Bir Dersimli daha savunmasız ve yargısız infaz edildi.
Dersim’de bir CAN daha elimizden alındı. 21 Nisan 2018. Dersim’den yine acı bir haber. Meşeyolu Köyünde yol yapımında çalışan dozer Operatörü Mehmet Özdemir (35) uzaktan açılan ateş sonucu hayatını kaybetmiştir.
Mehmet Özdemir’in canına kıyılmasına ilişkin olarak Tunceli Barosu’ nun takdir edilir duyarlılık ve sorumluluk duygusuyla yayınlamış olduğu kınama yazısında da belirtildiği gibi, “Yaşam Hakkı İnsan Haklarının Temelidir. Yaşam Hakkına yönelen her eylem, insanlığın ortak değerlerine yönelmiş sayılmalıdır.” İnsana, doğaya ve doğadaki būtūn canlılara saygıyı her şeyin üstünde tutan Dersim Coğrafyasının mayasını zehirleyen bu şiddet illetini kabul etmiyoruz, reddediyor kınıyoruz.
Dersim’ in üstüne çöreklenmiş korku imparatorluğu. Yersiz ve sebepsiz can yitimleri. Bu kaçıncı CAN!… Ürkünç ve Kahredici sessizlik…
Ne zaman ENDİ BESO!!! demeli….Daha kaç can yitirilmeli?.. Hangi haneye ateş düşecek….Sırada kim veya kimler var? Adres sormayan, yasadan, adaletten yoksun hukuksuzluğun kör kurşunu, acıyı ve kaygıyı büyütüyor. Buna hep birlikte ENDİ BESO demeli…
Dersim toptan bir ateşin içine sürüklenme ile karşı karşıyadır. Tehlike büyüktür. Sessiz kalınırsa daha da büyüyecektir…Artık bu anlaşılmalı. Bunu durduracak bir akıl yok mu?…
Başka bir Dersim yok… Dersim’e ve Dersimlilere hep birlikte sahip çıkalım. Ölümlerin bu coğrafyadan kalkması için can cana elbirliği edelim. Sivil ve savunmasız masum Dersimlilerin katledilmesini lanetleyelim ve bir daha bunların olmaması için yüksek sesle şimdi ENDİ BESO! diyerek haykırma zamanı…
Dersim Meclisi-Avrupa Yürütme Kurulu
25 Nisan 2018
– K a m u o y u n a –
AFRİN’E (EFRİN) KARŞI BAŞLATILAN SALDIRI DERHAL DURDURLMALIDIR!
SAVAŞA HAYIR!
TÜM DEMOKRATİK KURUMLARA ORTAK DAYANIŞMA ÇAĞRISI
Cumhurbaşkanlığı, Türk hükümet yetkilileri ve devlet güdümlü basın tarafından günlerdir telallığı yapılan işgal girişimi 20 Ocak Cumartesi günü Türk savaş uçaklarının Afrin şehir merkezini, Raco, Şera, Şerawa ve Bılbıla ilçelerini bombalamasıyla başladı. CHP, MHP, İYİ PARTİ gibi „muhalefet“ partilerinin de destek sunmada birbirleriyle yarıştıkları Türk ordusunun bu işgal harekatı, sadece Kürtlerin ve öz yönetimlerinin imhasını hedeflemekle yetinmeyecek, Türk halkı da dahil, bölgenin bütün halklarına sefaletten, zulümden başka bir şey getirmeyecektir. Irkçılık, milliyetçilik ve selefist dini bağnazcılık zehiriyle, bölgede yaşayan ve özünde kendisiyle aynı kaderi paylaşan Alevilere, Kürtlere, Kırmançlara-Zazalara ve diğer halklara karşı kışkırtılan Türk halkı bu gerçeği özellikle unutmamalıdır.
İç politikada gelecek seçim yatırımı, ekonomik çöküşü ve nepotist kirli çıkar ilişkilerini perdeleme aracı, OHAL sürecini sürekli hale getirip demokrasi güçlerini kriminalize ve tasfiye etme gerekçesi olarak da görülebilecek bu saldırıyı, Ortadoğu’da etkin olan büyük güçlerle birlikte koordine etmeden gerçekleştirmek elbetteki Türk yetkilerinin harcı değildir. Genel Kurmay Başkanı Hulisi Akar ve MİT Müşteşarı Hakan Fidan‘ın Rusya, Dişişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu‘nun Almanya ve Cumhur Başkanı Erdoğan’ın Fransa gezilerinde gerekli icazetler alındı. Amerikan hükümet ve Pentagon sözcülerinin „Afrin müttefik güçlerinin alanına girmiyor, biz bu meselenin dışındayız“ teminatından sonra askeri operasyona yeşil ışık yakıldı. Rusya’nın kendi kontrolündeki hava sahasını Türk savaş uçaklarının uçuşuna açmasıyla birlikte saldırı fiilen başladı.
Bugün, Türkiye gibi orta ölçekli güçleri destabilize etme hesapları da dahil, Ortadoğu Bölgesi hızlı bir şekilde yeniden dizayn ediliyor. Amerika, Rusya, Avrupa Birliği (Almanya, İngiltere, Fransa başta olmak üzere) ve Çin gibi büyük güçler, hem birlbirleriyle dalaş, hem de yeri geldiğinde ittifak halinde bölgede yeni güç dengeleri oluşturma peşindeler. Kartlar, şekillenen güç ilişkilerine göre yeniden karıştırılıp dağıtılıyor. Uluslararası hukuk büyük güçlerin ihtiyaçlarına uygun olarak eğilip bükülüyor. Güçlü olanın borusu ötecek algısı yerleştirilmeye çalışılıyor. Bölge insanı, „bizden yana saf tutmanızdan başka çareniz yok“ seçeneği empoze edilerek sindirilmeye çalışılıyor. Andaki şartlarda bu güçlerden herhangi birisinin, ya da kendileri bu emperyal çıkar sarmalının parçları haline getirilmiş bölge devletlerinin planlarına tabi hareket etmenin ne Kürtlere, ne de diğer halklara bir yararı olmayacaktır. Demokrasi güçleri, sivil toplum örgütleri, Türk halkı ve bölgenin diğer halkları savaş politikası aracı haline getirilmelerini reddetmelidir.
Türkiye de dahil, bölge bir bütün olarak bir ateş topu haline getirilmektedir. Bu ateş bölgede yaşayan hiç kimsenin evinin dışında değildir. Bölge halklarının kaderi içiçe geçmiştir. Geleceklerini de, bölgeyi ızdırap merkezi haline getirenlerin maddi ve manevi silahlarıyla birbirlerini boğazlamakla değil, her toplumun demokrasi ve insan haklarına riayet ekseninde kendisini ifade edebileceği yaşanabilir şartları birlikte yaratmakla ancak teminat altına alabilirler. Türk ordusunun Afrin harekatı aynı zamanda bölgede yasayan Kürtler ve Alevilere yönelik bir imha harekatıdır. “YA YIKILSIN, YA YAKILSIN” mantığıyla hayata geçirilen bu faşizan ve ırkçı iktidar politikalarına karşı bütün etnik ve inanç topluluklarının birlikte karşı duruş sergilemeleri elzemdir.
Savaş tamtamlarına karşı inatla birarada barış içinde yaşamayı savunmalıyız.
AVRUPA DERSİM DERNEKLERİ FEDERASYONU (FDG)
DERSİM MECLİSİ – MISLETÊ DÊSIMİ
Munzur Çem’in “Dersim 1937-1938: Kız Çocukları Ve Gerçekler” yazısına dair
Biliyoruz ki; Dersim toplumunun yaşadığı travmalar üzerine henüz bilimsel çalışmalar yapılabilmiş değil. Tarih, kültür, inanç, etnisite, Tertele gibi tarihsel konular ve ekonomik, sosyal, siyasal, ekolojik alanlarda yetersiz de olsa bazı çalışmalar yapılmaktadır. Ancak bu çalışmalar henüz çok parçalı ve güncel politik kaygılarla yapıldığı için “kolektif hafıza”yı öremediği gibi “kolektif bilince” de dönüşemiyor. Parçalı, reaksiyonel ve rekabetçi bir düşünüş tarzıyla bu sorunları çözmek olanaklı değildir. Bu nedenle her etnik, inanç veya düşünsel kimlikte Dersimlinin önce kendiyle, düşünüş tarzıyla hesaplaşarak ve gerçeklikle yüzleşerek köklü bir hakikat arayışına girmesi gerekir.
Kazım Gündoğan
Anıl Mert Özsoy’u “Vank’ın Çocukları” Belgeseli’mizin İstanbul Galası’nda tanıdım. Kavrayışı yüksek, analiz yeteneği güçlü ve toplumsal, tarihsel konulara son derece duyarlı bir gazeteci… Benimle Gazete Duvar için bir röportaj yaptı. Saatler süren karmaşık bir söyleşiyi başarılı biçimde rafine ederek “Dersim’in Ermeni Kızları Nerede?” başlığıyla yayınladı. Çok değişik toplumsal kesimlerden pozitif değerlendirmeler yapıldı ve sorular soruldu. Bu sorularla bir kez daha görüldü ki, “Dersim Tertelesi” hakkında hâlâ çok az şey biliniyor. Pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da “resmi ideoloji” ve “resmi tarih” tezinin düşünüş normları hala oldukça etkin. Keza, Dersimli düşün insanlarının bile Dersim’in temel meseleleri hakkında henüz ortak bir yaklaşım/görüş oluşturmaktan uzak oldukları görülmektedir.
Hakikati yok eden veya içini boşaltan devletin, “ideolojik aygıtları” düşün dünyamızı önemli oranda etkilemeye devam etmektedir. Hakikatle ilişkimize, onu analiz etme ve sentezimizi üretme konusunda henüz olunması gereken yerde olmadığımızı belirlemekle başlamalıyız. Bu anlamda kişisel, toplumsal gerçekliğimiz ve düşünüş tarzımızla yüzleşmeden bu kısır döngüden çıkmanın olanaklı olmadığını görmek durumundayız…
Gazete Duvar, haberciliğin yanı sıra kısa zamanda tüm bu konuları tartışmada önemli ve kıymetli bir düşün platformuna dönüştü; emeği geçenlere teşekkür ediyorum.
Bu düşün platformunda benimle yapılan röportaj hakkında Dersim üzerine kıymetli çalışmaları olan Sayın Munzur Çem “Dersim 1937-1938: Kız Çocukları ve Gerçekler” başlıklı bir değerlendirme yazdı. Son derece olgun, saygılı ve düşünsel yanı ön planda olan bir değerlendirmeydi. Kendisine teşekkür ederim. Üzerine düşündüm, sorular sordum ve düşüncelerimi hem Gazete Duvar okurlarıyla, hem de Munzur Çem ile paylaşmanın (biraz gecikmiş de olsa) yararlı olacağı sonucuna vardım.
Elbette çok uzun ve değişik konu başlıkları olan bir değerlendirmenin detayına girmeyeceğim. 5 başlık halinde konunun ana fikri ve Sayın Çem’in düşünüş tarzı üzerinde durmaya çalışacağım. Umarım bunu başarabilirim…
Munzur Çem’den bir aktarmayla başlayayım:
1- Gündoğan’ın 1937-38 Dersim soykırımının kamuoyuna mal edilmesinden bahsederken kendi çalışmalarını sürekli merkeze koymaya çalışmasıydı.” M.Ç.
Konunun bu yanı üzerine yazmak hoş olmasa da madem kamuoyunda tartışılır hale getirildi o halde birkaç şey söylemek durumundayım. Zira bu bireysel ve toplumsal hafızamız ve düşünce üretme tarzımız bakımından önemlidir. İnanıyorum ki; Sayın Çem eğer bunları yazmadan önce Dersim soykırım tartışmalarının hangi tarihte ve nasıl başladığına dair bir araştırma yapmış olsaydı; hem ne dediğimiz doğru anlaşılır, hem de hakkımızda böyle bir iddia da bulunmazdı diye düşünüyorum.
Söz gelimi; Sayın Çem ve onun gibi düşünenler 27.09.2009 tarihli Sabah gazetesinin manşetine, devam eden günlerdeki Milliyet gazetesi, Radikal gazetesi ve CNNTÜRK televizyon programlarına bakarak bu gerçeği öğrenebilirlerdi.
