DERSİM BİR GÜN HERKESE GEREKEBİLİR!
Bu aralar bir kaç kez Dersim’in başına biriken kara bulutlardan söz ettim. Yeni ve gelecek nesillere borcumuz var. Her gün söz etsek de azdır. Tarih boyunca devletin zulüm, hile ve entrikaları koca koca ciltleri doldurdu. Bunlardan artık söz etmek gerekmiyor. Ama birbirimizle ve “kendi aramızdaki” ilişkiler sistemi bağlamında geride bıraktığımız yığınağı “düzeltmek” hiç de kolay değil.
Derdimi anlatmaya bir anımla başlayayım. 1980 yılı başında, İzmir TARİŞ işçileri sıkıyönetime rağmen, greve başlamış ve iş-yerlerini işgal etmişlerdi. Direniş tüm İzmir yayılmıştı. Türkiye’nin pek çok yerinde direnişi destekleme eylemleri gerçekleşiyordu. Dersim’de de tüm devrimci grupların temsilcileri bir toplantı yaptık. Devletin Dersim’deki sıkıyönetimi, çok daha ‘sıkı’ıydı. 14 Şubat 1980 tarihi için bir eylem kararı aldık. Gelecek saldırılara karşı bir takım önlemler de tartışarak, bir plana bağladık.
14 Şubat sabahı sloganlar eşliğinde mahallelerden şehrin merkezine indik. Devletin polisi ve askeri her müdahaleye yeltendiğinde geri çekilmek zorunda kaldı. Kucaklarımıza doldurduğumuz “taşlar”la onları geri püskürtüyorduk. İçlerinden en yaşlıları bendim. Grup sözcüleri “Piro, gençlere sen göz-kulak olacaksın” demişlerdi. Gençlere gelecek her hangi bir tehlike‘bana gelsin’ diye gün boyu koşturdum. Bazı gençler kontrol edilmeyi dolaştırıyorlardı. Özellikle benim örgütümden olmayanlar.
Akşama doğru tedricen, yukarıdan gözü üstümüzde olan o muhteşem “Düldül Tepesi”ne doğru tırmandık. O ana kadar hiç bir kaybımız yoktu. Dağıldık. Düldül Tepesi’nin Yusufan köyleri yüzüne geçmişken, arkadan koşarak gelen bir arkadaş; “Hüseyin Demir’i öldürdüler” dedi. Olduğum yerde kaldım. Halbuki akşama olmuştu ve dağılma kararı almıştık. Ona rağmen bir kaç genç tekrar çıkmış, açıktan aşağılara doğru silah sıkmış, bir yüzbaşı aşağıdan dürbünlü silahla Hüseyin Demir adındaki Vankuk’lu gencimizi öldürmüş. Diğer gün köyünde bir törenle onu uğurladık.
Hüseyin Demir’in cenazesinin başında tüm Dersimle birlikte, acı çekerek ağladım. Bir yandan da 14 Şubat günü yaşadığımız durum üzerinde kendimle bir iç çatışmaya girmeye başladım. Siz buna bir iç muhasebe de diyebilirsiniz. O gün Dersim idaresi, bir nevi Dersimlilere geçmişti. Devlet tüm birimleriyle kendi sığınaklarına çekilmişti. Duruma bakılırsa biz Dersimi daha uzun günler de idare edebilirdik. Ama nasıl ve ne zamana kadar?
Birkaç gün geçmeden 14 Şubat günü sabahtan akşama, büyük bir dikkatle en rizikolu noktalarda elinde kocaman bir mavzerle dolaşan benden hayli yaşlı olan Demenanlı bir köylü ile karşılaştım. Direniş günü birbirimizi çok sevmiştik. Konuşmak istiyordu. (O başka bir örgüt taraftarıydı.) Mameki merkezde oturan Gaffat Köyü’nden bir akrabasının evine götürdü beni. Çok düşünceliydi. Kendi içinde uzun bir süre düşündükten sonra; o esaslı sorusunu ihtiyatlı sözcüklere soruverdi. “Piro, biz şimdi bu Dersimi tümüyle ele geçirsek, devleti bir zaman buralara yaklaştırmayabiliriz. Ama bu durumu ne kadar sürdürebiliriz.” Ne, hangi hikmet beni ve kırklı yaşlardaki o Demnanlıyı benzer düşüncelere savurmuştu ki? Demenanlı Köylü, sadece okuryazardı. Ama Tertele’den kurtulan atalarının deney ve tecrübelerini dinlemişti. Oradan hareketle; devletin başka kentler ve toplumlara yaklaştığı gibi Dersime yaklaşmayacağına dair güçlü sezgileri vardı. Bunu bana uzun uzadıya anlatmaya çalışmıştı. O Demenanlı köylü tarifi zor bir öfkeli tedirginlik içindeydi. Akıl ışığı, ona bunları yaşatıyordu.
