Asmên ra Astare Qurıfiya!
Biyena xo çıxa ke nıfıs de 1337 (1921) nusiya ki Ap Sılêma (Sılo Qız / Süleyman Doğan) serra 1912ine de Dewa Mılu de êno riyê dina. Ewro serra xuya 107ine de rêşto rama Heqi.
Çıxa ke ze Sa Heyderi, Weliyê Usênê İmami, Alaverdi u ê bina xêlê ozan u şairê Kırmanciye estê ki Sey Qaji ra tepia Dêsım de hurinda Ap Sılêmani (Sılo Qız) zaf gırana. O roê lauk u şüaru be kêf u eşqê Dêsımiyo, zanıka Dêsımiyo. Çı ke êy weşiya Dêsımi de çı ke diyo, çı ke heşno ebe veng u kemanê xo ina sero sınate icra kerda.
Hetê ra ki tarıxê Dêsımiyo, şaadê Tertelê ‘38iyo. Her çi jü be jü ebe lauk u şüara aqılê xode qeyd kerdo. Dec u derdê qomê ma, birin u khulê hometa ma ardê ra zon.
Her çi ra ravêr êy ze jü xelekha zincıla kotane sınat u sınatkarê verên u nıkayêni resnê pê.
Şairê welati tı ma vira nêşona, veng u seda to dami goşanê ma dera. Mekanê to wertê gul u nuri bo, dewrê to qaim bo.
Asırlık Çınar Sılo Qız…
Doğumu her ne kadar kütükte 1337 (1921) olarak kayda geçmişse de Ap Sılêma (Sılo Qız / Süleyman Doğan) 1912 yılında Mılu Köyü’nde dünyaya gelir. Asırlık çınar, Dersimin büyük ozanı bu gün 107 yaşında hakka yürüdü.
Her ne kadar Sa Heyderi, Weliyê Usênê İmami, Alaverdi vb. gibi çokca şair ve ozanı varsa da Dersim’in Sey Qaji’den sonra adı en çok anılan ve hafızalarda yer edinen Ap Sılêma’dır. O Dersim ‘kılam’ları ve ağıtlarının, aşk türkülerinin ruhudur, hafızasıdır. Çünkü o Dersim’de yaşanan, görüp duyduğu her şeyi söz ve kemanesi ile dile getiren büyük bir değerdir.
Aynı zamanda Dersim’in tarihi, ’38 Soykırımı’nın da şahididir. O, kutsal toprakların acılarını, tasalarını, gam ve kederlerini dile getiren yeri doldurulamaz bir halk ozanımızdır.
En önemlisi de alanında geçmiş ile geleceğin arasındaki bağdır, geçmişin birikimini geleceğe taşıyandır.
Seni unutmayacağız. O kendine özgü sedan hep yaşayacaktır. Işıklar içinde uyu, devrin tamama ersin.
14.12.2019
Mısletê Kongra Dêsımi / Dersim Kongresi Meclisi
Federasyonê Komelunê Dêsımi yê Ewropa / Almanya Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG)
“Rocê textê şıma ki rıjino…”
Dewleta Tırki na sedserra 21ine de hona kerdenanê xo nênana re xo, tarıxê xode nêna têrü. Ebe zur u xafıla xo mudafa kena. Hama raştiye se ke reportajê İhsan Sabri Çağlayangili de ama re zon her waxt ze zü şilmaqe gınena rüyê inara.
Mordem owo ke kerdenanê xora bımuso, fênd u dubara ra raxelesiyo ke axiriya xo xêr bêro. Dewlete u raşte çı hêf ke jümini ra hondê hard u asmêni duriyê. Hona ze waxtê cahiliye kunê be sınatkaranê ma dıme. Na gama xuya pêêne de ki sınatkarê hometa ma Yılmaz Çelik guret pê, êşt hepıs.
Yılmaz Çelik teyna niyo. O ki, têde sınatkarê ke zon, kultur, kamiye, itıqat u coğrafya xorê wair vecinê qimet u rumetê mae. Bêro zanıtene ke ma sınatkaranê xorê wair vecinime.
Ma na rusiyaina dewlete kenime naletme.
Veng u renge welatê ma, sınatkaranê maê delaliya sero ni esareti gamê ravêr wedarê ke, wa bıresê serbestiya xo.
“Elbet yıkılır tahtınız…”
Tarihiyle yüzleşmeye yanaşmayan T.C., hala gerçekleri hasır altı etmeye çalışıyor. Oysa gerçekler tıpkı İhsan Sabri Çağlayangil’in röportajında olduğu gibi kendi yüzlerine bir şamar gibi iniyor. Bu inkarcı, lanetli hal son bulmalı. Ama nafile! Devlet hilelerinde ısrarlı ve “cadı avı” misali halkın sesi olan sanatçılarımıza yöneliyor. Son olarak da sanatçımız Yılmaz Çelik’i tutuklattı.
Yılmaz Çelik yalnız değildir. Onun nezdinde kimliğini, dilini, kültürünü, inancını ve doğasını yaşatmaya çalışan tüm Dersimli sanatçılarımıza sahip çıktığımız bilinmelidir.
Kınıyoruz, lanetliyoruz. Sanatçılarımız derhal serbest bırakılmalıdır.
14.12.2019
Mısletê Kongra Dêsımi / Dersim Kongresi Meclisi
Federasyonê Komelunê Dêsımi yê Ewropa / Almanya Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG)
DERSİM 37/38 SOYKIRIMINI UNUTMA, UNUTTURMA!
TERTELE ‘38 XOVİRA MEKE!
15-16 Kasım 1937’de idam edilen Dersimin ileri gelenlerini unutmadık!
Dersim Soykırımı planları eskiye dayanır. Çakmak, İnönü, Bardakçı, Öngören raporlarında dile getirilir.
14 Haziran 1934 de Türkiye’yi etnisite esasına göre 3 bölgeye ayıran 2510 sayılı iskan kanunu ile Dersim yasak bölge ilan edilir.
25 Aralık 1935’te “Tunç Eli” kanunu kabul edildiğinde bölgenin resmi adı hala Dersim idi.
Soykırımın bütün alt yapısı hazırdı. İstiklal mahkemeleri kurulmuş, Abdullah Aldoğan olağanüstü yetkiler ile donatılarak bölge valisi olarak atanmıştı. 1936’da halkın elindeki silahlar toplatılmıştı. Karakol, kışla, cami ve yol yapımına başlanmıştı. Basın soykırımın psikolojik zeminini hazırlayan yayınlara başlamıştı bile. Önceden bütün ayrıntıları ile planlanan soykırım ‘37 baharında start alıyordu.
Soykırımdı, çünkü 1948 Birleşmiş Milletler Soykırım suçunun engellenmesi ve cezalandırılması Sözleşmesinin 2. Maddesinde belirlendiği gibi; soykırım, Etnik/ulusal veya bir dini/inanç grubunun bütününü veya bir bölümünün yok edilmesi politikalarının her biri belirlemesi ile birebir örtüşüyor.
Bu tanımlamaya göre:
- Grubun üyelerinin öldürülmesi
- Grubun üyelerine ciddi bedensel ya da ruhsal zarar verilmesi
- Grubun koşullarının, yaşam alanlarının yok edilmesi.
- Grubun çoğalmasını engelleyecek yöntemlerin uygulanması
- Grubun çocuklarının zorla alınıp diğer gruplara verilmesi.
4 Mayıs 37 de alınan karar ile Dersim soykırımı başlatıldı. On binlerce Dersimli çocuk, yaşlı, kadın ayırımına tabi tutulmadan kitlesel olarak katledildiler. Dersimliler ölülerini gömme fırsatına dahi sahip olamadılar. Soykırımdan kurtulanlar önceden belirlendiği şekliyle yurdun her tarafına serpiştirilerek dillerinden, inançlarından, kültürel değerlerinden ve köklerinden arındırılarak Türkleştirilmek, Müslümanlaştırılmak istendi. Köyleri, ekinleri yakıldı. Yaşam alanları askeri yasak bölge ilan edildi. Kız çocukları zor ile alınarak subay ve zengin eşrafa verildi.
Dersim ileri gelenleri istiklal mahkemelerinde yargılanarak ağır cezalara çarptırıldı. 15-16 Kasım 1937 tarihinde Elazığ Buğday Meydanı’nda hukuksuz bir şekilde Dersimin ileri gelenlerinden Seyid Rıza, Uşêne Seydi, Fındıq Ağa, Hesen Ağa, Resık Usen, Ali Ağa, Hesenê İvraimê Qizi idam edildiler. Ve mezar yerleri hala bilinmemektedir!
Bundan dolayıdır biz Dersimleler diyoruz ki Seyid Rıza, Uşêne Seydi, Fındıq Ağa, Hesen Ağa, Resık Usen, Ali Ağa, Hesenê İvraimê Qizi ve katledilen on binlerce Dersimli kadın, çocuk adına iki elimiz yakanızdadır!
Seyid Rıza ve Dersim ileri gelenlerinin anısına „KOMÜNAR BELLEK“ olarak 19 Kasım 2019 Salı günü, saat 18.00 de Dersim yazarlarından
Betül Fatima Günday (Adın Perihan Olsun kitabının yazarı)
Davut Kurun (Araştırmacı-Yazar- 68 kuşağı devrimci önderlerinden)
Haydar Beltan (Ve Suyu Ateşe Verdiler kitabının yazarı)
Kazım Gündoğan (Dersimin Kayıp Kızları kitabının yazarı) ile birlikte bir Tele-konferans düzenledik.
19 Kasım 2019 tarihinde Komünar Bellek adına düzlemiş olduğumuz bu konferans oldukça uzun bir dokümantasyon oluşturmaktadır. Biz bunun özet halini okuyucuyla paylaşmak istiyoruz.
İlyas Yer
BETÜL FATIMA GÜNDAY:
Beni bu programa katıp, bu kıymetli insanlarla buluşturduğunuz için çok teşekkür ederim.
Soykırımı sosyolojik ve psikolojik olarak ele almak istiyorum. Diğer konuşmacılar meselenin diğer yanlarını daha detaylı ve ayrıntılı ve net anlatacaklardır. Sözlerime başlarken Seyid Rıza ve arkadaşlarının Dersim 38’de katledilen tüm insanlarımızın ve ailemin önünde saygı ile eğiliyorum. Öncelikle bu çok önemli çünkü. Bizim bir meselemiz var! Elbette ki onların hak savunuculuğunu yapmak bizim boynumuzun borcu olmalı diye düşünüyorum.
Bizler büyük bir trajediye, soykırıma maruz kalarak travma ve büyük şok yaşayan bir halkın travmasının tam ortasına doğmuş bir nesiliz aslında. Bilimsel olarak Travma “gerçek bir ölüm veya ölüm tehdidinin bulunduğu ağır yaralanmanın fiziksel veya yaşamsal bütünlüğe yönelik bir tehdidin ortaya çıktığı ve kişinin kendisinin yaşadığı, şahit olduğu veya sevdiği bir kişinin başına geldiğini öğrendiği olağan dışı olaylar” olarak tanımlanmaktadır. Travmatik olayı olağan dışı kılan yalnızca beklenmedik olması değil, aynı zamanda yaşam olaylarında uyumu sağlayan baş etme yollarını felce uğratmasıdır. Travmatik bir olayla karşı karşıya kalmanın kişiyi travma öncesi durumdan daha güçlü hale getirmesi de mümkündür. Bu da travma sonrası büyüme olarak tanımlanmaktadır.
Travma sonrası büyümeyi Richard G. Tedeschi ve Lawrence G. Calhoun tarafından “Yüksek derecede zorlayıcı yaşam olayları ile mücadele sonrası oluşan olumlu değişiklikler“ şeklinde tanımlamaktadırlar. Buradan Dersim’in travma yaşamış halkına ve travmanın içine doğmuş bizlere gediğimizde Dersimlilerin yaşadıkları bu büyük trajedi sonrası travmanın, büyük şokun etkilerini önceleri susarak alt etmeye çalışmış olduklarını görürüz.
Uzun bir süre susmuşlar.
Annemin anlattığı bir anekdotta evine misafir olan savcının, “ 38’i hatırlıyor musunuz?“ sorusuna, verdiği yanıt çok sert oluyor:
„Siz kanun adamısınız bu olayı deşeceğinize üstüne bir kürek toprak da siz atın.”
Buradan da anlaşılıyor ki bizimkiler şimdilik susmayı tercih etmişler, soykırımın konuşulması pek de hoşlarına gitmiyor aslında. Çünkü yaşadıkları şoku henüz üzerlerinden atmış değiller. Yüzleşmeye hazır değiller aslında. Onlar için „yüksek derecede zorlayıcı yaşam koşulları“ devam ediyor çünkü.
Soykırımın asıl nedeni, ta Yavuz dan beri Osmanlının coğrafyasıyla ve insanıyla baş edemediği, etnik kimliği Alevi olan bir halkı yok etme istemidir. Burada birçok bahanenin yansıra en önemli nedenin Dersim’in baş eğmemezliğidir.
Sunulan tüm raporlar da Dersim‘in kimliği Kürt olarak ele alınmıştır. Hal bu ki yaşam tarzı, dini inançları, ritüelleri, kültürleri tamamen orta yerdeyken Alevi kimliği değil Kürt kimliği ön plana çıkarılmıştır. Dersimlilerin konuştuğu dil de otoriteyi rahatsız etmektedir. Dersimin daha fazla güçlenmesi de istenmiştir.
