Değerli kadın ve erkek arkadaşlar,
eli kalem tutan, okur-yazar Dersimiler!
Dersim Meclisi çalışması başlayalı yaklaşık bir yıl oldu. Bu süre zarfında neyin peşinde olduğumuz; yakın, orta ve uzun vade açısından neler, ne tür işler yapabileceğimiz en kalın çizgilerle belirgin hale gelmiş durumda.
Dersim tarihini, edebiyat ve sanatını, gelenek-göreneklerini, itikatını, dillerini, kültürünü, kimliğini günümüze kadar ki çalışmaların da yardımıyla kayıt altına almayı, yaşatmayı ve geliştirmeyi amaçlıyoruz. Özcesi Dersimi koruma çırpınışıdır bu çalışma.
Parantez içine aldığımız tüm bu alan ve disiplinlerde ilerlemek ve belli ürünler ortaya çıkarmak ve bunları tüm Dersimlilere ve dünya halklarına ulaştırmak/tanıtmak için düşünce ileti araçlarının olması bir zorunluluk oluyor.
Bunun için Dersim Meclisi Web Sitesi’nin bu amaca hizmet edecek bir işleve ve içeriğe kavuşması gerekiyor. Bütün çalışmalarımızı ve kendimizi bu yayın organı aracılığıyla dünyaya anlatacağız.
Değerli arkadaşlar,
uzun zaman almakla birlikte sitemizin altyapısı oluştu. Zazaca/Kırmancki ve Kırdaşki’nin yanı sıra Türkçe, Almanca, İnglizce ve Fransızca’da yayınlama olanaklarına sahibiz. Sitemizin işlevsiz kalmaması için Dersim Meclisi-Avrupa Genel İdare Kurulu’ndaki arkadaşların yanı sıra ilgili her kese çağrı ve ricamız; iki ya da üç haftada bir siteye değişik konularda birer yazı/makale göndermesidir.
Değerli arkadaşlar,
bir çalışmada kendini anlatma, fikirlerini yayma ve bir takım anlamlı gelişmeler kaydetmek ancak propaganda araçlarıyla gerçekleşeceğini hepimiz çok iyi biliyoruz. O nedenle sorunun önemini uzun uzadıya birbirimize anlatmak gerekmiyor.
Çağrı ve ricamızı tekrarlamakla yetiniyoruz. Her arkadaştan iki ya da üç haftada bir yazı/makale vb. istiyoruz. Kolektif çalışmalarımızın en yalın, en parlak, en katı görünümü ve resimi bu site olacak.
Çağrımıza en kısa zamanda yanıt vereceğiniz umuduyla; hepimizin Dersim davasına olan bağlılıkla; sizlere zevkli çalışmalar diliyoruz.
- 12. 2016
Dersim Meclisi-Avrupa Medya Komisyonu
Gerek Hilafetçi Osmanlı, gerek Meşrutiyet, gerekse Cumhuriyet Dersim’i “sorun” gördü. Baskı ve katliamlar hiç eksik olmadı. Büyük yaralar açıldı. Kapanmadı o yaralar. Zira tedavi eden olmadı Dersimliler’in yarasını. Bu nedenle Dersimliler’in tarihsel ve toplumsal yaraları hâlâ kanamaya devam etmektedir. Tedavi edilmeyen bu yaralar Dersimliler’in düşün ve duygu dünyasında derin ve kalıcı yarılmalara neden oldu.
Geçmişte yaşanmış sorunlar, doğru bir zeminde adaletli bir yaklaşımla ele alınmaz ve çözülmez ise geçmiş hiçbir zaman geçmiş olmaz. Yeni biçimlere bürünerek her zaman bireylerin ve toplumların yaşamında var olmaya devam eder.
Geçmişinde çözülmemiş sorunları, kanamakta olan yaraları olan toplumlar/bireyler, bugününü örgütlemede ve geleceğini inşa etmekte ciddi sorunlar yaşarlar.
Bunun en önemli nedenlerinden biri toplumsal travmadır. Yani toplumun ortak akıl ve ortak duygusunun parçalanmış olmasıdır.
Travmanın tedavisi, yaraların sarılması dolayısıyla bugünün ve yarının sağlıklı biçimde inşa edilebilmesi bir hesaplaşma/yüzleşme süreciyle mümkün olabilir.
Hesaplaşma/yüzleşme ise ortak etik değerlerin, ortak aklın yön verdiği örgütlü bir toplumun eseri olabilir.
Dersim toplumunun sorunları üzerine uzun yıllar değişik kurum ve bireylerin çabaları oldu. Bunların her birinin kendi koşullarında kıymetli olduğunu teslim etmek gerekir.
Ancak bu çabalar Dersim toplumunun ortak aklını oluşturarak stratejik bir plan dahilinde kalıcı mevziler yaratmaya yetmedi. Zira parçada düşünüldü. Bir yanıyla tek etnik köken veya inanç üzerine kimlik inşa etme (parçalı kimlik) mücadelesi çoklu “Dersim kimliği”nin önüne geçti.
Öbür yanıyla da Dersimliler’in enerjisi ağırlıklı olarak güncel siyasal ve sosyal sorunlara kanalize oldu.
Bazı coğrafyalar ve toplumlardaki tarihsel, toplumsal ve siyasal gelişmeler diğerlerinden farklı seyirler izler. Dersim bu özgünlüğü taşıyan, koruyan halklar ve kültürler yurdudur. Buradaki tüm kimliklerin birbirini etkileyen, besleyen ve içiçe duran özellikleri vardır. Bu hakikati kabul ederek düşünen ve hareket eden her Dersimli aslında yeni ve ortak “Dersimli” kimliğini benimsemiş demektir.
