Değerli dostlar, cümlenizi canı gönülden saygı ve sevgiyle selamlıyorum.
Gerek Federasyonumuz olan “FDG”nin bileşen ve yöneticileri olarak, gerek duyarlı Dêsimli akademisyen, yazar, araştırmacı, işveren, sanatçı ve yurttaşlar olarak bir çoklarımız; “Dêsim fikriyatı”nı ön planda tutarak, zaman zaman çeşitli mekân ve örgütlülüklerde bir araya geliyoruz.
Malumunuz olduğu üzere, toplumumuzu ayakta tutan ve bugünlere taşıyan başta “dil ve inanç ve tarihsel” olmak üzere onu var eden değerler silsilesi, özellikle yetmişli yılların sonlarından ve doksanlı yıllarda “köy boşaltmalarıyla” tahribatı ve yok olma süreci başlamış, bugün ise hemen hemen had bir safhaya ulaşmıştır. Öyle ki bu bir “erozyon” gibi başlamış ve nerede duracağı bellidir. Yok olmaya giden bu gidişi bazı önleyici çalışma ve tedbirler ile önlemek ise bu değerlerin sahibi olarak bizi var eden bizlerin elindedir, başkasının değil.
Bu üzücü ve istenmeyen gidişe karşı ne yazık ki toplumumuzda hala yeterli ölçüde ve buna “dur” diyecek, “doğru temelde” bugüne kadar bir örgütlenme modeli geliştirebilmiş ve ortaya konulmuş değildir. Öte taraftan bu konuda bir mesafe kat eden, iyi bir yerde duran ve “Dersim 1937-38 Sözlü Tarih Projesi” gibi halkımızca büyük bir teveccühe mazhar olan bir çalışma yürüten Federasyonumuz olan “FDG (Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu)”nun içinde bulunduğu durum ise hepinizin malumu olduğu üzere şu sıralar çok üzücü.
Federasyonumuzun, başta bu çalışma olmak üzere toplum adına daha yapılması gereken birçok çalışma sırada olduğu halde, maalesef bu içinde bulunduğu durumdan dolayı (ayak bağı olabilecek bir şekilde bazı şahısların, şahsi çıkar ve kariyerlerini ön plana çıkarılmalarından dolayı) tüm bu işleri yapamamaktadır. Öte taraftan, Ortadoğu ve Türkiye’de yaşanan “dram” sonucu bölgedeki tüm halkları tehdit eden menfi gelişmeler sonucu; belki de tarihte hiç olmadığı kadar toplumca bir “gelecek” kaygısı içerisindeki endişelerimiz had safhaya varmıştır.
Bu sebeplerden ötürü; “Dêsim”e dair ufukta görünen tehlikeleri görerek, Dêsim halkının kendi içlerinde vukuu bulan bu sorunlarını bir an önce çözümüyle, Dêsim’i bekleyen tehlikelere karşı alınacak tedbirleri tayin ve tespit etmek Dêsimliler için kaçınılmaz bir zorunluluk halini almıştır.
Aynen, Dêsim sevdalılarının “1994-95” senelerindeki köy yakmaları ve boşaltmalarına karşı verilen mücadele gibi, bugün de benzer sorunlara karşı o gün geç kaldığımız örgütlülüğümüze dair hatayı bugün tekrarlamamak şartıyla, gerekenleri tez elden yapmamız gerekiyor. Bu toplum o gün, “küllerinden yeniden doğdu”. Bugün daha hazırlıklı bir şekilde bu ve benzer sorunları daha rahat aşacağımızı düşünüyor ve inanıyorum.
İşte böylesi bir “ruh” ve “heyecan” ile ama eskisinden daha da büyük bir birikim ve tecrübeyle, bilinçli adımlar ile bir “Mısletê Dêsim/Dêsim Meclisi” oluşturmaya varacak olan “Girişim”i başlattık ve bu çalışma bir plan ve program dahilinde yol almaya devam etmektedir.
İşte, bu çalışmalar sonucu, gelecekte kurulması muhtemel olan, arzu edilen, “Dêsim Meclisi”nin oluşmasına dair, bu çalışmaların başlatıldığı günden bugüne kadar ve hala bu çalışmaya bulundukları her yer ve konumda katkı sunan tüm saygı değer dostlarıma buradan şükranlarımı sunmak istiyorum.
Keza hayat meşgalesinin bizleri zorladığı günümüzde, kendi çalışma ve ailelerimize ayıracağımız zamanlardan büyük bir özveriyle hep birlikte feragat ettik. Günümüz koşullarını göz önüne aldığımızda bunun öyle kolay ve herkesin yapacağı bir şey olmadığı ise aşikârdır.
Bu konuda (Mıslet/Meclis Girişimi) başta Türkiye olmak üzere Almanya, Fransa, İngiltere, Danimarka, İsviçre ve Avusturya’dan canlarımız, birbirinden değerli çok önemli öneri ve görüşlerini bizlere sundular, sunmaya da devem ediyorlar.
Bu vesileyle tekrar tekrar, “Dêsim Meclisi-2016 Girişimi” çalışmasına dair hazırlıkların başladığı günden, oturumların yapıldığı “19-21 Şubat 2016” günleri ve sonrası süreçte; bu çalışmanın nasıl ve hangi yol-yöntem, prensip ve ilkelere göre yürütülmesi konusunda bizden mesleki tecrübe, deneyim ve önerilerini esirgemeyen kıymetli ve saygıdeğer “Dêsim sevdalısı” tüm dostların varlığı çok mutluluk verici olmakla birlikte, geleceğe dair hepimizi umutlandıran bir durum oldu.
Sadece düşünce ve fikirleriyle değil en önemlisi de “yürekleri ve gönülleriyle” yanımızda duran, bu konuda desteğini esirgemeyen hemşerilerimizden dostlarımız, arkadaşlarımız oldu. Bu minvalde özel olarak bir teşekkürü de, “19-21 Şubat Girişim” toplantısına katılmayı çok arzuladıkları halde mecbur sebeplerinden ötürü buna katılamayan başta Ercan Gür olmak üzere Remzi Aydın, Doç.Dr. Şükrü Aslan ve diğer dostlarımıza iletirim. Sağ olsunlar, var olsunlar!
Başlangıçtaki süreçte “Dêsim Mecslis”nin oluşturulması önerisi gündeme geldiğinde ve bu öneriyi getirenlerle birlikte geçici olarak oluşturdukları “Çağrı Komitesi”nde görev alan fakat gelişen süreç içerisinde “Dêsim Meclisi”nin oluşmasını engellemek isteyen bazı şahısların, haksız sözlü saldırı ve hakaretlerine maruz kalan arkadaşlarıma da ayrıca sonsuz şükranlarımı sunarım.
Komitedeki görevlerini ve onurlu duruşlarını Dêsimlilere yakışacak biçimde sürdürme konusunda kuşkuya düşmeyen, her biri birer “Dêsim sevdalısı” olan bu aydın ve yazarlarımızda, toplumunuzun neferlerinden Haydar Beltan, Hüseyin Dedesoy, Hayri Dalkılıç, Kazım Gündoğan ve Remzi Aydın dostlarıma da gösterdikleri bu kadirşinaslık ve vefadan dolayı ne kadar teşekkür etsem de azdır.
Bu dostlarımız bilsinler ki, isimleriyle, itibarlarıyla bu duruş ve görüşleriyle toplumun yürek ve vicdanında şimdiden müstesna yerlerini almışlardır. Öte taraftan bu zorlu süreç karşısında gösterdikleri sabır ve bilge duruşları da bize yol göstermesi açısından kanımca takdire şayandır.
Aynı şekilde “19-21 Şubat Toplantısı”nın yerini ve gelen misafirlerin ağırlanması çalışmasını büyük bir özveri ile yerine getiren “Mannheim Derneği”mizin tüm üye, yönetici ve bileşenlerine de bu katkı, çaba ve değerli emeklerinden dolayı teşekkürlerimi sunarım.
Sonuçta, ileride teşkil edilmesi muhtemel olan, “Dersim Meclisi”in bundan sonraki seyri; tüm vicdan sahibi ve duyarlı Dêsimlilerin elindedir. Öyle inanıyorum ki, bu “Meclis”in oluşumu, Dêsimlilerin özlediği ve Dêsim’in öz değerleriyle yeniden canlanmasına ve hayat bulmasına katkı sunacaktır.
***
Yeri gelmişken, şu naçizane görüşlerimi de değerli zamanınızdan ödünç alarak sizlerle paylaşmak istiyorum:
Dêsimliler gencinden, yaşlısına kadar hepsi birbirinden değerli şahsiyetler olmakla beraber; aynı zamanda hepsi birer bilge, profesör, sosyolog, antropolog, siyaset bilimcisi, öğretmen, doktor velhasıl halkın hem öğretmeni ve hem de öğrencisidirler.
Bu temel üzerine olsa gerek Dêsim insanı, Türkiye’deki okuma ve eğitim sıralamasında hep ön sıralarda yer almaktadır. Ben, Dersim gençliğinin bu ön sırayı, birinciliği kimseye bundan sonra da kaptırmamasını diliyor ve temenni ediyorum. Bu yönüyle de onur sahibi, dik duruş sergileyen tüm Dêsimlilerden gurur duydum ve duymaya da devam edeceğim.
Ama içimizden bu onurlu ve dik duruşu sergilemeyenleri de, yine Dersim halkının ve Dêsimlilelerin sorgulayarak, bunları toplum vicdanında pekte takdir edilecek bir yer ve konumda değer vermeyeceğine olan inancım tamdır.
Yüreğimden geçenleri size döküp paylaştıktan sonra, “Dêsim Meclisi”ne dair “19-21 Şubat 2016 Girişim” toplantısın bugüne gelinen süreçle alakalı naçizane görüş ve önerilerimi de ayrıca sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Dêsim’38 Soykırımı”ndan sonraki nesiller (jenerasyon) ve Dêsim gençliğine dair”
- –Gücünü ve kaynağını “Dersim Alevi-Kızılbaş” inancı-yaşam felsefesi ve kültüründen aldığımız bilinç ve terbiye gereği, “Türkiye Sosyalist-Devrimci ve Kürt Ulusal Hareketleri”nin Türkiye halklarına, Cumhuriyet’in kuruluşuyla beraber dayatılan “sömürü, inkâr ve haksızlığa” karşı mücadelelerinde bugüne kadar içinde yer alarak hep en ön saflarda mücadele verdik.
Verilen bu mücadeleden bir Dêsimli olarak gurur duyduğumu özellikle vurgulamak istiyorum. Bu doğru bir şeydi fakat bize pahalıya mal olduğuna da belirtmek isterim. Başımıza gelen bu büyük felaketle ilgili tarihsel “yüzleşmeyi”, Türkiye’de yapılacağını düşünerek ve uğruna mücadele verdiğimiz “Devrim”den sonraki bir zaman dilimine ertelemiştik. Hatta birçoğumuzda; gerçekleştireceğimiz “Devrim” ile bunun intikamını da bir nevi almak düşüncesindeydik. “Eğriye eğri, doğruya doğru!” belki tek başına değil ama gerek tarihsel birikim, inanç ve buna dayalı yaşam felsefesinin etkisi ve gerekse bu “travma”nın etkisiyle “devrim” yolunda en ön saflarda yer aldığımızı kimse inkâr edemez. Asgari müşterekte bu psikolojinin bizi hep baskıladığını ve yönlendirdiğini söyleyebilir.
Neticede bir şeyi yapmaya ve başarmaya çalışırken kendimize dair en önemli şeyi (değerleri) ihmal ettik. Bunu, birçoğumuz bu sonraki yıllarda (doksanların başı) anladık. Dêsim halkına karşı yapılan “mezalimi ve soykırımı” araştırmak, bunu Türkiye ve dünya kamuoyuna taşıma görevimizi şimdiye kadar layıkıyla yerine getiremedik. Elbette bu “düşünmememiz, bu kendini kaptırma hali” bizim bilinç düzeyimizden kaynaklanan bir sorundu. Bunu, hiç gocunmadan bir “özeleştiri” olarak açık yüreklilikle ifade ediyorum.
Ama aynı zamanda, dünya ölçeğindeki diğer “devrimci” hareketlerinde böyle bir yönü olduğunu, bir nevi toplumları uğruna kendi değerlerini söküp atarak kendine yabancılaştıklarını; dünyada hüküm süren “emperyalizm” arasındaki amansız mücadelenin bu tür çelişkileri doğal olarak barındırdığını da ayrıca belirtmek isterim. Yani bu içine düştüğümüz durum; sadece bizlere, toplumumuza münhasır bir durum değildi.
Doğası gereği süreç böyle işlemektedir. Elbette tersi de olabilirdi, ama olmadı. İşte şimdi de görüldüğü üzere tüm bu hatalar bizlerin içinde bulunduğu bir birlik ve beraberlik anlayışı ile “öze dönülmesi” noktasında içinden çıktığımız toplumun değerleriyle tümden “sahiplenmesi“ söz konusudur
Bu sahiplenme, “Dêsim fikriyatı” çerçevesinde ele alınıp yerine getirilmektedir. Geç kaldık ama ne yazık ki, elden gelen bir şey yok. “Zararın neresinden dönülürse kârdır”, demişler. Bizimki de böyle bir şey işte.
Bu tarihi hatırlatma ve öz eleştiriden sonra konumuza tekrardan dönecek olursak;
“19-21 Şubat toplantısı”na dair ve akabinde kurulması amaçlanan “Dêsim Meclisi”nin oluşturulması sürecinde, bu çalışmanın ete kemiğe büründürülmesi hususunda, bugüne kadar bunun nasıl, hangi yol ve yöntemlere dayalı bir işleyişle (Anayasa, tüzük, toplumsal sözleşme vs.) yapılması gerektiği gibi konularda, birçok dostum birbirinden çok değerli birçok görüş ve öneriler dile getirip bize ilettiler.
Bu değerli dostlarımın hepsine ayrı ayrı tekrardan teşekkür ederim. Elbette hepsi birbirinden değerli ve kıymetli fikir ve öneriler ortaya koydular, koymaya da devam ediyorlar. Bu görüşlerde hiç bir yanlışlık yok ama Dêsimlilerin şu anda içine girdikleri fazlaca bir tartışmaya ve böyle bir “Dêsim Meclisi”nin kurulmasını uzun bir zamana yayma lükslerinin de olmadığı kanısındayım.
Çünkü Dêsimlilerin çok acil sorunlarının varlığı, bunların çözüm şekline dair bir an önce kafa yormamız ve bunu gündeme taşımamız gerekmektedir. Ayrıca “Dêsim Meclisi”nin teşkili konusunda, bunun çok detaylı ve kapsamlı bir tarzda, aylarca tartışmaya ve birçok toplantı yapmaya gerek olmadığı kanısındayım.
Açık olunmayan konular üzerine mutlaka tartışılmalıdır ama çok açık bir şekilde bize karşı gelişecek tehlikeler varken ve bunlar görülüyorken, bu tartışmalarla kendimizi oyalayıp zaman kaybetmeyelim, derim.
Gelinen bu süreçte biz Dêsimliler, hem Türk devleti ve Erdoğan hükümetinin,hem PKK’nin ve hemde İŞİD’in şu anda Dêsim’i hedeflediklerini ve top yekûn hedef alıp bir “yok etmek” için uygun bir zamanı ve fırsatı kolladıkları, tehlikesini görüyor ve sezinliyorum! Bu sebeple, Dêsim’inde bugün Güneydoğu’dakine benzer bir çatışma ve yıkım sürecine çekileceğine dair endişeler taşıyorum.