1926 yılında mülkiye müfettişi Hamdi Bey raporunda şöyle der:
“Dersim gittikçe Kürtleşiyor, tehlike büyüyor, Dersim Cumhuriyet için bir çıbandır, bu çıban üzerinde kesin bir ameliyat yaparak acı sonuç ihtimali önlenmelidir”.
Başvekil İsmet Paşa 31 Ağustos 1930 tarihli Milliyete der ki, “Bu ülkede sadece Türk Ulusu ırksal haklar talep Etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” Demek oluyor ki Dersim‘in böyle bir hak talep etmesinden korkup önü alınmıştır. Devletin Dersim ıslahı ile ilgili çalışmalara 1925’lerde başlamış 37-38 de son noktayı koymuştur.
Genç Cumhuriyeti yönetenler Dersim‘in etnik kökeninden, gücünden , dilinden, kültüründen, talep edeceklerinden, kolay kolay yönetilmeyeceklerinden korkarak acımasızca ve içerden Dersimlilerden eskilerin söylemiyle söylüyorum „keklik soyu“ dediklerinden ve aşiretlerin birbiriyle olan çatışmalarından destek alarak topyekün bir soykırım yapmışlardır.
Anneme sorduklarında biz ikinci Kerbela’yı yaşadık derdi annem. Bu soykırım Dersim‘in gücünü elinde tutan ağalara ve onların yakınlarına Dersim‘in inancını dilden dile anlatarak cem törenleri ile kutsayarak yapan dedelere; Pirlere, köylülere, kadın- erkek, genç- yaşlı, çocuk ayırt etmeden uygulanmıştır. Ben geçen sene bir yaşlı akrabamızla görüştüğümde bilmiyorduk anneannemin nasıl öldürüldüğünü. Bana anneannemin nasıl öldürüldüğünü askerler tarafından anlatılmış şekliyle aktarayım.
Annem Nare Xatun Cemşi Ağa’nın eşi ve Diyap Ağa’nın kızıdır. Askerler önden ve arkadan anneannemi süngülerken o hep ayakta kalmaya çalışmıştır. Önden süngülediklerinde anneannem geriye, arkadan süngülediklerinde ise öne doğru sendeliyor. Bu süngüleme defalarca devam ediyor, yani anneannem yere yıkılmamak için elinden gelen gücü sarf ediyor ve yaralı olarak bırakıyorlar kendisini. Bu çok acı bir durum benim için. Yani bunu dinlemek dahi çok acı verdi bana, ürkütücüydü. Anneannemin bu dik duruşu çok önemliydi. Bir Dersim kadınının, bir Dersimli olarak baş eğmeme duruşu söz konusu aslında.
Askerler bunu hayretler içerisinde anlatmışlar gittikleri yerlerde. Bu olay tabii bizim travmalarımızın en büyüklerinden biri. Öldürülme şekli kolay kolay içinden çıkılması zor bir durum. Bu nedenle Dersim bizim çıkmaz sokağımız aslında, yani bu çıkmaz sokakta ilerlerken gelip, gelip tosluyoruz, tosladığımız yer çok sert. Bu travmadan kurtulmanın birtakım yolları var elbet. Ama bu ne zaman, nasıl, hangi koşullarda gerçekleşir, bunu el birliği ile yapacağız tabi. Bunu sizlerin, herkesin, bütün Dersimlerin katkılarıyla yapacağız. Benim soykırımla ilgili söylemek istediğim bunlar. Ben, bu travmayı yaşamış halkın nelerle yoğrulmuş olabileceğini düşünerek hareket ettim. Ailemin, her iki ailemin de yaşadığı soykırım çok büyük. Ben her iki aşiretin de kızıyım hem Karaballı Aşireti, hem de Ferhatuşağı Aşireti’nin. Bir tarafta Mehmet Ali Ağa, bir tarafta Cemşi Ağa. İşte büyük iki aşiret, bunların ikisi de ciddi soykırıma uğruyor. Dersim İsyanı denilen şey, yani isyan varsa bu insanlar güçlerini niye kullanmadılar? Yani aşiretler güçlerini niye kullanamadılar? Neden dedelerim, iki dedem de evlerinden alınarak öyle rahat rahat alındılar? Bu insanların en az iki bin kişi adamları yok muydu? Eğer isyansa tabi, bu hani “Dersim İsyanı” deniliyor ya! Oysa isyan olmadığı apaçık ortada. İnsan memleketinde İsyan varsa rahat rahat çadır kura biliri mi? Çadırında rahat oturabilir mi? Dedelerim çadır kurmuşlar, sanki güzel ve rahat bir ortamdalarmış gibi! Birkaç asker gelip onları evinden alıp götürüp öldürüyor, bu o kadar kolay mı? Demek ki hazırlıksız yakalanmışlar. İsyan olsaydı bu kadar hazırlıksız mı olurlardı?
Burada sıkıntı şu:
Bu soykırımın bu kadar büyük ölçekte gerçekleşmesinin asıl nedenlerinden birinin aşiretler arası kopuk olduğunu, bu kopukluktan kaynaklandığını düşünüyorum.
Devlete güvenme. İşte benim Cemşi Ağa tarafım ile Mehmet Ali Ağa arasında şöyle bir konuşma geçiyor:
Mehmet Ali Ağa diyor ki “Hazırlık yapalım, bunlar bizi öldürecekler, kıracaklar”. Cemşi Ağa da diyor ki, “Yok, onlar yapsa yapsa bizi sürgün ederler”. Yani sürgünü aslında kabul ediyorlar bir yerde, ama ikisinin kaderi de birkaç askerin elinde. Aynı yerde Çirik Deresi’nde, Kurkurik‘in Çirik Deresi’nde önce Cemşi Ağa’yı, daha sonra da Mehmet Aliağa’yı öldürüyorlar. Yani burada ben Dersim‘in biraz zaaf içinde olduğunu düşünüyorum. Aşiretler arası sıkıntıdan kaynaklı zafiyet olarak görüyorum. Elbette İçerde satın alınan kişiler, özellikle Seyit Rıza’dan bahsedersek Rayber’in yaptıkları bu konuda çok ciddi şeyler, öncesinde de var Rayberi‘n yaptıklarının. Çünkü aşiretlerin herhangi bir adamı bir şey yaptığında bu aşiretin liderine mal ediliyordu. Rayberin yaptığı da yenilir yutulur şeyler değildi. Rayber ne yaptı? Gitti Şavak Aşireti’nin kadınlarının, annemin anlatımı ile aktarıyorum size bütün bunları, boyunlarındaki altınları koparıp aldı, koyunlarını aldı, Sünni köylerine Elkağın‘a, Ulukale‘ye gidip onların sürülerine el koydu. Şimdi bunlar ne oldu? Hepsi Seyit Rıza’nın hanesine yazıldı ve sonra ne oldu? İşte kendini kurtarmaya kalktı, ama sonuç feci oldu tabii ki, ama en büyük zararı Dersim ve Seyit Rıza gördü.
Seyit Rıza’nın idamı kabul edilebilir bir şey değildir. Annem Seyit Rıza ile ilgili şöyle derdi:
Çadıra gelmiş, Diyap Ağa ile falan bir toplantı var, onu tanımlarken anlatırken küçük yaşta görmüş hz. Ali’yi gördüğünüz o resim var ya derdi Annem, Seyit Rıza tıpkı ona benzer derdi. Çocukluğunda da öyle bir figür görmüş annem ve onun tek suçunun aslında oğlunu öldürdüklerinde Sin Köyü’ne yaptığı baskın ve orada yaptığı ev olarak nitelendirirdi annem. Seyit Rıza‘nın suçsuz olduğunu anlatırdı. Seyit Rızan‘ın aşiretler üstü bir şahsiyet olduğunu söylerdi. Bu da bir gerçek tabii ki yani burada mesela Seyit Rızan‘ın kandırılması ile ilgili devlet arşivlerinden okuyacağım size. Artık kış bastırmak üzeredir. Ordu harekatı sürdüremeyecektir, ancak Dersimliler de zor durumdadır. Yalnız ordu da harekatı sürdüremeyecek deniliyor burada. Çarpışmalar bahara kadar durmuş vaziyettedir. Baytar Nuri bu durumu şöyle özetlemektedir:
Bu mıntıkalarda Türkler için kış mevsiminde harp etmek imkansızdı. Bu sebeple çarpışmalara ara vermek zarureti vardı. Sükunet mevsiminde hile yoluyla çalışmanın maslahata daha ziyade uygun olduğunu takdir eden ordu kumandanı Munzur Dağları’nda mevzi almış Seyit Rıza’ya Erzincan valisi vasıtasıyla haber göndererek Dersimlilerin isteklerinin kabul edileceğini, şimdiden bütün orduya ateşkes emri verilmiş olduğunu, esasen Dersim’in münferit bazı aşiretleri müstesna diğer aşiretler üzerine henüz askeri hareket yapılmadığını, yapılmasına da lüzum görülmediğini ve vaki zararları tazmine hükümetin hazır olduğunu bildirerek Seyit Rıza’yı Erzincan merkezine getirmeye muvaffak olmuş ve maiyetiyle birlikte tevkif ettirmişti. İşte yani Seyit kandırılmıştı aslında Devlet tarafından, çünkü ele geçirilemeyecekti. Bu nedenle de Seyit Rıza böyle bir tuzağa düşürüldü.
Bizler için Tabii ki çok vahim ve ciddi bir olay, mezar yerleri yok, söylenmiyor, akıbetleri ve mezar akıbetleri ve yerlerinin nerde olduğu da belli değil.
Sürgünler Bölümü:
Keki Ağa askeri teslim alıyor, atın üzerinde böyle uzun uzun, hatta at hızlı koşarken sakalı ikiye ayrılır. Keki ağa son derecede ihtişamlı bir adam. Askeri aslında teslim alıyor. Teslim alırken askerin silahı Keki Ağa‘ya dönük oluyor. Tabi Keki Ağa fark edemiyor ve asker çekip vuruyor. Vurduktan sonra da diyorlar ki asker gidiyor, saçından sakalından ötürü diyor ki ben bir papaz vurdum, ben bir papaz vurdum. Ölüm şekli böyle oluyor aslında. Annem 9 yaşında annesi, babası katlediliyor aynı gün. Abisi, ablaları, herkes tek başına çadırda otururken akşam üstü köy muhtarı Memiş tarafından, işte daha doğrusu Hozat‘tan arıyorlar ve Cemşi Ağa’nın kimi kaldı diye soruyorlar. Ve deniliyor ki muhtara soruyor, muhtar da diyor ki bir tane kızı kaldı. Muhtar geliyor bir atla anneme diyor ki, Ane diyor, Annemin adı ANE. Ane diyor, seni baban istiyor. Hozat’a götüreceğim seni diyor ve annemi alıyor ata bindiriyor, Hozat‘ta akşamın karanlığında götürüyor ve o sırada giderken Hozat‘ın içine giriyorlar artık hava kararmış, loş aydınlanma fenerler falan var. Kadının biri diyor ki Memiş o kızı nereye götürüyorsun; diyor, götürme bana ver diyor. Tabii ki çok ısrar ediyor kadın adama. Memiş diyor ki anam, anam beni rahat bırak yüzbaşı istemiş, götürüp vereceğim, diyor. Ve götürüp yüzlerce askerin içine bırakıyor. Önce bir astsubaya teslim ediyor. Bırakırken annem diyor ki Memiş gitme! Hiç takmıyor Memiş, annemi onlarca, yüzlerce askerin içine, o 9 yaşındaki kız çocuğunu bırakıyor ve çekip gidiyor. Annemin sürgün macerası da burada başlıyor. Annemin yetişme şekli cesareti, kendine güveni, annemin babasını savunması yüzünden öldürülmeye götürüyor aslında orada. Paşa’nın yaveri annemi tembihliyor. Kızım eğer sena babana, annene gitmek ister misin diye sorarsa hayır istemiyorum de, diyor. Tabi o böyle saatlerce ifadesi alınıyor o 9 yaşındaki çocuğun. Daha sonra ifadesini almaya, ama saatlerce sonra, bir çadıra götürüyorlar. Orda da bir paşa adını soruyor. Adını söylüyor efendim. Türkçe biliyor diyor işte annem. Türkçe kendini ifade ediyor. Hadi ya şu Cemşi Ağa’nın kızı diyor, şu Seyit Rıza’ya portakal sandıkları içerisinde silah gönderen Cemşi Ağa‘nın kızısın öyle mi!, diyor. Annem itiraz ediyor, diyor ki hayır diyor, benim babam müteahhit, Seyit Rıza Abasan‘lı benim babam Ferhat Uşağı Aşireti’nden diyor. Neden silah göndersin! deyince, paşa yerinden kalkıyor annemin saçını şurasında tutarak çekiyor, hala babanı mı savunuyorsun diyor. Annem de Tabii dayanamayarak ağlıyor ve diyor ki biliyorsan bana sorma. Onun üzerine Paşa yaverine inanılmaz sert bir şekilde bağırarak, “Yeter artık, bu apoletlerin söküp atmak istiyorum”, diyor. Rütbeleri için söylüyor. “Bunlar insan artık bana göndermesin, götür kendisi ne yaparsa yapsın diyor”. Onun üzerine annemin hayatı kurtuluyor. 3 gün orada bir nezarette askerlerin eşliğinde ve yaverin yardımıyla nezarette kalıyor ve Elazığ Kesrik’e sürgüne gönderiliyor. Orada da şansı yaver gidiyor. İşte ailesini tanıyanlar çıkıyor ve annemin o şeyden ayırıyorlar, orada birkaç gün misafir ediyorlar akrabaları gelinceye kadar. Tabii Annem orada da birçok şeye şahit oluyor. Hozat’ta da çok şahitliği oluyor. Annemi, sonra akrabaları gelince teslim ediyorlar. Sürgün başlıyor kara vagonlarla. Tabi ben yine sürgünü sosyolojik ve psikolojik olarak ele almak isterim. Soykırımı tamamlayan Devlet sürgünlerle asimilasyonu pekiştirmek istemiştir, yani sürgünün asıl amacı geri kalanların asimilasyonudur aslında. Çünkü dilini konuşmak yasaklanmış, inancını yerine getirmek için cem törenleri yasaklanmış, izinsiz bir yerden bir yere gitmek yasaklanmış. Kısacası “terbiye” edilmek üzere büyük bir hapishanenin içine atılmış Dersimliler. Dersimliler garbe ve sürgüne gönderilince çaresizce ve sessizce bu zamanın onları bu durumdan kurtarmasını beklemiş. Bu süre zarfında asimilasyonun diğer bir ayağı kız çocuklarını evlatlık vermekti. Kazım Bey zaten bunu çok değerli kitabıyla da anlatmıştı zaten. Sandılar ki bu çocuklar hani geçmişlerini unutacak, asimile olacak, öyle bir şey olmadı tabi yani bizim kız çocuklarımız geçmişlerini unutmadılar devletin Dersimli Sürgüne gönderme biçimlerine tam bir aşağılamadır aslında Elazığ’ın Kesrik mevkiinde kurdukları kampa gelenlerin çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşmaktaydı. Çünkü erkeklerin çoğu öldürülmüş.