Son 30 yılda görüldü ki “parçalı kimlik” (aynı zamanda tekleştirici) düşüncesi Dersim’de ve Dersimliler’de beklenen karşılığı bulmadı/bulamadı. Toplumun büyük kesimi çoğulcu “Dersimli” kimliğiyle tanımladı kendini ve böyle yaşamayı benimsedi.
Elbette her etnik, inanç veya siyasi kimliğin kendini var etme (inşa etme) hakkı tartışmasız kabul edilmelidir. Sorun, bütün bir tablonun her bir parçasının, kendisini bütünün yerine koyması, dolayısıyla da diğer kimliklere yaşam hakkı tanımama anlayışı ve pratiğindedir
Hiçbir kimlik, kendi varlığını başka kimliklerin yok edilişi üzerinden var etmemelidir.
Bazı coğrafyalar ve toplumlardaki tarihsel, toplumsal ve siyasal gelişmeler diğerlerinden farklı seyirler izler. Dersim bu özgünlüğü taşıyan, koruyan halklar ve kültürler yurdudur. Buradaki tüm kimliklerin birbirini etkileyen, besleyen ve içiçe duran özellikleri vardır. Bu hakikati kabul ederek düşünen ve hareket eden her Dersimli aslında yeni ve ortak “Dersimli” kimliğini benimsemiş demektir.
DERSİM FİKRİYATINDAN DERSİM MECLİSİ FİKRİYATINA…
Uzun yıllar, “Dersim fikriyatı” üzerine düşünen ve bunu değişik biçimlerde savunan Dersimliler oldu. Ancak “parçalı akıl” ve “parçalı kimlik” düşünüş sürecinin doğası gereği bütünü kapsayamadı…
2015 yılının son aylarından itibaren bazı kurumların çabasıyla bir grup insan, Dersimliler’in “parçalı aklı”nın ürünü olan dağınık duruş ve rekabetçi tarzın yarattığı olumsuz tablo üzerine sohbetler yaptı. Bu sohbetler ve çabadan “Dersim Meclisi Fikri” doğdu.
2016 yılı Şubat ayında Almanya’da yapılan toplantı, “Dersim Fikriyatı”ndan “Dersim Meclisi Fikriyatı”na doğru yürüyüşünde başlangıcı oldu.
“Dersim Meclisi Girişimi” olarak tanımlanan ve şekillenme sürecine giren düşünce Avrupa’da ve Türkiye’de çalışmalarını sürdürdü/sürdürüyor.
Bu fikir Dersimliler arasında düşünsel planda önemli ilgi gördü/görüyor. Ancak Dersimli kurumların (dernek vb) bir kısmı bu düşünce ve girişime mesafeli durmaktalar.
Zira onlardan bazıları bunu kendilerine karşı bir girişim olarak algılamaktadırlar. Bu algının birden çok nedeni olduğu söylenebilir.
Birincisi; bu algının parçalı düşünüş ve parçalı duruştan kaynaklı olması.
İkincisi; rekabetçi bir anlayış ve tarzın ağır etkisi.
Üçüncüsü; mevcut kurumların Dersim meselesi ve davasını “dernekçilik ufku”nun ötesine taşıyamamış olmalarının önemli payı olduğu söylenebilir.
Dördüncüsü; ve en önemlisi Dersim davasını tarihsel, toplumsal özgünlüğü boyutundan kopararak, genel siyasal ve sosyal konular bağlamında ele alınmasıdır.
Gerek Türkiye de, gerekse Avrupa’daki Dersimliler’in bu “parçalı” ve “rekabetçi” durumu, toplumun önemli bir kesiminin örgütsüz ve atıl kalmasında önemli bir paya sahiptir. Söz gelimi; aydınlar, sanatçılar, akademisyenler, işverenler, kanaat önderleri gibi kesimlerin Dersim davası/sorunlarına dair görüş ve enerjilerini toparlayabilecek seçeneklerden yoksun olmalarını veya büyük bir boşluğun yaşanmasını başka türlü açıklamak olanaklı değildir.
Bu tabloda Dersim Meclis Girişimi, toplumun düşün dünyasında yeni ufukların açılmasının önünü açabilir. Çoğulcu Dersimli kimliğinin oluşumu ve yeni bir toplumsal aydınlanmanın olanaklarını yaratabilir.
Toplumun düşünsel, kültürel, ekonomik, inançsal dağınıklığının, doğa ve çevre mücadelesinde yaşanan “parçalı”lığın giderilmesinde yeni iletişim kanalları açılabilir, yeni kurumsal oluşumları gerekli hale getirebilir.
Yerel sorunları sadece yerel bir akıl ile değil, evrensel bir akılla çözmenin fikri zenginliğine ulaşabilir.
Dolayısıyla “Dersimli olma” düşünsel zemini üzerinden, yeni bir kurumsallaşma aşamasına geçmek zorundadır Dersimliler…
Dersimliler üç konuda stratejik bir görüş oluşturmak ve buna uygun kurumsal yapı inşa etmek durumundalar.
1) Dersimliler’in Ortak Aklı
Egemenler bir toplumu yok etmek veya teslim almak için önce onun tarihsel, toplumsal, kültürel belleğini yıkar/parçalar ve yerine kendi ideolojik sembollerini inşa eder. Bu durumda toplumu bir arada tutan değerlerden ve sistematik düşünme kapasitesinden yoksun bırakır. Dersimlilerin yaşadığı ağır tarihsel, toplumsal ve siyasal nedenlerle düşün ve duygu dünyasının parçalı olduğunu tespit etmek gerekir.
Bu nedenle; öncelikli olarak Dersim Meclis Girişimi bu travmatik/parçalı durumun nedenlerini analiz etmek ve gerçekçi bir tespit yapmak için bilimsel çalışmalar yapmalıdır. Devamında özgün yöntemler kullanarak bu parçalı öznelerle güven ve saygınlık ilişkisi oluşturmayı hedeflemelidir. Bireyler ve kurumlarla kurulacak saygın ve güvene dayalı ilişkiler üzerinden “ortak akıl”a ulaşmayı hedeflemek ve çalışmalarının ana eksenine bunu yerleştirmek durumundadır.