Böyle bir potansiyel tehdit ve tehlike söz konusu iken, bizim buna yoğunlaşıp tedbir almamız lüzumu belirmişken, bizler bunu yapmayıp kendi içimizden kaynaklanan ve bir tartışmayı uzatmanın pratikte ve ileride topluma bir yarar getirmeyeceği neredeyse kesin. Üstelik halkımızın yaşadığı coğrafya sadece bu türden “siyasi” tehlikelere maruz değildir; başta dilimiz ve inancımız olmak üzere doğamızı bekleyen tehdit ve tehlikelerden “maden çıkartma, baraj, HES” gibi tehlikeler şeklinde beliren daha bir çok sorun gelecekte bizleri beklemekte.
Bu yetmiyormuş gibi yıllardır maruz kaldığımız “Türkleştirme” amaçlı asimilasyona bir de son otuz yıldan az olmamak kaydıyla Kürt siyasi çevrelerinin bize uyguladıkları bir “Kürtleştirme” asimilasyonu ile karşı karşıyayız. Bunun da altını çizmekte fayda var.
Hadi ilki neyse, ya bu ikincisi; bu ikincisi, “kabullenilmesi” açısından toplumumuza ağır gelen ve hiç beklenmeyen bir olgudur. Keza “dostun tokadı ağır gelir” misali bir durum söz konusu. Üstelik “yok sayılan” bir halkın ve yıllarca beraberce her türlü cephede “siyasi mücadele” verdiğimiz bir halkın sözüm ona siyasi temsilcilerince bize reva görülüp dayatılan bir olgu olması açısından.
Sonuçta bu baskı ve basınç sonucu “Dêsim kültürü” gençler üzerinden siyasete alet ediliyor ve yozlaştırılıyor. Dêsimliler gençlerine el atılmak suretiyle (sahipsiz ve bilgiden yoksun bırakılırlarsa olacak olan budur) kültürel olarak kendisinden kopartılıp uzaklaştırılarak, manevi olarak kendine yabancılaştırılıp, kültürel olarak yoksullaştırılıyorlar. Misal; siz hiçbir yaşlı Dêsim kâmlinden “Newroz” diye bir kelime duydunuz mu? Duymazsınız. Keza bu “baharı karşılama” bayramı bizde “Hewtomal” şeklinde bulunmaktadır, ritüelleri de siyasi tema içermez.
Bunca olumsuz gelişme karşısında, bunca şey yaşanırken Dêsimlilere kim ve hangi kurum var, sahip çıkan veya bunu ne kadar doğru temelde, siyasi çıkar gözetmeden yapıyorlar? O halde, bu gidişe bir “dur” diyecek olan, bu gidişin yönünü değiştirecek ve bu şekilde geleceğine sahip çıkacak olan çıkar yol, Dêsim toplumunun yine kendi kurum ve örgütlemelerini doğru temelde ve günün koşullarına, realiteye uygun gerçekleştirebilmesinden geçmektedir.
Buna somut bir örnek vermek gerekirse:
İşte Pulur’da (Ovacık) birçok Dersim sevdalısının, hiç bir karşılık beklemeden kurdukları “Munzur Suyu” üretimi. Toplum ekonomisi ve tanıtımı için tarihte en yoksun olunan alanlardan biri olan bu, “ekonomik” yatırımın durdurulmasını örgütleyenler, ve kendilerine sözde “devrimci” diyen, toplumun çıkarını değil “ideolojik” ezber ve çıkar doğrultusunda neler yaptıkları geçen yıldan beri birçoğumuzun malumu. Hani “çevre kirleniyor” deseler, yine de anlarız. Fakat iş işverenle işçi arasında çözümlenme yoluna girmek üzereyken her evrede “sendika” devreye girip işi çıkmaza ve neredeyse fabrikanın kapanmasına kadar götürdü.
Neticede “sendika” gelen baskılara ve bu yönden gelen “ideoljik davrandığı” şeklindeki eleştirilere fazla dayanamadığından, işi biraz olsun gevşettiğinden ve işçileri de iradesine kulak verdiğinden bu iş çözülmüş oldu. Burada bu türden “ideolojk” davranmaya ve bu kadar katı (yüksek ücretler) talep etmenin bir gerçekle uyuşur bir yönü ve anlamı yoktu. Nerdeyse onlarca işçi işinden ve toplum bir çok esnafa katkı sunan, Dêsim’in de bir tanıtım aracı olan “ekonomik” bir faaliyetten yoksun kalıyordu.
“Munzur Su” işletmesinde çalışan 40 civarında işçi, hiç kimseye muhtaç olmadan evinin geçimini sağlıyorken, böyle bir riskle baş başa kaldılar. Burada amaçlananın; ”işçilerin hakkı ve mücadelesi miydi yoksa sendikanın ideolojisinin çıkarı ve bu uğurda işçileri kullanarak verdiği mücadele miydi?” Bunu iyi görmek ve bu ayrımı buna göre yapmak gerekti.
Neticede Dêsim Vacuğê/Ovacık’ta kurulmuş olan Munzur Su Fabrikası; ekonomik olarak Dêsimlinin kendi alın teri ile çalışarak, Dêsime ve kendisine, geleceğine sahip çıkmanın ekonomik teminatının yollarından biridir.
Bununla beraber, Dêsimde hayvancılığın geliştirilmesine ve küçük çaplı üretim yerlerinin açılmasına, dolayısıyla; Dêsimin köylüsü, emekçisi ve işçisi Dêsimden göç etmek zorunda kalmaz! Dêsim’de kalarak dilini konuşarak, inancını yaşayarak, coğrafyasına sahip çıkarak ve bu şekilde değerlerini yaşatır. Hatta göç etmiş olanlar dahi geri gelirler.
Bu iş, bu şekilde “zincirleme” birbirine bağlıdır. Sanırım bazı kesimler, ya bunu görmüyor ya da böyle bir dertleri olmadığı için bunu görmek istemiyorlar. Bunu da burada bu kesimlere “tatlı” bir eleştiri olarak ifade etmiş oldum.
İşte “Dêsim Meclisi” olmuş olsaydı; Dêsim halkının bu türden sorunlarına “Dêsim fikriyatı” temelinde doğru ve yerinde bir yaklaşım gösterip sahiplenecekti. O vakit, sorunların çözümü “temsili” olduğu için bizzat halkın iradesi bir “hakem” gibi yansıdığı için daha kolay olurdu.
Munzur Su’daki gibi beliren ve hatalı bir yaklaşımla neredeyse bir ekonomik değerin toplumun elinden yitirilmesi riskiyle, bu kadar karşılaşmazdık. Kimseyi önyargılı ve bir bilgi olmadan suçlamak istemem ama sanır mısınız bölgeye gözünü diken “su tekellerinin” bu işte bir çıkarı yok! Bu işler pek ala mümkündür.
“Mısletê Dêsim/Dêsim Meclisi”nin nasıl teşekkül edilmesi ve faaliyetlerine dair önerilerim:
- “Dersim Meclisi”, siyasi ve ideolojik yönelimlerine bakılmaksızın tüm Dêsimlileri, halktan onay aldıkları ve seçilmeleri halinde herkesi kucaklayan bir yapıda (oluşum) teşekkül edilmelidir.
Dêsimi siyasi parti ve kurumlarını ise bu çatı altında temsilcileriyle temsil edilebilirler. Şayet seçilebilmeleri önünde bir sorun olursa, bu durumda belirlenmiş bir “kontenjan” da ayrılabilir. Seçilebilme ilkeleri tayin edilirken, katılımı sınırlayan, seçilip gelmeye “yüz kızartıcı suçlar” haricinde bir engel konulmamalıdır.
Bu durumda ve bu temelde Dêsim Meclisi; Dêsimlilerin var olan sorunlarının çözümü ve bu sorunların üstesinden gelmek için bir lokomotif görevini üstlenecektir; topluma yol gösterici ve sorunlar karşısında çözüm üreten bir yapı olarak. Nihayetinde tüm bunların yarattığı sinerji ile bir nevi bir “ülke parlamentosu” gibi çalışacak hatta “yerel” düzeyde bir “yasama işlevi” görevini de görecektir.
Dêsim Meclisi, temelde “Dêsim fikriyatı” konusunda kaygıları ön planda tutan genel bir “siyasi birliktelik” olduğundan bu teşekkül; mevcut ülke siyasi partilerinden temsilcilerin bulunduğu (meclis üyesi) Belediyelerin sevk ve idaresi ile karıştırılmamalıdır.
Dêsim Meclisi’ni oluşturan üyelerin; kendilerini “Dêsimi kurumlar” olarak adlandıran vakıf ve dernekler başta olmak üzere köy dernekleri, işçi-işveren, sanatçı, ocak zade-dede, gazeteci ve akademisyenler gibi daha birçok meslek gurubundan temsilci düzeyinde üyelerden oluşmasına azami dikkat ve önem verilmelidir.
Bu şekilde bunların kendilerini bu Meclis’te kurumsal olarak temsil etmelerine imkân vermelidir. Ayrıca bireysel olarak da işçi, köylü, esnaf, işsiz vs. kesimlerden temsilciler seçime girip seçilip gelebilirler. Amaç katılımı mümkün olduğunca geniş fakat ilkelere sahip çıkacak derecede nitelikli tutmak olmalıdır.
- Dêsim Meclisi’nin oluşması, şimdiye kadar Dêsim adına faaliyet yürüten hiç bir sivil toplum kuruluşunun, çalışmalarını sonlandırılması veya tasfiye edilmesi anlamında düşünülmemelidir.
Bilakis bu kurumlar burada sanki bir “Federasyon” çatısı altındaymış gibi düşünülmelidir. Bu şekilde toplumumuzun en çok ihtiyacı olan optimum derecede “güç birliği, konsensüs ve uzlaşma” da tesisi edilmiş olur.
- Dêsim Meclisi, “Dêsimi kurumlarını” halk temsilcileriyle beraber bünyesinde barındıran bir “üst yapı” olmalıdır.
Dêsim Meclisi, tüm bu kurumların buluştukları ve toplumsal çalışmalarda bulundurdukları, bunu temsilcileri vasıtasıyla (kontenjan) yaptıkları bir yer olmalıdır. Bu olmazsa olmaz ve etik olarak bir “toplumsal sözleşme” gibi algılanmalıdır. Neticede Dêsim Meclis’i; “Dêsim fikriyatı”nın cisimleşmiş bir “ruh” halidir. Bunu kabul etmek şartıyla dileyen kurumlar bu “kontenjan” hakkını kullanabilirler, dilemeyen ise kullanmazlar. Neticede, “Dêsim fikriyatı” ve değerlerine dair bir kaygısı olmayan kurumların (yapıların) ve de şahısların böyle bir “temsiliyet”te yer alması gerekli olmadığı gibi bu durum, kuruluş ilkelerine de aykırı olur.
- Dêsim Meclisi, Dêsim’e dair sorunların çözülmesi işini “temsilci üyeler” vasıtasıyla yerine getirmelidir.
Dêsimliler adına ama aynı zamanda tüm Dêsimliler ile beraber, var olan sorunların üstesinden gelmek için gereken adımların atılmasına dair çalışmaları bünyesinde kurduğu “komisyonlar” vasıtasıyla örgütleyip pratiğe dökmelidir.
- Dersim Meclisi,Dêsim coğrafyası üzerinde her türlü şiddetin (Devlet, PKK ve sol gruplar vs.) son bulması için gereken adımları atmalıdır. Bunu “ilke ve sıfır tolerans” haline getirmelidir.
- Dêsim Meclisi, Dêsim’deki devlet okullarında, Zonê Ma (Kırmancki/Zazaki)’nin okutulması için gereken girişim ve çalışmalarda bulunmalıdır.
- Dêsim Meclisi, Dersimde yapımı planlanan baraj ve HES’lerin iptal edilmesi ve toptan doğanın ve coğrafyanın korunması için gerekli çalışmaları yürütüp organize edecek komisyonlar oluşturmalı ve bu işi yakından takip edip değerlendirmelidir.
- Dêsim Meclisi, “Alevi-Kızılbaş” Dêsim-Kırmanc inancının asimile olmaması için; her ilçeye ve köye bir “Cemevi”nin yapılması türünden gerekli çalışmaları örgütlemeli ve türlü çareler arayışına girmelidir.
Alevi -Kızılbaş Dersim halkının inancının asimile olmaması ve kendi özüne sahip çıkması için gerekli çalışmaları ortaya koyacak tedbirler almalıdır.
- Dêsim Meclisi, Dêsim Kültürünün yaşatılması için Dêsim halkının ve özellikle gençliğin desteği ile kültürel etkinliklere ve yöresel festivallere ağırlık vermelidir.
Her yıl ve günlerinde Gağan, Rozê Xızıri, Howtemal gibi etkinliklerinin yapılması için faaliyetler çalışmalar organize etmelidir. Bunlar; özellikle okullu çocuk ve gençlere yönelik, onlarla buluşulacak ortamlarda tiyatro vs. etkinlikler olabilir.
10- “Dêsim 1937-38 trajedisi ve soykırım”ı ile “yüzleşmek” ve bu büyük acının Türkiye ve dünyaya kamuoyuna doğru olarak anlatılması, duyurulması ve başta “katliam yerlerine anıtlar” olmak üzere seminer, anma gibi muhtelif çalışmalar yapılmalıdır.
Ne zaman ki,1994 ve 1995 yıllarında Türk devleti askeri ve polisiyle birçok köyümüzde evlerimizi başımıza yakarak ve yıkarak Dersim halkını zorla göçe zorladı; o zaman aklımız dank etti. Neredeyse “üçüncü tertele” sayabileceğimiz -hatta “nüfus göçü” açısından birinci derece sayılır-Dêsimliler bu tarihten sonra çeşitli dernek ve kurumlarda örgütlenmeye başlayıp buna karşı durmaya ve mücadeleye çalıştılar fakat ne çare ki geç kalmışlardı. Bu sebeple “Meclis”, toplumu “sahiplenme” konusunda bu boşluğu dolduracak bir işlevselliği yerine getirmelidir.
Son olarak :
1900’lü yılların başlarından itibaren başta Abdülhamit’in “İstibdat yönetimi” olmak üzere, akabinde İttihatçı Türkler, Dêsim’e sefer üstüne sefer düzenlediler. Akabinde ardılı olan “Kemalist rejim” kadroları, Dêsimlileri “Türkleştirmek” için “1938 Soykırımı”na başvurdular. Toplumsal varlığımızın temeli olan dilimiz ve inancımız da ortaya konulan ve dayatılan zorunlu “eğitim-öğretim” programıyla bunu günümüze dek hala sürdürmektedirler.
Bu yetmiyormuş gibi bir de “Kürt siyasi hareketi” ve solcu gruplar da 1970’li yıllardan itibaren farkında olarak ya da olmayarak buna benzer “melun” bir işin içine girdiler. Dêsim gençliğini kendi siyasi-ideolojik mücadeleleri için bir basamak olarak kullanmaktan ve sömürmekten (militan devşirmekten) kullandılar ve bunu hala da sürdürmektedirler.
