Dersim Bütün Kimlik Öğeleriyle Yeni Türkiye Cumhuriyeti Bünyesinde Bir Çıbandı!
Alman Kamu Televizyonu ARD’nin ttt (titel-tehesen-temeperamente) adlı programında, Tertele’yi (Dersim Soykırımı) konu eden 4 dakikalık bir dokümantasyon („Das vergessene Massaker – wie Kemal Atatürk Aleviten ermorden ließ“) gösterildi. Beklenildiği üzere bildik ırkçı reflekslerin devreye girmesi pek uzun sürmedi. Hem tanrıları Atatürk’e toz kondurmayan militarist Kemalist cephe ve „sol“ soslu yedek güçleri, hem de bu ara devlet yönetimini elinde bulunduran neo-hilafetçiler bir ağızdan „Devletimizin ve Cumhuriyetimizin bekası“nı savunmak için seferber oldular.
Öncelikle, Dersimliler, özellikle kendisini „sosyal demokrat“, ya da „sol“ diye tanımlayan bazı politik yapılanmaların çeperi içinde bulunanlar, „Dersim Olayları“nı soykırım olarak adlandırmadaki çekincelerinden vazgeçmeliler. Varsa böyle bir tartışma, bu Dersimlilerin dışında yürüyen bir tartışma olmalıdır. Dersimliler, Dersim’de soykırım olmadı savını (halen hukuken olmasa da) vicdanen suç saymalıdırlar. „Dersim meselesi“, „Dersim katliamı“, „Dersim olayı“, „Dersim’de vahşi suçlar“ vb. tanımlamalarla yetinmek, soykırım gerçeğini perdelemeye yaramaktadır. Olup bitenin adı jenosittir. Dersimliler kendi dillerinde bu jenoside TERTELE demişler. Yahudiler için HOLOCOUST neyi ifade ediyorsa, Dersimliler için de TERTELE onu ifade ediyor.
Ortalığa kusulan militarist devletçi, ırkçı-hilafetçi zehirin yan etkileri Dersimliler içinde, Dersim Soykırımını kim yaptı ve Dersimliler neden soykırıma uğradı sorularının tekrardan tartışılmaya başlanması şeklinde yansımış durumda. Tertele faili ırkçı-ulusalcı ve ırkçı-hilafetçi cephe ve yedek güçlerinin ulusal çıkarları uğruna gösterdikleri hassasiyeti, ne yazık ki, Dersimliler kendi davaları söz konusu olduğunda gösteremiyorlar. Dersimli aydınlar, siyasiler, sivil toplum kurumları, doğa aktivistleri ve inanç önderleri, Dersim ve Dersim toplumunun bekası için aralarındaki ayrılıkları ve tartışmaları ikinci plana iterek bir araya gelme olgunluğuna sahip değiller. Halbuki, özellikle içinden geçtiğimiz konjonktür, güçlerini ve imkanlarını birleştirip, Tertele kurbanlarının tarafı olarak davaya müdahil olmalarını, sahip çıkmalarını zorunlu kılmaktadır. Bu ihtiyacın bilincinden hareketle, biraz daha geniş yazmayı düşündüğüm bir makale için tutuğum birkaç notu, tartışmaya faydası olur umuduyla, kısaca aşağıya aktarıyorum.
Tertele’nin Faili Kim?
Herhangi bir kafa karışıklığına mahal vermeksizin, Tertele failinin Türkiye Cumhuriyeti devleti olduğunun altı çizilmelidir Soykırıma hukuki zemin yaratan bütün kararlar Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Bakanlar Kurulu gibi devlet kurumlarında alınmış, bu kararlar doğrultusunda gerekli hazırlıklar yapılmış ve devletin idari, kolluk ve askeri güçleri tarafından Tertele gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla, muhatap da Türkiye Cumhuriyet devletidir. Devletin tartışmasız lideri olarak Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, devlet yöneticilerinin istisnasız tümü Dersim Soykırımının failleridir. Dersim’de yeri göğü ateşe veren, felaketten kurtulanları da ölmediklerine bin pişman eden politika devlet politikasıydı. Soykırımın organizatörlerinin kimin olduğu, alınan kararların altındaki imzalarla tasdik edilmiştir. Ne Kemalistler, bugünkü neo-Osmanlıcıların sonradan Demokrat Parti içinde kümelenen atalarını zorla soykırıma mecbur etmişlerdir, ne de birileri Kemalist kadroların eline kullanmak istemedikleri bir kılıcı zorla tutuşturmuştur. Neo-Hilafetçilerin, halihazırda başında bir Dersimlinin bulunmasını da fırsat bilerek, günahı CHP’nin kapısına süpürmelerinin hiçbir inandırıcılığı ve ciddiye alınır tarafı yoktur. Hepsinin ceddi, fikir birliği içinde, Türk-İslam senteziyle yoğurmak istedikleri üniter Türk ulus-devlet kılıcını doyumsuz bir iştah ve zevkle Dersimlilerin boynuna indirmiştir. Anne rahminden çıkarılan masum-u paklar „modern“ ve „medeni“ Türkiye Cumhuriyeti adına süngülenmiştir. „Şeriatçılar Kemalist kadroların eline İslam kılıcını tutuşturdu“ tezi ile neo-hilafetçilerin „soykırımı Kemalistler gerçekleştirdi, bizim ceddimiz suçsuzdu“ söylemi bir madalyonun iki yüzüdür. ya da, Dersimlilerin boynuna inen kılıcın iki keskin sivri tarafıdır.
Kendilerine „anti-emperyalist“, „ilerici“ payesi biçilen Cumhuriyetin ırkçı Türk milliyetçisi liderlerinin soykırımla birlikte anılmasını kabule yanaşmama tutumu, „Beyaz Türkçülüğe“ öykünen ve resmi devlet ideolojisinin çarklarında zihinleri şekillenen Dersimliler içinde hatırı sayılır bir taraftara sahip. „Çağdaş Cumhuriyet“i ve soykırım kelimesini ilişki içinde telaffuz etmeye bir türlü gönülleri varmayan bu mantık sahiplerine göre, Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti aslında Doğu toplumlarının kurtuluş vizyonunu temsil ediyordu ve Dersimliye de özlem duyduğu yaşamı vaat ediyordu. Ne var ki, „Dersim’in aşiret reisleri, seyitleri, derebeyleri, Cumhuriyet’in izlediği laik ve anti feodal politikaya karşı çıkarken gerici“ydiler[1] „Osmanlı’nın haritasında bile unuttuğu bu güzel diyara, Cumhuriyet, devlet otoritesi teziyle gideceğine, insani bir demet gülle gitseydi, Dersimlinin ülkeye katkısı, tüm tasarıların üstünde olurdu.“[2] Neo-hilafetçiler, Kemalistlere karşı kullanır diye, Dersim Soykırımını uluslararası platformlara taşıma çabalarını eleştirip değersizleştirmeye çalışan Dersimli yazar-çizer ve politik figürlerin dile getirmek istedikleri aslında bu bakış açısına olan bağlılıklarıdır. Arkadaşlar halen modern Türkiye Cumhuriyetinin kendilerine sunmayı arzu ettikleri „bir demet gül“ü bekliyorlar. Ara sıra da Anıtkabir’e koşarak ya da ya da Cumhuriyetin kurucu liderlerine övgü dizerek bu beklentilerini görünür kılıyorlar. Kanımca, Dersim soykırımını, devlet kliklerinin iktidar dalaşındaki mevzilenişine kurban etmenin vebali epey ağırdır. Milletvekilliği, ya da CHP gibi partiler içinde siyasi kariyer hesabı yapan politikacı ve yazar-çizer Dersimliler tarihi bir sorumlulukları olduğunu bilerek daha hassas hareket etmeliler. Bazı Dersimli yazarların ve siyasi figürlerin Atatürk başta olmak üzere, Kemalist soykırım faillerinin avukatlığına soyunmaları Dersimliler için kabul edilmez trajik bir durumdur.
Türk devletinin, Türk ve Müslüman olmayan topluluklara karşı resmi ideolojisinde ve politikasında, kökleri Osmanlı imparatorluğuna uzanan bir süreklilikten kolaylıkla bahsedebiliriz. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde 300 bine yakın Süryani’nin, 353 bin Pontuslu Rum’un katledilmesi, Ermeni Soykırımı ve 1937-38 Dersim Tertelesi bahsini ettiğimiz süreklilik zincirinin birer halkaları olarak görülmelidir. Osmanlı devletinin ardılı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri, bu alandaki Osmanlı devlet politikasından ve pratiğinden köklü bir kopuşu hiçbir şekilde gerçekleştirmemiştir ve böyle bir kopuşu hiçbir zaman arzu etmemiştir. İttihat ve Terakkicilerin pantürkist ve panislamist fikir mirasına ise sıkıya sarılmışlardır. O dönemdeki klik çatışmalarından bağımsız olarak söylenebilir ki, Cumhuriyeti kuranların Anadolu halklarına hiçbir zaman gerçek bir etnik, ulusal, inançsal ve sosyal eşitlik vaadi olmamıştır. Özellikle Kürt hareketi çevrelerinin kurtuluş reçetesi olarak yeniden keşfettikleri 1921 Anayasası’ndaki sözde „Kürtlere muhtariyet“ iddiası da dahil, bu yönlü vaatleri, Cumhuriyetin pozitivist lider kadrolarının pragmatist politik manevraları olarak değerlendirmek daha doğru olur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunu, medeniyetin ve modernitenin Anadolu toprağına ayak basması olarak bize sunmaya çalışan çevrelerin, bunun tersini ispatlayacak tek bir kanıtı bile yoktur. Sözde bilim insanı sıfatıyla sundukları her gerekçe, baş vurdukları her „belge“ dönüp dolaşıp başlarına bela olmakta, „modern Türk ulusu“ ve „üniter bir devlet yaratma“ gayesi uğruna işledikleri insanlık suçlarının kanıtı haline gelmektedir.
Dersimliler neden soykırıma uğradı? Veya Dersimlilerin Cumhuriyet’le gerçekten mi bir sorunları yoktu?
Dersim bütün kimlik öğeleriyle yeni Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde „sökülüp atılması gereken bir çıbandı, ve kim ne derse desin, Tertele ile bu „çıban“ sökülüp atıldı. Tertele Dersim toplumsal yaşamında ve iç hukuksal düzeninde onarılması mümkün olmayan bir yıkım, bir dönüm noktasıdır. Tertele‘den sonra Dersim/Kırmanciye toplumu kendi adına konuşma ve karar verme yetisini ve durumunu yitirdi, kendisi için söz söyleme hakkı başkalarına geçti, ya da elinden alındı. Bununla da kalınmadı, Dersimlilerin ne olup olmadıklarına, etnik kimliklerini, memleketlerini, dillerini nasıl tanımlamaları gerektiğine de başkaları karar vermeye başladı. Resmi devlet ideolojisi onları ihtiyaca göre „öz be öz Türk“, „Türklükten dönme Zaza“, „Kürtleşmesi engellenmesi gereken dağ Türkleri“ vb. olarak gördü. Milliyetçi Kürt hareketi ve onun etkisindeki yazar, aydın çevreler, onları Kürt ulus kimliğinin ayrılmaz bir unsuru (bir süredir Kürt ulus kimliğinin bir alt kategorisi de deniyor), dillerini ise Kürtçe’nin bir lehçesi olarak tanımlıyor. Özellikle Kürt ulusal hareketinin yarattığı etkinin de baskısıyla, bu dünyada ulus olmadan ve milliyetçilik iksirini yudumlamadan adam olunmaz paniğine kapılan Zaza milliyetçileri ise, Dersim Kırmançlarını, inşa etmeye çabaladıkları Zaza ulusu projesi içinde görüyor. Kendilerini, nerdeyse gördükleri her canlıyı ve cismi ille de bir ulusa monte etme mecburiyetinde hisseden bu çevreler, üzerine ahkam kestikleri bu toplumun, en azından Tertele dönemine kadar, toplumsal, kültürel, etnik, hatta inançsal kimliğini KENDİ DİLİNDE nasıl tanımladığını ise hiç mi hiç dikkate almıyorlar. Ayrı ve daha kapsamlı bir tartışma konusu olduğu için fazla uzatmadan şunu not edebiliriz:
Tertele’den önce Dersim Kırmançları, etnik, kültürel kimliklerini ne Türk ne Kürt ne de Zaza ulus formasyonları içinde görmemişlerdir. Yaşlı kuşak Kırmançların aktarımları ve başka sözlü tarih çalışmaları bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Dersim Kırmançlarının „BİZ“ tanımlaması ve toplumsal bilinç hafızası Türkleri, Kürtleri ve Zazaları içermiyor. Dersim Kırmançları, her daim bu toplulukları kendilerinden ayrı görmüşlerdir. Zazalarla olabilecek muhtemel etnik köken ortaklığı ve dil birliğine rağmen bu böyledir. Bunun böyle olmasının, Dersim Kırmançlarının bu topluluklar hakkında olumlu, ya da olumsuz düşünüp düşünmediğiyle de bir alakası yoktur. Dersim/Kırmanç kimliği ne Türk ne Kürt ne de Zaza ulusal kimliklerinin ne bir parçası ne de bir alt kategorisi olarak görülebilir. Bunlardan bağımsız, uluslaşma süreci dışında kalmış ulus öncesi „etno-kültürel“[3] bir kimliktir. Ve „(…) aktüel kimlik tartışmalarında Dersim’e Kürt ya da Zaza kimliği belirlenmek istense de, hem 38 öncesi hem de sonrası süreçten 1980’li yılların ortalarına kadar Dersim kimliğinde asıl belirleyici unsur Alevilik/Kızılbaşlık olmuştur.“[4] Tertele öncesi, Dersimli Kırmançların etnik, kültürel, inançsal kimlikleri hakkında bir toplumsal hafıza bulanıklığına işaret eden ciddiye alınacak bir veri yok elimizde. Dersim Kırmançlarının kimliği tartışılırken esas referans noktası bu topluluğun kendi kimliğini KENDİ DİLİNDE nasıl tanımladığı ve bundan ne anladığı olmalıdır. Tertele bağlamındaki tartışma için de bu geçerlidir. Tartışmada, Tertele faili ideologların kurbanların etnik kimlikleri hakkındaki tespitlerine kulak asmak ve onları kurbanların kimliğini belirlemede şahit göstermek de pek aklıselim bir tutum değildir. Ayrıca, kimlik tartışması, soykırım kurbanı toplumların birbirlerine karşı kışkırtılmasının aracı haline getirilmemelidir. Etnik, ya da inançsal kimliği ne olursa olsun, hiçbir halk diğerinden ne daha fazla ne de daha az değerlidir. Kurbanların seçimi failler açısından tamamen bir hesap kitap işidir. Çizdikleri toplumsal mühendislik projelerinin önceliklerini kendileri belirler, kurbanlarının yakalarına sıra numaralarını da onlar takar. Süryani, Pontus, Kürt, Zaza, Dersimli, Alevi onlar için fark etmez. O topraklarda yaşayan ve ön gördükleri toplumsal projeye uymayan her topluluk o dönemde potansiyel olarak soykırımın hedefindeydi ve halen de öyledir. Hesap gereğidir yaptıkları.