Geleneksel düşünüş kalıpları ve iletişim yöntemleriyle yeni bir düşünce oluşturmak ve topluma benimsetmek olanaklı değildir.
Ortak akıl oluşturma sürecinin sağlıklı gelişebilmesi için Meclis Girişimi toplumda yaygın olan her türden reaksiyonel ve rekabetçi anlayışla arasına kalın hatlar örmek ve kararlı/istikrarlı bir duruş göstermek durumundadır.
En temel mesele ve konularda bile, Dersimliler’in ne ortak düşüncesi, nede ortak duruşu vardır. Acılarda bile ortaklaşamayan, yaşadıkları Tertele’ye dair ortak bir düşünce ve davranış oluşturamayan bir hakikatle yüz yüzeyiz. Öncelikle bu hakikati kabul etmek ve bunun nedenleri üzerine bilimsel aklın ürünü olan çalışmalar yaparak ortak bir düşünce oluşturmanın yaşamsal bir öneme sahip olduğunu kabul etmek gerekmektedir.
Etnik ve inanç kimliği, kültürel ve siyasi kimliği ne olursa olsun (ırkçı ve dinciler hariç) tüm Dersimlileri tarih, toplum, kültür, doğa, inançlar, diller, ekonomi vb temel konularda bir araya getirebilecek, bu tür temel konuları bilimsel normlarda araştırıp anlatabilecek ve birbirinden öğrenebilecekleri yeni bir sürece ve bunun sonunda ortak aklın oluşumuna ihtiyaç vardır.
Dersim toplumunun yeni bir aydınlanmaya, yeni araçlara, yeni mücadele yöntemlerine ve yeni mevzilere ulaşması gerekir. Aksi durumda toplum olarak varlığını sürdürmenin tüm dinamiklerini kaybeder.
Dersimlilerin bir “kimlik” bunalımı yaşadığını söylemek mümkün. Ancak daha da önemlisi toplumda bir “kişilik erozyonu” ve “etik değerler” sorunu olduğunu da tespit etmek gerekir.
Bir toplumda kimlik ve kişilik ilişkisinde ciddi bozulma varsa bu, büyük bir çözülme ve yıkım yaşandığını göstermektedir.
Yani travmanın ve bellek yitiminin toplumsal ve kişisel değer yitimindeki etkilerinin yanı sıra; kapitalist sistemin, bölgede uzun yıllardır süren şiddetin parçalayıcı ve çürütücü etkilerinin de üzerinde durmak son derece önem kazanmıştır.
Belirtmek ve kabul etmek gerekir ki; bir toplumun düşün dünyasını oluşturan, şekillendiren ve yön veren en önemli kesim o toplumun düşün insanlarıdır; yani aydınları ve sanatçılarıdır. Ne yazık ki Dersimli aydın ve sanatçıların önemli bir bölümü söz konusu “parçalı akıl”ın ve rekabetçi tarzın sıradan bir bileşeni olmayı tercih ederken, diğer önemli bölüm aydın ve sanatçının ise tarihine, kültürüne, toplumuna karşı taşıması gereken sorumluluktan uzak durmayı tercih etmeleri büyük bir kayıptır.
Ortak akıl sürecinin özneleri olan Dersimli düşün insanlarını (aydınlar, sanatçılar) şimdiye kadar yapmadıkları/yapamadıkları ödevlerini acilen yapmaya ve vefaya davet etmeliyiz. Ortak akıl oluşturma süreci bu perspektifle sürdürülür ve gerekli olgunluğa ulaştığında da bir “Dersim Kongresi” toplanarak yeni bir aşamaya geçilebilir. Bu aşama Dersim Meclisi’nin kuruluşudur.
2) Dersimliler’in Temsiliyeti
Dersim’de yaşayan Dersimliler’in nüfusu her geçen gün azalmaktadır. Ağırlıklı olarak Türkiye’nin değişik kentlerinde, Avrupa da ve başka ülkelerde yaşamaktadırlar. Hem ortak aklın oluşturulamamış olması, hem de rekabetçi düşünce, duygu ve davranışları nedeniyle Dersim ve Dersimliler bir temsiliyet sorunu yaşamaktadır.
Bu kadar ağır sorunlar yaşamış ve yaşamakta olan bir toplumun kolektif temsilden yoksun kalması büyük bir açmazdır.
Ortak akılın oluşturulma sürecinin sağlıklı ve başarılı sürdürülmesi aynı zamanda ortak iradenin/temsiliyetin oluşturulmasının koşullarını yaratır.
Halklar ve kültürler yurdu (Kırmanciya beleke) olan Dersim coğrafyasında ve Dersim dışında yaşayan tüm Dersimliler’in sorunları/davası için ulusal ve uluslararası alanda sürdürecekleri her türlü mücadelede bir temsil mekanizmasının olması yaşamsal öneme sahiptir.
Temsiliyet meselesini mevcut kurum ve çevrelerin “parçalı kimlik” dayatmaları ve rekabetinden kurtarmak, tüm kimlikleri “Dersimli” kimliği ve “Kırmanciya Beleke” (Kırmançlar’ın çok kültürlü, çok renkli ülkesi) persektifi ve demokratik toplum bireylerinin katılımıyla ele almak gerekmektedir.
Bunun nasıl oluşacağı, nasıl işleyeceği ve ne tür somut işler yapacağı sorusu Dersim Meclisi iradesiyle yanıt bulabilecektir.
