Gerek Hilafetçi Osmanlı, gerek Meşrutiyet, gerekse Cumhuriyet Dersim’i “sorun” gördü. Baskı ve katliamlar hiç eksik olmadı. Büyük yaralar açıldı. Kapanmadı o yaralar. Zira tedavi eden olmadı Dersimliler’in yarasını. Bu nedenle Dersimliler’in tarihsel ve toplumsal yaraları hâlâ kanamaya devam etmektedir. Tedavi edilmeyen bu yaralar Dersimliler’in düşün ve duygu dünyasında derin ve kalıcı yarılmalara neden oldu.
Geçmişte yaşanmış sorunlar, doğru bir zeminde adaletli bir yaklaşımla ele alınmaz ve çözülmez ise geçmiş hiçbir zaman geçmiş olmaz. Yeni biçimlere bürünerek her zaman bireylerin ve toplumların yaşamında var olmaya devam eder.
Geçmişinde çözülmemiş sorunları, kanamakta olan yaraları olan toplumlar/bireyler,bugününü örgütlemede ve geleceğini inşa etmekte ciddi sorunlar yaşarlar.
Bunun en önemli nedenlerinden biri toplumsal travmadır. Yani toplumun ortak akıl ve ortak duygusunun parçalanmış olmasıdır.
Travmanın tedavisi, yaraların sarılması dolayısıyla bugünün ve yarının sağlıklı biçimde inşa edilebilmesi bir hesaplaşma/yüzleşme süreciyle mümkün olabilir.
Hesaplaşma/yüzleşme ise ortak etik değerlerin, ortak aklın yön verdiği örgütlü bir toplumun eseri olabilir.
Dersim toplumunun sorunları üzerine uzun yıllar değişik kurum ve bireylerin çabaları oldu. Bunların her birinin kendi koşullarında kıymetli olduğunu teslim etmek gerekir.
Ancak bu çabalar Dersim toplumunun ortak aklını oluşturarak stratejik bir plan dahilinde kalıcı mevziler yaratmaya yetmedi. Zira parçada düşünüldü. Bir yanıyla tek etnik köken veya inanç üzerine kimlik inşa etme (parçalı kimlik) mücadelesi çoklu “Dersim kimliği”nin önüne geçti.
Öbür yanıyla da Dersimliler’in enerjisi ağırlıklı olarak güncel siyasal ve sosyal sorunlara kanalize oldu.
Son 30 yılda görüldü ki “parçalı kimlik” (aynı zamanda tekleştirici) düşüncesi Dersim’de ve Dersimliler’de beklenen karşılığı bulmadı/bulamadı. Toplumun büyük kesimi çoğulcu “Dersimli” kimliğiyle tanımladı kendini ve böyle yaşamayı benimsedi.
Elbette her etnik, inanç veya siyasi kimliğin kendini var etme (inşa etme) hakkı tartışmasız kabul edilmelidir. Sorun, bütün bir tablonun her bir parçasının, kendisini bütünün yerine koyması, dolayısıyla da diğer kimliklere yaşam hakkı tanımama anlayışı ve pratiğindedir
Hiçbir kimlik, kendi varlığını başka kimliklerin yok edilişi üzerinden var etmemelidir.
Bazı coğrafyalar ve toplumlardaki tarihsel, toplumsal ve siyasal gelişmeler diğerlerinden farklı seyirler izler. Dersim bu özgünlüğü taşıyan, koruyan halklar ve kültürler yurdudur. Buradaki tüm kimliklerin birbirini etkileyen, besleyen ve içiçe duran özellikleri vardır. Bu hakikati kabul ederek düşünen ve hareket eden her Dersimli aslında yeni ve ortak “Dersimli” kimliğini benimsemiş demektir.
Dersim Fikriyatından Dersim Meclisi Fikriyatına…
Uzun yıllar, “Dersim fikriyatı” üzerine düşünen ve bunu değişik biçimlerde savunan Dersimliler oldu. Ancak “parçalı akıl” ve “parçalı kimlik” düşünüş sürecinin doğası gereği bütünü kapsayamadı…
2015 yılının son aylarından itibaren bazı kurumların çabasıyla bir grup insan, Dersimliler’in “parçalı aklı”nın ürünü olan dağınık duruş ve rekabetçi tarzın yarattığı olumsuz tablo üzerine sohbetler yaptı. Bu sohbetler ve çabadan “Dersim Meclisi Fikri” doğdu.
2016 yılı Şubat ayında Almanya’da yapılan toplantı, “Dersim Fikriyatı”ndan “Dersim Meclisi Fikriyatı”na doğru yürüyüşünde başlangıcı oldu.
“Dersim Meclisi Girişimi” olarak tanımlanan ve şekillenme sürecine giren düşünce Avrupa’da ve Türkiye’de çalışmalarını sürdürdü/sürdürüyor.
Bu fikir Dersimliler arasında düşünsel planda önemli ilgi gördü/görüyor. Ancak Dersimli kurumların (dernek vb) bir kısmı bu düşünce ve girişime mesafeli durmaktalar.
Zira onlardan bazıları bunu kendilerine karşı bir girişim olarak algılamaktadırlar. Bu algının birden çok nedeni olduğu söylenebilir.
Birincisi; bu algının parçalı düşünüş ve parçalı duruştan kaynaklı olması.
İkincisi; rekabetçi bir anlayış ve tarzın ağır etkisi.
Üçüncüsü; mevcut kurumların Dersim meselesi ve davasını “dernekçilik ufku”nun ötesine taşıyamamış olmalarının önemli payı olduğu söylenebilir.
Dördüncüsü; ve en önemlisi Dersim davasını tarihsel, toplumsal özgünlüğü boyutundan kopararak, genel siyasal ve sosyal konular bağlamında ele alınmasıdır.
Gerek Türkiye de, gerekse Avrupa’daki Dersimliler’in bu “parçalı” ve “rekabetçi” durumu, toplumun önemli bir kesiminin örgütsüz ve atıl kalmasında önemli bir paya sahiptir. Söz gelimi; aydınlar, sanatçılar, akademisyenler, işverenler, kanaat önderleri gibi kesimlerin Dersim davası/sorunlarına dair görüş ve enerjilerini toparlayabilecek seçeneklerden yoksun olmalarını veya büyük bir boşluğun yaşanmasını başka türlü açıklamak olanaklı değildir.
Bu tabloda Dersim Meclis Girişimi, toplumun düşün dünyasında yeni ufukların açılmasının önünü açabilir. Çoğulcu Dersimli kimliğinin oluşumu ve yeni bir toplumsal aydınlanmanın olanaklarını yaratabilir.
Toplumun düşünsel, kültürel, ekonomik, inançsal dağınıklığının, doğa ve çevre mücadelesinde yaşanan “parçalı”lığın giderilmesinde yeni iletişim kanalları açılabilir, yeni kurumsal oluşumları gerekli hale getirebilir.
Yerel sorunları sadece yerel bir akıl ile değil, evrensel bir akılla çözmenin fikri zenginliğine ulaşabilir.
Dolayısıyla “Dersimli olma” düşünsel zemini üzerinden, yeni bir kurumsallaşma aşamasına geçmek zorundadır Dersimliler…
Dersimliler üç konuda stratejik bir görüş oluşturmak ve buna uygun kurumsal yapı inşa etmek durumundalar.
Dersimliler’in Ortak Aklı
Egemenler bir toplumu yok etmek veya teslim almak için önce onun tarihsel, toplumsal, kültürel belleğini yıkar/parçalar ve yerine kendi ideolojik sembollerini inşa eder. Bu durumda toplumu bir arada tutan değerlerden ve sistematik düşünme kapasitesinden yoksun bırakır. Dersimlilerin yaşadığı ağır tarihsel, toplumsal ve siyasal nedenlerle düşün ve duygu dünyasının parçalı olduğunu tespit etmek gerekir.
Bu nedenle; öncelikli olarak Dersim Meclis Girişimi bu travmatik/parçalı durumun nedenlerini analiz etmek ve gerçekçi bir tespit yapmak için bilimsel çalışmalar yapmalıdır. Devamında özgün yöntemler kullanarak bu parçalı öznelerle güven ve saygınlık ilişkisi oluşturmayı hedeflemelidir. Bireyler ve kurumlarla kurulacak saygın ve güvene dayalı ilişkiler üzerinden “ortak akıl”a ulaşmayı hedeflemek ve çalışmalarının ana eksenine bunu yerleştirmek durumundadır.
Geleneksel düşünüş kalıpları ve iletişim yöntemleriyle yeni bir düşünce oluşturmak ve topluma benimsetmek olanaklı değildir.
Ortak akıl oluşturma sürecinin sağlıklı gelişebilmesi için Meclis Girişimi toplumda yaygın olan her türden reaksiyonel ve rekabetçi anlayışla arasına kalın hatlar örmek ve kararlı/istikrarlı bir duruş göstermek durumundadır.
En temel mesele ve konularda bile, Dersimliler’in ne ortak düşüncesi, nede ortak duruşu vardır. Acılarda bile ortaklaşamayan, yaşadıkları Tertele’ye dair ortak bir düşünce ve davranış oluşturamayan bir hakikatle yüz yüzeyiz. Öncelikle bu hakikati kabul etmek ve bunun nedenleri üzerine bilimsel aklın ürünü olan çalışmalar yaparak ortak bir düşünce oluşturmanın yaşamsal bir öneme sahip olduğunu kabul etmek gerekmektedir.
Etnik ve inanç kimliği, kültürel ve siyasi kimliği ne olursa olsun (ırkçı ve dinciler hariç) tüm Dersimlileri tarih, toplum, kültür, doğa, inançlar, diller, ekonomi vb temel konularda bir araya getirebilecek, bu tür temel konuları bilimsel normlarda araştırıp anlatabilecek ve birbirinden öğrenebilecekleri yeni bir sürece ve bunun sonunda ortak aklın oluşumuna ihtiyaç vardır.
Dersim toplumunun yeni bir aydınlanmaya, yeni araçlara, yeni mücadele yöntemlerine ve yeni mevzilere ulaşması gerekir. Aksi durumda toplum olarak varlığını sürdürmenin tüm dinamiklerini kaybeder.
Dersimlilerin bir “kimlik” bunalımı yaşadığını söylemek mümkün. Ancak daha da önemlisi toplumda bir “kişilik erozyonu” ve “etik değerler” sorunu olduğunu da tespit etmek gerekir.
Bir toplumda kimlik ve kişilik ilişkisinde ciddi bozulma varsa bu, büyük bir çözülme ve yıkım yaşandığını göstermektedir.
Yani travmanın ve bellek yitiminin toplumsal ve kişisel değer yitimindeki etkilerinin yanı sıra; kapitalist sistemin, bölgede uzun yıllardır süren şiddetin parçalayıcı ve çürütücü etkilerinin de üzerinde durmak son derece önem kazanmıştır.
Belirtmek ve kabul etmek gerekir ki; bir toplumun düşün dünyasını oluşturan, şekillendiren ve yön veren en önemli kesim o toplumun düşün insanlarıdır; yani aydınları ve sanatçılarıdır. Ne yazık ki Dersimli aydın ve sanatçıların önemli bir bölümü söz konusu “parçalı akıl”ın ve rekabetçi tarzın sıradan bir bileşeni olmayı tercih ederken, diğer önemli bölüm aydın ve sanatçının ise tarihine, kültürüne, toplumuna karşı taşıması gereken sorumluluktan uzak durmayı tercih etmeleri büyük bir kayıptır.
Ortak akıl sürecinin özneleri olan Dersimli düşün insanlarını (aydınlar, sanatçılar) şimdiye kadar yapmadıkları/yapamadıkları ödevlerini acilen yapmaya ve vefaya davet etmeliyiz. Ortak akıl oluşturma süreci bu perspektifle sürdürülür ve gerekli olgunluğa ulaştığında da bir “Dersim Kongresi” toplanarak yeni bir aşamaya geçilebilir. Bu aşama Dersim Meclisi’nin kuruluşudur.
