilir şimdi oralar ne kadar da güzeldir; ah şimdi meşe ormanlarının kıyısında, o Munzur’un kıyısında, suya tek tek düşen sarı kavak yapraklarını seyre koyulmakta olsaydım; ne de güzel ve hoş olurdu…” diye iç geçirdim kendimce. Sonra, bulutların arkasında kısa bir süreliğine beliren güneşe ve yönümü çevirerek yeni başlamış olan güne: …
***
“Sünnetin hikâyesi kısaca şöyle. Dersim’de yaygın bir geleneğe göre erkek çocukların saçları yedi yaşına kadar kesilmezdi. Daha önce erkek çocukları ölen aileler daha ileriki yaşlara kadar da saç kesmezlerdi. Saç kesildiğinde bir kurban ile birlikte keserlerdi…”.*2
***
“Ya Tija Oli, ya Tija Homete u Mıhemedi! Tu xêr ama/Ya Haq, cemal u comerdiya torê sıkırvo/Tu hometa ho taride nıverda/Werte hometa hode xêra xo vaze/Neq u sıtsızu ma u, az uze ma ra duri berê/İsone ramaniye raste ma u, zaw zêçe ma biya/Çı dana xêr bıde/Nas u dostu, isonê rındi, domanu tengiye de meverde/ Ma ki xatırê yinu versane/Çêvero de xêr na hometa xorê rake/Kose jü de ki ma u az uze marê rake/Ğezeve to ke este, ğezna tode bımane…”.
Görüldüğü üzere Dersimlilerin “Xızır” başta olmak üzere “Duzgı/Kêmerê Duzgıni” ve “Muzır/Munzur” gibi evliyaları aracı ettikleri, adı “Raa Heq/Haq” olan “tek tanrılı” inancında bu türden dua ve gülbenglerin sonu yok; bin bir çeşidi var. Nicesi derlenemediği için, nicesi tarihsel sözlü hafızanın sekteye uğramasıyla, nicesi başka dinsel asimilasyonlar vasıtasıyla ya değişti ya da tamamen unutulup gitti. Adını Tanrı’nın Nuru-Işığı’ndan alan ve zamanla “doğruluğu, hak yememeyi, zulme uğrayandan yana olmayı ve de tabiata saygınca bir bağlılığı felsefe edinen bu inançta herkes amasız ve aracısız yüreğinden gelerek istediği gibi Hak’ka seslenmekte, ondan bazı iyi dileklerde bazen direkt, bazen de bahsi geçen evliyalar ve ziyaret mekanları vasıtasıyla bulunabilmekteydi. Üstelik o kadar mütevazice; “evvela başkalarını gör, sonra köşesinden, kıyısından bir parça da bizi gör” diyerekten.
Tanrıya, evvela kendi adına istekte bulunmaktan ziyade, kendi mutluluklarının ve dünya üzerinde yaşayan başka insanların mutluluğundan geçtiğini bilecek kadar bir bilinçle bunu yerine getirmektedirler. Doğa ile uyumlu, onunla bütünleşmiş, yaşamın her anının, doğadaki her yerin inanç mekanı olarak görüldüğü, adeta bir mekânsızlık aleminde; kendileri dışında diğer insan, hayvan ve canlıların hakkının da olduğunu ve bunu yememeleri, teslim etmeleri gerektiğini düşünerekten. Peki bu, ne zamana kadar böyle sürdü, sürdürülebildi?
Ta ki o güzelim köylerimizi bırakıp da şimdi bir başına yapayalnız bir lokma ekmek uğruna başkalarının hakkına ister istemez ‘göz koyduğumuz’, kendimiz için yaşamaya çalıştığımız bu kahrolası gürültülü ve beton yığını şehirlere gelinceye kadar; o adı “Dêsim” olan ve adeta yüreklerinde kocaman bir “ülke” gibi yaşayanlarının yüreğinde yer edinen, dağı taşının, kurdu kuşunun, börtü böceğinin, suyu ağacının kutsal olduğu, büyük bir saygı beslendiği o coğrafyada…
***
İşte böyle: Sabah gün doğumuna yıllar öncesi nenemin yaptığı gibi duamı okuduktan sonra, kendime sütlü bir kahve eşliğinde yukarıda satır aralarından alıntı yaptığım kitaba bir süreliğine ara vermek zorunda kaldım. Keza böyle güzel bir güne uyanmış, kızıma kahvaltısını yaptırıp okula gönderecektim. Dönüşte, kızımın bu kahrolası Ortadoğu coğrafyasında hala azcık bir huzuru kalmış bu ülkemde okula gidebiliyor olmasının huzurunu düşünerek ve şükür ederek eve dönüyordum. Toplumuma ait dil ve inanç gibi sosyo-kültürel değerleri çocuklarıma aktaramamanın acısına rağmen.