3) Dersim’in Statüsü
Dersim inanç yapısı ve inançların birbiriyle ilişkisi, değişik etnik kimliklerin bir arada yaşaması ve ilişkileri, çok kültürlü, çok dilli, çok inançlı (dinli) özelliğinin yanısıra, doğası ve doğa insan ilişkileri nedeniyle de dünya kültürel mirasının ve doğal hayatının önemli bir parçası/değeridir.
Bu özgünlüğün/değerlerin korunması sadece Dersimliler için değil, insanlık için büyük bir zenginlik ve kazanımdır. Bu nedenlerle Dersim tekçi devlet zihniyetinin hedefi olmuştur ve olmaktadır. Egemenlerin tekçi politikalarına karşı kararlı bir duruş göstermenin yanısıra Dersim her türlü kimlik ve çıkar çatışmasının, siyasal rekabetin dışında tutulması gereken bir doğa harikası ve kültürler beşiği olarak korunması gereken bir coğrafyadır.
Dersim dünya da ve bölgede özel bir statü hak eden özgünlüğe sahiptir. Kendi kendini yönetmesiyle ancak bu özgünlüğünü koruyabilir. Mevcut rejim veya iktidar seçeneklerinden hiç biri Dersim’in bu zenginliğini anlayabilecek/koruyabilecek durumda değildir. Kendi kendini yönetmesi oranın özgünlüğü nedeniyle bir statüye kavuşturulmasıyla mümkün olabilir…
Bölgede ve ülkede yaşanan politik süreç yeni devletlerin oluşumu ve yeni yönetim biçimlerinin tartışılacağı gözönünde bulundurulursa “statü” meselesi daha da önem kazanmaktadır…
Tüm bu sorunların bir arada konuşulabildiği, farklı kimlik ve fikirlerin değer gördüğü ve saygıyla birbirini kabul ettiği, güvene dayalı güçlü bir iletişime ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç yeni bir düşünsel üretimi ve yaklaşımı, yeni bir platformu gerekli hale getiriyor.
Dersim Meclisi fikriyatı doğru anlaşılır, doğru tartışılır ve bir kongreyle rafine edilerek Dersim Meclisi’ne dönüştürülebilirse ortak akılın oluşumunu, temsiliyet sorununu çözebilir. İşte o zaman “Dersim’in statüsü”ne dair stratejik plan oluşturmak ve çalışmalar yapmak mümkün olabilecektir…
Tanıl Bora: Linç, En Aşikâr Medeniyet Kaybıdır
Lincin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitiriyor demektir.
Linç, 2008’de yitirdiğimiz sözlük ustası Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlük’ünde şöyle tanımlanır:
“Halktan bir topluluğun, bir suçluyu ya da kendilerine göre suç olan davranışta bulunmuş birini yumruk, taş, sopa gibi araçlarla döve döve öldürmesi.”
- Ölüm, uç nokta; o noktaya varmayan şiddete de “linç” diyoruz pekâlâ. En azından “linç girişimi” diyoruz. Linç girişimi de, kastı bakımından ve ortaya çıkarttığı sosyal ve insanî durum bakımından, linçten başka bir şey değildir.
Sosyal teoride bir unsur daha vurgulanır linci tanımlarken: Ajitasyon unsuru. “Halktan bir topluluk”, onları eyleme çağıran birileri tarafından seferber edilmiştir. “Bunlara kim dur diyecek!” diye tahrik eden gazeteler tarafından… doğrudan doğruya “vurun şerefsize, ne duruyorsunuz!” diye haykıran provokatör tarafından… öfkeyle fokurdayarak kendi kendini azdıran kalabalık içinden ilk yumruğu indiren birisi tarafından…
Lincin hedefi: “Suçlu veya kendine göre suç olan davranışta bulunmuş birisi” veya birileri… Linç, bir cezalandırma eylemi. Linççiler, “suçlunun” tespitini ve cezalandırılmasını bizzat ellerine alıyor, hukuku devre dışı bırakıyorlar. Hukukun “iyi” işlemediğini, suçluları lâyığınca cezalandırmadığını düşünüyorlar. Olağan yargılama prosedürü, zaten suçluluğuna çoktan karar verdikleri o reziller için –her kimseler– bir mükâfat niteliği taşıyor onlara göre: “Mahkeme aylarca sürecek, avukat bir boşluk bulup beraat ettirecek ya da içeri girse bile elini kolunu sallaya sallaya biraz yatıp çıkacak”; “Bunları zaten kolluyorlar”. Böyle düşünüyorlar. Dahası, o kişilerin “normal hukuku” hak etmeyecek derecede aşağılık mücrimler olduklarını düşünüyorlar. İnsan cinsinden saymıyorlar onları. İnsanca bir muameleyi hak etmedikleri kanaatindeler.
*
Linç, modern bir sözcük. Amerikan iç savaşından sonra ırkçı Ku Klux Klan gruplarının, siyahlara uyguladığı şiddeti tanımlamak üzere kullanıldı ve yerleşti. Ki Ku Klux Klan marjinal bir hücre değil, “işinde gücünde, sıradan yurttaşların” mensup olduğu binlerce kişiye yayılmış bir örgütlenmeydi. Dolayısıyla, kitlesel bir kabul gören, diyebiliriz ki belirli bir toplumsal meşruiyete yaslanan bir pratikti.