Dersimliler’in Temsiliyeti
Dersim’de yaşayan Dersimliler’in nüfusu her geçen gün azalmaktadır. Ağırlıklı olarak Türkiye’nin değişik kentlerinde, Avrupa da ve başka ülkelerde yaşamaktadırlar. Hem ortak aklın oluşturulamamış olması, hem de rekabetçi düşünce, duygu ve davranışları nedeniyle Dersim ve Dersimliler bir temsiliyet sorunu yaşamaktadır.
Bu kadar ağır sorunlar yaşamış ve yaşamakta olan bir toplumun kolektif temsilden yoksun kalması büyük bir açmazdır.
Ortak akılın oluşturulma sürecinin sağlıklı ve başarılı sürdürülmesi aynı zamanda ortak iradenin/temsiliyetin oluşturulmasının koşullarını yaratır.
Halklar ve kültürler yurdu (Kırmanciya beleke) olan Dersim coğrafyasında ve Dersim dışında yaşayan tüm Dersimliler’in sorunları/davası için ulusal ve uluslararası alanda sürdürecekleri her türlü mücadelede bir temsil mekanizmasının olması yaşamsal öneme sahiptir.
Temsiliyet meselesini mevcut kurum ve çevrelerin “parçalı kimlik” dayatmaları ve rekabetinden kurtarmak, tüm kimlikleri “Dersimli” kimliği ve “Kırmanciya Beleke” (Kırmançlar’ın çok kültürlü, çok renkli ülkesi) persektifi ve demokratik toplum bireylerinin katılımıyla ele almak gerekmektedir.
Bunun nasıl oluşacağı, nasıl işleyeceği ve ne tür somut işler yapacağı sorusu Dersim Meclisi iradesiyle yanıt bulabilecektir.
Dersim’in Statüsü
Dersim inanç yapısı ve inançların birbiriyle ilişkisi, değişik etnik kimliklerin bir arada yaşaması ve ilişkileri, çok kültürlü, çok dilli, çok inançlı (dinli) özelliğinin yanısıra, doğası ve doğa insan ilişkileri nedeniyle de dünya kültürel mirasının ve doğal hayatının önemli bir parçası/değeridir.
Bu özgünlüğün/değerlerin korunması sadece Dersimliler için değil, insanlık için büyük bir zenginlik ve kazanımdır. Bu nedenlerle Dersim tekçi devlet zihniyetinin hedefi olmuştur ve olmaktadır. Egemenlerin tekçi politikalarına karşı kararlı bir duruş göstermenin yanısıra Dersim her türlü kimlik ve çıkar çatışmasının, siyasal rekabetin dışında tutulması gereken bir doğa harikası ve kültürler beşiği olarak korunması gereken bir coğrafyadır.
Dersim dünya da ve bölgede özel bir statü hak eden özgünlüğe sahiptir. Kendi kendini yönetmesiyle ancak bu özgünlüğünü koruyabilir. Mevcut rejim veya iktidar seçeneklerinden hiç biri Dersim’in bu zenginliğini anlayabilecek/koruyabilecek durumda değildir. Kendi kendini yönetmesi oranın özgünlüğü nedeniyle bir statüye kavuşturulmasıyla mümkün olabilir…
Bölgede ve ülkede yaşanan politik süreç yeni devletlerin oluşumu ve yeni yönetim biçimlerinin tartışılacağı gözönünde bulundurulursa “statü” meselesi daha da önem kazanmaktadır…
Tüm bu sorunların bir arada konuşulabildiği, farklı kimlik ve fikirlerin değer gördüğü ve saygıyla birbirini kabul ettiği, güvene dayalı güçlü bir iletişime ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç yeni bir düşünsel üretimi ve yaklaşımı, yeni bir platformu gerekli hale getiriyor.
Dersim Meclisi fikriyatı doğru anlaşılır, doğru tartışılır ve bir kongreyle rafine edilerek Dersim Meclisi’ne dönüştürülebilirse ortak akılın oluşumunu, temsiliyet sorununu çözebilir. İşte o zaman “Dersim’in statüsü”ne dair stratejik plan oluşturmak ve çalışmalar yapmak mümkün olabilecektir…
Aralık 2016-Ocak 2017
Tertelê ‘38i / Dersim Soykırımı (İmza) Kampanyaları
Tertelê ‘38i / Dersim Soykırımı hakkında yaklaşık 20 yıldır çalışmalar yapılmaktadır. Yapılan etkinliklerde eksik olan toplumsal ağırlığı bulunan bu tür çalışmaların olabilecek en yüksek birlikteliklerle değil de dağınık, tek tek grup, dernek, federasyon veya kurumların kendi başına yürütme çabasıdır. Bir toplumu ilgilendiren böylesi önemli çalışmalar topluma maledilebildikçe başarı şansı elde eder. Gidişat bu yönlü olmadığı için kimi çalışmalarla tavan yapılmasına rağmen, malesef bir zaman sonra hak ettiği noktaya varamamıştır.
Dersim’in sorunlarının çözümü için kurulmuş ve faaliyette olan onca kurum ve kuruluşun başarılı olamamasının, nihayi hedeflerine ulaşamamasının, Dersim dilinin, kültürünün ve inancının yok olma aşamasına gelmesinin sebeplerinin en başında projelerin bireysel yapılması, kurumların farklı projeler üzerinde teke tek çalışması ve ortak hareket edememesi gelmektedir. Bu durum sorunların çözümü arayışında gidilecek, başvurulacak mercilerin karşısında meşru temsiliyet anlamında da sorun olmaktadır. Bu yüzden çözüm arayışlarında Dersim’i kurum ve şahıslar arasında güçleri birleştirmekle olabilecek en geniş mutakabatın sağlanması, hem muhatap alınan merciler nezdinde sonuç alma açısından ciddiye alınmalarını, hem de Dersim Davası’nda samimiyetin ispatı olacaktır. Dersim Meclisi olarak tam da bu ihtiyaçları görerek, bilerek sorumlu davranmanın ve tarihi bir görevi yerine getirmenin bilinciyle sorunlarımıza çözüm arayışı içinde olan her kuruma, Dersim’i anlamda yapılan her proje ve çalışmanın ‘sahiplerine’ bu sorumluluk ve bilinçle çalışmaları ortaklaştırmaları çağrısında bulunuyoruz.
Asl olan bireysel ve politik hesaplara alet edilmeden farklı siyasi eğilimlerine rağmen tüm Dersim’i kurum ve kuruluşlarla bu tür çalışmaların yapılmasıdır.
Tertelê ‘38i / Dersim Soykırımı bağlamında yapılan çalışmalara kronolojik olarak göz attığımızda, geçen bu süre içerisinde zaman zaman uygun konjüktüre rağmen istenilen noktaya yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı ulaşılmadığı daha da rahat anlaşılacaktır.
- Ware Dergisi 1998 yılında yayınladığı 12. sayısının ön ve arka kapaklarını “Tertelê ‘38”nin 60. yılına adar; 4 Mayıs 1937 yılında yapılan Tunceli Tenkil Harekatı’na Dair Bakanlar Kurulu Kararı‘nın tam metinini Türkçe ve Almanca olarak yayınlar.
- 15-17 Haziran 2001, Berg/Eifel-Almanya’da yapılan Avrupa Dersim Örgütleri‘nin toplantısında 1937-38 Dersim Soykırımı Anma Günü’nün ilan edilmesi ile ilgili şu karar alınır:
„Köln Dersim Cemaati’nden Mehmet Doğan ve İsmail Kılıç’ın hazırlamış oldukları Dersim Soykırımı dosyası katılımcıların bilgisine sunuldu. Yapılan tartışmalardan sonra, oybirliği ile, 4 Mayıs’ın 1937-1938 Dersim Soykırımını Anma Günü olarak ilan edilmesi kararlaştırıldı.
(…)
Bu konuda Türkiye’deki kurumların da bilgilendirilip oybirliği sağlanmaya çalışılışılması kararlaştırıdı. Dersim Soykırımı’nı Anma Günü ortak çalışmayla hazırlanacak merkezi bir toplantıda ilan edilecek.
(…)“
- 05.2002 tarihinde Köln’de toplanan Avrupa Dersim Dayanışma Kurulu (ADDK) merkezi Köln’de bulunacak bir „Arşiv ve Dokumentation Zentrum“un kurulmasına karar verir.
- “Dersim 38 Girişimi 2005 yılı başlarında Dersim Soykırımı’nı dünyaya tanıtmak ve tanınmasını sağlamak amacıyla oluşturulur. Girişimi başlatan “Dersim 38’den Dolayı TC Devletinden Davacıyız!” başlıklı imza kampanyası başlatılır (29 Mart 2005).
Bu kampanya Girişime ait Dersim 38 Forumu’nda yaklaşık üç yıl boyunca (Kasım/Aralık 2005-18/19 Ağustos 2008) yoğun bir aydınlatma çabası eşliğinde yürütülür. Girişimin etkinlikleri merkezi Berlin’de bulunan Dersim 38 Merkezi aracılığıyla aralıksız şekilde devam eder. Devamında kuruluşu Eylül 2007’de gerçekleşen Berlin Dersim 38 Merkezi lobi ağırlıklı bir faaliyet yürütür.
- Eylül 2008 tarihinde Dortmund’da yapılan toplantıyla “Dersim Sözlü Tarih Projesi” hayata geçirilir.
“Daha FDG kurulmadan başta Köln Dersim Cemaati olmak üzere bir çok cemaat arşivleme çalışmaları” yapar. FDG’nin kuruluşu aşamasına paralel olarak “Dersim 1937-38 Arşiv ve Dökümantasyon Merkezi”nin kurulması çalışmaları başlatılır.
13 Haziran 2009 tarihinde yapılan 4. Avrupa Dersim Kültür Festivali’nde ise “Zaman geçirmeden 1938’in tanıkları ile mülakatların yapılacağı ve kayıtların görsel ve yazılı olarak güvence altına alınacağı” duyurulur.
“1937-38 Dersim soykırımı hakkında yapılacak çalışmaların akademik kriterlere ve uluslararası standartlara uygun olması gerektiği” belirtilir.
“Dersim Tertelesi’ni dünyaya anlatma, bu soykırımın Türkiye’nin resmi olarak kabul etmesini sağlama gibi hukuki, siyasal çalışmaları yaparken (…) alanında uzman bilim adamlarının yanısıra, Dersim halkının kültürünü, inancını ve dilini iyi bilen Dersimliler”in yanısıra “Projenin Akademik Danışma Kurulu’nu oluşturan dünyaca tanınmış uzman kişiler” ile de bu çalışmanın “akademik kriterler çerçevesinde yürütülmesinin” sağlanacağı belirtilir.
“Dersim 1937-38 Sözlü Tarih Projesi” adına “2009 yılından bu yana dünyanın dört bir yanında tanıklarla uluslararası standartlarda, 7 farklı ülke ve 43 ayrı şehirde 360 civarında tanık ile mülakatlar” yapılır.
“FDG, 1937-38 Davası’nın bütün Dersim’in davası olduğunu, dolayısıyla bu projenin bütün Dersim halkına ait olduğunu vurgulayarak geniş katılım ve sahiplenme çağrısında” bulunur.
- Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG) ile Tunceli Dernekleri Federasyonu (TUDEF) 14 Kasım 2008 tarihinde “70 yıldır kapanmayan yara / Seyitlerimizin mezarları nerede?”imza kampanyasını başlatırlar.
Dersim Seyitleri’nin mezarlarının yerinin bulunması, emanetlerin yakınlarına teslim edilmesi istemi ile 30.10.2006 tarihinde Seyit Rıza’nın kızı Leyla Ağlar ve torunu Rüstem Polat’ın avukatları Hüseyin Aygün aracılığı ile dava açılır.
Toplanacak imzalar ile “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayip Erdoğan ve TBMM’ye giderek Seyitlerimiz’in mezarlarının kutsal Dersim topraklarına taşınmasını, emanetlerinin aile yakınlarına teslim edilmesini talep edeceğiz” denilir.