Evet, açıklıkla ifade etmek ve bir kez daha altını çizmek istiyorum. 1937/38 Tertelesi’nden sonra Dersim konusu merkez medyada neredeyse hiç yer almadı. Türkiye kamuoyunda tartışılmadı. Medya, akademi, kültür – sanat, siyaset dünyasında başlı başına hiç tartışılmadı. (Tartışıldıysa da bilmiyorum. Şayet biliyorsanız iddia/görüşünüzü kanıtlamak için bir örnek vermeniz yeterli olur…) Bizim “72 yıl sonra ilk kez konuşulmaya/ tartışılmaya başlandı…” dediğimiz gerçeklik budur. 2009-2010 ‘da “en çok tartışılan ve tartışma yaratan belgesel film; İki Tutam Saç-Dersim’in Kayıp Kızları” olarak hakkında onlarca makale yazıldı, yüzlerce haber yapıldı. Siz ve sizin gibi düşünen bazı Dersimliler dışında herkes bunları gördü, söyledi ve yazdı. Keza ikinci belgesel filmimiz Hay Way Zaman, 50’nci Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Belgesel Film dalında Jüri Özel Ödülü (2013) aldığında, “Dersim davasını” ödül töreninde dünyaya naklen duyurduğunu biliyor olmanız gerekirdi.
“Dersim’in ilk uluslararası ödüllü belgesel filmi”ni ve Dersim’in Kayıp Kızları araştırmasını yapanlar olarak kişisel bir duygudan çok Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanındaki Dersimlilerle birlikte Dersim Tertelesini dünyaya duyurmanın gururunu, onurunu yaşadık. Bu kişisel bir kazanım değildir; Dersimlilerin kazanımıdır…
2- “Ancak Dersim ile ilgili tartışmaların bu çalışmadan sonra yeniden başladığı tespiti Kürt kamuoyu bakımından doğru değil. Bir kere Kürtler şöyle veya böyle, 1950’lerden bu yana, entelektüel düzeyde sürekli olarak bu olay ile yüz yüze, iç içe yaşadılar ve bu durum bugün de devam etmektedir.” M.Ç.
Doğrudur çok az sayıda entelektüel (Kürt, Türk, vd ) “Dersim isyanı” hakkında konuşmuş ve yazmıştır. 2000’li yıllara kadar N. Dersim’i, M. Anter, U. Mumcu, İ. Beşikçi, Ali Arslan, K. Burkay, M. Çem, M. Bayrak, H. Göktaş, Ş. Aslan ve daha başkalarını da sayabiliriz.
Müzik alanında pek çok sanatçı, sinemada Çayan Demirel ve başkaları… Hepsi kıymetli çalışmalar yaptılar… Röportajda bu içerikte bir soru sorulmadığından bunları belirtme ihtiyacının duyulmamış olması onların emeğinin yok sayıldığı anlamına gelmez/ gelmemelidir. Böyle anlaşılabilecek bir anlatım varsa özür diliyorum.
Ancak anlatılan başka bir şeydir;
Birincisi; 1950’lerden beri çeşitli dönemlerde bazı çalışmaların olması sorunun Türkiye kamuoyunda tartışıldığı veya bilindiği anlamına gelmez.
İkincisi; Biz “Kürt, Türk” kamuoyu ayrımını yapmadan, Türkiye kamuoyundan bahsediyoruz.
Üçüncüsü; İyimser bir yaklaşımla bunların hemen hepsi N. Dersim’inin “Dersim Kürt İsyanı” düşüncesini kısmen veya tamamen benimseyen kişilerin yaklaşımlarıdır.
Dördüncüsü; Bu çalışmaların çoğu, ilgili politik çevrelerin sınırlarını aşıp, Türkiye kamuoyuna ulaşabilen çalışmalar değildir.
Beşincisi; kamuoyuna ulaşması bakımından yazınsal üretimler ile görsel üretimler arasında çok ciddi bir fark vardır. Bunda sinemanın etkisinin yanı sıra konuyu “Dersim isyanı” bağlamından çıkarıp “Dersim katliamı” bağlamına oturtulması başlı başına yeni bir durumdur.
Altıncısı; “Bir topluluğun çocuklarını zorla başka bir topluluğa nakletmek” BM soykırım kriterlerinden biridir. “Dersim’in kayıp kızları” çalışması bu gerçeği açığa çıkardı ve kavramsallaştırdı. Dersim Tertelesini “kadınlar ve çocuklar” üzerinden tartışılmasını sağladı.
Yedincisi; Dünya’da pek çok katliam, soykırım vb. sinema üzerinden, özellikle belgesel sinema üzerinden gündeme gelmiş ve tartışılmıştır.
Sekizincisi; Biz sadece sinema yapmak için yola çıkmadık. Dersim katliamına dair gerçekleri ortaya çıkarma ve bunları dünyaya anlatma hedefiyle çalıştık. Merkezi medya, akademi, kültür-sanat, siyaset dünyasına yönelik özel çalışmalar yaparak “Dersim katliamı” gerçeğiyle buluşmalarını sağladık.
Dokuzuncusu; Bu kapsamdaki çalışmada, “resmi ideoloji”nin etkisindeki toplumsal kesimlere yönelik olarak ilk kez, “Dersim isyan değil, katliamdır” tezi politik argümanlarla değil, sanatsal imgelerle ve insan öykülerinin gücüyle anlatılmış oldu.
Onuncusu; Elbette siyasal konjonktürün elverişli olmasının da bunda payı vardır. Demokratik Kürt mücadelesinin geldiği aşama ve egemen sınıflar arası çıkar/iktidar mücadelesi nedeniyle oluşan ortamı doğru değerlendirdik.
Öte yandan; toplumsal hafıza ve hakikatin görülmesi açısından önemli gördüğüm için şunu da belirtmeliyim. Kimisi Dersim katliamı tartışmalarının, Kasım 2009 da CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in “Dersim’de analar ağlamadı mı?” sözleriyle başladığını, kimisi de 2011’de dönemin Başbakanı R.T. Erdoğan’ın “Dersim’de isyan olmamıştır, katliam yapılmıştır” itirafı ve “özür” konuşmasıyla başladığını düşünebilir. Oysa 2009 Eylül ve Ekim ayının gazetelerine ve televizyon programlarına bakıldığında gerçek açıkça görülebilir.
3) “…1937-38 soykırımı için yapılan “kızılbaş soykırımı” ya da “Alevi soykırımı” terimleri gerçeği yansıtmıyor. Kuşkusuz, Türk devleti, Alevilikten hoşnut değildi,(…) Ve kuşkusuz bir inanç olarak Aleviliğin asimile edilip bitirilmesi de devletin hedefleri arasındaydı ama onun o yıllarda Alevilere karşı fiziki yok etme tarzında bir politikası yoktu. Bu bakımdan, asıl neden Dersimlilerin Kürtlük’leriydi. Nitekim Kürtler her yerde kırıma uğrarken, Dersim dışındaki Aleviler (Bektaşilerle Nusayriler dahil) böyle bir durumla yüz yüze gelmediler.” M.Ç
Dersim tartışmalarında esas meselenin burada olduğunu düşünüyorum. Kürt düşün insanlarının çoğu Sayın Çem gibi düşünüyorlar. Yani Kürt Tarih Tezi… Aktardığım paragraftaki mantıkla Dersim Tertelesi’ni anlamak, tartışmak ve ortak sonuçlara varmak hayli zor görünüyor. Çünkü böyle düşünmek;
Birincisi; Kemalistlerin İttihat ve Terakki (İ.T.) ve Osmanlı ile ortak ideolojisini, devlet aklı/ geleneğini tarihsel bağlamından koparmak olur.
İkincisi; Kürtlerin Lozan’a kadar, Hilafetçi Osmanlı ile (dolayısıyla İslamla) onu devam ettiren İ.T ve Cumhuriyetçi kadrolarla tarihsel bir sorunu (Osmanlıda bazı sorunlar yaşansa da) yoktu.
Üçüncüsü; Kemalist cumhuriyetin kuruluş ideolojisi iki temel kaynaktan beslenir; Irk ve din… Dolayısıyla Türkçülük ve İslamcılık.
Dördüncüsü; Tertele döneminde Türkçülüğün azami 50 yıllık bir geçmişi varken, İslamın 1400 yıllık, hilafetçi Osmanlı’nın 500 yıllık bir siyasal geçmişi vardı.
Beşincisi; Dolayısıyla “Kürt sorunu” henüz yokken “Kızılbaş/Alevi sorunu” İslam’la birlikte ve daha politik halde 1514 yılından beri vardı ve neredeyse Osmanlı’nın “başlıca sorunu” olarak görülüp sürekli katliamlarla çözülmeye çalışılmıştı.
Altıncısı; Bu bağlamda Kemalistler Lozan’la birlikte tapusunu aldığı devleti Türk-İslam ideolojisi üzerinden inşa etmeye başladılar. Irk olarak herkes Türk, din olarak herkes Sünni İslam olacaktı.
Yedincisi; Bunun için öncelikli olarak “Kızılbaş meselesi” çözülmeliydi… 1925 yılında çıkarılan, “tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunu” ve devamında Sünni İslamı devlet eliyle örgütlemeyi amaçlayan, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması, öncelikli sorun hakkında yeterince bilgi vermektedir.
Sekizincisi; 1925 yılında çıkarılan Şark Islahat Planı incelediğinde Türklüğe adapte edilmesi gereken unsurların başına Kürtler konulurken, Sünni İslama adapte edilmesi gerekenlerin başına da Kızılbaşlar’ın konulduğu açıkça görülebilir.
Dokuzuncusu; Bir ulusun en belirgin var olma aracı dili ve kültürüdür; başta Kürtçe, Zazaca olmak üzere “diğer diller” yasaklanır.
Onuncusu; Bir inancın da en belirgin var olma aracı inanç ritüelleri ve sembolleridir. Aynı biçimde ve benzer sertlikte Kızılbaşlar’ın inanç mekanı olan tekkeler kapatılır, pirler, mürşitler tutuklanır, ibadet sembolleri ( bağlama vb) yasaklanır, toplatılır ve evinde bulunduranlar ağır biçimde cezalandırılır.
On birincisi; Bu hakikate rağmen devletin “Alevilere karşı fiziki yok etme tarzında bir politikası yoktu” demek devletin kuruluş felsefesini bütünlüklü anlamamak ve Kızılbaş/Alevilerin yaşadıkları zulmü tarihsel bağlamından koparmak olur. Sayın Çem’in iyi niyetinden ve vicdanından kuşkum yok; ancak düşünüş tarzındaki “ulusçu” etkiler nedeniyle uluslaşma öncesi “ kimlik sorunları”nı bütünlüklü olarak göremediğini düşünüyorum. Bu nedenle 1937/38 Tertelesi için “Asıl neden Dersimlilerin Kürtlük’leriydi” derken son derece sübjektif ve parçalı düşünmektedir.
On ikincisi; “Nitekim Kürtler her yerde kırıma uğrarken,” dediği nokta tam da parçalı ve abartılı olduğunu gösteriyor. Evet, Şıx Sait ile başlayıp 1930 lara kadar devam eden süreçte Kürtler katledildi. Hem de vahşice. Ama iddia ettiği gibi “her yerde” olmadı. Kendisinin de belirttiği gibi “Piran’da, Sason’da, Mutki’de, Zilan Vadisi’nde ve Ağrı’da” oldu… Mardin, Urfa, Van, Bingöl, Diyarbakır, Bitlis, Siirt’in bütününde katliam olmadı diye, “Devletin Kürtlere yönelik özel bir imha politikası yoktu” diyebilir miyiz?
On üçüncüsü; Dersim dışındaki Kızılbaş/Alevilerin bu kapsamda bir katliamla yüz yüze gelmedikleri doğrudur. Tıpkı diğer yerlerdeki Kürtler gibi… Bunun özgün nedenleri üzerine;
1) Dersim’in inanç bakımından esasen Kızılbaş (İslam dışı) bir yapıya sahip olması. 2) Dersim’in Kızılbaş inancında “Serçeşme” (ana kaynak) işlevi gören pek çok “Ocak’ın merkezi olması. 3) İslam’ın tüm saldırılarına rağmen “tek tanrılı dine” yani İslam’a dahil edilememiş olması. 4) Tüm bunlar nedeniyle “Osmanlı’dan devralınan bir çıban” olarak tanımlanması. 5) Hiçbir yerde korunamayan Kızılbaş inancın en rafine ve şuurlu yaşandığı tek coğrafya olması. 6) Kızılbaşlık inancının yanında Hristiyan (yoğun olmasa da) topluluğun var olması. Ve 7) İsmet İnönü’nün 1935 de dikkat çektiği “kısmen Kürtlük şuurunun gelişmesi”nin yansıra daha pek çok özgün neden söylenebilir.