Kaderlerine razı olmuş kadın ve çocukların tek sıra halinde saçlarının böyle o makinelerle kazınmasını beklerken ve hele o kadınların kutsal saydıkları saçlarının kendilerinden koparılarak yerlere atılması, aşağılamanın en üst noktasıydı. Aslında, yere düşen o tutam tutam saçlarda şerefleri ve onurları saklıydı. Oysa ki şimdi o sakladıkları yerlerde hayvanların yüklerin taşındığı kara vagonlara hayvanlar gibi çoluk çocuk tıka basa doldurularak saatlerce aç susuz bırakıldılar. Mecbur kaldıkları için çocukların ihtiyaçlarını giderdikleri o kara vagonlar kokmaya başlamıştı artık ve bu kokuya maruz kalarak saatlerce yol gitti bu Dersimliler. Bu da bir aşağılamaydı aslında. Yerinden yurdundan zorla koparılmış aralarında büyük kültür yaşam şekli ve etnik fark ve dilleri, yedikleri içtikleri, alışkanlıkları, giysileri, eğlenceleri, yasları birbirinin tam zıttı olan bu iki halk nasıl paylaşacaklar gittikleri yerlerde?
Annem anlatmıştı aslında orada yemek konusuna, zeytinyağını alışamamışlar, zeytini tanımıyorlar, bilmiyorlar. Sonra uzun süre bu yiyecekleri yiyememişler. Çok sonraları mecbur kaldıkları için yemek zorunda kalmışlar. Asimilasyonun diğer bir şekli ise isimlerin değiştirilmesiydi. Annem o gün Hozat’ta işte ifadesi alınırken gece ikilere üçlere kadar işte bu meşhur Paşa annemin adını soruyor. Diyor ki senin adın ne? Diyor ki Ane. Şu kadar kadının adı diyor burada simge olmuş bu kadının adı bundan sonra Perihan olsun, diyor ve annem Perihan ismiyle sürgüne gönderiliyor. Yani bu isim değiştirmeleri de bir asimilasyon aslında. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 1930 yılında şunları söylemiş: Benim fikrim ve kanaatim şudur ki; memleketin kendisi Türk’tür öztürk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da köle olmaktır”. Kız çocuklarının evlatlık alınmasındaki asıl gerekçe de hizmetçi olarak kullanılmak, hatta köle gibi kullanılmak. Yani o derece şiddetli bir zulüm altında bu kız çocukları. Akademik bir tanım olarak sürgün, iktidarların toplumsal ve ahlaki normlarla uyuşmayan, politik olarak aykırı olan, dini öğretileri ve kurumları benimsemeyen ya da eleştiren insanları etki alanlarından uzaklaştırma, bir cezalandırma yöntemi olarak ifade edilir. Ve bunların tamamı Dersim‘de uygulanmıştır, mevcuttur. Soykırımının ardından geri kalanları sürgün ederek operasyonun asimilasyon ayağı tamamlanmıştır aslında. Tabi umdukları gibi olmamış aslında tam bir asimilasyon gerçekleşmemiştir. Sürgüne gidenlerin tek istekleri bir gün memleketlerine dönmektir o zor koşullarda ayakta duracak gücü kuvveti de bu dönme isteğinden alıyorlardı aslında. Her Dersimlide bu kuvvet yoktu. Çünkü parçalanmış aileler bu trajedinin en büyük sorununu oluşturuyordu. Kiminin karısı öldürülmüş, kiminin kocası öldürülmüş çocuklar ile yapayalnız kalmışlar. Bu insanlar bu nedenle ikinci, üçüncü evliliklerini yapmak zorunda kalmışlar. Daha doğrusu garpte hastalıklar peşini bırakmamış, yoksulluk inanılmaz boyutta olduğu için yetersiz beslenme sonucu ciddi hastalıklara yakalanıp hayatlarını kaybetmişler. Birçok Dersimlinin mezarı sürgün edildikleri yerlerdedir. Kimisi de annem gibi ismi ANE iken Perihan olarak değiştirilip 9 yaşında tüm yakınlarını soykırımda kaybetmiş, aile reisi unvanıyla tek başına sürgüne gönderilmiş, çocuğu olmayan uzaktan bir akrabasına teslim edilmiştir. Sürgün yılları boyunca refleksleriyle hareket etmiştir bizim Dersimliler. Annem iki kez evlatlık verilmek istenmiş, kendisinin o çocuk yaştaki doğru refleksi annemi evlatlık olmaktan kurtarmıştır. Diğer reflekslerden biri de çocuklarını Türk okullarında okutmama refleksidir ki bunu annem yaşamıştır. Annem Dersim‘de İnciğa‘da doğmuş biri, İnciğa’da dedem okulu kendisi yapmış ve eğitim almış. Annem ikinci sınıftan 3. sınıfa geçmiş sürgüne gitmeden önce evet tabi çok okuma isteği var, çok akıllı, çok zeki kız çocuğu. Orda da devlet annemi aile reisi ilan ettiği için ona da ayrı bir bütçe vermişler. İşte o bütçeyle annem gidiyor kendisine 3. sınıf kitabı kalem, defter alıyor ve okulun bahçesine gidiyor ve okul müdürü ile konuşurken müdür bunu sınıfı alıyor. Dayısı Diyap Ağa’nın oğlu Hüseyin Ağa bunu duyuyor ve derhal müdahale ediyor. Okulun bahçesine geliyor müdürle tartışıyor. Dayım şöyle konuşurmuş „ Ne keçe ne! „ diye başlarmış lafına. Hüseyin ağa diyor ki, Diyap Ağa’yla Atatürk’ün resmini çıkartıyor cebinden meşhur resmi, bak diyor ne keçe ne! bak diyor bu adam var ya bu adam diyor bu vatana çok hizmet etti, ama biz şimdi bu haldeyiz, biz Türk devletinin ne eğitimini istiyoruz ne bir şeyini istiyoruz diyor. Tabi ki annem çok ağlıyor, çok üzülüyor o nedenle anneme kıyamıyor ve eğitime devam etmesini istiyor Diyap Ağa’nın oğlu dayım müsaade ediyor. Bu nedenle, yani onların Türkiye Devleti’nden istedikleri hemen hemen pek bir şey yok. Sadece memleketlerine geri dönmek istiyorlar. Onların refleksleri bu, sadece istekleri de bu zaten. Bu da 1947 geldiğinde neredeyse tamamı memleketine geri dönüyorlar. Döndüklerinde ne ile karşılaştı bizim Dersimliler? Çok mu mutlu oldular? Döndüler memleketlerine hiçte umdukları gibi olmadı, büyük hayal kırıklığı, büyük hüsranla karşılaştılar aslında.
Yine annemden örnek verecek olursam annem işte 1947’de köyüne dönüyor. Döndüğünde tabii bütün araziler devlet tarafından satılmış, evler köylülere dağıtılmış. Köyde Peyik‘teki babasının konağında karakol var. Gidiyor köye. Tabii denklerini köyün meydanında bir dut ağacının altına koyuyor. Tabi köylüler davet ediyor. Böyle zaman geçiyor falan. Fakat aradan 20 gün geçiyor havalarda soğumaya başlıyor, ev yok, bark yok, nerede yaşayacaklar? Köylüler de evlerini boşaltmak istemiyorlar doğal olarak devlet dağıtmış vermiş bunlara. Sinirleniyor annem, çok da üzülüyor. O sinirle, o hınçla yürüyerek doğru Hozat’a kaymakama gidiyor. Kaymakam bir toplantıda! Kapıyı çalıyor, içeri giriyor. Kaymakam annemi görünce tabi şaşırıyor. Hayırdır Perihan Hanım diyor. Annem diyor ki, bana bir yazı verin ben iskanıma dönmek istiyorum. Neden diye soruyor ve ne güzel sizi getirdik memleketinize diyor. Ne güzeli diyor, ben ağaç kovuğunda mı kalacağım? Kış odur kapıda. yani yer yok, yurt yok diyor. Nerede barınacağım, diye soruyor kaymakama. Tam bunu söylerken oradan biri lafa giriyor, neredeydiniz diyor? Batıda ne güzel Hanım olarak gelmişsiniz diyor, niye döndünüz demeye çalışıyor. Annem diyor ki, ben batı hanımı değilim. Ben hanım olarak gitmiştim. Orada fabrikalarım mı çalışıyor, ben soğan çapaladım… Derken Kaymakam devreye giriyor. Kusura bakmayın Perihan Hanım, savcı bey sizi tanımadı diyor. Annem de dönüp diyor ki, kusura bakmayın. Ben de Savcı beyi tanımadım diyor. Onun üzerine tabii diyaloglar gelişiyor. Annem geri dönüyor, muhtarı çıkartıyor evinden. Annem orada bir köy evine yerleşiyor. E tabi yoksulluk var, para yok, pul yok, hiçbir şey yok. Yani barınacak bir tek ev bulmuş onunla da idare etmeye çalışıyor. Yani sürgün edilmiş Dersimliler devletin bir başka ciddiyetsizliğiyle karşı karşıya bırakılmışlar, çünkü gönderilmişler ama nasıl barınacaklar, nerelerde yurt edinecekler? Hiçbir bilgileri yok. O nedenle de çok zorluk çekmişler sürgün dönüşünde, aslında yani bu bizimkilerin yaşadığı zor bir durum. Devletin gözünde Dersimliler birer hiç zaten. Yani elbette ki annem bir istisna, çünkü hakkını arayabilen konuşabilen cesur bir kadın olduğu için istisna ve başta söylediğimi şimdi tekrarlamak isterim aslında Dersimlilerin yaşadıkları tüm bu olaylar onları travma öncesi durumdan daha güçlü bir hale getirmiştir. Zaman içerisinde yani bilimsel olarak tanımlanan travma sonrası büyüme Dersim‘de ete kemiğe bürünmüştür derim ben. Son zamanlar için söylemek isterim ben bunu.
19 Kasım 2019
Bu yaz başında gittiğim Dersim’den işlerim nedeniyle kasım başı gibi ayrılabildim. Zamanımın çoğunu da Ovacık’da geçirdiğimden bir çok konuda gözlem yapma şansım oldu. Bu gözlemlerimden en önemlisi de Munzur Gözeleriyle ilgili olandı. Munzur Gözeleri Dersim bölgesi içinde en çok ilgi gören ve ziyaret edilen alanlardan biri. Yani nerdeyse Dersimin gözbebeği. Dolayısıyla çevremden bir çok arkadaşım bu yaz Dersim’e gelip, Ovacık ve Gözeleri ziyaret ettiler. Onlar ile yaptığım sohbetlerde; Ovacık nasıldı, beğendiniz mi, diye sorduğumda neredeyse büyük çoğunluğun “Muhteşemdi, ama Gözeler çok kötüydü!” demeleri açıkçası beni çok şaşırtmadı. Zira yıldan yıla artan ziyaretçi akınıyla Munzur Gözeleri’nin uğradığı tahribatın farkındaydım. Bunu yalnız ben değil burayı ziyaret eden herkes görüyordu. Değerli bir arkadaşım ise bununla yetinmeyip, “Bir şey yapın yoksa birkaç yıla kalmaz Gözeler bitecek. İnsan kalabalığı, kirlilik, araçlar, dokuyu bozacak, üstelik kutsallığı olan bir mekân, en azından buna hürmeten bir şeyler yapmak lazım. Aydınlarınız ile konuşun, yazın çizin, ama elinizi çabuk tutun.” dedi kaygılanarak. Haklıydı, “Munzur Gözeleri”ne sahip çıkıp, bir şeyler yapmamız gerekiyordu.
Gözelere giden yol Munzur Vadisi’nden geçer. Munzur Vadisi’nin girişinde başlıyor trafik. Ama ne trafik! Sanki İstanbul-Ankara otobanı… Oysa bu yol Ovacık yolu, kimi zaman keskin virajlı, dar bir yol. Güzel yanı Munzur Suyu’nun kimi zaman sağımızda kimi zaman solumuzda çağıldayarak bize eşlik etmesi. Üstelik geçen kış kar çok yağdığı için gürül gürül akıyor.