- Demokratik Alevi Federasyonu, “1937-38 yılları arasında on binlerce insanın yaşamını yitirdiği katliamın ‘soykırım’olarak tanınması için Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) başvuruya hazırlanır ve 24 Kasım 2010’da Almanya’nın Berlin Eyalet Parlamentosu’nda ‘Dersim Katliam Konferansı’ düzenler; mücadelesini internet üzerinden sürdürür. “Türkiye’nin soykırım için özür dilemesi, mağdurların maddi ve manevi zararlarının tazmin edilmesi ve dil ve inancın serbestçe yaşanması için yasal düzenlemelerin yapılması” amacıyla “UCM’nin Roma Statüsü’nün 5. ve 6. maddelerinde yer alan ‘kültürel soykırım’ kapsamında başvuru yapacakları belirtilir.
- Avrupa Parlamentosu’nda 26 Mayıs (2011) günü “Dersim 38 gerçeği ile tarih, siyaset ve hukuk üçgeninde yüzleşme” başlığı altında 4. Dersim Konferansı düzenlenir. Avrupa Parlamentosu Sol Grup, Demokratik Aleviler Federasyonu, Dersim’i Yeniden İnşa Cemiyeti ve Kurmeşliler Derneği’nin ev sahipliğinde gerçekleşen konferansın sonuç bildirgesi yayınlanır.
(…)
“Avrupa Birliğine: Türkiye’nin AB ne üyelik sürecinde tarihiyle yüzleşmesi için Hakikatleri araştırma ve Adaleti sağlama komisyonunun oluşumunun bir şarta dönüştürülmesi. Bunun için Avrupa Parlamentosunun daha aktif çaba göstermesini” talep eder.
- DEDEF, Dersim Soykırımı’nın 77 yıldönümünde (04.05.2014) Galatasaray Lisesi önünde ‘38 Katliamını lanetleyerek taleplerini şöyle dile getirir:
“Devletin idari ve siyasi uygulamalarıyla topraklarımız ve insanlarımız üzerinde dramatik mağduriyetlerin devam etmemesi, sosyal, psikolojik, kültürel ve ekonomik travmaların ortadan kaldırılması için yüzleşme yapılarak Dersim isminin tekrar ilimize verilmesini; 1934-38-94 tarihlerinde uygulanan zorunlu iskanla birlikte topraklarından koparılan tüm insanların mülkiyet hakkının tekrar iade edilmesini; evlatlık verilen insanlarımızın isimlerinin açıklanmasını; Seyid Rıza ve arkadaşlarının mezar yerlerinin açıklanmasını; baraj ve imar uygulamalarının sona erdirilmesini ve Dersimlilerin kendilerini kimliksel ve kültürel olarak özgürce ifade etmesi önündeki tüm engellerin kaldırılmasını istiyoruz.”
- “38’in tanıkları maalesef aramızdan ayrıldılar. Ama bu Dersim Tertelesinin unutulacağı anlamına gelmez. Biz tanıkların tanıklarıyız ve onların sesini sizlere taşıyoruz” ifadesiyle „Dersim Soykınımının Almanya Meclisinde görüşülmesi için #AnerkennungfürDersim“ adıyla 2017 yılı itibariyle imza kampanyası başlatılır.
Yaşanan felaketin dünya kamuoyuna duyurulması, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihiyle yüzleşmesi ve gereğini yapması, taraflar arasında nihai ve kalıcı bir barışın sağlanması, insanlık tarihinde bu türden yüzkarası soykırımların tekrar etmemesi için beraberce hareket edilmelidir.
Kişisel itibar ve ‘ben’ olgusunu bayraklaştırma, en iyimser bir anlatımla önlerde tutma tavır ve alışkanlıklarının bir kültür düzleminde katılaşması, memleketin ilerici aydınları gibi, Dersimli’nin de kolektif aidiyetini bozmuştur. Öyle bir çoraklaştırılmıştır ki, o da Dr. Claude Brunet’in 1868’de ‘var olan her şey benim ve benden başka her şey sadece benim tasarımımdır’ dediğine benzer bir noktaya gelinmiş durumdadır maalesef.
O halde, Dersim’e sahip çıkmak ve onu yaşatmak isteyen her Dersimli, devletin tarih katline karşı, mekanlarımızı, ziyaretlerimizi yok etme saldırılarına karşı, her türlü kişisel hesap ve kaygıdan sözde değil, gerçekten uzak durarak, kendi içinde yaşadığı postmodern yabancılaşmanın farkında olarak birbirleriyle ilişkilerini yeni bir formda düzenlemeli, organize olmalı ve mücadele etmelidir.
Dersim Meclisi fikrinin bu ortaklaşmacı anlayıştan hareketle önem kazanması veya bu manada değerlendirilmesi önemlidir. Kazanımların, kişisel çabaların ortak bir kanalda bir araya getirmenin yaratacağı enerjinin, heyecanın farkındalığını fark etmek ve bilince çıkarmak mutlaka sağlanmalıdır.
Dersim’e sahip çıkmaktan, Dersim’i yaşatmaktan da bunlar anlaşılmalıdır.
03.07.2017
Dersim Meclisi – Avrupa Yürütme Kurulu
Dersim Bir Tretoryal (Bölgesel) Kimlik Olabilir mi? Kimlik Tartışması Üzerine – Selman Çiman
“Özgürlük, onu savunma cesaretini taşıyanların hakkıdır.” Pericles
Kimlik ile ilgili tartışmalar yaklaşık ikiyüz yıldır sosyal bilimler dünyasında sürmektedir. Peki kimlik konusu nasıl oluyorda bu kadar karmaşık bir sorun ki sosyal bilim ve siyaset alanının büyük bir problemi haline gelebiliyor. Georg Simmel ‘indedigi gibi “sosyal bilimciler, herhangi bir teorik bakış açısını benimsemeden, riskler almalılar”; sosyal bilimciler doğru sorular soran birer problem kurucu rolü olmalı ki gelişimin ve bilimin dinamigini burdan yakalayabilsinler.
Kimlik tanımında, gelinen aşama ve genel kabul gören temel kriter ve yöntem, bir toplumun kendisini nasıl tanımladığının temel referans olarak kabul edilmesi ve objektif veri olarak alnımasıdır . Bu tanımlama “biz” şeklinde ifade edilen bir aidiyet ve kimlik bilinci, tanımlanmayan bir tarihsel süreç içinde, kültürel, sosyal, ortak ruhi durum, değerler ve normların doğal bir gelişim sürecinde kodlanması ve şekilenmesidir. Masum ve küçük bir sözcük olan “biz”, seçilen sembollere, soyutlamalara, fikirlere, sözcüklere ve hareketlere anlamsal bir birliktelik kazandırır. Bu birlikteliğin büyük kısmını anlamsal uzlaşmaya, hata yalnış anlaşılmalara da dayandırılabilinir. Kimliğe bağlı davranışlar, “biz” dedigimiz noktadaki hali ile kimlik bir özdeşleşme opsiyonu içeriyor ve kimliğin toplumsal boyutunu işaret ediyor.
Toplumsal kimlik bize ait bir şey değil, biz tam tersine o kimliğe aittiz ve bu durum gönülü bir sahiplenmedir. Her toplumsal formasyonda özgül, başka şekilenen bir tarihsel arkaplan olduğunu, bunun da toplumda genel bir bilinç oluşturduğunu görmek gerekir. Bazen bu saydığımız faktörler artabilir ya da eksilebilir de; anlaşılması gereken temel nokta, sosyal fenomenlerin belli tanımsal kalıplara konulamayacağı gerceğidir. Aidiyet, ait olma dediğimiz ilişki bizimle bir anlamlar evreninde kuruluyor ve kültürel zeminde kendini üreterek şekilleniyor. Aidiyet insanın vazgeçilmez unsurlarındandır ve dış etkilerden kaynaklı oluşmaz. Claude Levi-Strauss’un dediği gibi “kimlikte inşa süreci bir karşılıklar ilkesi üzerinde kurulur ve kendi içinde bir değerler, normlar sistemi oluşturur”. “Öteki” kavramı da bu karşıtlık üzerine şekilenen bir tanımdır.
Dersim, limitleri alevi toplumunun demografisinin yaşam alanı olarak tanımlanan bir coğrafya olarak genel bir önkabul görmektedir. Kendisini çevreleyen etno gruplarla bazı benzerlikleri olsa da, kendisine özgü bir toplum ve en çok da “kendisine” benzeyen bir toplumdur.
Sosyal teoride en sorunlu yaklaşım ise, genelemeler yapmak, tanımlar ve kalıplar oluşturmaktır; sosyal olguları ve toplumsal süreçleri bu tanımlar üzerinden açıklamaya çalışmak veya önkabulu yapılan teoriye zorlamak determinizmdir. Oysa sosyal teori spesifik ve kognitif verilere dayanan çeşitli kantitatif bilimsel araştırma metodolojik yöntemleri kullanılarak, degişkenlerin bir çok açıdan birbiri ile ilşkisini anlamak, farklı koşullarda farklı sonuçların çıkabıleceğinin analitik sonuçlarına varmaktır. Kimlik çalışmaları çok daha karmaşık ve içiçe geçen girift sosyal, kültürel, politik ve tarihsel süreçlerin objekif analizlerinin yapılması ve bu bilim disiplinlerinin birbiri ile ilişkisinin analitik bir sentezi yapılmasıyla ancak mümkündür. Bugüne kadar Dersim toplumunun ”eylemindeki nedenselik” davranışsal kalıplar üzerine Max Weber’in deyimile “anlama” temelinde, sosyolojik analizler yapma ekseninde bilimsel çalışmalar ve yaklaşımlar görmek nerde ise yok denecek kadar azdır. Karl Popper’in işaret ettigi gibi; “kendi doğrularımızı kanıtlamaya uğraşmak kadar, yalnışlayacak kanıtlarda aramak gerekli”. Yoksa ampirik dünyayı kendi dünyamıza uydurma çabası olarak, toplumsal dünyayı kendi siyasi teorilerimizi destekleyecek bulgular arayarak yorumlarız.
Ayrıca bir toplumun kimlik yapısı hakkında yargıda bulunmak, politik fikir angajmanlarından dolayı bazı önyargılı tanımlar yapmak bir çok açıdan sorunlu ve etiğe uygun degildir. Nedir bu etiğe uygun olmayan? Aydınlar, politikacılar bir topluma kimlik tayin edemezler, bu yönlü bir sorumlulukları ve görevleri de yoktur; ayrıca bu ahlaki bir durumun ikinci bir boyutu da kimlik atfedilen topluma karşı büyük bir saygısızlıktır ve dayatma içermektedir. Her dayatmanın bir şiddet ve zor içerdiğini, bu dayatmacı yaklaşımın faşizime varabileceğinin sayısız örnekleri tarihte vardır. Ayrıca, kimlik konusu politikanın direkt bir alanı değildir, fakat politikacılar kimliklerin kültürel ve siyasi haklararı üzerine siyaset yapabilirler.
Neden böylesine uzun bir giriş yazısı yazmak zorunda kaldım? Çünkü Dersim kimliği üzerine yapılan tartışmalar yukarda söylediğimiz temel kriterlerden uzak, real durumu anlamak konusunda tutucu ve resmi tarihin getirdiği ezberlerin tekrarı şeklınde yapıldığı için toplumu kamplara bölen içbütülüğünü tehdit eden noktadadır. Bazen de bu tartışmalar ve Kürt kimliğine yapılan itrazlar, Kürt Hareketi tarafından bir tehdit olarak algılanıyordu ve bu tartışmaları yapan aydınlara karşı şiddetin dahi kullanıldığı dönemler de oldu. Umarız ki bundan sonra daha olgun ve demokratik bir zemin oluşur, sağlıklı bir tartışma için.