On dördüncüsü; Neden diğer Kızılbaş/Alevilere yönelik katliamlar yapılmadı sorusunun yanıtını yukarda verdim. Şunu da eklemekte yarar var: Çünkü diğer yerlerdeki Kızılbaş/ Aleviler 1514’lerden itibaren adım adım İslamla ve devletle çeşitli biçimlerde ilişkilendirilmişti… O haliyle bile “Aleviler sorun” ( Osmanlı dönemini saymazsak; Maraş, Çorum, Sivas vb olduğu gibi) olarak görülmeye devam edildi/ediliyor.
On beşincisi; Dersim Tertelesini incelediğimizde hedef seçilen; fiziki olarak yok edilen, sürgün edilen, köyleri yakılanlar arasında Şafi Kürt, Sünni Zaza ve Sünni Türk’ün olmaması aslında her şeyi anlatıyor. Sizce de bu düşündürücü değil mi?
4) “Kuşkusuz, burada yapılan “Kürt Tarih Tezi” tanımlaması ve ona bağlı olarak söylenenler de gerçekçi değil. Kürtlerin 1937-38’de Dersim’de olanları ille de isyan olarak göstermek gibi bir çaba içerisinde gösterilmeleri en azından bir mantık zorlamasına işaret eder.” M.Ç.
Benim anlatımlarımda “Kürt Tarih Tezi” tanımlaması genel kullanılmaktadır. Sadece Dersim için kullanılan bir tanımlama değildir. Dersim konusunda da başta N. Dersim’i olmak üzere Sayın Çem’in isimlerini belirttiği hemen herkesin, ilk dönemlerde yazdığı kitap ve makalelerde esas olarak “Dersim Kürt İsyanı” olarak tanımlanıyor olmasının bir anlamı vardır… Bunun birinci kaynağının N. Dersimi olduğunu da hepimiz biliyoruz. Elbette Sayın Çem gibi tek tek bireyler 1990’lı yıllarda “İsyan değildir” demiş olabilirler. (Denildiyse bu aynı zamanda köklü bir N. Dersim’i eleştirisi yapmayı gerektirir, böyle bir eleştiri veya özeleştiri var mı bilemiyorum?) Ancak ben kişilerden değil, Kürt siyasi hareketlerinin kurumsal yapılarından bahsediyorum. O süreçte “İsyan değildir” diyen ve bunun düşünsel mücadelesini veren bir politik harekete rastlamadım, bilmiyorum… (Elbette benim bilmiyor olmam olmadığı anlamına gelmez. Varsa yazmanız rica ediyorum.)
Bilmenizi isterim ki; biz yaptığımız araştırmalarla 2007’lerde “isyan değildir” dediğimizde gerek sol hareketlerin, gerekse Kürt hareketinin bize yaklaşımı son derece negatif ve sert oldu. Bu sertliğe karşı biz, “evet anlıyoruz sizi, yıllarca isyan olarak bildiğiniz ve yücelttiğiniz bir görüşün doğru olmadığını kabullenmek kolay değildir. Biz ‘isyan değildir’ sonucuna vardığımızda benzer sarsıntıları (ki bizim ulaştığımız somut bilgi ve belgelere ulaştığınızda inanıyoruz ki siz de ‘İsyan değilmiş’ diyeceksiniz dedik”) yaşadık. Hakikatle yüzleşmek kolay değildir elbet. Nitekim 2009/2010’lu yıllardaki Dersim tartışmalarıyla aynı çevreler çok hızlı biçimde “Dersim isyan değil, Kürt soykırımdır” demeye başladılar. Bu noktaya gelinmesi iyiydi elbet. Keşke özeleştiriyi merkeze koyan dönüşüm süreci yaşanabilseydi.
Sayın Çem hatırlayacaktır; Ankara’da Dersim 1937/38 Ortak Bellek Platformu’nun düzenlediği ve ikimizin de konuşmacı olarak katıldığımız konferanstaki sunumumda Dersim’de neden isyan olmadığını anlattıktan sonra “isyan olmadığı gibi Sey Rıza da bir isyan lideri değildir” demiştim. Kürt siyasetinden bazı arkadaşlar öfkeyle, “Kazım arkadaş Seyit Rıza şahsında değerlerimize saldırıyor” biçiminde sert eleştirilerde bulunmuşlardı… Sayın Çem’in bu duruma tavırsız kalması dikkatimden kaçmamıştı…
5) “… Dersimlilerin ise bütün Osmanlı tarihi boyunca “Ekrad” yani “Kürt” diye adlandırıldıklarını da yeri gelmişken belirtelim. (…) Onun yaptığı sıralamaya bakarsanız, “Kızılbaş Aleviler”i ayrı bir etnik grup olarak kabul etmek gerekir.” M.Ç
Osmanlı tarihinde “Ekrad” (Kürt) tanımlaması vardır elbet. Bunu biliyoruz ve belirtmekte hiçbir sakınca yok. Ancak; “Kürt” kavramının yanı sıra “Zaza”, “Ermeni”, “Kızılbaş”, “Hristiyan” kavramlarının kullanıldığını da belirtmezsek hem gerçeği yok saymış oluruz, hem de son 150 yıllık “ulusçu görüş açısı”nın ötesine geçemeyiz ve Dersim’in tarihsel, toplumsal gerçekliğini bütünlüklü ve doğru anlayamayız; tanımlayamayız. Ulus ve uluslaşma öncesi Osmanlı’da halklar, milletler esas olarak “etnik kimlik”le değil, din ve inanç kimlikleriyle tanımlanırdı. Söz gelimi; Osmanlı tahrir defterlerini açıp baktığımızda Dersimde üç toplumdan/ kimlikten bahsedilir. Hristiyanlar, Kızılbaşlar, Müslümanlar gibi… Türk, Kürt, Arap, Rum, Ermeni gibi milleti ifade eden kavramlar ise ayrıntıda kullanılırdı…
Dolayısıyla “kimlik” denilince 150 yıllık bir hafızayla “etnik kimlik” tanımlamasının ötesine çıkamayan bir görüş açısı, “ulus öncesi” kimlikleri de, toplumları da yok sayma yanlışlığına düşer. Bu yanlış tekçi ve ulusçu bakış açısını mutlaklaştırır…
Bu mutlaklaştırma benim, “Kızılbaş/Alevileri ayrı bir etnik grup” olarak gördüğüm sonucuna vardırır. Oysa burada ki problem bende değil; Sayın Çem’in “etnik kimlik” dışında diğer “kimlik” tanımlamalarını yok saymasındadır. Yanı sıra çok dilli, çok inançlı, çok etnik kimlikli toplumsal yapıyı “Kürtlük” ile tek ulusçu düşünüş kalıplarına hapsetmesidir. Elbette, Kızılbaşlık/Alevilik bir “etnik kimlik” değildir. Ancak bir “inanç kimlik”dir. Dersimlilere etnik kimlik üzerinden “Kürt müsün, Türk müsün, Zaza mısın?” sorusu sorulduğunda özellikle yaşlıların çoğunluğu “Biz Kırmançız/Aleviyiz” yanıtı verirler. “Ulusçu” arkadaşlar bunu anlamakta zorlanıyor, hatta onları asimile olmakla suçluyorlar. “Alevilik’de bir kimlik olabilir mi, ya Kürt’sün, ya Türk’sün” demişti Özgür Politika yazarı Ahmet Kahraman… Bu konuda Bir Gün Gazetesi’ne yazdığım “Dersim Üzerine ‘Yaralı’ Tezler” isimli makaleye bakılabilir.
Sonuç olarak; Sayın Munzur Çem’in düşünüş tarzı ve vardığı sonuçların çoğuna katılmasam da benzer tartışmaları ve bu tartışmayı anlamlı ve geliştirici bulduğumu belirtmek isterim. Biliyoruz ki; Dersim toplumunun yaşadığı travmalar üzerine henüz bilimsel çalışmalar yapılabilmiş değil. Tarih, kültür, inanç, etnisite, Tertele gibi tarihsel konular ve ekonomik, sosyal, siyasal, ekolojik alanlarda yetersiz de olsa bazı çalışmalar yapılmaktadır. Ancak bu çalışmalar henüz çok parçalı ve güncel politik kaygılarla yapıldığı için “kolektif hafıza”yı öremediği gibi “kolektif bilince” de dönüşemiyor. Parçalı, reaksiyonel ve rekabetçi bir düşünüş tarzıyla bu sorunları çözmek olanaklı değildir. Bu nedenle her etnik, inanç veya düşünsel kimlikte Dersimlinin önce kendiyle, düşünüş tarzıyla hesaplaşarak ve gerçeklikle yüzleşerek köklü bir hakikat arayışına girmesi gerekir. Birikmiş tarihsel ve toplumsal sorunları, “benim doğrum” ile açıklamaya çalışmanın ne kadar yıkıcı, tüketici ve ötekileştirici olduğunu, sorunları çözmek yerine yeni sorunlar yarattığını görüyoruz. Bütün bunların yanı sıra, “Dersimlilerin sorunları” gibi duran sorunların, aslında sadece Dersimlilerin değil, tüm etnik ve inanç kimliklerinden demokrasi güçlerinin sorunu olduğunu, dolayısıyla “birlikte çözme” bilinciyle hareket etmenin doğru olacağını düşünüyorum.
Bütün mesele kimlikleri, kişilikleri, düşünceleri saygıyla karşılamak ve etik değerleri büyüterek, koruyarak tartışabilmektir.
İnsanları kimliklerinden ötürü ayrıştırmak çağımızın hastalığıdır; buna karşı çıkmalıyız. Ancak doğru ile yanlış, iyi ile kötü ayrımı yapabiliriz. Bunu yaparken de akıl, vicdan ve adalet normlarından uzaklaşmadan; birlikte ve birbirimizden öğrenerek…
Seneca’nın dediği gibi; “İnsanlar ders verirken ders alırlar.”
Kaynak: www.gazeteduvar.com.tr
#HAYIR Cephesinde “Eleştiri Silahı” ve “Silahların Eleştirisi”
Anayasa değişikliği teklifi Meclis’ten geçmiş bulunuyor. Değişikliğin kararlaştırılmasını geciktirmeye yönelik çok değerli olanaklar ve zaman yitirilmiş bulunuyor.
Eğer bundan sonra aynı şekilde hareket edilmeye devam edilirse, #HAYIR cephesinin referandumda ağır bir yenilgi alacağı şimdiden öngörülebilir.
Bu nedenle biz bütün eleştirilerimizi ve enerjimizi #HAYIR cephesindeki yanlışlara yöneltmek gerektiğini düşünüyoruz.
Ve bir akım, bir görüş, bir örgüt bize ne kadar yakınsa veya biz ne kadar kendimizi ona yakın görüyorsak eleştirilerimiz o ölçüde sert olacaktır.
İnsanların eşitliğinin düşmanları, kendilerine ve yakınlarına karşı fazlasıyla anlayışlı; hatta kayırıcı; kendilerine uzak ve karşı olanlara karşı acımasız ve gaddar olurlar.
Sosyalistler ise, peygamberler ve evliyalar gibi, kendilerine ve dostlarına karşı acımasız; kendilerine uzak olanlara ve hatta düşmanlarına karşı anlayışlı ve toleranslı olurlar.
Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı, Luxemburg’ların, keza bütün peygamberlerin geleneğidir bu.
Peygamberler ve ustalar düşmanı eleştirmezler, çünkü eleştiri aynı safta olana, onu kazanmak; onun yanlışları ile mücadele etmek için yapılır.
Ve fikirlere, davranışlara yönelik eleştirinin ardında, eleştirilenin aslında iyi niyetli olduğu varsayımı vardır. Tam da bu varsayıma dayanıldığı için, eleştiriye zaman ve enerji harcanmakta; fikrin, davranışın değiştirilmesiyle o insanlar kazanılmaya çalışılmaktadır.