Gidiş geliş, peşi sıra dizilmiş özel araçlar, bazen aralarında tırlar hızla yol alıyorlar. Plakalara bakıldığında ağırlıklı çevre iller, Güneydoğu’dan olmak üzere ülkenin neredeyse her bölgesinden araç var. Bir arkadaşımın söylediği, insanın ve arabanın girdiği her yer bozulur, sözü Gözeler’de nasıl da oturuyor yerine.
Uzun yıllardır Dersim’in gözdesi olan Munzur Gözeleri çözüm süreciyle birlikte başlayan ve yerel seçimlerin ardından “Komünist Başkan”, “Komünist İlçe Ovacık” tanımlaması ile yoğun ziyaretçi akınına uğruyor. Her yer insan kaynıyor.
Adım atacak yer yok, dumandan göz gözü görmüyor, patika yollar tıklım tıklım, her yerde et kokusu… Karşılaştığım manzara hiç açıcı değil. Daha kötüsü, aşağılarda insanlar su içerken yukarılarda ayaklarını suda serinletenler… Taşların arasından suyun fışkırdığı yerlerin yanıbaşında çocuklarının tuvalet ihtiyacını gidermeye çalışanlar… Etrafa saçılan çöpleri de siz canlandırın gözünüzde artık. Dehşete kapılmamak mümkün değil. Ya derme çatma barakalardaki hijgenden uzak gözleme, kahvaltı ve hediyelik eşya satıcılarına ne demeli. Halkın mum yakıp dilek dilediği kayanın önü bile çaycılar tarafından işgal edilmiş, mum yakmaya gitmek bile artık o kadar kolay değil.
Görülen odur ki Gözeler artık dua edip çıra yakmak, kurban kesmek için gidilen yer olmaktan çıkmış; piknik alanı ve ticarethaneye dönüşmüş.
Keşke bu tahribat, kirlilik yalnızca gözelerle sınırlı kalsa… Munzur’un gözelerden doğduğu Ziyaret köyünden başlayarak Mamekiye (Dersim merkezi) varana kadar vadi boyunca su kenarında piknikçiler konuşlanıyor. Suya girenler, mangal yapanlar ve geride bıraktıkları çöpleri… Munzur Gözeleri SİT alanı olması nedeniyle mülkiyeti Tunceli Valiliği İl Özel İdaresinde. Dolayısıyla sorunlar Ovacık Belediyesi’ne iletilse de belediye yetki ve sınırları dışında kaldığı için bir şey yapılamıyor.
Munzur bizim kutsalımız, bunu her Dersimli bilir. Hatta çevre illerden gelenler de bilir. Herkes bilir, ama kendi hemşehrilerimiz dahil niyeyse kimse bu kutsallığa saygı göstermez. Hadi diyelim ki kutsallığı umurumuzda olmasın ya doğasına verdiğimiz zarar?
Munzur Gözeleri’ne ilk gittiğim zamanları hatırlıyorum. Nenem geliyor aklıma… Kurbanımızı alıp Gözelere gittiğimizde rahmetli Haydar dedem rakı içerdi; 1980’lerin sonlarıydı. Nenem, kızar ve dedeme arkasını döner, bütün gün suratını asardı. 12 İmamlar orucunu tam tutan itiqatlı bir Dersim kadınıdır nenem. Munzur’un kutsallığına atfen, o suda yetişen kırmızı benekli alabalığı da yemezdi. O günlerde Munzur Gözeleri’nde rakı içen dedeme kızan, 90 yaşındaki nenem, iyi ki Gözelere gidemiyor ve bu halini görmüyor, eminim ki yüzünü asmakla kalmaz kahrından ağlardı.
Dersim’de herkes gidişattan pek memnun değil. Bu kirlenmeye dur denmeli, Munzur korunmalı deniyor. Herkesin kendince bir fikri ya da projesi var. Ama hangisi Munzur gözeleri’ne uygun tartışmalı. Ve bugünlerde en çok konuşulan ise çevre düzenlemesi adıyla Tunceli Valiliği himayesinde Fırat Kalkınma Ajansı’nın hazırladığı ve Erzurum Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunca onaylanan 8 milyon liralık proje. Bu proje hayata geçirilecek olursa şimdiden daha mı iyi olacak orası muamma. Projenin doğayı ve gözeleri korumaktan çok mevcut alanı turizme dönüştürme kaygısı mevcut deniliyor. Bu da demektir ki Munzur Gözeleri resmen turizme açılarak ticarileşmiş olacak. Ne kutsallığı kalacak ne de doğal güzelliği.
Bu yılın yazı bitti. Sonbaharı da bitmek üzere; kalabalık gitti. Ovacık ve diğer ilçeler de dahil, Dersim kaderine terk edilmiş bir kasaba gibi kendiyle kaldı. Sokaklar sakin, yerli halk kendi meşguliyetiyle başbaşa. Seneye baharda karlar eriyip doğa kış uykusundan uyandığında önce emekli yazlıkçılar gelecek; teker teker. Sonra turistler gelecek; akın akın.. Turlar cabası… Gelsinler, herkes gelsin, ama doğayı tahrip etmeden, getirdiklerinin çöpünü bırakmadan, kutsalımıza saygı duyarak gelsinler…
Ve bizler, her sözün başında “Dersim de Dersim, Munzur da Munzur!” diyen bizler, bir şeyler yapmalıyız. Belediyelerimiz, Derneklerimiz, STK’larımız, siyasilerimiz, aydınlarımız, yazan çizenlerimizle bir şeyler yapmalıyız. 2020 yılı yazı gelmeden tedbir almalıyız. Başkalarından beklememeliyiz.
Bir araya gelelim, elele verelim, dağımızı, taşımızı, toprağımızı, suyumuzu nasıl koruyacağımıza dair kafa yoralım. Bunu yalnızca Munzur Gözeleri veya Munzur Vadisi için değil; Düzgün Baba, Dereova Şelaleri, Buyer Gölü, Tujik Dağı, kısacası tüm coğrafyamız için yapalım. Kutsalımızı incitmeyelim, Atalarımızın kemiklerini sızlatmayalım, çocuklarımızdan emanet aldığımız coğrafyamızı onlara temiz ve yaşanılır bırakalım.
skrnyilmaz@yahoo.com
Tüm katılımcı ve dinleyici arkadaşlara merhaba,
Bütün konuşmacı arkadaşları can kulağıyla dinledim doğal olarak. Ve gerçekten de yaşanmış acıların, tarih boyunca birikmiş travmaların feryatları gibi…
Bunları yazılı belgelerden ya da sözlü tarih anlatımından da az çok biliyoruz tabî ki.
Yirminci yüzyılın bir soykırımlar yüzyılı olduğunu söyleyebiliriz. 1904’te Almanların Namibya’da başlattıkları soykırım, 1915 te doruğuna ulaşarak devam etti. ikinci dünya savaşı döneminde olup bitenler ise zaten biliniyor.
Yirminci yüzyıldaki sekiz büyük soykırımın dört tanesinin Osmanlı-Türk coğrafyasında
gerçekleşiş olması derdimizi biraz daha da ağırlaştırıyor. Gerçekten de ister 1915’i ister ittihatçıların fiilen ve toptan işbaşı yaptıkları 1913 Ocak darbesinin tarihini ölçü alalım, 1937-38’e kadarki 25 yıl içinde dört büyük soykırım gerçekleştirilmiştir. Doruğunda Ermeni halkının/uygarlığının kanlı tasfiyesi bulunan soykırımların Asuri halkların, Süryanilerin, Keldanilerin, kuzeyde Pontusların, batıda Ege Rumlarının ve son olarak da, çok hazırlıklı, tasarlanmış, hiçbir savaş bahanesi de olmayan Dersim soykırımına kadar… (1921’de Dersim’in kuzey -batısındaki Koçgiri katliamı da sözkonusu zaman dilimi içinde yaşanan soykırım ve etnik temizlikler serisine dahildir.)
Çeyrek yüzyıl içerisinde gerçekleştirilen bu dört büyük soykırımın*da failleri aynı.
Biliyorsunuz bütün soykırımlar devlet odaklı olmak üzere, öncesi, sırası ve sonrasıyla üç aşamada gerçekleştiriliyor. Tarihin devlet merkezli ve son derece organize bu büyük cinayetlerine kimi sosyolog ve tarihçiler “mega cinayetler” diyorlar.
Devletlerin -ister imparatorluk ister ulus devletler olsunlar- “iç düşmanlar”ı, “dahili tümörler”i ve “çıbanlar”ı vardır! Osmanlı coğrafyasının da, devamında ortaya çıkan askeri Türkiye Cumhuriyeti tarihinin de – yaygın deyimle- ötekileri, ötekilerin ta ötekileri, “çıban”ları ve “dahili tümör”leri vardı! Buna şunun için vurgu yapıyorum: Muhalif saflarda ya da soykırıma uğrayan halkların ve toplulukların bugünkü elitleri arasında kendi acılarının, maruz kaldıkları soykırımın izini sürerken sebep sonuç ilişkileri konusunda ve devlet bilinci meselesinde önemli bulanıklıkların olduğu görülüyor. Bu bilinç bulanıklığı ya da deformasyonu bugünü analiz etmeyi, dolayısıyla da ileriyi göremeyi zorlaştırıyor. Burası neden önemli? Çünkü sonuçta biz tarihe geleceği görmek için bakarız. İleriyi görmek ve bir gelecek inşası için bakabiliriz tarihe. Yoksa tarihle kavga etmek, didişmek ve tarihi düzeltmek için bakamayız. Amaç, yeni soykırımların önüne geçmek ve elbette geçmiş soykırımların hesabını sormak…
Biliyoruzki soykırımlar devlet merkezli büyük organizasyonlardır ve genellikle de üç aşamada gerçekleşiyor. Her şeyden evvel, hedef toplulukların düşmanlaştırılması gibi bir öncesi var. Hedef alınan topluluklara dair önyargıyla başlayan, nefret ve kindarlığa varan ve giderek onu boğazlamaya dönüşen bir süreçtir bu. Yani öncesi, sırası ve sonrasıyla bütünlüklü bir süreç… Soykırımların sonrasına damgasını vuran ise, bilinen külliyen inkâr çizgisidir. Bununla birlikte, yeri geldiğinde, “gerekirse bir daha yaparız” diye de tehditkâr bir övünç duyabiliyor soykırımcılar. Bunu 2015’te, “Yurdumuzun Ermenilerden Temizlenişinin 100. yıldönümü Kutlu Olsun. Şanlı Atalarımızla Gurur Duyuyoruz.
Genç Atsızlar” imzasıyla birkaç kente astıkları pankartlarda açıkça görmüştük.
…
Devlet olarak örgütlenmiş toplumsal/sınıfsal katmanlara ve dost-düşman ilişkilerine bakıştaki naif, bilinç bulanıklığına dayalı kaotik tavır alış birer birer yem olmaya götürüyor ve nitekim öyle oldu.
Geçen yüzyılın ilk çeyreğine ya da 1913’ten 1938’e kadarki zaman dilimine baktığımızda 25 yıla sığdırılan dört büyük soykırımın anatomisi doğru düzgün mercek altına alındığında bu gerçek görülecektir.
Bu nedenle sıkça vurgu yapıyorum. Herkesin kendi derdine ağlaması, herkesin kendi acısını acıların ve mağduriyetlerin en büyüğü görmesi -ne yaşanmış soykırımların hesabını sorma, ne de yeni soykırımları engelleme anlamında- çözüm olmuyor. Tarihten çıkarılan doğru bir ders değil bu. İnkâr edilen, kabul edilmeyen soykırım devam eden soykırım olduğuna göre, soykırıma uğramış halkların, onların bugünkü sözcülerinin, örgütlü elitlerinin yapması gereken buradan öteye de bakmaktır. Nasıl bir gelecek projesi/inşası ile bizler yeni soykırımların önünü kesebiliriz?
İsviçre’den genç hukukçu arkadaşımız Hüseyin Çelik’in söylediği değerli hukuki doğrular var. Ancak, biliyorsunuz Raphael Lemkin’in soykırım kavramı 1948 de birleşmiş milletler tarafından onaylandı. Bu kavramın kendisi 1915’deki Ermeni/Hristiyan soykırımına ve de 1930’lu yıllarda Kuzey-Irak coğrafyasında Süryanilerin başına gelen büyük pogromlara bakılarak geliştirildi.
Ve ikinci dünya savaşı içerisinde Nazilerin gerçekleştirdiği endüstriyel boyutlardaki mega suç eylemine Churchill’in, “bu nasıl bir şey, bugüne kadar hiç benzerini görmedik, nasıl adlandırmak gerekir bu suçu” sorusunu 1943’te Raphael Lemkin, “bunun bir soykırım olduğunu, jenosid olarak adlandırılabileceğini” söyleyerek yanıtlıyor.
Hukuki bir kavram olarak jenosid’in 1948’den geriye doğru işletilemeyeceğini iddia eden resmî çevreler, kavramın kendisinin 1915’e bakılarak geliştirildiğini görmezden gelerek birçok fail devletin de işini kolaylaştırmış oluyorlar.
“Geriye doğru işletilemez” diyenlerin bulunduğu yerde durmak gerekmiyor. Çünkü kavramın doğum nedeni, ona kaynaklık eden olgunun kendisi 1915 ve sonrasında işlenen büyük cinayetlerdir. Hukuki planda kabulüne yanaşılmayan, ama birer tarihsel olgu olarak varlığı bilinen nice soykırım vardır ayrıca.