Dersim, limitleri alevi toplumunun demografisinin yaşam alanı olarak tanımlanan bir coğrafya olarak genel bir önkabul görmektedir. Kendisini çevreleyen etno gruplarla bazı benzerlikleri olsa da, kendisine özgü bir toplum ve en çok da “kendisine” benzeyen bir toplumdur. Aslında her Dersimli bireyde bu kimlik bilinci ve davranışları doğal olarak varolmasına rağmen, ilşkide olduğu politik yapıların manipulasyonu sonucu ya da düşünsel kalıpların yaratığı tahribattan kaynaklı bazen dejenere olmuş bir insan tipi ortaya çıkmaktadır. Örnegin Dersim kültüründe anti oteriter bir karekter vardır. “Herkes ağaye xuyo” felsefesi ve söylemi, yüzlerce yılların kültürel bir birikimi ve şekilenmesinin sonucu olmalı. Ama bügün otoriteleri, baskıcı aygıtları kutsayan, Dersimlileri görmek bir kimlik deformasyonuna iyi bir örnektir. Gerek sosyalist gerk Kürt politik hareketlerinde aktif olarak yer alan Dersimliler, Dersim siyaseti konusunda ikili bir durum yaşamaktadırlar.
Ezilenler bir dönem ikdidara yakın aygıtlara sahip olduklarında, demokratik değerleri içseleştirmemişse ezen kimlikler olabiliyorlar. Bundan bir kaç yıl önce Dersim kimliğinden söz etmenin büyük bir suç olduğu bir dönemi yaşadık.
Bu konuda bir resmi bir de gayri resmi fikileri vardır. Gayri resmi fikirleri bize çok yakın olmasına rağmen, içinde bulundukları siyasal yapılardaki statü, sosyal bağlar ve politik ezber cesur davranmalarını engelleyen temel faktörlerdir. Bu Kimlik deformasyonu toplumlarda ciddi kırılmalar ve travmalar yaratmaktadır. Kürt Hareketi’nin bütün negatif kavramları yükleyerek, hatta öldürülmesine gerekçe olarak teorikleştirdigi “Dersim Kişiliği” tam da, Dersim’in kendine özgü kültürel, sosyal, tarihsel, normlar ve değerlerin yaratığı insan tipidir. Bu teoriyi güçlendirmek için Dersim’den çıkmış bazı anormal kişilere yapılan atıflar bilinçli seçilen bir kitle propağandası yöntemi ve metodudur. (Oysa Kürt politik hareketlerinin kurucu kadrolarının büyük kısmı Dersimli olmasına rağmen bunlardan söz edilmez.) Dersimlilere karşı bu yaklaşımın arkaplanını genel olarak Aleviler’e karşı duyulan kinin, tarihsel önyargının ve nefretinin başka bir şekilde ifade edilmesi olarak anlaşılmalıdır. Ezilenler bir dönem ikdidara yakın aygıtlara sahip olduklarında, demokratik değerleri içseleştirmemişse ezen kimlikler olabiliyorlar. Bundan bir kaç yıl önce Dersim kimliğinden söz etmenin büyük bir suç olduğu bir dönemi yaşadık. Özgürce tartışmanın olanaklarının olmadığı, baskı ve düşünsel şiddetin eğemen olduğu bir otuz yıl yaşadık.
Bu otoriter düşünme tarzının ve pratiğin beslendiği, etkilendiği ve politik kültür haline geldiği bir iklim olmalı. Birincisi İttihat Teraki Hareketi sadece geride soykırımlar ve büyük acılar bırakmadı ayrıca bir düşünsel miras bıraktı. Hayatımızın her alanına nüfuz etmeye çalışan bu pro-faşizim, bizim düşünsel dünyamızı da zehirledi ve özgürce düşmemizi engeleyen ciddi bariyerler ördü, kalıplar oluşturdu. Monolotik düşünme, otoriteye itaat etme, farklılığı bir tehdit olarak algılama, düşman yaratma, sürekli kendisine komplo kurulduğu paronoyası ve faşizimi günlük yaşama enjekte edildigi kültürel, eğitsel, politik söylem bombardımanı. Bu mental durum, aydınları, sosyal ve politik hareketlerin teorik pratik dünyasını şekillendiren, inkar etsek de farklı versiyonlara da işleyen, ideolojik olarak bizim düşünsel dünyamızı besleyen temel kaynak ve düşünme yöntemimizi zehirlemiştir. Kemalizm bu anakronik durumdan ortaya çıkmış ideolojidir.
Bir diğer tersten etmen ise, Lenin’in ulusları tanımlarken oluşturduğu, sosyal bilimlerin de determinist bir yöntem olarak gördüğü, herhangi bir sosyal olgunun anlaşılması için önceden hazırlanmış tanımlar ve kalıplar oluşturulmayacağı ilkesel disiplinine aykırı tanımıdır.
Bir diğer tersten etmen ise, Lenin’in ulusları tanımlarken oluşturduğu, sosyal bilimlerin de determinist bir yöntem olarak gördüğü, herhangi bir sosyal olgunun anlaşılması için önceden hazırlanmış tanımlar ve kalıplar oluşturulmayacağı ilkesel disiplinine aykırı tanımıdır. Sosyalist hareket tarafından bir şablon olarak, etnik gurupları anlamaya çalışırken bu tanım kullanılmiştır. Bu şablonculuk içinde yaşadığımız ve bizi çevreleyen etno guruplara ve halkalara ilişkin ciddi bir tanıma, algılama ve söylem geliştirmemize engel oluşturdu. Onların temel demokratik ve kültürel haklarını savunmamız konusunda doğru bir politika geliştirmemizi engeledi.
Bu düşünsel kalıp öylesine katı bir kalıp haline gelmişti ki, kalıp teoriyi doğal hayatın gerçekliğine zorluyordu. Örnek şöyleydi, adamın yattığı yatak kendisine kısa geliyor ve ayakları yataktan sarkıyor. Bizim yöntemimiz yatağı uzatacağımıza adamın ayaklarını kesiyorduk. Aslında Lenin yaptığı tanıma uygun bir ulus örneği hala yeryüzünde yoktur ve olamaz da. Belki bu tanıma birazcık yakın duran Almanya anılabilinir, ama bu tanıma uydurmaya çalışırsak bir çok boyutu da tartışma konusu olur. Bavyera eyaleti kendisini ayrı gördüğü ve ayrılma taleplerini bazen dillendirdikleri, kendilerine özgü partileri olduğu bir yana, Fransa’da kalan Alzas, İsviçre’deki Almanlar, Avusturya Devleti, İtalya’da kalan güney Tirol, Polanya’daki Almanlar. Mekanik bir düşünce yöntemi ve teorik kalıplarla entelektüel bilgi üretilemez ve bu durum beraberinde özgürlükçü akıl yaratılıcığını da engellemiş olur. Maalesef sosyalist hareketin Dersim konusunda yaşadığı çıkmaz ve yabancılaşma böylesine bir tarihi sürecin yaşanmasına neden oldu.
Dersimin yakın tarihini anlatan “Kürdistan Tarihinde Dersim”adlı kitap, tamamen sofistike yapılandırılmış bir kurgu ve tarih tezi nedeni ile Dersim’de devletin 1937–‘38’de yaptığı, ince detaylarına kadar planladığı büyük trajediye 80 yıl sonra soykırım diyebildik.
Bütün bunlarla birlikte, Dersim tarihi ile ilgili yapılan manipülasyon, yalan ve gerçeklikle hiç bir nesnel bağlantısı olmayan tarih yazımı. Resmi ideolojilerin oluşmasında tarih yazımı ana parametrelerden biri işlevini görür ve toplumda normalleşmeyi sağlamak için bu resmi ideolojiyi kırmak uzun yıllar alabilir. Dersimin yakın tarihini anlatan “Kürdistan Tarihinde Dersim”adlı kitap, tamamen sofistike yapılandırılmış bir kurgu ve tarih tezi nedeni ile Dersim’de devletin 1937–‘38’de yaptığı, ince detaylarına kadar planladığı büyük trajediye 80 yıl sonra soykırım diyebildik. Devlet yaptığı soykırıma meşruluk kazandırmak içın kullandığı bir propağanda ve piskolojik harp yöntemi olarak “isyan ettiler biz de kırdık” söylemini, tersinden bu resmi tarih tezi de bu söylemi güçlendirdi. Biz Dersimlilerde çift taraflı bu manipülasyonun kurbanları olarak 80 yıl boyunca ne kadar isyancı olduğumuzla övündük durduk ve isyan fikrini de sorgulamadan peşin bir kabul olarak benimsedik. Bu resmi ve yalan tarih yazımı ile geçmiş konusunda bilgi sahibi olmadan beyhude bir gelecek kurmaya çalışıyorduk. Tarihin ve insanlığın gördüğü Yahudi, Ermeni Soykırımlarından sonra fiziki olarak, üçüncü büyük soykırım olan “Dersim Soykırımı”nı görememek hangi sosyopiskolojik teori ile açıklanır? Hiç birimiz Gothe’nin ünlü sözünden bir şey anlamamıştık. “Geçmişlerini bilmeyenler, geleceğini kuramazlar”. Bir topluma yapılacak en büyük kötülük soykırım ise, diğeri de tarih bilincini yok etmektir.
Her ulus-devlet yaratma projesi fikri, doğal olmayan ve gönüllü birlikteliğe dayanmayan birer toplum mühendislik projeleridir. Zaza ulusu yaratmaya çalışan ve bunun üzerine bir Zazaistan kurmak isteyen politik eğilim, Dersim gibi kararlı bir kimliği görmezden gelerek, yeni bir travmatik sürecin adımlarını atmaya çalışmaktadır. 21. yüzyılda dünyanın çok kültürlülüğü ve yerellik toplum modellerinin tartışıldığı bir süreçte, tek dile dayanarak bir devlet kurma fikrinin realizasiyonu, insanlığa karşı cinayet işlemeyi planlamak kadar tehlikelidir. Bir fikrin pratikte yapılabilirliği nesnel temellere dayanır. Bugün Dersimlilerin, Bingöl ve Palu ya gitmeye dahi korktuğu ve kimliksel olarak kopuşu yüzyılları bulan yaşanmış bir süreç var. Ayrıca Zaza kimliğini “öteki” gören bir toplumsal realite ile karşıkarşıya olduğumuzu unutmamalıyız. Politika, real olmayan fantaziler üreterek ve torna makinası işlevi gören, dört köşeli bir toplum yaratmak için yapılan bir eylem değildir, aksine nesnel durumun ve sorunların, demokratik normlar zemininde çözümler yaratmak için insanın giriştiği iradi bir eylemdir.
Elli yıldır Kürtler’in verdiği mücadelenin real bir sonucu olarak geldiği yer dili, kültürü, politik retoriği ve söylemi, Kurmanc etnik kimliği üzerine oturuyor ve kurulacak bir siyasi yapılanmada bu dinamik üzerine şekilenecektir. Kürt hareketinin dominant kimliği Kurmanclık’tan dolayı, Kürt hareketi içinde yer alan bir çok Dersimli doğal bir asimlasiyona uğrayarak anadiline büyük bir ilgisizlikle, Kurmanci öğrenerek Kurmanci yazmaya başladı. Oysa kültürel ve siyasi haklar kazanmak için verilen bu mücadele Zazaca’nın kaybolması tehditi ile karşı karşıya gelmesinde rol oynadı. Gerçek durum ise, Dersimliler Kürt hareketi içerisinde önemli bir potansiyele sahip olsalar bile, Dersimlerin önemli bir kesimi kendini bu Kürt kimliğin içinde görmüyor ve toplumda güçlü bir itiraz var.
Kürt hareketi başından itibaren demokratik bir persfektif ve proğram ile etnik guruplara eşit bir noktada dursaydı, hangi sonuçların çıkmış olma olasılığı spesifik olarak kestirmek gerçekten zor ama en azından bu durumda olmayacağımızı söyleyebilirdik. Tamamen bir akademi alanı olan filoloji Kürt miliyetçilerinin yaklaşık yirmi yıldır yapılan bu tartışmalara bir bariyer oluşturmak için, kendi politikalarının mantıksız paradıgmasına kurban edildi. Hala da bu durum devam etmektedir.
Zazaca’nın bağımsız bir dil olduğu akademi dünyasında tartışmasız kabul edilmektedir ve bu konuda çok sayıda bilimsel tez, makale ve çalışma yapılmıştır. Zazaca üzerine Almanya’nın çeşitli üniversitelerinde yapılmış üç de doktora çalışması olduğu halde (Prof. Dr. Ludwig Paul, Dr. Zülfü Selcan, Yrd. Doç. Dr. İlyas Aslan) bu duruma karşı çıkmak cehaletin, bilgisizligin ve kör miliyetçiligin bilime kafa tutmasıdır.