Peki neden Dersim? 1920’li yılların başına kadar Dersim, diğer adıyla Kırmanciye toplumu esas itibarıyla, „devletleşmemiş Dersim toplumunun belirli örf, adet, gelenek, görenek ve töreler toplamı, sözlü toplumsal kurallar bütünü“[5] olan „Qanunê Kirmanciye“ (Kırmanciye Kanunu) ile idare edilir. Farklı toplumsal gruplar arasındaki anlaşmazlıklar, ilişkiler vb. bu „sözlü toplumsal kurallar bütünü“ne[6] dayalı doğal hukuk sistemi zemininde ele alınır, çözülür. O dönemlere kadar Dersimli doğal otorite sahipleriyle devlet arasındaki ilişki, devletle vatandaşları arasındaki ilişkiden çok, iki farklı toplumun temsilcileri ve idari mekanizmaları arasındaki ilişkiyi andırır. Bir tarafta hükümranlık tekelini elinde bulunduran merkezi devlet otoritesi, diğer tarafta doğal Kırmanciye Hukuk Sistemi’ni (Qanunê Kırmanciye) temsil eden yerel otorite. Osmanlı devlet otoritesinin Dersim’de bu bir nevi ikili siyasi iktidar durumunu kendi lehine bozma girişimleri her seferinde geri teperek sonuçsuz kalır. „Dersim’e sefer olur, zafer olmaz“ ile ifade edilmek istenen esasta bu tarihsel gerçekliktir. Başından beri bu durumun farkında olan Cumhuriyetçi ideologlar ve politikacılar, hangi düzeyde olursa olsun, yeni kurulan Cumhuriyet sınırları içinde merkezi devlet otoritesine bağlı olmayan bir siyasi otorite yapılanmasına sürdürülebilir bir durum olarak hiçbir şekilde tahammül etmeyeceklerini ve meselenin kökten halledilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Çünkü, Dersim Kırmançlarının toplumsal kimliği ve bu kimlik esaslarına göre oluşturdukları idari sistem ve yaşam tarzı Cumhuriyet’in öngördüğü pantürkist ve panislamist homojen toplum vizyonuna ve üniter devlet sistemi ideolojisine ve pratiğine aykırıydı. De facto özerk bir yaşam sürdüren Dersim/Kırmanç toplumu Cumhuriyetçiler için ciddi bir tehlike oluşturuyordu. Mustafa Kemal, TBMM’nin 1936 yılının ilk yasama döneminde yaptığı bir konuşmasında durumun aciliyetine dikkat çekmek için şöyle demektedir: „İç işlerimizden en önemli bir safha varsa, o da Dersim meselesidir. İçerde bulunan bu yarayı, bu korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi, her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmelidir.“ Bu direktif doğrultusunda, otorite tanımaz aykırı bir yerel idari düzenin sosyal tabanı olabilecek nüfus ve buna liderlik yapma potansiyeli olan şahıslar ve dinamikler bir an önce tasfiye edilmeliydi. Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da Dersim’deki siyasi durumu, diğer Alevilerin, Kürtlerin, Zazaların yaşadığı bölgelerden farklı kılan en önemli faktörlerin başında bu gerçeklik gelmektedir. O tarihsel kesitte Dersim’dekine benzer bir ikili otorite durumuna başka bölgelerde rastlamak pek mümkün değildi. Irkçı eğilimlerden muzdarip milliyetçi bir bakış açısıyla konuyu tartışan çevreler sorunun bu boyutunu nedense es geçiyorlar. Özellikle ulus inşasını ideolojik ve siyasal faaliyetlerinin merkezine koyan Kürt ve Zaza milliyetçilerinin, ulus öncesi bir toplumsal oluşum olan Dersimlilere uygulanan 37-38 Soykırımının sebebini, Dersimlilere hayali olarak bindirdikleri „Kürt“ veya „Zaza“ ulusal kimlikleriyle açıklamaya çalışmaktansa, neden diğer Aleviler, ya da Kürtler değil de Dersimli Kırmançlar soykırıma uğradı sorusunu bu açıdan bakarak cevaplamaya çalışmaları daha doğru olur.
Dersimlilerin Cumhuriyet’le gerçekten mi bir sorunları yoktu?
Tertele’ye yasal meşruluk kazandırmak için faillerin uydurduğu Dersimlilerin Cumhuriyete karşı isyan ettiği tezi başından beri bir yalandan ibaretti. Bunu dile getirmek ve tarihsel gerçeklere sadık kalarak sosyal bilimsel araştırma metotlarıyla veri toplamak hem kamuoyunu doğru bilgilendirmek hem de ileride uluslararası hukuk mercilerde gündeme gelebilecek bazı davaların başarılı olabilmesi için vazgeçilmez bir zorunluluktur. Ne var ki, özellikle, Kemalizm ve Cumhuriyet hayranlığına helal getirmek istemeyen bir kısım Dersimli yazar ve politikacının bu gerçeği, Cumhuriyeti kuranların Tertele’deki rolünü flulaştırmak için kullanmalarına da müsaade edilmemelidir. Evet, Dersim’de, ne devletin bahsettiği türden bir kalkışma, ne Kürt ve diğer sol çevrelerin tanımladığı türden bir „Dersim Kürtleri isyanı“, ne de Zaza hareketi liderlerinin görmek istedikleri türden bir „Dersim Zaza Ayaklanması“[7]ından bahsetmek olanaksız. Fakat, bu, Dersimli Kırmançların, Cumhuriyeti ve liderlerini kutsamak için selamlama kıtalarında sıraya girdikleri anlamına da gelmiyor. Kalplerindeki Kemalist devletçi kıvılcımı hep diri tutan ve her seçim döneminde biraz daha harlayan bazı torunlarının aksine, dedeleri, Cumhuriyetin kendilerine ne vadettiğini Tertele’nin arifesinde idrak etmişlerdi. Dersimli Kırmançlar, “Nişto ro qanunê Cumurati! Dariyo we qanunê Kırmanciye!“ (Cumhuriyet Kanunun Geldi! Kırmanciye Kanunu Kalktı!)[8] ya da „Vanê, Anqara de qerar gureto! No nê dowılo, nê sazo! Zalimu kaf u kokê Dêsimi veto! ((Diyorlar: Ankara’da karar vermişler! Bu ne davul ne sazdır! Zalimler Dersim’in soyunu kesmişler)[9] dizeleriyle Cumhuriyet’in kendilerine çıkardığı fermanın farkında olduklarını dile getiriyorlar. Dolayısıyla, toplum olarak kendilerine ve memleketleri Kırmanciye‘ye bir nevi „Endlösung“[10]dan başka bir seçenek sunmayan bir devlet sistemi ve kurucularıyla Dersimlilerin bir sorununun olmadığını iddia etmek, saflıktan da öte, faillerin ideolojisiyle uyum içinde olan bilinçli bir duruş göstergesidir. Sözlü tarih çalışmaları ve gün yüzüne çıkan belgelerden Dersimli aşiret ve ocak ileri gelenlerinin büyük çoğunluğunun bu gerçeğin farkında olduğunu öğreniyoruz. Dersimli Kırmanç toplumu ileri gelenleri, edindikleri tarihsel tecrübelerine de dayanarak, Yeni Türkiye Cumhuriyeti devletine başından beri tedricen yaklaşmışlardır. Dersim/Kırmanç toplumu ve ileri gelenleri bu tedirginliğini „Bela Estomol u Anqara ra wusto ra amo çêverê ma“ (Bela İstanbul’dan gelip kapımıza dayanmış) sözleriyle dile getirmiş. Yeni oluşan siyasi durumu daha gerçekçi değerlendirme yetisine sahip olan Dersimliler, güçler dengesinin kendi aleyhlerine döndüğünün farkına varmış ve devlet otoritesi ile istişare yürüterek bir anlaşmaya varma yolunu aramışlardır. Yeni Cumhuriyet‘in liderlerinden etnik ve inançsal kimliklerine dayalı yaşam biçimlerine saygı gösterilmesini, yani kendileri olarak yaşamanın teminatını talep etmişlerdir. Ne var ki, Cumhuriyetçi devlet liderleri, kendilerine „Gerekçeleri önceden hazırlanmış, hazırlıkları yıllar öncesinden yapılmış, tanklarla, toplarla, zehirli gazlarla hareket eden her şeye vur emrinin verildiği büyük bir katliam“[11]a karşı toplumsal yaşam haklarını ve memleketlerini savunmaktan başka bir seçenek bırakmamıştır. Böyle yapmakla Dersimliler, hükümranlık sınırları içinde yaşayan ve azınlık durumunda olan her topluluğa dilini konuşmayı, inancını yaşamayı, etnik kimliğine sahip çıkmayı, dağını, taşını, suyunu, börtüsünü, böceğini, toprağını bildiği isimle tanımlamayı, doğan çocuğuna kendi dilinde isim vermeyi homojen bir toplum yaratma adına yasaklayan, bu gibi insani taleplere soykırımla cevap veren bir devlete karşı en doğal insan hakkı olan yaşam haklarını kullanmışlardır. Köklerini kazımak isteyen böyle bir Cumhuriyet’le Dersimlilerin nasıl sorunu olmamıştır? Böyle bir yönetim biçimi nasıl „modern“, „medeni“, hatta „ilerici“ olabiliyor? Anlayan varsa beri gelsin.
[1] Vecihi Timuroğlu, Dersim Tarihi, s. 7, Yurt Kitap-Yayın, 1991.
[2] age. S. 9
[3] Mehmet Yıldız, Dersim’in Etno-Kültürel Kimliği ve 1937-1938 Tertelesi, s. 95, Chiviyazıları Yayınları, 2014.
[4] İmran Gürtaş, Dersim Alevilerinde Kimlik İnşası ve Travma, Kızılbaşlık Alevilik Bektaşilik, Tarih-Kimlik-İnanç-Ritüel, s. 316, Derleyenler: Yalçın Çakmak-İmran Gürtaş, İletişim, 2015.
[5] Dr. Daimi Cengiz, Kırmanç ve Dersim Tanımları Üzerine, Dersim Üç Dağ İçinde, s. 92, Derleyen: Serhat Halis, NotaBene Yayınları, 2019.
[6] age.
[7] Bkz., Ebubekir Pamukçu, Dersim Zaza Ayaklanmasının Tarihsel Kökenleri, Yön Yayıncılık, 1992
[8] Dr. Daimi Cengiz, age., s. 92
[9] Weliyê Wuşenê İmami, derleyen Dr. Daimi Cengiz, Haydar Beltan’ın „Ve Suyu Ateşe Verdiller“ romanı Üzerine.
[10] Endlösung: Yahudileri nihayi olarak yok etmek üzerine kurulu olan Nazi planı, Nihayi çözüm.
[11] R. T. Erdoğan, AKP Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı, 23.11.2011, milliyet.com.tr.
Davut Hocam sen, ‘Dersim Soykırımı ve sürgünler‘ meselesine ilişkin, yaşanan bu sürece dair, bizlere neler aktarırsın?
Fikrini almak isteriz.isteriz[i].
‘37-38 Dersim Katliamını ele almak şüphesiz ki önemlidir. Ancak katliam öncesi ve sonrasını da bilmemiz gerekir.
Dersim özelikle 1. Dünya Savaşı’nda, Osmanlı-Rus Savaşı’nda çok önemli bir konuma gelir. Bir taraftan Ruslar, diğer taraftan Osmanlı Devleti, yani İttihat Terakki Hükümeti Dersim’i kazanmak için çok yoğun bir çalışma içine giriyor. Rus ordusu erzak tedarikini Dersim üzerinden sağlamaktadır.
Diğer taraftan güvendiği kesimlere silah yardımı yapmıştır. Osmanlı devleti de aynı şekilde Dersimi kazanmak için çok çaba göstermiştir. Maddi destek yanında, dini kimliği de kullanarak kazanmaya çalışmış, bu dönemde çok önemli subaylarını Dersim’e göndererek iç istihbaratı ve mukavemeti örgütlemeye çalışmıştır. M. Kemal de bu dönemde 9. Ordu komutanı olarak Dersim’e gelmiş, Peri Suyu kenarında karargah kurmuştur.
Dersimliler bu dönemde hem Ruslardan hem de Osmanlı’dan silah ve maddi imkanlar almış, ancak tarafsız kalmıştır.
Rusya’da Ekim Devrimi ile SSCB Osmanlı Devleti ile Erzincan Mütarekesini imzalayarak ‘Sovyet orduları, işgal edilen bütün bölgelerden çekilecek, ancak bu bölgeler, halkın temsilcilerine teslim edilecek’. Bu mütarekeden sonra Kasım 1917’de Erzincan’da “Batı ve Doğu Dersim, Erzincan ve Bayburt” temsilcilerinden “Şura Hükümeti” kurulmuş ve yönetim bu hükümete devredilmiştir. (Bu konuda daha önce yazdığım ‘Unutulan Tarih, 1917-21 Erzincan Şuura Hükümeti’ makaleme bakabilirler.)
Bu dönemde Ruslardan alınan silah ve askeri malzemeler benim çocukluğum döneminde hala kullanılıyordu.
Diğer taraftan Osmanlı Devleti de ciddi bir örgütlenmeye gitmişti ve devletin bu örgütlenmesi kalıcılaştırıldı. Daha sonraki yıllarda Dersim’de karışıklık yaratanların, çevre illere baskınlar yapan veya içerdeki çatışmalara katılanların ‘37-38 katliamlarında rol aldıklarını, yol, karakol, yapımında kolbaşı olarak çalıştıklarını görürüz. Ayrıca dikkate şayandır, devlet Dersimliler çevre illere saldırdılar der, ama bunlar hakkında hiçbir tutuklama, yargılama, mahkeme yapmaz.
Gerek Dersimliler, gerek Ermeniler, gerek Kürtler arasında sosyalist tartışmalar o zamanda da vardı. Ermeniler arasından Hıncak ve Taşnak partileri Menşevik iken Rusya’daki Ermeniler Bolşevik’ti.
Bolşevik-Menşevik savaşı başlayınca, SSCB Erzincan Mütarekesi’ni ve Şura Hükümeti’ni unutarak Kemalistlerle birlikte Menşevik Ermenileri “saf dışı” ettiler. Dersimliler ise kendi kabuğuna, bölgelerine çekildiler.
Ancak Kemalist devlet Dersim’deki yumuşak gücünü iyice tahkim etti. İşbirlikçileri ile birlikte iç çatışmaları kargaşaları kışkırttılar. Kemalistler başından beri Dersim’i işgal ve tenkil etme konusunda kararlı idi. Raporlar bunun kanıtıdır.