Öte yandan bu kavramın çerçevesini de -geliştirilen yeni soykırım tekniklerine bakarak- biraz genişletmek de gerekiyor kanımca.
…
Soykırımlara karşı mücadele, öncelikle asli failleri hedef alan çok boyutlu bir mücadeledir. Konuşmalar içinde 1919-23 yılları arasında yaşanan soykırım(lar)ın ikinci safhasından, Kemalistlerden söz edildi. Geçerken belirtmeliyim ki “Kemalizm” denen uydurma kavramın kullanılmasından pek de yana değilim. Bu kavramın hangi tarihte uydurulduğu, üzerine neler inşa edildiği biliniyor. Kemalistler isim değiştirmiş ittihatçılardır. İTC’nin yedek ekibidir. Her biri diğerine göre okul arkadaşıdır, eniştedir, kayınçodur, Teşkilatı Mahsusa ve orduda devre arkadaşlarıdır… Aralarında çelişkiler de vardır… Jön Türkler/İttihatçılar olarak imparatorluğu pan-islamizmle kurtaramayınca pan-Türkizme döndüler. Sonra Keyzer Wilhelm’in göz kamaştıran askeri makinasının, savaş gücünün cazibesine kapılarak “savaşı kazanırsak Kudüs, Sudan ve Mısır yeniden bizimdir” hülyalarına kapılarak savaşa girdiler ve sonuçta kafayı kırdırdılar. Savaşta yenilen taraflar kaçınılmaz olarak hesaba çekilir, budanırlar. Bu nedenle de, adına “Cumhuriyet” denilen “yeni” Türk devletinin “kurtuluş savaşı” gibi uydurma mitolojik destanlarını bir yana bırakıyorum. Kendim de bu kavramı fazlaca kullanmıyorum. “Yeni” askeri Cumhuriyet, aslında küçültülmüş Osmanlıdan, Kemalistler de kılık değiştirmiş İttihatçılardan başkası değildi…
Almanlarla birlikte iştahla daldıkları paylaşım savaşını kazansalardı büyüyeceklerdi. Kaybedince küçüldüler/küçülmek zorunda kaldılar. Değişen duruma yepyeni bir maske geçirdiler. Savaş galipleri de, “halkınıza istediğiniz masalları anlatabilirsiniz ama bundan sonra böyle” diyerek bir çok kısmi reformu empoze ettiler.
Açıktır ki “kuvai milliye destanları”, “kurtuluş savaşı”, “Atatürk inkilapları” gibi argümanlar, paylaşım savaşı içinde ve sonrasında işlenen sözkonusu mega cinayetlerin hesabından kurtulmak, en önemlisi de gasp edilen bir toplumsal zenginliği vermemek için uydurulmuş şeylerdi. Ne acı ki bu minvaldeki masallar bugün hâlâ muhalif sol jargonda dahi varlığını sürdürüyor.
…
Herhangi bir milliyetçilik diğer milliyetçiliğin alternatifi değildir, hiçbir zaman da olamayacaktır. İnanç veya etnik benmerkezci yaklaşımların soykırımların tarihine/toplumsal nedenlerine ve asli sorumlularına bakışları biraz sorunludur.
İster semavi dinler, isterse heteredoks/batınî inanç sistemleri olsun tıpkı milliyetçilik türleri gibi birbirine alternatif olamıyor. Kaldı ki soykırıma uğrayan bütün halkların, inanç ve etnik toplulukların her biri -bir yanıyla da- başka dinsel, milliyetçi bağnazlıkların kurbanıdır…
Soykırım kurbanları olarak bizlerin tarihe bakıştaki amacımız, geçmişle yersiz bir kavgaya girişerek zaman kaybetmekten ziyade, “nasıl bir gelecek inşaası” meselesine yoğunlaşmak olmalıdır. Elbette tarihte işlenen suçları kabul ettirme mücadelesini elden bırakmayacağız. Ama asli hedef, birleşik mücadelelerle yeni soykırımların önünü kesmek ve daha da önemlisi soykırımsız bir gelecek inşaasıdır.
Gelecek nesiller nasıl bir toplumsal örgütlenme içinde bir arada yaşayacaklar? Tarihe böyle bakabiliriz.
…
Napolyon Bonapart isimli Korsikalı savaş erbabı şunu söylüyor: “Tarih, üzerinde konsensüse varılmış bir yalanlar silsilesidir”. Bunu herhangi bir muhalif söyleseydi şüpheyle bakılabilirdi belki. Ama sözkonusu kişinin tarih yapan, yazan/yazdıran bir savaş figürü olması, bu değerli itirafa bir anlam derinliği kazandırıyor.
Resmi tarihin klişelerine, yalanlarına ve uydurma senaryolarına çok fazla takılmadan devlet bilincindeki bulanıklığı aşmak, devlet olarak örgütlenmiş sosyal sınıf ve katmanların soykırımlardaki başrollerini görmek bakımından önemlidir. Çünkü her büyük katliam gibi soykırımlar da sonuçta tarihsel bir sebep-sonuç ilişkisi içinde oluşuyor. Toplumları zapturapt altına almak, üniformize etmek devletleri kontrol eden örgütlü sınıfsal katmanların egemenliğini, yağma eylemlerini kolaylaştıran bir tercih olagelmiştir.
Devlet(ler)in tarihsel ve sınıfsal fonksiyonlarına dair her yanılsama ve bilinç deformasyonu sıklıkla hedefin şaşmasına, toplumlar/halklar arası toplu nefret ve düşmanlıklara yol verebiliyor.
Kapı komşusunun kırıma uğramasının gerçek nedenlerini anlayamayan, resmi argümanlara aldanarak ya da maddi dürtülerle soykırıma suç ortaklığı yapanların veya seyirci kalanların kendileri de bir zaman sonra benzer trajik akibetlere uğramaktan kurtulamamışlardır. Diyarbakır Süryani Derneği başkanı Murat Demir’in hatırlattığı, “biz kahvaltıysak siz de öğle bir sonraki öğünsünüz” feryadı her vesileyle anlatılan bir tecrübedir.
Gelecekte de birer birer yem olmamak için etnik ve inanç ben merkezci dar bakış tarzından, devletin/sistemin bekasına dua eden tarihsel yanılgıların açmazından çıkmak gerekiyor. Bu bir zorunluluktur. Aksi halde etrafımızda döner dururuz.
Bu buluşmayı organize eden, insiyatif alan arkadaşların çabalarını kutluyor ve de katılımcı/konuşmacı arkadaşların takdirlerine katılıyorum.
Bu tarz inisiyatiflerin devam etmesi gerekir. Yani bu bilincin, sıralanan derslerin kurumlaşması gerekiyor. Aksi halde gelecekte farklı formlarda yem olmanın önüne geçemeyiz.
Teşekkür ederim.
* Kaba notlar haricinde yazılı bir metne dayanmayan spontane tarzdaki konuşmamda Ezidilere uygulanan Soykırımın atlanması -konuşmanın asli mantığını, vizyonunu gölgelemese bile- önemli bir eksiklikti. Anlayışla karşılanacağını umarak…
Arkadaşlar hepinize merhabalar. Benden önce konuşan arkadaşlar önemli bazı noktalara vurgular yaptılar ve ōnemli bilgiler verdiler, Yeni anekdotlar düştüler bu ilk gōrüșmemize.
Yada şöyle söylemek gerekir. Bu çok geç kalmış bir ilișki durumu, bizler soykırıma uğramıș halklar için bu Plattform olușmalıydı ve aynı Coğrafyada ki aynı acılar yașamıș halklar için, geç kalmış bir adımdır.
Nedenleri belki de, benim fikrimdir, bir boyutu ile herkes kendi acısıyla, kendi yaşadıklarıyla baş başa kalmış bir tür “içe kapanma hali” diyeceğimiz, bu durum aslında biz Dersimliler içinde geçerli bir psiko-sosyal durumdur, Yașanan acının büyüklüğü ve yıkıcılığı ile ilișkilendirmek de mümkündür, bu durumu.
Bir daralma yaşamışız, bu büyük felaketin, bu büyük yıkımına sonuçlarına bağlı olarak. Hepimizi aslında sosyo-psikolojik boyutuyla ciddi bir Travma ya, “iç çōküntü hali”ve bizi daralmaya soktuğunu gerçeği ile karșı karșıya olduğumuzu bilmeliyiz.
Çünkü çok büyük bir acıdır soykırım, kușaklar boyu sosyal, kültürel ve biyolojik aktarımları olan, süreklilik içeren bir insani fenomendir soykırım ve acısı normal bir acı da değildir. Bu acıdan nasıl kurtulur insan?… Bilinmiyor.
Başka bir tanım alanına ve yeni teorik sonuçlara ihtiyaç var ki, boyutları bugün ki hali ile veya bu alan ile ilgili bilimsel çalıșmaların sonuçlandırılmadığı, soykırımın yüzyıllarca etkisini sürdüreceği bir çok gri alan henüz açıklığa kavușmamıștır.
O yüzden bu adım önemli bir adım, karșılaștırmalı bir metod ile yeni șeyler ortaya da çıkabilir. Bilimsel alanda ki tartıșmaların da bize katkıları kesinlikle olacaktır. Bu ilișkiyi sürekli hale getirmek ileriye götürmek noktasında, diğer arkadaşların temennisini bende tekrarlayarak, aynı fikirde olduğumu söylemeliyim.
Bu birinci nokta.
Birbirimizi tanıma ve konușmalardan çıkardığı sonuçlar, bazı arkadașlarım konușmalarından çıkardığı sonuç birbirimizi çok da tanımıyoruz. Birbirimizin acılarını bilmiyoruz ve birbirimizin yaşadıklarını, çektiklerini bilmiyoruz.
Zannediyoruz ki bizim acımız, en büyük acı olduğunu düșünerek ve onunla birlikte yaşıyoruz. Şimdi buradan girmişken, Erdal arkadaş dört büyük soykırım dedi. Aslında beş büyük soykırım yașandı bizim coğrafıyada. Bakınız, ne büyük bir hüzündür ki Ezidileri unuttu, Oysa tarihin en büyük alçaklığıdır, bir halka yapılmıș olan…
Belki Coşkun tamamladı. Biz bu çalışmaya başladığımızda bir şeyi anladım ki, Bu konularda ne kadar yüzeysel bilgi sahibi olduğumuzu da gōrdüm.
Ezidilerin yașadıklarının çok farklı bir dram olduğunu ōğrendim, şu anlamda bizim hepimizin yaşadıklarından daha büyük bir acı yaşıyorlar. Daha fazla bir acı yaşıyorlar. Bunu șu anekdot ile aktarayım. Bir Ezidi olan Prof. Dr İlhan Kızılhan bu tartışmaya katılacaktı. Fakat, Duhok’ta bir travma merkezi kuruyorlar şu anda. Birleşmiş Milletlerin ve uluslararası insan hakları örgütlerinin, desteklediği bir travma merkezi kuruyorlar. Kendiside șu anda orada, ve çok yoğun bir çalışma içerisinde olduğunu ve bugünde Birleşmiş Milletlerden gelen bir heyetle toplantı ve akşam yemeğinde olduğunu, katılamayacağını söyledi. Bu konferansa katılsaydı, çok daha ōnemli bilgiler verme olanağı olurdu.
Şimdi şöyle bakmanızı isterim. Onlarda yaklaşık beș bin kadın
İşid tarafından kaçırılıp, satılmış yada tecavüz edilmiş, bir kısmı da kayıp ve bu kadınlardan doğan yaklaşık 4500 çocuk var. Şöyle düşünün ki bu çocuklar Ezidi kültürüne ve inaçlarına gōre Ezidi kabul edimiyorlar…Ayrıca kadınlar da Ezidi olmayan biri ile birlikte oldukları için ailesi ve Ezidi toplumu tarafından dıșlanmaktadırlar. Öyle büyük bir travmatik durum ki, kadınları kaçırılmış, çocuklar doğmuş, kadınlar ve çocukların yașadığı bu büyük trajediden bașka daha korkunç ne olabilir? toplum korkunç bir yıkım yașamakdadır. Yani hepimizin yaşadığı büyük acılar var. Buradan Dersime dönmek istiyorum… Dersim soykırımı geç fark edilen, biz Dersimliler tarafından da geç anlaşılan, geç gündeme gelen yada geç gündeme getirdigimiz bir soykırımdır.
Son yirmi yılın tarih okuması ve bu eksenideki tartışmalarının sonucunda ve 37-38 de gerçekten neler oldu sorusuna verilen cevapların bir sonucu olarak, bunun bir soykırım olduğunu anladık ve halen de anlamayanlara anlatmaya çalıșan bir toplumuz… Bu gecikmenin iki nedeni vardır. Birinci neden, monieple edilmiș bir tarihi yazılımı vardı. Bu tarih yazılımını eleștirel bir süzgeçten geçirmeden okuyarak aslında hepimizin düşünsel dünyasını birbütün olarak domine eden, zehirleyen hatta felç eden bir rol oynadı, toplumsal aydınlanmamızı geciktirdi… bu tarih yazılımında ki kurgu irrealdi gerçeklerle bir ilișkiși de yoktur, Dersimde bir isyan olduğunu ve bir kürt devleti kurma girișiminin sonuçlarının yarattığı bir durumdan kaynaklandığını vs. böylesine sofistike hazırlanmış bir tarih kurgusu olușturulmuștu.