Bu tutumlarında sanki devletle ele ele vermişçesine Dersimi bitirmek için, ellerinden gelen gayreti türlü yol ve yöntemler ile sergilemişlerdir. Tüm bunlar sonucu bu gidiş; toplumumuzun bireyler düzeyinde hızla “kendine yabancılaşma”sını ve başka ideoloji ve etnisitelere dahil olmasını beraberinde getirmek suretiyle, büyük bir toplumsal çöküntü erozyonunun yaşanmasına yol açtı. Bugün Dêsimliler ekseri çoğunlukla bir “kimliksizlik-kimlik bunalımı” ve çıkmazı içindedirler. İşin doğrusu birçoğu bu hastalıklarının ve gerçekliğin farkında bile değildir.
İşte, Dêsim’in değerlerine kavuşarak, onları yeniden tabiri caizse “küllerinden doğarak” var olması ve kendini idame ettirmesi gerekmektedir. İşte, “Dêsim Meclis Girirşimi-2016” ve akabinde “Mılsetê Dêsim/Dêsim Meclisi” oluşturmaya dönük şu sıralar yol alan çalışmalar, tüm bu sorunlar karşısındaki rahatsızlığın artık taşınma ölçülerini aşması ve bunun bir “aydın” tavrıyla ortaya konulmasından başka bir şey değilmiş. Demek ki zaman, bu zamanmış.
Tüm bu ve yukarıda sıraladığım ihtiyaçlara binaen ortaya çıkmış, toplumu toptan “temsiliyet” düzeyinde sahiplenmek ve onun var olan sorunlarını ele alıp bunları çözerek geleceğe taşıma işlev ve vasfını görecek bir “Dêsim Meclisi”nin gerekliliği artık günümüzde kaçınılmaz ve “mutlak” bir toplumsal ihtiyaçtır.
Bu sebeple, bu “Meclis” mutlak suretle teşkil olunmalıdır. Bu Meclis,in tüm yerelde örgütlü Dêsimi kurumlar ve halkın desteği ile “Avrupa ve Dünya’nın diğer yerlerindeki Dêsimlileri de dahil etmek üzere, ayırımsız bir an önce oluşturulması yoluna gidilmelidir.
Ancak bu şekilde, yıllardır “Dêsim’i yok edip ortadan kaldırmaya amade olmuş, “Türk –İslamcı” sentezin artık devlet dışında da “silahlı olarak örgütlenerek” toplumumuza gelecekte bir tehlike olarak yönelmesine dair bir hazırlık ve bunu önleyici bir görevi ancak bu “Meclis” bir karar mercii ve faaliyet alanı olarak böyle bir tehlikeye karşı tedbirleri yürürlüğe koyarak önleyebilir.
Şayet biz Dêsimliler, AKP iktidarı altında himaye edilen “IŞİD” türevi yapıların tehlikesini yeterince ve zamanında fark edip bunu ciddiye alıp, çocuklarımızın geleceği için çareler arama yoluna gitmez isek, o vakit; yarın geç kalmış olmanın sonucu Ortadoğu’da, başta Ezidi halkı ve Sabekler olmak üzere diğer mazlum halklar gibi katliama uğrama sonucu, dağıtılıp yok olmayla karşı karşıya kalabiliriz!
Bu sebep bile, bu işin “Meclis” boyutuyla ne kadar zamanında yapılmasının hayati derecede gerekli olduğunu, ortaya koyması açısından yeter de artar bile.
Bu açıdan Dêsimliler (Dêsim halkı) çok güçlü bir şekilde, ama yönü belli olan, dik duruşları ile “küllerinden yeniden var olma-yaşam” bulmalıdırlar! Bunu yapacak olan da tek tek hepimiziz. Bunun en kestirme yolu da, değişen dünyada artık bugün halklara başka çıkar yol bırakılmadığı için bu yazının konusu ana hatlarını çizdiğimiz “DÊSİM MECLİSİ” şeklinde örgütlenmesinden geçer.
Toplumsal bir sorun olduğu için, bir temenni olarak da:
Bu “Mıslet/Meclis”in fikri temelleri ve öncülüğünü çoğunluk olarak bizler Avrupa’da yaşayan Dêsimliler tarafından örgütlenip organize edildiğinden, bizlerin hala devam eden bir sorunu olan ve “FDG” kurumsal öncülüğü ve himayesinde tüm Dêsimli hemşeri ve dostların katkılarıyla vücut bulan ve hala sürdürülmeye çalışılan fakat neticelenmesine ramak kalan, “Dêsim 1937-38 Sözlü Tarih Projesi”ne dair yaşadıkları sorunlara da el atması ve bu konuda bir nevi, bir “Danışma Meclis ve hakem” işlevi görmesidir. Keza toplumsal olarak bu önemli ve geleceğimizi ilgilendiren projede bazı şahısların, “Dêsim 1937-38 Sözlü Tarih Projesi”nin mülakat ürünlerini gasp etmelerinden ve Federasyon (FDG) yönetimine vermemelerinden dolayı,bir fikir ayrılığına düşmüş ve bunu ne yazık ki “kendi toplumumuzun” hakemliği yerine “Alman Mahkemeleri”ne taşımış durumdayız. İşte “Meclis” denilen olgunun varlığı ve gerekliliği bu tür sorunların çözümü ve yol alması için de bir ihtiyaçtır.
Öte türlü, sorunlu ve travmalı bir toplumun üye ve bireyleri olarak, bu hastalığımızı kurumsal çalışmalara da taşıdığımızdan, ele aldığımız bir çalışmayı sonuca götürme şansından hep yoksun kalırız. Neticede “DSTP” FDG’nin Dêsim halkı kamusalına ait bir çalışma olduğundan, bunun kurum işleyişi manipüle edilmek suretiyle alt üst edilerek, kişisel olarak “gasp edilmesine” gönlüm razı olmamaktadır. Toplumda da bu konuda kimin “haklı, haksız” olduğuna bakılmaksızın genel olarak bir rahatsızlık sahibi olduğundan eminim. İşin kötüsü, biz Dêsimlilerin geleceğini ilgilendiren ve tarihte ilk defa bu kadar bilimsel temelde ele aldığımız “1938’in gözü yaşlı ve yetim çocuklarının acıları” üzerine inşa ettiğimiz bu proje, bu şekilde yarım kalan bir akabe uğrarsa toplumun, başta FDG olmak üzere bu türden örgütlenmiş kurumlara itibarı kalmayacaktır ve artık maddi, manevi bir destek sunma noktasında tamamen küsüp sahipsiz kalacaktır.
O halde umarım tez zamanda teşkil olunur, “Mısletê Dêsim/Dêsim meclisi” kurulduğu zaman, ilk sınavı bu “DSTP” olacağı kanaatindeyim. Bir diğer önemli belki de öncelik sırası DSTP’nin önüne geçecek olan Ortadoğu, Türkiye, Güneydoğu ve Dêsim” sorunu olacaktır.
O vakit toplumumuz bir güvene kavuştuğu gibi gerek onu etkileme potansiyeli olan olumsuz gelişmeler karşısında gerek toplumsal çalışmalarda (DSTP gibi) “Dêsim halkının iradesine dayalı” böyle bir hakemin (Dêsim Meclisi) yol ve yönlendirmesine, kimsenin şahıs ve gurup düzeyinde karşı durabileceğini, Desime ve Dersimlilere bir kötülük yapmaya cesaret edeceğini sanmıyorum.
“Mısletê Dêsim/Dêsim meclisi”nin, değerli Sekretarya üyelerinden istirhamım, şimdiye kadar “Mısletê Dêsim/Dêsim meclisi” nin oluşturulması üzerine öneri ve görüş getiren tüm dostlarımızın,görüşlerini değerlendirerek,gelecek tarihlerde yapılacak 2. “Mısletê Dêsim/Dêsim meclisi” toplantısına tezler şeklinde sunmalarıdır.
(Almanya, 10.04.2016)
Bımanê weşiye de; kalın sağlıcakla!
İSMAİL YÜCEER (dersimli1938@web.de)
“Koordinasyon Yürütme Kurulu” olarak bizlerden,yani “Désim Meclisi” birinci hazırlık toplantısına katılanlar ile katılamayanların “Désim Meclisi ” hakkında ne düşündüğümüzü öğrenmek için üç şık altında yazı yazıp düşüncelerimizi öğrenmek istiyorsunuz. O halde 1.şıktan başlayarak düşüncelerimi sizlerle paylaşayım.
1.) Désim Meclisinde Ne Anladığım:
Ben şahsen böyle bir çağrışım duyduğumda çok duygulanmışdım,bu girişiminde bulunan arkadaşları da en içten kutlamak oldu.Ortada resmi anlamda kurulmuş bir meclis olmamasına rağmen,sembolik de olsa , Désim’e sahiplenme anlamını çağrıştığı için,dili,inancı,kimliği,coğrafyasıyla beraber bir çok yönüyle qerqelede (ölümle kalım arasında gidip gelen) olan Désim’i belki yeniden hayata döndermeğe vesile olur diye bende bir umut oluşturdu.Bu Sembolik Meclisin ,seçilmemişlerin seçenlerini henüz seçmediği sembolik bir meclis olduğunun bilincindeydim.Günün dayattığı şartlardan dolayı,Désim’i yine ciddi anlamda yeni soy kırım tehlikeleriyle sarıldığı sonucunu çıkaran duyarlı arkadaşlarımızın bir hamledi olarak algıladım.Çok da yerinde bir tavırdı,takdire şayan bir çıkış olarak buldum.Şimdi ikinci şıkınıza gelince:
2. Meclis Çalışmaların Nasıl Örgütlenmesi Gerektiği.
Bana göre sağlıklı bir Temsiliyeti Désim Mecli”sinin olabilmesi için şöyle bir yol haritasının izlenmesi lazım:
1.) Diaspor Désimliler;Avrupa’nın veya Türkiye’nin değişik illerinde yaşayanlarla, Désim’dekiler sık, sık aylık, haftalık, yerel ve bölgesel toplantılar, paneller, konferanslar, geceler düzenlemeliler. Ki geniş halk katmanlarının haberi olsun. Gazete, tv.lere ilanlar verilmeli, tv kanallarında, panellerde Désim Meclisi niye gereklidir,neler yapacak, nasıl oluşacak diye çalışmalar yapmalıdır.
2.)Bu etkinlikler yapılırken,katılımcılarayasakgetirilmemeli, esnafı, resamı, işçisi, akademisyen, memur, demokrat kurumlar, siyasi partilerden, devrimci demokrat gruplardan katılımlar ollmalıdır.
3.) Merkezi toplantılara herkes maddi imkanlardan ,olanakların olmamasından dolayı gitmeyebilirler,bütün bunları da gözönüne alarak,bölgesel toplantılara da önem vermek lazım.Çinkü kimi işden dolayı izin alamaz,yakınında olunca iş paydosundan sonra da olsa gider katılır tekrar işine gider.Vardiyeli çalışanlar var,rahatsızlıktan dolayı rapurlu olanlar olur,uzak yerlerde gecelemek için yeteri harçlıkarın olmadığını hesaba katarak bu tür bölgesel çalışmalar ,toplantılar da yapılmalıdır.
4.) Bireysel olarak da her kim ki” Désim Meclisi” fikriyatını savunuyorsa , kahvelerde, pazarda, iş yerlerinde değişik halklardan arkadaşlarına bu fikirlerini açmalı, haberdar etmeli, kamuoyu oluşturmalı.
5.) Areye Kayi vb etkinliklerle turneler oluşturulmalı. Örnek: Heyder ile Cemal’in yaptığı skeçler gibi skeçli sohbet toplantılar yapılmalı,
6.) Désimlilerin dügünlerinde anonslar yapılmalı,halk haberdar edilmeli,etkinliklerin tarihleri,kimlerin hazırladığı,kimler ne konuşacak kısaca anons edilmelidir.
7.) En önemlisi de propagandalar, etkinlikler yapılırken,
“Désim Meclisi”:
a) Désimin Heterojen kimliğinin yok oluşunu önlemek için,
b)Yok olmakla yüzyüze olan kırmançki (zazaca- dımılki) dilini yaşatmak ,okullara eğitim dili olarak girmesi için,
c) Désim coğrafyasının tahribini engellemek, önlemek, Muzır Çayına yapılan irili ufaklı barajların yapılmasına karşı çıkmak, maden, taş ocaklarının işletmelerinin çalışmalarına katşı çıkmak, iptal ettirmek, yasaklamak. Yaban Hayvanların avlanmasını, bitki türlerinin hoyratça ortadan kaldırılmasına karşı çıkmak, mezarlıkların, köprü vb arkeolojik eserletin define arama bahanesiyle kazı yapan kazıcıları cezalandırmak, tarihi eserleri koruma altına almak ,
8.) Alevi Kızılbaş inanç kültürümüzün üstündeki baskıları bertaraf edip, iqrar-iman kültürümüzü serbestçe yaşamamız için, kutsal günlerimizin de tatil günü olarak kabul edilmesi için,
9.)Ne Türk,ne Kürt olmadığımızı,Ayrı bir kimlik (Zaza,Dımılı,Kırmanc) olduğumuzu vurgulamak için,
10.)Désim halkı hala hazırda yeni bir soykırımla karşı katşıyafır,böyle bir olasılığın önüne geçip engellemek,gerek devlet güçlerinin,gerekse Türk solu,Kürt Milliyetçilerin Désim’de savaşı tırmandıran şiddet eylemlerini terk etmelerini sağlamak için
11.)Uluslarası alanda Désim’i temsil edip davasına sahip çıkıp savunmak için “Désim Meclisi”ne ihtiyaç vardır. Yeteri kadar sosyal maddi taban oluşturduktan donra ikinci bir aşama olan “Désim Ulusal Kongresi “yapılmalıdır. Şimdiye kadar sembolik bir anlam taşıyan yeteri kadar propagandası yapıldıktan sonra gerçek anlamda vucut bulacak olan “Désim Meclisi “oluşmadan önce, üyelerini seçebilmek için büyük bir “Ulusal Désim Kongresi” hazırlanmalıdır.
“Désim Ulusal Kongre”sine somut projeler sunulmalıdır, bu projeler onaya sunulup “Ulusal Kongre” tarafında karara bağlanmalıdır. Bu projeler kongrede seçilecek olan “Asıl Désim Meclisi”üyeleri tarafından yerine getirilmeli, icra edilmelidir. Şimdi gelelim üçüncü şıka.
3.) Nasıl Bir Désim Meclisi Arzuladığımız.
Yukarıda belirttiğim gibi bu ” Désim Mecli”si üyeleri, Ulusal Kongreye katılanlar tarafından seçilmelidir.Seçilmiş Meclis üyeleri kongrenin karara bağladığı projeleri yerine getirmekle yükümlü olmalılar.
Örneğin bu projeler:
1) Kirmançki ( zazaki-dımılki) dilinin geliştirilmesi,yaşatılması,
2) Désim Tarihi,
3)Désim sosyal- toplumsal kültürü ile inanç kültürünün,adet-törelerinin araştırılması,yaşatılması, geliştirilmesi,
4)Désim’de tarımın,hayvancılığın,elsanatlarının tekrar canlanması için küçük çapta da olsa Munzur Suyu işletmesine benzer projelerin hayata geçirilmesi,nüfus göçünün önlenmesi,
5)Dilimizde yayın yapan bir tv.kanalının , dilimizde yazılan bir gazetenin basımı ,yayını vb. projeler olabilir. Projelerin sayısı az veya çok olabilir.
Ulusal Kongre tarafından seçilen” Désim Meclisi ” üyelerin her biri kendi yetenek, becerisine uygun birer alt komiteler kurarak,birlikte hareket edebileceği kişi ,kurumlarla da çalışabilmeli, kurumlar oluşturabilmeli.Yapılacak tüm örgütlenmeler yasal,legal olmalı,denetlenir olmalıdır.