Bu nedenle fikri eleştirenden korkmamak gerekir. O en büyük dostluğun nişanesidir.
Ama eleştirmeyen tehlikelidir, çünkü susuş “silahların eleştirisi”dir. Düşman görülene; ikna değil; imha edilmek istenene karşı kullanılır.
Düşmana karşı Marks’ın deyimiyle, “eleştiri silahı” kullanılmaz, ona karşı “silahların eleştirisi” yapılır.
Açın #HAYIR diyen hareket, parti, akım, çevre ve örgütlerin sol basınına bakın, #HAYIR diyen diğer görüş, akım, çevre, öneri, fikirlere yönelik bir eleştiri var mı?
Yok.
Maalesef bu yokluk, solun, #HAYIR cephesinin hayatiyetten yoksun oluşunu, tükenmişliğinin en esaslı kanıtlarından biridir.
Ama aynı basında bol bol, hükümet, Erdoğan, CHP, MHP eleştirilerini bulabilirsiniz.
Ama bu eleştiriler aslında, “eleştiri” mahiyeti gereği dostlara yapılacağından, zımnen bu solun kendini eleştirdikleriyle aynı saflarda gördüklerinin bilinçsiz bir itirafıdır. Düşman teşhir edilir, düşmana eleştiri yöneltilmez.
Muhalefet çevrelerinin devlet veya hükümete yönelik en radikal eleştirileri bile, aslında ona daha akıllıca nasıl davranması gerektiği önerilerinden başka bir şey değildir.
Peygamberler bütün eleştirilerini kendi yakınlarına yaparlar.
Muhammet Mekkeli müşrikleri eleştirmez. Onlara karşı savaşır, onları teşhir eder. Eleştirileri hep Müslüman olduğunu söyleyenleredir.
Öcalan düşmanlarını eleştirmez. En sert eleştirileri bizzat kendi örgütüne ve Kürtleredir. Kürtleri Öcalan kadar sert eleştiren ikici bir kimse yoktur.
Malcom X, en sert eleştirilerini siyahlara yapar.
Marks’ın hiç kapitalizmi ve kapitalistleri daha az sömürmeye, daha vicdanlı olmaya yönelik olarak eleştirdiğinizi gördünüz mü? Göremezsiniz. Kapitalizmi teşhir eder ama onu eleştirmez, onu değiştirmeye, kazanmaya kalkmaz; ona yapısal olarak karşıdır. Yapısal olarak karşı olduğunuz şeyi eleştirmeye kalkmanız sizin karşı saflara geçtiğinizden başka anlama gelmez.
Lenin’in hiç çarlığı eleştirdiğini gördünüz mü? Göremezsiniz. Lenin’in elli ciltlik eseri kendi yoldaşlarına, yakınlarına, Çarlığa karşı savaşanlara eleştiridir.
Marksist teorinin bütün temel eserleri neredeyse polemik eserlerdir ve bu polemiklerin muhatapları karşı taraftakiler değil, bu tarafta olduğunu iddia edenler veya öyle olduğu düşünülenlerdir.
Devrimci hareketin bu güzel gelenekleri yeni kuşaklarca bilinmez ve unutulmuş kalıyor. Onlar bir eleştiriyi düşmanlık olarak algılıyorlar.
Yani aslında bilmeden karşı devrimcilerin anlayışını benimsemiş durumdalar.
Bu alfabetik bilgilerin bile unutulduğu bir dünyadayız.
Dikkat edin, #HAYIR cephesindekilerin bütün yazdıklarına bakın, #HAYIR cephesinde, bu cephedekilere yönelik, yanlışları eleştiren yazılar var mı? Farklı #HAYIR stratejilerini, yöntemlerini eleştiren yazılar var mı?
Yok.
Neredeyse sadece ve sadece bu satırların yazarının yazdıkları var.
Bu yokluk eğer böyle giderse #HAYIR’ın yenileceğinin bir habercisidir.
Çünkü tarihin gösterdiği açık bir sonuç vardır: nerede, hangi cephede en canlı tartışmalar, en acımasız eleştiriler varsa orası kazanır.
Bunların olmadığı yerden hiçbir şey çıkmaz. Bütün tarih bunun yüzlerce örneğiyle doludur.
Hangi kongrelerde blok halinde oylar çıkıyor, oy birliğiyle karar alınıyorsa orası ölmüştür.
Ve maalesef HDP’nin neredeyse bütün kongreleri böyledir. Bu bakımdan CHP bile HDP’den daha canlı bir organizma karakteri taşır.
Hangi kongrelerde en sert, en acımasız eleştiriler yapılıyorsa orada hayat vardır.
Sosyalist hareketin tarihi yeni kuşaklarca bilinmez. Ama şu herhalde bilinir. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Ankara’daki ilk mecliste en sert tartışmalar yapılıyordu. Bunlar en büyük başarıyı getirdiler. Ama 1923’de Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti ilan ettiği Bonapartist darbeden sonraki meclislerde en küçük bir tartışma kalmamıştı. Çünkü hepsini Atatürk tayin ediyordu.
Daha yakın tarihten bir örnek. Sosyalist hareketin en canlı yükselişi yaşadığı 60’lar aynı zamanda onun içinde en sert polemiklerin, en sert eleştirilerin yapıldığı yıllardı.
İslami hareket de öyledir. İktidarlara gelmeden önce en canlı tartışmalar oralarda vardı. Zaten o dinamizmle o başarıyı yakalayıp iktidar olabildiler. Şimdi o eleştirel dönemin ruhuna azıcık olsun sadık kalanlar ise hapishanelere dolduruluyor.
*
Biz Marksizm’in bu geleneğini sürdüren son Mohikanlardan biriyiz.
O nedenle tüm eleştirilerimizi en yakın gördüklerimize; eleştirdiklerimizin yakınlığı ölçüsünde sert ve acımasız biçimde sürdürüyoruz ve sürdürmeye devam edeceğiz.
Günlerdir öneriler yapıyoruz, eleştiriler yapıyoruz #HAYIR cephesinin içinden ve #HAYIR cephesindekilere.
Bunlar karşısında hiç olmazsa bir küfür olsa, hiç olmazsa bir “saçmalama” eleştirisi olsa.
Hiç biri yok. Tam bir suskunluk ve yok gibi davranma ortalığa egemen.
Bu suskunluğun nesnel anlamı nedir?
Bu bizim dost gördüğümüz için eleştirdiklerimizin, bizi düşman olarak, ikna edilmesi gereken bir dost değil imha edilmesi gereken bir düşman olarak gördükleri anlamına gelir.
Çünkü suskunluk da bir savaş stratejisidir. Suskunluk, “eleştiri silahı” değildir; “silahların eleştirisi”dir.
Suskunluğun bir savaş stratejisi olması, savaşın kendi mantığından çıkar.
Çünkü savaşın birinci kuralı, herkesin bilinçli veya bilinçsizce izlediği kuralı: savaşı düşmanın istediği koşullarda; güçlü olduğu yer ve alanda kabul etmemek; kendi güçlü olduğun alana çekmek; düşmanı orada savaşmaya zorlamaktır.
Fikirlerinin önerilerinin güçlü olduğuna inananlar, haklı olduklarına inananlar, fikir mücadelesini, eleştiriyi bir savaş alanı olarak seçerler. Çünkü o alanda güçlüdürler.
Öte yandan içinde yer aldıkları taraftakilerin iyi niyetli olduğunu var saymaktadırlar; onları kazanabileceklerine inanmaktadırlar ki eleştiriyi fikir ve davranışlara karşı yapmaktadırlar.
Ama eleştirilenler, fikirlerine güvenmiyorlar, haklılıklarına inanmıyorlarsa, eleştirilerle fikir alanında karşılaşmayı kabul etmezler; çünkü o alanda zayıftırlar. Savaşın mantığına uyup savaşı kendi istedikleri alana çekmek için iki yolları vardır.
Birincisi eleştiriyi yok saymak, görmezden gelmek.
Eğer bu başarılı olmaz ise, bu sefer fikirlere değil, ama eleştiriyi yapanın kişiliğine; eleştirinin biçimine vs. yönelik olarak bu savaş sürdürülür.
Hedef yine aynıdır, eleştireni eleştirenin fikirlerini eleştirerek kazanmak, ikna değil; eleştirenin imhası.
Ve bu sadece eleştiri konusu olmuş fikir ve davranışların zayıflığı anlamına gelmez; dostların eleştirilmesine yönelik devrimci geleneklerin de düşman olarak görüldüğü ve imha edilmesinin hedeflendiği anlamına gelir.
*
Biz eleştirilerimizle herkesi ikna etmeye çalışıyoruz. Yani böylece onları kazanmak istediğimizi kanıtlamış da oluyoruz.
Ama bizzat bu kazanmak istediklerimiz, bizi ikna etmek için hiçbir şey yapmıyorlar, eğer bizi yanlış görüyorlar ve bizi bu yanlışlardan kurtarmak için hiçbir çaba göstermiyorlarsa, sadece susuyorlar, görmezden geliyorlarsa; bu onların bizi ikna değil, imha etmekten başka bir amaçları olmadığının bir kanıtı olur.
Biz Peygamberlerin ve Marksizm’in ustalarının eski güzel geleneğini sürdürmeye devam ettireceğiz. #HAYIR cephesinde olduğunu söyleyenlere, öyle olduğunu düşündüklerimize veya öyle olması gerektiğine inandıklarımıza kalemimizin sivri ucunu batıracağız.
Bunlar bizim dostluğumuzn kanıtıdır.
Onlar ise, bu eleştiri ve öneriler yokmuş gibi yaparak; susarak veya orada burada hakkımızda olmadık, saçma ve yalan yanlış bilgilere dayanarak bizi düşman olarak gördüklerini itiraf etmiş olmaktadırlar.
*
O halde tekrar ediyoruz.
Günlerdir yazıyoruz.
#HAYIR’ın kazanması bir “seferberlik”, bir “kampanya”, bir “evlere gitme”, bir “akıllıca argümanlar kullanma”, “herkesin #HAYIRı kendine” diyerek, herkes kendi evini süpürürse bütün şehir tertemiz olur ilkelliğine dönmek; “anlatmak” sorunu değildir.
Bunlar özel bir görev oluşturmazlar.
Öte yandan bunlarla hiçbir toplumsal ve politik gücün bir kıta kayması; tektonik bir değişimi sağlanamaz.
Çünkü #HAYIR’ın kazanması toplumsal ve politik güçlerin konumlarıyla ve duruşlarıyla ilgilidir.
Bu da konumlanışları, duruşları değiştirecek stratejilerle; mücadele biçimleriyle ilgilidir.
Bunlar ise ancak kitlesel hareketler ve direnişlerle sağlanabilir.
Kitlesel hareketlerin gücü ve sonuçları onların nicel gücünden her zaman daha fazladır.
Bir zamanlar AKP’ye Ergenekonların üzerine gidecek cesareti, Hırant Dink’in öldürülmesi üzerine kendiliğinden ortaya çıkan belki yüz bin kişilik bir cenaze verdi.
Bu aslında çok büyük olmayan ve çok sınırlı bir kesimin esasını oluşturduğu kitle hareketi bile, Hrant’ı öldürenlerin bütün hesaplarını alt üst ettiği gibi; AKP’ye cesaret ve güç vererek resti görmesinin; Türkiye’deki tüm dengelerin değişmesinin yolunu açtı.
Aslında herkesin unuttuğu ve görmek istemediği AKP’nin yolunu açıp darbeyi engelleyenin Hrant’ın cenazesindeki büyük katılım olduğudur.
Bugün de benzeri durum söz konusudur. Bir kitle mobilizasyonu için şartlar olağanüstü uygundur.
İlk kez, devlet sınıfları ile yakın ilişkili “laik yaşam tarzı”ndaki kesim, Türkiye’nin en eğitimli, en kültive kesimi, yaklaşan İslamcı faşizm karşısında sokağa çıkmaya hazırdır.
Aleviler sokağa çıkmaya hazırdır.
Kürtler sokağa çıkmaya hazırdır.
Müslümanların hiç de küçümsenmeyecek bir kesimi sokağa çıkmaya hazırdır.
Ve bunların hepsi ancak ciddi bir risk olmadığında sokağa çıkabilirler.
Olağanüstü Hal koşullarında, bu her türlü hakkın ve hukukun ayaklar altına alındığı koşullarda bu olanak var mıdır?