Sonraki yıllarda, Demenanlı köylü ağabeyimle ulaştığımız görüş birliğini, birçok yoldaşımla paylaştım. Dersimde daha farklı mücadele biçim ve yöntemlerinin uygulanması gerektiğine ilişkin görüşlerimi değişik zamanlarda dile getirmeye çalıştım. Dersimde daha özenli, korumacı bir yol izlemeliydik. Başarabilir miydik? Ayrı bir konu. Ama en azından, “en otoriter” araçlara başvurmadan, Dersimi bir aydınlanma alanı olarak koruyabilirdik. Devamla yaşananlardan baktığımızda, bunun hiç de öyle kolay bir şey olmadığı görülüyor. Zira Dersim, Türkiye ve Kürdistan’dan bütünüyle tecrit bir olgu değil. Benim hayalini kurmaya çalıştığım durumun gerçeğe yaklaşabilmesi için, o toplumun, en az son yüz yıllık toplumsal, siyasal, kültür ve hatta ekonomik (olduğu ölçülerde) gelişme evriminin “tam”a yakın bir incelenmesi gerekiyordu. Bizim gerçekliğimiz, başka türlü olmasına imkânlar sunmadığı için, yaşadıklarımız bir nevi yazgımız oldu.
Son otuz yılda yaşananlar, bir dizi geçeği açığa çıkarmış bulunmaktadır. Sömürgeci kıyıcı sistem, Dersimi bir nevi yuttu. Mamekiye ve yedi ilçesinde bir miktar imkanlardan hala söz edebiliriz. Buralarda yılda belki bir miktar üreme’den de söz edilebilir. Ancak köylük alanlarda toplumsal hayat tüm özellikleriyle durmuş durumdadır. Her köyde yılda, en mübalağalı haliyle ortalama üç-dört çocuk dünyaya gelmektedir. Anneler dünyaya getirdikleri çocuklarıyla Kırmançki/ Zazaki konuşmuyorlar. Onlarla Türkçe konuşuyorlar. Üretim tümüyle sıfırlanmış durumda.
Ve şimdi kalan bu kalıntıların, izlerin ve zorlukla vuran kalp atışlarının son nefeslerini vermemeleri için ne yapılabilir? Kalan damarı güçlendirmek, ayağa kalkmasını ve yaşamasının devamını sağlamak olanaklı mı?
Bu, birbiriyle sıkı sıkıya bağıntılı iki durumun gerçeğe yakın bir anlaşılmasıyla mümkündür. Birincisi AKP devleti, Dolmabahçe toplantısının hemen ardından bir “iç savaş” kararı aldı. Bunun koşullarını hazırlamak için her türlü hile ve entrikayı çevirdi. Sokaklarda faşist terör estirmeye bir ivme daha verdi. Tam “iç savaş” işaretini, Türkiye’nin dört bir yanından Suruç’a toplanmış üç- yüz akademisyen adayı sosyalist gencin tümünü katletmeye çalışmakla verdi. O gün bugündür “iç savaş” her geçen gün boyutlanarak sürdürülmektedir. Bir elin parmaklarını geçmeyen onur ve vicdan sahibi aydın dışında toplumun bütün yazar-çizer kesimini de yedeklemiş durumdadır. Geçmişte Kürdlerin ulusal demokratik haklarından bahseden bütün liberal “köşe yazarları”, cümlelerine; “PKK’nin çözüm sürecini bitirmesiyle birlikte” diye başlıyorlar. Tüm egemen sınıf klikleri ve devlet birimleri giderek bir kurallı kalmayan bu kirli “iç savaş”ı can başla desteklemektedirler.
İkincisi, bu savaş neredeyse tarihte yaşanan iç savaşlardan çok büyük farklılıklar gösteriyor. Kürdistan’da sürmekte olan “iç savaş”, sivil insan hayatını hiç önemsemiyor. Devlet Kürdistan şehirlerini çağın en gelişmiş vahşi savaş teknikleriyle dövüyor. Savaş öyle bir seyir almış ki, artık kimse her geçen gün artan sivil kayıpları saymıyor ve önemsemiyor. Bu yeni bir durumdur. Tarihte şehir şehir süren savaşlar da belki çok azdır. En son Nusaybin’e on binlerce asker yığdırıldı. Dahası kimyasal silah kullanmaya başladı devlet. Yaşanan bir nevi Kürd soykırımıdır.