Tabiri caizse bu “Désim Meclisi” hem yasama hem de yürütme organı olup bu görevi,Désim halkıyla,birlikte çalışabildiği kurum,kuruluş,kişilerle yerine getirmelidir.
Aynı zamanda yanlışlar,hataları olmuşsa kendilerini aklamaları lazım. Hesap vermeliler.
Tüm bu çalışmalara bir ömür biçilmeli.Kurumlaşmaya gidilmeli.Meclis üyeleri kendi içlerinde ,Désim’i uluslararsı diplomatik konularda temsil edecek olan birini seçip görevlendirebilirler.
Not:Çalışma merkezi Désim olmalı,kongreler de Désim’de olmalıdır diye düşünüyorum.
Sevgi ve selamlatımla.
Cemal Taş
“Haftalardır Meclis girişiminin niteliği üzerine bir fikir alışverişi sürüyor. Önemlidir ve saygındır. Bu değerli ve önemli olan fikir alışverişi, nitelikli bir ortak akıl oluşturmaya doğru umut verici bir şekilde ilerlerken, niceliksel en ufak bir hata tüm süreci sekteye uğratabilir, öteleyebilir.
Meclisin niteliği hepimize bağlı iken, niceliği bugün, bu girişimde sorumluluk almış, faaliyetlerini yürüten insanlarda ve özellikle de yürütmesindedir.
Meclis girişiminin bu gün attığı, atacağı adımlar bizlerin tasarrufunda değildir. Karar mercileri değiliz. Ancak yürütme, bugün atılan, atılacak adımları belirleyen tek organdır. Gözlerini, yüzlerini, gönüllerini, ellerini meclise dönmüş insanlara karşı olan sorumluluklarını iyi değerlendirmeliler ve kılı kırk yarmadan adım atmamalıdırlar.
Bu güne kadar yürütülen fikir alışverişlerinde önemli mesafeler kat edildi. Birçok ilke netleşmeye başladı. Bunlardan biri de oluşacak meclisin, diğer kurumlara karşı olan tutumlarıdır.
Kurumlar arası kavgalara, kurumların iç sorunlarına taraf olmamak, meclisi bu tür çekişmelere göre konumlandırmamak, gördüğüm kadarı ile netleşmeye başlayan ilkelerimizden biridir. Güçlü bir talep olmadığı sürece, bu talep o kurumun çoğunluğu ve ya kurumun ilgilendirdiği kitlenin çoğunluğu tarafından gelmediği sürece, iç işlerine karışmak veya içişlerindeki sorunlara göre meclisi konumlandırmak ne akıllıcadır, ne meclisin sorumluluğundadır ne de meclisin haddinedir.
NOT:
Katılmamız gereken ancak, taraf olmamak adına katılmayacağımız etkinliklere katılmamamız, o etkinliği protesto ettiğimiz anlamına gelecektir. Katılmak taraf olmak ise, katılmamak da aynı ölçüde taraf olmak demektir.
_Zülfikâr Akar_
25 Aralık 1935
Tunceli Kanunu çıkarıldı ve Dersim adı Tunceli olarak değiştirildi.
6 Ocak 1936
Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kuruldu ve başına sömürge valisi yetkileriyle General Abdullah Alpdoğan atandı. Dersim’de stratejik merkezlerde kışla ve karakol inşaasına başlandı. Ardından gelen karakol baskınlarının nedeni işgal ve soykırım hazırlıklarını önlemekti.
1937 YILI OLAYLARI (İSMET İNÖNÜ’NÜN BAŞBAKANLIĞI DÖNEMİ
20/22 Mart 1937 (Kahmut Olayı)
1936‘da başlatılıp kış nedeniyle ara verilen kışla-karakol inşaası 1937 Mart’ında devam ettirilince, kesintiye uğrayan direniş de Karakol baskınları tarzında yeniden başladı. S. Rıza’nın köyü ve çevresi bombalandı. Türk askeri kaynakları ve Dersim’in hafızasının kaydettiği 1937 yılının ilk olayı 20-21 veya 21-22 Mart 1937 gecesi saat 11‘de Pah-Kahmut bucaklarını bağlayan Harçik Suyu üzerindeki tahta köprünün Demenanlılar ve Haydaranlılar tarafından yakılması ve civardaki karakola baskındır. Naşit Uluğ’a göre Dersimli büyük eylemleri genellikle 22 Mart sabahı başlatır, çünkü bu tarih güneşe tapılan devirlerden kalma bir inanç gereği kutsaldır, ilkbaharın da başlangıcıdır. Onun sözünü ettiği Dersim takvimindeki Newe Marti olmalıdır.
26-27 Mart veya 26 Nisan 1937
Seyit Rıza’nın oğlu Bıra İbrahim (Bava), babası adına askeri harekatın durdurulmasını talep etmek üzere gittiği Hozat dönüşünde Kırğan köyü Deşt’te misafir olduğu evde uyurken öldürülür. M. Nuri, bu siyasi cinayeti Alpdoğan’ın adamı Binbaşı Şevket’in adamlarının örgütlediğini yazar.
Aşağıdaki mısralar bu cinayet üzerine yapılan bir Dersim ağıtından alınmadır:
Ax de Babo Babo
Kamo merdena to rê sa bo
Mı va, yanê Babaê mı sono Xozatê vêsae
Ma rê cêno pilina na Kırmanci
S. Rıza, misilleme olarak Kırğan aşiretinin merkezi Sin bucağını ve karakolunu basar. Ordu, Kırğan aşireti eşliğinde saldırıya geçer. Böylece S. Rıza ve aşireti ile Bahtiyar aşireti de başlamış bulunan çatışmalara katılırlar. Çatışmalar fiilen toplu bir direnişe dönüşür. Aşiretler arasında genel bir birlik kurulamaz. Sadece Yukarı Abbas, Bahtiyar, Ferhad, Karabal, Yusufan, Demenan ve Haydaranlar’dan oluşan toplam 7 kadar aşiret kendi aralarında direniş için ittifak kurup Halvori-Vank civarında yemin ederler ve topluca direnişe geçerler. Alpdoğan, aşiretler arasında birleşmeleri engellemek, direniş kararı alan S. Rıza liderliğindeki yedi aşireti tecrit etmek için çabalar. Bu amaçla söylentisi dolaşan boşaltma ve sürgün kararını yalanlamaya, saklı tutmaya özen gösterir. Ajanları dolayımıyla aşiretlerarası kavgaları körükler, direnişin önderlerini ortadan kaldırmak için çalışır. S. Rıza ile bir toprak meselesi yüzünden anşlaşmazlığı bulunan yeğeni Rehberi ve çetesini kendisiyle işbirliğine ikna edip kullanır. Rehber, verilen görevleri yerine getirdikten sonra onu da öldürtür.
Nisan 1937
Askeri birliklere baskınlar. Direniş sürüyor.
1-3 Mayıs
Mazgirt’e ve Mazgirt Köprüsü’ndeki birliklere saldırı. Sabiha Gökçe’nin de katıldığı 15 uçaklık bir filo Zel, Kırmızı Dağ, Yukarı Bor (Keçizeken) çevrelerini bombalar.
8 Mayıs
Genelkurmay, Dördüncü Genel Valiliğe 8 Mayıs’ta genel tenkili (Bor/Kırmızı Dağ-Sin-Karaoğlan hattına ulaşacak hücüm harekatını) başlatması emrini iletir.
19 Mayıs
Yukardaki emir üzerine 25. Alay Kırmızı Dağ zirvesini bir saldırıyla işgal eder, tespit edilen Nazımiye-Kırmızı Dağ-Sin-Karaoğlan hattına ulaşır. Bu saldırı için 19 Mayıs gününün seçilmiş olması dikkat çekmektedir. Bu saldırının başarısı Yusufanlılar‘ın ittifak yeminini bozup direnmeyişlerine, dahası orduya destek olmalarına bağlanmaktadır. Bu ani ilerleme savaş alanındaki sivil halkın Kalan ve Kutu derelerindeki sığınaklara yerleştirilmesine neden olur. Aşiretlerin çoğu tarafsız, bir bölümü devletten yanadır. Direnenler küçük bir azınlıktır. Üstelik ittifakçıların bir bölümü saf değişmiştir.
26 Mayıs
Bahtiyar köylerine ordu baskını ve bu bölgede önceden boşaltıldığı görülen Resikan, Gözerek, Varuşlar, Çökerek ve Çat köylerinin yakılması.
Mayıs Sonu ve Haziran Başı
Haydaran, Demenan ve Yusufanlılar’dan bazıları teslim olur.
18 Haziran
Başbakan İnönü Elazığ’a gelerek sürmekte olan harekatı görüşür.
22 Haziran
Ordu birlikleri Zel, Bokir, Sıncık, Aziz Abdal dağlarını işgal ederler. Dersimli her dağ zirvesi, her bir vadi için, kısacası ülkesinin her karış toprağı için çetin bir direniş sergilerse de işgal ordusunun 19 Mayıs’ta ulaştığı hattı daha da içerilere (kuzeye) taşımasını engelleyemez. Direnişçi köyler yakılır, sürülere elkonulur.
Haziran veya Temmuz
Asker Tujik Dağı’nı işgal eder. Bu dağın eteğindeki İksor Vadisi’nde sığınaklarda bulunan çoğu kadın ve çocuk sivil halktan binlerce kişiyi imhaeder. Mağaraların girişi betonla kapatılarak veya ağzında ateş yakıp içine boğucu duman verilerek binlerce sivil yokedilir. Bu sırada can havliyle dışarı fırlayanlar vurulur. Kısacası İksor vadisinde tam bir katliam olur.
9 Temmuz 1937
Dersim ulusal hareketinin S. Rıza’dan sonraki en önemli önderi Alişer, eşi Zarife’yle birlikte Rehber ve çetesi tarafından öldürülür. Sekiz-dokuz kişilik bu çeteye Hıde Pırço (Pırço’nun oğlu Hıdır) da katılır. Alişer ve eşinin kesik başları Elazığ’daki “Dersim Fatihi“ Abdullah Alpdoğan‘a yollanır.
17-18 Ağustos
Bahtiyar mıntıkasında (Tokmakbaba-Titenik-Sarıoğlan üçgeninde) çetin çarpışmalar. S. Rıza’nın ikinci eşi, büyük oğlu Şeyh Hasan, üç torunu ve bin kişilik kuvveti bu çarpışmada katledilirler. Bazı kaynaklar bu çatışmaların Koçan mıntıkasında yaşandığını söylerse de bu doğru görünmüyor.
28 Ağustos
Bu sıralarda direnişe S. Rıza ve Sahan önderlik etmekteydiler. S. Rıza Bahtiyarlılar arasında bulunuyordu. Direnişçi 6 aşiret reisinden yakalanmamış olan sadece bu ikiliydi ve Alpdoğan onların peşindeydi. 28 Ağustos günü direnişin önemli bir önderi olan Bahtiyarlı Sahan, General Alpdoğan tarafından satın alınan üvey kardeşi Pırço oğlu Hıdır tarafından uyurken öldürülür. Gövdesinden ayrılan başı Hozat’taki Türk kumandanına teslim edilir. Rehber’in çetesinden olan hain Hıdır, Hozat dönüşünde Sahan’ın kardeşi veya amcasıoğlu tarafından öldürülür.
Aşağıdaki mısralar Şahan üzerine olan Dersim ağıtından alınmadır.
Ule biye biye
Lemınê biye
Sahan Ağaê mı ke merdo, nêmerdo (şiyo, nêşiyo)
Şikiyo thılsımê Kırmanciye
Bu ağıt olayların seyrini doğru ifade etmektedir. Çünkü Bahtiyar direnişinin kırılması (ardından Bahtiyar kırımı yapılır) anlamına gelen Sahan’ın öldürülüşü, gerçekten de Dersim direnişinin sonu olur. Sağ kalan Bahtiyar direnişçileri S. Rıza’nın aşireti Yukarı Abbas kuvvetlerine katılırlar. Fakat Sahan öldürülünce yalnız kalan Seyit Rıza, direnişe çağırdığı tarafsız aşiretlerden bir şey çıkmayınca çok geçmeden yakalanır ya da bir versiyona göre teslim olur.
5-13/15 Eylül
S. Rıza Erzincan’a giderken veya gittiğinde yakalanır. Bir söylentiye göre yakalandığında komşu illere kaçmaya çalışıyordu. Bir diğerine göre kaçma girişimi yoktur. Kendi kararıyla Erzincan jandarmasına teslim olmuştur. Bir başka yoruma göre Erzincan valisi aracılığıyla görüşmeye çağrıldığı Erzincan’da beraberindekilerle birlikte tutuklanır. Bazı yaşlılara göre gittiği Pülümür yöresinde ihbar edilip yakalatılmış ya da bu ihbar üzerine gidip teslim olmuştur. Kaynaklarda Eylül’ün 5‘inde veya 10‘unda yakalandığı yazılıdır. Seyit Rıza’nın yakalandığı haberini 13-14-15 Eylül tarihli Tan, Kurun, Ulus gibi gazeteler vermektedir. Yakalanışına ilişkin ilk haber 13 Eylül tarihli gazetelerde çıkar. Türk basını ve yetkilileri ondan “Dersim’in en ileri ve son sergerdesi“ diye sözederler. Seyit Rıza’nın yakalanması üzerine Mustafa Kemal, İsmet İnönü, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve 3. Ordu Müfettişi Kazım Orbay Abdullah Alpdoğan’a bu başarısı nedeniyle kutlama mesajları gönderir, bunu Alpdoğan’ın tarihi bir başarısı olarak tanımlarlar.
Ekim ayı ortaları
S. Rıza Erzincan’dan Elazığ’a götürülüp orda toplanmış bulunan diğer Dersimli esirlerle birlikte (toplam 58 kişi oldukları anlaşılıyor) askeri mahkemede Dersim’i isyana teşvikten ve bu isyana katılmaktan dolayı yargılanır.
15 Kasım
Ekim ayı ortasında başlayan sözde yargılama 15 Kasım’da biter. 14 kişi beraat eder. Seyit Rıza da dahil 7 kişi idama,
37 kişi ağır hapis cezalarına mahkum edilir. 15 Kasım’da Seyit Rıza (1860/62-1937) ve diğer altı kişi Elazığ Buğday Meydanı’nda şafakla birlikte infaz edilirler. Bu altı kişi, S. Rıza’nın oğlu Resik Hüseyin, Kamer Ağa’nın oğlu Yusufanlı Fındık, Şeyhan reisi Usê Seydi, Demenan reisi Cebrail veya oğlu, Kureşanlı Hasan ve Haydaranlı Kamer Ağa’dırlar. Seyit Rıza’yı bizzat götüren ve infazları izleyen İhsan Sabri Çağlayangil’in aktardığına göre Seyit Rıza’nın son sözleri şunlardı:
Ewladê Kerbelayme
Bêxetayme
Aybo, zulmo, cinayeto.
Kente girmeye cesaret edemeyen Mustafa Kemal, bu sırada Elazığ garında infazların bitmesini beklemektedir.
Bu idamlarala birlikte 1937 yılı direnişi sona erer.