Dersim katliamının yapıldığı yıllarda ki dünya ve bölge koşullarını değerlendirmemiz gerekir. Kemalistler, İngiltere, Fransa ve ABD desteği ile Pakistan, İran, Irak ve Türkiye arasında ortak askeri bir pakt kuruldu. 2. Dünya Savaşı’nın başlangıç yılları idi. Kemalist hükümet, “Dersim Tenkil” hareketi için 600 bin liraya ihtiyaç duyuyordu. Bu para hazineden 1934’de ödemeyince Trakya’daki Yahudi Tehcirine başladı. Para ödemeyen Yahudilerin mallarına el kondu. 1935’de Dersim Kanunu ile birlikte Elâzığ’a özel yetkili Vali olarak atanan A. Alpdoğan’a ancak 300 bin TL verebildi. 1937’de ise general Kazım Orbay’a 300 bin Lira ödenek vererek Erzincan’a gönderdi. Ve katliam, talan, yağman, ganimet başladı.
Dersim Harekatı’nda devlet yetkililerinin Dersim’den 8 milyon lira ganimet aldıkları söylenmektedir. Elazığ’da, Alpdoğan, Ankara’da Orbay, Dersim’de yağmalanan, hayvan, tahıl, bal, yiyecek, zihniyet eşyaları ve insanlar, özelikle kızlar, taşınabilmesi için tren ve kamyonlara özel yetki belgeleri verirdi ve ganimetten pay aldırdı.
Dikkatinizi bir noktaya çekmek istiyorum. Türk Devleti ne zaman sıkıntılı bir döneme girmişse katliamlar ve yağmacılık yapmıştır. Rum, Ermeni, Pontus, Süryani, Kürt katliamları böylesi dönemlerde yapılmıştır. Dersim Katliamından sonra da sürgünler dönemi başlamıştır ve hala da devam etmektedir. Asimilasyon, jenosit politikası yumuşak güçlerce sürdürülmüştür, sürdürülmektedir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, faşizmin yenilgisi ile sosyalizmin dünya çapında yükselişi, Kore ve Vietnam Savaşı döneminde emperyalist ülkelerde yükselen 68 dalgası, Türkiye ve Kürdistan’da da yankısını buldu. İşte biz bu dalganın etkisi ile ve kendi kültürel kimliğimizle bu gelişmenin içinde yerimizi aldık ve mücadeleyi hala sürdürmekteyiz.
Bugün, T.C.’nin Avrupa’da aradığı değerleri, demokrasiyi, yaptığı bu katliamlarla yok etti. Çözüm yine başa dönmek ve kendi değerlerimiz üzerinden yeni inşa hareketine başlamaktır.
Çözüm Dersim’in sahip olduğu kültürel miras üzerinden mümkündür. Dersim çok dili, kültürü, etnik ve dini kimliği bir arada tutan, hoşgörü ve saygının olduğu bir coğrafyadır. Yani aklın yoludur.
Avrupa’da ki Reform-Rönesans hareketinin felsefi altyapısı, sahip olduğumuz kültürel alt yapıdadır. Bu devlet, halkı bölüp düşmanlaştırarak varlığını sürdürmektedir. Uzun konu bunu geçelim.
Sahip olduğumuz değerleri ancak farklı kültürleri tanıyınca, kıyaslama yöntemi ile daha iyi anlarız. Bugün dünyanın dört bir yanına dağılmış Dersimlilerin sevdası da bu yüzdendir. 1920’lerde başlayarak 1984’de kadar SSCB yayın yapan Dersim Kültür Sanat Dergisi Dersim’den göç edenlerin çabasıdır. Bende de bir nüshası var ancak Kiril harfleri ile yazıldığı için takip etme şansımız olmadı. Bütün batı dillerinde çıkan “GEO” adlı bir dergide şu satırları okumuştum: “Ant ve Ural sıradağları hariç dünyanın bütün sıradağları doğu-batı eksenlidir. Bu dağlar beşparmağın bir kolda birleşmesi gibi Dersim bölgesinde birleşip ayrışıyorlar.” Bu tespit Dersim coğrafyası, kültürü ve insani arasındaki ahenk konusunu da düşündürmektedir.
Bir başka örnek: 2012 ya da 2013 yılı olabilir. Norveç bilim adamları heyetinde yer alan bazı yurtseverler, Antarktika kıtasında Kürdistan şehitleri anısına bir anıt dikip bayrak astılar. T.C., bütün girişimleri boşa çıkınca kendileri bir buz kırma gemisi yaparak Antarktika’ya gittiler; ancak Norveç Hükümeti gemiyi kendi teritoryasına sokmayınca, gemidekiler denizaltı dalışları vs. belgeseller yaptılar. Bu günlerde de ‘dünyada ilk buz altı araştırması yapan kadın‘ diyerek TV’lerde göstermektedirler. Bugün dünyanın birçok ülkesine dağılmış, sürgün edilmiş, ya da iltica etmiş binlerce Dersimli’yi örnek göstermek mümkündür. Arjantin’deki ya da ABD’deki Dersim gettosundan bahs edebiliriz. Dünyanın en kuzeyindeki kafeteryayı, ya da güney kutbuna lama ticareti yapan, Güney Afrika’nın en güney ucundaki madenleri çalıştıran Dersimlilerden bahsetmek gerekir.
Çözümsüzlük bizden kaynaklanmadığı için çözümü de elimizde değil. Çözüm bize musallat olan iletin ıslahı, değişimi, o da mümkün değilse iflasıdır.
[i] Davut Kurun ile yapılan söyleşinin özetirdir.
Asmên ra Astare Qurıfiya!
Biyena xo çıxa ke nıfıs de 1337 (1921) nusiya ki Ap Sılêma (Sılo Qız / Süleyman Doğan) serra 1912ine de Dewa Mılu de êno riyê dina. Ewro serra xuya 107ine de rêşto rama Heqi.
Çıxa ke ze Sa Heyderi, Weliyê Usênê İmami, Alaverdi u ê bina xêlê ozan u şairê Kırmanciye estê ki Sey Qaji ra tepia Dêsım de hurinda Ap Sılêmani (Sılo Qız) zaf gırana. O roê lauk u şüaru be kêf u eşqê Dêsımiyo, zanıka Dêsımiyo. Çı ke êy weşiya Dêsımi de çı ke diyo, çı ke heşno ebe veng u kemanê xo ina sero sınate icra kerda.
Hetê ra ki tarıxê Dêsımiyo, şaadê Tertelê ‘38iyo. Her çi jü be jü ebe lauk u şüara aqılê xode qeyd kerdo. Dec u derdê qomê ma, birin u khulê hometa ma ardê ra zon.
Her çi ra ravêr êy ze jü xelekha zincıla kotane sınat u sınatkarê verên u nıkayêni resnê pê.
Şairê welati tı ma vira nêşona, veng u seda to dami goşanê ma dera. Mekanê to wertê gul u nuri bo, dewrê to qaim bo.
Asırlık Çınar Sılo Qız…
Doğumu her ne kadar kütükte 1337 (1921) olarak kayda geçmişse de Ap Sılêma (Sılo Qız / Süleyman Doğan) 1912 yılında Mılu Köyü’nde dünyaya gelir. Asırlık çınar, Dersimin büyük ozanı bu gün 107 yaşında hakka yürüdü.
Her ne kadar Sa Heyderi, Weliyê Usênê İmami, Alaverdi vb. gibi çokca şair ve ozanı varsa da Dersim’in Sey Qaji’den sonra adı en çok anılan ve hafızalarda yer edinen Ap Sılêma’dır. O Dersim ‘kılam’ları ve ağıtlarının, aşk türkülerinin ruhudur, hafızasıdır. Çünkü o Dersim’de yaşanan, görüp duyduğu her şeyi söz ve kemanesi ile dile getiren büyük bir değerdir.
Aynı zamanda Dersim’in tarihi, ’38 Soykırımı’nın da şahididir. O, kutsal toprakların acılarını, tasalarını, gam ve kederlerini dile getiren yeri doldurulamaz bir halk ozanımızdır.
En önemlisi de alanında geçmiş ile geleceğin arasındaki bağdır, geçmişin birikimini geleceğe taşıyandır.
Seni unutmayacağız. O kendine özgü sedan hep yaşayacaktır. Işıklar içinde uyu, devrin tamama ersin.
14.12.2019
Mısletê Kongra Dêsımi / Dersim Kongresi Meclisi
Federasyonê Komelunê Dêsımi yê Ewropa / Almanya Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG)
“Rocê textê şıma ki rıjino…”
Dewleta Tırki na sedserra 21ine de hona kerdenanê xo nênana re xo, tarıxê xode nêna têrü. Ebe zur u xafıla xo mudafa kena. Hama raştiye se ke reportajê İhsan Sabri Çağlayangili de ama re zon her waxt ze zü şilmaqe gınena rüyê inara.
Mordem owo ke kerdenanê xora bımuso, fênd u dubara ra raxelesiyo ke axiriya xo xêr bêro. Dewlete u raşte çı hêf ke jümini ra hondê hard u asmêni duriyê. Hona ze waxtê cahiliye kunê be sınatkaranê ma dıme. Na gama xuya pêêne de ki sınatkarê hometa ma Yılmaz Çelik guret pê, êşt hepıs.
Yılmaz Çelik teyna niyo. O ki, têde sınatkarê ke zon, kultur, kamiye, itıqat u coğrafya xorê wair vecinê qimet u rumetê mae. Bêro zanıtene ke ma sınatkaranê xorê wair vecinime.
Ma na rusiyaina dewlete kenime naletme.
Veng u renge welatê ma, sınatkaranê maê delaliya sero ni esareti gamê ravêr wedarê ke, wa bıresê serbestiya xo.
“Elbet yıkılır tahtınız…”
Tarihiyle yüzleşmeye yanaşmayan T.C., hala gerçekleri hasır altı etmeye çalışıyor. Oysa gerçekler tıpkı İhsan Sabri Çağlayangil’in röportajında olduğu gibi kendi yüzlerine bir şamar gibi iniyor. Bu inkarcı, lanetli hal son bulmalı. Ama nafile! Devlet hilelerinde ısrarlı ve “cadı avı” misali halkın sesi olan sanatçılarımıza yöneliyor. Son olarak da sanatçımız Yılmaz Çelik’i tutuklattı.
Yılmaz Çelik yalnız değildir. Onun nezdinde kimliğini, dilini, kültürünü, inancını ve doğasını yaşatmaya çalışan tüm Dersimli sanatçılarımıza sahip çıktığımız bilinmelidir.
Kınıyoruz, lanetliyoruz. Sanatçılarımız derhal serbest bırakılmalıdır.
14.12.2019
Mısletê Kongra Dêsımi / Dersim Kongresi Meclisi
Federasyonê Komelunê Dêsımi yê Ewropa / Almanya Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG)
DERSİM 37/38 SOYKIRIMINI UNUTMA, UNUTTURMA!
TERTELE ‘38 XOVİRA MEKE!
15-16 Kasım 1937’de idam edilen Dersimin ileri gelenlerini unutmadık!
Dersim Soykırımı planları eskiye dayanır. Çakmak, İnönü, Bardakçı, Öngören raporlarında dile getirilir.
14 Haziran 1934 de Türkiye’yi etnisite esasına göre 3 bölgeye ayıran 2510 sayılı iskan kanunu ile Dersim yasak bölge ilan edilir.
25 Aralık 1935’te “Tunç Eli” kanunu kabul edildiğinde bölgenin resmi adı hala Dersim idi.
Soykırımın bütün alt yapısı hazırdı. İstiklal mahkemeleri kurulmuş, Abdullah Aldoğan olağanüstü yetkiler ile donatılarak bölge valisi olarak atanmıştı. 1936’da halkın elindeki silahlar toplatılmıştı. Karakol, kışla, cami ve yol yapımına başlanmıştı. Basın soykırımın psikolojik zeminini hazırlayan yayınlara başlamıştı bile. Önceden bütün ayrıntıları ile planlanan soykırım ‘37 baharında start alıyordu.
Soykırımdı, çünkü 1948 Birleşmiş Milletler Soykırım suçunun engellenmesi ve cezalandırılması Sözleşmesinin 2. Maddesinde belirlendiği gibi; soykırım, Etnik/ulusal veya bir dini/inanç grubunun bütününü veya bir bölümünün yok edilmesi politikalarının her biri belirlemesi ile birebir örtüşüyor.
Bu tanımlamaya göre:
- Grubun üyelerinin öldürülmesi
- Grubun üyelerine ciddi bedensel ya da ruhsal zarar verilmesi
- Grubun koşullarının, yaşam alanlarının yok edilmesi.
- Grubun çoğalmasını engelleyecek yöntemlerin uygulanması
- Grubun çocuklarının zorla alınıp diğer gruplara verilmesi.
4 Mayıs 37 de alınan karar ile Dersim soykırımı başlatıldı. On binlerce Dersimli çocuk, yaşlı, kadın ayırımına tabi tutulmadan kitlesel olarak katledildiler. Dersimliler ölülerini gömme fırsatına dahi sahip olamadılar. Soykırımdan kurtulanlar önceden belirlendiği şekliyle yurdun her tarafına serpiştirilerek dillerinden, inançlarından, kültürel değerlerinden ve köklerinden arındırılarak Türkleştirilmek, Müslümanlaştırılmak istendi. Köyleri, ekinleri yakıldı. Yaşam alanları askeri yasak bölge ilan edildi. Kız çocukları zor ile alınarak subay ve zengin eşrafa verildi.
Dersim ileri gelenleri istiklal mahkemelerinde yargılanarak ağır cezalara çarptırıldı. 15-16 Kasım 1937 tarihinde Elazığ Buğday Meydanı’nda hukuksuz bir şekilde Dersimin ileri gelenlerinden Seyid Rıza, Uşêne Seydi, Fındıq Ağa, Hesen Ağa, Resık Usen, Ali Ağa, Hesenê İvraimê Qizi idam edildiler. Ve mezar yerleri hala bilinmemektedir!
Bundan dolayıdır biz Dersimleler diyoruz ki Seyid Rıza, Uşêne Seydi, Fındıq Ağa, Hesen Ağa, Resık Usen, Ali Ağa, Hesenê İvraimê Qizi ve katledilen on binlerce Dersimli kadın, çocuk adına iki elimiz yakanızdadır!
Seyid Rıza ve Dersim ileri gelenlerinin anısına „KOMÜNAR BELLEK“ olarak 19 Kasım 2019 Salı günü, saat 18.00 de Dersim yazarlarından
Betül Fatima Günday (Adın Perihan Olsun kitabının yazarı)
Davut Kurun (Araştırmacı-Yazar- 68 kuşağı devrimci önderlerinden)
Haydar Beltan (Ve Suyu Ateşe Verdiler kitabının yazarı)
Kazım Gündoğan (Dersimin Kayıp Kızları kitabının yazarı) ile birlikte bir Tele-konferans düzenledik.