Görünen o ki, hükümet, genelkurmay, bürokrasi, yargı, bütün medya çeşitleri tüm şehirlerimizi cehenneme çevirecekler. Çizre ve Nusaybin’i tank-top ve kimyasallarla alt üst eden zihniyetin altında Rojava paranoyası yatmaktadır.
Sonuç olarak, devletin Dersime daha acı bir ’37-’38 yaşatmasına fırsat verilmemelidir. Yaşanan deneylerden hareketle, başka yerlerde sürdürülen askeri eylem çizgisini Dersime uyarlamaya çalışmanın çok büyük acılara yol açacağını görmek gerekiyor. Bunları öngörebilmek için büyük askeri strateji dehası olmamız gerekmiyor.
Bu dalga Dersime uzandığında iç savaş makinasının bilinçaltı neler hatırlamaya başlar. Onun hemen aklına bu diyarın her vakit, bu devlet için “bir çıban” olduğu gerçeği gelir. Devam eder, alevinin “bu topraklarda” onun birlikte yaşaması haliyle “haram”dır. Üstüne üstlük, son kırk yıldır her gün, bir “terörist üretme fabrikası” gibi nefes alıp veriyor. Bütün bunlar ve sayılacak birçok kendine özgün yapısal orijin, AKP devletine üzerinde “kesin bir ameliye” yapma olanağı verir. Tüm hesaplar bu gerçeğe uygun yapılmalı.
Yaklaşan gerçek tehlikeyi sezinleyerek Dersimi koruyalım. Dersim, bir Cizre ya da bir Nusaybin’i yaşarsa; gelecek günlerde Dersim diye bir olgu göremeyebiliriz. Şirnak, Hakkâri ve Silopi yerlerini değiştirme planları son aşamaya geldi. Devletin bu yönlü provokasyonlarına açılacak en küçük bir kapı; ırkçı faşist katliam planlarının hayata geçmesini son derece kolaylaştıracaktır.
Bu bir panik ya da felaket talallığı değildir. Sur’dan, Cizre’den, Silvan’dan, Silopi’den, Şirnak’, Nusaybin’den ve sırayla devam eden şehir ve kentlerden görünen budur.
Ali Haydar Yıldız’dan Hüseyin Demir’e; oradan, geçen Son Bahar’da Dersim ormanlarında kimyasal gazlarla yakılan İsmail Aydemir’e kadar uzanan tarih diliminde; bunlar gibi binlerce Dersimli ve Dersimli olmayan kahraman devletçe katledildi. O vadiler tarafından yutuldu. Göç ve katliamlar, Dersimi yukarıda çizmeye çalıştığım resim karesine çekti.
Sonuç olarak, devletin Dersime daha acı bir ’37-’38 yaşatmasına fırsat verilmemelidir. Yaşanan deneylerden hareketle, başka yerlerde sürdürülen askeri eylem çizgisini Dersime uyarlamaya çalışmanın çok büyük acılara yol açacağını görmek gerekiyor. Bunları öngörebilmek için büyük askeri strateji dehası olmamız gerekmiyor.
Yaklaşan gerçek tehlikeyi sezinleyerek Dersimi koruyalım. Dersim, bir Cizre ya da bir Nusaybin’i yaşarsa; gelecek günlerde Dersim diye bir olgu göremeyebiliriz. Şirnak, Hakkâri ve Silopi yerlerini değiştirme planları son aşamaya geldi. Devletin bu yönlü provokasyonlarına açılacak en küçük bir kapı; ırkçı faşist katliam planlarının hayata geçmesini son derece kolaylaştıracaktır.
Ümit erdim ki benim bu “uğursuz öngörü”m gerçekleşmez. Ama yaşanması durumunda tesadüfler eseri kurtulan ve başka başka diyarlara sığınan Dersimlileri yeni ve şimdiye kadar yaşananlardan çok daha ağır travmaların beklenmesi olacak. Yanı sıra; Dersimin etrafındaki komşu toplumların, Dersimin tarihinde birikmiş ilerici kültür, siyasal bilinç, felsefi inanış ögelerden yararlanma imkanını yitirmiş olacaklar.
O durumda; tarih okumaları yapan yeni nesiller, bir Dersim aramaya koyulur. Sıralanan ve yazılmayan daha bir dizi başka nedenden ötürü bir gün Dersim her kese gerekebilir diyorum.
Mart 2016, Hüseyin Tekin