Zaten, linç sözcüğünün refakatinde linç hukuku kavramıyla beraber zuhur etmiş olması, bizi irkiltmeli. Kavramın adından türetildiği söylenen –farklı kaynaklara göre– dört kişiden üçü yargıçtır zaten. 1493’te İrlanda’nın Galway kasabasında cinayet zanlısı oğlunu mahkûm ettikten sonra evinin penceresinden sarkıtarak bizzat asan, gaddarlığıyla ünlü yargıç James Lynch… Amerikan bağımsızlık savaşında gerek İngiltere’ye sadık kalan “düşmanları” gerekse her adi suç zanlısını mahkemeye çıkarmadan, çoğunlukla kırbaçlatarak, cezalandırtan yargıç Charles Lynch… 16. yüzyıl sonlarında Kuzey Carolina’da olağanüstü sertliğiyle nam salmış bir yargıç, John Lynch… Lincin isim babası adaylarından yargıç olmayan, yalnızca William Lynch: 18. yüzyıl sonu/19. yüzyıl başlarında Pittsylvania kentinde bir haydut çetesini bizzat cezalandırmak üzere milis örgütleyen bir adam…
Yoksa linci, modern hukuk düzenlerinin bodrumlarında saklanan işkence âletlerine mi benzetmeli? Nasıl, Carl Schmitt’e göre, olağanüstü hal ilan etme ve uygulama yetkisi hukukun kurucu unsuruysa, son kertede hukuku muktedir kılan güç buysa ve her daim devreye sokabileceği bir imkânsa… Nasıl Giorgio Agamben, modern iktidarın insanları keyfî biçimde hükmedilebilir “çıplak hayata” indirgeyen hukuksuzlaştırılmış mekânlarına dikkat çekiyorsa… Linç de, “hukuk devletleri”nin gözlerden ırak tutulan ama kapatılmamış, ara ara geçit verilen ya da verilebilecek bir yan yolu olabilir mi? Dünyanın her köşesinden başka örnekler yanında, Türkiye’nin gerek bütün modern tarihindeki gerek yakın yıllardaki tecrübesi, açıkça bunları düşündürüyor.
*
Radikal siyasal teorinin eleştirel sorgulamasının gösterdikleri, bizi “hukuk devleti” ilkesi ile linç arasındaki mutlak bağdaşmazlığa dikkat çekmekten alıkoymamalı. “Linç hukuku”, hukuksuzluk demektir. “Bazı” insanların hukuktan istisna edilmesi demektir. İnsanların hukuktan istisna edilmesinin, yani haksızlığın, adaletsizliğin doğallaşması, meşrulaşmasıdır.
Hukukun üstünlüğünün, –ki kanunlara riayetle mahdut olmayan bir etik ilkedir–, berhava olması, gücün ve şiddetin keyfîliğine alan açar. Linci “tolere etmek”, Türkiye’de siyasî ve mülkî erkânın sıkça yaptığı gibi mazur göstermek, hukuk devletinin kendini inkârıdır.
*
Linç sözcüğünün mecazî kullanımlarının son zamanlarda gündelik dilde hayli yaygınlaştığını fark ediyor musunuz?
Özel hayatıyla ilgili “iftiralara” maruz kalan manken veya dizi oyuncusu, medyanın itibardan düşürdüğü herhangi bir kamusal şahsiyet, “linç edildiğini”, “yargısız infaza kurban gittiğini” söyleyerek tepki gösteriyor. Haksızlığa uğradığını, adaletsizliğe maruz kaldığını söyleyen meşhur egolar, ‘gerçek’ linçlerin kurbanlarına çok zaman nasip olmayan bir duygudaşlıkla karşılanabiliyorlar. Galiba, linç kavramının ‘gerçek’ bir infiâl konusu olmamasının bir işaretidir bu.
*
‘Gerçek’ bir infâlin zembereği, hukuk fikrinden, kamusal bilinçten, vatandaşlık etiğinden başka bir yerde işliyordur belki. Elbette bunlarla büsbütün alâkasız olmayan, tersine bu değerlerle mâmur bir yerde: vicdanda. Kamu vicdanına gelene kadar, her nevi ‘münferit’ vicdanın da sızlaması beklenmez mi lincin dehşeti karşısında? Linç, kalabalığın azlığı çiğnemesidir – bazen, tek birisini. Korunmasız, çaresiz durumdakine saldırmaktır. Köşeye kıstırılmış, kuşatılmış olana çullanmak… Yerdekine bir tekme savurmak… Bireysel sorumluluk üstlenmeden, kalabalığın koynuna sığınmış, ‘anonim’ bir cürmün gölgesine saklanarak…
Yapılabilecek en büyük vicdansızlıklardan, olup olabilecek en şerefsizce işlerden biri, kısacası. Her canını sıkanı, her tuhafına gideni, en basit bir gündelik hayat ihtilâfındaki muhatabını şeddeli şeddeli “şerefsiz” diye anmanın konuşmada virgül yerine geçtiği bir toplumsal vasatta, lincin infiâl yaratmaması da bize bir şeyler söylüyor olmalı.
*
Kalabalığın koynuna sığınmaktan, ‘anonimleşmiş’ bir cürümden bahsettik. Lincin tekinsiz yanı bu. Aşağı yukarı yüz yıldır bir beşerî-doğal âfet olarak siyasî mühendislik hesaplarına dahil edilen “kitle psikolojisi” etmeni… Tek başlarına böyle bir şeye cesaret etmeyecek insanlar, birlikte yapıyor olmanın cesaret aşısıyla vurup kırarlar… Kitleyle beraber akarken, kitlenin bir parçası olmanın cezbesi içinde, yaptıklarının suç olduğunu, yüz kızartıcı olduğunu, günah olduğunu, zillet olduğunu idrak etmez, edemez, ar-hayâ eşiğini atlarlar. Bazen, meş’um bir ‘fırsat’ gibi gelir bu… Linç kurbanıyla, onun “meselesiyle” doğrudan alâkalı olması bile gerekmez; yığılmış hoşnutsuzlukların yükü, engellenmişlik duygusunun biriktirdiği saldırganlık potansiyeli, zayıf ve “serbest” bir hedef bulmuştur ya, boşalır onun üzerine.[1]
*
Konuyla ilgili sosyoloji, psikoloji, siyasetbilimi, antropoloji literatüründe, linç sözcüğünün daimî refakatçisi: güruh. Değersiz kalabalık, ayaktakımı, sürü.