Ayrıca Lehçe teorisinin ve bu paralelde yapılan dil çalışmalarının emeğin boş bir hiç uğruna verilmesinin, dile bir katkısı olmadığı gibi, aksine dilin doğal gelişimine yapılan suni bir müdahale, iyi niyetli çalışmaları da engellemektedir
Ayrıca Lehçe teorisinin ve bu paralelde yapılan dil çalışmalarının emeğin boş bir hiç uğruna verilmesinin, dile bir katkısı olmadığı gibi, aksine dilin doğal gelişimine yapılan suni bir müdahale, iyi niyetli çalışmaları da engellemektedir. Sentetik (Kurmanci, Soranca, Hewramice ve Zazca karışımı) bir dil oluştrma eylemini yaratığı dilin doğal, otantik yapısını bozduğu için bir çeşit deformasyon ve dejenerasyondur.
Ayrıca Amerikalı dilbilimci C. M. Jacobson’la birlikte, Zazaca’yı iyi bilen elli veya altmış Dersimli aydınnın on yıla yakın bir sürede yılda düzenli iki kez bir araya geldiği seminerlerde, Zazaca Doğru Yazım Kuralları ve Zazaca Alfabe oluşturdular. (Bu hafta sonu seminerlerine kendi alanlarında uzman çok sayıda akademisiyenler katıldı. Dilin yapısal konuları ve metodoloji konusunda workshoplar yapıldı). Bu bilimsel çalışma, bu gün batı üniversiteleri tarafından İran Dilleri kürsülerinde Zazaca üzerine yapılmış temel önçalışma olarak kabul edilmektedir. Orayantalist düşünce sistemsizliği ve mikro miliyetçilik mantıksızlığıyla birleşince, her şeyi politikanın bir yan enstrümanı gören yaklaşım, Kurmanci için hazırlanmış bir alfabeyi inatla dayatmaktadır. (Bedirxan Alfabesi, bu alfebenin doğruluğu ve yalnışlığı da Kurmancları ilgilendirir.)
Dersim’in kültürel öğelerini oluşturan gelenek kolleksiyonunda Newroz diye bir Dersim geleneği olmamasına rağmen, bu gün kutlanmaktadır ve bu durum Dersim’e ait bazı geleneklerin (Gağan, Hewtemal, Kormişkan) kaybolmasına neden oldu
Önemli bir nokta daha var ki, bu miliyetçi dalganın süreç içinde yarattığı etki ile kültürel bazı transformasyonların Dersim kültüründe yaşanmasına yol açtı. Dersim’in kültürel öğelerini oluşturan gelenek kolleksiyonunda Newroz diye bir Dersim geleneği olmamasına rağmen, bu gün kutlanmaktadır ve bu durum Dersim’e ait bazı geleneklerin (Gağan, Hewtemal, Kormişkan) kaybolmasına neden oldu. (Newroz, aşırı politize edilmiş tarihte de gerçekliği olmayan bir Kürt “Kimlik Efsanesi”dir. Bu destanı kendi hikayeleri olarak görmektedirler ve kimliğin oluşumunda güçlü bir rolü vardır. Dersim’de ilk Newroz kutlamaları ve dağlara ateşlerin yakılması 1978 de KAWA’cılar tarafından yapılmıştır, bu dönemin KAWA kadrolarından olan Cemil GÜNDOĞAN bu durumla ilgili Nazimiye de yaşanaları, traji- komik durumu bir makalesinde anlatmıştı.)
Yukarıda anlatmaya çalıştığım faktörler, bizim Dersim’i anlamamızı engeleyen temel süreçlerdir. Bu gün Dersim toplumu fiziki varlığı, kültürü, dili, coğrafyası, gelenekleri, toplumsal değerleri ve normları büyük bir tehdit altındadır. Adeta bir uçurumun başında duruyor gibi, ya yere çakılıp paramparça olacak, ya da kanatlanıp uçacak. Bu durum tamamen Dersimlilerin yaratacağı siyaset vizyonu ile ilgili bir süreç olacak. Dersim Meclisi bu nesnel durumun bir sonucu olarak ortaya çıkmış, geniş kapsamlı toplumsal destek bulmuş bir siyaset projesidir. Oliver Wendell Holmes, bu bilinç sıçramasını şöyle açıklar, “Yeni bir fikre doğru genişleyen insan zihni, asla ilk boyuta geri dönmez”. Dersim Meclisi, eski yöntem ve siyaset tarzının yarattığı ahlaki ve sosyal dejenarasyona karşı, yeni demokratik kültür normlarını inşaa ederek ve Dersim siyasetine gelecek persfektifini kazandırarak bir pratikle geleceği şekilendirecek. Ayrıca hiç birimizin, sürekli travmalar yaşamış Dersim toplumunu yeni bir travma yaşatmaya hakkının olmadığı bilinci ve sabrı ile hareket etmemiz gerektiği, gelecek umudunu kırmaya hakkımızın olmadığı sorumluluğuyla.
Bu günün “küresel köy”üne dönen dünyada sorunlara ve kendi sorunlarımıza doğru bir yaklaşım içinde olmamız gerekir ki, geleceğimizle ilgili doğru çözümler üretebilelim. Oysa bügün insanlığın tartıştığı “dayanışma hakları” denilebilecek üçüncu aşama kolektif hakları tartışıyor olmamız gerekiyorken, hala kimlik tartışması yapmaktayız. (Çevre hakları, kültürel haklar, ortak varlıklardan faydalanma, uluslararası barış vb.). Siyaset hem bir çatışma alanı, hem de bir uzlaşma alanıdır. Ayrıca siyaset ahlaktan bağımsız bir davranış degildir.
Dersim Kimligi tarihsel olarak oluşmuş, kararlı ve itirazı olmayan, üzerinde herkesin konsensüs sağladığı bölgesel (tretoryal) bir kimliktir. Bu bölgesel kimlikler, coğrafik bir alana tekabul etseler de bunun arka planında tarihi, kültürel, dilsel, sosyal değerler ve normların bir sentezi olarak oluşurlar.
Dersim Kimligi tarihsel olarak oluşmuş, kararlı ve itirazı olmayan, üzerinde herkesin konsensüs sağladığı bölgesel (tretoryal) bir kimliktir. Bu bölgesel kimlikler, coğrafik bir alana tekabul etseler de bunun arka planında tarihi, kültürel, dilsel, sosyal değerler ve normların bir sentezi olarak oluşurlar. Bölgesel kimliklerin temel espirisi karşılıklı hoşgörü, empati ve toleransdır. Dersim’in kültürel ana eksenini, inançlarının felsefesi, çok etnikli bir toplum oluşmasında temel ve tarihsel bir rol oynamıştır. Dersim kimliğini, altını dolduran etnik farklılıkların bir çatışma alanı olmaktan çıkarmak, modern toplumun değerleri ve demokratik kültür ve eşitlikçi bir persfektifle mümkün olacaktır.
Her defasında “çatışma” anaforuna sürükleyen ve ayrışmayı körükleyen, güvensizlikler yaratan bir dizi sonucu, soğukkanlı analiz etmenin kesinlikle zamanı gelmiştir. Dünyada bölgesel kimlik temelinde devletler kurmuş bir çok siyasal deneyim vardır. İsviçre ve Yogoslavya, kısmen de Belçıka’yı bu kategoriye dahil edebiliriz. Bu siyasal şekilenmelerin temelinde eşitlikçi ve demokratik, herkesi bağlayan toplumsal bir sözleşme ve bağlayıcı anayasal güvenceler ciddi bir rol oynamaktadır. Bu örneklerden Yugoslavya; yedi federal devlet ve bir özerk bölgeden oluşmaktaydı.
Dersim de nüfusun büyük çoğunluğu Kırmanclar (dillerine de Kırmanciki derler) oluştursa da çok dilli ve etnik yapılı bir coğrafıyadır. Bu gerçeklik etnik gurupların tümünü kapsayan ve sayısal çoğunluğuna bakılmaksızın, eşitlikci ve demokratik bir modele ihtiyaç olduğu, bununun da Dersim “Tretoryal (Bölgesel) Kimlik”ği üzerine inşaa edebilecegimizi düşünmekteyiz.
1918 de Korfu anlaşması ile temelleri atılan ve yaklaşık seksenbeş yıl etnik guruplar arasında bir çatısma yaşamadan barış içinde yaşadılar. Batılı enperyal güçler soğuk savaşın biriken kirli enerjisini ve kinini Yugoslavya’ya akıtarak korkunç bir etnik çatışmayı körüklediler. Bu etnik çatışmaların şiddeti öylesine korkunçtu ki, politik literatüre “etnik temizlik” (kirli bir şeyden arınma, temizlenme) diye bir kavram yerleştirdi, arkasında onbinlerce ölü ve büyük bir trajedi bıraktı; bir de soykırımla (Srebrenitsa Soykırımı) sonuçlandı. İsviçre ise yaklaşık yüz yetmiş yıldır, hiç bir etnik çatışmanın yaşanmadıgı dört farklı dilin konuşulduğu, kantonal özerkligin olduğu, “direk demokrasi” ile yönetildiği, insani yaşam kalitesi endeksinin ilk sıralarda olduğu demokratik bir modeldir. Belçika dönem dönem bazı siyasi sorunlar yaşasa da çok dilli ve etnik yapılı durumunu sürdürmektedir. Dersim de nüfusun büyük çoğunluğu Kırmanclar (dillerine de Kırmanciki derler) oluştursa da çok dilli ve etnik yapılı bir coğrafıyadır. Bu gerçeklik etnik gurupların tümünü kapsayan ve sayısal çoğunluğuna bakılmaksızın, eşitlikci ve demokratik bir modele ihtiyaç olduğu, bununun da Dersim “Tretoryal (Bölgesel) Kimlik”ği üzerine inşaa edebilecegimizi düşünmekteyiz. Bu durum etnik gurupların kendi kimliklerini yaşatması ve özgünlüklerini koruması yönünde hiç bir şekilde engel oluşturmaz. Çok kültürlülük insanlığın en büyük miraslarındandır, Dersimliler bu mirasa sahip çıkarak insanlık tarihine katkı yapmış olacaklar. Michel Faucault post-kültürel ve geleceğin demokratik dünyasını tanımlarken, “Hiç bir gerçek kesin ve insanlık dışı bir yasa buyurmamalıdır. Bu ölçüde karşı çıkmak zorunda olduğumuz şey, bir yönetim tipinin ya da sosyal bir gurubun bir diğeri üzerinde sadece dar anlamıyla anlaşılmış iktidarı değil, bütün ikdidar biçimleridir.” Bu toplumsal uzlaşma Dersim siyasetinin önünü açacak güçlü bir anahtar görevi görebilir ve enerjimizi birbirimze kimlik dayatma şeklinde tüketmemiş oluruz.
Son olarak, geçenlerde HDP’de aktif siyaset yapan bir Dersimi ile Dersim Meclisi üzerine sohbet yapma olanağı bulduk. Bu sohbette aslında aynı şeyleri söylüyorduk. Bizim nasıl aynı noktada olduğumuzu, bu duruma nasıl geldiğini sorduk. “Dersim Gerçekliği”, dedi.
Dersimli aydınlar ve politikacılar, sürekli topluma karamsarlık pompalamaktadırlar. Ancak bir noktaya kadar haklı olabilirler. Bizler geleceğimizi görmezsek ve ona uygun davranmazsak sonumuz tıpkı Ezidiler gibi olabilir.