19 Kasım 2019 tarihinde Komünar Bellek adına düzlemiş olduğumuz bu konferans oldukça uzun bir dokümantasyon oluşturmaktadır. Biz bunun özet halini okuyucuyla paylaşmak istiyoruz.
İlyas Yer
BETÜL FATIMA GÜNDAY:
Beni bu programa katıp, bu kıymetli insanlarla buluşturduğunuz için çok teşekkür ederim.
Soykırımı sosyolojik ve psikolojik olarak ele almak istiyorum. Diğer konuşmacılar meselenin diğer yanlarını daha detaylı ve ayrıntılı ve net anlatacaklardır. Sözlerime başlarken Seyid Rıza ve arkadaşlarının Dersim 38’de katledilen tüm insanlarımızın ve ailemin önünde saygı ile eğiliyorum. Öncelikle bu çok önemli çünkü. Bizim bir meselemiz var! Elbette ki onların hak savunuculuğunu yapmak bizim boynumuzun borcu olmalı diye düşünüyorum.
Bizler büyük bir trajediye, soykırıma maruz kalarak travma ve büyük şok yaşayan bir halkın travmasının tam ortasına doğmuş bir nesiliz aslında. Bilimsel olarak Travma “gerçek bir ölüm veya ölüm tehdidinin bulunduğu ağır yaralanmanın fiziksel veya yaşamsal bütünlüğe yönelik bir tehdidin ortaya çıktığı ve kişinin kendisinin yaşadığı, şahit olduğu veya sevdiği bir kişinin başına geldiğini öğrendiği olağan dışı olaylar” olarak tanımlanmaktadır. Travmatik olayı olağan dışı kılan yalnızca beklenmedik olması değil, aynı zamanda yaşam olaylarında uyumu sağlayan baş etme yollarını felce uğratmasıdır. Travmatik bir olayla karşı karşıya kalmanın kişiyi travma öncesi durumdan daha güçlü hale getirmesi de mümkündür. Bu da travma sonrası büyüme olarak tanımlanmaktadır.
Travma sonrası büyümeyi Richard G. Tedeschi ve Lawrence G. Calhoun tarafından “Yüksek derecede zorlayıcı yaşam olayları ile mücadele sonrası oluşan olumlu değişiklikler“ şeklinde tanımlamaktadırlar. Buradan Dersim’in travma yaşamış halkına ve travmanın içine doğmuş bizlere gediğimizde Dersimlilerin yaşadıkları bu büyük trajedi sonrası travmanın, büyük şokun etkilerini önceleri susarak alt etmeye çalışmış olduklarını görürüz.
Uzun bir süre susmuşlar.
Annemin anlattığı bir anekdotta evine misafir olan savcının, “ 38’i hatırlıyor musunuz?“ sorusuna, verdiği yanıt çok sert oluyor:
„Siz kanun adamısınız bu olayı deşeceğinize üstüne bir kürek toprak da siz atın.”
Buradan da anlaşılıyor ki bizimkiler şimdilik susmayı tercih etmişler, soykırımın konuşulması pek de hoşlarına gitmiyor aslında. Çünkü yaşadıkları şoku henüz üzerlerinden atmış değiller. Yüzleşmeye hazır değiller aslında. Onlar için „yüksek derecede zorlayıcı yaşam koşulları“ devam ediyor çünkü.
Soykırımın asıl nedeni, ta Yavuz dan beri Osmanlının coğrafyasıyla ve insanıyla baş edemediği, etnik kimliği Alevi olan bir halkı yok etme istemidir. Burada birçok bahanenin yansıra en önemli nedenin Dersim’in baş eğmemezliğidir.
Sunulan tüm raporlar da Dersim‘in kimliği Kürt olarak ele alınmıştır. Hal bu ki yaşam tarzı, dini inançları, ritüelleri, kültürleri tamamen orta yerdeyken Alevi kimliği değil Kürt kimliği ön plana çıkarılmıştır. Dersimlilerin konuştuğu dil de otoriteyi rahatsız etmektedir. Dersimin daha fazla güçlenmesi de istenmiştir.
1926 yılında mülkiye müfettişi Hamdi Bey raporunda şöyle der:
“Dersim gittikçe Kürtleşiyor, tehlike büyüyor, Dersim Cumhuriyet için bir çıbandır, bu çıban üzerinde kesin bir ameliyat yaparak acı sonuç ihtimali önlenmelidir”.
Başvekil İsmet Paşa 31 Ağustos 1930 tarihli Milliyete der ki, “Bu ülkede sadece Türk Ulusu ırksal haklar talep Etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” Demek oluyor ki Dersim‘in böyle bir hak talep etmesinden korkup önü alınmıştır. Devletin Dersim ıslahı ile ilgili çalışmalara 1925’lerde başlamış 37-38 de son noktayı koymuştur.
Genç Cumhuriyeti yönetenler Dersim‘in etnik kökeninden, gücünden , dilinden, kültüründen, talep edeceklerinden, kolay kolay yönetilmeyeceklerinden korkarak acımasızca ve içerden Dersimlilerden eskilerin söylemiyle söylüyorum „keklik soyu“ dediklerinden ve aşiretlerin birbiriyle olan çatışmalarından destek alarak topyekün bir soykırım yapmışlardır.
Anneme sorduklarında biz ikinci Kerbela’yı yaşadık derdi annem. Bu soykırım Dersim‘in gücünü elinde tutan ağalara ve onların yakınlarına Dersim‘in inancını dilden dile anlatarak cem törenleri ile kutsayarak yapan dedelere; Pirlere, köylülere, kadın- erkek, genç- yaşlı, çocuk ayırt etmeden uygulanmıştır. Ben geçen sene bir yaşlı akrabamızla görüştüğümde bilmiyorduk anneannemin nasıl öldürüldüğünü. Bana anneannemin nasıl öldürüldüğünü askerler tarafından anlatılmış şekliyle aktarayım.
Annem Nare Xatun Cemşi Ağa’nın eşi ve Diyap Ağa’nın kızıdır. Askerler önden ve arkadan anneannemi süngülerken o hep ayakta kalmaya çalışmıştır. Önden süngülediklerinde anneannem geriye, arkadan süngülediklerinde ise öne doğru sendeliyor. Bu süngüleme defalarca devam ediyor, yani anneannem yere yıkılmamak için elinden gelen gücü sarf ediyor ve yaralı olarak bırakıyorlar kendisini. Bu çok acı bir durum benim için. Yani bunu dinlemek dahi çok acı verdi bana, ürkütücüydü. Anneannemin bu dik duruşu çok önemliydi. Bir Dersim kadınının, bir Dersimli olarak baş eğmeme duruşu söz konusu aslında.
Askerler bunu hayretler içerisinde anlatmışlar gittikleri yerlerde. Bu olay tabii bizim travmalarımızın en büyüklerinden biri. Öldürülme şekli kolay kolay içinden çıkılması zor bir durum. Bu nedenle Dersim bizim çıkmaz sokağımız aslında, yani bu çıkmaz sokakta ilerlerken gelip, gelip tosluyoruz, tosladığımız yer çok sert. Bu travmadan kurtulmanın birtakım yolları var elbet. Ama bu ne zaman, nasıl, hangi koşullarda gerçekleşir, bunu el birliği ile yapacağız tabi. Bunu sizlerin, herkesin, bütün Dersimlerin katkılarıyla yapacağız. Benim soykırımla ilgili söylemek istediğim bunlar. Ben, bu travmayı yaşamış halkın nelerle yoğrulmuş olabileceğini düşünerek hareket ettim. Ailemin, her iki ailemin de yaşadığı soykırım çok büyük. Ben her iki aşiretin de kızıyım hem Karaballı Aşireti, hem de Ferhatuşağı Aşireti’nin. Bir tarafta Mehmet Ali Ağa, bir tarafta Cemşi Ağa. İşte büyük iki aşiret, bunların ikisi de ciddi soykırıma uğruyor. Dersim İsyanı denilen şey, yani isyan varsa bu insanlar güçlerini niye kullanmadılar? Yani aşiretler güçlerini niye kullanamadılar? Neden dedelerim, iki dedem de evlerinden alınarak öyle rahat rahat alındılar? Bu insanların en az iki bin kişi adamları yok muydu? Eğer isyansa tabi, bu hani “Dersim İsyanı” deniliyor ya! Oysa isyan olmadığı apaçık ortada. İnsan memleketinde İsyan varsa rahat rahat çadır kura biliri mi? Çadırında rahat oturabilir mi? Dedelerim çadır kurmuşlar, sanki güzel ve rahat bir ortamdalarmış gibi! Birkaç asker gelip onları evinden alıp götürüp öldürüyor, bu o kadar kolay mı? Demek ki hazırlıksız yakalanmışlar. İsyan olsaydı bu kadar hazırlıksız mı olurlardı?
Burada sıkıntı şu:
Bu soykırımın bu kadar büyük ölçekte gerçekleşmesinin asıl nedenlerinden birinin aşiretler arası kopuk olduğunu, bu kopukluktan kaynaklandığını düşünüyorum.
Devlete güvenme. İşte benim Cemşi Ağa tarafım ile Mehmet Ali Ağa arasında şöyle bir konuşma geçiyor:
Mehmet Ali Ağa diyor ki “Hazırlık yapalım, bunlar bizi öldürecekler, kıracaklar”. Cemşi Ağa da diyor ki, “Yok, onlar yapsa yapsa bizi sürgün ederler”. Yani sürgünü aslında kabul ediyorlar bir yerde, ama ikisinin kaderi de birkaç askerin elinde. Aynı yerde Çirik Deresi’nde, Kurkurik‘in Çirik Deresi’nde önce Cemşi Ağa’yı, daha sonra da Mehmet Aliağa’yı öldürüyorlar. Yani burada ben Dersim‘in biraz zaaf içinde olduğunu düşünüyorum. Aşiretler arası sıkıntıdan kaynaklı zafiyet olarak görüyorum. Elbette İçerde satın alınan kişiler, özellikle Seyit Rıza’dan bahsedersek Rayber’in yaptıkları bu konuda çok ciddi şeyler, öncesinde de var Rayberi‘n yaptıklarının. Çünkü aşiretlerin herhangi bir adamı bir şey yaptığında bu aşiretin liderine mal ediliyordu. Rayberin yaptığı da yenilir yutulur şeyler değildi. Rayber ne yaptı? Gitti Şavak Aşireti’nin kadınlarının, annemin anlatımı ile aktarıyorum size bütün bunları, boyunlarındaki altınları koparıp aldı, koyunlarını aldı, Sünni köylerine Elkağın‘a, Ulukale‘ye gidip onların sürülerine el koydu. Şimdi bunlar ne oldu? Hepsi Seyit Rıza’nın hanesine yazıldı ve sonra ne oldu? İşte kendini kurtarmaya kalktı, ama sonuç feci oldu tabii ki, ama en büyük zararı Dersim ve Seyit Rıza gördü.
Seyit Rıza’nın idamı kabul edilebilir bir şey değildir. Annem Seyit Rıza ile ilgili şöyle derdi:
Çadıra gelmiş, Diyap Ağa ile falan bir toplantı var, onu tanımlarken anlatırken küçük yaşta görmüş hz. Ali’yi gördüğünüz o resim var ya derdi Annem, Seyit Rıza tıpkı ona benzer derdi. Çocukluğunda da öyle bir figür görmüş annem ve onun tek suçunun aslında oğlunu öldürdüklerinde Sin Köyü’ne yaptığı baskın ve orada yaptığı ev olarak nitelendirirdi annem. Seyit Rıza‘nın suçsuz olduğunu anlatırdı. Seyit Rızan‘ın aşiretler üstü bir şahsiyet olduğunu söylerdi. Bu da bir gerçek tabii ki yani burada mesela Seyit Rızan‘ın kandırılması ile ilgili devlet arşivlerinden okuyacağım size. Artık kış bastırmak üzeredir. Ordu harekatı sürdüremeyecektir, ancak Dersimliler de zor durumdadır. Yalnız ordu da harekatı sürdüremeyecek deniliyor burada. Çarpışmalar bahara kadar durmuş vaziyettedir. Baytar Nuri bu durumu şöyle özetlemektedir:
Bu mıntıkalarda Türkler için kış mevsiminde harp etmek imkansızdı. Bu sebeple çarpışmalara ara vermek zarureti vardı. Sükunet mevsiminde hile yoluyla çalışmanın maslahata daha ziyade uygun olduğunu takdir eden ordu kumandanı Munzur Dağları’nda mevzi almış Seyit Rıza’ya Erzincan valisi vasıtasıyla haber göndererek Dersimlilerin isteklerinin kabul edileceğini, şimdiden bütün orduya ateşkes emri verilmiş olduğunu, esasen Dersim’in münferit bazı aşiretleri müstesna diğer aşiretler üzerine henüz askeri hareket yapılmadığını, yapılmasına da lüzum görülmediğini ve vaki zararları tazmine hükümetin hazır olduğunu bildirerek Seyit Rıza’yı Erzincan merkezine getirmeye muvaffak olmuş ve maiyetiyle birlikte tevkif ettirmişti. İşte yani Seyit kandırılmıştı aslında Devlet tarafından, çünkü ele geçirilemeyecekti. Bu nedenle de Seyit Rıza böyle bir tuzağa düşürüldü.
Bizler için Tabii ki çok vahim ve ciddi bir olay, mezar yerleri yok, söylenmiyor, akıbetleri ve mezar akıbetleri ve yerlerinin nerde olduğu da belli değil.