Bizim cevabımız olduğudur.
Hem de bu olanağı bir zorunluluk olarak bizzat bugünkü rejim sunmaktadır.
Yani aslında yasaklar en geniş katılımlı bir birliği oluşturmak için fırsat da sunmaktadır.
Erdoğan’ın referandumu kazanmak için seçtiği silah ona karşı kullanılabilir; kendi oyununa getirilebilir.
Bu da politik özgürlükler ve gösteriler alanına girmeden, sadece temel insan ve yurttaşlık haklarına dayanarak, politik olmayan bir biçim içinde politik bir hareket ile başarılabilir.
Bunun da yolu, her gün aynı saatlerde aynı yerlerde hiçbir pankart, afiş, bayrak taşımadan; hiçbir slogan atmadan; sadece bir #HAYIR ile bulunmaktır.
Bu hiçbir suç oluşturmaz. Kimi durur, kimi oturur, kimi sohbet eder. Hatta bir sosyal yaşam bile yeniden başlar. İşten sonra insanlar yolları üzerindeki bu buluşma noktalarında bulunurlar. Dostluklar, sohbetler, ilişkiler, yeniden başlar; kaybedilmiş sosyal bir ilişkiler dünyasına dönüşler başlar. Böyle bir direniş kısa zamanda binlerin, on binlerin katılmasını sağlar. Çünkü herkes bu şiddetsiz, sade, basit biçimler içinde bir araya gelip durmaya hazırdır.
Böylece her gün insanlar giderek bir kartopu gibi büyüyen sessiz bir #HAYIR hareketinde birleştiklerinde Türkiye’nin bütün dengeleri değişir. Stratejik güçlerin konum ve duruşlarında kaymalar olur.
Birincisi, özellikle “laik yaşam tarzı”ndaki kesimlerin iç içe bulunduğu ordu ve devlet bürokrasisi içinde bu gidişten memnun olmayanların sesi daha gür çıkmaya; sözleri daha bir dinlenir olmaya başlar.
Aynı şekilde bu kesimlerin siyasi temsilcisi CHP bu trene binmediği takdirde kaçıracağını görüp ister istemez binmek zorunda kalınca istemeden de olsa destek vermiş ve bu hareketi güçlendirmiş olur
İkincisi, şimdilik sinmiş olan özellikle şehirlerin yoksul kesimlerindeki Aleviler, Kürtler tekrar güven kazanıp böyle bir hareketi şehirlerin çeperlerine yayarlar ve bu da AKP’nin planını bozar.
Özellikle HDP’nin etkili olduğu bölgelerde, Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu yerlerde, büyük şehirlerde başlamış bu harekete katılım ile onların da kendine güveni ve moral bozukluğu son bulur. Yeni mücadele biçimlerini keşfederler. Bu alandaki güçlerini görürler.
Böylesine bir kitlesel hareket, AKP içindeki memnuniyetsizlerin sesinin daha çok çıkmasına yol açar. Böylece hayır demeye eğilimli olanlar artar ve en azından tarafsız kalacakların sayası yükselir.
En önemlisi böyle bir hareketin bizzat o harekete katılanlarda yaratacağı dönüşümdür.
Birincisi, böyle bir hareketin kendisi, şimdiye kadar Aleviler ve laiklerle Sünnileri; Kürtlerle Türkleri birbirine karşı kullanıp dengeleyerek iktidarını ve gücünü sürdüren Bonapartist askeri bürokratik oligarşinin dayandığı sütunları ortadan kaldırır. İlk kez bu birbirine karşı oynanmış güçler aynı #HAYIR altında birleşmiş olur. İlk kez birbirlerini daha yakından tanımış olurlar.
İkincisi, bu hareket, bizzat o hareket katılanlara vereceği moral ve motivasyonla, referandum çalışmalarının yani o “seferberlik”, “kampanya”, “evlere gitme”, “yaratıcı sloganlar bulma” şeklinde özel bir görevmiş gibi öne sürülen işlerin çok daha başarılı ve çok daha büyük katılımla, çok daha büyük bir coşku ve enerjiyle yapılmasını sağlar.
Üçüncüsü, bunun sonucu olarak da, ciddi bir sandık ve referandum kontrolü örgütlenebilir.
Tıpkı 7 Haziren seçimleri öncesinde olduğu gibi toplumun şu atmosferi değiştirilip, inisiyatif #HAYIR tarafından ele alınabilir.
Bütün bunlar mümkündür.
Bunun için asgari b.ir kritik kütleyle başlayacak öncüler gerekiyor.
Bunu yapabilecek olanlar da sosyalist örgütler ve HDP’dir. Ama bunu yapabilmeleri için eski anlayışlarından; politika yapma tarzlarından, küçük dükkânlarının öfkesini görememe ufuksuzluğundan çıkmaları gerekiyor.
Onun için bütün eleştirilerimiz onlara. Bir denizin biteviye dalgalarının en aşınmaz kayaları bile aşındırması gibi, eleştirilerimizle bu direnci kırmaya çalışıyoruz.
Onlar olmazsa, belki bir yerlerde kendiliğinden inisiyatifler başlatabilir.
Bu nedenle, var olan sol örgütlere, sosyalistlere, HDP’ye tekrar soruyoruz.
Bu öneri hakkında ne düşünüyorsunuz.
İşte size somut bir hareket planı.
Tüm sloganlarınızı, renklerinizi, afişlerinizi, bayraklarınızı terk ederek, sıradan vatandaşlar olarak birkaç büyük şehrin stratejik meydanlarında her gün aynı saatlerde göğsünde sade bir #HAYIR ile bulunmak bir denemeye değmez mi?
Bu kadar zor mu eski alışkanlıkları bir kenara atarak basit yurttaşlar olmak.
Sadece sizin gücünüz bile birkaç bin kişiyle büyük şehirlerin stratejik noktalarında böyle bir direnişi başlatmaya yeter.
Göreceksiniz birkaç gün sonra gerçek bir kartopu etkisiyle büyüyecektir.
Zaten sizin yapabileceğiniz, tulumbadan su çekmek için tulumbaya koyulacak bir maşrapa su olmaktır. Bu da az şey değildir. Elbet hareket sizi aşacaktır. İçinde eriyip yok olmaktan mı korkuyorsunuz?
Bu öneriyi aptalca buluyorsanız aptalca deyin.
Saçma buluyorsanız saçma deyin.
Hatta bu öneriye küfredin.
En azından varlığını kabul etmiş olursunuz.
Ama hiçbir şey yokmuş gibi, susarak, yok sayarak bu öneriye karşı savaşmayın.
Bu son şansımızdır.
24 Ocak 2017 Salı
Demir Küçükaydın
@demiraltona
Tanıl Bora: Linç, En Aşikâr Medeniyet Kaybıdır
Lincin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitiriyor demektir.
Linç, 2008’de yitirdiğimiz sözlük ustası Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlük’ünde şöyle tanımlanır:
“Halktan bir topluluğun, bir suçluyu ya da kendilerine göre suç olan davranışta bulunmuş birini yumruk, taş, sopa gibi araçlarla döve döve öldürmesi.”
- Ölüm, uç nokta; o noktaya varmayan şiddete de “linç” diyoruz pekâlâ. En azından “linç girişimi” diyoruz. Linç girişimi de, kastı bakımından ve ortaya çıkarttığı sosyal ve insanî durum bakımından, linçten başka bir şey değildir.
Sosyal teoride bir unsur daha vurgulanır linci tanımlarken: Ajitasyon unsuru. “Halktan bir topluluk”, onları eyleme çağıran birileri tarafından seferber edilmiştir. “Bunlara kim dur diyecek!” diye tahrik eden gazeteler tarafından… doğrudan doğruya “vurun şerefsize, ne duruyorsunuz!” diye haykıran provokatör tarafından… öfkeyle fokurdayarak kendi kendini azdıran kalabalık içinden ilk yumruğu indiren birisi tarafından…
Lincin hedefi: “Suçlu veya kendine göre suç olan davranışta bulunmuş birisi” veya birileri… Linç, bir cezalandırma eylemi. Linççiler, “suçlunun” tespitini ve cezalandırılmasını bizzat ellerine alıyor, hukuku devre dışı bırakıyorlar. Hukukun “iyi” işlemediğini, suçluları lâyığınca cezalandırmadığını düşünüyorlar. Olağan yargılama prosedürü, zaten suçluluğuna çoktan karar verdikleri o reziller için –her kimseler– bir mükâfat niteliği taşıyor onlara göre: “Mahkeme aylarca sürecek, avukat bir boşluk bulup beraat ettirecek ya da içeri girse bile elini kolunu sallaya sallaya biraz yatıp çıkacak”; “Bunları zaten kolluyorlar”. Böyle düşünüyorlar. Dahası, o kişilerin “normal hukuku” hak etmeyecek derecede aşağılık mücrimler olduklarını düşünüyorlar. İnsan cinsinden saymıyorlar onları. İnsanca bir muameleyi hak etmedikleri kanaatindeler.
*
Linç, modern bir sözcük. Amerikan iç savaşından sonra ırkçı Ku Klux Klan gruplarının, siyahlara uyguladığı şiddeti tanımlamak üzere kullanıldı ve yerleşti. Ki Ku Klux Klan marjinal bir hücre değil, “işinde gücünde, sıradan yurttaşların” mensup olduğu binlerce kişiye yayılmış bir örgütlenmeydi. Dolayısıyla, kitlesel bir kabul gören, diyebiliriz ki belirli bir toplumsal meşruiyete yaslanan bir pratikti.
Zaten, linç sözcüğünün refakatinde linç hukuku kavramıyla beraber zuhur etmiş olması, bizi irkiltmeli. Kavramın adından türetildiği söylenen –farklı kaynaklara göre– dört kişiden üçü yargıçtır zaten. 1493’te İrlanda’nın Galway kasabasında cinayet zanlısı oğlunu mahkûm ettikten sonra evinin penceresinden sarkıtarak bizzat asan, gaddarlığıyla ünlü yargıç James Lynch… Amerikan bağımsızlık savaşında gerek İngiltere’ye sadık kalan “düşmanları” gerekse her adi suç zanlısını mahkemeye çıkarmadan, çoğunlukla kırbaçlatarak, cezalandırtan yargıç Charles Lynch… 16. yüzyıl sonlarında Kuzey Carolina’da olağanüstü sertliğiyle nam salmış bir yargıç, John Lynch… Lincin isim babası adaylarından yargıç olmayan, yalnızca William Lynch: 18. yüzyıl sonu/19. yüzyıl başlarında Pittsylvania kentinde bir haydut çetesini bizzat cezalandırmak üzere milis örgütleyen bir adam…
Yoksa linci, modern hukuk düzenlerinin bodrumlarında saklanan işkence âletlerine mi benzetmeli? Nasıl, Carl Schmitt’e göre, olağanüstü hal ilan etme ve uygulama yetkisi hukukun kurucu unsuruysa, son kertede hukuku muktedir kılan güç buysa ve her daim devreye sokabileceği bir imkânsa… Nasıl Giorgio Agamben, modern iktidarın insanları keyfî biçimde hükmedilebilir “çıplak hayata” indirgeyen hukuksuzlaştırılmış mekânlarına dikkat çekiyorsa… Linç de, “hukuk devletleri”nin gözlerden ırak tutulan ama kapatılmamış, ara ara geçit verilen ya da verilebilecek bir yan yolu olabilir mi? Dünyanın her köşesinden başka örnekler yanında, Türkiye’nin gerek bütün modern tarihindeki gerek yakın yıllardaki tecrübesi, açıkça bunları düşündürüyor.
*
Radikal siyasal teorinin eleştirel sorgulamasının gösterdikleri, bizi “hukuk devleti” ilkesi ile linç arasındaki mutlak bağdaşmazlığa dikkat çekmekten alıkoymamalı. “Linç hukuku”, hukuksuzluk demektir. “Bazı” insanların hukuktan istisna edilmesi demektir. İnsanların hukuktan istisna edilmesinin, yani haksızlığın, adaletsizliğin doğallaşması, meşrulaşmasıdır.
Hukukun üstünlüğünün, –ki kanunlara riayetle mahdut olmayan bir etik ilkedir–, berhava olması, gücün ve şiddetin keyfîliğine alan açar. Linci “tolere etmek”, Türkiye’de siyasî ve mülkî erkânın sıkça yaptığı gibi mazur göstermek, hukuk devletinin kendini inkârıdır.