Lincin öznesi olduğu kadar, nesnesidir de güruh. Linç girişimcilerini illâ bir lümpenler topluluğu, azgın bir fanatik kitlesi, tutunacağı bir dal, bağlanacağı bir değer kalmamış kopuklardan müteşekkil bir kara kalabalık olarak tasavvur etmeyin. Elbette, böyle bir kitlenin lince celp edilmesi bilhassa kolaydır; ‘böyleleri’ eşiği kolayca geçebilir, kırıp dökebilirler. Ama unutulmasın: Linç eylemi, ona kalkışanları, ona kapılanları güruha dönüştürür. Linci yapan güruh olduğu kadar, güruhu yaratan da linçtir. Linç deneyimi, girişim ve ajitasyon ‘aşamasından’ itibaren, kitleyi, kalabalık içindeki insanları güruh haline getirir. Güruhlaşmanın meyli, lincedir.
Lincin insanı dehşete düşüren, düşürmesi gereken yanı, budur. İnsan topluluklarının güruhlaşması… Av güruhuna benzemesi… Yırtıcı hayvan sürüsüne benzemesi… Barbarlaşması… İnsanlıktan çıkması…
Linç, en aşikâr medeniyet kaybıdır. Lincin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitiriyor demektir.
*
Türkçülüğün öncü düşünürü ve Türk faşizminin en tutarlı ideologu Nihal Atsız, 1963’te yazdığı bir mektupta “Polatlı civarında iki Alman turiste yapılan canavarlık” hakkındaki bir gazete haberine değinir ve şöyle hayıflanır:
“Doğrusunu istersen, bu olayda millî bir utanç ve rezalet var. Bu utanç ancak bu iki canavarın halk tarafında linç edilmesiyle temizlenebilir ama o haysiyet, o şuur, o kan, o gayret nerede?”[2]
Sanki medenî cesaret kavramını tersine çeviren bir eda vardır bu serzenişte. Toplum (daha doğrusu millet) olma vasfı, “şerefini” kanla temizlemeye hazır olma pervasızlığıyla sınanır. Faşist ahlâk, millî-toplumsallığın hayatiyetini, kandaş ilkel topluluğun güdü ekonomisini canlandırmakta bulur.[3]
*
Ümit Kıvanç, 2008 Ekim’inde Balıkesir/Ayvalık/Altınova’da iki genç grubu arasındaki gerginliğin cinayetle sonuçlanmasından sonra beldedeki Kürtlere karşı bir linç havasının estirilmesi üzerine yazdığı yazıyı şöyle bitirmişti:
“Halimi sorarsanız, bir sonraki linç-katliam girişiminde ilk öldürüleceklerden biri olmayı diliyorum.”[4]
Bu sardonik infiâl, linç vakalarının olağanlaştığı bir toplumun toplumluktan/insanlıktan çıkmasının karşısında insanın dibine battığı umutsuzluğun ifadesidir.
*
Buraya kadar, soyut olarak linçten söz ettim. Lincin vahametini idrak etmek için buna ihtiyacımız var. Saiklerine, ‘muharriklerine’, sebeplerine, sonuçlarına hiç girmeden, bunları hiç bilmeden ve hesaba katmadan, linci ağır bir zillet, bir insanlıktan çıkma düşkünlüğü olarak görmek için… Faillerine, kurbanlarına, yerine yurduna, toplumsal ve politik bağlamına, vesilesine hiç bakmadan, her linç vakası başımızı önüne eğdirir, eğdirmelidir. En mühimi, bu.
*
Türkiye’de son yıllarda neredeyse rutinleşen linç vakaları ve bunların yetkililerce belirli bir ‘toleransla’ karşılanması karşısında, bu ‘soyut’ ve ‘ahlâkî’ infiâlin eksikliğinden muzdarib olmalıyız. Vekil vükelâ, askerî ve mülkî erkân, büyük medyada söz sahibi olanlar, kanaat önderleri, politikacı zümresi, linç olaylarına tepki gösterdiklerinde, –gösterirlerse–, kâhir ekseriyetle, bu olayların yine asayiş cinsinden sonuçlarına dikkat çekerek kaygı belirtiyorlar – belirtirlerse. Vatandaşlar kendini devlet otoritesi yerine koyarak suçlu gördüklerini cezalandırma ya da hak alma (ihkak-ı hak) cihetine giderlerse bunun devlet otoritesinin altını oyacağını ve hukuk devletini iflâs ettireceğini söyleyerek… ve tabii, bu gibi provokasyonların Türk-Kürt çatışmasına, yani sivil/ iç savaşa yol açarak birlik ve beraberliğimizin köküne kibrit suyu dökeceği uyarısında bulunarak…
Linçlerin ‘kendisinden’ çok sonuçlarından duyulan bu endişeye de razıyız tabii. Kimileri bu vakalardan ancak devletli ve millî mülahazalarla rahatsızlık duyacaksa, bari öyle duysun…
*
Zira, söylemeye gerek yok, Türkiye’de yakın dönemde çoğalan linç vakalarının gerçekten “Türkler” ve “Kürtler” arasında, husumet tohumları eken, gündelik hayattaki ayrışmaları derinleştiren bir etkisi vardır.
Söz konusu vakaların çoğunun belirgin muharriki, Kürtlere yönelik hınçtır. Her Kürt’ün şahsında PKK’yı görmektir; kimi zaman rant ihtilâfında öne çıkmak, kimi zaman kendini “asıl yerlisi” saydığı kentin/kasabanın/mahalledeki hâkimiyet ve ‘üstünlüğünü’ savunmak için, bayrakları fora edip ahaliyi “hain Kürtlere” karşı ayaklandırma ‘imkânıdır’. Başka bir şeyleri protesto eden solcu gençleri hedef alan linç girişimlerinde bile, atılan ilk yumruk, çakılan ilk kibrit: “Bunlar PKK’lı!” lâfıdır.