Sürgünler Bölümü:
Keki Ağa askeri teslim alıyor, atın üzerinde böyle uzun uzun, hatta at hızlı koşarken sakalı ikiye ayrılır. Keki ağa son derecede ihtişamlı bir adam. Askeri aslında teslim alıyor. Teslim alırken askerin silahı Keki Ağa‘ya dönük oluyor. Tabi Keki Ağa fark edemiyor ve asker çekip vuruyor. Vurduktan sonra da diyorlar ki asker gidiyor, saçından sakalından ötürü diyor ki ben bir papaz vurdum, ben bir papaz vurdum. Ölüm şekli böyle oluyor aslında. Annem 9 yaşında annesi, babası katlediliyor aynı gün. Abisi, ablaları, herkes tek başına çadırda otururken akşam üstü köy muhtarı Memiş tarafından, işte daha doğrusu Hozat‘tan arıyorlar ve Cemşi Ağa’nın kimi kaldı diye soruyorlar. Ve deniliyor ki muhtara soruyor, muhtar da diyor ki bir tane kızı kaldı. Muhtar geliyor bir atla anneme diyor ki, Ane diyor, Annemin adı ANE. Ane diyor, seni baban istiyor. Hozat’a götüreceğim seni diyor ve annemi alıyor ata bindiriyor, Hozat‘ta akşamın karanlığında götürüyor ve o sırada giderken Hozat‘ın içine giriyorlar artık hava kararmış, loş aydınlanma fenerler falan var. Kadının biri diyor ki Memiş o kızı nereye götürüyorsun; diyor, götürme bana ver diyor. Tabii ki çok ısrar ediyor kadın adama. Memiş diyor ki anam, anam beni rahat bırak yüzbaşı istemiş, götürüp vereceğim, diyor. Ve götürüp yüzlerce askerin içine bırakıyor. Önce bir astsubaya teslim ediyor. Bırakırken annem diyor ki Memiş gitme! Hiç takmıyor Memiş, annemi onlarca, yüzlerce askerin içine, o 9 yaşındaki kız çocuğunu bırakıyor ve çekip gidiyor. Annemin sürgün macerası da burada başlıyor. Annemin yetişme şekli cesareti, kendine güveni, annemin babasını savunması yüzünden öldürülmeye götürüyor aslında orada. Paşa’nın yaveri annemi tembihliyor. Kızım eğer sena babana, annene gitmek ister misin diye sorarsa hayır istemiyorum de, diyor. Tabi o böyle saatlerce ifadesi alınıyor o 9 yaşındaki çocuğun. Daha sonra ifadesini almaya, ama saatlerce sonra, bir çadıra götürüyorlar. Orda da bir paşa adını soruyor. Adını söylüyor efendim. Türkçe biliyor diyor işte annem. Türkçe kendini ifade ediyor. Hadi ya şu Cemşi Ağa’nın kızı diyor, şu Seyit Rıza’ya portakal sandıkları içerisinde silah gönderen Cemşi Ağa‘nın kızısın öyle mi!, diyor. Annem itiraz ediyor, diyor ki hayır diyor, benim babam müteahhit, Seyit Rıza Abasan‘lı benim babam Ferhat Uşağı Aşireti’nden diyor. Neden silah göndersin! deyince, paşa yerinden kalkıyor annemin saçını şurasında tutarak çekiyor, hala babanı mı savunuyorsun diyor. Annem de Tabii dayanamayarak ağlıyor ve diyor ki biliyorsan bana sorma. Onun üzerine Paşa yaverine inanılmaz sert bir şekilde bağırarak, “Yeter artık, bu apoletlerin söküp atmak istiyorum”, diyor. Rütbeleri için söylüyor. “Bunlar insan artık bana göndermesin, götür kendisi ne yaparsa yapsın diyor”. Onun üzerine annemin hayatı kurtuluyor. 3 gün orada bir nezarette askerlerin eşliğinde ve yaverin yardımıyla nezarette kalıyor ve Elazığ Kesrik’e sürgüne gönderiliyor. Orada da şansı yaver gidiyor. İşte ailesini tanıyanlar çıkıyor ve annemin o şeyden ayırıyorlar, orada birkaç gün misafir ediyorlar akrabaları gelinceye kadar. Tabii Annem orada da birçok şeye şahit oluyor. Hozat’ta da çok şahitliği oluyor. Annemi, sonra akrabaları gelince teslim ediyorlar. Sürgün başlıyor kara vagonlarla. Tabi ben yine sürgünü sosyolojik ve psikolojik olarak ele almak isterim. Soykırımı tamamlayan Devlet sürgünlerle asimilasyonu pekiştirmek istemiştir, yani sürgünün asıl amacı geri kalanların asimilasyonudur aslında. Çünkü dilini konuşmak yasaklanmış, inancını yerine getirmek için cem törenleri yasaklanmış, izinsiz bir yerden bir yere gitmek yasaklanmış. Kısacası “terbiye” edilmek üzere büyük bir hapishanenin içine atılmış Dersimliler. Dersimliler garbe ve sürgüne gönderilince çaresizce ve sessizce bu zamanın onları bu durumdan kurtarmasını beklemiş. Bu süre zarfında asimilasyonun diğer bir ayağı kız çocuklarını evlatlık vermekti. Kazım Bey zaten bunu çok değerli kitabıyla da anlatmıştı zaten. Sandılar ki bu çocuklar hani geçmişlerini unutacak, asimile olacak, öyle bir şey olmadı tabi yani bizim kız çocuklarımız geçmişlerini unutmadılar devletin Dersimli Sürgüne gönderme biçimlerine tam bir aşağılamadır aslında Elazığ’ın Kesrik mevkiinde kurdukları kampa gelenlerin çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşmaktaydı. Çünkü erkeklerin çoğu öldürülmüş.
Kaderlerine razı olmuş kadın ve çocukların tek sıra halinde saçlarının böyle o makinelerle kazınmasını beklerken ve hele o kadınların kutsal saydıkları saçlarının kendilerinden koparılarak yerlere atılması, aşağılamanın en üst noktasıydı. Aslında, yere düşen o tutam tutam saçlarda şerefleri ve onurları saklıydı. Oysa ki şimdi o sakladıkları yerlerde hayvanların yüklerin taşındığı kara vagonlara hayvanlar gibi çoluk çocuk tıka basa doldurularak saatlerce aç susuz bırakıldılar. Mecbur kaldıkları için çocukların ihtiyaçlarını giderdikleri o kara vagonlar kokmaya başlamıştı artık ve bu kokuya maruz kalarak saatlerce yol gitti bu Dersimliler. Bu da bir aşağılamaydı aslında. Yerinden yurdundan zorla koparılmış aralarında büyük kültür yaşam şekli ve etnik fark ve dilleri, yedikleri içtikleri, alışkanlıkları, giysileri, eğlenceleri, yasları birbirinin tam zıttı olan bu iki halk nasıl paylaşacaklar gittikleri yerlerde?
Annem anlatmıştı aslında orada yemek konusuna, zeytinyağını alışamamışlar, zeytini tanımıyorlar, bilmiyorlar. Sonra uzun süre bu yiyecekleri yiyememişler. Çok sonraları mecbur kaldıkları için yemek zorunda kalmışlar. Asimilasyonun diğer bir şekli ise isimlerin değiştirilmesiydi. Annem o gün Hozat’ta işte ifadesi alınırken gece ikilere üçlere kadar işte bu meşhur Paşa annemin adını soruyor. Diyor ki senin adın ne? Diyor ki Ane. Şu kadar kadının adı diyor burada simge olmuş bu kadının adı bundan sonra Perihan olsun, diyor ve annem Perihan ismiyle sürgüne gönderiliyor. Yani bu isim değiştirmeleri de bir asimilasyon aslında. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 1930 yılında şunları söylemiş: Benim fikrim ve kanaatim şudur ki; memleketin kendisi Türk’tür öztürk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da köle olmaktır”. Kız çocuklarının evlatlık alınmasındaki asıl gerekçe de hizmetçi olarak kullanılmak, hatta köle gibi kullanılmak. Yani o derece şiddetli bir zulüm altında bu kız çocukları. Akademik bir tanım olarak sürgün, iktidarların toplumsal ve ahlaki normlarla uyuşmayan, politik olarak aykırı olan, dini öğretileri ve kurumları benimsemeyen ya da eleştiren insanları etki alanlarından uzaklaştırma, bir cezalandırma yöntemi olarak ifade edilir. Ve bunların tamamı Dersim‘de uygulanmıştır, mevcuttur. Soykırımının ardından geri kalanları sürgün ederek operasyonun asimilasyon ayağı tamamlanmıştır aslında. Tabi umdukları gibi olmamış aslında tam bir asimilasyon gerçekleşmemiştir. Sürgüne gidenlerin tek istekleri bir gün memleketlerine dönmektir o zor koşullarda ayakta duracak gücü kuvveti de bu dönme isteğinden alıyorlardı aslında. Her Dersimlide bu kuvvet yoktu. Çünkü parçalanmış aileler bu trajedinin en büyük sorununu oluşturuyordu. Kiminin karısı öldürülmüş, kiminin kocası öldürülmüş çocuklar ile yapayalnız kalmışlar. Bu insanlar bu nedenle ikinci, üçüncü evliliklerini yapmak zorunda kalmışlar. Daha doğrusu garpte hastalıklar peşini bırakmamış, yoksulluk inanılmaz boyutta olduğu için yetersiz beslenme sonucu ciddi hastalıklara yakalanıp hayatlarını kaybetmişler. Birçok Dersimlinin mezarı sürgün edildikleri yerlerdedir. Kimisi de annem gibi ismi ANE iken Perihan olarak değiştirilip 9 yaşında tüm yakınlarını soykırımda kaybetmiş, aile reisi unvanıyla tek başına sürgüne gönderilmiş, çocuğu olmayan uzaktan bir akrabasına teslim edilmiştir. Sürgün yılları boyunca refleksleriyle hareket etmiştir bizim Dersimliler. Annem iki kez evlatlık verilmek istenmiş, kendisinin o çocuk yaştaki doğru refleksi annemi evlatlık olmaktan kurtarmıştır. Diğer reflekslerden biri de çocuklarını Türk okullarında okutmama refleksidir ki bunu annem yaşamıştır. Annem Dersim‘de İnciğa‘da doğmuş biri, İnciğa’da dedem okulu kendisi yapmış ve eğitim almış. Annem ikinci sınıftan 3. sınıfa geçmiş sürgüne gitmeden önce evet tabi çok okuma isteği var, çok akıllı, çok zeki kız çocuğu. Orda da devlet annemi aile reisi ilan ettiği için ona da ayrı bir bütçe vermişler. İşte o bütçeyle annem gidiyor kendisine 3. sınıf kitabı kalem, defter alıyor ve okulun bahçesine gidiyor ve okul müdürü ile konuşurken müdür bunu sınıfı alıyor. Dayısı Diyap Ağa’nın oğlu Hüseyin Ağa bunu duyuyor ve derhal müdahale ediyor. Okulun bahçesine geliyor müdürle tartışıyor. Dayım şöyle konuşurmuş „ Ne keçe ne! „ diye başlarmış lafına. Hüseyin ağa diyor ki, Diyap Ağa’yla Atatürk’ün resmini çıkartıyor cebinden meşhur resmi, bak diyor ne keçe ne! bak diyor bu adam var ya bu adam diyor bu vatana çok hizmet etti, ama biz şimdi bu haldeyiz, biz Türk devletinin ne eğitimini istiyoruz ne bir şeyini istiyoruz diyor. Tabi ki annem çok ağlıyor, çok üzülüyor o nedenle anneme kıyamıyor ve eğitime devam etmesini istiyor Diyap Ağa’nın oğlu dayım müsaade ediyor. Bu nedenle, yani onların Türkiye Devleti’nden istedikleri hemen hemen pek bir şey yok. Sadece memleketlerine geri dönmek istiyorlar. Onların refleksleri bu, sadece istekleri de bu zaten. Bu da 1947 geldiğinde neredeyse tamamı memleketine geri dönüyorlar. Döndüklerinde ne ile karşılaştı bizim Dersimliler? Çok mu mutlu oldular? Döndüler memleketlerine hiçte umdukları gibi olmadı, büyük hayal kırıklığı, büyük hüsranla karşılaştılar aslında.
Yine annemden örnek verecek olursam annem işte 1947’de köyüne dönüyor. Döndüğünde tabii bütün araziler devlet tarafından satılmış, evler köylülere dağıtılmış. Köyde Peyik‘teki babasının konağında karakol var. Gidiyor köye. Tabii denklerini köyün meydanında bir dut ağacının altına koyuyor. Tabi köylüler davet ediyor. Böyle zaman geçiyor falan. Fakat aradan 20 gün geçiyor havalarda soğumaya başlıyor, ev yok, bark yok, nerede yaşayacaklar? Köylüler de evlerini boşaltmak istemiyorlar doğal olarak devlet dağıtmış vermiş bunlara. Sinirleniyor annem, çok da üzülüyor. O sinirle, o hınçla yürüyerek doğru Hozat’a kaymakama gidiyor. Kaymakam bir toplantıda! Kapıyı çalıyor, içeri giriyor. Kaymakam annemi görünce tabi şaşırıyor. Hayırdır Perihan Hanım diyor. Annem diyor ki, bana bir yazı verin ben iskanıma dönmek istiyorum. Neden diye soruyor ve ne güzel sizi getirdik memleketinize diyor. Ne güzeli diyor, ben ağaç kovuğunda mı kalacağım? Kış odur kapıda. yani yer yok, yurt yok diyor. Nerede barınacağım, diye soruyor kaymakama. Tam bunu söylerken oradan biri lafa giriyor, neredeydiniz diyor? Batıda ne güzel Hanım olarak gelmişsiniz diyor, niye döndünüz demeye çalışıyor. Annem diyor ki, ben batı hanımı değilim. Ben hanım olarak gitmiştim. Orada fabrikalarım mı çalışıyor, ben soğan çapaladım… Derken Kaymakam devreye giriyor. Kusura bakmayın Perihan Hanım, savcı bey sizi tanımadı diyor. Annem de dönüp diyor ki, kusura bakmayın. Ben de Savcı beyi tanımadım diyor. Onun üzerine tabii diyaloglar gelişiyor. Annem geri dönüyor, muhtarı çıkartıyor evinden. Annem orada bir köy evine yerleşiyor. E tabi yoksulluk var, para yok, pul yok, hiçbir şey yok. Yani barınacak bir tek ev bulmuş onunla da idare etmeye çalışıyor. Yani sürgün edilmiş Dersimliler devletin bir başka ciddiyetsizliğiyle karşı karşıya bırakılmışlar, çünkü gönderilmişler ama nasıl barınacaklar, nerelerde yurt edinecekler? Hiçbir bilgileri yok. O nedenle de çok zorluk çekmişler sürgün dönüşünde, aslında yani bu bizimkilerin yaşadığı zor bir durum. Devletin gözünde Dersimliler birer hiç zaten. Yani elbette ki annem bir istisna, çünkü hakkını arayabilen konuşabilen cesur bir kadın olduğu için istisna ve başta söylediğimi şimdi tekrarlamak isterim aslında Dersimlilerin yaşadıkları tüm bu olaylar onları travma öncesi durumdan daha güçlü bir hale getirmiştir. Zaman içerisinde yani bilimsel olarak tanımlanan travma sonrası büyüme Dersim‘de ete kemiğe bürünmüştür derim ben. Son zamanlar için söylemek isterim ben bunu.