Baytar Nuri Dersimi’nin yazdığı bir tarihti. İkinci bir boyutuda bizim soykırımı yaşayan annelerimiz, babalarımız, dedelerimiz bizi bu işe hiç bulaştırmak istemiyorlardı. Biz 37-38 neler olduğuna dair sorularımıza, her defasında o konuyu bir șekilde kapatıyorlardı ve öğrenmemizi istemiyorlardı. En fazla bize şu öğütü yapıyorlardı. “Alevi kimliğinizi saklayın ve kendinizi koruyun bir yere gidince” șeklin de ki telkinlerde bulunuyorlardı. Yani kendinizi saklayın, bir şekilde, koruyun kendinizi. Bu bir șekli ile soykırım yașıyan toplumların hayat da kalmanın bir yolu olarak geliștirdikleri strateji…
Biz’deki gerçek bir aydınlanma, Avrupa ya gelen politik göçle birlikte, kimlik, dil, tarih, sosyoloji ve etnisite tartışmalarıyla beraber, ‘biz 37-38 de neyi yaşadık’ sorusuyla bu konu gündemimiz haline geldi.
Ne oldu? sorusuyla başlayan bir şey bu. Bu süreçte aynı zamanda “soykırım” kavramını tanıdık. Hatta bu kavramı așan bazı fazla yanlarını da gōrdük. Yani bugün Lemkin’in, tanımladığından fazlası olan bir soykırım, Raphael Lemkin’in tanımında bir etnik-kimlik tanımı var, aynı zamanda bir kabile yada bir aşiret için ölüm kararı çıkarıldığına dair bir
tanım yok. Mesela benim ailemde soykırıma uğrayanlardan, toplu bir yok etme var.
Fakat, Demenanların erkeklerinin hepsinin öldürülmesi ve her öldürülen erkek için ödül konulması, para ōdülü karşılığı her erkeğin öldürülmesi kararıda var. Yani fazlası dediğim kısmı bu. Bazı insanlar kadınları öldürüp, saçlarını kesip erkek diye ödül alıyorlarmış. Böyle vahși durumlar da var Dersim Soykırımın da. Çok açık bir soykırım. Yani bütçesi devlet tarafından hazırlanmış, devlet hazinesinden bütçeye para aktarılmış bu soykırım için, süvari birliklerinin atların ne kadar yem yiyeceği bile hesaplanan bir soykırımdır. Kimin nereye sürgün edilecegine dair yol planları yapılmıș. Dersim 37-38, bütün boyutları ile planlanmıș, bir toplumu yok etmek için uygulanmıș İnsanlığa karșı bir suçdur.
Bunları burada söylerken iki konuşmacı arkadaşım, Hosvep ve galiba birde Tamer arkadaşlar, Kürt kimligi vurgusunu sık sık yaptılar, Dersim için. Bu sōylemlerde şu anlașılıyor ki, Dersimlilerin etno-kimlik tartıșmalarından çok haberdar olmadıklarını söylemeliyim. Bu da birbirimizi gerçekten tanımıyoruz, sonucuna beni gōtürdü tekrardan. Dersimlilerin, Kürt kimliğine karşı bir itirazı var. Ve çok ciddi ve güçlü bir itirazdır. Bunun bir çok nedeni ve bir çok siyasal, sosyal ve sosyolojik parametresi var. Tarihsel boyutu var, dil boyutu var, inanç boyutu var, konu bu olmadığı için, detay yapmayı da doğru bulmuyorum. Bizim de için de olduğumuz, Dersim Kongresi diye bir süreç var. Bu Kongre sözleşmesin de Kürt kavramı hiçbir yerde geçmiyor. O yüzden Dersim Kürt resmi tarih gözüyle, ezber ve ōğretilmiș hali ile Kürt soykırımı, Kürt İsyanı gibi değerlendirmek, bir yanlıștır, nesnel hiç değil.
Hüseyin Çelik adlı hukukçu arkadaşımızın söylediği gibi tarihsel okumalar, tarihsel yanılgılar ve tarihsel ezberlerin yarattığı tahrifatlar, bizim sağlıklı ve sonuç alıcı yol almamız ōnünde ki en büyük engellerdir. Mesela ben şöyle desem yada şöyle öğrendiğimiz hali ile ‘Karadenizin hepsi lazdır’.
Tamer arkadaşım, hemen itiraz edecektir. Aynı şey Dersimliler içinde geçerlidir. Aynı șey, Dersim tarihi içinde geçerli. 500 yıl boyunca bu coğrafyada, kendini koruyan, barbarlığa direnen, kendi kimliğiyle yașayan bir toplum olarak var olmuș. Birinci meclis’te de
Dersim milletvekilleri olarak varlar. Ve bir tarafta da Kürdistan milletvekilleri var. Ayrıca bu günkü konumuz olan soykırımlar da Kürtlerin yaptıklarını da doğru konușmalıyız, Suryanileri kesen “Seyfo” (Kılıç) kimin elindeki kılıçtır? Bedirxanların yaptıklarını açık bir șekilde konușmalıyız. Tarihde ki Ezidi katliamlarının çoğunu kim yaptı? Hamidiye Alayları kimlerdi ve Ermeni Soykırımında yaptıkları da biliniyor.
Kısacası bu tarihin biz Dersimliler ile bir ilișkisi yoktur, bu șuçların da ortağı hiç degiliz. Ortak tarihi olmayan farklı halklardan sōz ediyoruz. Dersim kimligi bu tarihsel arkaplan nedeni ile bir kimliktir. Kendi kimliğine bağlılığını sürdüren kadim bir coğrafya. Yine arkadaşım Hüseyin Sevinç, birkaç rapordan alıntılar yaptı. Bu raporlar gösteriyor ki bu coğrafyanın kendine özgü, kendi kimliği, kendi duruşu, kendi yaşam tarzı, kendine ait bir otonomisi, kendi hukuku olmuștur. Bugün kü siyasal bilim de ki karșılığı olarak söylersek, tanımlayabileceğimiz bir “otonom bölge” oluşturduğunu görebiliriz.
Bilmiyorum zamanımı aştım mı? Birkaç şey daha söyleylemek isterim. Hiçbir soykırım kendi kendine başlamaz, onun yapılması için de devletler psikolojik, kültürel boyutunu ōnceden hazırlarlar. Soykırımı yapanlar uygulayacağı toplumu bu soykırımın meșruluğuna da hazırlarlar. Kafa yorduğum meselelerden bir tanesi de, soykırım teorisini-fikrinin ittihat terakkiciler mi ilk böyle bir şeyi düşündükleri, yani bir toplumu komple ortadan kaldırmak gibi böyle korkunç ve dehșet fikrin üretimi ittihat terakkinin eserimidir? Yoksa Almanların empoze ettiği bir fikir mi? Bu konuda aslında bilgisizim. Ama maalesef ki coğrafyamızda bu fikrin devamcıları bugün halen iktidardalar. Halen bu fikri savunan fașizan bir sistemle karşı karşıyayız. Bu soykırımlar hepsi bir psikolojik, kültürel arkaplan üzerine inșaa edildiklerini gōrüyoruz. Bugün de bu șekli ile devam etmektedir. Hüseyin Sevinç arkadaşın, söylediği gibi Dersimlileri insan göremeyen, vahși, barbar ve kesinlikle öldürülmesi gerektiğinde bir sorun olmayacak varlıklar olarak gören ve propaganda eden, bu diğer etnik gruplar, diğer inanç grupları içinde geçerli bir yōntem olarak yapılmıș.
Ermeniler, Ezidiler, Asuriler içinde aynı kavramlar kullanılmıştır, hala da söylenmektedir.
Soykırımı sadece bir toplumun fiziki olarak yok etme üzerinden inșaa eden çok kaba bir bakış açısı var genel anlamda. Oysa ki, Soykırıma uğrayan toplumlar ve kimlikler darbeli kimliklerdir. Şiddet gören kimliklerdir ve travmalı kimliklerdir. O yüzden iç bütünlüklerini olușturması, ortak refleks göstermeleri, ortak davranış göstermeleri çok zordur, nedeni ise bütűn toplumsal gelișim dinamikleri kırılmıștır. Uğradıkları şiddet öyle ağır, öyle yıkıcıdır ki birbirine karşı şiddet kullanmaya çok açık bir duruma gelebilirler, “șiddettin içe dōnme” hali durumu bir sosyal fenomen degil, realite olarak da karșımıza çıkabilir. Dersimlilerde bugün yaşanan da birazda böyle bir durum, bunun üzerinden biraz da bakmak gerekir diye düșünüyorum.
Aslında Ezidiler ile benzer bir kaderi paylaşıyoruz, ve aynı siyasal girdabın yaratığı kaos da boğuluyoruz. Ezidiler bir yandan uğradıkları katliamı, Soykırımı Ezidi Soykırımı olarak tanımlamak istiyorlar. Doğru olan da bu degil mi? Ama Kürt hareketi ile politik iliskiden kaynaklı bir kesim de kürt katliamı olarak tanımlamak istiyor. Dersimlilerdede aynı durum, çok açık sōylemeliyim ki, burdan hiç bir şey de çıkmaz kesinlikle…
Bu aslında birbirinin önünü kesen, bazen doğru yol yürümesini bile engelleyen bir durumdur. Bir örnek vereyim. Dersim Kongresi Meclisi olarak bizim bir çalışmamız vardı. Dersimde kullanılan kimyasal silahlarla ilgili. Birkaç belgede elde ettik. Ama bu çalışmamızı duyan bu çevreler bu şekilde alman parlamentosuna taşıdı. Toplumların acılarını Politik rant alanı olarak görmenin bir refksinden hareketle. Alman parlamentosuna, Kürt soykırımı, diye bir önerge verdiler. İnanırmısınız, parlamento kayıtlarına Dersim soykırımı değil, Dersim İsyanı diye geçti. Bu durum neye maloldu biliyormusunuz. Bizim çalışmamızı engelleyen, onu bloke eden, hatta bazı belgelere ulaşmamızı engelleyen bir duruma geldi. Bu, durumu kısmen bu gün Süryanilerde yaşıyor. Ezidiler çok daha yakıcı helde yaşıyorlar şimdi.
Dersimliler bu durum ile şu an cebelleşiyorlar, enerjisini boș yere tüketmek böyle bir șey. Yani bir yandan kürt kimliği dayatması, bir yandan bağımsız dersim kimliğinin üzerinden şekillenen tarihi okuması, geçmiş sorgulaması ve gelecek perspektifi konusunda ciddi problemler yaşıyoruz.
Uzattımsa burda bitirebilirim, bir kaç cümle daha söyleyelim zaman var ise.
Önerilerim; Aslında arkadaşlar ōneriler yaptılar, tekrarlamak da istemiyorum.
Birincisi şöyle yapsak çok iyi olur. Bir kere birbirimizi tanıma konusunda bir zemin oluşturalım, birbirimizi anlamaya çalışalım.
Birbirimizin acılarından öteye birbirimizin tarihsel sürecleri konusunda aydınlatalım, yaşadıklarını ve gelecek perspektifi konusunda birlikte neler yapabiliriz. Bölgemizde çok açıktır ki, bir çatışma alanı ve savaş bölgesel niteliktedir. Bu süreç hepimiz için büyük riskler, felaketler taşıyor. Çok büyük bir buhranın kapısındayız, hatta toplum olarak yok olmamıza da sebep olabilir. Bundan dolayı hem uluslararası
boyutta, hem yerel ölçekte bir konsensüs politikası, bir gelecek perspektifine hepimizin ihtiyacı var, bunu oluşturabiliriz. Bu birinci olabilir. İkincisi bu soykırımlar konusunda Erdal arkadaşın söylediği gibi bazı girişimlerde bulunabiliriz. Yani bu bazı hukuksal otoriteleri zorlayan süreçleri gündeme getirebiliriz. Bence bu anlamlı diyaloğu sürdürelim. Bu çalışmayı sistemli hale getirmek için öneriler yapalım. Sadece bunları söyleyebilirim.
Bir şey daha, birkaç, cümle daha kurayım. Hüseyin Sevinç bilir. 20 yıl önce 2000 yılı olmalıydı bir araya gelmiștik ve 20 kişiydik. 4 Mayıs tarihini Dersim Soykırımı günü olarak karar almıştık. Düşünün ki 20 yıl önce 20 kişi bu toplumun soykırıma uğradığına inaniyordu. Ve bu bir bakanlar kurulu kararı olan ve altında Atatürk imzası olan. Öyle bir sorun ile karşı karşıyayız ki birimizin katili, birimiz için idol olabiliyor. Bunu neden söylüyorum. dersimlilerin içerisinde de çok ciddi bir sorun ama son yirmi yıldır bu çalışmalarla beraber epey aşıldı. Düşünün. Bize soykırım yapan biri. Ama başka etnik bir grup için idol olabiliyor. Bunu sosyal medyada ki profil analizlerinden anlamak mümkündür. Kaos ve yıkım en çok da bilginin kirletilmiș hali ile bizi vuruyor. Hepinize teşekkür ediyorum, dinledigimiz için .
Saygılar sunuyorum.
Teşekkürler. Öncelikle böyle bir programı hazırladığınız için hepinize teşekkür ederim. Bizlerin Diyarbakır’da ki Süryani‘lerin şu anki durumu biraz daha farklı . Bizler Hristiyan Süryaniler değilde Müslüman Süryanileriz. Bunun sebebi de muhakkak daha önce duymuşsunuzdur. Kayıp Ermeniler, Müslüman Ermeniler diye. Aynı şekilde kayıp Süryaniler ve müslüman Süryaniler var. Bizler Seyfo döneminde bizlerinki daha çok soykırımdır. İltica değildi, yani bizleri yollama değildi. Direk soykırımdı bu. Soykırıma en büyük destekçide maalesef bizim yüzyıllarca kapı komşularımız ola nKürtlerdi. Kürt komşularımızdı. Az önce konuşmacılardan yine bir arkadaş güzel bir söylemde bulundu.