Dönerken de yol üstünde fırından sıcak bir somun, bakkaldan da biraz keçi peyniri, biraz zeytin aldım. Sokakta yürürken havaya bakıyor, mis gibi kokan ılık havayı ciğerlerimin en dip köşesine gönderiyordum. Arada yüzüme hafif hafif yağan yağmura çeviriyordum. Keza yüzümün ve ellerimin hatta vücudumun, o “nenemin ve milletinin”*3 “bımbarêke/rama Heq u Oli” dediği yağmurla bol bol yıkanmasını istiyordum…
***
“İbrahim peygamberin doğan erkek çocukları hep ölürler. Geride neslini sürdürecek bir oğlu olmadığı için kabilesi tarafından hep alaya alınır ve ‘madem peygambersin, Hak sana neden bir oğlan çocuğu vermiyor?’ sorusuna maruz kalırdı. Bu durumdan bunalan İbrahim peygamber, Hak’ka yakarır ve ‘bana bir oğul verirsen, oğlumu yine sana kurban ederim’ der. Duası kabul olur ve “İsmail” adında bir oğlu olur. Oğlunu çok seven İbrahim peygamber nazara karşı, kötü ruhlara karşı onu korumak maksadıyla erkek çocuğu olduğu anlaşılmasın diye saçlarını kestirmezdi. Ve mutluluktan Hak’ka verdiği sözü de zamanla unutur. Bir gün İsmail peygamber babasına söz verir ve sözünden dönüp dönmeyeceğini sorar…”. *
***
Adımlarım hızlanmıştı; bir an önce eve varıp güzel bir çay demleyecek, televizyonu açarak haber ya da bir belgesel film eşliğinde kahvaltı yapacaktım. Öyle de yaptım: Elimdekileri masanın üzerine bıraktım, ocakta kaynayan suyla tomurcuk çayının etkisiyle o mis gibi kokan çayı demledim. Öte taraftan memleketten henüz yeni gelmiş olan Munzur’un o yalçın dağlarında yeşil meşe yapraklarıyla beslenen mavi keçilerin sütünden yapılma o mis gibi kar beyazı tereyağını ve Gımgım’ın yine yalçın dağları ve yaylalarında buram buram kokan, baş döndüren çiçeklerden süzülüp gelen balı büyük bir mutluluk ve zevkle sofraya koydum…
***
“Kara İyeler’den korunmanın yollarından birisi de onları yanıltmaktır. Türkmen ve Kırmanc ailelerde erkek çocuğu yaşamayan aile, erkek çocuğuna kız elbisesi giydirir. Böylece erkek çocuğuna zarar verecek Kara İye şaşırtılıp ondan kurtulmuş olurlar. Aynı maksatla erkek çocuğun saçı uzatılarak ona kız süsü verilir. Kara İye, o toplumun dilini biliyor olmalı ki yaşamayan çocuğun ailesi Kara İyeler’den korunmak için çocuğa başka bir dilden isim koyar…”.*2
***
Sizlere hemşerim, arkadaşım, abim ve dostum Xal Çalker’in (Hasan Dursun), Gımgım’dan çok uzaklarda yaşadığı acı vatan Alamanya’dan bana bir mesaj atarak; Hamit Zübeyr Koşay’ın, “Anadolu’nun Etnoğrafya ve Folkloruna Dair Malzeme-1 Alacahöyük” adlı eserini temin edip bir şekilde kendisine ulaştırmamı istediğinden bahsetmiştim. Bunun üzerine ben de, biraz da takılmak (Zonê Ma/Kırmancki’de; “yaraniye”) suretiyle kendisine; “Bu eserde ne var, sana neden gerekli?” diye sorduğumda, bana; “Dersim inanç ve etnoğrafyasıyla ilgili bazı bilgiler olabileceğini” ifade etmişti. Bunun üzerine eseri, İstanbul’dan temin edinceye kadar içeriğine dair yüreğimde ve zihnimde büyüyen merakı yatıştırmak için bu eserin, ‘Anadolu’nun medeniyetler beşiği olan Eskişehir’de bir üniversitede mutlaka bulunabileceğini’ düşündüm.
Bu düşünce üzerine bu sene bir hayli gecikmeli olarak yaşadığımız güzel, ılık ve yağmurlu bir güz günü iyice bir ıslandığım halde nefesi bu üniversitelerden birinin kütüphanesinde aldım. Bu eseri bulamadım ama yukarıda paragraflar halinde karşılıklı ve mukayeseli verdiğim, “erkek çocuklarda saç uzatma ve değişik isim koyarak asıl ismi gizleme” konusuna ışık tutan ve bu gerçeği tesadüfen yıllar sonra bu şekilde öğrenmeme sebebiyet veren başka bir eser ile karşılaştımıştım.