19 Kasım 2019
Bu yaz başında gittiğim Dersim’den işlerim nedeniyle kasım başı gibi ayrılabildim. Zamanımın çoğunu da Ovacık’da geçirdiğimden bir çok konuda gözlem yapma şansım oldu. Bu gözlemlerimden en önemlisi de Munzur Gözeleriyle ilgili olandı. Munzur Gözeleri Dersim bölgesi içinde en çok ilgi gören ve ziyaret edilen alanlardan biri. Yani nerdeyse Dersimin gözbebeği. Dolayısıyla çevremden bir çok arkadaşım bu yaz Dersim’e gelip, Ovacık ve Gözeleri ziyaret ettiler. Onlar ile yaptığım sohbetlerde; Ovacık nasıldı, beğendiniz mi, diye sorduğumda neredeyse büyük çoğunluğun “Muhteşemdi, ama Gözeler çok kötüydü!” demeleri açıkçası beni çok şaşırtmadı. Zira yıldan yıla artan ziyaretçi akınıyla Munzur Gözeleri’nin uğradığı tahribatın farkındaydım. Bunu yalnız ben değil burayı ziyaret eden herkes görüyordu. Değerli bir arkadaşım ise bununla yetinmeyip, “Bir şey yapın yoksa birkaç yıla kalmaz Gözeler bitecek. İnsan kalabalığı, kirlilik, araçlar, dokuyu bozacak, üstelik kutsallığı olan bir mekân, en azından buna hürmeten bir şeyler yapmak lazım. Aydınlarınız ile konuşun, yazın çizin, ama elinizi çabuk tutun.” dedi kaygılanarak. Haklıydı, “Munzur Gözeleri”ne sahip çıkıp, bir şeyler yapmamız gerekiyordu.
Gözelere giden yol Munzur Vadisi’nden geçer. Munzur Vadisi’nin girişinde başlıyor trafik. Ama ne trafik! Sanki İstanbul-Ankara otobanı… Oysa bu yol Ovacık yolu, kimi zaman keskin virajlı, dar bir yol. Güzel yanı Munzur Suyu’nun kimi zaman sağımızda kimi zaman solumuzda çağıldayarak bize eşlik etmesi. Üstelik geçen kış kar çok yağdığı için gürül gürül akıyor.
Gidiş geliş, peşi sıra dizilmiş özel araçlar, bazen aralarında tırlar hızla yol alıyorlar. Plakalara bakıldığında ağırlıklı çevre iller, Güneydoğu’dan olmak üzere ülkenin neredeyse her bölgesinden araç var. Bir arkadaşımın söylediği, insanın ve arabanın girdiği her yer bozulur, sözü Gözeler’de nasıl da oturuyor yerine.
Uzun yıllardır Dersim’in gözdesi olan Munzur Gözeleri çözüm süreciyle birlikte başlayan ve yerel seçimlerin ardından “Komünist Başkan”, “Komünist İlçe Ovacık” tanımlaması ile yoğun ziyaretçi akınına uğruyor. Her yer insan kaynıyor.
Adım atacak yer yok, dumandan göz gözü görmüyor, patika yollar tıklım tıklım, her yerde et kokusu… Karşılaştığım manzara hiç açıcı değil. Daha kötüsü, aşağılarda insanlar su içerken yukarılarda ayaklarını suda serinletenler… Taşların arasından suyun fışkırdığı yerlerin yanıbaşında çocuklarının tuvalet ihtiyacını gidermeye çalışanlar… Etrafa saçılan çöpleri de siz canlandırın gözünüzde artık. Dehşete kapılmamak mümkün değil. Ya derme çatma barakalardaki hijgenden uzak gözleme, kahvaltı ve hediyelik eşya satıcılarına ne demeli. Halkın mum yakıp dilek dilediği kayanın önü bile çaycılar tarafından işgal edilmiş, mum yakmaya gitmek bile artık o kadar kolay değil.
Görülen odur ki Gözeler artık dua edip çıra yakmak, kurban kesmek için gidilen yer olmaktan çıkmış; piknik alanı ve ticarethaneye dönüşmüş.
Keşke bu tahribat, kirlilik yalnızca gözelerle sınırlı kalsa… Munzur’un gözelerden doğduğu Ziyaret köyünden başlayarak Mamekiye (Dersim merkezi) varana kadar vadi boyunca su kenarında piknikçiler konuşlanıyor. Suya girenler, mangal yapanlar ve geride bıraktıkları çöpleri… Munzur Gözeleri SİT alanı olması nedeniyle mülkiyeti Tunceli Valiliği İl Özel İdaresinde. Dolayısıyla sorunlar Ovacık Belediyesi’ne iletilse de belediye yetki ve sınırları dışında kaldığı için bir şey yapılamıyor.
Munzur bizim kutsalımız, bunu her Dersimli bilir. Hatta çevre illerden gelenler de bilir. Herkes bilir, ama kendi hemşehrilerimiz dahil niyeyse kimse bu kutsallığa saygı göstermez. Hadi diyelim ki kutsallığı umurumuzda olmasın ya doğasına verdiğimiz zarar?
Munzur Gözeleri’ne ilk gittiğim zamanları hatırlıyorum. Nenem geliyor aklıma… Kurbanımızı alıp Gözelere gittiğimizde rahmetli Haydar dedem rakı içerdi; 1980’lerin sonlarıydı. Nenem, kızar ve dedeme arkasını döner, bütün gün suratını asardı. 12 İmamlar orucunu tam tutan itiqatlı bir Dersim kadınıdır nenem. Munzur’un kutsallığına atfen, o suda yetişen kırmızı benekli alabalığı da yemezdi. O günlerde Munzur Gözeleri’nde rakı içen dedeme kızan, 90 yaşındaki nenem, iyi ki Gözelere gidemiyor ve bu halini görmüyor, eminim ki yüzünü asmakla kalmaz kahrından ağlardı.
Dersim’de herkes gidişattan pek memnun değil. Bu kirlenmeye dur denmeli, Munzur korunmalı deniyor. Herkesin kendince bir fikri ya da projesi var. Ama hangisi Munzur gözeleri’ne uygun tartışmalı. Ve bugünlerde en çok konuşulan ise çevre düzenlemesi adıyla Tunceli Valiliği himayesinde Fırat Kalkınma Ajansı’nın hazırladığı ve Erzurum Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunca onaylanan 8 milyon liralık proje. Bu proje hayata geçirilecek olursa şimdiden daha mı iyi olacak orası muamma. Projenin doğayı ve gözeleri korumaktan çok mevcut alanı turizme dönüştürme kaygısı mevcut deniliyor. Bu da demektir ki Munzur Gözeleri resmen turizme açılarak ticarileşmiş olacak. Ne kutsallığı kalacak ne de doğal güzelliği.
Bu yılın yazı bitti. Sonbaharı da bitmek üzere; kalabalık gitti. Ovacık ve diğer ilçeler de dahil, Dersim kaderine terk edilmiş bir kasaba gibi kendiyle kaldı. Sokaklar sakin, yerli halk kendi meşguliyetiyle başbaşa. Seneye baharda karlar eriyip doğa kış uykusundan uyandığında önce emekli yazlıkçılar gelecek; teker teker. Sonra turistler gelecek; akın akın.. Turlar cabası… Gelsinler, herkes gelsin, ama doğayı tahrip etmeden, getirdiklerinin çöpünü bırakmadan, kutsalımıza saygı duyarak gelsinler…
Ve bizler, her sözün başında “Dersim de Dersim, Munzur da Munzur!” diyen bizler, bir şeyler yapmalıyız. Belediyelerimiz, Derneklerimiz, STK’larımız, siyasilerimiz, aydınlarımız, yazan çizenlerimizle bir şeyler yapmalıyız. 2020 yılı yazı gelmeden tedbir almalıyız. Başkalarından beklememeliyiz.
Bir araya gelelim, elele verelim, dağımızı, taşımızı, toprağımızı, suyumuzu nasıl koruyacağımıza dair kafa yoralım. Bunu yalnızca Munzur Gözeleri veya Munzur Vadisi için değil; Düzgün Baba, Dereova Şelaleri, Buyer Gölü, Tujik Dağı, kısacası tüm coğrafyamız için yapalım. Kutsalımızı incitmeyelim, Atalarımızın kemiklerini sızlatmayalım, çocuklarımızdan emanet aldığımız coğrafyamızı onlara temiz ve yaşanılır bırakalım.
skrnyilmaz@yahoo.com
Tüm katılımcı ve dinleyici arkadaşlara merhaba,
Bütün konuşmacı arkadaşları can kulağıyla dinledim doğal olarak. Ve gerçekten de yaşanmış acıların, tarih boyunca birikmiş travmaların feryatları gibi…
Bunları yazılı belgelerden ya da sözlü tarih anlatımından da az çok biliyoruz tabî ki.
Yirminci yüzyılın bir soykırımlar yüzyılı olduğunu söyleyebiliriz. 1904’te Almanların Namibya’da başlattıkları soykırım, 1915 te doruğuna ulaşarak devam etti. ikinci dünya savaşı döneminde olup bitenler ise zaten biliniyor.
Yirminci yüzyıldaki sekiz büyük soykırımın dört tanesinin Osmanlı-Türk coğrafyasında
gerçekleşiş olması derdimizi biraz daha da ağırlaştırıyor. Gerçekten de ister 1915’i ister ittihatçıların fiilen ve toptan işbaşı yaptıkları 1913 Ocak darbesinin tarihini ölçü alalım, 1937-38’e kadarki 25 yıl içinde dört büyük soykırım gerçekleştirilmiştir. Doruğunda Ermeni halkının/uygarlığının kanlı tasfiyesi bulunan soykırımların Asuri halkların, Süryanilerin, Keldanilerin, kuzeyde Pontusların, batıda Ege Rumlarının ve son olarak da, çok hazırlıklı, tasarlanmış, hiçbir savaş bahanesi de olmayan Dersim soykırımına kadar… (1921’de Dersim’in kuzey -batısındaki Koçgiri katliamı da sözkonusu zaman dilimi içinde yaşanan soykırım ve etnik temizlikler serisine dahildir.)
Çeyrek yüzyıl içerisinde gerçekleştirilen bu dört büyük soykırımın*da failleri aynı.
Biliyorsunuz bütün soykırımlar devlet odaklı olmak üzere, öncesi, sırası ve sonrasıyla üç aşamada gerçekleştiriliyor. Tarihin devlet merkezli ve son derece organize bu büyük cinayetlerine kimi sosyolog ve tarihçiler “mega cinayetler” diyorlar.
Devletlerin -ister imparatorluk ister ulus devletler olsunlar- “iç düşmanlar”ı, “dahili tümörler”i ve “çıbanlar”ı vardır! Osmanlı coğrafyasının da, devamında ortaya çıkan askeri Türkiye Cumhuriyeti tarihinin de – yaygın deyimle- ötekileri, ötekilerin ta ötekileri, “çıban”ları ve “dahili tümör”leri vardı! Buna şunun için vurgu yapıyorum: Muhalif saflarda ya da soykırıma uğrayan halkların ve toplulukların bugünkü elitleri arasında kendi acılarının, maruz kaldıkları soykırımın izini sürerken sebep sonuç ilişkileri konusunda ve devlet bilinci meselesinde önemli bulanıklıkların olduğu görülüyor. Bu bilinç bulanıklığı ya da deformasyonu bugünü analiz etmeyi, dolayısıyla da ileriyi göremeyi zorlaştırıyor. Burası neden önemli? Çünkü sonuçta biz tarihe geleceği görmek için bakarız. İleriyi görmek ve bir gelecek inşası için bakabiliriz tarihe. Yoksa tarihle kavga etmek, didişmek ve tarihi düzeltmek için bakamayız. Amaç, yeni soykırımların önüne geçmek ve elbette geçmiş soykırımların hesabını sormak…
Biliyoruzki soykırımlar devlet merkezli büyük organizasyonlardır ve genellikle de üç aşamada gerçekleşiyor. Her şeyden evvel, hedef toplulukların düşmanlaştırılması gibi bir öncesi var. Hedef alınan topluluklara dair önyargıyla başlayan, nefret ve kindarlığa varan ve giderek onu boğazlamaya dönüşen bir süreçtir bu. Yani öncesi, sırası ve sonrasıyla bütünlüklü bir süreç… Soykırımların sonrasına damgasını vuran ise, bilinen külliyen inkâr çizgisidir. Bununla birlikte, yeri geldiğinde, “gerekirse bir daha yaparız” diye de tehditkâr bir övünç duyabiliyor soykırımcılar. Bunu 2015’te, “Yurdumuzun Ermenilerden Temizlenişinin 100. yıldönümü Kutlu Olsun. Şanlı Atalarımızla Gurur Duyuyoruz.
Genç Atsızlar” imzasıyla birkaç kente astıkları pankartlarda açıkça görmüştük.
…
Devlet olarak örgütlenmiş toplumsal/sınıfsal katmanlara ve dost-düşman ilişkilerine bakıştaki naif, bilinç bulanıklığına dayalı kaotik tavır alış birer birer yem olmaya götürüyor ve nitekim öyle oldu.
Geçen yüzyılın ilk çeyreğine ya da 1913’ten 1938’e kadarki zaman dilimine baktığımızda 25 yıla sığdırılan dört büyük soykırımın anatomisi doğru düzgün mercek altına alındığında bu gerçek görülecektir.
Bu nedenle sıkça vurgu yapıyorum. Herkesin kendi derdine ağlaması, herkesin kendi acısını acıların ve mağduriyetlerin en büyüğü görmesi -ne yaşanmış soykırımların hesabını sorma, ne de yeni soykırımları engelleme anlamında- çözüm olmuyor. Tarihten çıkarılan doğru bir ders değil bu. İnkâr edilen, kabul edilmeyen soykırım devam eden soykırım olduğuna göre, soykırıma uğramış halkların, onların bugünkü sözcülerinin, örgütlü elitlerinin yapması gereken buradan öteye de bakmaktır. Nasıl bir gelecek projesi/inşası ile bizler yeni soykırımların önünü kesebiliriz?
İsviçre’den genç hukukçu arkadaşımız Hüseyin Çelik’in söylediği değerli hukuki doğrular var. Ancak, biliyorsunuz Raphael Lemkin’in soykırım kavramı 1948 de birleşmiş milletler tarafından onaylandı. Bu kavramın kendisi 1915’deki Ermeni/Hristiyan soykırımına ve de 1930’lu yıllarda Kuzey-Irak coğrafyasında Süryanilerin başına gelen büyük pogromlara bakılarak geliştirildi.
Ve ikinci dünya savaşı içerisinde Nazilerin gerçekleştirdiği endüstriyel boyutlardaki mega suç eylemine Churchill’in, “bu nasıl bir şey, bugüne kadar hiç benzerini görmedik, nasıl adlandırmak gerekir bu suçu” sorusunu 1943’te Raphael Lemkin, “bunun bir soykırım olduğunu, jenosid olarak adlandırılabileceğini” söyleyerek yanıtlıyor.
Hukuki bir kavram olarak jenosid’in 1948’den geriye doğru işletilemeyeceğini iddia eden resmî çevreler, kavramın kendisinin 1915’e bakılarak geliştirildiğini görmezden gelerek birçok fail devletin de işini kolaylaştırmış oluyorlar.
“Geriye doğru işletilemez” diyenlerin bulunduğu yerde durmak gerekmiyor. Çünkü kavramın doğum nedeni, ona kaynaklık eden olgunun kendisi 1915 ve sonrasında işlenen büyük cinayetlerdir. Hukuki planda kabulüne yanaşılmayan, ama birer tarihsel olgu olarak varlığı bilinen nice soykırım vardır ayrıca.