Dersimli aydınlar ve politikacılar, sürekli topluma karamsarlık pompalamaktadırlar. Ancak bir noktaya kadar haklı olabilirler. Bizler geleceğimizi görmezsek ve ona uygun davranmazsak sonumuz tıpkı Ezidiler gibi olabilir. Mezopotamya’nın bir kadim halkını daha büyük bir yıkım ve trajedi ile tarihi vatanları Şengal’den koparılıp dünyanın dört bir yanına sürüklediler. Bu gün kimse Ezidilerin nasıl tekrardan vatanlarına geri dönmelerini malesef tartışmıyor ve bu yönde bir plan ve çabaya sahip değil. Daha çok Şengal’i kimin kontrol edeceği ve hegomonyayı kimin kuracağı kavgası verilmektedir. (Ezidiler, 21 Nisan 2017’de Almanya Parlemontosu’nda, 150 Ezidi temsilci, aydın akademisiyen ve siyasetçinin katıldığı Ezidi Birligi Kongresi yaptılar. Kongre sonuç bildirisinde bir tek Kürt ve Kürdistan ibaresinin geçmediği tamamen Ezidilerin etnik, kültürel, insani ve siyasi taleplerini içeren kararlar aldılar. Dünza Ezidi Kongresi yapmak, 3 Ağustos Ezidi Soykırım Günü olarak kabul edilmesi, Ezidi Soykırımı’nı yapanların uluslararası mahkemelerde yargılanması, Ezidilerin dini ve toplumunun korunması için Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birligi’nin harekete geçmesi, Ezidilerin tarihi yaşam alanlarının yeniden inşaa edilmesi için uluslararası bir master planın hazırlanması ve Şengal üzerinde siyasi rekabetin sürdürenlerin kınanması gibi bir dizi kararlar alındı). Dersimlilerin, Ortadoğu’nun bu barut kokusunda dersler çıkarmaya ihtiyacı var olduğunu düşünüyoruz. Karamsarlık bize ölümü yakınlaştıracaktır. Gramsci bu durumu şöyle açıklamaktamtadır, “Karamsarlık bir ruh halidir, İyimserlik ise bir irade gerektirir”.
Geleceğe dair umutluyuz, zorlu ve kaotik bir süreç olsa da bu irade oluşacaktır, gidişat bu yönde…
“Her vas koka xo sero royeno, her theyr zonê xode waneno.” Sey Qaji
- 06. 2017
Selman Çiman
Editor’un notu: Bu yazıyı uzunluğu nedeni ile bölümler halinde yayınlamayı düşündük ve ilk bölümünü bugün yayınladık. Daha sonra gelen öneriler doğrultusunda yazının tümünü yayınlamak gerekti. Zira Yazının ve yazıdaki fikrin daha iyi anlaşılabilmesi için bölünmeden okunmasının daha doğru olacağı düşünüldü. Böylelikle yazının tümünü okuyucularımızdan ve yazarından özür dileyerek yukarda okuyucularımıza sunuyoruz.
Adalet, eşitlik, özgürlük ve barış için yürümeliyiz…
CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun hapise atılmasının ardından CHP yönetimi ve Genelbaşkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı “Adalet Yürüyüşü” hedeflenen yolun yarısını geçti. Daha şimdiden ağır politik baskılar cenderesinde yaşayan değişik toplumsal kesimlerde bir umut da oluşturmuş bulunuyor.
RecepTayyip Erdoğan ve AKP’nin 16 Nisan referandumu ile tahkim ettikleri Vahabi-Selefi sistem, toplumun bu paradigma dışında kalan tüm kesimlerine karşı tam bir cihat hareketi başlattı ve sürdürüyor. Bu vahşi cendereye karşı sesini çıkarmaya çalışan tüm toplumsal kesimlerin üzerine dizginlerinden boşalmış bir politik terör boca ediyor.
Toplum tümüyle nefessiz bırakılmış durumda. Bu Sünni-islamcı, ırkçı rejime karşı seslerini çıkarmaya çalışan işçi, memur, köylü, genç, aydın/akademisyen, kadın, Kürt, Zaza, Ermeni; Alevi, Hristiyan, inanan müslüman ve diğerlerinin, hatta bir vakitler birlikte aynı secadeye baş eğmişlerin anında seslerini boğuyor. Oluşturdukları paramiliter gruplarla sokağı terörize edip en küçük bir kıpırdanışı dahi vahşi araçlar ve barbar yöntemlerle bastırıyorlar. Türkiye’nin dört bir yanı hapishaneye çevirilmiş durumda.
Toplum “hayır hareketi” ile bu gerici ablukayı bir nebze geriye itmeyi başardı. Buna koşut olarak siyası şiddet makınası da baskı dozunu artırdı. CHP milletvekillerine yönelik ceza ve tuttuklamalar, CHP’nin tabanında da büyük bir tepki yarattı. CHP içindeki ilerici sol kesimin itkisi ile yönetim kısmen kıpırdamaya başladı. Kılıçdaroğlu ve ekibinin başlattıkları “adalet yürüyüşü”, Vahabi-Selefi sistemin cihatçı saldırılarından nefessiz kalan milyonların özlemleriyle de buluştu.
Başından beri Recep Tayyip Erdoğan’dan, hükümetten, MHP’den, Perinçek’in Vatan Partisi’nden gelen açıklama ve saldırılara bakılırsa, eylem bu çevreleri epeyce rahatsız etmişe benziyor. Kuşkusuz bu iyi bir durumdur. Firavunların telaş ve korku içinde oldukları anlaşılıyor.
Kılıçdaroğlu’nun Alevi ve Dersimli oluşuna karşı da bir “şeytanlaştırmak” kampanyası başlatılmış durumda. Vahabi-Selefi sistemin tüm propağanda araçları tam devir bunu işliyorlar. Adalet, eşitlik, özgürlük yürüyüşünü FETO ve PKK ile ilişkilendirme ve onu kriminalize etme seferberliğindedirler.
Haklı ve yerinde bir kararla girişilen bu eylem hem hak olarak, hem de yaşanan fiili duruma karşı bir protesto hareketi olarak değerlendirilmeli. Bunun daha da büyümesi ve kitleleri harekete geçirecek bir araç olarak kullanılması mümkündür. Daha şimdiden bunun önemli işaretleri görünmeye başladı. Bu yürüyüş haklıdır. Adalet, eşitlik, özgürlük, barış ve huzur için düşünen, onun için kavga veren; direnen her kim olursa olsun, onunla yana yana yürümek insani bir görev ve sorumluluktur.
Bu eylem ezilenleri harekete geçirebilecek, toplumun farklı muhalif kesimlerini bir araya getirebilecek veya buluşturabilecek bir muhtevaya da sahiptir. O nedenle eylemin ruhunu, taşıyabileceği potansiyeli iyi görmek gerekir. Küçük hesaplarla, dargörüş ve önyargılar ile eyleme karşı her söylenen sözün kime, hangi bozguncu odaklara yaradığını veya yarayabileceğini düşünmek son derece önemlidir.
Irkçı ve milliyetçi sağın saldırılarının arka planında, yürüyen şahsiyetin Alevi olmasının da payı olabileceğini hesaba katmak gerekir. Tüm ırkçı saldırıları boşa çıkarmak için birleştirici yani ayrıştırıcı olmayan bir söylem düzeyinde kalmak durumundayız. Eylemin önünü açacak; yeni biçimlere evrimleşebilecek görüş ve öneriler ile eylemi desteklemek geleceğimiz için daha da anlamlıdır. Gereksiz ve yersiz; koşulları dikkate almadan sarfedilen her söz, unutmamak gerekir ki, bu eylemin haklılığına gölge düşürecektir.
Demokrasi, eşitlik, adalet ve barış yanlısı her birey ve kurum ikirciksiz bu eyleme katılmalı ve onu daha tutarlı bir yola koymak için emek sarf etmelidir. Bu yürüş siyasetin akışını değiştirebilir.
Bu nedenlerle emekçi bir içeriğe sahip bu yürüyüşü destekliyor ve selamlıyoruz…
27.06.2017
Dersim Meclisi-Avrupa Yürütme Kurulu
İdeolojilerin hükümdarlığı ve gelecek yaşam üzerine
Hüseyin Sevinç / 16.06.2017
“Zamanın bize bağışladığı anlar içinde en değersiz bulduğumuz an genellikle yaşadığımız andır, kıymeti en az bilinen, bütün anlar içinde en ‚üvey’ olan, kendimize en uzak tuttuğumuz an tam da avucumuzda bulunan o andır.“ (Ahmet Altan)
Aristoteles’e göre, an kendi içinde zamanın sürekliliği olup geçmiş ve geleceği hem birleştiren hem de bölen saf bir sınırdır. Yani şimdiki zaman hem geçmiş hem de aynı zamanda gelecek zamandır. Şimdiki Zaman’ın içinde olmadığı hiçbir zaman dilimi (geçmiş ya da gelecek) yoktur.
Yaşanan problemlerin başında sanırım şimdiki zamanı yaşamamak, ona değer ve önem vermemek; geleceğin yapıtaşlarını bugünden döşememek yatıyor. Geçmişle kalmak, gelecek üzerine hayal kurmak, umut vermek; kurtarıcı pozlarında görünmek yaşamın en kolay yoludur. Ana gelmemek, anı örgütlememek ve yaşamamak döngüsü etrafında söylenir hep nutuklar.
Zamanın efendisi, sahibi mi, yoksa kölesi mi olmalıyız?
İnsanların zamanın kölesi olduğu bir çağdayız. Bu durum, ideolojik hükümdarlık kurmak isteyenlerin elinde adeta sihirli bir büyüdür. Bu büyünün rehavetine katılmamak oldukça zordur. Anı yaşamayarak yaşamı erteleyenlerin, belirsiz bir gelecek uğruna anı (şimdiki yaşamı, zamanı) heba eden umutsuz ve endişeli kitlelerin o psikolojik hallerinden beslenir ideolojiler. İdelojik örgütlenmelerin ayakta kalmalarının arka planında geleceğe yönelik bu söylev ve söylemler, heyecan verici o aldatıcı nutuk ve ajitasyonlar yatıyor. İdeolojik kişiliklerde insanın çok fazla düşünmesi gerekmiyor. İnanmak yeterli sayılır ve o nedenle ona vurgu yapılır. Söylenenlere inanmayanlar “kafir” ilan edilir!..
Anı tanımak, onun üzerinde tartışmak; çözüm ve öneriler sunmak; projeler üretmek için ciddi bir birikim gerekiyor. Bunun için de sorgulamak, merak etmek, araştırmak, düşünmek, düşünce üretmek dahası her söyleneni kabul etmemek yani inanmamak yani şüphe etmek gerekiyor. Ve bu davranış ve alışkanlıkları edinmek çok da kolay değil. Tersine oldukça zor ve meşakatli bir süreç gerektirir.
Bu zorluklardan kaçmak için bahaneler üretmek konusunda maşallah çok da profesyoneldir ideolojiler. Sonsuz bir abu-hayat, emrinde 72 huri; çeşit çeşit kokuların yayıldığı o cennet bahçeleri nasıl mest etmesin insanları. Var mı, yok mu tartışmasının önüne geçer bu vaatler. İnsanı cezbeden bu “gelecek” uğruna adeta ölüme yatıyoruz şimdiki anda. Ölüme, koşar adımlarla sevgilisini yakalamak isteyen aşıklar gibi koşuyoruz. Ölümlere sonsuz bir aşk duygusu ile koşuyoruz. Çünkü yüce olan gelecektir, O gelecek için feda edilecek bir can ne ki! Şimdiki yaşamı önemsemiyor dahası küçümsüyor ve tabir caizse “üvey evlat” muamelesine tabi tutuyoruz.
Ya sonrası?…
Sonrası, sıra sıra kümelenip bu vaatlerin gönüllü (siz inançlı deyin) kurbanı olmayı seçiyor ve yaşamlarımızı “gelecek uğruna” erteliyoruz! Geleceği pazarlayan, satmaya çalışan umut tacirlerinin müşterileri olan insan kuyrukları arasında yerimizi alıyoruz. Birileri hayal satıyor, birileri de almak için kuyruklara giriyor. Bu döngü etrafında dönüp duruyoruz. Aslını sorarsanız bu arada sahip olmadığımız, bizde olmayan bir güven duygusu oluşuyor. Kendimizi rahat ve güvende hissediyoruz. Endişe etmek, şüphe etmek gibi “huzursuzluklar” yerini rahat bir “huzur”a bırakıyor. Bizden istenen “inançlı olma” da kusur işlemiyor, inançlarımızdan şüphe duymayacak kadar bağımlısı oluyoruz. Giderek, zamanla bize geleceği pazarlayanların kölesi olmayı ve günü yaşamamayı kabul eder duruma geliyoruz. Artık vaat edilen göz kamaştırıcı o şatafatlı “gelecek” uğruna ölmeyi tercih eden birer fedailer olma gururunu yaşayabiliriz!..