Kürtler kandırıldı diye bir durum yoktur. Karşılıklı Türklerle menfaat üzeri işbirliği yapıldı ve dinimiz bahane edildi. Bizi katletme sebepleride dindi ve o zaman bizim büyüklerimiz kendilerine söylediler.
Kürtlere söylediler. Eğer biz sabah kahvaltısıysak sizlerde öğlen yemeği olacaksınız.
Çünkü bizlerin sizlere hiçbir zararı olmadan bunu yaptınız. Ve biz sağ kalanlarda hala hala o asimilasyona devam ediyor.
Benim atalarım dinleri bahane edilerek katledildi ama biz sağ kalanlar ben ve benim ailede benim gibi yüz binlercesi hatta bizlerdeki bazı araştırmalara göre iki milyona yakın Müslüman Süryani yaşıyor. Bunlar Türk ve Kürtlerin işbirliğiyle asimile edilmiş Süryaniler. Gerek dilleri, gerek kültürleri ve gerekte dinleri. Ve şu anda bizler celladımıza aşık insanlar olmuşuz. Kasabın bıçağını yalayan dana misali. Beni katleden bir din, beni katleden bir ırk ama hem o dinin mensubu hem o ırkla aynı dili konuşup aynı bayramı kutlayıp aynı şeyleri yapıyoruz.
Yaw bu Seyfo dönemi, Ermeniler ermeni katliamı der, biz Seyfo deriz.Yani Süryanice bir terim. Kılıç anlamına gelir. Seyfo dönemini biz halada yaşıyoruz. Ve ben şunu belirtmek istiyorum. Kürt ve Türk biz kardeşiz dediği sürece, Kürt ve Türk biz din kardeşiyiz dediği sürece kesinlikle bizim ne Kürde ne Türk‘e güvenimiz kalmaz.Kimse kusura bakmasın.
Bu süreçte bize en yakın olan, Dersimlilerdir. Seyit Rıza‘nın soyundan gelen
insanlardır. Çünkü bu coğrafyada, bu Ortadoğu coğrafyasında en çağdaş insanlar onlardı.
Güvenebileceğimiz insanlar da onlardı. Ve hala hala biz burada bu asimileyi yaşıyoruz. Ve bu asimilasyon politikaları hala devam etmektedir.
Önemli bir buluşma gerceklestirdiniz. Soykırım yaşamış toplumların evlatlari olarak acılarımızı ortaklastırarak, geleceğimize dönük ciddi çabaların içinde olmamız gerekmektedir.
Diyarbakır Süryani Derneği Başkanı olarak, yeniden görüşmek dileğiyle başarılarınızın devamını diliyorum.
Dersim Kongresi Meclisi Yürütme Kurulu üyesi de olan İlyas Yer arkadaşımız Komünar Bellek adıyla farklı konularda tele-konferanslar düzenlemektedir. “simurg-news” sitesinde yayınlanmış olan mağdur halklara yönelik tele-konferanslar dizisini sayfamıza aktarıyoruz…
“Komünar Bellek Kolektifinin tarihsel-toplumsal sorunlara ilişkin ilgisi ve buna yönelik yoğunlaşma ifadesi olan tele-konferans çalışmalarını önemsiyor ve toplumsal yüzleşmenin halen gerçekleşmediği bu konulardaki çabaları ile dayanışma için site ve sosyal medya platformlarımızda dosya çalışması olarak yer veriyoruz. Bu sunum yazısı ile başladığımız konuşma metinlerini bölümler halinde okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz. Ezidi, Ermeni, Rum, Kürt ve Dersim soykırımlarını lanetliyor ve toplumsal yüzleşmeye çağırıyoruz. Simurg News”
************************************************************************
Soykırımın inkarı soykırımın devamı demektir !
Dünyanın neresinde olursa olsun, ister Afrika’da, ister Asya’da olsun, bütün soykırımların ortak özelliklerinden bir tanesi, soykırımın, yapanlar tarafından inkar edilmesidir. Bu durum Türkiye için de geçerlidir. Türkiye, 1915 yılında Osmanlı Hükümeti olan, Ittihat ve Terakki’nin organize ederek, planlı, programlı ve sistematik bir şekilde işlediği soykırımı inkar etmektedir. Ruanda’da üç ay içerisinde bir milyona yakın Tutsi katledildi.
Bu soykırımın suçlularından bazıları yakalanarak cezaevine konuldular. Yaptıkları katliam üzerine söz açılınca bunlar, ’’sözde soykırım’’ diyorlardı. Sözde soykırım deyimi de, resmi Türk düşüncesini savunanların da dilinden hiç düşmeyen bir deyimdi.. Türkiye’de Ermeni, Asur (Süryani) veya Helen soykırımını tartışmak var olan tabulardan bir tanesidir. Fakat bütün ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bu konuda farklı iki cephe var. Bir tarafta resmi düşünceyi savunanların cephesi; diğer tarafta ise, halkların çıkarlarını gözeten ve Türkiye’nin yakın geçmişiyle hesaplaşması gerektiğini söyleyenlerin cephesi. Bu iki cephe, yani tarihe farklı iki bakış, geçmişte de vardı. Bir tarafta soykırımı en ince ayrıntısına kadar planlayanların cephesi; diğer tarafta ise ölümü göze alarak, soykırıma karşı çıkan ve Hristiyanları evlerinde koruyan ve saklayanların cephesi… İyiler ve kötüler Şeyh Fethullah, Mardin bölgesinde tanınmış ve Müslüman bir din adamıydı. Bir çok Süryani onu günümüze dek rahmetle anmaktadır. Çünkü bir çok Süryani onun sayesinde kurtulmuştur. Kısacası Türkiye’de sadece kötüler değil; fakat iyiler de vardır. Bu durum, Almanya’da da, Ruanda’da böyleydi. Bütün dünyada da böyledir. Bu bir nevi iyi ile kötünün çatışmasıdır. Osmanlı İmparatorluğunun İttihat ve Terakki yönetiminde, kendi içindeki Hristiyan olan Süryani, Ermeni ve Helen halklarına karşı gerçekleştirdiği soykırımla Türkiye’yi tekleştirme ve Türkleştirme amacını güdüyordu. Bu soykırımda yüzbinlerce insan, kadın çoluk-çocuk demeden acımasızca, çok vahşi bir şekilde öldürüldü. İnsanlar topluca kuyulara canlı canlı doldurulup, kuyuların üstü kapatıldı. İnsanlar gemi ve kayıklarla açık denize taşınıp balıklara yem olarak atıldılar. On binlerce insan kılıçtan geçirildi. Kadınlara tecavüz edildi. Çocukların gözleri önünde, anne ve babaları doğrandı. Yüzbinlerce insan Mezopotamya çöllerinde aç susuz, çok bilinçli bir şekilde ölüme terkedildi. Büyük acılar, büyük olaylar, büyük trajediler yaşandı. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, on dört milyon Türkiye nüfusunun, dört buçuk milyonu Hristiyan halklardan oluşmaktaydı. Bu, toplam nüfusun neredeyse yüzde 33’ü demektir. Günümüzde ise, Türkiye’de Hristiyanların toplam nüfusu ancak yüzde 0,1 civarındadır. Ne oldu bu halklara? Asurlara, Ermenilere, Helenlere ne oldu? Neredeler? Nereye kayboldular!? İnsan çeşitliliği bir ülkenin en büyük zenginliği değil midir? Türkiye’nin en büyük zenginliğine, farklı mozaiğine ne oldu öyleyse? Sözünü ettiğim renklilik, çeşitlilik, mozaik yok edilmiştir. Bu, bilinçli bir şekilde gerçekleştirilen bir yok ediliştir. Evet, planlı, programlı ve sistematik bir şekilde yüzyılımızın ilk soykırımı Ermeni, Süryani ve Helen halklara karşı yapılmıştır. İki milyonun üzerinde insan katledilmiş ve bir o kadarı da göçe zorlanmıştır.
Kimse dünyanın bir çok tarafında günümüzde yaşanan savaş, katliam ve zulümlere bakarak, sözüm ona geçmişte ‘unutulan’ bir katliamı konuşmanın, hak talep etmenin anlamsızlığını düşünme hakkına sahip değildir. Çünkü böylesi bir düşünce, doğru bir düşünce değildir. Soykırım suçu, zaman aşımına uğramayan, insanlığa karşı gerçekleştirilen bir suçtur. Unutulmaması gereken böylesi bir suç, unutkanlığa vurulduğunda, yeni facialara yol açar.
Hitler, Yahudilere, Romanlara, ve tüm demokrasi güçlerine karşı İkinci Dünya Savaşı’nda gerçekleştirdiği soykırım esnasında, ”kim Ermeni halkına yapılan soykırımdan günümüzde bahsediyor” diyerek, dünya kamuoyunun sessizliğini, duyarsızlığını ve unutkanlığını fırsat bildiği herkes tarafından bilinir. Eğer uluslararası demokratik kamuoyu ve ülkeler, Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde halklarımıza karşı gerçekleştirilen katliama seyirci ve tepkisiz kalmasaydı, Hitler İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde yüzyılımızın ikinci büyük soykırımını gerçekleştirebilir miydi? İşte bu yüzden size; sessiz çoğunluğa seslenmeye devam etmeliyiz. Geçmişte yaşanan katliamları günümüzde dile getirmenin, tartışmanın amacı tek başına yapılan barbarlıkları lanetlemek değildir. Bu haykırış, aynı zamanda farklı din, ırk ve kültürden insanların bir arada demokratik bir toplumda güvenli bir yaşam sürdürmeleri açısından da önemlidir. Ancak demokratik mekanizmaya ve işleyişe sahip toplumlar, her türlü baskı ve katliamdan uzak olabilirler. Dünyada şimdiye kadar gerçekleşen bütün katliam ve soykırımların ortak özelliğinin, bunların demokratik olmayan ülkelerde ve demokrasi karşıtı güçler tarafından gerçekleştirilmiş oldukları iyi bilinmelidir! Bu yüzden nasıl bir toplumda ve nasıl bir dünyada yaşamak istediğimiz önemlidir! Ayrı ırk, din, dil ve etnik kökenden insanların, eşit ve kardeşçe bir arada yaşayabileceği toplumlarda mı; yoksa bazı cani güçlerin en küçük hoşgörüye dahi tahammül edemediği toplumlarda mı yaşamak istiyoruz? Sorun, insanların ayrı etnik kökenden gelmelerinden kaynaklanmıyor. Esas sorun, böylesi bir farklılığı ve güzelliği kabul ve tahammül edememekten kaynaklanıyor! Birinci Dünya savaşının gölgesinde Türkiye’de yapılan işte budur.
Türkiye Cumhuriyeti Hristiyan katliamı üzerine kurulmuş bir devlettir. Günümüz Türkiye’sinde halen Talat, Enver, Cemal paşalar ve Bahattin Şakir gibi katiller itibar görmektedir. Çünkü Türkiye’yi tekleştiren ve Türkleştirilenlerin mimarları bunlardır. Erdoğan, Perinçek ve diğer inkarcılar günümüzdeki soykırım zihniyetini devam eden güçleri temsil etmektedirler. Talat Paşa’yı savunmakla Adolf Hitler’i savunmak arasında bir fark yoktur.
Soykırım inkar etmek ikinci kez öldürülmek demektir. Türkiye Cumhuriyeti ve onu yönetenler işte böylesi bir suç işliyorlar. Soykırım kurbanı halkların torunlarına daha da fazla acı yaşatıyorlar. Soykırımın inkarı soykırımın devam ettiği anlamına gelir. İnsanlık ve uygar dünya buna izin vermemelidir.
Sabri Atman, Seyfo Center
T24 | Metin Kaan Kurtuluş
Kanadalı madencilik şirketi Alamos Gold’un Kaz Dağları’nda yürüttüğü altın çıkarma operasyonlarına Kuzey Amerika’da en sert tepkiyi gösteren siyasi parti Kanada Komünist Partisi oldu.
T24’e konuşan Kanada Komünist Partisi’nin merkez komite üyesi ve Genç Komünist Birliği Genel Sekreteri Adrien Welsh, “Türkiye hükümeti, Kanada hükümeti ve Alamos Gold’un üçlü pinpon oynamakta olduğu gerçeği utanç verici” dedi ve Kaz Dağları’nda olanlardan üçünün de “sorumlu olduğunu” dile getirdi.
Dünyadaki maden şirketlerinin yaklaşık yüzde 75’inin merkezinin Kanada’da bulunduğunu vurgulayan Welsh, Kanada hükümetinin istediği takdirde Alamos Gold’un Kaz Dağları’ndaki projesini durdurabileceğini, ancak süreçte birçok aktörün bulunmasının durumu karmaşıklaştırdığını söyledi.
Welsh ayrıca “Kanada’nın çok çevreci bir ülke olduğu” söyleminin bir mitten ibaret olduğunu ifade etti.
Welsh’in T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Kanada’da insanlar Kaz Dağları’nda neler olduğunun farkında mı? Durum hakkında bilgisi olanlar nasıl tepki veriyor?