*
Linç sözcüğünün mecazî kullanımlarının son zamanlarda gündelik dilde hayli yaygınlaştığını fark ediyor musunuz?
Özel hayatıyla ilgili “iftiralara” maruz kalan manken veya dizi oyuncusu, medyanın itibardan düşürdüğü herhangi bir kamusal şahsiyet, “linç edildiğini”, “yargısız infaza kurban gittiğini” söyleyerek tepki gösteriyor. Haksızlığa uğradığını, adaletsizliğe maruz kaldığını söyleyen meşhur egolar, ‘gerçek’ linçlerin kurbanlarına çok zaman nasip olmayan bir duygudaşlıkla karşılanabiliyorlar. Galiba, linç kavramının ‘gerçek’ bir infiâl konusu olmamasının bir işaretidir bu.
*
‘Gerçek’ bir infâlin zembereği, hukuk fikrinden, kamusal bilinçten, vatandaşlık etiğinden başka bir yerde işliyordur belki. Elbette bunlarla büsbütün alâkasız olmayan, tersine bu değerlerle mâmur bir yerde: vicdanda. Kamu vicdanına gelene kadar, her nevi ‘münferit’ vicdanın da sızlaması beklenmez mi lincin dehşeti karşısında? Linç, kalabalığın azlığı çiğnemesidir – bazen, tek birisini. Korunmasız, çaresiz durumdakine saldırmaktır. Köşeye kıstırılmış, kuşatılmış olana çullanmak… Yerdekine bir tekme savurmak… Bireysel sorumluluk üstlenmeden, kalabalığın koynuna sığınmış, ‘anonim’ bir cürmün gölgesine saklanarak…
Yapılabilecek en büyük vicdansızlıklardan, olup olabilecek en şerefsizce işlerden biri, kısacası. Her canını sıkanı, her tuhafına gideni, en basit bir gündelik hayat ihtilâfındaki muhatabını şeddeli şeddeli “şerefsiz” diye anmanın konuşmada virgül yerine geçtiği bir toplumsal vasatta, lincin infiâl yaratmaması da bize bir şeyler söylüyor olmalı.
*
Kalabalığın koynuna sığınmaktan, ‘anonimleşmiş’ bir cürümden bahsettik. Lincin tekinsiz yanı bu. Aşağı yukarı yüz yıldır bir beşerî-doğal âfet olarak siyasî mühendislik hesaplarına dahil edilen “kitle psikolojisi” etmeni… Tek başlarına böyle bir şeye cesaret etmeyecek insanlar, birlikte yapıyor olmanın cesaret aşısıyla vurup kırarlar… Kitleyle beraber akarken, kitlenin bir parçası olmanın cezbesi içinde, yaptıklarının suç olduğunu, yüz kızartıcı olduğunu, günah olduğunu, zillet olduğunu idrak etmez, edemez, ar-hayâ eşiğini atlarlar. Bazen, meş’um bir ‘fırsat’ gibi gelir bu… Linç kurbanıyla, onun “meselesiyle” doğrudan alâkalı olması bile gerekmez; yığılmış hoşnutsuzlukların yükü, engellenmişlik duygusunun biriktirdiği saldırganlık potansiyeli, zayıf ve “serbest” bir hedef bulmuştur ya, boşalır onun üzerine.[1]
*
Konuyla ilgili sosyoloji, psikoloji, siyasetbilimi, antropoloji literatüründe, linç sözcüğünün daimî refakatçisi: güruh. Değersiz kalabalık, ayaktakımı, sürü.
Lincin öznesi olduğu kadar, nesnesidir de güruh. Linç girişimcilerini illâ bir lümpenler topluluğu, azgın bir fanatik kitlesi, tutunacağı bir dal, bağlanacağı bir değer kalmamış kopuklardan müteşekkil bir kara kalabalık olarak tasavvur etmeyin. Elbette, böyle bir kitlenin lince celp edilmesi bilhassa kolaydır; ‘böyleleri’ eşiği kolayca geçebilir, kırıp dökebilirler. Ama unutulmasın: Linç eylemi, ona kalkışanları, ona kapılanları güruha dönüştürür. Linci yapan güruh olduğu kadar, güruhu yaratan da linçtir. Linç deneyimi, girişim ve ajitasyon ‘aşamasından’ itibaren, kitleyi, kalabalık içindeki insanları güruh haline getirir. Güruhlaşmanın meyli, lincedir.
Lincin insanı dehşete düşüren, düşürmesi gereken yanı, budur. İnsan topluluklarının güruhlaşması… Av güruhuna benzemesi… Yırtıcı hayvan sürüsüne benzemesi… Barbarlaşması… İnsanlıktan çıkması…
Linç, en aşikâr medeniyet kaybıdır. Lincin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitiriyor demektir.
*
Türkçülüğün öncü düşünürü ve Türk faşizminin en tutarlı ideologu Nihal Atsız, 1963’te yazdığı bir mektupta “Polatlı civarında iki Alman turiste yapılan canavarlık” hakkındaki bir gazete haberine değinir ve şöyle hayıflanır:
“Doğrusunu istersen, bu olayda millî bir utanç ve rezalet var. Bu utanç ancak bu iki canavarın halk tarafında linç edilmesiyle temizlenebilir ama o haysiyet, o şuur, o kan, o gayret nerede?”[2]
Sanki medenî cesaret kavramını tersine çeviren bir eda vardır bu serzenişte. Toplum (daha doğrusu millet) olma vasfı, “şerefini” kanla temizlemeye hazır olma pervasızlığıyla sınanır. Faşist ahlâk, millî-toplumsallığın hayatiyetini, kandaş ilkel topluluğun güdü ekonomisini canlandırmakta bulur.[3]
*
Ümit Kıvanç, 2008 Ekim’inde Balıkesir/Ayvalık/Altınova’da iki genç grubu arasındaki gerginliğin cinayetle sonuçlanmasından sonra beldedeki Kürtlere karşı bir linç havasının estirilmesi üzerine yazdığı yazıyı şöyle bitirmişti:
“Halimi sorarsanız, bir sonraki linç-katliam girişiminde ilk öldürüleceklerden biri olmayı diliyorum.”[4]
Bu sardonik infiâl, linç vakalarının olağanlaştığı bir toplumun toplumluktan/insanlıktan çıkmasının karşısında insanın dibine battığı umutsuzluğun ifadesidir.
*
Buraya kadar, soyut olarak linçten söz ettim. Lincin vahametini idrak etmek için buna ihtiyacımız var. Saiklerine, ‘muharriklerine’, sebeplerine, sonuçlarına hiç girmeden, bunları hiç bilmeden ve hesaba katmadan, linci ağır bir zillet, bir insanlıktan çıkma düşkünlüğü olarak görmek için… Faillerine, kurbanlarına, yerine yurduna, toplumsal ve politik bağlamına, vesilesine hiç bakmadan, her linç vakası başımızı önüne eğdirir, eğdirmelidir. En mühimi, bu.
*
Türkiye’de son yıllarda neredeyse rutinleşen linç vakaları ve bunların yetkililerce belirli bir ‘toleransla’ karşılanması karşısında, bu ‘soyut’ ve ‘ahlâkî’ infiâlin eksikliğinden muzdarib olmalıyız. Vekil vükelâ, askerî ve mülkî erkân, büyük medyada söz sahibi olanlar, kanaat önderleri, politikacı zümresi, linç olaylarına tepki gösterdiklerinde, –gösterirlerse–, kâhir ekseriyetle, bu olayların yine asayiş cinsinden sonuçlarına dikkat çekerek kaygı belirtiyorlar – belirtirlerse. Vatandaşlar kendini devlet otoritesi yerine koyarak suçlu gördüklerini cezalandırma ya da hak alma (ihkak-ı hak) cihetine giderlerse bunun devlet otoritesinin altını oyacağını ve hukuk devletini iflâs ettireceğini söyleyerek… ve tabii, bu gibi provokasyonların Türk-Kürt çatışmasına, yani sivil/ iç savaşa yol açarak birlik ve beraberliğimizin köküne kibrit suyu dökeceği uyarısında bulunarak…
Linçlerin ‘kendisinden’ çok sonuçlarından duyulan bu endişeye de razıyız tabii. Kimileri bu vakalardan ancak devletli ve millî mülahazalarla rahatsızlık duyacaksa, bari öyle duysun…
*
Zira, söylemeye gerek yok, Türkiye’de yakın dönemde çoğalan linç vakalarının gerçekten “Türkler” ve “Kürtler” arasında, husumet tohumları eken, gündelik hayattaki ayrışmaları derinleştiren bir etkisi vardır.
Söz konusu vakaların çoğunun belirgin muharriki, Kürtlere yönelik hınçtır. Her Kürt’ün şahsında PKK’yı görmektir; kimi zaman rant ihtilâfında öne çıkmak, kimi zaman kendini “asıl yerlisi” saydığı kentin/kasabanın/mahalledeki hâkimiyet ve ‘üstünlüğünü’ savunmak için, bayrakları fora edip ahaliyi “hain Kürtlere” karşı ayaklandırma ‘imkânıdır’. Başka bir şeyleri protesto eden solcu gençleri hedef alan linç girişimlerinde bile, atılan ilk yumruk, çakılan ilk kibrit: “Bunlar PKK’lı!” lâfıdır.
Korkulacak uç nokta, kaybedecek bir şeyi ve bir ümidi olmayan kitlelerin biriktiği yerlerde-ortamlarda, ‘lümpen’ kalabalıkların toplu kırımlara girişmesidir. Fakat ‘hazır’ güruhlara dikmeyelim sadece gözümüzü; linç atmosferinin ‘işinde gücündeki’ insanları güruhlaştırıcı etkisini unutmayalım. Ayrıca, en uç noktaya, felâket raddesine varmasa, daha ‘hesaplı’ ölçeklerde kalsa ve gerek kendi içinden gerek ‘yukardan’ gemlense dahi, bu eğilimin, bu ‘yatkınlığın’, toplulukları gitgide birbirinden uzaklaştıracağı açıktır. Bu, toplulukların kendi içinde de etnik ‘şuurun’ pekişmesi, insanların etnikliğine indirgenmesi demektir. Ve ne kadar tekrarlasak az: Toplum olma vasfının kaybı demektir, toplumun iliğinin erimesidir.
*
Yetkililerin engin hoşgörüsü, linç güruhlarına fevkalâde geniş bir “tahrik olma hakkı” bahşedilmesi, kimi zaman bunların yarı-legal milis gruplarıymışçasına hayırhâh muameleye tabi tutulması, Türkiye’de linç ‘olgusunun’ son derece önemli bir veçhesini oluşturuyor. Lincin, meşrulaşma demeyeceksek, olağanlaşmasının belki de temel sebebi budur.
Dahası, bu sunuş yazısının başlarında geçerken imâ ettiğim ve başka bir yerde üzerinde durduğum gibi[5] Türkiye’de, bir kriz idaresi ve olağanüstü hal yöntemi olarak lincin ‘işlevselleştirildiğini’, önünün açıldığını düşündürten bir tablo karşısındayız. Bunun vahim bir örneğiyle, elinizdeki metin yayıma hazırlanırken karşılaştık. İstanbul Okmeydanı’nda protesto gösterisi yapan DTP’li [Demkratik Toplum Partisi] gruba, bir mahalleli pompalı tüfekle ateş açtı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu “vatandaş tepkisine” şu sözlerle ‘empati’ gösterdi:
“Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, vatandaşın hayatına kast ederseniz, hayatına kastettiğiniz vatandaş kalkıp da eğer elinde böyle bir tedbiri, böyle bir imkânı varsa, o da kendini savunma yoluna gidecektir.” [6] (TB/HK)
1- Murat Paker bu konudaki bir makalesinde, lincin saiki olan psiko-sosyal mekanizmaları ele alır: “Lincin psiko-politiği: Nedir, niçin, nasıl?”, Psiko-politik Yüzleşmeler içinde, Birikim Yayınları, İstanbul 2007, s. 191-206, özellikle s. 194-199.(…)
2- Yücel Hacaloğlu, Atsız’ın Mektupları, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2013, s. 62.
3- Bu paragraf 3. Baskıda eklendi.