„Geçmiş ya da gelecek yoktur. Yalnızca sonsuz bir şimdi vardır“ Cowley
Dünyada umutsuzluk artıkça umut satanlar, güvensizlik arttıkça güven vaat eden hatta korkular üreten bir yığın örgüt, kişi ve kuruluş var. Hem oldukça da yetkin, inandırıcı ve de profesyonel. Bunların hemen yanında da şimdiki anı yaşama becerisi olmayan, geleceğin kurbanları sıradadır. Saf, içten, samimi ve inanan.
Umut satmak, hayal üretmek ve pazarlamak, ama şimdiki zamana dair düşüncelerden kaçmak, geçmiş ve gelecek zaman üzerinde fırtınalı tartışmalar yürütmek ideolojilere yaşam alanı sağlıyor. O nedenle hemen hemen tüm ideolojiler (dini-sosyalist-komünist-milliyetçi) ya geçmişlerine ya da geleceğe dair vaat ve söylevleri ile var olmaya çalışırlar. Bunlar, şimdiki ana dönük fikirsel bir yoksulluk içindedirler. Geçmiş ve gelecek yönündeki ısrarlı o vaat ve nutukları hep bu fikir yoksulluğunu perdelemek ve gizlemek içindir. Teslim etmek gerekir ki, bunu çok da başarılı yapmaktadırlar.
“Şimdiki Zaman”da yaşanan tüm olumsuzluklar; öfke, kin ve hiddet; sonu gelmez savaşlar, kanıksanan ve övgüyle önümüze sunulan ölümler aslında farkındalık bilinci ile “şimdiki zaman”a yoğunlaşamamamızdan, düşünce ve fikir yoksulluğumuzdan kaynaklanıyor. Cehalet ve gericilik; savaş ve ölüm tacirleri bu zaaflarımızdan besleniyor.
Burada ünlü Rus filozofu Nilolaj Berdjajew’in şu söylediklerini unutmamak gerekir:
„Yaptıklarımız gelecek adına değil, tersine sürekliliği olan; geleceğin ve geçmişin içinde buluştuğu şimdiki zamanımız adına olmalıdır.“
İnsanlar geçmiş veya gelecekleri üzerinde konuştukları kadar “Şimdiki Zaman’ı konuşabilselerdi, durum çok daha farklı olabilirdi. Elimizin altında somut bir veridir şimdiki zaman. Bu somut durum üzerinde konuşmak, tartışmak fikir ve düşünce zenginliği gerektirir. Anlayış ve hoşgörü alışkanlığı yaşama girer. Hem sonra bu tartışma bizi bölmez tersine daha da yakınlaştırır veya birleştirir. Bir taş parçası üzerinde tartışıyorsak, ilk başlardaki hararet, adım adım uzlaşmaya doğru evrilir. Gelecek ise soyut bir kavramdır. Soyut kavramlar üzerinde tartışmak bölünmelere, ayrılıklara neden olur. İdeolojiler tam da buradan doğar. Her ideoloji bir dünya vaat eder. Hem sonra vaatlere bakılırsa hiçbiri de kötü sayılmaz. Ne var ki, vaatlerin çokluğu, birbirine zıtlığı ayrışmalara ve kavgalara neden olur. Bu karmaşa ortamdan ideolojiler beslenir ve kendilerine taraftarlar bulur. Düşman kavramı burada anlam kazanır. Her ideoloji, karşı ideolojiyi düşman ilan eder. Ve sonu gelmez çatışmalar kavga ve savaşlar böyle başlar. Yönetme ve iktidar olma hırsı insanları zalimleştirir…
(Devam edecek…)
Diyap Ağa ve tarih okumaları
“Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilat kurmuş, doğru yanlızdır.” Yaşar Kemal
Dersim üzerine bir şeyler yazdıklarında, düzen muhalifi olduğunu söyleyen çevreler “ihanet” ve “halk düşmanı” sözcüklerini dillerine pelesenk etmiş olarak tekrarlayıp dururlar. Bir değersizleştirme ve itibarsızlaştırma algısı Dersimlilere yönelik olarak sık sık gündeme taşınır. Zaman zaman durum öylesine bir üst perdeye taşınır ki, insanın şaşırası gelir. Hayal ürün suçlamalar, yalan ve yanlış ithamlar habire tekrarlanır durur.
Son olarak 27 Şubat 2017 tarihinde, Cahit Mervan “Cumhuriyet çocuğu Erol ‘un PKK hezeyanları” adıyla rojhaber.org internet sitesinde konuya ilişkin bir yazı yayınladı. Aslı-astarı olmayan iddialarda bulundu. Ki, Cahit Mervan bir televizyon yapımcısı ve sanırım bir gazeteci.
Cahit Mervan’ın iddialarını okuyalım:
“Allah kimseyi kılıç artığı etmesin. Çünkü devşirmenin kılıcı daha keskin oluyor. Her salladığında aslında kendisine saplamış oluyor.
Kısaca ol hikâye şudur:
O meşhur fotoğrafı herkes bilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün üstü açık bir arabada beyaz uzun sakallı, sarıklı ve pardösülü ilk Dersim milletvekili olan Diyap Ağa ile çekilmiş bir fotoğrafı var.
Bu fotoğraf birçok kesim tarafından Atatürk’ün Kürtlere duyduğu şefkati anlatmak için kullanılmakta.
Diyap Ağa geçmişte Hamidiye Alaylarında milis komutanı olarak Siirt ve Bitlis’te bulunmuş, Mustafa Kemal’in Sivas kongresine destek vermiş ve ilk mecliste yer almış Dersimli bir siyasetçidir.”
“Kılıç artığı” suçlaması başlı başına bir tartışma konusu. Bunu ilerde tartışırız. Fakat, “Hamidiye alaylarında milis komutanı” olması, Siirt ve Bitlis’te bulunması” yönünde bir iddiada bulunması, Dersim ve Dersimlilere karşı hiç de iyi niyetli olmadığını ortaya koyuyor. Bunu hangi kaynaktan öğrendiğini bilmiyorum. Ama tarihimizin düşmanca çarpıtılmış bir sayfasından aldığını tahmin ediyorum.
Amacım Cahit Mervan ile polemik yapmak veya onunla tartışmaya girişmek değil. Nitekim bu iddialar yeni de değil. Amacım tarih çarpıtmalarına karşı Dersimlilerde bir farkındalık bilincinin yaratılmasının önemine ve zaruriyetine işaret etmektir. Yazının yeni olması ve boşa çıkarılması gereken iddialarda bulunması nedeni ile değerlendirmeye konu oldu.
Dönemin Osmanlı arşivlerinden Cahit Mervan’ın iddialarını yalanlayacak bir tutanakta yazılanları aktarmakta yarar var.
Erzincan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim görevlisi Dr. Abdulkadir GÜL “Osmanlı İdaresinin Kızılbaşlığa Yönelik Tutumu (Dersim Sancağı Örneği) adlı bir makalesinde (10.09.2015) şunları söyler ve Başbakanlık Osmanlı Arşiv’lerinden konu ile ilgili olarak bilgiler aktarır. Okuyoruz:
“Dersim’in ileri gelen aşiret ağaları, teşkil edilen Hamidiye Alaylarına kendilerinin de alınmasını talep etmektedirler. Bu aşiretlerin başında Ferhat uşağı aşireti reisi ve meclis-i idare azası Diyap Ağa gelmektedir. Diyap Ağa başkanlığında, birçok aşiret reisinin bu teklifleri geri çevrilse de, isteklerini yeniledikleri görülür. Hatta bölgedeki diğer aşiret ağalarının dâhil olduğu ve müşterek kaleme aldıkları arz ’da “şu an kadar kendilerine verilen her türlü görevleri yerlerine getirdikleri ve bundan dolayı kendilerinin taltif edildiklerini beyan ederek, kendi aşiretlerinden oluşan bir Hamidiye Alayı’nın kurulmasını talep etmişlerdir. Ancak 4. Ordu müşirliği, Dersim mutasarrıflığı ve Mamuratül-aziz valiliği ve Dersaadet arasında bu hususta yazışmalar olmuş ve nihayetinde Dersim Kürtlerinin Hamidiye Alaylarına alınıp alınmamaları hususunda fayda ve menfi yönleri düşünülerek, bu talep kabul edilmemiştir. Dersim Kürtleri ise Yezidi gruplarla kendilerinin aynı kefeye konmamasını ısrarla dile getirmişlerdir” BOA. Y.MTV. 61/18. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Tasnifleri. (BOA.) İstanbul.
Demek ki, Dersimlilerin ve Diyap Ağa’nın Hamidiye Alaylarında yer aldıkları iddiası gerçekçi değil, temelsiz bir iddiadır. Makalenin bir başka yerinde Abdulkadir Gül şunları yazar: “Dersim’de uygulamaya konulan Fırka-i Islahiye uygulamalarından beklenen “aşiretlerin ıslahı”, “merkezileşmek”, “mükellefiyetlerin toplanması” ve “Kızılbaşların Sünnileştirilmesi” şeklindeydi.
Aynı makalede Şakir Paşa ve Zeki Paşa raporlarına atfen şunlar da aktarılır: “…parasız Kur’an-ı Kerim dağıtılması, Şafi olan Kürtler arasından seçilen Nakşibendi şeyhleri, Dersim kıtasına gönderilmeli ve tekkeler tesis edilerek, Kızılbaş halkın Sünnileştirme faaliyetlerine hız verilmelidir….” BOA. ŞD.13/2693
Görüldüğü gibi bırakalım Dersimlilerin imparatorluk destekli alaylara alınması, Dersimliler, Alevi-Kızılbaş kimliğinden ötürü hep “öteki” gösterilmiş, onların Sünnileştirmesi için her tür çaba ve siyaset gütmekten bir an geri durulmamıştır.
Oysa Hamidiye Alaylarının Sünni Kürt aşiret reislerinden ve ileri gelenlerinden oluşturulduğu, ne için ve kime karşı kurulduğu çok iyi biliniyor. Bunun üzerinde uzun uzadiye durmak bu yazının konusu değil. Üstelik, bu konuda yeterince tarihsel kaynak mevcuttur.
“Hayatımızdaki gölgelerin çoğu kendi güneşimizin önünde durmamızdan oluşur.” (Ralph Waldo Emerson)
“İhanet” ve “ihanetçilik”e karşı Dersimlilerin oldukça hassas olduğu biliniyor olsa gerek ki, Dersimliler sık sık bu hassas noktasından vurulmaya çalışılıyor. Bu kavramlar, fark edilmeden tarihimize yabancılaşmanın tuzakları olarak işlev görüyor. Bu nedenle sürekli tedavülde bırakılıyor.
Dünyanın her bölgesinde bunlar yaşanıyor. Evet, Dersim konusunda kullanılan bu ithamların, yaratılan algının, çarpıtılan ve abartılan gerçeklerin manipülasyon ve psikolojik saldırılara malzeme yapıldığını; tarih bilincimizi dumura uğratan tuzaklar olduğunu düşünüyorum. Yıllardır yaratılan havanın, tekrarlanan söylemlerin Dersimlilerde kendi tarihlerine yönelik güvensizlik yarattığını ve bunun tarihsel kopuşa neden olduğunu üzülerek söylemek durumundayım.
Bu konuda kaybettiğimiz tarih bilincini yeniden ayakları üzerine oturtmak, tarihimize ve kültürümüze; Dersim Kızılbaş inancındaki hoşgörü ve sevgi kültürüne karşı farkındalık bilinci içinde olmak; onu sahiplenmek, onunla barışmak vaz geçilmez görevimiz olmalı.