Zamanın Başbakanı İsmet İnönü (İso Ker), Seyit Rıza ve beraberindekilerin idamı üzerine verdiği demeçte, “Dersim meselesini ortadan kaldırdık…Dersim müşkilesinden kurtulduk“ derken, Cumhuriyet gazetesi başyazarı Yunus Nadi, “Tarihe Gömülen Dersim’e Dair“ başlıklı 18 Kasım 1937 tarihli yazısında, “Senelerden beri adına Dersim denilen mesele tarihin ummanına katılmış ve ebeddiyen ölmüştür“ demektedir.
1938 YILI OLAYLARI (CELAL BAYAR’IN BAŞBAKANLIĞI DÖNEMİ)
2 Ocak
Dördüncü Genel Valiliğin Munzur-Merho-Mercan dereleri arasındaki bölgeyi ve Kalan Deresi havzasını boşaltma kararı ve bu kararı uygulama girişimi. Bunun üzerine Ovacık’tan gelen yedi jandarma devletin o tarihe kadar gizli tutulan asıl amacını ve 1937 direnişine katılmamış olmakla yaptıkları vahim yanlışı yeni farkeden Kör Abbas, Keçel ve Bal aşiretlerinden direnişçiler tarafından Mansul Uşağı Köyü’nde öldürülürler. Ardından Mercan Karakolu basılır. Bu sırada iki asker daha öldürülür. 1938 Ocağının başında sıranın kendilerine geldiğini anlayan adı geçen bölge aşiretleri ittifak halinde direnme kararı alırlar. “Askeri içimize sokmayalım, silahlanalım, ittifak yapmazsak hepimizi tek tek kıracaklar“ diyerek direnişe geçerler. 1937‘deki Kahmut Köprüsü baskını nasıl kasıtlı olarak birinci askeri harekatın sebebi gibi gösterildiyse, Mansul Uşağı Olayı da bazı kaynaklar tarafından 1938‘deki İkinci harekatın nedeni gibi sunulmaya çalışıldı. Her iki olay da TC ordusu tarafından birer bahane gibi kullanıldılar. 1938‘deki ikinci harekat çevre illerden orduların aktarılması ve diğer hazırlıklar nedeniyle, daha da önemlisi dış dünyanın tepkisini çekmeyecek daha uygun bir fırsatın kollanması sebebiyle ancak 11-12 Haziran’da başlar.
11-12 Haziran
İkinci harekatın (1938 harekatı) başlangıcı. Her taraftan Dersim’e giren TC orduları Kalan-Merho-Mercan vadilerindeki halkı boşaltmayı amaçlar. Burası, Buyer Bava-Mahmunut Gediği-Birman Gediği-Keller Komu-Katır Tepe-Koçgölbaşı-Badikan-Karasakal noktaları arasındaki bölgedir. Yani Munzur-Mercan dağlarının hemen dibindeki İç Dersim’in en kuzey bölgesidir. Zel ve Kırmızı dağlar hattının kuzeyi de harekatın kapsamına alınır. Kısacası 38 harekatının asıl hedefi Asıl/Eski Dersim‘dir, Kalman Ocağı’dır. Böylece yerinden yurdundan edilmek istenen İç Dersimli bir ölüm dirim savaşına girişir.
19-22 Haziran
Boşaltılmak istenen diğer bölge Ali Boğazı ve çevresidir. 19-22 haziran günlerinde bu bölgede oturan Koçan grubu aşiretleri (Koç, Şam, Resik) de direnişe geçerler. 19 Haziran’da Amutka Karakolu kuşatılır ve çevredeki Türk birliklerine saldırılır. Çarpışmalar 22 Haziran’a dek sürer. 22 Haziran’da Koçan aşiretleri Ali Boğazı’na sığınmak zorunda kalırlar. Uçak filoları Ali Boğazı’na bomba yağdırır.
Ali Boğazı’ndaki çarpışmalarla ilişkili bir Dersim deyişinde şöyle denir:
Tornê Merwani koto zıdê ma
Hawt bedelo fetelino, az ve azê ma dıma
Ma ve Mervani ra jüvini kerdo Ali Boğaji
Bıraenê, pêrodê, ma pêrodime
Hefê huyê hawt bedeli bıcêrime
Bu deyişte Dersim hududu Kızılbaşlığın hududu olarak tarif edilir. Sivas ve Erzurum da Dersim’e dahil gösterilir. Dersim’in devletle kavgası kuşaktan kuşağa süren bir kavga olarak, Kerbala’nın devamı ve Yezit’le kavga gibi tarif edilmektedir.
Kureyşanlılar’ın Şeyhan kabilesi ile Yukarı Abbas aşireti Koçanlılar’ı desteklemek için direnişe geçerler. Böylece direniş doğusu ve batısıyla tüm Dersim’e yayılır.
24-30 Haziran
24 Haziran günü İç Dersim’deki Dolu Baba (Tujik) işgal edilir. Ordunun köylerini ateşe verip halkını boşaltmaya çalıştığı Kırgat, Boduk, Midrik, Mitgel, Hotar, Ariki, Tenkali, Meraş, Keçeler köyleri ve Hikü mezrasının silahsız sivil halkı balta ve küreğe sarılır. Baltalı kürekli bu muharebe 28 Haziran’da kanla bastırılır. 29 Haziran’da Karasakal zirvesi işgal edilir. Reşat Hallı’nın verdiği rakkama göre 11-12 Haziran’dan 29 Haziran’a kadar tam 60 köy boşaltılır ve yakılır. Köyler ve ormanlar ateşe verilir, hayvanları dahil halkın nesi varsa “ganimet“ (ganimet, düşmandan ele geçirilen mala denir) olarak gaspedilir, sivil halk ve direnişçiler kurşuna dizilmek veya batıya sürülmek üzere “esir“ (düşmanın ele geçirdiği insanlar) edilip belirli noktalarda toplanır.
Başbakan Celal Bayar, 29-30 Haziran 38‘de TBMM’de yaptığı konuşmada “ordularımız pek yakın zamanda…Dersim mıntıkasının sakinlerini tamamen kaldıracak ve bu meseleyi esasından kesecektir“ der.
Çukur ağıtından bir parça şöyledir:
Celal Bayar amo
Esmo ma rê meymano
Non sola ma neweno
Ma de xayın nia dano
Vano, zerrê mı terseno
Zalım az ma ra nêverdano
Kerdime top, berdime verê Kertê Mazgerdi
Ardi, verva ma ağır makiney qurmis kerdi
Temmuz
2 Temmuz‘da asker Ahpanos, İksor ve Tujik dağına hücum eder. Çetin bir muharebenin sonucunda Tujik zirvesi işgal edilir. Kaçış yolları kapatılıp bir uçak filosu eşliğinde tek çıkış yolu olarak kasıtlı şekilde açık bırakılan Kalan Deresi’nde kırım yapılır. Devletin “haydut“ diye sözettiği 3 direnişçi kendilerini uçurumdan atarlar. 14-16 Temmuz’da Kalan ve Demenan direnişçilerinin imhasına çalışılır. Mağaralar ayrı ayrı abluka edilir. Kalan Deresi ve Demenan mıntıkası kasıp kavrulur. Ardından İç Dersim’de 1938‘deki zorlu muharebelerin ağıtlara konu olan en ünlüsü, Laç Deresi (Dere Laçinu) muharebesi olur. Laç Vadisi’ndeki çarpışmaların en şiddetlisi 19-24 Temmuz günleri arasında yeralır. Dersim’in en namlı silahşörleri Laç’ta birlikte dövüşür ve yarım asırdan çoktur dilden dile dolaşan bir destan yaratırlar.
De, halo halo
Halê ma yamano
Ordiyê Tırki gurlağ amo
Dormê ma qapano
Pırode bıra, pırode
Na qewğa aşirun niya
Merebê Dêsımi (Kırmanciye) u zalımanê Tırkano
TC ordusunun hedefi direnişin son sığınağı olan Laç Deresi’ni ele geçirmekti. Üç dört koldan kuşatılan Laç Deresi inatla direnir. Sonunda direniş kırılırsa da sade halk arasında direnişçilerin intikamlarını fazlasıyla aldıkları inancı yaygındır: “Ma hefe xo quret, hefe tayine ki serra quret“.
Halk, direnişçilerin tüfeklerinin arkasında yiğitçe düştükleri için onur duymaktadır: Mordem uyo ke pe tıfonge hode bımıro!
Direniş kırıldıktan sonra vadinin tabanındaki mağaralar ve kayalıklar kuşatılır. Top ve makinalı ateşi ve tahrip kalıpları atılarak bu mağaralar içindekilerle birlikte imha edilir. Dışarı fırlayanlar vahşice öldürülür. Kimisi kendisini Munzur Suyu‘na atarak intihar eder. 19-24 Temmuz arasındaki çarpışmalarda Laç’ta 216 direnişçi katledilir. Kırık Mağara’da dinamitle imha edilmekten korkan ve R. Hallı’ya göre aralarında Demenan’ın en önemli kolbaşılarından Hese Gewe ile Demenan reisi Cebrail Ağa’nın oğlu Hüseyin’in de bulunduğu 42 direnişçi teslim olur.
Ardından 27-30 Temmuz günleri arasında Mameki ve Erzincan tugayları ile Haydaran bölgesine yönelinir. Vartinik, Göldağı, Zel Dağı, Hengırvan, Zağge, Aşağı Rabat, Kutu Deresi girişi, Kerenko, Karasakal ve Buyer Bava’yı kapsayan tüm bölge kuşatılır.
1-10 Ağustos
Kuşatılan Haydaran bölgesindeki tüm direnişçiler mağaralarda sıkıştırılır. 100‘den çok direnişçi öldürülür. 2-3 Ağustos’ta mağara ve kaya kovukları aranır. Çok sayıda direnişçi ve hayvan imha edilir. Hayvanlar ve eşyalar müsadere edilir. Direnişçi köyler yakılır.
Ardından sıra genel bir taramaya gelir.
10-31 Ağustos (“Üçüncü Askeri Harekat“)
Bu harekat toplama, toplu halde kurşuna dizme ve 1931‘de İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın raporunda planlanan Batıya toplu sürgünün hayata geçiriliş safhasıdır. Bu tarihler arasında Dersim’in her tarafında aynı anda başlatılan ve amacı “girilmemiş hiç bir yer bırakmamak“ olan genel bir operasyon yapılarak ‘yasak bölgeler‘in içinden ve dışından en az 5-7 bin kişinin (aşiret reisleri, kolbaşılar, seyitler ve aileleri) batı illerine nakli ve iskanı başlatılır. Dördüncü Genel Müfettişliğin önerisi ve içişleri Bakanı’nın onayı ile yerleşime yasaklanan, sürgün ve iskanı kararlaştırılan bölgeler iki adettir: 1-Kutudere-Kırmızıdağ-Haçılıdere hattından Mercan dağları eteğindeki Karacakale’ye kadarki bölge, 2-Ali Boğazı ve çevresi, yani Koçan bölgesi.
Bu sırada her yanda terör estirilir. 12 Ağustos’ta bir uçak filosu Ali Boğazı’nı bombalar. 13 Ağustos’ta Kırmızı Dağ çevresindeki çatışmalarda 300 direnişçi öldürülür. Aynı gün Ali Boğazı ve Tağar Deresi tabanındaki harekatta komlar yakılır, hayvan sürüleri gaspedilir. 14 Ağustos’ta 83 Demenanlı ve Haydaranlı direnişçi öldürülür. 15 Ağustos’ta Laç Deresi tabanında yeni bir tarama yapılarak 281 Demenanlı ve Haydaranlı öldürülür. Batıya nakledilmek üzere toplanan Yusufanlılar’ın 149‘u imha edilir. 15 Ağustos’ta Zımeq ve çevresinde çok sayıda direnişçi (“asi“) imha edilip köyleri yakılır. Batıya sürülmek üzere insan avına çıkan 41. Tümen Deşt yöresindeki köylerde direnişle karşılaşır. Direndikleri ve direnişçilere yataklık ettikleri gerekçesiyle Zımek/Zımbık, Xeç, Kirnik ve Bornak köylerinden 395 kişi öldürülür. Şıxmamed aşiretinin merkezi Hiç (Xeçe) köyüne bir gece baskını yapılarak top-mitralyöz ateşi ve süngüyle toplu kırım yapılır. Hiç ve Zımek toplu kırımı işte bu sırada, 15 Ağustos günü yapılmıştır. Yine 15 Ağustos günü Çukur ve Pah civarındaki taramada çok sayıda Haydaranlı imha edilir. 31 Ağustos’ta yeni bir tarama hareketiyle esir edilmiş olan binlerce kişi kafileler halinde Batıda saptanan yerlere sevkedilirler. Hozat’a getirilen Karaca seyitleri ve halkı makinalı tüfeklerle katledilir. Sanırım Sarı Saltıklı Seyit Seyfi Dede de bu olayda öldürülür. Böylece 31 Ağustos’ta askeri harekat tamamlanır.
(Kaynak: SEYFİ CENGİZ, DERSİM VE ZAZA TARİHİ – SÖZLÜ GELENEK VE TARİHSEL GERÇEK, V. BÖLÜM)
Taha Baran, İletişim Yayınları tarafından yayımlanan ‘1937-1938 Yılları Arasında Basında Dersim’ kitabında dönemin medyasını inceliyor. Agos gazetesi kendisiyle 21.11.2014 tarihinde yaptığı röportaj’dan bir bölüm:
-
Devletin tüm şiddetiyle Dersim’e saldırdığını biliyoruz, fakat dönemin basını devlet şefkatinden bahsediyor. İnsanların öldürülmesinden bahsederken, şefkatten söz etmek gerçekten inandırıcı mı?
İnandırıcı olup olmadığını ölçmek güç, fakat inandırmak istedikleri açık. Bu sorunun yanıtını dönem medyasının söylemsel yapılarının nasıl işlediğini bilirsek anlayacağımızı düşünüyorum. Basın pratikleri, Dersim olaylarını sunarken yapısal olarak şu dörtlüyü kullanıyor: Siyasal otorite hakkında olumlu şeyleri vurgula, Dersim hakkında olumlu şeyleri vurgulama, siyasal otorite hakkında olumsuz şeyleri vurgulama ve Dersim hakkında olumlu şeyleri vurgulama. Bu çerçeveden bakıldığında, medya, Dersimlilerin ölümlerini sunarken, ölü sayısını azaltma, ölümlerde siyasal otoritenin sorumluluğunu gizleme, ölümlerin nedenini Dersimlilerin karakterinde bulma ve ölümünün şiddetini çeşitli söylemlerle yumuşatma yollarını seçiyor. Dolayısıyla medyanın Dersim Katliamı gerçeğini kurguladığını görüyoruz. Şefkat içinse basın pratiklerinde durum, siyasal otoritenin pozisyonunu vurgulamaktan başka bir şey değil. Şefkat öğesi olarak mesela iş vermek, öldürmemek, ekmek vermek gibi eylemler kullanılıyor. Şefkat ve ölüm ikilemi, bu yapısal kurguyla sunulduğunda tutarsızlığın böyle uzlaştırılmaya çalışıldığını söyleyebiliriz.
Yazının tümü: http://www.agos.com.tr/tr/yazi/8499/dersim-katliamini-medya-kurguladi
Dersim Katliamı
1847 yılında Dersim sancağının Erzurum eyaletine verilmesinden sonra, 1859 yılında yapılan yeni bir değişiklikle Harput eyaletine bağlandı. İşte bu tarihten sonra Dersim ve çevresi haritalarda gösterilmeye başlandı. Son yüzyıllarda ise Dersim adıyla yöredeki 132 boy ve aşiretin toplamı kastedilmektedir.
