Avrupa, Türkiye ve Dersim’deki Çalışmalar -1-
Önümde iki fotoğraf duruyor: Biri 1926’sının Türkiye’sin de çekilmiş, diğeri ise tam 90 yıl aradan sonra, 2016’da Almanya’da çekilmiş.
İlkin de yüzleri tam seçilmeyen ve siyah beyaz olan bir kare. Dersim’in önde gelen bir çok yaşlı aşiret liderinin bir arada olduğu, aralarında Vali.. vb, devlet erkanını temsilen şahsiyetlerin de bulunduğu, Mustafa Kemal’in 1926’da Ankara’ya davet ettiği heyetin fotoğrafı. İkinci fotoğraftakiler ise; rengarenk giysiler içinde ki güler yüzlerden oluşan, aralarında bayanların da olduğu, Avrupa Diasporasın da ve Türkiye Diasporasın da yaşayan bir grup Dersimli’nin daveti üzerine, Almanya-Dortmund’a, Kasım 2016’da bir araya gelen, 1938’in cesetleri altında sağ kurtulanların, veya Türkiye’nin farklı bölgelerine sürgün edilenlerin ayakta kalan torunları.
Bir araya gelen bu grubun üyeleri; ait oldukları aşiretleri, veya mensubu oldukları ocakları temsilen buluşmadılar. Onlar atalarıyla, geçmişleriyle gurur ve onur duymalarına rağmen, kendilerini ait oldukları aşiretlerin, veya mensubu oldukları ocakların evlatlerı olarak tanıtmadılar, yada toplum nezdindeki o prestiji kullanmaya kalkışmadılar. Onlar için insani, bireysel ve entelektüel sorumluluk gereği , daha çok; zamanında savundukları, içinde yer aldıkları parti, örgüt ve çevrelerden geliyor olmaları ve bugün de Dersim toplumunun etnik ve kültürel kimliğinin özerkliğini savunmaları, bu değerli görüşleriyle toplum nezdinde kabul görüyor olmaları yeterliydi.
Mehmet Bayrağ’ın hazırladığı Baytar Nuri’nin “HATIRATIM” adlı kitabında aldığımız, siyah beyaz olan ilk fotoğrafın altına düşülen notta anladığımız kadarıyla; Mustafa Kemal’in daveti üzerine 1926’da Ankara’ya giden heyet üyelerin bir çoğu, 1938’de imha edilmiştir. O heyette sağ kalan ise; Malatya Valisi Bozan Bey, Elazığ Valisi Ali Cemal Bardakcı ve bir de Suriye’ye kaçan Baytar Nuri’dir.
İkinci fotoğrafta gördüklerimiz ise, kuruluşu henüz ilan edilen Avrupa-Dersim Meclis üyelerinin bir kısmı. 1926’da ki heyetin uğraş ve çabaları Dersimi, kıyımdan, idamdan ve sürgünden kurtaramadı. Heyet üyeleri de dahil olmak üzere Dersimlilerin birçoğunun sonu ya ip, ya sürgün, yada toplu imha oldu… 90 yıl sonra oluşturulan, 2016’daki heyettin başına neler geleceğini ise henüz bilemiyoruz, yaşayıp göreceğiz.
Peki Dersim’in veya Dersimlilerin 38’ gibi bi felaketi bir daha yaşamaları mümkün mü? Yada öyle bir felaket bir daha yaşanır mı acaba? Evet bence yaşanır, üstelik bu defa daha beteri de yaşanır. Yani Dersim’e bu vuruş son vuruş da olabilir. Türkiye ve Ortadoğu’da yaşananlar, yakın gelecekte Alevileri ve özelde Dersimlileri büyük felaketlerin beklediğinin açık işaretlerini veriyor. Fethullah Gülen yıllar önce İslam düşmanı olarak, ilk Dersim Alevilerini hedef göstermişti zaten. Yavuz’dan günümüze, Ortadoğu’daki Sünni-İslam itiffakını okuyan herkes, bugünün ve geleceğin Türkiye’sini de okuyabilir demektir.
Dersim 38’in parke taşları 1908’den itibaren döşenmişti. Çünki Anadolu’da bir “Ulus devlet-Etat nation” yapılanmasını inşa etme fikri o zamandan itibaren gündeme gelmişti. Bunu da ilk kez Jön Türkler savunmuşlardı. “Jön Türk” hareketi Anadolu da “Ulus devlet” fikrinin ilk kadrolarıdır. Ulus temeli üzerinde inşa edilecek devlet fikrinin ana ülkesi Fransaydı. 1789 Fransız Devrimi’nden sonra icad edilmiş ve inşa edilmiş bir yönetim biçimidir. Kırallık ve imparatorluğa karşı ulus devleti savunanlar, Fransa’yı örnek almışlardı. Jön Türkler (yani Genç Türkler) de Fransa’da eğitim gören dönemin Osmanlı Beyleri’nin çocuklarıydı. Dolayısıyla bu fikri Anadolu topraklarına taşıyan Jön Türkler (Genç Türkler) idi. Bu hareketin savunucuları için Anadolu’da ulus devletin kurulması önünde iki büyük engel vardı. Ayrı bir millet olan Ermeniler ve Müslüman olmayan “gayri Müslim” dedikleri diğer topluluklar. Yani Süryaniler, Keldaniler, Rumlar ve bunlara Alevi –Kızılbaşlar da dahil.