Korkulacak uç nokta, kaybedecek bir şeyi ve bir ümidi olmayan kitlelerin biriktiği yerlerde-ortamlarda, ‘lümpen’ kalabalıkların toplu kırımlara girişmesidir. Fakat ‘hazır’ güruhlara dikmeyelim sadece gözümüzü; linç atmosferinin ‘işinde gücündeki’ insanları güruhlaştırıcı etkisini unutmayalım. Ayrıca, en uç noktaya, felâket raddesine varmasa, daha ‘hesaplı’ ölçeklerde kalsa ve gerek kendi içinden gerek ‘yukardan’ gemlense dahi, bu eğilimin, bu ‘yatkınlığın’, toplulukları gitgide birbirinden uzaklaştıracağı açıktır. Bu, toplulukların kendi içinde de etnik ‘şuurun’ pekişmesi, insanların etnikliğine indirgenmesi demektir. Ve ne kadar tekrarlasak az: Toplum olma vasfının kaybı demektir, toplumun iliğinin erimesidir.
*
Yetkililerin engin hoşgörüsü, linç güruhlarına fevkalâde geniş bir “tahrik olma hakkı” bahşedilmesi, kimi zaman bunların yarı-legal milis gruplarıymışçasına hayırhâh muameleye tabi tutulması, Türkiye’de linç ‘olgusunun’ son derece önemli bir veçhesini oluşturuyor. Lincin, meşrulaşma demeyeceksek, olağanlaşmasının belki de temel sebebi budur.
Dahası, bu sunuş yazısının başlarında geçerken imâ ettiğim ve başka bir yerde üzerinde durduğum gibi[5] Türkiye’de, bir kriz idaresi ve olağanüstü hal yöntemi olarak lincin ‘işlevselleştirildiğini’, önünün açıldığını düşündürten bir tablo karşısındayız. Bunun vahim bir örneğiyle, elinizdeki metin yayıma hazırlanırken karşılaştık. İstanbul Okmeydanı’nda protesto gösterisi yapan DTP’li [Demkratik Toplum Partisi] gruba, bir mahalleli pompalı tüfekle ateş açtı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu “vatandaş tepkisine” şu sözlerle ‘empati’ gösterdi:
“Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, vatandaşın hayatına kast ederseniz, hayatına kastettiğiniz vatandaş kalkıp da eğer elinde böyle bir tedbiri, böyle bir imkânı varsa, o da kendini savunma yoluna gidecektir.” [6] (TB/HK)
1- Murat Paker bu konudaki bir makalesinde, lincin saiki olan psiko-sosyal mekanizmaları ele alır: “Lincin psiko-politiği: Nedir, niçin, nasıl?”, Psiko-politik Yüzleşmeler içinde, Birikim Yayınları, İstanbul 2007, s. 191-206, özellikle s. 194-199.(…)
2- Yücel Hacaloğlu, Atsız’ın Mektupları, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2013, s. 62.
3- Bu paragraf 3. Baskıda eklendi.
4- “Aklı katlettik, sıra insanlarda”, Taraf, 4 Ekim 2008.
5- “Türkiye’nin ‘kriz idaresi’ yöntemi: Millî refleks ve linç orjisi”, Tanıl Bora, Medeniyet Kaybı, Birikim Yayınları, İstanbul 2007 (3. baskı), s. 191-201.
6- 4 Kasım 2008 tarihli gazeteler.
7- “Linç ortamı ve faşizmin sarkacı”, sayı 223 (Kasım 2007), s. 9-12; “Mukayeseli linç etüdleri – Nazi Almanya’sı, Bugünün Türkiye’si”, sayı 230-231 (Haziran- Temmuz 2008), s. 100-106; “Kurtlar vadisi, şiddetin pornografisi ve tekinsizliği”, sayı 215 (Mart 2007), s. 38-42.
8- “Linç açılımı”, Birikim’de yayımlandı (sayı 249, Ocak 2010, s. 3-5). “Linç kültürü üzerine birkaç not”, küçük değişikliklerle Kaos GL’nin 116. sayısında (Ocak-Şubat 2011) ve İnsan Hakları Ortak Platformu’nun İnsan Hakları İçin Diyalog Dergisi’nin 7. sayısında (Ocak 2011, s. 26-28) yer aldı. “Erken cumhuriyet ve linç disiplini” başlıklı yazının 6/7 Eylül’e odaklanan daha kısa bir versiyonu, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde 17-19 Haziran 2013’te düzenlenen “Kitleleri Yeniden Düşünmek: Hukuk, Şiddet ve Demokrasi” konferansındaki sunuşları derleyen kitaba verildi.
9- Hasan Ali Toptaş, Heba, İletişim Yayınları, İstanbul 2013; Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı, Can Yayınları, İstanbul 2014.
Kaynak: bianet.org
İstanbul – BİA Haber Merkezi
03 Ocak 2017
– Kamuoyuna –
11-13 Kasım 2016 tarihinde Almanya’nın Dortmund şehrinde Dersim Meclis Girişimi’nin 2. genel toplantısı yapıldı. Toplantı, 15 Kasım 1937’de Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilen Dersim önderleri ile ’37-38’de katledilen Dersimliler’in anısına adandı.
Toplantı, bölgemizde süren savaş, Türkiye’de de iç savaşa doğru giden koşulların atmosferinde yapıldı. Avrupa’nın değişik ülkeleri ve Türkiye’den katılımcılarla başarılı bir şekilde gerçekleştirildi.