Tunceli ve çevresi geçmiş dönemlerde olduğu gibi, Osmanlılar zamanında yer adları değişikliğine uğradı.. Örneğin; Pulur yerine Pülümür adı kullanılırken, Nazimiye, Akpazar ve Ovacık adları da yeni adlar olarak kullanıldı..
1867’deki yönetsel bölünümde ise Tunceli ili sınırları içindeki Çar-sancak’ın bir bölümü (bugünkü Akpazar ya da Peri), Kuzican, Ovacık ve Mazgirt, Erzurum vilayetinin Erzincan sancağı içinde yer almaktaydı. Çarsancak kazası ise Mamuret ül-Aziz vilayetinin merkez sancağına bağlıydı. Osmanlı devlet salnamesinden anlaşıldığı üzere bölge merkezi Dersim sancağından oluşan bir vilayet olmuştu. 1879’da Dersim, ayrı bir vilayet olarak Erzurum’dan ayrıldı. 1886 yılında ise yeniden mutasarraflığa indirildi.
13 Mayıs 1888’de merkez Hozat olmak üzere, Ovacık, Çemişkezek, Çarsancak, Mazgirt, Pertek, Kuzican, Nazmiye ve Pah kasabalarıyla, Mamuret ül-Aziz(Harput) vilayetinin bir sancağı haline dönüştürüldü.
1892 yılı devlet salnamesinin kayıtlarından, Dersim’in yeniden sancak olduğu ve Mamuret ül-Aziz vilayetine bağlandığı anlaşılmaktadır. Bu dönemde Dersim sancağı; Hozat(Merkez), Ovacık (Pulur), Çemiş-kezek, Çarsancak, Mazgirt, Kızılkilise(Nazmiye) ve Pah kazalarından oluşmaktaydı. Kuzican kazası ise 1892 yılında Erzurum vilayetinin Erzincan sancağına bağlıydı. Dersim sancağında, Çarsancak kazasının toplam iki nahiyesi (Merkez ve Pertek) olduğu gibi, 1916 ve 1918 yılında da herhangi bir yönetsel değişikliğe uğramadı.
Cumhuriyet döneminde de bu değişmeler sürmüştür. Cumhuriyet’ten sonra il yapılan Dersim, 1923’te ilçe yapılarak Elazığ’a bağlandı. 1936 yılında tekrar il yapıldı ve 2884 sayılı özel kanunla Dersim adı Tunceli olarak değiştirildi.
Yönetsel Bölünme ve Nüfus: Günümüzde Dersim iline bağlı olan Çemişgezek, Pertek ve Mazgirt kazaları, Osmanlı devletinin klasik döneminde Eyalet-i Diyarbekir’e bağlı idi. 1831’e ait kayıtlar bu üç kazayı, Eyalet-i Diyarbekir içinde göstermektedir.
1847’de, Hozat kasabası, Dersim sancağının merkezi oldu. 1867’deki yönetsel bölümde günümüzde Tunceli ili sınırları içindeki Çarşancak (Akpazar ya da Peri), Kuzican (Pülümür), Ovacık ve Mazgirt kazaları, Erzurum vilayeti’nin Erzincan sancağına bağlıydı.
1877 Devlet Salnamesi’ne göre, Kuzican, Ovacık ve Mazgirt, Erzurum vilayetinin Erzincan sancağı içinde yer almaktaydı. Çarşancak kazası ise, Mamuret ül-Aziz Vilayeti’nin Merkez Sancağı’na bağlıydı. 1888 Devlet Salnamesi’ne göre ise Dersim sancağından oluşan bir vilayet olmuştu.
1892 Mamuret ül-Aziz Vilayet Salnamesi, Pertek ile Çemişgezek’te köyleriyle birlikte, toplam 5.063 hane bulunduğunu ve toplam erkek nüfusunun 10.000’i aştığını kaydetmektedir.
1892 Mamuret ül-Aziz Vilayet Salnamesi’nde Dersim sancağı merkezinin, vilayet merkezine 12 saat uzaklıktaki Hozat kasabası olduğu belirtilmektedir. Bu salnameye göre Hozat, önceleri 20-30 haneli bir köy iken, 1847’de bir askeri kışla yapıldıktan sonra, Dersim sancağı adıyla mutasarrıflık merkezi oldu.
Tarihsel Gelişmeler
Osmanlı Padişahlarından Sultan III. Murad’ın Alevi inancına ilişkin kitapları toplattı., Fatih, Yavuz ve Kanuni devirlerinde din adamlarından Molla Hüsrev, Molla Gürani, Fahreddin Acemi, İbni Kemal, Zenbelli Ali Efendi, Müftü Hamza ve Ebussuud Efendi’lerin genelde Bâtıni, özelde Hurufi, Işık. Kızılbaş-Alevi taifesi hakkında mülhid ve din düşmanıdırlar diyerek fetva verip öldürülmelerini haklı görmüşlerdi. IV. Murad devrinde din adamı Müfti Efendi’nin hakkında “Kâfirlik” diyerek Alevilerle ilgili fetvalar verdi.
- Mahmud zamanında şeyhülislamlık makamında bulunan Zahir Efendi gibi, din adamlarının verdiği fetvalarla Alevi -Bektaşilerin katlinin vacip ilan edildi. 300 ‘e yakın Bektaşı Dergâhların kapatıldı., Kitapları yakıldı., Baba ve Dedelerin öldürüldü. Önemli bir kısmı sürgün edildi. Tövbelerinin kabul edilmez olduğunun beyan edilmesi gibi gerçekler Osmanlı yöneticilerinin Dersim’e karşı inanç bakımından hoşgörülü davranmadıklarının kanıtıdır. Bu sebeplerden dolayı Osmanlı devlet yönetimi ile Dersimliler’in arasında çelişkilerin artmasına neden oldu.. Eğer Osmanlı hükümeti Dersim’e sevgi, dostluk, ekonomik kalkınma ve refah götürmüş olsaydı, Dersim’de Alevi/Zaza direnişleri olmayacaktı. Oysa Osmanlı her dönemde de sürekli Dersime karşı düşmanlık, öç alma, ayrılık, asimilasyon ve jenosit politikalar uygulamışlardı. Osmanlı Devleti sürekli askeri yöntemlerle çözüm aradığı için merkez hükümeti ile Dersimliler arasında uyum sağlanamamıştır.Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü sürecinde imparatorluğun çeşitli yerlerinde olduğu gibi Dersim’de de bazı olaylar meydana geldi.
Bu direnişlerin bir başka a nedeni ise Osmanlı padişahı Abdülhamid’in (1896-1909) 1891 yılında Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu’ya Şafii Tuğgeneral (Mirliva) Mehmet Paşa’ya Hamidiye alayları* oluşturma görevini vermesi oluşturdu. Mehmet Paşa bu dönemde Hınıs, Malazgirt, Van ve Bitlis yörelerindeki aşiretlerden topladığı kişilerle her biri 750 kişilik yüz Hamidiye alayını oluşturmuştu. Yaklaşık olarak 75 bin kişiden meydana getirilen bu ordu yılları arasında güvenliği sağlamak amacıyla kuruldu . (1896-19169). Bu Hamidiye alayları arasında Dersim yöresindeki Alevi aşiretlerinin olmaması dolayı, Dersim Alevi aşiretlerin tepkisine neden oldu. Hükümetin güttüğü ayrımcı, baskıcı, kıyımcı ve asimilasyoncu uygulamalara karşı Dersim aşiretleri i direniş hareketlerine başvurdular. Dersim coğrafik konum olarak da direnişlere elverişli olduğu için 1896 yılında
direnişlere sahne oldu.
Dersim’le ilgili çarpıcı olayda Abdülhamit döneminde yaşandı. Abdülhamit alaylarını 1891 de Ermeni ve Ruslara karşı koruyabilmek ve bunun yanında Kürt aşiretlerini bölerek dengeyi sağlamak amacıyla, Sünni Kürtlerden oluşturduğu bu Hamidiye Alaylarını Alevilere karşı kullandı. Osmanlı devleti, Dersim’e otonom statüsünden dolayı defalarca sefer düzenlendi, fakat bir sonuç alamadı.. Kısaca Osmanlı sefer eylemiş, zafer eyleyememiştir.. Fatih’le başlayan sefer, Cumhuriyete kadar devam etti.. Dersim, yabancı istilalara karşı başları ile direnmiş ve Osmanlı istilalarına uğrayan Alevi ve diğer halk ve aşiret mensuplarını bağrına basmıştır. Kısaca, Dersim hem bağımsız statüsünü korumuş, hem de bu statüsünü kullanarak merkezi devlet otoritesine karşı olan muhalif güçlerin sığındığı güvenli bir korunak oldu. Görüldüğü gibi Abdülhamit ve yönetiminin Dersim’e karşı bakış açısının önemi hazırlanan raporlarda anlaşılmaktadır. Ancak bu yöntemlerin nasıl uygulanacağına ilişkin somut bir öneri yoktur. Doğanın eşit olmayan koşulları dikkate alındığında ticaretin öğretilmesinin değerlendirmesine ilişkin bu raporlarda hiçbir somut öneri getirilmemiştir. Osmanlı her yönden yıkılırken diğer yandan Dersim’i yıkma yollarını arıyordu. Yüzyıllarca Dersim’de düzeni sağlamak için sürekli baskı yapıldı., Yıkıp yakmalar dışında bir yol düşünülmedi. Yapılan önerilerin kâğıt üzerinde kaldı., Diğer yandan Dersim yöre insanının insanca yaşama olanaklarını da umutlardan uzak bırakldı. Yönetimi ellerinde bulunduran gerici bağnaz din adamlarının Dersim’deki Alevi-Kırmanc-Zaza toplumu üzerinde hegemonya kurmak istemeleri de Dersimli’yi sürekli tedirgin etmiştir.
Dersim 19. yüzyıla kadar adeta bağımsız bir vaziyette ve ismen Osmanlı İmparatorluğuna bağlı bir şekilde yaşamış bir bölgedir. Tanzimat’tan sonra, devletin bu bölge ile ilgilendiği, ancak Dersim’in milli değerlerine önem verilmediğini askeri yöntemlerle çözüm aradığını görmekteyiz.
Vitali Genet’in verdiği bilgilerde Sünni inancının Dersim’de köklü biçimde sürdürmek için 1891 yılında 6 medrese olduğu ve bu medreselerde 170 öğrencinin okumakta olduğunu belirtilmektedir. Osmanlı hükümeti Dersimliler’e şefkat, merhamet göstermiş olsaydı belki de Dersimliler’le Osmanlı merkez yönetimi arasında uyumlu bağlar sağlanmış olurdu.
Çünkü Dersimli’nin Osmanlı merkez yönetimine karşı saldırgan davranması kendilerinin yaşam kaygısından ileri gelmekte idi. Ticaretin Sünni kasabaların elinde bulunması ve dini baskının katmerlice uygulanmasını da Dersimli ile Osmanlı hükümeti arasında bağların kurulmamasının sebepleri olarak göstermek mümkündür. Hatta 1893’lerde Dersim’e Nakşîliği yaymayı bile öneren devlet adamları oldu. Dersim’de çıkan olayların sebeplerinin başlıcaları; genel olarak fakirlik, batıl inançlar, çaresizlik ve suçların takipsiz kalması, dış eşkıyalığın halkın gözünde sıradan bir iş olduğu inancının yaygın hale gelmesi, yıllarca kendi içlerine kapanmış bir halk olması ve bağırlarında hissettikleri devleti görmemeleri önemli sebepler olarak görülmektedir.
1891 yılında Abdülhamit tarafından Sünni-Kürt doğu aşiretle olan Zilan Karakapak, Adamanlı, Haydaranlı, Celalili, Şadilli, Cemadaki, Ciranlı, Kayis, Artuşi, Birakanlı, Cibralı, Sipkanlı, Hüsnanlı, Mukri, Milan, Şimsıkı, Şukufti, Takuri, Milli, Tayi Miran, Karabesi gibi aşiretlerden oluşturulan aşiret süvari alaylarına*
[*Osmanlı Devleti, özellikle Arap aşiret beylerinin çocukları için, Sultan II. Abdulhamid devrinde (1876-1909) “Aşiret Mekteb-i Hümayûnu” adında bir okul açmıştır. 1892 yılında Beşiktaş’ta Akaretler’de kiralanan bir evde faaliyete geçen ve iki yıl sonra da Kabataş’taki saraya taşınan bu yatılı okulun amacı Arap aşiret beylerinin çocuklarını okutmak, onlara askerlik ve yönetim işlerinde görev vermekti. Osmanlı hükümetinin düşüncesine göre, bu okulun açılmasıyla, Araplar arasında yıllardır süregelen kargaşalıklar önlenebilecekti. Ortaokul karşılığı olan Aşiret Mekteb-i Hümayûnu’nun öğretim süresi beş yıldı. Okulu bitirenler öğrenimlerini Mekteb-i Harbiye (Harb okulu) veya Mekteb-i Mülkiye’de (Siyasal Bilgiler Fakültesi)tamamlardı. Başlangıçta yalnız Arap şeyhlerinin çocukları için açılan okula, sonradan Doğu illerinde, Kürd diye anılan göçebelerin çocukları ile Arnavutluk’tan getirilen Arnavut çocukları da alınmıştır. Daha sonraları Cava’lı Müslüman çocukları da alınarak kurumun görevi ve kadrosu genişletilmiştir. On beş yıl ömrü olan okuldan beklenen ve istenen sonuç elde edilemediğinden 1907 yılında kapatılmıştır.]
Osmanlı merkez yönetimi önemli ayrıcalıklar getirir. Bu aşiretler vergiden muaf devlet ilişkilerini dolaysız olarak sağlarlar. Subay unvanlarıyla maaş almaları, çocuklarını aşiret mektebi olarak anılan okullarda okutmaları, belli bir düzeyde kendilerini güvenlikte hissetmeleri, aşiretler arasında ayrıcalıklı olmaları gibi sebeplerden dolay, Doğu aşiretleri arasında özellikle de Dersim Alevi-Zaza Kırmanç aşiretleri arasında çekişmelerin artmasına yol açmıştı. Bu aşiretler Osmanlı padişahı adına bölgede fiilen ve hukuken ayrıcalıklı duruma sahip olurlar. Devletin bu aşiretlere silah vermesi diğer güçler karşısında bağımsız hareket etmeleri aşiretler arasında giderek yoğun bir çatışmanın çıkmasına sebebiyet vermiştir.
1896 yılında Anadolu Genel Müfettişi olan Zeki Paşa’nın başkanlığında Dersim’le ilgili idari ve hukuki bir dizi karar alınırsa da sonuçta Osmanlı Merkez yönetiminde Dersim’le ilgili farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Şakır Paşa, Dersim’de “zorla Sünnileştirme” politikasının izlenmesini savunur. Bunu koyu İslam tarikatlarından biri olan ve Alevi karşıtı tutumuyla bilinen “Nakşibendîlik” ile halletmeye çalışır. Osmanlı zaten Kürtler içinde Nakşibendî tarikatı eliyle örgütlü ve güçlüdür. -Şafi-Nakşî cephesi güçlenmiş ve yıkılmaz olacaktır. (Öz, 2004, 42)
Dersim ile ilgili raporlarda özellikle Kızılbaş-Kırmanc olan Dersim, bu tablonun tam ortasında bir çıbandır, anlayışı hâkimdir. Bu nedenle “Dersim Nakşîleştirilmelidir” denilmektedir.