4- “Aklı katlettik, sıra insanlarda”, Taraf, 4 Ekim 2008.
5- “Türkiye’nin ‘kriz idaresi’ yöntemi: Millî refleks ve linç orjisi”, Tanıl Bora, Medeniyet Kaybı, Birikim Yayınları, İstanbul 2007 (3. baskı), s. 191-201.
6- 4 Kasım 2008 tarihli gazeteler.
7- “Linç ortamı ve faşizmin sarkacı”, sayı 223 (Kasım 2007), s. 9-12; “Mukayeseli linç etüdleri – Nazi Almanya’sı, Bugünün Türkiye’si”, sayı 230-231 (Haziran- Temmuz 2008), s. 100-106; “Kurtlar vadisi, şiddetin pornografisi ve tekinsizliği”, sayı 215 (Mart 2007), s. 38-42.
8- “Linç açılımı”, Birikim’de yayımlandı (sayı 249, Ocak 2010, s. 3-5). “Linç kültürü üzerine birkaç not”, küçük değişikliklerle Kaos GL’nin 116. sayısında (Ocak-Şubat 2011) ve İnsan Hakları Ortak Platformu’nun İnsan Hakları İçin Diyalog Dergisi’nin 7. sayısında (Ocak 2011, s. 26-28) yer aldı. “Erken cumhuriyet ve linç disiplini” başlıklı yazının 6/7 Eylül’e odaklanan daha kısa bir versiyonu, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde 17-19 Haziran 2013’te düzenlenen “Kitleleri Yeniden Düşünmek: Hukuk, Şiddet ve Demokrasi” konferansındaki sunuşları derleyen kitaba verildi.
9- Hasan Ali Toptaş, Heba, İletişim Yayınları, İstanbul 2013; Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı, Can Yayınları, İstanbul 2014.
Kaynak: bianet.org
İstanbul – BİA Haber Merkezi
03 Ocak 2017
Sevgili arkadaşlar, bu güne kadar yola çıkanlardan bir adım önde yola çıkıyorsunuz. Bu güne kadar kurulmuş olan derneklerden, vakıflardan, federasyonlardan bir adım önde başlıyorsunuz. Çıtanız onların çıtalarının üstünde duruyor. Onlardan bir adım önde olmanız, çıtanızın, onların çıtalarından yukarıda olması da onlar sayesindedir. Yanlışlarıyla, doğrularıyla on yıllardır onların ortaya koydukları pratiklerin oluşturduğu eleştirel bilinci sayesindedir.
Ortak bilinç oluşturmaya çalıştığınız bu süreçte, doğal ortak bilince zaten sahip olduğunuzu görmek durumundasınız. Sizler, bu güne kadar oluşan yapılanmaların el uzatamadığı, giremediği bir alana girdiniz. Onların bu alanı boş bırakmaları sayesinde buradasınız. Sahip oldukları kurumlar ve tüzükleri gereği bu alana giremediler. Bu alanı sizlere bıraktılar. Bu nedenle onlar, bu alanda sizleri desteklemek, sizler de onların olduğu alanlarda onları beslemek zorundasınız. Sizleri var eden ortak bilincin zorunlu gerekliliğidir bu.
Sizler, yönetici bir meclis değilsiniz. Bu nedenle, adına hareket ettiğiniz toplumun tüm sorunlarına çözüm üretmek gibi bir sorumluluğunuz yoktur. Önünüze böyle bir hedef koymanızın gereği de yoktur. Çalışma alanınıza giren veya ilgilendiren konuları, o alanda faaliyet gösteren yapılara bırakmanız ve hatta bu konuda onları desteklemeniz gerekmektedir. Aynı şekilde o yapılar da sizin çalışma alanınıza giren konularda sizlere desteklerini sunmalıdır.
Beraber hareket etmenin, bu hareket içinde birbirine olan saygıyı korumanın ve geliştirmenin en önemli yolu; her kesin birbirinin çalışma alanına müdahale etmesi değil, destek olmasıdır.
Sizler, yönetici bir meclis değilsiniz ancak, var olan ortak bilinci üst bilince dönüştürmekle yükümlü teknokrat bir meclissiniz. Temsiliyetiniz yönetsel değil, tanımlamaya yöneliktir. Diğer bir ifade ile hitap ettiğiniz toplumun bireylerini değil, o bireyleri var eden tarihsel ortak bilinci temsil ediyorsunuz. Bu günkü ortak bilinç değil, tarihsel ortak bilinç… Bu günkü ekonomik, sosyal, siyasal, ideolojik, etnik dayatmaların şekillendirdiği bir ortak bilinç değil; bin yıllar boyu zihinlerde taşınmış, günlük yaşamlarına yön vermiş, kendi kültürünü oluşturabilmiş olan ortak bilinçten söz ediyorum.
Meclisinizin, yönetici bir meclis olup olmamasının doğuracağı farklar çok büyüktür. Örneğin, yönetici meclis gibi hareket ederseniz, kongreniz öncesinde nüfus tespiti yapmanız, nüfus dağılımına göre delegasyon belirlemeniz ve bu ölçüde sandıklar kurmanız gerekir. Buna ne insan kaynaklarınız ne de finansal gücünüz el vermez. Zaten gereği de yoktur.
Ya da bir çağrıda bulunup, katılmak isteyen her kesi kongreye davet ettiniz ve seçiminizi öyle yapacaksınız ki bu da temsiliyetiniz açısından çok büyük ve haklı eleştirilerin doğmasına neden olacaktır. Kongrenizi yurt dışında yaptığınız takdirde oraya gelmek isteyip de gelemeyenlere ne açıklama yapacaksınız. Ayrıca bu meclisi, varlık amacının dışına sürükleyecek en önemli hatanıza dönüşebilir. Düşünün ki böyle bir kongrede Düşünün ki faaliyetlerinizi engellemek isteyen bir yapı, sizden üç kişi fazla geldi ve seçimde üç el fazla kalktı. Bütün yönetiminiz sil baştan değişir.
Bunlar illa olabilecek şeyler olmasa da meclisin sorumlulukları ve çalışma konuları ele alındığında, sahip olduğu ciddiyetin büyüklüğüne paralel olarak gelişebilecek büyük risklerdir.
Yönetici bir meclis olmadığınız için, teknik olarak bu yöntemlerle seçim yapma zorunluluğunuz da yoktur. Sizler, amacınıza uygun olarak emek ve zamanlarını sunacak, buna uygun birikime, yeteneğe sahip insanlarla yürümek zorunda olduğunuz için, seçimlerinizi de bu insanlar arasından yapmak durumundasınız.
Diğer hassas bir konu da çalışma organizasyonunuzdur. Doğal olarak komisyonlarınızı oluşturma sürecindesiniz. Olması gereken de budur. Komisyonlardaki sorumluluk ve yapılacak işlere bakıldığında insan kaynaklarındaki yetersizlik de kendini gösterecektir. Komisyon sorumlularının, yöneticilerinin yalnız başlarına halledemeyeceği işler için alt komisyonların oluşturulması gerekmektedir ki bunun ilkelerini çok hassas belirlemek gerekir. Naçizane önderim, alt komisyonların proje bazlı olmasıdır. Alt komisyonun ömrü, meclis komisyonunun öngördüğü projenin ömrü kadar olmalıdır. Komisyonun belirlediği projelerin yürütülmesi için atanan alt komisyon, projenin bitiminden sonra fesih olmalıdır. Bu idari organizasyonda kolaylık sağlayacağı gibi, yürütülen projelerin de uygun insanlarla ve uygun nitelikte yürütülmesini sağlayacaktır.
Web sayfanızın yayın ilkelerini de yeniden gözden geçirmenizi tavsiye ederim. İnsancıl yönden, duygusal açıdan oldukça güzel bir metin oluşturmuşsunuz. Bunun yanı sıra çekingenlik ve endişe de had safhada. Kısır tartışmalardan, sizleri çalışmalardan alıkoyan tartışmalardan, moralinizi, motivasyonunuzu kıran süreçlerden uzak durmaya çalışmanız anlaşılır ve haklı bir tutumdur. Ancak, bu tutumdan ötürü, sizleri doğrudan ilgilendiren konuların dışında kalmanız, bazı çalışmaları sadece arkadaşların bireysel çalışmaları olarak kalmasını önermeniz, kanımca doğru bir yaklaşım değildir.
Özellikle inanç konusunda ve Aleviliğin tarihçesi konusunda bu hassasiyeti gösterdiğinizin farkındayım. Gösterdiğiniz hassasiyete de katılıyorum. Ancak bu konu, sizin dışında kalamayacağınız bir konudur. Çünkü değerleriyle ilgilendiğiniz toplumun üst kimliği inancıdır. Bir toplumun ürettiklerinin, değerlerinin toplamı kültürüdür. Kültürün üst ifadesi ise inancıdır. Semavi dinlerde göremediğimiz bu özellik, pagan inançların neredeyse varlık nedenidir. Bir toplum, ürettiklerini, kimliğini ortak bilince inanç ile taşır. Bu nedenle sizlerin yapması gereken, bu alanın dışında kalmak değil, tam içinde olmaktır.
Anadolu uygarlık birikiminin ürünü olan bir kültürü ve onun ürünü-üst yapısı olan inancı, faaliyet konusunun dışında bırakmak yerine bu kültür ve inancın, bir uygarlık ürünü olarak bu günlere nasıl geldiğini, hangi dönemlerde İslamiyet’in içine taşındığını ve hangi dönemlerde hangi asimilasyonlara maruz kaldığını incelemek, bilimsel yöntem verilerle ortaya koymak gerekir. Bunun dışındaki her tutum Meclis’in, mevcut yapı içerisinde kendisine egemen olmuş inanç ve sistemlerle bir uzlaşı arayışı içerisinde olduğu kanısını uyandıracaktır.
Hemen belirtmem gerekir ki, nitelikli ve bilimsel temellerde yaşanacak bir tartışma er veya geç kaçınılmaz olacaktır. Çünkü karşınızda inancınızı kendi içinde tanımlayan dinler, kültürünüzü kendi tarihine mal etmeye çalışan ideolojiler yüzyıllardır başınızda duruyor ve bugün, her zamankinden fazla araçla kültürünüzü, inancınızı, tarihinizi yok etmeye, asimile etmeye çalışıyor. Bunların karşısında kararsız her duruş, çekingen her söylem, tüm bunlara razı olduğunuzu ve yaptıklarına rağmen onlarla bir uzlaşı hevesi taşıdığınız kanaatini doğurur.
Kahin değilim fakat bu güne kadar öngörülerimde yanılmamış olmama güvenerek, henüz ele avuca gelmemiş bir konu hakkında da uyarıda bulunmak istiyorum. Her oluşumun kendi içinde kanatlara ayrılması, farklı eğilimleri oluşturması kaçınılmazdır. Bu eğilimler, bireysel çekişmeleri aşıp, aynı hedefe yönelme konusunda farklı anlayış ve önerilere dayanıyorsa olumludur ancak, bu kadar olumlu bir çekişmeyi mümkün görecek kadar iyimser değilim.
Kısa dönemde ortaya çıkacak olan oluşacak eğilimlerden birinin argümanının “ortaya ürün koymuş olmak” üzerinden gelişeceğini seziyorum. Bu söylemlere cılız seslerle de olsa başlanmış olması acı vericidir. Bir kültürün, tarihin bilincine erişmeden, dönemsel eğilimleri değerlendirerek, bir bütünün içinden öne çıkmış acılar veya yaşanmış olayları kaleme alarak kendini otorite gibi görme eğiliminde olan bu arkadaşlar umarım ki bu eğilimlerini daha fazla ileriye götürmezler. Araştırmacılığın, romancılığın ne olduğunu bütün dünya görüyor. Cılız çalışmalar da olsa, damlaya damlaya göl olur, zaman içinde hak ettiği kaliteye ulaşır diye kendilerine gösterilen hoşgörünün değerini fark edip daha mütevazı davranacaklarını umut ediyorum. Aksi halde söylemleri, siyasilerin “yol yaptık, köprü yaptık, çok büyük işlerdir bunlar” söyleminden öteye gidemeyecek, siyasilerin bu söyleminden daha değerli olamayacaktır.