Etnik ve mezhep grupları üzerinden sürdürülen gerginleştirme adım adım Anadolu’da iç savaşa doğru gidiyor. Savaşa ve diktatörlüğe karşı barış ve demokrasi güçlerinin biraraya gelmesi zaruridir. Farklı örgüt ve çevrelerde mücadele eden Dersimlilerin de ortak akıl etrafında hareket ederek, yok edilmeye çalışılan coğrafyamızın ekolojik dengesi ile kültürel ve tarihi değerlerinin korunması ve yaşanabilir bir Dersim için birleşip birlikte hareket etmesi bir zorunluluk haline gelmiştir.
Toplantı, „teröre karşı mücadele“ adı altında sivil halka, yerleşim yerlerine karşı yapılan saldırıların kendisinin terör olduğunu belirtti. Diktatörlüğe karşı duran tüm siyasi parti, milletvekilleri, medya ve sivil toplum kuruluşları, sendikalar, aydın ve sanatçılara yönelik baskıları kınadı.
Mezhep ve etnik çatışmaya dönüşmesi halinde savaş ve çatışma ortamından en fazla Dersim’in zarar göreceği kaygısıyla Kırmanc/Zazalar’ın yanı sıra tüm etnik ve inanç grup ile kurumlarına dayatılan tek dil, tek din, tek otorite anlayışına karşı çok dilli, çok kültürlü, cinsiyetçi politikalardan uzak, ortak yaşam için birlikte direnmenin önemi belirtildi.
Toplantı, tüm taraflara barış ve diyalog sürecine dönme, Dersim’de ise sürdürülmekte olan çatışmalara son verilmesi çağrısı yaptı.
Toplantıda Dersim´in tarihi ve güncel sorunları tartışıldı. Dersim´in giderek boşaldığı, sivil yaşamın tehlike altında olduğu vurgulandı. Dersim inancı ve yok olmayla yüzyüze olan Zazaca´nın durumuna dikkat çekildi. Çözüm önerileri sunuldu.
Toplantı 37-38 Soykırımı’nın tanınması ve yaralarımızın sarılması için çalışmaya-mücadeleye devam edilmesine vurgu yaptı.
Tüm bu gelişmeler ışığında savunmasız ve dağılmış olan Dersimlilerin farklılıklarını koruyarak biraraya gelmesi, acilen güçlerini birleştirmesi, en az zararla bu koşullardan nasıl kurtulacağı tartışılarak, Dersimlilerin ortak aklının oluşturulması, Dersim’in bir temsiliyete ve statüye kavuşturulması fikri ortak görüş olarak kabul edildi.
Toplantı, DERSİM MECLİSİ-AVRUPA ayağının kuruluşunu ilan edip hedefine önümüzdeki süreçte
DERSİM MECLİSİ-AVRUPA KONGRESİ’ni toplama görevini koydu.
Türkiye Diasporası ile Dersim’de gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra, DERSİM MECLİSİ’nin MERKEZİ BİR KONGREYLE kuruluş ilanının yapılması kararlaştırdı.
Dersim’in beklemeye zamanı yok, sorunların değil, çözümün bir parçası olmalıyız.
16.11.2016
Dersim Meclisi-Avrupa Genel Kurulu
DERSİM MECLİS GİRİŞİMİN’DEN KAMUOYUNA:
Halkların Birbirlerini Boğazlamasına Hayır!
Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’nin yönettiği devlet, tam bir savaş seferberliğine çıkmış durumdadır. Ülkenin dört bir yanında dizginlerinden boşalmış bir baskı terör kol geziyor.
Halklara, inançlara, emek ve demokrasi güçlerine yönelik açık bir savaş ilan edilmiştir.
15 Temmuz İslamist darbe girişimini “Allah’ın bize lütfudur” diyerek kendisine muhalif olan her düşünce, kurum ve kişilere sistemli bir baskı ve şiddet uygulayarak İslamist diktatörlüğünü pekiştirmeye çalışmaktadır.
Tüm muhalif medya kuruluşları, aydınlar, sendikalar bu saldırıdan payını almış durumdalar.
Dün gece sabaha doğru HDP milletvekillerinin evleri basılarak, eşbaşkanlar da içinde olmak üzere 12 milletvekili gözaltına alındı. Bazıları tutuklandı. Diğerlerinin sorguları devam ediyor.
İslamist AKP rejimi, ülkeyi gerçek ve klasik anlamda bir iç savaşa ve halkları birbirlerini boğazlamaya sürüklemektedir.
AKP, Ortadoğu’da yaşanan keşmekeş ve bölgesel savaşı Türkiye topraklarına taşımak için büyük hazırlıklar yapıyor. AKP’nin savaş ve propaganda araçları, etkin ve kapsamlı bir mezhep ve etnik kimlik düşmanlığı kampanyası yürütmektedir.
Irak’taki Şii askeri milis örgütü Haşdi Şabi’nin IŞID’tan daha katliamci olduğunu işleyerek Türkiye’de Alevi katliamlarına ortam hazırlıyorlar. Haşdi Şabi Telafer’e yöneldi bahanesiyle sınırlara büyük askeri sevkiyatlar yapıyorlar.
Ülke nüfusunun yarısını düşman olarak ilan etmiş, iki düşman kamp karşı karşıya getirilmiş bulunuyor. Her konuda devletin bekası için yayın yapan Cumhuriyet Gazetesi gibi yer yer liberal sesler çıkaranlara bile gece baskınları düzenleniyor. Yönetici ve yazarları gözaltına alınarak soruşturmalardan geçiriliyor.
Dersim Meclis Girişimi olarak, her biri on binlerce oy almış Kürtler’in siyasi temsilcilerine, ilerici demokratik kurum ve kişilere uygulanan baskıları lanetliyor, HDP milletvekilleri, aydınlar, yazarlar, Cumhuriyet Gazetesi yönetici ve yazarlarının bir an önce serbest bırakılmasını istiyoruz.
Tüm ezilenleri birleşik mücadeleye davet ediyoruz.
Dersim Meclis Girişimi – Yürütme Kurulu
5 Kasım 2016