Ne yalan söyleyeyim; hakikaten bu “uzun saç” meselesinin altında yatan sebebi bugüne kadar bilmiyordum. Hatta bunun bir sebebinin olabileceği, aklımın ucundan dahi geçmezdi. Belki bazılarınız biliyordu; belki bazılarınız da benim gibi bilmiyordu.
Fakat benim için çok büyük bir anlamı vardı; şöyle ki: Dedemin Dersim-Mameki’nin Mazgirt’e bağlı doğduğum Hezirge köyünde saçlarımı da ta yedi yaşına kadar bu şekilde uzatması, onları aynanın karşısında; “Ez qedae na porê tuye pulkın bıjeri/bu kıvırcık ve uzun saçlarına kurban olayım” diyerekten hemen hemen her gün taramasıydı. Tam hatırlamıyorum ama sanırım saçlarımı köyden taşındığımız Mameki’de 1975’te ilk Türkçe dili ve kelimeleriyle karşılaştığım, Mameki-Gazik’teki Tunceli Öğretmen Okulu bitişiğindeki Hürriyet İlkokulu’na başladığımda kestirmişlerdi…
***
Konuyla alakalı olarak, üniversitede karşılaştığım ikinci eserde yazarın diğer ve bu eserin tamamında Anadolu’da Dersimlileri, “Türk-Zaza-Alevi” olarak nitelediğini, böyle bir “ön kabul-yargı” ile eseri kaleme aldığını belirterek, buna ünlemli bir not düşmek isterim. Keza Dersimliler kendilerini bugüne kadar kahir ekseriyetle inanç kimliği üzerinden tarif etmişlerdir; adeta etnik olarak “kör” kalmışlardır. Bunun sebebi de; muhtemelen birkaç etnik kimliğin yıllarca bu bölgede bir “inanç” şemsiyesi altında adeta bir “kimlikler federasyonu” şeklinde yaşam bulmasıdır.
Bu eserde karşılaştığım bir başka ilginç konu da yine “erkek çocuklar” ile alakalı, “başka bir dilden isim-ad konulması” konusu oldu. Evet, isimlerimiz yıllar içinde çeşitli siyasi-dini ve kültürel akımların etkisiyle ve de cazibesiyle değişmişti. Örneğin; Sey Salla, Mirzali, Gülüzar, Sakine, Sarayi, Xane, Xeycan, Xaskar, Fecire vd. iken evvela Ali, Hasan, Hüseyin, Mustafa, Ayşe, Fatma, Emine olmuş; sonradan da Deniz, Mahir ve Çayan vd. Ve elbette daha sonra da Baran, Sidar, Berfin, Rojda vd. Buna, bir nevi “siyasi, etnik ve dini bir unsurun etkisiyle yaşanan asimilasyon” da diyebiliriz.
Ama konumuz bu değil. Burada mevzu; “erkek çocuğuna gerek saç ile gerek isim ile kız süsü verilerek, onun bir nevi saklanarak, yaşamasını istemeyen metafizik ve mitolojik güçleri karşı onları bu suretle aldatarak korunmaya alınması” meselesidir. “Uzun yıllar gerçek isim yerine başka bir isim verilmesi ve gerçek ismin saklanılması” meselesidir.
***
Tüm bunları düşünür ve yaşarken, gökyüzünde beyaz gri renkleriyle adeta rüzgârla dans edercesine ve sanki acil yapılması gereken bir işleri varmışçasına bir yere koşturup gitme telaşı içerisinde olan bulutları seyrediyordum. Ve güzün geciken yağmurlarıyla bir nebze serinleyen havanın tadı hala hüküm sürmekteydi. Doğa bizimle birlikte yazlık elbiselerini çıkartmış, kışlıkları giymeye hazırlanıyordu. Uzun ve güzel bir kış uykusuna yatma hazırlığı ve telaşındaydı.
Nasıl ki Zerdüş’tün yıllar önce; “Bizim inancımızda mutlu insan; besili hayvanlarıyla dolu bir ağılı, bacası tüten bir evi, karnı tok çocuklarının bahçede oynadığı bir dünyadır” dediği gibi. Ben de her kese, tüm insanlık aleminin çoluk çocuğuyla mutlu mesut, saygılı sevgili yaşadığı bir dünya diliyorum.
Bımanê weşiye de; Xızır, derd u kêder sıma nıdo/kalın sağlıcakla; Hızır, dert keder vermesin!..
* Dersim Aleviliği/Raa Heqi/Dualar, Gulbengler, Ritüeller-Hüseyin Çakmak. Kalan Yayınları.
*2 Dr. Yaşar Kalafat, Eski Türk Dini İzleri/Dini Folklorik Tabakalaşma.
*3 Hüseyin Karataş’a ait bir niteleme.