Dersim de meydana gelen olayların etkenlerinden biride,Dersimlilerin Alevi olmaları nedeniyle potansiyel suçlu olarak değerlendirilmeleridir.Çünkü,Dersim uzun yıllardan beri merkezi otariteye karşi direnişin merkezi olmdu..Aleviliğin merkezi olarak görülüyordu.Bu yaklaşım sonucu olarak yetkililer,sünnileştirmeyi bir cözüm olarak görmüş, halkı sünnileştirme yoluyla asimile ederek devlete ve halifelige bağımlı kılabileceklerini sanmışlardı.Bu amaçla,Nakşibendi tekkelerinin açılmasını teşvik ettiler.1896 yılında Muşir Şakir Paşa nın hazırladığı rapor olmak üzere ,Dersim ile ilgili diger hazırlana raporlarda bu zihniyet görülmüştür.Bu yaklaşım Dersim olayının çözümünü bölge halkının sunnileştirilmesinde görmekteydi.
- yüzyılın sonunda kaleme alınan iki Dersim raporunun yanı sıra, Dersim Mutasarrıfı olan Arif Bey’in ayrıntılı bir raporu izler. 28 Ekim 1903 tarihinde Elaziz vilayeti vasıtasıyla İçişleri Bakanına sunulan raporda, ilk olarak “Dersimlilerin saldırganlık alışkanlıklarının hayat kaygısından doğduğu” belirtilir.
Raporun ikinci cümlesinde, Dersimin hangi bölgelerin Sünni kökenli olduğu, hangi bölgelerin ise Alevi-Kızılbaş olduğu ortaya koyulur. Çemişgezek ve Çarsancak kazalarındaki Sünni nüfusa dikkat çeken Arif Bey, Mazgirt kaza merkezi ve Danaburan’ın tümüyle Sünnilerden oluştuğunu belirterek “Suniler devlet hizmetlerini görürler ve hükümete bağlıdırlar” görüşünü öne sürer.
Arif Beye göre, Dersim nüfusunun çoğunluğunu oluşturan ve fenalıkların başlıca sebebi olan Alevilerdir., nikâh kıyma, ölü yıkama ve defnetme gibi işleri yapan ve sazla – sözle dini konularda halkın manevî duygularına hâkim olan Dede ve Seyitlerle; halkın dünya işlerine egemen olan, ruhu eşkıyalık dolu, ikiyüzlü ve fesat ağaların elinde esir durumundadır. Dersimlilere karşı önyargılı ve tepkili bu satırlara göre sorunun nedeni Alevilik ve dedelerdir. Osmanlı İmparatorluğunun yapısındaki bunalım Dersim’e yansımıştı. Dersim direnişlerinin sebepleri arasında ekonomik farklılıklar, kültürel ve kimlik bunalımının yanı sıra, Abdülhamid’in kurduğu Hamidiye alaylarının mezhepsel ayrılıklara dayandırılması ve Dersim aşiretlerini kapsamaması önemli bir yer tutmuştur.
1908 yılından başlayıp çeşitli tarihlerde Dersim üzerine yapılan tetkik, tahrik hareketleri devam etmiştir. Tüm çabalara rağmen, sonuçta bir sürü askeri ve siyasi önlemler alınmış, alınan tüm kararlar bir askeri harekete dönüşmüş ve Dersim’de idari düzenlemeler halkın huzur ve güvenini sağlayamamıştır. Halkın, bilgisiz, yoksul, cahil olması, feodal aşiret düzeninin sürmesi yönetimlerin, kitlelerin sorunlarının yalnızca askeri önlemlerle çözüleceğine inanmaları Dersim sorununu çözmemiştir. Eğitim, idari ve ekonomik alanlarda tek bir iyileştirme yapılmamıştır.
1893-1905 yıllarında da Dersim’de istikrarsızlık devam etti..
1937-1938 DERSİM DİRENİŞİNİN NEDENLERİ:
Seyit Rıza, Dersim’in lideriydi. Dersim’de belirli bir saygınlığı vardı. 4 Mayıs 1937 harp kararı alınmadan önce, Seyit Rıza, General Alp doğan’a yeniden başvurur ve şu isteklerde bulunur: Okul, yol ve refah sağlayacak fabrikalar yapılmalı, milli haklar korunmalı, yurt sahibi olmak vb. Haklara saygı gösterilmeli, diyor. Ayrıca Bahtiyar Aşiret Reisi Şahin Ağa da; Dersim Kanunun hazırlanmadan önce Dersim’e yatırım yapılmadığını, halkın fakirlik içinde bulunduğunu, Dersim’in imarı ve ihyasının gerekli olduğunu, bunun için halkın belli bir süre vergiden muaf tutulmasını hükümet yetkililerinden talep ederler. Devlet bu sorunlara cevap vermemesi ,Aşiret düzeninde başı bozulmasına, ekonomide geri kalmışlığa, sosyal adaletsizliklere, eğitimsizlik, geleneksel toplum yapısının bozulmasına yol açmıştır, Dersimde mezhep baskılarının uygulanması, Dersim dilinin yasaklanması, güven sizliliğin oluşmasına neden olmuştur. Dersim’de okul açmak, hastane açmak, işsizliği önleyici tedbirler almak, refah artırıcı ekonomik tedbirler almak, kültürel kimlik kazandırmak, diline, tarihine ve milli haklara saygı göstermek yerine, Devlet yöneticileri bu sorunların çözümüne gitmedikleri gibi her dönemde olduğu gibi askeri çözümler önerilmiş ve bunu bilinçli olarak dayatmışlardır. Bu dayatmalar sonucunda, Dersim, canını, malını korumak için tedbirler almak zorunda kalmıştır.
Osmanlı devlet yöneticilerinden Adülhak Hamit (1896),Şakır Paşa (1899), Mardinli Arif Paşa (1903),Ali Paşa (1908-9),Cumhuriyet döneminde ise,Cemal Bardakçı (1926),Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey (1927), Fevzi Çakmak (1930 ) Şükrü Kaya (1931),İbrahim Talih Öngören (19319) Halis Bıyık tay(1932),Hüsref Gerede (1933),İsmet İnönü(1935) Neşet Hakkı Uluğ,(1936) Abidin Özben (1937),Celal Bayar (1937),Abdullah Alpdoğan’nın hazırladığı raporlar askeri çözümden öteye gidilmediği gibi,Dersim insanına karşı önyargılarla yaklaşılmıştır.
Doğanın eşit olmayan koşulları dikkate alındığında ticaretin öğretilmesinin değerlendirmesine hiçbir somut öneri getirilmemiştir. Osmanlı her yönden yıkılırken diğer yandan Dersim’i yıkma yollarını arıyordu. Yüzyıllarca Dersim’de düzeni sağlamak için sürekli baskılar yapıldı. Yıkıp yakmalar dışında bir yol düşünülmedi. Yapılan öneriler kâğıt üzerinde kaldı. Diğer yandan Dersim yöre insanının insanca yaşama olanaklarından ve umutlardan uzak bırakıldı. Diğer yandan yönetimi ellerinde bulunduran gerici bağnaz din adamlarının Dersim’deki Alevi-Kırmanc-Zaza toplumu üzerinde hegemonya kurmak istemeleri de Dersimli’yi sürekli tedirgin etmiştir.
Örneğin;2 Şubat 1926 tarihinde İçişleri Bakanlığına verdiği raporda şöyle demektedir: “ Dersim, Cumhuriyet hükümeti için çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin ameliyat yapmak ve gelecek tehlikeleri önlemek mutlaka gereklidir. Son derece zeki, kurnaz ve hileci olan bu halk, hükümetin zayıf ve kuvvetli olduğuna göre mütecaviz ve itaatlidir. Okul açmak, yol yapmak, refah sağlayacak fabrikaları kurmak, sanayi işleri sağlamak, yurt sahibi yapmak veya uygarlaştırmak suretiyle ıslaha alınmak, hayalden başka bir şey değildir. Yine1930’lu yıllarda İçişleri Bakanı bir yazısında şöyle diyor: Sünniler Devlete bağlıdırlar ve onun için çalışırlar (…) Dersim’in çoğunluğunu oluşturan Aleviler kötülüklerin başlıca nedenleridir.
Görüldüğü gibi devletin bu görüş ve yaklaşımları, devletle Dersim halkı üzerinde Osmanlılardan beri oynanan oyunlar sonucu askeri önlemler, katliamlar devletin temel görevi olmuştur.
14 Haziran 1934’te T.B.M.M. ne sunulan İskân Kanun Tasarısı, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından açıklanmıştır.
Yasaya göre; Türk kültürüne bağlı olmayanlar ya da Türk kültürüne bağlı olup ta Türkçe den başka dil konuşanlar hakkında da kültürel, askeri, toplumsal ve güvenlik nedeniyle Bakanlar Kurulu kararıyla İçişleri Bakanı gerekli görülen önlemleri almaya zorunludur.(mad.11)hükümleri yer almıştır. Çok uzun süren tartışmalardan sonra, bu yasa tasarısı TBMM de kabul edilerek Dersim için yürürlüğe girdi.. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya nın batı illerine sürgüne gönderilmesi gereken 347 ailenin adı liste halinde belirlendi. Bu 347 aile, 3470 kişiden oluşuyordu. Dersim sürgünler için 300 bin Türk lira ödenek ayrılmıştı.
VERGİ VE ASKERLİK !..
Oysa 1937 -1938 harekâtının sebebi olarak; hükümet, bölgede vergi toplanmamasını görüyordu. 1931 yılı ve sonrasında toplam vergi gelirlerinin yaklaşık %65’i yoksul köylülerden sağlanıyor. Vergide olduğu gibi, Dersimliler, Çanakkale Savaşında da otuz şehit vermişlerdi. Dersimliler’in askerlik görevini Osmanlı- Rus savaşına 10.500 kişi ile katılmışlardı ve 1931 de Birinci Umum Müfettişliğin verdiği bilgilere göre de hemen, hemen herkes askerlik görevini yerine getirmiştir.
1935 Kasımda Atatürk ün gündeme getirdiği ve aynı yılın son günlerinde kabul edilen Tunceli Kanunu ile Dersimde önemli aşamalar kaydedilmeye çalışılmıştır.
25 Aralık 1935 tarihinde 2884 sayılı Tunceli ilinin yönetimi hakkında yasa, T.B.M.M. de kabul edilerek, 2 Ocak 1936 tarihinde yürürlüğe girdi..1936 yılında çıkarılan 2884 sayılı kanunla Dersim adının Tunceli olarak değiştiği de sürekli dile getiriliyordu. Tüm bu gelişmeler yaşanırken nihayet 4 Mayıs 1937 yılında yapılan Tunceli Tenkil Harekâtına Dair Bakanlar Kurulu kararı alınır.
Dersime uygulanan program kararları devletin üst mercilerinin huzurunda, daha doğrusu onların istekleri doğrultusunda alınmış ve Dersim’e taarruz hareketi kararlaştırıldı.
5 Mayıs 1937 yılındaki Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı amirliğince 62. Piyade alayı, 63. alay, 2. taburu ve 17. Tümenden oluşan kuvvetlerle şiddetli ve etkili bir taarruz hareketi başlatılır.
8 Mayıs 1937 yılında 4. Genel müfettişlik kararıyla da başlayan bu hareketin ardından uçaktan atılan ilanlarda Dersim halkına şöyle denilmekte idi: Cumhuriyet Hükümetinin son şefkiat ve merhametini bildiren bu bildiriyi 24 saat çoluk çocuğunuzla okuyun, düşünün ve çabuk cevap verin. Yoksa hiç istemediğimiz halde sizi mahvedecek olan kuvvetler harekete geçeceklerdir. Devlete itaat gereklidir.
1937’de harekât kararı uygulanır.. Aylar sonra Seyit Rıza ve arkadaşları yakalanır. Aylarca süren duruşmalar sonucunda 58 tutuklu hakkında karar kendilerine tebliğ edilir. Sanıkların 11’i idama mahkûm edildi.15 Kasım’ı 16 Kasım 1937’ye bağlayan gece Elazığ Buğday Meydanında Seyit Rıza 81 yaşından 54 yaşına indirilerek idam edildi. Seyit Rıza’nın oğlu Hüseyin 17 yaşında iken 21 yaşına çıkarılarak idam edildi. Seyhanlı Aşiret reisi Husso Şeydi, Yusufan Aşiret reisi Kamber Ağa (96 yaşında) olduğu halde 31 yıla mahkûm edilir. Ülküye oğlu Hasan ve Mirza oğlu Ali de idam edildiler.
1937 Harekâtı sonrasında İsmet İnönü´nün mecliste yaptığı açıklamada ise;1937 de Ordu tarafından 1 subay şehit, dört yaralı, 28 er şehit,46 er yaralı,1 bekçi şehit,1 bekçi yaralıdır. Dersim aşiretlerinde ise; 265 ölü,20 yaralı,27 yakalanan,849 kişi teslim olduğu belirtiliyordu.
Tan Gazetesinde ise kayıpları şöyle belirtiyordu:
30 şehit, 51 yaralı, isyancılardan 265 ölü, 20 yaralı, teslim olanlar 840 kişi olduğu açıklanıyordu. Dersim’de 4078,Erzincan da 789,Bingöl de126 olarak, toplam olarak 4991 tüfek ele geçirildiği belirtiliyordu.
8 Haziran 1938’de başlayan askeri ikinci yıl harekâtı da 15 Eylül’e kadar sürer. Dördüncü Umum Müfettişlik Gizli Raporuna göre; Dersimde 13 bin 160 kişi sivilin öldürüldüğü,11 bin 818 kişinin ise sürgün edildiği belirtilmektedir.
Dersim de uygulanan bu katliam döneminde İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, 4 Haziran tarih ve 15146 sayılı konu ile ilgili yazıyı Kültür Bakanlığına gönderir.. (14 Haziran 1938 )
Yazının konusu, Dersimde kız ve erkek yatılı okullarda yetiştirmeleri hakkındadır. Kaya, yazı da Ders im’de yapılan ıslahat çerçevesinde Türklerin yoğun olduğu ve Dersim de uzak yerlerde kız ve erkek yatılı okullarının açılmanı talep etmektedir. Bu okullarda Dersim de getirilecek beş yaşını doldurmuş kız ve erkeklerin okutulup büyütülmesi ve birbiri ile evlendirilerek baba ve annelerinden miras kalan mal ve arazileri için de birer Türk yuvası kurmalarını önermektedir.
Böylece, Türk kültürü Dersim esaslı bir biçimde yerleşmiş olacağını düşünmektedir. Yine devletin raporlarında devletin amacı, Dersim’i ıslahat amacıyla Dersimli’yi toprağa bağlamaya çalışmaktır. Ayrıca Türklüğe yakıştırmak, Türkleştirmek aslen Türk olduklarını ikna etme vb. gibi Türk dili Ders im’de temin edilmeli deniliyor. Devamla… Sıdıka Avar gibi inançlı öğretmenlerin atanması düşülmüştür. Okul ve yollarla birlikte Dersim’e sağlık hizmetleri de götürülmeli idi. Üçüncü yıl yol yapımlarına ara verilmeksizin devam edilmeli, ekonomik gelişime ağırlık verilmelidir, deniliyorsa da ciddi bir gelişme görülmez. Oysa devletin resmi kaynaklarına göre yol, köprü yapımlarındaki tek amaç Dersime girip yerleşmekti. Bu çaba Dersime girip yerleşmenin büyük bir koşulu olarak görülüyordu.