Maalesef Kanada basını bu konuda çoğunlukla sessiz kaldı. Birkaç kez hızlıca durumdan bahsetmek dışında Kanada’nın kurumsallaşmış basın organları Kaz Dağları hakkında hiçbir şey söylemedi. Bu bir sürpriz değil çünkü kurumsallaşmış Kanada basını Kanadalı madencilik şirketleriyle ilgili herhangi bir sorunu sessizleştirmeye çalışır. Biz Kanada’daki kurumsallaşmış medyanın madencilik şirketleri tarafından yapılan bu yağmanın ve işlenen bütün suçların suç ortağı olduğunu düşünüyoruz. Onların sessizliğinden sebep çok az miktarda insan Kirazlı maden projesi ve Alamos Gold’un operasyonlarından haberdar olabiliyor. Konudan haberdar olan az sayıda kişi de zaten ya bu kurumlarda çalışan insanlar ya da Kanadalı madencilik şirketlerinin dünyada işlediği suçları takip eden kişiler. Bu da demek oluyor ki bizim Kanada’daki insanlar için bu gibi konularda farkındalık yaratma konusunda büyük bir rol oynamamız gerekiyor.
“Hepsi sorumluluktan kaçmak için başkalarını hedef alıyor”
Geçen hafta Kanada Büyükelçisi Chris Cooter İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ile Kaz Dağları hakkında görüşmek için bir araya geldi. Aynı günlerde Başbakan Trudeau’nun özel kalem müdürü Bay Chaar “Alamos Gold’un Kaz Dağları’ndaki çalışmalarının durdurulmasını” talep eden bir e-postayı Uluslararası Ticaret Çeşitlendirme Bakanı James Carr’a ilettiğini açıkladı. Kanada’da hükümetin Kaz Dağları’ndaki durum ile ilgili olarak duruşu ne? Alamos Gold’un bölgedeki çalışmalarını durdurma yetkileri var mı?
Türkiye hükümeti, Kanada hükümeti ve Alamos Gold’un üçlü pinpon oynamakta olduğu gerçeği utanç verici. Gerçekte olan şu: Hepsi bu sosyal ve çevre felaketi konusunda sorumlu ancak hepsi sorumluluktan kaçmak için başkalarını hedef alıyor.
Madencilik şirketleri Kanada’nın uluslararası ticareti için büyük bir tabu.Gerçek şu ki dünyadaki madencilik şirketlerinin yaklaşık yüzde 75’inin merkezi Kanada’da ve küresel madencilik endüstrisinin elde ettiği kapitalin çoğu Toronto borsasından geçiyor. Bunun nedeni şu: Madencilik şirketleri bir tarafta Kanada’nın toleranslı ve zayıf madencilik yasalarından faydalanıyor, öbür taraftan Kanada emperyalizmi için diplomasiye fayda sağlıyorlar.
Kanada hükümetinin Kaz Dağları’ndaki operasyonları durdurmak için yapabileceği çok şey var. Ancak asıl soru bunun çalışmaları tamamıyla durdurmak için yeterli olup olmayacağı.Unutmamalıyız ki Çanakkale bölgesindeki operasyonların büyük bir bölümü yanılmıyorsam Erdoğan’ın akrabalarına ait bir firmaya taşeron edilmiş durumda. Bu durum farklı aktörlerin dahiliyetini ve sorumluluğunu gösteriyor.
“Kaz Dağları’nda olanlar bizim için bir sürpriz değil”
Bu durum tabii ki Kanada’nın kirli ellerini temizlemek için kullanılmamalı. Daha önce dediğim gibi dünyadaki maden şirketlerinin yüzde 75’inin merkezi Kanada’da, bu da demek oluyor ki Kanadalı maden şirketleri dünyada her yerde. Kaz Dağları’nda olanlar bizim için bir sürpriz değil. Bu şirketlerin Kanada dahil dünyanın birçok yerinde işledikleri suçlara dair uzun bir liste var. Şu anda bahsettiğimiz olayın benzerleri Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’da yaşandı. Romanya’daki operasyonda büyük bir siyanür sızıntısı yaşandı. Kolombiya’da Kanada madencilik lobisi ve Kanada Uluslararası Kalkındırma Ajansı yönetimin madencilik endüstrisini denetleyen yasanın değiştirmeye zorlanmasında önemli bir rol oynadı. Bu yasa sonucunda ülkenin işlemlerden aldığı pay azaldı. Meksika ve Guatamala’da madencilik aktivitelerine karşı ayaklanan protestocuları öldürmeleri için insanları işe alıyorlar. Latin Amerika’nın birçok yerinde Kanada madenciliği darbelerin ve kanlı diktatörlerin gölgesinde yer aldı: Dominik Cumhuriyeti’nde Trujilo’nun, Şili’de Pinochet’nin, ayrıca Haiti ve Honduras’da yapılan darbelerin.
Kanadalı maden şirketleri hakkında skandallar her gün meydana geliyor. Geçen hafta Burkina Faso’da bir altın madeni işleten Iamgold şirketi vergi ödememek için ülkeden altın kaçırmaya çalışırken yakalandı.
Bütün bunlara baktığımızda açıkça görüyoruz ki Kanada hükümeti sadece bu duruma ‘dikkat etmiyor’ değil, Kanada hükümeti bu suçlara ortak. Kanada acilen çevrecilik standartlarını artırmalı ve harekete geçmeli. Çevreyi kirleten şirketlere suçlu muamelesi yapılmalı ve en yetkili isimlere suçlamalar yöneltilmeli. Bu yabancı ülkelerde yasaları ihlal eden, cinayet işleyen ve başka suçlara imza atan şirketler için de geçerli olmalı. Kanada’daki yüksek standartlar bu şirketler için başka ülkelerde de operasyonlar yürüttüklerinde geçerli olmalı. Aynı zamanda Kirazlı’daki durum Kanadalı madencilik şirketlerinin kamu mülkiyeti olması ve demokratik kontrol altına alınması gerektiğini gösteriyor. Bu şirketlerin kurumsal açgözlülük peşinde koşmasını engellemenin tek yolu.
Peki bu dünyadaki bütün kirli madencilik operasyonlarını durdurmak için yeterli mi? Büyük ihtimalle hayır çünkü bir şirket gittiği zaman başka biri onun yerini alacak. İşte bu yüzden bizim bu şirketlere karşı kavgamız uluslararası. Bu yüzden Türkiye ve diğer ülkelerde bu şirketlere karşı mücadele eden kardeşlerimize destek vermenin çok önemli olduğunu düşünüyoruz.
“Sessizlik duvarının kırılması için üzerimize düşeni yapacağız”
Kanada Komünist Partisi Türkiye’de olanlar hakkında en çok ses çıkaran Kanadalı parti oldu. Bir organizasyon düzenlemeyi veya resmi bir açıklama yayımlamayı planlıyor musunuz?
Tabii ki. Bu hafta yayımlanacak bir resmi açıklama üzerinde çalışıyoruz. Ayrıca 16 Ağustos cuma günü Montreal, Vancouver ve Alamos Gold’un merkezinin bulunduğu Toronto’da barış, uluslararası birlik, çevre, sosyal ve ilerici konularla ilgilenen aktivistlerden oluşan bir koalisyonla yürüyüşler planlıyoruz. Buna ek olarak Kaz Dağları konusundaki gelişmeleri yakından takip ediyoruz ve bu konunun etrafındaki sessizlik duvarının kırılması için üzerimize düşeni yapacağız.
Alamos Gold böyle bir operasyonu Kanada’da yapabilir miydi?
Asıl soru, Alamos Gold gibi şirketlerin Türkiye’de yaptıklarının aynısını Kanada’da yapıp yapamayacakları değil, ne zamandır bunu yaptıkları olmalı.
Kanada devleti 1867’de yaratıldığında toprakların çoğu özel mülktü. 1870’de özel şirketlerin Kanada’nın mineral kaynaklarına erişmesine izin verildi. Bu durum o zamandan beri değişmedi, Kanada’da maden şirketleri sömürüleri için vergi ödemiyor. Yerin altında milyarlarca dolar kazanırken sadece yerin üstündeki binaları için belediyelere vergi veriyorlar.
“Yağmalamaktan çekinmiyorlar”
Çevre açısında Ontario’daki “Cobalt one” gibi madenler yılda 2 milyon kilogram arsenik yayıyor. Bu arsenik şimdi Temiskaming gölüne dökülüyor. 2011 verilerine göre Rouyn Noranda’da madencilik çalışmaları sebebiyle her yıl 23 bin kilogram arsenik dökülüyor. Maden şirketleri, yetkililerin desteğiyle bölgede yaşayan şanssız insanların malına el koymaktan, para kazanabilecekleri bütün mineralleri yağmalamaktan ve çukurları temizlemeden gitmekten çekinmiyorlar.
Kanada’da Alamos Gold’un Türkiye’deki operasyonları hakkında farkındalık yaymaya çalışan başka organizasyonlar da var mı?
Siyasi partiler açısından sadece Kanada Komünist Partisi bu konuyla ilgili farkındalık yaymaya çalışıyor. Hatta bir adım ileriye gidip Kanadalı madencilik şirketlerinin dünyadaki operasyonlarına düzenli olarak tek bir parti dikkat ediyor diyebiliriz. Bir taraftan yaptıklarımızla gurur duyuyoruz ancak öbür taraftan hiçbir kurumun bu şirketleri açıkça kınayamaması çok talihsizce, çünkü bu işten çıkarları olduğunu gösteriyor.
Ancak kendi toplumlarında farkındalık yaratmaya çalışan sivil toplum örgütleri ve aktivistler çok iyi işler çıkarttı. Bunlara örnek olarak Quebec Yunan İşçiler Birliği ve Latin Amerikalı ilerici organizasyonları verebiliriz. Bu insanlar ve gruplarla eylemler düzenlemek, sosyal medya ve basın ile farkındalık yaratmak amacıyla işbirliği halindeyiz.
“Trudeau COP21 zirvesinde selfieler çekerken Trans dağlarındaki boru hattının uzatılmasını sağladı”
Kanada’nın dünyanın en çevreci ülkelerinden biri olduğu söylenir. Kaz Dağları’nda Toronto merkezli bir şirkete karşı protestolar düzenlenirken ana akım medyanın ve birçok büyük siyasi partinin sessizliğini nasıl açıklarsınız?
Maalesef Kanada’nın çevreci bir ülke olması bir mitten öte değil. Trudeau’nun ‘Bay Çevreci’ olarak görünmek için elinden geleni yaptığı doğru, ancak gerçek bundan çok uzakta. Örnek olarak Paris’teki COP21 zirvesinde selfieler çekerken Trans dağlarındaki boru hattının uzatılmasını sağladı. Bilim adamlarına göre sadece bu karar bile Kanada’nın COP21 hedeflerine ulaşamayacağı anlamına geliyordu. Skandal burada bitmiyor, boru hattını yapacak şirket projeden çekilince Trudeau hükümeti bizzat dünyanın en kirli fosil yakıtı olan yağ kumlarının çıkarıldığı Alberta’dan Pasifik kıyısına taşınması için bizzat 4.5 milyar dolar yatırım yaptı. Bunlar yetmezmiş gibi boru hattı yerel halkın yaşadığı bir bölgeden geçiyor. Burada yaşayanların fikri alınmadı ve boru hattı projesine karşı direnmekte zorlanıyorlar.
Kanada aynı zamanda yeni NAFTA anlaşmasına da imza attı. Bu anlaşma içinde madencilik şirketlerinin de bulunduğu büyük firmalara eğer kâr etmelerinin engellendiğini kanıtlayabilirlerse devletlere dava açma hakkı veriyor. Bu da demek oluyor ki çevreyi koruma adına yapılan denetleme daha da zorlaşacak. Bu anlaşma aynı zamanda ürünlerin yerel kaynaklardan değil, Meksika kadar uzak yerlerden geleceği anlamına geliyor. Bu da karbon ayak izini ciddi anlamda artıracak.
“Kapitalizm doğanın ve emeğin sömürüsü üzerine kuruludur”
Trudeau hükümeti ayrıca 2026’ya kadar ordu bütçesini yüzde 73 artırma kararı aldı. Bunun amacının eski savaş uçaklarını yenileriyle değiştirmek ve savaş gemileri inşa etmek olduğu belirtildi. Bu çevre konusuyla alakalı değil gibi gelebilir ama gerçek şu ki ordular dünyadaki en çevre kirletici kurumlar. Bir CF-18 jetinin uçtuğu her saat için 4.4 ton yakıt yaktığını unutmayalım. Kanada’nın Letonya, Mali, Suriye ve Irak’taki NATO görevlerine dahiliyetinin giderek arttığını düşünürsek sadece bir uçaktan ve sadece bir saat uçuştan da bahsetmiyoruz.
Bütün bunlar Kanada’da oluyor, oysa ki rahatlıkla gerçek bir yeşil ekonomiye geçiş yapabiliriz: Yeteri kadar alan var, kaynaklar var ve ekonomik açıdan gelişmiş bir ülke. Ancak gerçek bir yeşil ekonomi için insanlar ve gezegenimizin kârın önüne konulması gerekiyor. Bunun için kâr odaklı ekonomiden uzaklaşmalıyız, kapitalizm doğanın ve emeğin sömürüsü üzerine kuruludur.
Buradaki en önemli sorun şu: Ana akım medya ve Kanada hükümeti büyük bir illüzyonu ayakta tutmaya çalışıyor. Bu illüzyon kapitalist bir ekonomik sistemde doğayı koruyabileceğimiz illüzyonu. Onlar karbon vergisi ve yeşil kapitalizmin çözüm olduğuna inanıyor. Kaz Dağları’ndaki durum kapitalizm ve çevrenin yok edilmesinin el ele gittiğidir. Şirketler ve ana akım medyanın sakladığı da bu.