Niye bu etnik topluluklar engel olarak görülür? Çünki ulus adına kuracağın bir devletin iki ana özelliğe, iki temel direğe sahip olması gerekir. Birincisi halkın konuşup anlaştığı ortak bir dili, ikincisi o halkın sahip çıkacağı ortak bir dini-inancı olması gerekir. Yani ”tek dil ve tek din” teorisi burdan geliyor. Bu düşünceye karşı çıkanlar ise, o dönemin sosyalistleri ve komünistleriydi.
1895-1915 arasında Ermenilere uygulanan kıyımla, Ulus devlet kurmak isteyen Jön Türkler, “sorunun” büyük bir kısmını hal etmiş olduklarını düşünürler. Süryani-Keldani kıyımıyla Ermeni kıyımının aynı döneme denk getirilmesi de bu yüzdendir. Çünkü bu topluluklar Sünni-İslam’ın dışında başka bir dini inancın mensubu yani “gayrı Müslim” olup, Türkçe’nin dışında başka bir dili konuşan topluluklardı.
Mustafa Kemal’in 1923’te kurduğu genç “ulus” devletine gelindiğinde, Cumhuriyetciler için birinci derecede tehlike teşkil eden “gayrı Müslim” topluluklar değildi artık. Tehlike; Türk veya Kürt olupta Ermeniler’e, Keldaniler’e ve Süryaniler’e karşı şaha kalkan, 1895-1915 arası kıyımlarda İttihat ve Terakicilerin kullandığı Sünni ve Şaffi İslamcı Müslüman güçlerdi. Çünki o İslamcı fanatik çevreler; Ermeniler’i, Keldaniler’i, Süryaniler’i “ulus devleti veya Cumhuriyet’i” kurmak için kesmediler. Onlar Anadolu ve Doğu Anadolu’yu « gayri Müslimler”den temizleyip, topraklarına, mallarına el koyduktan sonra, Sünni-Şaffi-İslam eğemenliğinde bir düzen kurmak için bunu yaptılar.
Mustafa Kemal de, Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarında bu güçlerle itiffak içerisinde hareket etti. Daha sonra , 1925’ten 1935’e, yani “Tunceli Kanunu” çıkarılan süreçe kadar da, bu fanatik İslamcı güçlerle savaştı.
1935’te “Tünceli” Kanunu’nu gündeme getirenlerin mantığı, 1895-1915 Ermeni, Keldani-Süryani Kıyımı’nı uygulayan mantığın aynısıydı ve hatta o politikanın devamıydı. Onlar için Dersim dedikleri bölge de, Sünni ve Şaffi İslamın kurallarına uymayan Alevi-Kızılbaşların yaşadığı bir bölgeydi. Yani yine Fetullah Gülen’in deyimiyle “aslen Nusayri olan, yani Müslüman olarak görülmeyen” Ermeni, Süryani, veya “gayrı Müslim”lerden pek de farklı olmayan, hatta daha da fazla bir tehlike teşkil eden bir topluluk . 1935’te çıkarılan “Tunceli Kanunu”nun özünde bu anlayış yatmaktaydı. Onlar için “inançsız Kızılbaşların diyarı Dersim’i bertaraf etmek ve Dersimlileri Anadolu topraklarından kazıyıp ortadan kaldırmak gerekiyordu.”
Bu planı 1905’ten itibaren Dersim’e karşı devreye sokarlar. Bölgeye uygulanan izolasyon, baskı ve yapılan askeri seferler, aşiretler arasında kışkırtılan ve çıkarılan kavgalar; Dersim halkını açlığa, yoksulluğa mahküm edip, bölgeyi terk etmek zorunda bıraktırıp göçe zorlamışlardır. Bir çok aşiret ilk göçü o yıllar da vermiştir. Mazgirt’in, Pertek’in, Hozat’ın önemli Aşiret ve Ocak önderleri açıktan tehdit edilip Dersim’i terk etmeye zorlanmışlardır. Bavamansurların, Pilwenk-Xelifanların, Sarısaltıkların, Dervişcemallerin Dersimdeki göçleri o döneme denk gelir. Toplumsal iç huzur yerini aşiretler, kabileler, ezbetler arası kavgaya bırakmıştır. Komşuluk ilişkisi sıfır, iç huzur sıfır, aşiret, kabile, ocak , dede-pir, rayver bağı zayıflamış, birçok yerde sıfırlanmış durumdadır.
Kısacası 1905’den 1935’e gelendiğinde, Dersim’de artık ne birlik, ne dirlik ne de huzur kalmıştır. Dersim-38 felaketine bu şartlarda gidilmiş, kıyımlar bu kuşullar altında yaşanmıştır. 1937’de devlet Dersim’e vurduğunda, Dersim’in artık ayakta kalacak morali, gücü ve takati hemen hemen kalmamıştır. Halkın birlikte hareket edecek ne birliği, ne iradesi ve ne de gücü kalmıştır.
2016’dayız. Arada 80-90, hatta 100 yıllık bir süre geçmiştir. Şimdilk sadece şunu diyebilirim:
Dersim hala birliğini, dirliğini ve huzurunu arıyor. Bir dahaki bölümde bu ve benzeri soruları ve sorunları irdeliyeceğiz…
23 Ocak 2017