Dördüncü Genel Müfettişliğin 6 Ocak 1938 de hazırladığı bir raporda Dersimde o güne değin 5050 silah toplanmış ve bunun yararlı yanları görülmeye başlanmıştır.
Bununla birlikte geleneksel bağlılıkları ve çıkarlar zayıf kılındığı zamanlarda birlikte çalışma heveslerinin ateşlenebileceği düşüncesiyle, yörede uygun bir mevsimde bir başka harekâtın yapılmasının doğru olacağın belirilmiştir.
Oysa Kurtuluş Savaşı boyunca, bütün cepheler dâhil muharebe meydanlarında 9.167 kişi (662 subay, 8505 er) şehit olmuştur. Aldıkları yaradan daha sonra ölenlerin sayısı ise 53 subay ve 1665 er denilmektedir.
Bütün olarak değerlendirildiğinde, Dersim’in içinde bulunduğu dram, çektiği acılar, çekmekte olduğu sorunları dile getirmekle bitmemektedir.
DESİM DE İSYAN YOKTU ..KATLİAM VARDI.!…
Bayar hükümeti, bu bölge için yapılacak harekât için T.B.M.M. inden yetki aldı. Bölgedeki çarpışmaları dünya kamuoyunun gözünden saklamak için İstanbul ve Ankara gazetelerinde Fırat ve Murat kıyılarında yapılan manevralardan söz etti.
1938 de devlet, Dersim halkını zorunlu göce zorladı. Dersim insanı ise doğduğu büyüdüğü yerden kopmamak için tepki göstermiş ve direnmiş, bu tepki ve direnme daha çok aşiret önderlerinden gelmiş, ancak bunlar, dünya kamuoyuna” isyan “diye duyurulmuştur.Oysa1938 de bir isyan söz konusu değildir.
1938 deki askeri operasyonlar yalnız sözde isyan bölgesi diye bilinen bölge ile sınırlı kalmamış, devlete vergi veren, askere giden, Pertek, Mazgirt, Nazmiye, Pülümür v.b. ilçe ve köylerini de kapsamıştır Buralarda yaşayan birçok suçsuz ve günahsız insan katledilmiştir. Hatta Dersimi aşarak Erzincan’ı ve çevre ileride içine alacak şekilde genişletilerek uygulanılmıştı. Dördüncü Genel Müfettiş lig’in 6 Ocak 1938 de hazırladığı bir raporda Ders im’de o güne değin 5050 silah toplanmış ve bunun yararlı yanları görülmeye başlanmıştır. Bununla birlikte geleneksel bağlılıkları ve çıkarlar zayıf kılındığı zamanlarda birlikte çalışma heveslerinin ateşlenebileceği düşüncesiyle, yörede uygun bir mevsimde bir başka harekâtın yapılmasının doğru olacağın belirilmiştir.
1938 SONUÇLARI:
23 Ağustos 1938 de doğu illerinde yapılan askeri harekâtı izlemeye giden Celal Bayar şunları söylüyor:
Orada iken Dersim’in tedip (eğitme) harekâtı aynı zamanda imar ve ıslahı programıyla ilgilendim. Askeri ve mülkü amirlerde bilgi ve değerlendirmelerini dinledim Yapılan tedip (cezalandırma) harekâtı kesin ve olumlu sonuç vermeye başlamış ve son aşamasına gelmiştir. Kısa bir süre sonra Dersim’in şimdiye değin geçirdi aşamaları ve bundan sonra yapılması kararlaştırılan ıslahatı ayrıntılarıyla kamuoyuna bildireceğim. Şimdiden ifade edebilirim ki, eski zamanlarda olduğu gibi toplu eşkıyalığın oluşumu giderilmiştir. Ordumuzun ve jandarmamızın bu çetin dağlarda gösterdiği kahramanca etkinliği ulusumuzun takdirine arz etmek görevimdir.”diyor.
1938 ve sonrasında ise; tarama bölgesinde ölü ve diri 7954 kişi çıkarılmıştır.4.Genel Müfettişliğe verilen isimlerden 101 kişiden 73 ü ele geçirilmiştir. Bu bölgede 1019 silah toplanmıştır. Askerlerden 33 kişi ölürken, 1 kişi yaralanır.1942 yılına kadar zorunlu iskân devam etmiştir. 8 Haziran 1938’de başlayan askeri harekât 15 Eylül’e kadar sürer. Yakılan köy sayısının 60 olduğu belirtilir.5–7 bin kişi batı illerine iskâna tabi tutulur. Eylül 1938 sonunda ise 13 bin160 kişi ölü,11bin 818 kişinin sürgün edildiği belirtilmektedir.Ancak burakamları daha yüksek olduğuda aşıkardır. 6 Ağustos1938 de Bakanlar Kurul kararıyla 1246 haneden 5000 kişinin,15 şehrin 50 kazasına bağlı 922 kişi bir köye bir hane şeklinde dağıtılır. Kimsesiz çocuklar ise besleme olarak köylere dağıtılır. 1514 yılından başlayıp çeşitli tarihlerde 1781,1782,
1848.1862.1850.1862.1875.1877, 1880.1896.1907.1908, 1909, 1911, 1914, 1926, 1930 yıllarında yapılan tüm seferlerin yanı sıra ve 1937-1938 Dersim direnişleriyle son bululmuyordu. Bu tarihe kadar Dersim üzerine yapılan 108 sefer Dersim sorununu çözmedi. Dersim üzerine yapılan tedip (eğitme), tenkil (cezalandırma) ve sürgün hareketleri devam etti. Zorunlu iskânlar sonucunda Dersim sorununun Eskişehir, Kırklareli, Manisa, Tekirdağ, Aydın, Çorum, Malkara, Çorlu, Ödemiş, Balıkesir Anadolu’nun batısında arama cumhuriyet tarihi kuralları, insan hakları zemininde ve demokrasi kuralları içinde çözüm aranılmadı. Tüm bu gelişmeler dikkate alındığında Dersim uzun yıllar Osmanlı imparatorluğu döneminde her bakımdan ihmal edilmişti ve potansiyel bir tehlike olarak görülüyordu. Dersim’de yol yoktu, tekerlekli vasıta yoktu. Okulun, ticaretin ve ziraatın adı var ama kendisi yoktu. Karanlık cehalet korku içinde ilk bir yaşam geçiren Dersim halkı çilekeş bir yaşam sürdürüyordu. Oysa Anadolu’nun her tarafında cumhuriyet döneminden itibaren elektrik, radyo ve otomobilin ne demek olduğu bilinmesine rağmen Dersim halkı habersizdi. Doğanın göreneğin ve tarihin asi olduğu Dersim’de devlet Dersim’e girerken dilini, tarih ini, kültürel değerlerini ve göreneklerle çarpışarak bir daha kımıldamamak üzere yeniyordu(!). Oysa Dersim Osmanlı döneminden beri özellikle Yavuz Sultan Selim zamanında can güvenliğini sağlamak için Dersim’e sığınanlar ölümden zorlukla kurtulmuşlardı. Yıllarca yoksulluktan, okulsuzluktan mahrum bırakılmış ve dışarıyla bağlantısı kesilmiştir. İlkel yaşamak zorunda bırakılmıştı.
Dersim sorunu çözümü hakkında yazılan yazılar öneriler birer odayı dolduracak kadar çok olmasına rağmen içerik olarak hepsi yol yapmak, okul açmak, ekonomik tedbirler alma Seyid ve ağaların etkinliğini sağlama amacına yönelik öneriler her defasında kâğıt üzerinde kalmıştır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de düşünülen öneriler, çözümlerle geçmişi tekerrürden öteye gitmemiştir.
Hükümetleri her defasında, ibret duygusuyla öç alma düşmanlık ayrı gayrı davranışlar yerine Dersim diline, kültürüne, folkloruna saygı göstermedi. Gelenek ve görenekleri doğal karşılamadı. Refah ve bayındırlık, sevgi, dostluk, ekonomik kalkınmayı bölgeye götürmedi.Devlet-hükümetler bugünde yarında askeri çözüm arama yerine, demokrasiye bağlı ,insan hakları bazından çözüm aramaları en bilimsel ve akılcı yol olarak görmeleri gerekir.İlkel yöntemlerin çözüm getirmeyeceklerini iyi bilmelidirler..
- yüzyılda dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi Dersim’de de 1937-1938 tarihinde 110 bin nüfus olmasına rağmen 72 bin kişi kıyıma ve sürgünlere maruz kalmıştır. Dersim’in etnik yapısı siyasal düşünceleri ve inançları (mezhepsel) nedenleriyle öldürüldü, sürüldü. Oysa 20. yüzyılın başından beri insan haklarına değer vermeyen devletler, geçmişte olduğu gibi gelecekte aynı nedenlerle çeşitli devletlerin desteği ile soy kırımlarına maruz bırakılmışlardır. İnsanlığın ve insan değerlerinin en büyük düşmanı olan kurumlaşmış ırkçılık kökten dincilik ve yoksulluktur. İşte insanım diyebilen herkes belli çıkar ilişkilerinden ulusal çıkarlardan etkilenmeyen tarafsız, dürüst insan haklarına saygılı değer yargılarına sahip olmalıdır. Çünkü toplumları oluşturan değişik kültürlerin, değişik kökenlerin oluşunun demokrasinin zenginleştiricisi
olarak kabul edilmesi gerekir. Sorunlara uygar ve demokratik açılardan bakılmasında sayısız yararlar vardır. Bu sorunların tek çözümü buradan geçmektedir. Günümüz çağdaş insanının da bu değer yargıları içersinde düşünmesi gerekir. Barışçıl, uzlaşmacı ve hoşgörülü olmak insan olmanın da gereğidir. Sorunlara çözüm aramanın ön koşuludur.” Dersim 38’de insanlık dışı uygulamalar sonucunda ağır katliamlar, kırımlar ve imhalar yaşandı. Dersim zorunlu göçten oluşan etnik temizlik ile nüfus yoğunluğunu kaybetti. Dersim dili, kimliği, kültürel ve siyasi hakları hükümetler tarafından yok sayıldı ve geliştirmeye olanak tanınmadı.
Dersimliler, bugünde eğitim, sağlık ve bölgeye yatırım istiyorlar. Dersim dilini yaşatmasını ve eğitim dili olarak yaşamasını ve kültürel değerlerinin yaşatmasını, Alevi inancının yaşatılmasını, arşivlerin açılmasını, Dersim adının iadesini istiyorlar, Bu katliamdan ötürü devletin Dersimliler den özür dilemesini istiyorlar. Çağdaş demokrasi, insan hakkına saygı ve anayasal vatandaşlık hakkının uygulanmasını istiyorlar.
KAYNAKÇA.;1-2-Başlangıcından Günümüze Dersim Tarihi, Ali KAYA Can Yayınları İstanbul, 1999.
Dersim de Dil Ve Kökler, Ali KAYA Can Yayınları 2008.İstanbul.
Deylemden,Dersime .Ali KAYA Can Yayınları İstanbul
01/.02/2010
Ali KAYA – Tarihçi Yazar
Kaynak: http://www.insandedigin.com/dersim-katliami-ali-kaya/
Dersim Meclis Girişimi Zwingenberg Sonuç Bildirgesi
19-21 Şubat 2016 tarihinde Almanya-Zwingenberg’de Dersim Meclis Girişimi Hazırlık Komitesi; tarihsel ve toplumsal meseleler ile Dersim ve bölgede yaşanan sorunları ve olası gelişmeleri ele alan iki günlük bir toplantı yaptı.
Her ne kadar süreklilik arz etmese de, esas olarak 1985 yılından itibaren Avrupa’da başlayan ve sonrasında Türkiye’de de devam eden tartışmalar ve girişimler, önemli birikim ve potansiyeller yaratmış, Dersim Fikriyatı’nın gelişmesinde ciddi sıçramalara önayak olmuştur. Bu dönemlerde gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de ortaya çıkan her yeni kurum ve oluşum yaratılan bu bilgi, deney ve birikim üzerinden şekillenmiştir. Bu tespitten hareketle Avrupa’nın değişik ülkelerinden ve Türkiye’den katılımcılarla yapılan bu toplantımızda, Avrupa ve Türkiye’deki Dersimi örgütlenmelerin kurumlaşma sorunları ve deneyimleri tartışıldı, yeni gelişmeler ışığında çözüm önerileri sunuldu.
Dersim toplumunun, tarihsel ve toplumsal sorununun çözümü için yeni örgütlenme modelleri üzerine yapılan tartışmalar sonucu, Dersim Meclis Girişimi’nin fikri doğru bulunarak, sürekliliğinin sağlanması yönünde kararlar alındı.
İnsanlığın yüzlerce yıllık birikimini hiçe sayan militarist uygulamalar bugünü ve geleceği tehdit ediyor. İçinde bulunduğumuz konjonktürde şiddetin her türlüsü, varlık yokluk meselesi ile cebelleşen, Dersim ve Dersimliler’in zararınadır. Dersim toplumu, kendisini kuşatan şiddet/savaş sarmalında boğulup yok edilme tehlikesi ile yüz yüzedir. Toplumuzun daha fazla şiddet ve savaş ortamını kaldırabilecek mecali kalmamıştır. Bu nedenle silahlanmaya, şiddetin örgütlenmesine hayır diyor, başta Dersim ve bölgemiz olmak üzere çeşitli coğrafyalarda sürdürülen savaşların son bulmasını istiyoruz.
Dersim’in tarihsel ve güncel sorunlarının yanı sıra, devletin Ortadoğu ve Türkiye’de süregelen etnik ve inanç kimliklerine karşı yürüttüğü savaş ortamı bizi daha da somut tehlikelerle karşı karşıya getirmiştir.Tüm bu tehlikeli durumların yanı sıra Dersimliler’in doğası, kültürleri, Raa Heq İnancı ve dillerini korumak ve yaşatmak amacıyla Dersimi kurumların birlikte hareket etmesinin zorunluluğu doğmuştur.
Toplantının ikinci günü olan 21 Şubat ‘Uluslararası Anadil Günü’nde, Zazaca’nın (Kırmançki) 2009 yılında UNESCO tarafından yayınlanan dil raporlarında da belirtildiği gibi, kaybolma tehlikesi altında olan dillerden biri olması nedeniyle, bu dilin sahiplenmesi ve korunabilmesi için eğitim dili olması gerekliliği belirtildi.
Önümüzdeki süreçte mümkün mertebe bütün Dersimi kurum ve kuruluşların öncelikli olarak bu sorunları gündemleştirerek çözüm önerilerini ortaklaştırmak ve birlikte mücadele etmenin araçlarından biri olarak Dersim Meclisi’nin kurulması fikri ve aciliyeti önem kazanmaktadır.
Tüm bu nedenlerden ötürü, Dersim Meclisi Girişimi’nin Avrupa ve Türkiye’den yeni toplantılarla sürdürülerek, Dersim ve sorunlarına dair söyleyeceği olan her bir Dersimli bireyin bu toplantılara katılması hedeflenerek bir Dersim Meclisi’ne dönüştürülmesi görüşü tüm katılımcılar tarafından kabul edildi ve yeni çalışmaların organizasyonu için Dersim Meclis Girişimi Koordinasyonu oluşturuldu.
22.02.2016
Dersim Meclis Girişimi Koordinasyon Komitesi
(Koordinasyona seçilen ve görev alan üye sayısı: 23 kişi)