Meclisin, yaptığı işin büyüklüğünün ve öneminin farkında olmaması durumunda, büyük vaatler ve büyük söylemlerle yola çıkan ancak, süreç içerisinde kendi alanını daraltan, kendi dışındaki ve karşısındakilerle uzlaşı zeminlerinde durulan diğer kurumların kaderini paylaşmaktan öteye gidemez. Meclis bünyesindeki insanların, meclisi tanımlarken veya ifade ederken sergiledikleri farklılık, bu endişeyi taşımama neden oluyor. Kafa karışıklığı demek istemiyorum ama tam bir netlik olmadığı da su götürmez bir gerçektir.
Her zaman söylediğim bir şeyi tekrar söylemek istiyorum. Geçmişe özlem duymak ve geçmişi yeniden yaşamayı hayal etmek, tükenmişliğin, umutsuzluğun, geleceğe yürüyememenin göstergesidir, ifadesidir. Bunun yerine geçmişi tüm gerçekliği ile bilmek ve anlamak gerekir. Geçmişi bu güne çağırmak, onun tekrarına düşmeden güncelleyerek yarına taşımak gerekir. Bunun bilincini ve yöntemlerini geliştirmeden bunu yapmak mümkün değildir. Diliyorum ki bu meclis, bu bilinci oluşturan, bu yöntemleri geliştiren bir kurum olsun.
Meclise emeği geçen her kese istisnasız olarak her kese teşekkürlerimi ve saygılarımı özellikle sunuyor, başarılı olmalarını diliyorum.
DERSİM MECLİSİ
KÜLTÜR-EDEBİYAT-SANAT-FELSEFE AVRUPA KOMİSYONU
Rae Xaq-Raâ Xızıri ya da Kızılbaş Yol felsefesini özellikle son bin yıl içinde (son yüzyıl en önemli dönemdir) ciddi şekilde erozyona uğrattık. Yine bu felsefe, çağının kamilini (Haq dilini-kelamını) Hakk sözcüsü olarak kabul eder ve bu sözcü çağın diliyle konuşur. Tıpkı çam ağacı gibidir, kendini budayıp kendine yem ettikçe yeni dalların filizlenmesini sağlar, zamana ayak uydurur. Bu uyumun tek kuralı, “Bilime yani çerağ (ışık) olarak kabul edilen bilime sırtını dönmemekten” oluşur. Bu nedenle, Kızılbaşlar asıllarını kaybetmeden, bulundukları koşullara saygı duyarlar. Bu saygı duruş, biat-teslimiyet-itaat şeklinde olmayıp, aslını koruyarak saygı duyuş prensibiyle varoluşunu sürer. Kısacası, harf, yazı, işaret gibi maddesel görüntüler kaptan ibaret olup, aslolan mana dediğimiz iç duygudur. Yani; sözün tınısı, rengi, duygusu, niyeti, batın içeriğidir. Bu nedenle, yazılı anlatıma pek güvenmemiştir, insan sıfatını yazılı tek kaynak olarak kabul etmiştir. (Duygu, düşünce, içsel dışavurum-tanrı sıfatı) Aynı zamanda yazılı anlatım, gelişme önünde engeldir, dogmacı ve Ortodoks bir yapıya sahiptir. Muhafazakar ve itaatci düşünceyle kazık çakar zamana. Yani, Kızılbaşlık ile diğer inançlar arasında en büyük fark burada yatar. Biri, inanç için aklını rehin verirken, diğeri inançtan akla sıçrarken, inancı ipotek olarak vererek bilimi ve felsefeyi, evrensel bütünlük ve barışı önceler.
Soru şu; Yazılı kaynak olmadığına göre, katmanlaşmış sel altındaki öze nasıl ulaşacağız. Bunun için yapılacak tek şey, yine Kızılbaş felsefesine sarılarak, zamanın esnekliği ile oynamaktır. Yani zamanı ileri ve geriye doğru sarma metotlarını yeniden tanımaktır. Bizde, zamanın verilerinden hareketle geçmişe doğru giderek, özü yeniden bulmaya çalışacağız, bunu yaparken ise evrensel yasalara ve gerçekliklere sırt dönmeyeceğiz, zamanın Hakk sesi olacağız.
Biat etmekten kaçınan, kırklar meclisinde Peygamberliği, kitabı, çokluğu, ırkçılığı, ümmetçiliği, evrensel çokluğu ret eden yapı, sistem tarafından birkaç şekilde yok edilmeye çalışıldı. İçteki kurtçuklar ve dışarıdaki balta darbeleri ile zedelenen bu yapı, hastalanmıştır. Entelektüel birikimi olan, aydın-sanatçı-kültür ve düşünsel insanlar bir araya gelerek bu hastaya şifa vermek zorundadır. Bunu, ne benim için, ne de şu anki insanlar için değil, gelecek nesiller ve evrensel barış için yapmak zorundadır. Aşağıda maddeler halinde ifade edilen konularda acilen çalışmalara başlamak zorunda olan aydınlar;
1-Edebi eserler,
2-Tarihsel eserler, verilen, bilimsel incelemelerin tasnifi, ayıklanması, gün yüzüne gerçeğin çıkarılması,
3-Folklorik yapılar. ( Bir coğrafyada yaşayan halkın kültür ürünlerini, sözlü edebiyatını, geleneklerini, törelerini, inançlarını, mutfağını, müziğini, oyunlarını, halk hekimliğini inceleyerek; bunların birbirleriyle ilişkilerini belirten, kaynak, evrim, yayılım, değişim, etkileşim vb. sorunlarını çözmeye, sonuç, kural, kuram ve yasaları bulmaya çalışan bilim dalı, folklor, halkiyat.)
4-Kilim, halı, taş oymacılığı, ahşap işçiliği gibi el sanatlarının, sembollerini, renklerini, renklerin bağıntılarını ve duygusal anlatımını, batın içeriğini inceleyen kişiler…
5-Klamlar, duazimamlar, deyişler, ağıtlar, türküler, masallar, ninniler, tekerlemeler vs incelenmesi, ayıklanması, eksikliklerin tamamlanması ve geçmişe yolculuk.
6-Müzik aletleri, yapımı, icrası, sözler ile ritim arasındaki duygusal, renksel, titreşimsel bağ…
7-Geçmişten günümüze gelen sözsel ve yazımsal (az da olsa) mitoloji, felsefe, toplumsal örgüler üzerinde yapılacak çalışmalar…
8-Yerel kıyafetler, kıyafet renkleri, kesimi, motifleri ile yaşam arasındaki, kültürel bağları irdeleme, örneklendirme, yapılandırma, ayıklama..
9-Şifalı bitkiler, hastalıklar hakkında yapılan çalışmalar, coğrafyada yetişen endemik bitkilerin sağlık üzerindeki etkileşimi, tarımsal ürünler ve orjin tohumlama çalışmaları..
10-Ay takviminin kullanımı, insanlar ve coğrafya üzerindeki etkisi, bu etki sonucu üretim-hasat-tüketim kültürünü inceleme..
11-Ruhsal tedavilerde uygulanan, enerji-sağılım-maddeler ilişkisi (tase neweşiye gibi) iksirler, doğal madenlerin kullanımı ve etkilerini araştırma…
12-Felsefi olarak ritüellerin ruhani ve maddesel nedenleri, etkileri, sonuçları, toplumsal bağ üzerindeki iz düşümü…
13-Yemek kültürü, sofra paylaşımı, öncelikler ve bunların altında yatan neden-sonuç ve yapılanma üzerindeki etkileri…
14-Coğrafik yapı, yerleşimler, mezar türevleri, semboller, topografik çalışmalar, iklim ve insan ilişkisi, iklimsel ve coğrafyasal şekillenme, göç var ise göç yolları, sınırlar vs
15-Jar u Diyar coğrafyasında, Jiarların gerçek hikayesi, hikaye içine gizlenen bilgiler, ocakların özellikleri ve birbirleri ile olan ilişkileri, ruhani derinlikleri, ezoterik bilgileri…
Yukarıda yazılan maddeler dışında elbette eklenecek maddeler vardır. Ehli ve araştırmacısı elinde yeniden şekillenecek kültürel-sanat-edebiyat-folklorik birikimler, bilimsel kurullar tarafından masaya yatırılacak ve titizlikle incelenerek zaman-yapılanma-oluşum üzerinde bilimsel gerçekliğe uygun yapılanmalara doğru yol alacaktır.
Bu anlamda, Avrupa Dersim Meclisi Kültür-Edebiyat-Sanat komisyonu içinde duyarlı olan her Dersimli’nin yer almasını bekliyoruz. Kural şu; Dersimin sofrasından yemek yerken, başkasının adına kılıç sallamamak! Kaybolan bu kültürün Endemik yapısına sahip çıkarken, bu felsefeyi geleceğe taşımak için mücadele vermek. Evrensel bütünlüğe, barışa, sevgiye, hümanist ve doğacı yapısına katkı sağlamak, evrensel güzelliğe bir katkıdır aynı zamanda.
Uluslar arası örgütler, parlamentolar, sanat çevreleri ile iletişim içinde olup, çalışmaları Uluslar arası arenaya taşıyacak kolektif çalışma-akıl ile bütünleşecek; Ressam, Şair, Fotoğrafçı, Araştırmacı, Yazar, Görsel ve işitsel sanat insanları, Müzisyenler, el sanatları sanatçıları vs tüm aydın-akademisyen-entelektüel birikimi olan sanatçılara çağrıdır
Bu yapılanmada yetkin ve sorumluluklarını kolektif ruh ile birleştirecek aydınları aramızda görmek hepimize Dersime güç verirken -kendisiyle yeniden tanışmasını sağlayacak, savruluşu engelleyecektir.
DERSİM MECLİS GİRİŞİMİN’DEN KAMUOYUNA:
Halkların Birbirlerini Boğazlamasına Hayır!
Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’nin yönettiği devlet, tam bir savaş seferberliğine çıkmış durumdadır. Ülkenin dört bir yanında dizginlerinden boşalmış bir baskı terör kol geziyor.
Halklara, inançlara, emek ve demokrasi güçlerine yönelik açık bir savaş ilan edilmiştir.
15 Temmuz İslamist darbe girişimini “Allah’ın bize lütfudur” diyerek kendisine muhalif olan her düşünce, kurum ve kişilere sistemli bir baskı ve şiddet uygulayarak İslamist diktatörlüğünü pekiştirmeye çalışmaktadır.
Tüm muhalif medya kuruluşları, aydınlar, sendikalar bu saldırıdan payını almış durumdalar.
Dün gece sabaha doğru HDP milletvekillerinin evleri basılarak, eşbaşkanlar da içinde olmak üzere 12 milletvekili gözaltına alındı. Bazıları tutuklandı. Diğerlerinin sorguları devam ediyor.
İslamist AKP rejimi, ülkeyi gerçek ve klasik anlamda bir iç savaşa ve halkları birbirlerini boğazlamaya sürüklemektedir.
AKP, Ortadoğu’da yaşanan keşmekeş ve bölgesel savaşı Türkiye topraklarına taşımak için büyük hazırlıklar yapıyor. AKP’nin savaş ve propaganda araçları, etkin ve kapsamlı bir mezhep ve etnik kimlik düşmanlığı kampanyası yürütmektedir.
Irak’taki Şii askeri milis örgütü Haşdi Şabi’nin IŞID’tan daha katliamci olduğunu işleyerek Türkiye’de Alevi katliamlarına ortam hazırlıyorlar. Haşdi Şabi Telafer’e yöneldi bahanesiyle sınırlara büyük askeri sevkiyatlar yapıyorlar.
Ülke nüfusunun yarısını düşman olarak ilan etmiş, iki düşman kamp karşı karşıya getirilmiş bulunuyor. Her konuda devletin bekası için yayın yapan Cumhuriyet Gazetesi gibi yer yer liberal sesler çıkaranlara bile gece baskınları düzenleniyor. Yönetici ve yazarları gözaltına alınarak soruşturmalardan geçiriliyor.
Dersim Meclis Girişimi olarak, her biri on binlerce oy almış Kürtler’in siyasi temsilcilerine, ilerici demokratik kurum ve kişilere uygulanan baskıları lanetliyor, HDP milletvekilleri, aydınlar, yazarlar, Cumhuriyet Gazetesi yönetici ve yazarlarının bir an önce serbest bırakılmasını istiyoruz.
Tüm ezilenleri birleşik mücadeleye davet ediyoruz.
Dersim Meclis Girişimi – Yürütme Kurulu
5 Kasım 2016