Öte yandan bu kavramın çerçevesini de -geliştirilen yeni soykırım tekniklerine bakarak- biraz genişletmek de gerekiyor kanımca.
…
Soykırımlara karşı mücadele, öncelikle asli failleri hedef alan çok boyutlu bir mücadeledir. Konuşmalar içinde 1919-23 yılları arasında yaşanan soykırım(lar)ın ikinci safhasından, Kemalistlerden söz edildi. Geçerken belirtmeliyim ki “Kemalizm” denen uydurma kavramın kullanılmasından pek de yana değilim. Bu kavramın hangi tarihte uydurulduğu, üzerine neler inşa edildiği biliniyor. Kemalistler isim değiştirmiş ittihatçılardır. İTC’nin yedek ekibidir. Her biri diğerine göre okul arkadaşıdır, eniştedir, kayınçodur, Teşkilatı Mahsusa ve orduda devre arkadaşlarıdır… Aralarında çelişkiler de vardır… Jön Türkler/İttihatçılar olarak imparatorluğu pan-islamizmle kurtaramayınca pan-Türkizme döndüler. Sonra Keyzer Wilhelm’in göz kamaştıran askeri makinasının, savaş gücünün cazibesine kapılarak “savaşı kazanırsak Kudüs, Sudan ve Mısır yeniden bizimdir” hülyalarına kapılarak savaşa girdiler ve sonuçta kafayı kırdırdılar. Savaşta yenilen taraflar kaçınılmaz olarak hesaba çekilir, budanırlar. Bu nedenle de, adına “Cumhuriyet” denilen “yeni” Türk devletinin “kurtuluş savaşı” gibi uydurma mitolojik destanlarını bir yana bırakıyorum. Kendim de bu kavramı fazlaca kullanmıyorum. “Yeni” askeri Cumhuriyet, aslında küçültülmüş Osmanlıdan, Kemalistler de kılık değiştirmiş İttihatçılardan başkası değildi…
Almanlarla birlikte iştahla daldıkları paylaşım savaşını kazansalardı büyüyeceklerdi. Kaybedince küçüldüler/küçülmek zorunda kaldılar. Değişen duruma yepyeni bir maske geçirdiler. Savaş galipleri de, “halkınıza istediğiniz masalları anlatabilirsiniz ama bundan sonra böyle” diyerek bir çok kısmi reformu empoze ettiler.
Açıktır ki “kuvai milliye destanları”, “kurtuluş savaşı”, “Atatürk inkilapları” gibi argümanlar, paylaşım savaşı içinde ve sonrasında işlenen sözkonusu mega cinayetlerin hesabından kurtulmak, en önemlisi de gasp edilen bir toplumsal zenginliği vermemek için uydurulmuş şeylerdi. Ne acı ki bu minvaldeki masallar bugün hâlâ muhalif sol jargonda dahi varlığını sürdürüyor.
…
Herhangi bir milliyetçilik diğer milliyetçiliğin alternatifi değildir, hiçbir zaman da olamayacaktır. İnanç veya etnik benmerkezci yaklaşımların soykırımların tarihine/toplumsal nedenlerine ve asli sorumlularına bakışları biraz sorunludur.
İster semavi dinler, isterse heteredoks/batınî inanç sistemleri olsun tıpkı milliyetçilik türleri gibi birbirine alternatif olamıyor. Kaldı ki soykırıma uğrayan bütün halkların, inanç ve etnik toplulukların her biri -bir yanıyla da- başka dinsel, milliyetçi bağnazlıkların kurbanıdır…
Soykırım kurbanları olarak bizlerin tarihe bakıştaki amacımız, geçmişle yersiz bir kavgaya girişerek zaman kaybetmekten ziyade, “nasıl bir gelecek inşaası” meselesine yoğunlaşmak olmalıdır. Elbette tarihte işlenen suçları kabul ettirme mücadelesini elden bırakmayacağız. Ama asli hedef, birleşik mücadelelerle yeni soykırımların önünü kesmek ve daha da önemlisi soykırımsız bir gelecek inşaasıdır.
Gelecek nesiller nasıl bir toplumsal örgütlenme içinde bir arada yaşayacaklar? Tarihe böyle bakabiliriz.
…
Napolyon Bonapart isimli Korsikalı savaş erbabı şunu söylüyor: “Tarih, üzerinde konsensüse varılmış bir yalanlar silsilesidir”. Bunu herhangi bir muhalif söyleseydi şüpheyle bakılabilirdi belki. Ama sözkonusu kişinin tarih yapan, yazan/yazdıran bir savaş figürü olması, bu değerli itirafa bir anlam derinliği kazandırıyor.
Resmi tarihin klişelerine, yalanlarına ve uydurma senaryolarına çok fazla takılmadan devlet bilincindeki bulanıklığı aşmak, devlet olarak örgütlenmiş sosyal sınıf ve katmanların soykırımlardaki başrollerini görmek bakımından önemlidir. Çünkü her büyük katliam gibi soykırımlar da sonuçta tarihsel bir sebep-sonuç ilişkisi içinde oluşuyor. Toplumları zapturapt altına almak, üniformize etmek devletleri kontrol eden örgütlü sınıfsal katmanların egemenliğini, yağma eylemlerini kolaylaştıran bir tercih olagelmiştir.
Devlet(ler)in tarihsel ve sınıfsal fonksiyonlarına dair her yanılsama ve bilinç deformasyonu sıklıkla hedefin şaşmasına, toplumlar/halklar arası toplu nefret ve düşmanlıklara yol verebiliyor.
Kapı komşusunun kırıma uğramasının gerçek nedenlerini anlayamayan, resmi argümanlara aldanarak ya da maddi dürtülerle soykırıma suç ortaklığı yapanların veya seyirci kalanların kendileri de bir zaman sonra benzer trajik akibetlere uğramaktan kurtulamamışlardır. Diyarbakır Süryani Derneği başkanı Murat Demir’in hatırlattığı, “biz kahvaltıysak siz de öğle bir sonraki öğünsünüz” feryadı her vesileyle anlatılan bir tecrübedir.
Gelecekte de birer birer yem olmamak için etnik ve inanç ben merkezci dar bakış tarzından, devletin/sistemin bekasına dua eden tarihsel yanılgıların açmazından çıkmak gerekiyor. Bu bir zorunluluktur. Aksi halde etrafımızda döner dururuz.
Bu buluşmayı organize eden, insiyatif alan arkadaşların çabalarını kutluyor ve de katılımcı/konuşmacı arkadaşların takdirlerine katılıyorum.
Bu tarz inisiyatiflerin devam etmesi gerekir. Yani bu bilincin, sıralanan derslerin kurumlaşması gerekiyor. Aksi halde gelecekte farklı formlarda yem olmanın önüne geçemeyiz.
Teşekkür ederim.
* Kaba notlar haricinde yazılı bir metne dayanmayan spontane tarzdaki konuşmamda Ezidilere uygulanan Soykırımın atlanması -konuşmanın asli mantığını, vizyonunu gölgelemese bile- önemli bir eksiklikti. Anlayışla karşılanacağını umarak…
Arkadaşlar hepinize merhabalar. Benden önce konuşan arkadaşlar önemli bazı noktalara vurgular yaptılar ve ōnemli bilgiler verdiler, Yeni anekdotlar düştüler bu ilk gōrüșmemize.
Yada şöyle söylemek gerekir. Bu çok geç kalmış bir ilișki durumu, bizler soykırıma uğramıș halklar için bu Plattform olușmalıydı ve aynı Coğrafyada ki aynı acılar yașamıș halklar için, geç kalmış bir adımdır.
Nedenleri belki de, benim fikrimdir, bir boyutu ile herkes kendi acısıyla, kendi yaşadıklarıyla baş başa kalmış bir tür “içe kapanma hali” diyeceğimiz, bu durum aslında biz Dersimliler içinde geçerli bir psiko-sosyal durumdur, Yașanan acının büyüklüğü ve yıkıcılığı ile ilișkilendirmek de mümkündür, bu durumu.
Bir daralma yaşamışız, bu büyük felaketin, bu büyük yıkımına sonuçlarına bağlı olarak. Hepimizi aslında sosyo-psikolojik boyutuyla ciddi bir Travma ya, “iç çōküntü hali”ve bizi daralmaya soktuğunu gerçeği ile karșı karșıya olduğumuzu bilmeliyiz.
Çünkü çok büyük bir acıdır soykırım, kușaklar boyu sosyal, kültürel ve biyolojik aktarımları olan, süreklilik içeren bir insani fenomendir soykırım ve acısı normal bir acı da değildir. Bu acıdan nasıl kurtulur insan?… Bilinmiyor.
Başka bir tanım alanına ve yeni teorik sonuçlara ihtiyaç var ki, boyutları bugün ki hali ile veya bu alan ile ilgili bilimsel çalıșmaların sonuçlandırılmadığı, soykırımın yüzyıllarca etkisini sürdüreceği bir çok gri alan henüz açıklığa kavușmamıștır.
O yüzden bu adım önemli bir adım, karșılaștırmalı bir metod ile yeni șeyler ortaya da çıkabilir. Bilimsel alanda ki tartıșmaların da bize katkıları kesinlikle olacaktır. Bu ilișkiyi sürekli hale getirmek ileriye götürmek noktasında, diğer arkadaşların temennisini bende tekrarlayarak, aynı fikirde olduğumu söylemeliyim.
Bu birinci nokta.
Birbirimizi tanıma ve konușmalardan çıkardığı sonuçlar, bazı arkadașlarım konușmalarından çıkardığı sonuç birbirimizi çok da tanımıyoruz. Birbirimizin acılarını bilmiyoruz ve birbirimizin yaşadıklarını, çektiklerini bilmiyoruz.
Zannediyoruz ki bizim acımız, en büyük acı olduğunu düșünerek ve onunla birlikte yaşıyoruz. Şimdi buradan girmişken, Erdal arkadaş dört büyük soykırım dedi. Aslında beş büyük soykırım yașandı bizim coğrafıyada. Bakınız, ne büyük bir hüzündür ki Ezidileri unuttu, Oysa tarihin en büyük alçaklığıdır, bir halka yapılmıș olan…
Belki Coşkun tamamladı. Biz bu çalışmaya başladığımızda bir şeyi anladım ki, Bu konularda ne kadar yüzeysel bilgi sahibi olduğumuzu da gōrdüm.
Ezidilerin yașadıklarının çok farklı bir dram olduğunu ōğrendim, şu anlamda bizim hepimizin yaşadıklarından daha büyük bir acı yaşıyorlar. Daha fazla bir acı yaşıyorlar. Bunu șu anekdot ile aktarayım. Bir Ezidi olan Prof. Dr İlhan Kızılhan bu tartışmaya katılacaktı. Fakat, Duhok’ta bir travma merkezi kuruyorlar şu anda. Birleşmiş Milletlerin ve uluslararası insan hakları örgütlerinin, desteklediği bir travma merkezi kuruyorlar. Kendiside șu anda orada, ve çok yoğun bir çalışma içerisinde olduğunu ve bugünde Birleşmiş Milletlerden gelen bir heyetle toplantı ve akşam yemeğinde olduğunu, katılamayacağını söyledi. Bu konferansa katılsaydı, çok daha ōnemli bilgiler verme olanağı olurdu.
Şimdi şöyle bakmanızı isterim. Onlarda yaklaşık beș bin kadın
İşid tarafından kaçırılıp, satılmış yada tecavüz edilmiş, bir kısmı da kayıp ve bu kadınlardan doğan yaklaşık 4500 çocuk var. Şöyle düşünün ki bu çocuklar Ezidi kültürüne ve inaçlarına gōre Ezidi kabul edimiyorlar…Ayrıca kadınlar da Ezidi olmayan biri ile birlikte oldukları için ailesi ve Ezidi toplumu tarafından dıșlanmaktadırlar. Öyle büyük bir travmatik durum ki, kadınları kaçırılmış, çocuklar doğmuş, kadınlar ve çocukların yașadığı bu büyük trajediden bașka daha korkunç ne olabilir? toplum korkunç bir yıkım yașamakdadır. Yani hepimizin yaşadığı büyük acılar var. Buradan Dersime dönmek istiyorum… Dersim soykırımı geç fark edilen, biz Dersimliler tarafından da geç anlaşılan, geç gündeme gelen yada geç gündeme getirdigimiz bir soykırımdır.
Son yirmi yılın tarih okuması ve bu eksenideki tartışmalarının sonucunda ve 37-38 de gerçekten neler oldu sorusuna verilen cevapların bir sonucu olarak, bunun bir soykırım olduğunu anladık ve halen de anlamayanlara anlatmaya çalıșan bir toplumuz… Bu gecikmenin iki nedeni vardır. Birinci neden, monieple edilmiș bir tarihi yazılımı vardı. Bu tarih yazılımını eleștirel bir süzgeçten geçirmeden okuyarak aslında hepimizin düşünsel dünyasını birbütün olarak domine eden, zehirleyen hatta felç eden bir rol oynadı, toplumsal aydınlanmamızı geciktirdi… bu tarih yazılımında ki kurgu irrealdi gerçeklerle bir ilișkiși de yoktur, Dersimde bir isyan olduğunu ve bir kürt devleti kurma girișiminin sonuçlarının yarattığı bir durumdan kaynaklandığını vs. böylesine sofistike hazırlanmış bir tarih kurgusu olușturulmuștu.
Baytar Nuri Dersimi’nin yazdığı bir tarihti. İkinci bir boyutuda bizim soykırımı yaşayan annelerimiz, babalarımız, dedelerimiz bizi bu işe hiç bulaştırmak istemiyorlardı. Biz 37-38 neler olduğuna dair sorularımıza, her defasında o konuyu bir șekilde kapatıyorlardı ve öğrenmemizi istemiyorlardı. En fazla bize şu öğütü yapıyorlardı. “Alevi kimliğinizi saklayın ve kendinizi koruyun bir yere gidince” șeklin de ki telkinlerde bulunuyorlardı. Yani kendinizi saklayın, bir şekilde, koruyun kendinizi. Bu bir șekli ile soykırım yașıyan toplumların hayat da kalmanın bir yolu olarak geliștirdikleri strateji…
Biz’deki gerçek bir aydınlanma, Avrupa ya gelen politik göçle birlikte, kimlik, dil, tarih, sosyoloji ve etnisite tartışmalarıyla beraber, ‘biz 37-38 de neyi yaşadık’ sorusuyla bu konu gündemimiz haline geldi.
Ne oldu? sorusuyla başlayan bir şey bu. Bu süreçte aynı zamanda “soykırım” kavramını tanıdık. Hatta bu kavramı așan bazı fazla yanlarını da gōrdük. Yani bugün Lemkin’in, tanımladığından fazlası olan bir soykırım, Raphael Lemkin’in tanımında bir etnik-kimlik tanımı var, aynı zamanda bir kabile yada bir aşiret için ölüm kararı çıkarıldığına dair bir
tanım yok. Mesela benim ailemde soykırıma uğrayanlardan, toplu bir yok etme var.