Diyap Ağa’yı sılf Mustafa Kemal ile birlikte çekilen resminden dolayı “ihanet” suçlamasına malzeme yapmak Dersim’e mahsus olsa gerek! Türkiye’nin tüm Türk ve Kürt illerinden Milletvekilleri o meclise girmemiş gibi davranarak tek “suçlu” Dersimli Diyap Ağa imiş gibi bir propagandaya girişmek iyi niyetli bir davranış değildir. Kabul edilemez.
Diyap Ağa’nın M. Kemal ile fotoğrafı üzerinde bitmek bilmeyen bir algı operasyonudur devam ediyor. Resim, neredeyse “ihanetle özdeş” kabul edilmekte! Bu resim öyle bir yorumlandı ve durum öylesine çarpıtıldı ki, sonuçlarının Dersim’e ve Dersimlilere değişik alanlarda olumsuz yansımaları oldu. Sonuçların iki alandaki yansımaları özellikle önemlidir. Sorgulanmaya ve ele alınmaya değerdir.
Birinci olarak: Söz konusu resim etrafında yaratılan fırtına 70li yıllardan yakın bir döneme kadar parlamento seçimlerini boykot eden çevrelerin ve fikirlerin sorgulanmasını engellemiştir. Sürekli, parmakla işaret edilen bu resim, parlamenter araçların kullanılmasının önemini düşün dünyamızdan alıvermiş, şiddetin topraklarımızda yer edinimini beraberinde getirmiştir. Farkında olmadan adım adım şiddet uygulamaları kabul görmeye neden olmuştur.
İkinci olarak: Diyap Ağa’nın resmi üzerinde koparılan yaygara, üretilen sahte “ihanet” söylemleri Dersimlilerin hassasiyetine tuz-biber oldu. Gerek bu resim, gerekse de 1937/38 tertelesinde dillere pelesenk olan yerli-yersiz “ihanet” veya “ihanetçilik” söylemleri yaşanan travmaları daha da derinleştirdi, Dersimliler arasında güven ve dayanışma duygusu son derece zayıfladı. Topraklarımıza ürpertici korkular sindi. Coğrafyamıza ölü toprağı serpiştirildi. Topraklar çoraklaştı, gelişemez ve ürün veremez oldu.
Sonuç itibarı ile bu ithamlarla sivil ve savunmasız insanlar suçlanıp öldürülürken, kimsenin diyecek bir sözü veya cesareti kalmadı. Çünkü Dersimlilerdeki insani hassasiyetler, Dersim Kızılbaş felsefesindeki “zereweşiye” (hoşgörü) kültürü, yaratılan “ihanet” rüzgarı ve oluşan psikolojik ortam nedeni ile çoktan ellerinden alınmıştı. “Öyle ya, ihanetçi iseler, ölümü hak ettiler” denilip ölümleri onaylar durumuna düşürüldük…
“Yanlış trene bindiyseniz koridorda ters tarafa yürümenin faydası yoktur.” Dietrich Bonhoeffer
Yaşanan travmaların bir sonucu olarak, Dersimlilerde gaza gelme ruh hali ciddi bir boyut almıştır. Son yıllarda çeşitli çevrelerce sürdürülen psikolojik saldırı kampanyaları sonucunda önemli sayıda bir Dersimli kitle (özellikle gençler) olumsuz olarak etkilenmiştir. Bunun sonucunda Dersim’de ciddi bir tarihsel bilinç kırılması yaşandı, yaşanıyor. Tarihini küçümseme ve ona karşı güvensizlik duyma olgusu sürdürülen ideolojik saldırıların da etkisi ile maalesef önemli ölçüde bugün de fiili olarak varlık göstermektedir.
Bu yönde yapılmış veya yapılan propagandalar “ihanet” etrafında örülen tuzaklar Dersim’de önemli ölçüde kırılmalara neden olmuştur. Bu tuzak kavram ve ideolojik saldırılar sonucunda zihnimize müdahale edilmiş ve zihnimiz değişik amaçlar doğrultusunda yönlendirilmiştir. Bu tuzakları fark etmek veya bunların farkında olmak önemlidir. O nedenle zihnimizi tüm bu yönlendirmelerden kurtarmaya ihtiyaç var.
Dersimlilerin tarihi ile yeniden buluşmasının zamanıdır. Nitekim yazamadığımız tarihimizi avcılar yazmaya başladı bile. Bu görev onlara bırakılmamalı. Tarihimiz sahiplenilmeli, çarpıtılmasına müsaade edilmemelidir. Bu yöndeki saldırı ve spekülasyonların boşa çıkartılması konusunda tüm Dersimli bireylerin sorumluluk üstlenmesi ve tavır geliştirmesi son derece önemlidir.
“Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü
Nasıl hatırlamasın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.” (Cahit Sıtkı Tarancı)
Şimdi büyüyü bozmanın ve kendimizi yaşamanın zamanı…
Hüseyin Sevinç
31 Mayıs 2017
İnsani kamillerimizin değerleri önemsemek anlamında kullandıkları bir sözdür.
Bir yanda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Dersim’e uygulanan baskı ve asimilasyonlar, özellikle ’37-38 süreciyle yaşatılan blinç kırılması, öte yanda sol ve Kürt Ulusal Mücadelesi ile yaşanan süreç sonucu zayıflayan veya kısmen yok olan Dersimlilik bilinci gibi durumlarla karşıkarşıyayız.
Özellikle Türkiye ve Dersim’deki Dersimliler açısından kendi olmak, kendini yaşamak, elde kalan değerlere sahip çıkmak ve onlar üzerinden tekrardan “kendini var etmek” arayışı gibi bir değişim ve gelişmenin içindeyiz. Kapalı bir toplum olarak coğrafyanın da sunduğu avantajdan dolayı kendi olmayı bir çeşit yaşayan Dersimliler, öncesini saymazsak dahi T.C. Devleti’nin 80 yıllık planlı ve proğramlı yok etme ve asimilasyonun yanı sıra son 30-40 yıllık “ulusal” mücadelenin ideolojik ve baskı aygıtlarıyla değişime tabi tutuldular.
Bilgi kirliliği ve istemleri dışında vuku bulan değişimlerin farkına varılması ve özgün bilgilerin ifade edilmesi, dil, kültür ve inanç bazında hedef birliğinin sağlanması, kolektif bilincin harekete geçirilmesi, birlikte düşünme, birlikte çözüm arama, birlikte karar alma, yönetimde ve kararlarda ahengin ve uyumun sağlanması ancak ortak aklın kullanılması ile mümkün olmaktadır.
Ortak akıl, birden fazla kişinin toplanarak bir konu hakkında akıl kapasitelerini ve düşünce güçlerini birleştirmesidir. Zereweşiye kültürü gereği mevki, makam ve benlik duygusundan arınmış bir şekilde karşıt fikirlerin yarattığı zengin düşüncelerin sentezlenerek, tek bir kişinin düşünemeyeceği kadar büyük bir aklın ortaya çıkmasıdır.
Ortak akıl bir konuyu çok boyutlu bir bakış açısı ile değerlendirmek, kolektif bilinci harekete geçirmek, konunun gelecek vizyonunu tanımlamak, strateji ve eylem planları belirlemek anlamında önemlidir.
Günümüzde sivil toplum kuruluşları fikirlerini, yapacaklarını daha hazırlık aşamasında iken toplumla veya ilgili kişi ve kuruluşlarla paylaşırlar. Toplumu bilgilendirerek, plan ve projelerini yaparken baştan itibaren konuya dahil olabilecek kişi ve kuruluşlarla değişik yol ve yöntemler kullanarak görüş alış verişinde bulunurlar ki, bir yandan yapmak istediklerini ona göre şekillendirmelerini, uygulamalarını, öte taraftan da düşüncelerinin toplum tarafından daha rahat kabul görmesini sağlasınlar.
Yapılan çalışmalarla ulaştığımız asgari müştereklerimiz var. Fikir alış-verişi sonucunda ulaştığımız bu veriler elbette ortak bir aklın ürünü. Yapacağımız çalışmalar, atacağımız adımlar bizi eksik olanla buluşturacak, böylece ortak müştereklerimizi çoğaltarak önceliklerimizi belirlememiz ve hayata geçirmemiz kolaylaşacaktır.
Ortak akıl “mukades” bir şey de değildir. Eldeki verilerin, tıpkı kimilerin bir zamanlar ’38 Soykırımı’na “isyan” demeleri gibi, bilgi ve bilincin artmasıyla değişmesi mümkün ve hatalar dahi ortak akla ulaşmada iş görebilir. Fakat ortak akıldan bakmak, Dersim’i Dersim eden değerleri önemsemeyen kuru kalabalıkları oluşturmak, Dersim’de her türlü şiddete hayır diyemeyecek olan veya öncelikleri Dersim olmayan örgütlere gidip onlardan destur almak değildir.
Dersim’in özgünlüklerine sahip çıkarak, ona buna yamamadan “xoseriya” Dêsımi asgari olarak ortak müşterekler bazında savunan akıl ortak akıldır.
Ortak aklı bulmaya çalışmak bir anlamda özgünlüğü koruyarak kensensüs oluşturup geleceği şekillendirme çalışmasıdır, strateji geliştirmenin aracıdır. Bu nedenle önemlidir.
Fakat asgari müşterekleri dahi kabullenmeyen örgütlerle, adı devrimci veya yürtsever de olsa, bir konsesüse varma olasılığı düşük. Bunların olmaması halinde ortak aklın olamayacağını ifade etmek de işi yokuşa sürmektir.
28.04.2017
X. Çelker
“Ortak akıl” lafı soyut bir kavram olarak kaldığı sürece, üzerine tartışmaya oturmak pek akıllı bir uğraş gibi gelmiyor bana. Bu kavram ekseninde kaleme alınan makalelerden ve iştirak ettiğim toplantılardan duyduklarımdan hareketle “ortak akıl” lafının aşağıdaki manalarda kullanılmış olabileceği sonucunu çıkarabilirim:
a) Dersimlilerin, aralarındaki politik, ideolojik vb. farklılıkları bir yana bırakarak, yan yana durmaları, kendi çaresizliklerine ve toplum olarak karşı karşıya bulunulan devasa tehlikelere birlikte meydan okuma ihtiyacını ve arzusunu dile getirmek.
b) Meclis ya da Kongre oluşum sürecinin sonunda herkesin benimseyeceği, kadim Dersim toplumunun değer yargıların ifade eden bir politik-ideolojik “Dersim Fikriyatı” programı umudu dile getirmek.
c) Dersim toplumunun ekseriyetine ve Meclis/Kongre faaliyetine katılanlara kendi temsil ettiği düşünce yapısını empoze etme beklentisini ifade etmek. Bunu, kendi “Dersim Fikriyatı” tahlilini “ortak akıl” olarak kabul ettirme gayreti içinde olmak olarak da okuyabiliriz.
Mıslet, daha doğrusu Dersim Kongresi, Dersim’de varlığını sürdüren sosyal-katmanların/grupların, sınıfların ve diasporadaki Dersim orijinli toplumun en üst siyasi temsil organı olmaya aday olarak sahneye çıkmayı hedeflemelidir. Önümüzdeki süreçte koordineli tartışmalar sonucu ete kemiğe bürünmüş, Dersim toplumunun desteğini almış bir Dersim Kongresi Sözleşmesi bu organın anayasası fonksiyonunu oynayacak. Dersim Kongresi Sözleşmesini kabul eden, Kongre kararları zemininde toplumun nezdinde temsil gücüne erişmiş her siyasi-ideolojik oluşum (parti, grup, meslek örgütü, başka sivil toplum örgütü vb.) Kongre’nin, ya da Meclis’in bileşeni olacaktır.
Dolayısıyla, eğer somut tarif edilebilecek bir “ortak akıl”dan bahsedeceksek, bu, birlikte yürütmeye karar verdiğimiz çalışmamızın her aşamasında vardığımız ortak konsensus seviyesi ile birlikte Dersim Kongresi Sözleşmesi (Dersim Kongresi Anayasası da diyebiliriz) olmalıdır.
17.04.2017