Fakat, Demenanların erkeklerinin hepsinin öldürülmesi ve her öldürülen erkek için ödül konulması, para ōdülü karşılığı her erkeğin öldürülmesi kararıda var. Yani fazlası dediğim kısmı bu. Bazı insanlar kadınları öldürüp, saçlarını kesip erkek diye ödül alıyorlarmış. Böyle vahși durumlar da var Dersim Soykırımın da. Çok açık bir soykırım. Yani bütçesi devlet tarafından hazırlanmış, devlet hazinesinden bütçeye para aktarılmış bu soykırım için, süvari birliklerinin atların ne kadar yem yiyeceği bile hesaplanan bir soykırımdır. Kimin nereye sürgün edilecegine dair yol planları yapılmıș. Dersim 37-38, bütün boyutları ile planlanmıș, bir toplumu yok etmek için uygulanmıș İnsanlığa karșı bir suçdur.
Bunları burada söylerken iki konuşmacı arkadaşım, Hosvep ve galiba birde Tamer arkadaşlar, Kürt kimligi vurgusunu sık sık yaptılar, Dersim için. Bu sōylemlerde şu anlașılıyor ki, Dersimlilerin etno-kimlik tartıșmalarından çok haberdar olmadıklarını söylemeliyim. Bu da birbirimizi gerçekten tanımıyoruz, sonucuna beni gōtürdü tekrardan. Dersimlilerin, Kürt kimliğine karşı bir itirazı var. Ve çok ciddi ve güçlü bir itirazdır. Bunun bir çok nedeni ve bir çok siyasal, sosyal ve sosyolojik parametresi var. Tarihsel boyutu var, dil boyutu var, inanç boyutu var, konu bu olmadığı için, detay yapmayı da doğru bulmuyorum. Bizim de için de olduğumuz, Dersim Kongresi diye bir süreç var. Bu Kongre sözleşmesin de Kürt kavramı hiçbir yerde geçmiyor. O yüzden Dersim Kürt resmi tarih gözüyle, ezber ve ōğretilmiș hali ile Kürt soykırımı, Kürt İsyanı gibi değerlendirmek, bir yanlıștır, nesnel hiç değil.
Hüseyin Çelik adlı hukukçu arkadaşımızın söylediği gibi tarihsel okumalar, tarihsel yanılgılar ve tarihsel ezberlerin yarattığı tahrifatlar, bizim sağlıklı ve sonuç alıcı yol almamız ōnünde ki en büyük engellerdir. Mesela ben şöyle desem yada şöyle öğrendiğimiz hali ile ‘Karadenizin hepsi lazdır’.
Tamer arkadaşım, hemen itiraz edecektir. Aynı şey Dersimliler içinde geçerlidir. Aynı șey, Dersim tarihi içinde geçerli. 500 yıl boyunca bu coğrafyada, kendini koruyan, barbarlığa direnen, kendi kimliğiyle yașayan bir toplum olarak var olmuș. Birinci meclis’te de
Dersim milletvekilleri olarak varlar. Ve bir tarafta da Kürdistan milletvekilleri var. Ayrıca bu günkü konumuz olan soykırımlar da Kürtlerin yaptıklarını da doğru konușmalıyız, Suryanileri kesen “Seyfo” (Kılıç) kimin elindeki kılıçtır? Bedirxanların yaptıklarını açık bir șekilde konușmalıyız. Tarihde ki Ezidi katliamlarının çoğunu kim yaptı? Hamidiye Alayları kimlerdi ve Ermeni Soykırımında yaptıkları da biliniyor.
Kısacası bu tarihin biz Dersimliler ile bir ilișkisi yoktur, bu șuçların da ortağı hiç degiliz. Ortak tarihi olmayan farklı halklardan sōz ediyoruz. Dersim kimligi bu tarihsel arkaplan nedeni ile bir kimliktir. Kendi kimliğine bağlılığını sürdüren kadim bir coğrafya. Yine arkadaşım Hüseyin Sevinç, birkaç rapordan alıntılar yaptı. Bu raporlar gösteriyor ki bu coğrafyanın kendine özgü, kendi kimliği, kendi duruşu, kendi yaşam tarzı, kendine ait bir otonomisi, kendi hukuku olmuștur. Bugün kü siyasal bilim de ki karșılığı olarak söylersek, tanımlayabileceğimiz bir “otonom bölge” oluşturduğunu görebiliriz.
Bilmiyorum zamanımı aştım mı? Birkaç şey daha söyleylemek isterim. Hiçbir soykırım kendi kendine başlamaz, onun yapılması için de devletler psikolojik, kültürel boyutunu ōnceden hazırlarlar. Soykırımı yapanlar uygulayacağı toplumu bu soykırımın meșruluğuna da hazırlarlar. Kafa yorduğum meselelerden bir tanesi de, soykırım teorisini-fikrinin ittihat terakkiciler mi ilk böyle bir şeyi düşündükleri, yani bir toplumu komple ortadan kaldırmak gibi böyle korkunç ve dehșet fikrin üretimi ittihat terakkinin eserimidir? Yoksa Almanların empoze ettiği bir fikir mi? Bu konuda aslında bilgisizim. Ama maalesef ki coğrafyamızda bu fikrin devamcıları bugün halen iktidardalar. Halen bu fikri savunan fașizan bir sistemle karşı karşıyayız. Bu soykırımlar hepsi bir psikolojik, kültürel arkaplan üzerine inșaa edildiklerini gōrüyoruz. Bugün de bu șekli ile devam etmektedir. Hüseyin Sevinç arkadaşın, söylediği gibi Dersimlileri insan göremeyen, vahși, barbar ve kesinlikle öldürülmesi gerektiğinde bir sorun olmayacak varlıklar olarak gören ve propaganda eden, bu diğer etnik gruplar, diğer inanç grupları içinde geçerli bir yōntem olarak yapılmıș.
Ermeniler, Ezidiler, Asuriler içinde aynı kavramlar kullanılmıştır, hala da söylenmektedir.
Soykırımı sadece bir toplumun fiziki olarak yok etme üzerinden inșaa eden çok kaba bir bakış açısı var genel anlamda. Oysa ki, Soykırıma uğrayan toplumlar ve kimlikler darbeli kimliklerdir. Şiddet gören kimliklerdir ve travmalı kimliklerdir. O yüzden iç bütünlüklerini olușturması, ortak refleks göstermeleri, ortak davranış göstermeleri çok zordur, nedeni ise bütűn toplumsal gelișim dinamikleri kırılmıștır. Uğradıkları şiddet öyle ağır, öyle yıkıcıdır ki birbirine karşı şiddet kullanmaya çok açık bir duruma gelebilirler, “șiddettin içe dōnme” hali durumu bir sosyal fenomen degil, realite olarak da karșımıza çıkabilir. Dersimlilerde bugün yaşanan da birazda böyle bir durum, bunun üzerinden biraz da bakmak gerekir diye düșünüyorum.
Aslında Ezidiler ile benzer bir kaderi paylaşıyoruz, ve aynı siyasal girdabın yaratığı kaos da boğuluyoruz. Ezidiler bir yandan uğradıkları katliamı, Soykırımı Ezidi Soykırımı olarak tanımlamak istiyorlar. Doğru olan da bu degil mi? Ama Kürt hareketi ile politik iliskiden kaynaklı bir kesim de kürt katliamı olarak tanımlamak istiyor. Dersimlilerdede aynı durum, çok açık sōylemeliyim ki, burdan hiç bir şey de çıkmaz kesinlikle…
Bu aslında birbirinin önünü kesen, bazen doğru yol yürümesini bile engelleyen bir durumdur. Bir örnek vereyim. Dersim Kongresi Meclisi olarak bizim bir çalışmamız vardı. Dersimde kullanılan kimyasal silahlarla ilgili. Birkaç belgede elde ettik. Ama bu çalışmamızı duyan bu çevreler bu şekilde alman parlamentosuna taşıdı. Toplumların acılarını Politik rant alanı olarak görmenin bir refksinden hareketle. Alman parlamentosuna, Kürt soykırımı, diye bir önerge verdiler. İnanırmısınız, parlamento kayıtlarına Dersim soykırımı değil, Dersim İsyanı diye geçti. Bu durum neye maloldu biliyormusunuz. Bizim çalışmamızı engelleyen, onu bloke eden, hatta bazı belgelere ulaşmamızı engelleyen bir duruma geldi. Bu, durumu kısmen bu gün Süryanilerde yaşıyor. Ezidiler çok daha yakıcı helde yaşıyorlar şimdi.
Dersimliler bu durum ile şu an cebelleşiyorlar, enerjisini boș yere tüketmek böyle bir șey. Yani bir yandan kürt kimliği dayatması, bir yandan bağımsız dersim kimliğinin üzerinden şekillenen tarihi okuması, geçmiş sorgulaması ve gelecek perspektifi konusunda ciddi problemler yaşıyoruz.
Uzattımsa burda bitirebilirim, bir kaç cümle daha söyleyelim zaman var ise.
Önerilerim; Aslında arkadaşlar ōneriler yaptılar, tekrarlamak da istemiyorum.
Birincisi şöyle yapsak çok iyi olur. Bir kere birbirimizi tanıma konusunda bir zemin oluşturalım, birbirimizi anlamaya çalışalım.
Birbirimizin acılarından öteye birbirimizin tarihsel sürecleri konusunda aydınlatalım, yaşadıklarını ve gelecek perspektifi konusunda birlikte neler yapabiliriz. Bölgemizde çok açıktır ki, bir çatışma alanı ve savaş bölgesel niteliktedir. Bu süreç hepimiz için büyük riskler, felaketler taşıyor. Çok büyük bir buhranın kapısındayız, hatta toplum olarak yok olmamıza da sebep olabilir. Bundan dolayı hem uluslararası
boyutta, hem yerel ölçekte bir konsensüs politikası, bir gelecek perspektifine hepimizin ihtiyacı var, bunu oluşturabiliriz. Bu birinci olabilir. İkincisi bu soykırımlar konusunda Erdal arkadaşın söylediği gibi bazı girişimlerde bulunabiliriz. Yani bu bazı hukuksal otoriteleri zorlayan süreçleri gündeme getirebiliriz. Bence bu anlamlı diyaloğu sürdürelim. Bu çalışmayı sistemli hale getirmek için öneriler yapalım. Sadece bunları söyleyebilirim.
Bir şey daha, birkaç, cümle daha kurayım. Hüseyin Sevinç bilir. 20 yıl önce 2000 yılı olmalıydı bir araya gelmiștik ve 20 kişiydik. 4 Mayıs tarihini Dersim Soykırımı günü olarak karar almıştık. Düşünün ki 20 yıl önce 20 kişi bu toplumun soykırıma uğradığına inaniyordu. Ve bu bir bakanlar kurulu kararı olan ve altında Atatürk imzası olan. Öyle bir sorun ile karşı karşıyayız ki birimizin katili, birimiz için idol olabiliyor. Bunu neden söylüyorum. dersimlilerin içerisinde de çok ciddi bir sorun ama son yirmi yıldır bu çalışmalarla beraber epey aşıldı. Düşünün. Bize soykırım yapan biri. Ama başka etnik bir grup için idol olabiliyor. Bunu sosyal medyada ki profil analizlerinden anlamak mümkündür. Kaos ve yıkım en çok da bilginin kirletilmiș hali ile bizi vuruyor. Hepinize teşekkür ediyorum, dinledigimiz için .
Saygılar sunuyorum.
Teşekkürler. Öncelikle böyle bir programı hazırladığınız için hepinize teşekkür ederim. Bizlerin Diyarbakır’da ki Süryani‘lerin şu anki durumu biraz daha farklı . Bizler Hristiyan Süryaniler değilde Müslüman Süryanileriz. Bunun sebebi de muhakkak daha önce duymuşsunuzdur. Kayıp Ermeniler, Müslüman Ermeniler diye. Aynı şekilde kayıp Süryaniler ve müslüman Süryaniler var. Bizler Seyfo döneminde bizlerinki daha çok soykırımdır. İltica değildi, yani bizleri yollama değildi. Direk soykırımdı bu. Soykırıma en büyük destekçide maalesef bizim yüzyıllarca kapı komşularımız ola nKürtlerdi. Kürt komşularımızdı. Az önce konuşmacılardan yine bir arkadaş güzel bir söylemde bulundu.
Kürtler kandırıldı diye bir durum yoktur. Karşılıklı Türklerle menfaat üzeri işbirliği yapıldı ve dinimiz bahane edildi. Bizi katletme sebepleride dindi ve o zaman bizim büyüklerimiz kendilerine söylediler.
Kürtlere söylediler. Eğer biz sabah kahvaltısıysak sizlerde öğlen yemeği olacaksınız.
Çünkü bizlerin sizlere hiçbir zararı olmadan bunu yaptınız. Ve biz sağ kalanlarda hala hala o asimilasyona devam ediyor.
Benim atalarım dinleri bahane edilerek katledildi ama biz sağ kalanlar ben ve benim ailede benim gibi yüz binlercesi hatta bizlerdeki bazı araştırmalara göre iki milyona yakın Müslüman Süryani yaşıyor. Bunlar Türk ve Kürtlerin işbirliğiyle asimile edilmiş Süryaniler. Gerek dilleri, gerek kültürleri ve gerekte dinleri. Ve şu anda bizler celladımıza aşık insanlar olmuşuz. Kasabın bıçağını yalayan dana misali. Beni katleden bir din, beni katleden bir ırk ama hem o dinin mensubu hem o ırkla aynı dili konuşup aynı bayramı kutlayıp aynı şeyleri yapıyoruz.
Yaw bu Seyfo dönemi, Ermeniler ermeni katliamı der, biz Seyfo deriz.Yani Süryanice bir terim. Kılıç anlamına gelir. Seyfo dönemini biz halada yaşıyoruz. Ve ben şunu belirtmek istiyorum. Kürt ve Türk biz kardeşiz dediği sürece, Kürt ve Türk biz din kardeşiyiz dediği sürece kesinlikle bizim ne Kürde ne Türk‘e güvenimiz kalmaz.Kimse kusura bakmasın.
Bu süreçte bize en yakın olan, Dersimlilerdir. Seyit Rıza‘nın soyundan gelen
insanlardır. Çünkü bu coğrafyada, bu Ortadoğu coğrafyasında en çağdaş insanlar onlardı.
Güvenebileceğimiz insanlar da onlardı. Ve hala hala biz burada bu asimileyi yaşıyoruz. Ve bu asimilasyon politikaları hala devam etmektedir.
Önemli bir buluşma gerceklestirdiniz. Soykırım yaşamış toplumların evlatlari olarak acılarımızı ortaklastırarak, geleceğimize dönük ciddi çabaların içinde olmamız gerekmektedir.
Diyarbakır Süryani Derneği Başkanı olarak, yeniden görüşmek dileğiyle başarılarınızın devamını diliyorum.